İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

İmam-ı Gazalî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İlmin, İlim Öğretme'nin ve İlim Öğrenme'nin Fazileti ve Bunlara Dair Aklî ve Naklî Deliller

İlmin Fazileti Ayetler

Allah kendisinden başka ilah olmadığına adaletle şehadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına şehadet ettiler.(1) (âli İmran/18)

Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu ayette Allah Teâlâ (c.c) önce zât-ı ulûhiyetinden başlayarak birliğine şehadet etmekte, ikinci olarak melekleri, üçüncü olarak da âlimleri bu gerçeğe şahid göstermektedir. Bu ise, ilmin ve âlimin yüceliğini gösteren çok büyük bir delildir. Bu şeref âlimlerin faziletini anlatmak hususunda yeterli ise de, biz delil getirmeye devam edeceğiz.

Allah da sizden inananları kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. (Mücadele/İl)

Âlimlerle cahiller hiç bir olur mu? Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünürler.
(Zümer/9)

Allah'tan tam mânâsıyla ancak âlimler korkar.
(Fâtır/28)

De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah Teâlâ'nın ve Kitab'ın ilmine sahip olanların şahidlik etmesi yeter'. (Ra'd/43)

Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat 'Sen gözünü kapayıp açmcaya kadar ben sana onu (Belkıs'ın tahtını) getiririm' dedi.
(Neml/40)

Kitab'dan bir ilme mazhar olan zat, ilmin nelere kâdir olduğunu göstermek için Hz. Süleyman'a böyle hitap etmiştir.

İlim ve irfana mazhar olanlar ise şöyle dediler: 'Yazıklar ol sun sizlere! İman edip, salih ameller işleyen kimseler için Allah'ın sevap ve mükâfatı daha hayırlıdır'. (Kasas/80)

Allah Teâlâ bu ayette âhiretin kıymetinin ancak ilimle bilineceğini anlatmaktadır.

Biz bu misalleri insanlara beyan ve îrad ediyoruz. Bunları hakkıyla ancak ilim ve iz'an sahipleri idrâk ederler.(2)
(Ankebût/43)

Eğer aldıkları malûmatı peygambere, emir sahiplerine (âlimlere) bildirseydiler, onlar vâkıaları tedkik ve tahkik ederek, bunların açıklamaya veya gizlemeye layık olup olmadıklarını bilirlerdi. (Nisâ/81)

Allah Teâlâ bu ayette olayların yorumunu âlimlerin istihrac ve istinbatına bırakmakta ve böylece onların mertebelerinin ne denli büyük olduğunu ve bu mertebenin peygamberler mertebesine nasıl ilhak olunduğunu bildirmektedir.

Ey Âdemoğulları! Sizler için avret yerlerinizi örtecek elbise ve ziynet eşyası varettik. Ancak takvâ elbisesi daha hayırlıdır. (A'raf/27)

Bazı âlimler bu ayette geçen avret yerini örten elbise ile ilmin, ziynet ile yakîn mertebesinin, takvâ elbisesi ile de hayat mertebesinin kastedildiğini söylemişlerdir.

Onlara ilim üzere tafsil ettiğimiz bir kitab getirdik.
(A'raf/52)

Elbette herşeyi bilerek onlara nakledip haber vereceğiz! (A'raf/7)

Hayır! O (Kur'an), kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde bulunan açık açık ayetlerdir.
(Ankebût/49)

Rahman olan Allah, Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı öğretti.
(Rahman/1-4)

Allah Teâlâ bu hakikati insana minnet etmek kabilinden böylece ifade buyurmuştur.

Hadîsler

Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

Allah bir kulu için hayrı murad ettiğinde, onu dinde Allah'tan korkan bir âlim yapar. Ona kendisini doğru yola götürecek akıl ve idrâk verir.(3)

Âlimler peygamberlerin varisleridir.(4)

Peygamberlik derecesinden daha üstün bir mertebenin bulunmadığı herkesin malûmudur. Demek ki bu mertebeye vâris olmak, şereflerin en büyüğüdür.

Yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkat, âlim bir kimsenin affedilmesi için Allah'a yalvarırlar.(5)

Yerlerde ve göklerdeki tüm mahlûkatın kendisi için Allah'tan af dilediği bir kimsenin mertebesini bir düşünün! Bundan daha büyük bir mertebeye ulaşması mümkün mü insanoğlunun? Alim kendi işleriyle meşgul olduğu halde, yerlerin ve göklerin sâkinleri de onun affı için istiğfar etmekle meşgul olmaktadırlar. Bir insan için bundan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi?

Hikmet (ilim), şerefli bir insanın şerefine öyle büyük bir paye ilâve eder ki köleleri, sultanların seviyesine çıkarıncaya değin yükseltir.6

Hz. Peygamberin 'Köleleri sultanların seviyesine çıkarır' buyurmakla ilme nasıl bir paye verdiğini görüyorsunuz! İlmin bu dünyada vereceği neticeler bile bu kadar değerlidir. Dünyada kazandırdıkları ahiret hayatına nisbetle bir hiçtir. Çünkü ahiret hem dünyadan sayısız derecelerle daha üstündür, hem de ebedî dir.

İki iyi haslet vardır ki, bu hasletler hiçbir münafıkta bulunmaz: Birincisi güzel ahlâk, ikincisi dinde derin bilgi (fıkıh) sahibi olmak.7

Günümüzün bazı fakihlerinin münafıklığı, sizleri bu hadîs hakkında şüpheye düşürmemelidir; zira Hz. Peygamber, günümüzdeki anlamıyla fıkıhtan söz ediyor değildir. Onun fıkıh ile kastettiği anlam, günümüzdeki anlamından çok uzaktır. Nitekim kitabımızın ilerideki bölümlerinde bu anlam ortaya konacaktır. Fıkh'ın en küçük derecesi, ahiretin dünyadan daha hayırlı olduğunu bilip, bu gerçeğe göre hareket etmektir. Fakih olan kimsede bu türden bir vasıf olduğu takdirde; bilgileri doğru olur, üzerinden her türlü riya hâli kalkar ve nifak tehlikesinden kurtulur.

İnsanların en faziletlisi o mü'min âlimdir ki, kendisine ihtiyaç olduğunda yardım eder. Halk kendisinden kaçtığında ilmiyle yetinerek vakarlı davranır.8

İman çıplaktır; onun örtüsü takva, süsü hayâ ve meyvesi ilim'dir.9

İnsanlar arasında nübüvvet makamına en yakın kimseler, ilim ve cihad ehli olan kimselerdir. İlim ehli olanlar, halkı peygamberlerin getirdiği ilahî nizâma yönelttiler. Cihad ehli olanlar ise, peygamberlerin getirdiği bu ilahî nizâmı kılıçlarıyla korumak için cihad ettiler.10

Bir kabilenin ölümü, bir âlimin ölümünden ehvendir.11

İnsanlar, altın ve gümüş gibi farklı değerler taşıyan madenlere benzerler. Dinde derin ilim (fıkıh) sahibi olmak şartıyla; cahiliye döneminde hayırlı olanları, İslâm'a girdikten sonra da (insanların) hayırlılarıdır.12

Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanıyla tartılır.13

Ümmetime ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyen kimseye kıyamet gününde hem şefaatçı, hem de şahid olurum.14

Allah Teâlâ, dininde bilgi sahibi olan kimseyi korur ve ummadığı yerden ona rızık verir.15

Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e şöyle vahyetti: Ey İbrahim! Ben alimim ve alîm olan her kulumu severim.16

Âlim kimse, Allah Teâlâ'nın yeryüzündeki emin kuludur.17

Ümmetimden iki sınıf ıslah olursa herkes ıslah olur, onlar fesada düşerlerse onlarla birlikte herkes fesada düşer. Bunlar yöneticiler ile âlimlerdir.18

Beni Allah'ın rahmetine yaklaştıracak bir ilim (ve amel) sahibi olmamı temin etmeyen bir günün üzerime doğmasında benim için bir hayır yoktur.19

Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın en düşük derecesine olan üstünlüğüm gibidir.20

Bakınız ki. Hz. Peygamber ilim. mertebesini, nasıl da nübüvvet mertebesine eşit tutmakta ve ilimsiz amelin derecesi ne kadar düşük olmaktadır.

Şayet âbid, eda ettiği ibadetin ilminden mahrumsa, onun ibadetinin hiçbir anlamı olmadığı gibi, böyle bir amelin kişiye hiçbir yararı da dokunmaz.

Âlim'in âbide üstünlüğü, ondördünde bulunan ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.21

Kıyâmet gününde üç sınıf insan şefaat edebilecektir: Peygamberler, âlimler, şehidler.22

Nübüvvet makamının hemen ardından gelen ve şehidlik mertebesinden bile üstün olan ilmin mertebesi ne büyük bir nimettir!

Allah Teâlâ'ya din hususunda ilim sahibi olmaktan daha üstün bir şeyle ibadet olunmuş değildir. Şeytan için bir tek fakihi (aldatmak) bin âbidi (aldatmak)tan daha zordur. Herşeyin bir temeli vardır. Bu dinin temeli ise ilimdir.23

Dininizin en hayırlı tarafı en kolay olanıdır. İbadetlerin en hayırlısı ise ilimdir.24

Âlim olan mü'min, âbid olan mü'minden yetmiş derece daha faziletlidir.25

Ey ashabım! Sizler fakihleri çok, kurrâsı (Kur'an hafızları) ve hatipleri az, (ilim) isteyenleri seyrek, fakat (ilim) verenleri çok olan bir zamanda bulunuyorsunuz. Bu zamanda salih amel işlemek, ilim yapmaktan daha hayırlıdır. Fakat insanların üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, fakihleri az, hatipleri çok, (ilim) verenleri seyrek, (ilim) isteyenleri ise çok olacaktır. İşte böyle bir zamanda ilim (sahibi olmaya çalışmak) her ibadetten daha hayırlıdır.26

Alim ile âbid arasında yüz derece fark vardır. Bu dereceler den her biri arasında iyi beslenmiş bir koşu atının hızıyla yetmiş yıllık bir mesafe vardır.27

Hz. Peygamber'e amellerin hangisinin daha üstün ve efdal olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilmek'. Ne tür bir bilgiyi kastettiği sorulduğunda, yine 'Allah'ı bilmek' diye cevap verdi. Ashab 'Biz amelden soruyoruz, siz ise ilimden haber veriyorsunuz' diye itiraz edince, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: 'Allah'ı bilerek yapılan amel ne kadar az olursa olsun insana fayda verir. Allah'ı bilmeksizin yapılan ameller ise, insana bir fayda sağlamaz'.28

Kıyamet gününde Allah Teâlâ bütün kullarını diriltip mahşere getirdikten sonra, âlimleri de diriltip getirir ve onlara hitaben şöyle buyurur: 'Ey âlimler zümresi! Sizi iyi bildiğim için size ilim sıfatımı emanet ettim. Size ilmimi sizleri azaba uğratmak için vermedim. O halde nimetlere koşun; zira hepinizi affettim'.29

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ali, talebesi Kumeyle 30 şöyle demiştir: 'Ey Kumeyl! İlim maldan daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni, sen ise malı korursun. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur. İnfak malı azaltır, ilim ise artırır'.

Yine Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Âlim bir kimse, gündüzleri sürekli oruç tutan, geceleri ise ibadet edip, tüm zamanını cihada sarfeden bir kimseden daha üstündür. Alim bir kimsenin ölü müyle açılmış gediği, yine aynı büyüklükte bir başka âlim doldura bilir'.

Hz. Ali bir manzumesinde şöyle demektedir: İnsanlar bedenleri itibarıyla birbirlerine eşittir. Babaları Adem, anaları ise Havva'dır. Eğer soylarında soplarında bir iftihar vesilesi arıyorlarsa, bilsinler ki asılları çamur ve sudan ibarettir. İlim erbabı, hidayet arayanlara hidayet vesilesi olur. Her insanın kıymeti bilgisiyle ölçülür. Cahiller ise, ilim erbabının en amansız düşmanlarıdır. İlmi elde etmeye çalış ve ilmin nerelerde kullanılacağını mutlaka bil! Bütün insanlar ölürler, ancak ilim ehli olanlar yaşarlar'.

Ebu Esved ed-Düelî 31 söyle demiştir: 'Dünyada ilimden daha üstün ve daha aziz hiçbir şey yoktur. Çünkü sultanlar halka hükmederlerken, âlimler de sultanlara hükmederler'.İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'Hz. Süleyman'a ilim, mal ve saltanat arasında istediğini seçmek hakkı verildiğinde, o bu üç nimet arasından ilmi seçti. Onun için Allah Teâlâ kendisine malı da, saltanatı da verdi'.

İbn Mübârek'e kâmil insanların kim oldukları sorulduğu zaman, âlimler diye cevap vermiş, gerçek sultanların kimler oldukları sorulduğunda, zâhidler demiş ve en aşağılık insanların kimler oldukları sorulduğunda ise dünyaları için dinlerini satan kimseler cevabını vermiştir. Dikkat edilecek olursa İbn Mübârek, âlim ler dışındakileri kâmil insan mertebesine koymamaktadır. Çünkü, insanı hayvandan ayıran özellik sadece ilmidir. İnsan, kendisine şeref kazandıran vasfıyla ancak insan sayılabilir.

İnsanın şerefi, kuvvetinden gelmez. Öyle olsaydı develerin daha üstün olması lâzım gelirdi; zira develer insandan daha güçlüdürler. Cüssesinin büyüklüğünden de değildir; zira filler insanlardan daha cüsselidir. Şerefi cesur oluşundan da kaynaklanmaz; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanlar insandan çok daha cesaretlidirler. Fazla yemek yemesinden de ileri gelmez. Öyle olsaydı öküzlerin daha şerefli olmaları gerekirdi; zira midesi çok büyük olan canlılardan biri de öküzdür. Fazla cinsî münasebette bulunmasından da değildir; zira küçücük kuş bile cinsî kudret hususunda insanoğlundan daha güçlüdür. Kısaca bunların hiçbiri insana şeref vermez. İnsana şeref veren şey sadece ilimdir!

Bazıları şöyle demişlerdir: 'İlmi elinden kaçıranın ne kazandığını bir bilseydim ve ilmi elde edenin de ne kaçıracağını bir bilseydim'.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kur'an bilgisine sahip olan bir kimse, başkasının maddî servetini daha hayırlı görürse. Allah'ın büyük gördüğünü küçük görmüş olur.

Ebu Muhammed Feth b. Said el-Mevsılî 32 şöyle demiştir: 'Hasta yemek, içmek ve tedavi edilmekten menedilirse ölmez mi? Elbette ölür. İşte kalp de aynen bir hasta gibi, üç gün üst üste ilim ve hikmetten mahrum olursa (mânen) ölür'.

Feth el-Mevsılî (Allah rahmet eylesin) ne de doğru söylemiştir! Gerçekten de kalbin gıdası ilim ve hikmettir, tıpkı bedenin yaşamasının gıda almasına bağlı olduğu gibi, kalbin yaşaması da ilim ve hikmete bağlıdır. İlimden mahrum bir insanın kalbi hem hastadır, hem de mânen ölüdür. Üstelik dünya sevgisi ile mal düşkünlüğü ilimsiz kişiyi öyle bir hale getirir ki, bütün hislerini dumura uğratır! Korku, yaranın acısını geçici bir zaman için nasıl engellerse, o kişi de artık bu büyük felâketi idrâk etmekten yoksun kalmış demektir! Böyle insanlar işte bu hâle gelir. Fakat ölüm gelip çattığında ve onun dünya yükünü sırtından aldığında, kişi o zaman felakette olduğunu bütün dehşetiyle görür ve fevkalâde müteessir olur. Tıpkı sarhoşken veya korku içindeyken aldığı yaralardan sızı duymayan bir insanın, ayıldıktan veya korkudan kurtulduktan sonra yaralardan duyduğu sızı gibi, onun o anki pişmanlığı da kendisine fayda vermez. Perdeyi kaldıran günün dehşetinden Allah'a sığınırız!
İnsanoğlu uykudadır, öldükten sonra uyanır, daha önce yaptıklarının karşılığını görür ve fakat iş işten geçmiştir artık!


Hasan Basrî 33 şöyle demiştir: 'Âlimlerin kaleminden damla yan mürekkep, şehidlerin kanıyla tartılır; ve o kanla tartılan mürekkep, temiz kandan daha ağır gelir'.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: İlim büsbütün çekilmeden ilme sarılın! İlim ancak ilmi yayanların eksilmesiyle ortadan kalkar. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda şehid olarak öldürülen kimseler; âlimlerin âhiretteki mertebelerini gördükleri zaman, hemen Allah'tan kendilerini tekrar diriltip âlim yapmasını isterler. Hiç kimse anasından âlim olarak doğmaz. İlim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilen bir nimettir'.

İbn Abbas şöyle demiştir: 'Bence gecenin bir ânında ilim üzerine sohbet etmek, o gecenin tamamını namaz kılmakla geçirmekten daha faziletlidir'.

Hasan Basrî 'Ey rabbimiz! Bize dünyada da hasene ver, ahirette de hasene ver! Bizi cehennem azabından koru!' ayetinin tefsirinde şöyle demektedir: 'Bu ayette geçen dünyadaki hasene, ilim ve ibadet'i içine alır. Ahiretteki hasene ise cennet demektir'.

Hikmet ehlinden bir zâta 'Bu dünyada neyi sermaye edinmek daha kârlıdır?' diye sorulduğunda, 'Gemi battığı zaman gemiyle birlikte batmayan ve seninle kalan şeyi sermaye edin!' buyurmuştur. O bu sözleriyle ilmi kasdediyordu. Çünkü ilim insanın zihninde olduğu için oradan kaybolup gitmez, her daim insanla beraberdir. 'Geminin batması' insanın ölümüyle te'vil edildiğine göre, kendisiyle kalacak sermayenin de, ilim olduğu anlaşılır.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Hikmeti kendisine gem edinen bir kimseyi, halk kendisine rehber edinir. Hikmete vukufiyetiyLe tanınan kimseye ise bütün insanlar tâzim ve hürmet ederler'.

İmam Şâfiî 'İlmin özelliğinden birisi de, az da olsa ondan payı olanlar sevinirler, olmayanlar ise mahzun kalırlar' demiştir.

Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Ey insanlar! İlmi talep edip, öğrenin. Çünkü Allah'ın çok sevdiği bir elbise vardır ve o elbiseyi ilmi ara yan ve aradığını bulan kimselere giydirir. Allah'ın giydirmiş olduğu o elbiseyi giyen kimse, o elbise sırtında iken ne günah işlerse işlesin Allah Teâlâ, sevdiği elbiseyi sırtından almamak için o kimseye üç kere tevbe etmesi için teklifte bulunur. Günah yolunda ölüme kadar devam etse bile, o elbise sırtındayken hiçbir zaman günahlardan dönme yolu kapanmış değildir o kimse için...'

Ebu Bekir el-Ahnef b. Kays b. Muaviye 'Âlimlerin hepsi nere deyse padişah olacaklardı. İlimle takviye edilmemiş bütün izzetlerin sonu zilletten başka birşey değildir' demiştir.

Sâlim b. Ebi Elca'd şöyle anlatır: 'Efendim beni üç yüz dirheme satın aldı ve sonra da azad etti, âzad olduktan sonra ne iş yapacağım diye kendi kendime düşünmeye başladım. Neticede ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir sene geçmeden içinde yaşadığım şehrin valisi beni ziyarete geldi ve fakat ben müsait olmadığım için içeri girmesine izin vermedim, o da çekip gitti'.

Zübeyr b. Ebî Bekir şöyle demiştir: Pederim bana Irak'tan mektup yazıyor ve mektuplarında şöyle diyordu: 'Oğlum ilim öğren! Zira fakir düşersen ilim senin için en kıymetli maldır. Eğer zengin olursan ilim senin için güzellik ve cemâldir'.

Hz. Lokman'm oğluna yaptığı tavsiyelerde de bu gibi nasihatlar vardır. Nitekim oğluna şöyle nasihatta bulunmuştur: 'Ey oğul! Âlimlerle beraber otur. Dizini onların dizlerine bitiştir; zira Allah Teâlâ yeryüzünü rahmetiyle diriltip yeşerttiği gibi, ilim de insanoğlunun kalbini öylece diriltip yeşertir'.

Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'Âlim bir kişi öldüğü zaman sudaki balıklardan tutun da, havadaki kuşlara kadar bütün hayvanlar matem tutup ağlarlar'.

Bu sözü destekleyen bir hadisi İbn Neccar Hz. Enes'den rivayet eder: 'Âlimler için, öldükleri günden kıyâmet gününe kadar denizdeki balıklar bile af talebinde bulunurlar'. Gerçekten de ölen âlimin sadece yüzü unutulur, fakat kendisi hiçbir saman unutulmaz, adı daima anılmaya devam eder.

Zührî şöyle demiştir: İlim erkektir (büyüktür). Onu ancak erkekler (büyükler) sever'.



1) Bazı müfessirler, ayette geçen'kâimen bi'l-kıst'tâbirini alimler lafzına atfederek ayete şu şekilde bir mânâ vermişlerdir:'Âlimler de Allah'tan başka ilah olmadığına adaletle şehadet ettiler'.
2) kur'an'da kırk küsür darb-ı mesel vardır. Bazı selef âlimleri Kur'an'ın bu darb-ı mesellerinden birini okuyup anlamadıkları zaman ağlarlar ve 'Eyvah demek ki ben âlimlerden değilim' diye üzülürlerdi. (Zebîdî)
3) Buharî ye Müslim, (Muaviye'den); Tirmizî ve İmam Ahmed (İbn Abbas'dan); İbn Mâce (Ebu Hüreyre'den)
4) Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ'dan)
5) Irakî, bu hadîsi daha önceki hadîsin bir parçası kabul etmektedir. Aynı hadîs başta yollardan da rivayet edilmiştir.
6) Ebu Nuaym, Hilye; İbn Abdilberr îlim; Abdülganî el-Ezdî Muhaddislerin Adabı, (Enes'den zayıf bir senedle)
7 ) Tirmizî, (Ebu Hüreyre'den) ; hadîsin garib olduğunu söylemiştir.
8) Hâkim, Nişâbur Tarihi, (Ebu Derdâ'dan); hadîsin isnadının zayıfolduğunu söylemiştir.
9) Beyhakî, Şuab'il-İman, (Ebu Derdâ'dan zayıf isnadla)
10) Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf isnadla); ayrıca Ebu Talib el-Mekkî,kut'ul-kulûb, (Muaz b. Cebel'den)
11) Taberânî ve İbn Abdilberr, (Ebu Derdâ'dan)
12) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
13) İbn Abdilberr, (Ebu Derda'dan zayıf bir senedle)
14) İbn Abdilberr, İlim, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
15) Hatib el-Bağdadî, Tarih
16) İbn Abdilberr (Talik yoluyla); Irakî bu hadîsin senedine rastlamadığını söylemiştir.
17) İbn Abdilberr, (Muaz b. Cebel'den zayıf bir senedle)
18) İbn Abdilberr ile Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle)
19) Taberânî, Evsat; Ebu Nuaym, Hilye, (Said b. Müseyyeb'den ve Hz. Aişe'den zayıf bir senedle)
20) Tirmizî, (Ebu Umame'den) Hadisin hasen ve sahih olduğunu söylemiştir.
21) Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi ve İbn Hibban
22) İbn Mâce, (Hz. Osman'dan zayıf bir senedle)
23) Taberânî, Evsat', Ebu Bekir el- Acurî, Riyaz'ul Müteallimîn; Ebu Nuaym, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle)
24) İbn Âbdılberr, (Enes'ten zayıf bir senedle)
25) İbn Adîy, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle)
26) Taberânî, (Huzam b. Hâkim'den zayıf bir isnadla)
27)İsfehanî, Tergib ve Terhib, (Abdullah b. Amr'dan); Deylemî, Müsned'ul-Firdevs, (Ebu Hüreyre'den)
28) İbn Abdilberr (Enes'den)
29) Taberânî, (Ebu Musa'dan)
30) Kumeyi, Hz. Ali'nin meşhur talebelerinden biridir. Babasının adı Ziyad'dır.
31) Bu zat Hz. Ali'nin talebesidir, Arap gramerinin kurucusu olmakla bili nir. H. 169 yılında vefat etmiştir.
32) Bu zat ünlü zahidlerdendir. Bişr el-Hafî, Sırrî es-Sakatî gibi mutasavvıfların döneminde yaşamış vc H. 130 yılında vefat etmiştir,
33) bu zat zeyd b. sabit'in âzatlısı hasan b, Yesar'dır, Hz, Ömer'in hilâfeti devrinde doğmuş, H. 110 yılında vefat etmiştir.
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İlim Öğrenme'nin Fazileti

Ayetler

Her kabileden bir cemâatın dini iyice öğrenmeleri gerekmez miydi?
(Tevbe/122)

Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz! (Nahl / 43)

Hadîsler

İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allah Teâlâ cennete giden yolu gösterir.(34)

Melekler ilim yolcusunun hâlinden râzı oldukları için kanatlarını onun ayakları altına sererler.(35)

İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek'at namaz kılmandan daha hayırlıdır.(36)

Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve dünyadakilerin tümünden daha hayırlıdır.(37)

İlim Çin'de de olsa bulup öğrenin!(38)

İlim öğrenmek her müslümana farzdır.(39)

İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zira ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!(40)

Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini susmak suretiyle saklamasın!(41)

Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsil etmek veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek'at namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze namazında hazır bulunmaktan daha faziletlidir!(42)

Hz. Peygamber bu sözleri söylediğinde, ashab kendisine şöyle sordu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Âlimin meclisinde bulunmak, tek başına Kur'an okumaktan da mı üstündür? Hz. Peygamber 'Hiç ilimsiz Kur'an okumak insana fayda sağlar mı?' diye karşılık verdi.(43)

İslâm dinini ihyâ etmek maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında, cennette sadece bir derecelik fark vardır.(44)

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: İlim talep ederken büyük zorluklara göğüs gerdim, fakat ilmi elde ettikten sonra aziz oldum'. Gerçekten de İbn Ebî Müleyke şöyle der: 'İbn Abbas'ı gördüğümde, ondan daha güzel yüzlü ve muntazam endamlı bir kimseyi gördüğümü ve görebileceğimi tasavvur edemedim. Muhterem pederleri Hz. Abbas (r.a) gibi güzel bir insandı. Konuştuğu zaman herkesten daha açık ve daha beliğ konuşur, fetva verdiği zaman insanların en âlimi olduğunu gösterirdi'.

İbn Mübârek şöyle der: İlme talip olmadan bir kimsenin kendisinde az da olsa şeref aramasına ve kendisini şereflilerden saymasına şaşarım!'

Filozoflardan biri şöyle demiştir: 'İlim öğrenmek istediği halde öğrenemeyen veya öğrenebileceği halde öğrenmeyen kimselere acıdığım kadar kimseye acımam'.

Ebu Derdâ der ki: İlimden küçük bir mesele öğrenmem, benim için bütün bir geceyi ibadetle ihya etmekten daha mühimdir'. Yine Ebu Derdâ şöyle buyurur: 'Hoca ile talebesi hayırda ortaktırlar. Onların dışındakilerin sivrisinek kanadı kadar hayırları yoktur. Yâ âlim, ya talebe, ya da dinleyici ol. Bunların dışında dördüncü bir sınıfa dahil olma; yoksa helâk olup gidersin'.


Atâ şöyle demiştir: 'Bir kere ilim meclisinde hazır bulunmak, yetmiş lehviyat meclisinde bulunmanın kefareti olur.

İmam Şâfiî de şöyle demiştir: İlim tahsil etmek, bütün nafile ibadetlerden daha faziletlidir'.

Fakih Ebu Muhammed Abdullah b. Abdilhakem şöyle anlatır: Bir gün İmam Mâlik'in önünde ders okurken öğle ezanı okundu. Nafilelerimi kılmak üzere ders kitabımı kapattım. Hocam (İmam Mâlik) yüzüme bakarak şöyle haykırdı: 'Ey genç! Burada okuduğun ders, kalkıp kılacağın nafile namazlardan fersah fersah daha hayırlıdır'.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Sabahları kalkıp ilim tahsiline gitmeyi cihad olarak kabullenmeyen ve böyle olduğuna tüm samimiyetiyle inanmayan kimsenin ne aklı var, ne de bir fikri'.


34) Ebu Dâvud,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ ve EbuHüreyre'den)
35) Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Hâkim, (Saffan b. Assal'dan)
36) İbn Abdilberr, (Ebu Zer'den)
37) İbn Abdilberr, İlim; İbn Hibbaıı, Ravzat'ul Ukalâ, (Hasan'dan)
38) İbn Adiy ve Beyhakî (Enes'den); Taberânî, (İbn Mes'ud ve İbnAbbasdan)
39) İbn Adiy, Beyhakî ve İbn Abdilberr, (Enes'den)
40) Ebu nuaym, Hilye, (Hz. Ali'den)
41) Taberânî, (İbn Merduveyh'den)
42) ırâki bu hadîsin Ebu Zer'den değil, İbn Ömer'den rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Cevzî ise bu hadîsi Mevzuat adlı eserinde zikretmiştir.
43) Ebu Nuaym, Herevi, (Hasan dan)
44) Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İlim Öğretme'nin Fazileti

Ayetler

Dönüp kavimlerine geldiklerinde (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?(Tevbe/122)
Bu ayette geçen inzar kavramından ilim öğretmenin ve irşadda bulunmanın vâcib olduğu anlaşılmaktadır.

Allah, kendilerine kitab verilenlerden, onu mutlaka insanlara beyan edecekleri ve hiçbir şekilde gizlemeyecekleri hususunda söz almıştı.(Âli îmran/187)
Bu ayette, ilim öğretmenin farz olduğu açıklanmaktadır.

Buna rağmen onlardan bir grup bildikleri halde hakikati gizlerler.(Bakara/146)
Bu ayette de hak ilmi saklayıp öğretmemenin haram olduğu beyan edilmektedir. Nitekim başka bir ayette, ilmin gizlenmemesi gerektiği gibi, şahidlikten de kaçınmamak gerektiği bildirilmiştir:

Şehadeti gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günahkârdır.(Bakara/283)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alınan bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir.45

Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve 'Ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır?(Fussilet/33)

Ey Râsûlüm! İnsanları Kur'anla, güzel söz ve nasihatla rabbinin yoluna (İslâm nizâmına) dâvet et. (Nahl/125)
Allah onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğretir. (Âli İmran/48)

Hadîsler

Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz'ı Yemene gönderirken kendisine şöyle demiştir:
Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla bir kişiyi doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bulunanların tümünden daha hayırlıdır.46

İlimden birşey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş sıddık'ın sevabı verilir.47

Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir.48

Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ âbid ve mücahid kullarına 'Cennete girin' deyince, âlimler Allah'a şöyle derler: 'Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve mücahidler bizim kendilerine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler'. Bunun üzerine Allah Teâlâ âlimlere 'Sizler benim nezdimde meleklerimden bazıları gibisiniz. İstediğiniz kimselere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır' der ve bu ilâhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler.49

Bu fazilet, sadece başkalarına ilim öğreten âlimlere mahsustur. İlmini başkalarına aktarmayan âlimin bu fazilete sahip olması sözkonusu değildir.
Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkederler.
50

Bir ilmi öğrendiği halde, o ilmi ketmeden, (başkalarından esirgeyen) kimseyi, Allah Teâlâ kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemler.51

Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi müslüman kardeşine öğretmendir. Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir.52

Dünya lânetlenmiştir (kıymetsizdir), dünyanın içindekiler de lanetlenmiştir. Ancak Allahın zikri ile birlikte onu öğreten ve öğrenen bundan müstesnadır.53

Allah Teâlâ, melekler, göklerin ve yerin ehli, hatta yuvasında bulunan karıncalar, denizdeki balıklar; halka hayır yollarını gösteren kişi için rahmet dilerler.54

Bir müslümanın bir başka müslümana, dinlediği bir hadîsi olduğu gibi aktarmasından daha büyük bir yardımı olamaz.55

Mü'minin, dinlediği hayırlı bir kelimeyi başkasına öğretmesi ve onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibadetten daha hayırlıdır.56

Birgün Hz. Peygamber (s.a) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu gruplardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: 'Bunlar Allah'tan isterler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu): 'Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim'57.

Daha sonra Hz. Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.
Allah Teâlâ'nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için) ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir.58

Hz. Peygamber, birinci grubu ilimden menfaat sağlayanlara; ikincisini başkalarına menfaat sağlayanlara, üçüncüsünü de bu iki faziletten de mahrum kalanlara benzetmiştir.
Ademoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir (defteri dürülür). Fakat ölüp de defteri dürüldükten sonra bile üç şey devam eder: Yararı olan ilim, sadaka-i câriye, salih evlât. Böyle bir evlât, babası öldükten sonra babası için bol bol hayır işler, dualar eder.59

Hayra delâlet eden (hayır yolunu gösteren), o hayrı bizzat işlemiş gibi sevabına nail olur.60

Hiçbir şeyde hased (imrenme) doğru değildir; ancak iki kişinin hâline imrenmek bu hükmün dışındadır: a) Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmet öğrettiği kimsenin hali ki, bu kimse (aynı zamanda) öğrendiği ilmi halka öğretip müşkilleri hakkında bu ilimle hüküm verir; b) Allah Teâlâ'nın kendisine mal vermiş olduğu kimsenin hâli ki, Allah ona elindeki malı hayra sarfetmeyi nasip etmiştir.61

Allah'ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun! 'Senin halifelerin kimlerdir yâ Rasûlullah?' diye sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: 'Benim sünnetimi ihya eden ve sünnetimi Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir'.62

Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri

Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Bir hadîs rivayet eden ve rivayet ettiği bu hadîsle insanların ameline yardımcı olan kimseye, o hadîsi yaşamasından dolayı sevap verildiği gibi, başkalarının yaşamasından hasıl olacak sevap kadar daha verilir'.

İbn Abbas da şöyle demiştir: 'Halka hayrı öğreten bir kimse için herşey af diler, hatta denizdeki balıklar bile...'

Bir âlim şöyle demiştir: 'Âlim kişi halk ile Allah Teâlâ arasına girer. O halde âlim kişiye düşen görev, bu işi nasıl yapacağını düşünüp bulmaktır'.

Rivayet edildiğine göre Süfyan es-Sevrî Askalan şehrine gelir, orada üç gün ikâmet ettiği halde, kendisine hiç kimse gelip de ilmî bir mesele hakkında soru sormaz. İmam buna çok üzülür ve şöyle der: 'Bana ücreti karşılığında binek verin de bu beldeden hemen gideyim. Çünkü bu beldede ilim ölmüş'. Süfyan es-Sevrî bu hareketiyle ilim öğretmenin ne denli büyük bir önem taşıdığını ve ilmin devam etmesinin bu vazifenin yapılmasına bağlı olduğunu ifade etmek istemiş ve kendisinin de bu vazifeye ne denli bağlı olduğunu bu şekilde göstermiştir.

Atâ b. Ebi Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb'in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: 'Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor'.

Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Alimler kendi dönemlerinin ışıklarıdır. Her âlim kendi dönemini aydınlatır ve o devrin insanları ışıklarını ondan alırlar'.

Hasan Basrî der ki: 'Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! (İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak onlar yükseltirler).

İkrime 'Bu ilmin değeri vardır' deyince, kendisine ilmin değeri sorulur. O da şöyle cevap verir: 'Onun değeri, onu koruyabilecek ve hiçbir şekilde zâyi etmeyecek kimselere öğretmektir'.

Yahya b. Muaz 'Âlimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir' dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; o da şöyle der: 'Çünkü babalar ve anneler çocuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar'.

Denildi ki: 'İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir'.Yine şöyle denilmiştir: 'İlmini, bilmeyenlere öğret; bilmediğin ilimleri de bilenlerden öğren. Sen böyle hareket ettiğin takdirde, bilmediklerini öğrenir, bildiklerini de mükemmel bir hâle getirirsin'.

Muaz b. Cebel ilmi öğrenmenin ve öğretmenin fazileti hakkında şöyle demiştir: İlmi öğrenin; zira ilmi Allah için öğrenmek, öğrenene Allah korkusu verir. İlmi talep etmek ibadettir. İlmi müzakere etmek teşbihtir, İlmî araştırma yapmak en büyük cihaddır. ilmi, bilmeyen bîr kişiye öğretmek sadakaların en makbûlüdür. İlmi, ehlini bulup vermek ise, Allah'a en çok yaklaştırıcı davranıştır. İlim, yalnız kaldığı zaman âlimin en yakın arkadaşıdır; tenha yollarda ise en emin yoldaşdır. Dinde delildir. Genişlikte ve darlıkta sabrı öğretendir. Dostlar yanında yardım eden bir vezirdir. Yabancılar yanında ise sana en büyük destektir. Cennet yolunun nişanesidir. Allah Teâlâ, ilim sayesinde birtakım toplumları yükseltir ve onları hayırda lider ve izlerinde gidilen rehberler yapar. Onlar hayır hususunda herkese örnek teşkil ederler. Eserlerine ve gösterdikleri yollara herkes bağlanır, hareketleri ise herkes tarafından tâkip edilir. Melekler bunlarla arkadaşlık yapmaya can atar ve kanatlarıyla onları okşarlar. Dünyadaki bütün yaş ve kuru nesneler onlar için Allah Teâlâ'dan af dilerler. Denizlerdeki balıklar, karadaki yabanî ve evcil hayvanlar; gök ve yıldızlar onlar için Allah Teâlâ'dan af talebinde bulu nurlar. Çünkü ilim, insanların kalplerini körlükten kurtaran bir nimettir. Gözleri zulmetten nûra kavuşturan bir ışıktır. İnsan bünyesini kuvvetlendiren bir kuvvet kaynağıdır. Kul ancak ilmi sayesinde Allah yolunda olanların mertebesine varır, yüce derecelere ulaşır. İlim ve tefekkür oruçla eşittir. İlim müzakeresi, tüm ibadetlere denktir. Allah'a ancak ilimle itâat edilebilir ve yine ancak ilimle ibadet mümkün olur. Allah'ın birliği ancak ilimle bilinir. Allah'ı ancak âlimler güzelce tesbih edebilirler. Kişi ancak ilim sayesinde takvâ ehli olabilir. İlim sayesinde sıla-i rahim yapabilir. Haram ve helâl yalnız ilimle bilinir. İlim imandır. Amel ise ilmin izinden gitmeye memul' bir emir eridir. Allah Teâlâ ilmi said kullarına ihsan eder, ondan ancak şakileri mahrum bırakır'.63

Allah dan hüsn-ü tevfîkini dileriz.

Akli Deliller

İlim öğrenmek ve ilim öğretmekten söz ettiğimiz bu bölümde gayemizin ilmin faziletini anlatmak olduğu bilinmelidir!

'Fazilet'in hakikati nedir?' sualinin cevabı verilmedikçe, Faziletlin ne anlama geldiği bilinmedikçe, onun ilme ve başka şeylere sıfat olup-olmadığı da bilinemez. Sözgelimi hikmet'in mâ nâsını anlamayan ve hakikatinden haberi olmayan bir kimse, bir şahsın hikmet ehli'nden olup olmadığını araştıracak olsa, hiç kuşkusuz verecek olduğu hükümde yanılır. Bu bakımdan önce Fazilet'in anlamıyla söze gireceğiz.

Fazilet kelimesi Fazl kökünden gelir ve ziyadesiyle artış, fazlalık demektir. İki şey bir hususta ortak oldukları zaman, biri ortaklıkta biraz daha az pay sahibi bulunsa, öbürü için 'Bu diğerinden daha faziletlidir' denilir. Bu fazlalığa, başka bir şeyin kemâline yararlı olduktan sonra, miktarına hiç bakılmaksızın hüküm verilir. Sözgelimi 'At merkepten daha faziletlidir' demek şu anlama gelir: At ve merkep yük taşımada ortak yanları olan iki hayvandır. Fakat at, merkebe nisbetle üstündür; zira at, merkepten daha fazla yük taşır, ondan daha hızlı koşar ve hedefe daha evvel varır. Bütün bunlar onu merkepten daha üstün kılar.

Bazen bir merkebe daha fazla değer verilebilirse de, hiçbir zaman merkebin attan daha üstün olduğu söylenmez. Çünkü onun üstünlüğü cüsse itibariyledir. Oysa at, her zaman merkepten daha üstün vasıflara sahiptir. Bu hal her açıdan kemâl sayılmaz. Hayvan yetenekleri ve özellikleri bakımından aranılır ve kendisine bu nedenle sahip olunmaya çalışılır; yoksa sırf cüssesi için değil!

Bu örneği gerçekten anlamışsanız, fazilet kelimesinin anlamını artık biliyorsunuz demektir.
Diğer hayvanlara nisbetle at nasıl faziletli ise, ilim vasfı da diğer bütün vasıflara nisbetle hiç kuşkusuz daha faziletlidir.

Atta bulunan hızlı koşma yeteneğinin bir fazilet olduğunda şüphe yoksa da, bu mutlak bir fazilet sayılmaz. Ancak ilim böyle değildir. İlim, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir fazilet taşımaktadır. İlmi hiçbir şeyle kıyas edemeyiz; zira ilim, Allah Teâlâ'nın kemal sıfatıdır.Peygamberlerin ve meleklerin bütün şerefi ilim'den gelmektedir. Hatta atların bile zeki olanı, uyuşuk olanından daha üstündür. Bu nedenle ilim, hiçbir meziyete izafe edilmeksizin tek başına faziletin kendisidir.

Bilinmelidir ki istenilen şeyler (iyilikler); a) Kendi zâtından dolayı istenilen, b) Başka sebepten dolayı istenilen, c) Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeyler (iyilikler) olarak bölümlere ayrılır. Kişinin zâtından dolayı istediği şey (iyilik), başka sebepten dolayı istediği şeyden (iyilikten) daha faziletlidir. Başka sebepten dolayı istenen şeye, dinar ve dirhem (para) örnek olarak verilebilir. Dinar ve dirhem gerçekte pek büyük değeri olmayan madenlerden ibarettir.

Şayet Allah Teâlâ o madenlerle alışveriş yapılmasını murad etmeseydi, onların salt maden olarak hiçbir değeri olmazdı.
Kişinin, zatından dolayı istediği şeye ise, âhiretteki saadet ile Allah Teâlâ'nın cemâlini müşahede etmenin lezzeti örnek olarak verilebilir.
Hem zâtından dolayı ve hem de başka sebepten dolayı istenilen şeye gelince, buna da kişinin bedensel bir özre sahip olmaması (sağlıklı olması) örnek olarak verilebilir. Çünkü örneğin ayakların sağlam olması, hem bedenin Ölümden uzak olmasını ve hem de yürüyerek istenilen yere ulaşılmasını sağlar. Nitekim insanoğlu ihtiyaçlarını ayaklarıyla yürüyerek giderebilmektedir.

İlime bu açıdan baktığınızda, onun ne denli önemli.bir haslet olduğunu açıkça görebilirsiniz. Demek oluyor ki ilim, zâtından dolayı istenen bir nimettir! Yine bu şekilde ahiret âleminin nimetlerine götüren en önemli vesilenin de Hun olduğunu açıkça görebilirsiniz; zira Allah Teâlâ'nın huzuruna ancak ilim ile gidilir.
İnsanoğlu hakkında en büyük makam, ebedî saadet olduğundan dolayıdır ki bu saadete ulaştıran vesile de en büyük fazilettir! Çünkü insan için ilim ve ilime bağlı amel olmadığı takdirde, bu nimetlerin hiçbirine ulaşmak imkânı yoktur!

Amellere de ancak amelin keyfiyetini bildiren ilimle varılır. Bu bakımdan dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Dolayısıyla kuşku götürmez bir biçimde sabit olmaktadır ki, ilim amellerin en faziletlisidir. Nasıl olmasın ki? Birşeyin fazileti onun sonucunun güzel olmasını bilmekledir.

İlimin, âhiretteki müsbet sonuçlarını daha önceki sayfalarda bildirmiştik ve İlim'in, âlemlerin rabbine yaklaşmaya, meleklerin ufkuna varmaya ve en yüce topluluk ile aynı seviyeye gelmeye ve sile olduğu anlaşılmıştı. İlim'in dünyadaki müsbet sonuçlarına gelince; bunlar izzet, saadet, hâkimiyet, sultanlar üzerinde bile söz sahibi olmak, onları nüfuz altına almak ve beşerin indinde âlimin itibarım kabul etmek gibi hususlardır. Öyle ki ahmak ve kalbi taştan daha sert olan insanlar bile kendilerini âlimlere hürmet göstermeye zorlarlar. Zira yaratılışlarında böyle bir hususiyet vardır. Bu konuda deneme ve tecrübe yollarından geçerek gereği kadar fikir sahibi olmuşlardır. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki, hayvanlar bile insanların kemâl derecesi bakımından daha ileride olduklarım sezdikleri içindir ki insanlara yaltaklanır ve onlardan yardım isterler, hepsi onlara korkuyla karışık bir hürmet içinde yaklaşırlar.
İşte İlimin mutlak mânâda fazileti budur!

İleride de sözünü edecek olduğumuz gibi, ilimler çeşitlidir. Derece ve mertebelerine göre ilmi sınıflara ayıracağız ve siz de bunu açıkça göreceksiniz.İlim öğretmek ile ilim öğrenmenin faziletine gelince, bunların faziletleri şimdiye değin yapmış olduğumuz izahlardan anlaşılmış olmalıdır.

İlim, nimetlerin en faziletlisi olduğundan, onu öğrenmek en faziletli bir nimeti elde etmek demektir. İlim' i öğretmek ise en faziletli bir nimeti başkalarına aktarmaktır. Bu hükmü şu şekilde açıklayabiliriz: Halkın isteği din ve dünyadan ibarettir. Din ancak bu dünyada tatbik edildiği zaman kâim olur; zira bu dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünyayı âlet veya geçici bir konak olarak kullananlar için bu dünya, Allah'a giden yolun bir başlangıcı, bir vasıtasıdır.

Bu dünya insanların yaptıklarıyla düzene kavuşur. İnsanların amelleri ve sanatları da üç kısımda toplanabilir:
1. Şu âlemin nizâmını ayakta tutmak için konulmuş olan bir
takım düsturlardır. Bu düsturlar da dört bölüme ayrılır:
a) Ziraat. (Çünkü yemek için azık toplamak ziraata bağlıdır).
b) Dokumacılık. (Bu da giyinmek içindir).
c) Bina. (Mesken içindir).
d) Siyaset. (Birleştirme, arayı bulma, maişetin sebeplerini zabt-u rabt altına alma ve yardımlaşma içindir).

2. Bu sanatlar için başka yollar da vardır. Örneğin demircilik gibi, Bu sanattan elde edilen âletler ziraatta kullanıldığı gibi, başka iş dallarında da kullanılır.
Hallaç ve örme işi gibi. Bunlar da dokumacılık yapabilmek için malzeme hazırlayan iş dallarıdır,

3. Esas sanatları hazırlayan ve süsleyen iş dalları. Ziraat mahsûlünün öğütülmesi, ekmek yapılması, dokunan malın yıkanması ve dikilmesi gibi.
Bunlar tıpkı bütüne izafe edilen cüzler gibi yeryüzünün icabları itibarıyla bu şekilde bir taksime tâbi tutulmuşlardır.

İnsan uzuvları da üç kısma ayrılır.
1. Asıl organlar; kalp, ciğer, beyin.
2. Bunlara hizmet eden organlar; mide, damar, damarla alâkalı diğer unsurlar, mafsalları birbirlerine bağlayan sinirler ve kalp damarları...
3. Bunları tamamlayan ve süsleyen organlar; tırnak, parmak
ve kaslar...

Bütün sanatların en şereflisi esas olanlardır. Esasların da en şereflisi insanları birleştirici; iktisadî, içtimaî, dinî ve dünyevî bütün durumlarını düzelten ve nizâma sokan siyasettir. Bu hikmete binaen, nizâmı deruhte edecek olan kimselerde hiçbir meslekte aranmayan vasıflar aranır; zira siyaset sanatını elinde bulunduranlar diğer bütün sanat erbabını yönetenlerdir; bütün sanat er babı siyasetçilerin gösterdiği istikamette çalışmaya mecbur kalırlar.

Halkı ıslah ve onların iyi yola gitmelerini temin etmek için dünya ve âhiretlerini mâmur edici siyaset dört grupta özetlenebilir:
1. Peygamberlerin siyaseti ki en faziletli (üstün) siyaset budur. Çünkü peygamberler, bütün insanların hem bâtınî ve hem de zâhirî yönlerine hükmetmektedirler; her iki açıdan da insanlar üzerinde bir otoriteleri vardır.
2. Halifelerin, melik ve sultanların siyaseti ki bunlar bütün halk üzerinde hüküm sahibidirler, ancak bütün otoriteleri insanların zâhirî yönlerine ilişkindir, insanlar üzerinde bâtınî bakımdan bir otoriteleri yoktur!
3. Allah'ı ve O'nun dinini bilen ve peygamberlere vâris olan âlimlerin siyaseti ki bu âlimler sadece halkın elit (havas) tabakasının iç âlemine (bâtınına) hükmederler. Halk (avam) ise, bu kimselerden istifade edecek güce sahip bulunmadığı için faydalanamazlar. Bu âlimler halkı ilzam etmek, kötü işlerden menetmek ve kanunlara itâata zorlamak gücüne sahip değildir. Bu tür bir otoriteden mahrumdurlar.
4. Vâizlerin siyaseti ki bunların siyaseti sadece basit halk tabakasının bâtınına hitab edebilir. (Halkın üzerinde başka bir otoriteleri yoktur!)
Bu dört çeşit siyasetin en şereflisi hiç kuşkusuz peygamberlerin siyasetidir. Bu siyasetten hemen sonra âlimlerin siyaseti gelir. Çünkü bunlar ilim öğretmekle halkı helâk edici kötü ahlâktan arındırırlar ve onları irşad ederek güzel ahlâka yöneltirler. İşte âlimlerin siyaseti budur ve eğitim-öğretimin en mühim faydalarından biri de bu güzel neticeyi sağlayabilmesidir.

Öğretim siyasetinin, diğer siyaset ve sanatlardan üstün olduğunu söyledik; zira bir sanatın şerefi üç şey'in mevcudiyetiyle bilinir.
A) Sanatın maksadına ulaştıran şeyin bizzat maddesini teşkil eder. Buna örnek olarak şunu gösterebiliriz: Aklî ilimler, lûgatla ve edebiyatla ilgili bütün ilimlerden üstündür. En güzel örnek budur; zira bütün hikmetler akıl vasıtasıyla çözülmektedir. Lûgat ve edebiyat ise işitmek suretiyle öğrenilebilir. Aklın, işitme hassasından çok daha üstün olduğu aşikârdır.
B) Toplumun menfaatine uygundur; yani halka daha büyük fayda sağlayan şeyin şerefi bu fayda nisbetinde yükselir. Örneğin ziraatın kuyumculuktan üstün olması bu hikmete mebnidir.
C) Üzerinde çalışılan şeyin maddesinin kıymetidir. Bu şekilde bakıldığı zaman kuyumculuk dericilikten üstün olur. Çünkü kuyumcu, altın gibi çok nefis bir maden üzerinde çalışma yaparken, derici pis ve murdar hayvan derileri üzerinde çalışmaktadır.

Dinî ilimlerin, âhiret yolunun aydınlanmasına vesile olduğu herkesin malûmudur. Bu ilim ise ancak aklın selim oluşu ve zekânın Saffeti ile bilinir. Akıl insana verilen nimetlerin en şereflisidir. Nitekim bu hususu kitabımızın ilerideki bölümlerinde geniş bir şekilde izah etmeye çalışacağız.

Aklın en şerefli bir nimet oluşunun esas sebebi, Allah'ın emanetinin (dinî emirlerin) ancak akılla kavranabilmesi ve yapılabilmesidir. Bu emirleri yerine getirmek suretiyle Allah'a yakınlaşılabilir. Aklın umumî yararı ise saymakla bitmez. Çünkü akîm bütün ırıeyvası âhiret sâadetini temin etmektir.Üzerinde çalışılan şeyin maddesine gelince, bu herkesin malûmudur; zira bir muallim insanın kalbine ve bedenine tasarruf etmektedir. Yeryüzünde yaşayan bütün mahlûkatın en şereflisi insandır. İnsanın en şerefli organı da kalbidir. Öğretmen, işte bu en kıymetli uzva hükmetmesini bilen kişidir. Öğretmen, insanı bütün kötü hasletlerden arındıran ve Allah'ın manevî huzuruna çıkaran kişidir.

Bu nedenle ilmin öğretilmesi, bir yandan Allah'a ibadetin, diğer yandan da Allah'ın halifesi olmanın gereğidir. Bu haslet, insanı Allah'a halife yapar. Çünkü Allah Teâlâ, âlimin, kalbinde en mümtaz nimet olan ilmin kapısını açmıştır. Dolayısıyla bir âlim, kıymetli mücevherleri bekleyen bir hazinedara benzer. Üstelik bu öyle bir hazinedir ki, hazinedarın bakmakla mükellef olduğu hazineden insanlara dağıtma yetkisi dahi bulunmaktadır.

Kulun, Allah ile mahlûkatı arasına girip de mahlûku Allah'a yaklaştırmasından daha büyük bir mertebesi olabilir mi? Kulların cennete girmesinden elde edilecek dereceye hangi derece ulaşabilir?

Ya rabbî! Bizi bu bahtiyar kullarından eyle! Kulun ve rasûlün Muhammed Mustafa'ya (s.a); onun âline ve ashabına salât ve selâmını gönder, onlardan rahmetini esirgeme!


45) Ebu Nuaym, (İbn Mes'ud'dan)
46) İmam Ahmed, Müsned
47) Nesâî, Kitab 'ul-İlim
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî, (İbn Abbas'dan)
48) Deylemi, Müsned'ul-Firdevs, (Ebu Abdullah el-Hâkim'den)
49) Mu'ribî ibn Abbas'dan
50) Ebuta Dâvud dışındaki sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr'dan)
51) Bu hadîs Ebu Hüreyre, Abdullah b. Amr, Ebu Said, Enes b. Mâlik, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbn Ömer vc Câbir'den rivayet edilmiştir.
52) Vbn Âdıy, ll\>n ÂM)as dan)
53) Tirmizî, İbn Mâce, (Atâ b. Murre'den)
54) Tirmizî, (Ebu Derdâ'dan)
55) İbn Abdilberr, (Muhammed b. el-Münkedir'den mürsel olarak)
56) Deylemî, Müsned'ul Firdevs, (Muhammed b. Muhammed b. Ali b. As'dan)
57) Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
58) Buharî ve Müslim, (Büreyde b. Abdullah b. Ebu Bürde'den)
59) Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî; hadîs hasendir.
60) Tirmizî, (Enes'den)
61) Buharî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce
62) İbn Abdilberr, İlim; Herevî, Zemm'ul-Kelam, (Amr b. Ebî Kesir yoluyla)
63) Ebu Nuaym, Hilye; Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


Farz-ı ayn olan ilimler

Övülen (Mahmûd) ve Yerilen (Mezmum) İlimler ile
Bu İlimlerin Kısımları ve Hükümleri, Farz-ı Ayn ve
Farz-ı Kifâye Olan İlimler, Şer'i İlimlerden Fıkıh ile
Kelâm'ın Hududları ve Beyanı, Âhiret İlimlerinin Diğer
Bütün İlimlerden Daha Üstün Olduğunun İsbatı

Farz-ı Ayn Olan İlimler

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlim taleb etmek her müslümana farzdır.64

İlim Çin'de bile olsa talep edip, öğrenin.65

Âlimler her müslümana farz olan ilim hakkında çeşitli fikirler ileri sürmüşler ve bu hususta yirmiyi aşkın görüş ortaya atılmıştır. Bütün görüşleri tek tek zikretmeye gerek yoktur. Fakat özetle âlimlerin fikirlerini aşağıda zikrediyoruz.

Her ekol kendisinin meşgul olduğu, yayılmasını istediği ilmin farz ve vâcib olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin, kelâmcılara sorulacak olursa, onlar Kelâm İlminin farz olduğunu söyleyecekler ve siz bunun nedenini sorduğunuzda, ancak bu ilim sayesinde, Allah'ın zât ve sıfatlarının bilinebileceğini ileri süreceklerdir.

Fakihlere göre farz olan ilim Fıkıh İlmidir; zira onlar da Fıkıh İlminin ibadetlerin ve muamelâtın helâl ve harâm kısımları ile mutlak helâl ve harâm gibi hususlarda bilgi verdiğini ileri sürmektedirler. Ancak fukahanın farz olduğunu söylediği Fıkıh İlmi, müslümanların günlük yaşantıları sırasında muhtaç oldukları ilimdir. Vukû bulması pek nadir olan fıkhî meseleler ise bunun dışındadır.

Müfessirlere ve muhaddislere göre ise, müslümana farz olan ilim, Kitab ve Sünnettir; zira bu iki ilim bilindiği takdirde diğer bütün ilimler bilinir. Bütün ilimlere ancak bu iki ilim vasıtasıyla ulaşılır.

Mutasavvıflar ise her müslümana farz olan ilmin Tasavvuf İlmi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunların dışında muhtelif fikir ler de ileri sürmüşlerdir. Kimileri kulun hâlini ve Allah'ın nez dindeki makamını bildiren ilmin her müslümana farz olduğunu söylerken, kimileri de ihlâs, nefsin hallerini ve âfetlerini bildiren, melekten gelenle şeytandan geleni ayırdetmeye yarayan ilmin her müslümana farz olduğunu söylemişlerdir. Bir grup da, her müslümana farz olan ilmin Bâtın İlmi olduğunu ileri sürmüş ve bu ilmin ancak erbabı olana farz olduğunu da belirtmişlerdir. Böylelikle de hadis-i şerifte mutlak şekilde bildirilen ilim lâfzını umum ifade etmekten uzaklaştırmış olmaktadırlar.

Ebu Tâlib el- Mekkî şöyle demektedir: Her müslümana farz olan ilim, İslâm'ın rükûnlerini beyan eden şu hadîsteki hakikatleri ihtiva eden ilimlerdir:

İslâm dini beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah'dan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve oruç tutmak!.66

Bu beş esas her müslümana farzdır. Bu bakımdan bunların farz oluş keyfiyetini ve nasıl tatbik edilmeleri gerektiğini bilmek de her müslümana farz olmaktadır.

Bütün bu sözlerin özeti ve kesin neticesinin bizim zikredeceğimiz şu hakîkat olduğu kanaatindeyiz:Kitabımızın başında da ifade ettiğimiz gibi ilim, Muamele ve Mükaşefe İlimi olmak üzere ikiye ayrılır. Müslümanlara farz olan ilim sadece Muamele İlmidir, Âkil-bâliğ olan kimselerin yapmakla mükellef oldukları üç husus vardır:
1. îtikad (İnanç)
2. Fiil (Yapılması gereken ameller)
3. Terk (Terkedilmesi lâzım gelen davranışlar)

Âkil olan insan, ihtilâm yoluyla veya yaş itibariyle örneğin kuşluk zamanında bülûğa varmış olduğunda, kendisine herşeyden önce kelime-i şehadeti bilmesi ve anlaması farzdır. Ancak âkilbâliğ olan kimseye kelime-i şehadetin mânâsını düşünmesi, araştırması ve delillerini elde etmek için çalışması farz değildir. Ancak bu kelimelerin ifade ettiği mânâya kesinlikle inanması ve bunu şeksiz-şüphesiz doğrulaması gerekir. Bu mertebe ise sadece duymak ve taklid etmek suretiyle elde edilir ve ayrıca araştırmaya ve deliller toplamaya ihtiyaç yoktur.

Hz. Muhammed (s.a), bedevilerin medeniyetten, âdâb-ı muaşeretten ve delil denilen şeyden haberleri olmadıkları halde dil ile ikrarlarını imanlarına delil saymış, onlardan bu imanlarını pekiştirecek başka bir delil istemeyerek tasdiklerini delilsiz kabul etmiştir.

Kul, bu kadarını yaptıktan sonra zamanın farzını yerine getirmiş olur ki o zamanda (âkil ve bâliğ olduğunda) kendisine farz-ı ayn olan ilim, kelimei şehadet 'i öğrenmek ve mânâsını anlamaktır. İlk zamanlarda bunun daha ötesini bilmek üzerine farz değildir.

Bu hükme dair elimizdeki delil şudur: O kimse Kelime-i şehadet'i anlayarak söyledikten sonra ölürse şayet, Allah'a itaat etmiş bir kul olarak ölmüş olacaktır. Kelime-i Şehadet'i ve anlamını öğrenmek dışındaki farzlar ise başka şartlara bağlıdır. Bu şartlar her kişide tahakkuk etmez. Belki bu şartların çoğundan uzak kalır insan.

Bu şartlar da Fiil, Terk ve Îtikad olmak üzere üç bölüme ayrılır.

Fiil ile ilgili şartlar şunlardır: Bahsi geçen kişi, kuşluk vaktin den öğle zamanına kadar yaşarsa, öğlenin vakti geldiği için abdestin nasıl alınacağını ve namazın nasıl kılınması gerektiğini öğrenmesi kendisine farz olur. Kuşluk vaktinde bedenen sağlam ise, abdestin ve namazın öğrenilmesini öğle vaktine bıraktığı takdirde bu vaktin bunları öğretecek kadar imkân vermeyeceği de biliniyorsa kuşluk vaktinden itibaren abdest ve namazı öğrenmek kendisine farz olur. Demek ki vaktinden önce öğrenmesi kendisine farz olmaktadır.

İkinci bir ihtimal de amelin şartı olan ilmin ancak amelin vucûbiyetinden sonra vâcib olacağıdır ki bu takdirde öğle vakti gelmeden önce öğle vakti için abdest ve namazı öğrenmek farz olmaz. Bu noktada diğer namazlar da öğle namazına kıyas edilebilir.

Bu şahıs Ramazan ayı gelinceye kadar yaşarsa, Ramazan ayı münasebetiyle bu ayda yapılması gereken oruç ibadetini bilmek kendisine farz olmaktadır. Ramazan için öğrenilmesi lâzım gelen husus, sabahtan güneş batıncaya kadar Ramazan'ın vakti olduğunu bilmektir. Ramazan'da farz olan niyet; yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten kaçınmaya niyet etmektir. Bu durumda Ramazan, Şevval ayının hilâlini iki muteber şahidin görmesiyle sona erer.

Bu şahıs sonradan mal ve servet sahibi olur veya bir servete sahip olarak bülûğ çağına ererse, kendisine farz olan zekât miktarını bilmesi de kendisine farzdır. Fakat o zekâtı derhal vermesi gerekmez; zira malının üzerinden bir sene geçmesi halinde ancak zekât vermesi kendisine farz olur. Şayet deveden başka serveti yoksa, sadece deveye ait zekât ölçüsünü bilmesi kendisine farzdır. Diğer mallarda da hüküm bu şekildedir.
Bu şahıs hac aylarına girerse, haccın şartlarını bilmek hususunda acele etmesi gerekmez. Zira hac tehir imkânı olan bir farzdır. Onun için rükünlerini bilmekte aceleye lüzum yoktur.67

Fakat İslâm âlimlerine düşen vazife, bu şahsa sistemli ve tedricî bir surette haccın her servet sahibine farz olduğunu bildirmek tir. Bu hususta kendisini ikaz etmek, her İslâm âliminin vazifesidir. Zira bu kişi, belki de takvaya meylederek hac farizasını bir an önce edâ etmek isteyebilir.

Böyle bir niyet taşıdığı zaman haccın keyfiyetini öğrenmesi kendisine farz olur. Öğrenilmesi farz olan keyfiyet sadece haccın farz ve vâcibleridir. Nafilenin bilinmesi ise farz değil, sadece nafiledir; zira nafileleri bilmek hiçbir surette farz-ı ayn olmaz. Bu şahsa asıl haccın farziyetinden bahsedilmediği takdirde alimlerin mesûl olup-olmadığı hususunda fıkıh kitaplarında gerekli bilgi verilmiştir. Diğer ibadetlerin bilinmesi de aynen hac ibadeti gibi tedricîdir.

Terk'e (yapılmaması gereken davranışlara) gelince, gelişen durumlara göre bazılarının bilinmesi farzdır ve bu keyfiyet kişiye göre değişmektedir. Örneğin dilsiz bir insan için konuşulması haram olan birşeyin nasıl konuşulacağını öğrenmek gerekli değildir. Kör olan bir insan da nelere bakılmasının yasak olduğunu öğrenmeye mecbur tutulamaz. Göçebe hayatı yaşayan bir kişi için de ikâmet edilmesi yasak olan yerleri bilmesi farz değildir. Bu yasaklar aynı zamanda, mevcut durumun gereklerine göre de değişir. Bu bakımdan uzak ve vukû bulması hiçbir zaman mümkün olmayan bir haramı bilmek kişiye farz değildir. Oysa içinde bulunulan harama dikkat edilmelidir. Sözgelimi müslüman olduğu sırada sırtında ipekli bir elbise varsa veya gasbettiği bir evde oturuyorsa veya mahremi olmayan bir kadına bakıyorsa, o kişiye bütün bunların haram olduğunu anlatmak farzdır. Bilfiil içinde bulunmadığı ve fakat yakın olduğu haramları (yemek-içmek gibi) da kendisine öğretmek farzdır. Hattâ içki içmeyi ve domuz eti yemeyi âdet edinmiş bir beldede yaşıyorsa, bunların haram olduğunu o kişiye öğretmek farzdır, kendisinin uyarılması gerekir.

Öğretilmesi gereken diğer şeyler de hemen kendisine öğretilmelidir.
îtikad'a ve kalbin amellerine gelince, bunları öğrenmenin farziyeti kalbin durumuna göre değişir. Kişinin kelimesi şehadet'in delâlet ettiği mânâlarda bir şüphesi varsa, o şüpheyi giderici ilmi

Muhammed ile Hanbelîlere göre de böyledir. Fakat Ebu Hanife, İmam Malik ve Ebu yusuf aksi görüştedir ve onlara göre, şartlarını haiz olan kimselerce hac ibadetinin tehiri caiz değildir. öğrenmesi kendisine farzdır. Yok eğer kalbine böyle bir şüphe düşmezse; Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu, ahirette müzminlerin Allah'ın cemâlini gözleriyle göreceklerini, Allah'ın hâdisâta mahal olmadığını ve bunlara benzer inanılması gereken meseleleri bilmeden önce ölürse, bütün âlimlerin ittifakıyla bu şahıs müslüman olarak ölmüştür.
İnançları bozan ve kalbe düşen bu şüpheler bazen, insanın tabiatında vardır. Fakat kişi bazen de oturduğu beldenin insanları tarafından bu türden şüphelere düşürülebilir.

Bu bakımdan bir kişi Kelâm İlmi ile iştigal eden ve daima bid'atlar hakkında konuşan bir beldede yaşıyorsa, âkil-bâliğ olduğu ilk anda kendisini bu bid'atlardan koruması gerekir. Şayet kalbine bâtıl bir fikir yerleşmişse, hemen onu kalbinden söküp atmalıdır. Ne var ki çoğu zaman bir bâtılı kalpten söküp atmak çok zordur.

Yine bu şahıs bir tüccar ise ve bulunduğu beldede faize dayalı muameleler yaygın ise, böyle bir beldede yaşayan tüccarın faizden korunma ilmini çok iyi öğrenmesi kendisine farzdır.Farz-ı Ayn olan ilim hakkında yapmış olduğumuz bu inceleme hakîkati ifade eder; zirâ farz-ı ayn olan ilmin mânâsı, farz olan amelin keyfiyetini bilmek demektir. Bu bakımdan farz olan ilmi ve ilmin ne vakit farz olduğunu bilen bir kimse, farz-ı ayn olan ilmi de bilmiş olur.

Sûfîlerin farz-ı ayn olan ilmin, düşmanın (şeytanın) vesvese sini ve meleğin ilhamını bilip ayırdetmek olduğunu söylemeleri de doğrudur. Ancak onların böyle söylemeleri ümmetin bütün fertleri için geçerli değildir. Bu ölçü sadece bu yola gönül vermiş insanlar için bir şarttır.

İnsan çoğu zaman şerre neden olan riya ve hasedden kurtulamadığı için, insanı helâke sürükleyen hususları, muhtaç olduğu miktarda bilmesi kişiye farzdır. Bu kadarının bilinmesi bir müslüman için nasıl farz olmaz? Oysa Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
İnsanoğlunu şu üç şey helâk eder: Kendisine boyun eğilen cimrilik, arkasından gidilen heva (arzular), kişinin kendisini beğenmesi.68

Bu helâk edici özelliklerden insanların kendilerini kurtarmaları pek o kadar kolay değildir.
İleride haklarında tafsilat vereceğimiz kalbin halleri, kibir, ucûb ve benzeri çirkin sıfatlar yukarıda sözü edilen üç helâk edici sebebe bağlıdırlar. Bunları kalpten söküp atmak ise farz-ı ayn'dır. Sökülüp atılmaları da ancak hallerini bilmek, sebeplerini yerine getirmekle olur. Sebeb ve müsebbibi bilinmediği takdirde bunu yapmak imkân dahilinde olmadığı içindir ki sebeb ve illeti mutlaka bilmek gerekir.

Halk, helâk edici vasıflar arasında zikrettiğimiz bu farz-ı aynların çoğunu, ne yazık ki faydasız şeylerle meşgul oldukları için terketmek durumuna düşmüşlerdir.

Müslüman olan bir kimseye imandan sonra cennete, cehenneme, haşre ve ölümden sonra dirilmeye imanın öğretilmesi gerekir. Çünkü bunlara inanmayan insan kelime-i şehadet'i tamamlamamış olur.

Ayrıca Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu tasdik ettikten sonra, tebliğ ettiklerini de bilmek gerekir ki o da Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden kimseye cennet, isyan edene ise cehennem olduğunu bilmektir.

Şu söylediklerimiz üzerinde düşünüldüğü takdirde doğru yolun bu olduğunda şüphe kalmaz ve gayet iyi bilinir ki, gece ve gündüzün akıntılarına kapılıp giden her kul, ibadetlerinde ve muamelelerinde yeni yeni ortaya çıkan hâdiselerden uzak değildir. Kendisine yeni farzlar terettüb eder ve az da olsa ortaya çıkan her yeni hâdiseyi sorup öğrenmesi gerekir. Meydana gelmesi muhtemel hâdiseleri de sorup öğrenmesi ve bu hususta acele davranması gerekir.

Hz. Peygarnber'in İlim öğrenmek kadın, erkek her müslümana farzdır' hadisindeki ilim kelimesi ile müslümanlara farz olan amelin ilmini bilmek kasdedildiğine göre, bu ilmin öğreniminin tedricî bir vasıf taşıdığı ve vâcib olmasının vakte bağlı olduğu açıklık kazanmış demektir.

Farz-ı Kifaye Olan İlimler

İlimler bölümlere ayrılmadıkça hangisinin farz olduğu, hangisinin olmadığı kesin bir şekilde anlaşılamadığı için, ilimleri vasıflarına göre bölümlere ayırmak doğru bir sonuca ulaşmak için şarttır.

İlimler esas itibariyle şer'î (dinî) ilimler ve şer'î (dinî) olmayan ilimler şeklinde ikiye ayrılır:

Şer'î (dinî) ilimler ile peygamberlerin getirdiği ilim kastedilmektedir ki bu ilim, matematik ilmi gibi akılla, tıb ilmi gibi de neyle, lisan gibi işitmekle elde edilemez.
Şer'î (dinî) olmayan ilimler ise, mahmûd , mezmûm ve mübah ilimler olmak üzere üç bölüme ayrılır.


Mahmûd (Övülen) ilimler, tıb ve hesab ilmi gibi dünya işlerim ıslah edici ilimlerdir ki bu ilim de öğrenilmesi farz-ı kifâye olanlar ve öğrenilmesinde fazilet bulunanlar olmak üzere ikiye ayrılır:

Öğrenilmesi farz-ı kifâye olan kısım, dünya işlerinin ıslahında gerekli olan (bedenin sağlıklı tutulabilmesi için lüzumlu olan tıb ilmi; ticarî ilişkiler, vasiyetler ve miras gibi hususlarda bilinmesi zarurî olan hesap ilimleri gibi) ilimlerdir. Eğer bir memlekette bu ilimleri bilenler kalmazsa, o memleket halkının tamamı günah kâr sayılır. Fakat bir beldede bu ilimleri bilen bir kişi de olsa, diğerlerinin üzerinden bu zorunluluk düşer ve öğrenme sorumluluğu kalkar.

Tıb ve matematik ilimlerinin farz-ı kifâye olduğunu söylememiz sizi şaşırtmasın; zira bu iki ilim gibi; çiftçilik, dokumacılık, siyaset, tababet ve terzilik sanatları ve diğer sanatların esaslı ilimleri de farz-ı kifâye'dir.

Eğer İslâm diyarında kendisine tedavi olunacak kimseler (doktorlar) bulunmazsa, müslümanlar helâk olurlar; kendilerini felâkete'sürüklemiş olmaları sebebiyle de topyekün sorumludurlar. Çünkü derdi'veren Allah, o derdin devasını da vermiştir. O de Yayı bulacak kabiliyeti de insanoğluna bahsetmiştir. Bu bakımdan İslâm diyarında, sözü edilen ilimleri yeterince bilenler bulunmalıdır. Bunu öğrenmemek, müslümanları felâketle başbaşa bırakmaktır ki, böyle bir hareket hiçbir şekilde doğru olmaz.

Farz olmayan ve fakat öğrenilmesinde fazilet bulunan ilimlere gelince, bunlar sözünü ettiğimiz ilimlerin derinlerine (ayrıntılarına) inmek, esasta pek zarurî olmayan ince ve hassas noktalarıyla meşgul olmaktır. (Nitekim bu ilimlerde derinliğine bilgi sahibi olmak, müslümanlara büyük faydalar sağlayacağı için, bu dallarda derinleşen âlimlere büyük değer verilmiştir).

Mezmum (Yerilen) ilimlere gelince, bunlar sihir, tılsım, hipnotizma, el çabukluğu ve göz boyacılığı ile yapılan marifetlerdir.

Mübah ilimlere gelince, bunlar şiirler ile milletlerin geçmişlerini anlatan, tarihî hâdiseleri bildiren ilimlerdir.

İzah etmeye çalıştığımız şer'î (dinî) ilimlere gelince, onların tamamı makbuldür. Fakat bazen şer'î ilimlerden olduğu zannedildiği halde, aslında şer'î ilimlerle alâkası olmayanları vardır ki bunlar esasında mezmûm (zemmedilmiş) ilimlerdir.

Makbûl ilimler ise usûl, fürû, mukaddimât ve mütemmimdi olmak üzere dört bölüme ayrılırlar.

Birinci Bölüm (Usûl)
a) Kitab
b) Sünnet
c) İcmâ-i Ümmet
d) Asar (sahabe sözleri)
İcmâ-i Ümmet'in asıl olması, Sünnet'e dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan îcmâ-i Ümmet üçüncü derecede bir hüccettir.

Âsar (sahabe sözleri) de aynı İcmâ gibi Sünnet'e dayalıdır. Çünkü sahabîler Rasûlullah'ı bizzat görmüşler ve bunun için de ahvalin karinelerini başkalarına nisbetle çok daha iyi idrak etmişlerdir. Çoğu zaman ibareler, karinelerin ifade etmek istediği hakikatleri ifade etmekten aciz kalırlar. İşte âlimlerin, ashabın sözlerinde ve amellerinde bildirilen ölçülere uymayı ve bu ölçüler den ayrılmayı şeriatın temsilerinden saymaları bu sebebe dayanır. Tabii bunun da muayyen şartları vardır. Ancak burada bu şartları zikretmek uygun düşmez.

İkinci Bölüm (Füru)

Fürûat yukarıda zikredilen asıllardan elde edilir. Ancak bunlar lâfızlarla değil, keskin zekâlar vasıtasıyla elde edilen meselelerdir. Bu ince mânâları kavrayanların anlayış ve idrâkleri, ağızdan çıkan lâfızların ifade ettiği mânâlardan daha başka mânâlar çıkarabilecek derecede geniştir. Örneğin Hz. Peygamberin 'Kadı (hâkim) öfkeli iken hüküm veremez'69 hadîsinden; kadının def-i hâcet bakımından sıkışması, hasta veya acıkmış olması ânında da hüküm veremeyeceği neticesi çıkarılmıştır.

Fürûat iki kısma ayrılır:

1. Dünya meseleleriyle ilgili ilimler: Bunları fıkıh kitapları ele alır ve bu işlerle meşgul olanlar fakihlerdir. Fakihler ise dünya âlimleridir. (Dünya işlerini bilen ve çözen kimselerdir).
2. Âhiret meseleleriyle ilgili ilimler: Bunlar ahlâkın çirkinini, güzelini ve kalbin hallerini bildiren ilimlerdir. Bu ilimler Allah indinde makbul olan veya olmayan halleri bildirirler. Nitekim bu kitabımızın son bölümü bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.

Kalbî ibadetler ve âdetlerin de âzalar üzerindeki tesiri bu bölümde anlatılmaktadır.

Üçüncü Bölüm (mukaddimât)

Bunlar bir fikri, bir düşünceyi anlatmaya yarayan lûgat ve nahiv gibi ilimlerdir. Zira Lûgat ve Nahiv ilimleri, Allah'ın kitabını ve Rasûlü'nün sünnetini bilmemize yardım eden en gerekli âletlerdir. Lûgat ve Nahiv ilimleri esasında şer'î ilimler grubuna dahil değildir. Fakat bu iki ilmi bilmek ve onlarda söz sahibi olmak; şer'î ilimleri bilmek ve iyice öğrenmek için büyük bir ihtiyaçtır. Zira Allah'ın Kitabı Arap diliyle nazil olmuştur. Bu bakımdan şeriat, ancak Arap dilini bütün detaylarıyla bilenler tarafından anlaşılır. Bu nedenle ilâhî şeriatın nâzil olduğu dilin lûgatinı bilmek, şeriatın bilinmesinde başlıca müessir olmaktadır.

Bu âletlerden biri de yazının bilinmesi ise de, yazının bilinmesi o kadar zarurî değildir; zira Hz. Peygamber ümmî idi, yazı bilmezdi.70

Bir kişi her dinlediğini ezberliyebiliyorsa, yazıyı bilmesi gerekmez. Fakat böyle bir vasıftan yoksun kimseler için yazıyı bilmek çoğu zaman zarurî ve şarttır.

Dördüncü Bölüm (Mütemmimât)

Bu, Kur'an ilimlerinde meydana gelen bir durumdur. Zira Kur'an ilimleri, lâfızlarla ilgili olarak harflerin mahreçleri, tecvidin öğrenilmesi ve mânâ ile ilgili tefsir ilmine taksim edilmektedir ki bu ilim de tıpkı Lûgat ve Nahiv ilimleri gibi işitmekle elde edilir ve bir başkasına nakledilir. Çünkü Lûgat ilmi kendi başına Tefsir İlmi için yeterli olmamaktadır.

Bir de Kur'an ilimleri, Kur'an'ın ahkâmıyla ilgili olarak Nâsih ve Mensuh, Am ve Hâs, Nas ve Zâhir ve bir kısım ayetlerin diğerleriyle nasıl kullanılabileceği gibi hükümlere taksim olunur. Buna Usûl-uı Fıkıh ilmi denilmektedir. Bu ilim aynı zamanda Sünnet-i de içine almaktadır.

Ashab'dan gelen rivayetlerdeki tamamlayıcı unsurlara gelince; bunlar, rivayetleri nakleden kişileri, onların isimlerini, neseblerini ve sahabîlerin isimlerini ve özelliklerini bilmektir.

Râvilerin âdil, güvenilir ve zayıf olanlarını ayırabilmek için şahsî hallerinin bilinmesi; mürsel hadîsi, müsned hadîsten ayırabilmek için yaşlarının bilinmesi gibi malûmatlardır. İşte bütün bunların hepsine birden şer'î ilimler denmektedir ve hepsi de makbul ve mübah olan ilimlerdir. Hattâ bütün bu ilimler farz-ı kifâye olan ilimlere dahildir. Bana Fıkıh İlmi'ni niçin dünya ilmi olarak gösterdiğim sorulacak olursa şöyle derim:

Allah Teâlâ (c.c) Hz. Adem'i topraktan, zürriyetini de çamur dan ve atılan bir damla sudan yarattı. Onları erkeklerin belinden anaların rahmine aktardı. Anaların rahminden dünyaya, dünya dan mezara, oradan hesab yerine; oradan da cennete veya cehenneme gönderecektir. İşte insanın başı ve sonu bu devrelerden ibarettir. Allah Teâlâ dünyayı ahiret azığını temin etme yeri olarak yarattı ki insanoğlu kendisine yarayan azığını alsın! Demek ki insanoğlu bu azığı adalet dairesinde alırsa, aralarında bir husumet kalmamış olur. Böyle olunca da fakihlerin bulunmasına gerek de kalmaz. Çünkü husumet ve kavganın olmadığı bir yerde fakih için yapılacak iş yoktur.

Fakat insanoğlu dünyaya şehvetleriyle bağlıdır. Bu böyle olduğu için de kısanlar arasında birtakım husumetlerin doğması kaçınılmaz olur. Onun için bu husumetleri giderici bir otoriteye ihtiyaç vardır. Yönetimde söz sahibi olanlar da toplumu idare edebilmek için kanunlara ihtiyaç duyarlar. Fakih ise, bu siyasete ilişkin yasaları bilen kişidir. Şehvet hissiyle aralarına husumet giren insanları, ancak onların aracılığı ve vasıtası ile uzlaştırmak mümkün olabilmektedir. Böyle olunca fakih, sultanın öğretmeni ve sultanın siyasetini halka ileten en önemli vasıtadır. Halk için kanunlar yaparak onları zabt u rabt altına alabilen kimse fakihtir. Sultanın siyasetini düzenlemekten maksat; halkın dünya hayatını bir düzen içine sokmak, durumlarını ayarlamak, düzensiz ve başıboş bir hayat yaşamalarına imkân vermemektir.

Yemin ederim ki Fıkıh İlmi ne kadar dünyayla ilgili ise, o kadar da dinle ilgilidir. Fakat dinle olan alâkası, dünya vesilesiyle olmaktadır; zira dünya ahiretin tarlasıdır. Din ancak dünya ile tamam olur. Sultanlık ile din ikiz kardeştir. Din esas unsur, sultan da onun nöbetçisidir. Aslı ve temeli olmayan bir şeyin yıkılacağı yıkılmaya mahkûm olduğu herkesin malûmudur. Nöbetçisi bulunmayan bir malın da yağma edileceği açıktır. Yönetim ve halkın idaresi ancak bir sultanın varlığı ile mümkün dür. Sultan da hüküm verebilmek için fakihlere muhtaçtır; çünkü onların düzenlediği kanunlarla hükmeder. Sultanla halkı idare etmek, nasıl din ilminin öncelikli vasfı değil, ancak bir tamamlayıcısı ve yardımcısı ise, saltanatı yürüten siyaseti bilmek de aynı şeydir.

Herkesin malûmudur ki hac ibâdeti, ancak soygunculardan emin olunduğu zaman tamamlanır. Fakat hac ayrı bir şey, hac yolunda olmak ayrı bir şeydir. Haccın tamamlayıcısı olan yol emniyetine onun kanunlarına ve bilgisine sahip olmak da ayrı bir şeydir.

Özetle Fıkıh İlmi, koruyuculuk ve siyaset yollarını bilmekten başka birşey değildir. Bunun delili de şu hadîstir:

Halka ancak üç kimse fetva verir: Emîr, emîre bağlı memur veya kendiliğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmakla kendini mükellef sayan kimse!71

Fetva veren emîr, devletin başkanı oran kimsedır. Çünkü selef-i Sâlihîn zamanında devlet başkanları aynı zamanda fetva makamında olan kimselerdi.

Hükûmet işlerine bakan memurlar ise, devlet başkanının vekilleridir.

Üçüncüsü ise, emîr ile memurun dışında kalan kimselerdir ki bu kimseler, ihtiyaç olmadığı halde bu vazifeyi gönüllü olarak yaparlar.

Ashab fetva vermekten sakınırdı. Hattâ biri sual sorarsa cevap vermemek için soranı başka bir sahabîye gönderirdi. Herkes böyle davranarak fetva vermekten kaçınırdı. Fakat Kur'an'dan ve ahiret hallerinden sorulduğu zaman, hiç çekinmeden ve bıkmadan usanmadan cevap verirlerdi.

Yukarıdaki hadîsin bazı rivayetlerinde mükellef (kendiliğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmaya kendini mecbur hisseden) yerine, mürâi (riyakârlıktan dolayı fetvaya yönelen ve fakat fetvasına ihtivaç bulunmayan) kelimesi geçmektedir.

Gerçekten de kendiliğinden fetvâ gösterisinde bulunan kimse, takvâsını tehlikeye sokmuş kişi durumuna düşer ki; bu kişiler rütbe ve servet elde etmek için böyle davranırlar. Çünkü böyle bir niyet taşımasalardı, böyle bir tehlikeye atılmaktan kaçınırlardı.

Fıkıh İlminin husumetler, mesûliyetler, cezalar ve yaralama fiilleri ile ilgilenmesi bakımından dünya ilmi olduğu kabul edilebilirse de, namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilişkili olan bölümü ya da haram ve helâlin tarifini, bildiren muamelat bölümü itibarıyla aynı kategoriye sokulması mümkün değildir' şeklinde bir itiraz gelecek olursa, şu şekilde bir cevap veririz:

Fakihin sözünü ettiği amellerden ahiret amellerine en yakın olanları üç kısımdır: 1. İslâm, 2. Namaz ve zekât, 3. Helâl ve haram

Şayet bir fakihin bu üç bölümdeki görüşlerinin son olarak ulaştığı neticeyi düşünecek olursanız, fakihin bu konularda da dünya sınırlarını geçip, ahiret sınırlarına girmediğini görürsünüz. Fakihin bu üç konu hakkındaki durumunun bu şekilde olduğu bilindikten sonra, diğer meseleler hakkındaki durumu daha kolay bilinir.

İslâm'a, gelince, Fakih bu konuda da sadece sahih, fâsid ve bunların şartları hakkında konuşabilir. Fakih bu konuda lâfızdan başka bir şeye bakamaz. Kalp, fakihin konusu dışındadır. Çünkü Hz. Peygamber, kılıç ve saltanat sahiplerini kalbi bilmekten 'Onun kalbini mi yarıp baktın?'72 buyurmak suretiyle uzaklaştırmıştır.

Hz. Peygamber (s.a) bu sözü, kelime-i şehadet getiren bir kimseyi öldüren bir sahabîye söylemiştir. Çünkü o sahabî, düşmanı öldürmesinin sebebi olarak; öldürdüğü adamın, kılıcından korkarak kelime-i şehadet getirdiğini ileri sürmüştü.

Kılıç zoruyla imana gelen kişinin imanının sahih olduğuna hükmetmek fakihin vazifesidir. Halbuki fakih gayet iyi bilir ki, kılıç zoruyla imana girmiş bir kimsenin imanı sağlam değildir ve fikrini her zaman değiştirmesi mümkündür. Çünkü kalbindeki cehalet perdesini yırtmış değildir. Aksine boynuna inecek kılıcın zoruyla ve malına el konması korkusuyla müslüman olmuştur. Onun lisanen söylediği kelime-i şehadet; boynunu kılıçtan, malını ise yağmadan korumuştur. Yeter ki kelime-i şehadet getirmeden önce boynu uçmamış, malı yağma edilmemiş olsun! Dolayısıyla bu hüküm ancak dünyada geçerli bir hükümdür.

Nitekim bu sırrı açıklamak maksadıyla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bu kelimeyi söylemeleri halinde mallarını ve canlarını benden korumuş olurlar,73

Hz. Peygamber bu kelimenin tesirinin sadece can ve mal üzerinde olduğunu vurgulamıştır. Âhirette malın ve canın hiçbir kıymetinin olmadığı herkesin malûmudur. Ahirette sadece kalplerin nûru, sırrı ve ihlası insana fayda verecektir. Bunlar ise fıkhın ilgilendiği hususların dışındadır. Şayet fakih, bu tür konulara dalarsa kelâm ve tıb ilimlerine dalmış gibi kendi sahasının dışına çıkmış olur.

Namazda, gelince, fakih her kılman namazın sahih olduğuna hükmetmekle mükelleftir. Şayet zahirî şartlara uyularak namaz kılınmışsa, bu namazın sahih olduğunu tasdik etmek fakihin kaçınamayacağı bir haldir.

Dış şartları yerine getirerek namaz kılan kişi, namaz kılma esnasında ister çarşıdaki alışverişle meşgul olsun, isterse bir takım şahsî hesaplarını düşünsün; fakih onun namazının sahih olduğunu kabul etmek mecburiyetindedir. Tahrim tekbiri getirildiği zaman fakihe göre de kalp huzuru şarttır. Gaflet içinde kılman bu namaz dil ile söylenen kelime-i şehadet İslâm'a bir fayda vermediği gibi kişiye ahirette hiçbir fayda vermez. Fakat sadece dil ile söylenen kelime-i şehadet'i ve sadece zahirî şartlara riayet edilerek kılınmış namazı fakih sahih kabul etmek zorundadır. Çünkü dil ile kelime-i şehadet getirmiş kişi emre uymuş sayılır; öldürülmesi veya tekdir edilmesi hükmü ortadan kalkmıştır.

Ahiret amellerinden olan kalbin huzur ve huşûu'na gelince ki zâhirî amellerin ancak bunların olması halinde yararı olur fakih bundan bahsetmeye ve bunun inceliklerini araştırmaya yetkili değildir. Şayet böyle bir araştırma yapmaya kalkarsa, kendi sahasının dışına çıkmış olur.

Zekât'a gelince, fakih, sultanın isteğini yerine getiren sınırlara kadar bakar. Kişi zekâtını vermekten kaçsa, sultan da ondan bu zekâtı zorla alsa; fakih böyle bir insanın zekât mükellefiyetinden kurtulmuş olduğuna hükmetmek zorundadır.

Rivayet edildiğine göre, Kadı Ebu Yusuf 74 senenin sonunda zekâtını düşürmek için kendi malını hanımına hibe eder ve hanımının malını da kendisine hibe ettirirmiş. Onun bu durumu İmam Ebu Hanife'ye bildirildiğinde, Ebu Hanife şöyle demiştir: 'Bunu, fıkhı (yasaların inceliklerini) bilmesi sayesinde yapabiliyor'.

Gerçekten de Ebu Hanife doğru söylemiştir. Çünkü Ebu Yusuf un böyle yapabilmesi dünyada geçerli olan fıkıh ilmini iyi bilmesi sayesindeydi. Fakat ahirette bunun vebâli diğer suçların vebâlinden daha büyüktür. Bu nedenle bu şekildeki olumsuzluklara açık kapı bırakan her ilim zarar verici ilimlerden sayılır.

Helâl ve haram'a gelince, haramdan kaçınmak dindendir. Fakat takvanın da dört derecesi vardır.

1. Şahidlik yapabilmek için gereken adalet sıfatını haiz olacak derecede takvâ ki bu takvâyı terketmekle insan şahidlik, kadılık ve valilik yapma hakkını kaybeder. Bu takvâ, açık haramlardan sakınma hâlidir.
2. Sâlihlerin takvası ki şüphe ihtimali taşıyan hususlardan sakınmaktır...

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Seni şüpheye düşüreni terket; şüpheye düşürmeyene koş!75

Günah, kalpleri kaplayıp tesiri altına alan ve şüphelere yol açan elemden ibarettir!76
3. Muttakîlerin, takvası ki haram olur korkusuyla katıksız helâli terketmektir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi, zarar verenin korkusundan zararsız şeyleri terketmedikçe, muttakîlerden olamaz.77

Gıybete girmemek için daima halkın iyi hallerinden bahsetmek ve mahzurlu işleri yapmaya sevkeden şehvetin kabarıp heyecana gelmemesi için nefsin yemek istediği şeyleri ona yedirmemek gibi haller, bunun en iyi örnekleridir.
4. Sıddıkların takvası ki Allah'a yaklaştırıcı fiillerden uzak olmamak için ömrünün bir ânını bile mâsivaya ait işlerle zâyi etmemek, dünyanın herşeyinden yüzçevirmektir.

Bu insan her ne kadar mâsivayla ilgilenmenin kendisini harama götürmeyeceğini bilse bile, yine de mâsivadan (dünyadan) elini eteğini çekmelidir.
Şahidlere ve kadılara ait takvâ'ya. gelince, zahirde adalete aykırı düşmeyen ve aynı zamanda da ahirette günahları bertaraf etmeyen birinci dereceden başka bütün dereceler fakihin görüşü dışında kalır.

Hz. Peygamber (s.a)Vabise 78 hazretlerine şöyle buyurmuştur:
Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sen yine fetvayı kendi kalbinden iste!79

Fakih, kalplerin ahvalinden (kalplerin düştüğü şüphelerden ve şüphelerle nasıl amel ettiğinden) bahsedemez. Fakih ancak adaleti zedeleyici ve yokedici haller ve sıfatlar hakkında konuşabili.
Demek ki fakihin vazifesi ahiret azığını hazırlama yeri olan dünya işlerini halletmeye bağlıdır. Şayet fakih kalbin sıfatlarından ve ahiretin ahkâmından bahsederse, bu, onun için ikinci plânda bir mesele olduğundan sözleri de ikinci planda kalır, Fakih tıpkı mesleği dışında kalan Tıb, Matematik, Astronomi ve Kelâm ilimlerine el atmak gibi, bazen da kalp ilimleri hakkında konuşur.

Nitekim Hikmet ilmi bazen Nahiv ve Şiir ilmine karışır; ama bu ikinci derecede bir karışmadır.

Zâhir ilminde asrının en büyüğü olan Süfyan es-Sevrî 'Fıkıh ilminin gayesi, ahiret azığı değildir' derdi. Nasıl olsun ki? Selef-i Sâlihîn ittifakla buyurmadılar mı ki ilmin şerefi kendisiyle amel etmektir? O halde zihar, liân, selem, icar ve sarf hususundaki bilgiler nasıl fayda verecek birer amel sayılabilir? Allah'a mânen yakın olmak için bu ilimleri tahsil eden kişi mecnunun ta kendisidir! Amel ancak kalp ve âzalarla yapılır. Şeref bu amellerdedir. Şayet 'Bedenin sıhhatine yarayan ve bundan dolayı dinin salâhıyla alâkası bulunan bir dünya ilmi olan tıb ile fıkıh ilmini neden birbirine karıştırıp, neden aynı seviyede mütalaa ediyorsunuz? Sizin bu iddianız bütün müslümanların icmama muhalif bir iddiadır' der seniz, şöyle cevap veririz: İkisinin eşit olması gerekmez, zaten değildir de... Aralarında büyük farklar vardır.

Fıkıh İlmi diğer ilme nisbetle üç bakımdan daha izzetli, daha şerefli ve daha üstündür.
1. Fıkıh, nübüvvetten (peygamberlikten) tevarüs edilmiş şer'î bir ilimdir. Tıb ilmi ise şerî ilimlerden değildir.
2. Ahiret yolcuları hasta olsalar da, olmasalar da Fıkıh ilmine muhtaçtırlar. Tıb ilmine ise ancak bedenen hasta olanlar muhtaçtır.
3. Fıkıh ilmi ahiret ilminin komşusudur. Zira Fıkıh ilmi âzaların yaptıklarına bakmak demektir. Âzada görülen amellerin kaynağı ise kalptir. Yâni insanın zâhirinde görülen hareketler, kalbinin dışta görülen birer tezahürüdür. İyi ameller ahirette insanı kurtaracak olan iyi ahlâktan, kötü ameller ise kötü ahlâktan doğarlar. Âzaların kalple ilgilerinin olduğu ise açık bir gerçektir.

Bedenin hasta veya sıhhatli oluşuna gelince, onların kaynağı mizacın sağlam veya karışık olması hâlidir. Bu hal de bedenin ta biî özelliklerindendir, kalple alâkalı değildir. Dolayısıyla Tıb ilmi, ne zaman fıkıh ile mukayese edilirse edilsin, Fıkıh'ın Tıb'dan üstün olduğu açıkça görülür. Âhiret ilmi de Fıkıh ile kıyas edildiği takdirde, bu sefer Ahiret İlmi'nın Fıkıh'tan üstün olduğu görülür.

Ahiret yolunun ilmini her ne kadar bu ilmin tafsilâtı saymakla bitmez ise de bilmek istersen, Ahiret İlmi'nin yolu iki kısımdır:
1. Mükâşefe İlmi
2. Muâmele İlmi

Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilim den az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'.

Başka biri de şöyle demiştir: 'Kimde iki sıfat bulunursa o kimseye ahiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibir dir'.

Yine denildi ki: 'Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi ahiret yolunun ilmini elde edemez. Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce ahiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Ahiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü takviye etmektedir:
Senden kaybolanın kaybına razı ol!
Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir.

Bu ilim, yani mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olanların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu hal den birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, Allah'ın zât-ı ul ûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözünün anlamını da bihakkın bilir.

Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.

Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter! (İsra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, işte o gerçek hayattır, eğer bir bilselerdi../ (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'la karşılaşmanın, O'nun cemâk-i ilâhîsine bakmanın ve ona manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saadetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrâk etmiş olur.

Cennet ehlinin derecelerinin farkını ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır hakkıyla bilip inanır.

Daha sayılması çok uzan sürecek neler neler... Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar. İnsanların bir kısmı bütün bu hakikatlerin birer misal oldukları, Allah Teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakikatlerinden ise tamamen bihaberdir.

Bir kısım insanlar da bu hakikatların bazılarını misal kabul ederken, diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar.

Bazıları da şu kanaattedirler; 'Allah'ı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir'. Bazıları da Allah'ı bilmek hususunda büyük meselelerin varolduğunu iddia etmişlerdir.
Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir, konuşur...

Mükâşefe ilminden, gayemiz; perdenin, kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir.

Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise.,.
Âhiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlenmesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlenmesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamberlere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakikatları o nisbette aksettirir. Bu mertebeye çıkmak için, daha sonraki bölümlerde gösterilecek riyazet yolunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar. Allah Teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allah Teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır.80

İkinci bölüm ise Muamele İlmine aittir. Bu ilim kalbin ahvalinden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, rıza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allah'a minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir.
Bütün bu hallerin hakîkatlarını bilmek, hududlarını anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf taraflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek Ahiret İlmi'nden sayılır.

Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olunana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etmemek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkâr olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu dolayısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göster mek, fakirlerle istihza etmek, böbürlenmek, nefsine güvenmek, akranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyanî şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebile cek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp, başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiç bir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizleyerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hainlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel, kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, hafiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâhip olmak...

Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır.

Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Ahiret ilmi'ni bilmek demektir. Ahiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır.

Bunların bilinmesinden yüz çevirenler, zahirî ameller den yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıcıyla kahrolu yorsa padişahlar padişahının kahrıyla ahirette helâk olup gideceklerdir.

Demek ki fakihler farz-ı ayn konusunda dünyada fayda verip vermediği noktasından hüküm verirler. Yukarıda geçen bazı faydalı ve güzel sıfatlar ise, ahiretin salâhına bağlıdırlar.

Şayet bir fakihten bu hususlardan biri hakkında, örneğin ihlas veya tevekkül yahut da riya'dan sorulsa, ihmal edilmesinin ahiret için felaket doğuracağını bildiği halde, bütün bunlar hakkında farz-ı ayn hükmünü veremez. Kalp huzuru içinde bütün bu sıfatları elde etmenin farz-ı ayn olduğunu söyleyemez.

Bunun yanında fakihlere ilâ, zıhar, yarışma ve atıcılık konularında soru sorulacak olsa, ciltler dolusu ve zamanları zâyi edici geniş malûmatları önüne seriverir. Oysa fakih aslında bu ince ayrıntıların hiçbirine muhtaç değildir. Şayet bu ince ve geniş teferruata ihtiyaç duyulursa, İslâm diyarında bu sahadaki güçlükleri halledecek âlimler mutlaka bulunur.

Fakihlerin kendilerini bu meselelerde bu kadar zorlamalarına da gerek kalmamış olur. Ama bütün bunlara rağmen fakihler gece gündüz kendilerini bu meseleler üzerinde zorlamakta, en ince noktalarına kadar okuyarak hıfzetmekte, din konusunda kendileri için çok daha önemli olan meseleleri ise unutmaktadırlar.

Bir fakihe bu meselelere neden bu kadar ihtimam gösterdiği sorulacak olsa, 'Bunlar din ilmidir ve bilinmesi farz-ı kifaye dir. Bu nedenle bunları öğrenmek için didindim, ihtimam gösterdim ve zamanımın çoğunu buna hasrettim' diye cevap verir.

Fakih bu sözüyle hem kendisinin ve hem de başkalarını bunları ince mesele kabul etmek suretiyle aldatmaktadır. Zeki bir insan hemen anlar ki, şayet fakihin gayesi farz-ı kifaye hakkında İslâm'ın emrini hakkıyla edâ etmek olsaydı, farz-ı kifâye'den önce farz-ı ayn olan ilimlere ihtimam gösterir, bu tür bir farz-ı kifâye yerine, gereğini çok az insanın yaptığı daha nice farz-ı kifâyeler üzerinde, daha büyük bir titizlikle dururdu. Örneğin nice İslâm beldeleri var ki; o beldelerde sadece gayr-i müslim doktorlar görev yapmaktadırlar. Oysa gayr-i müslim doktorların tıb ile alâkalı dâvalarda, hukuken şahidlik yapma hakları bile yoktur. Böyle olduğu halde, nedense hiçbir fakihin farz-ı kifâye olan ve gayr-i müslimlerin elinde bulunan tıb ilmine ilgi duyduğunu görmüyoruz. Hepsi de fıkıh ilminde, özellikle bu ilmin hilâfiyat ve cedel kısımları üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Halbuki İslâm beldelerinde fetva veren, olaylara göre gerekli cevapları verebilecek kabiliyette nice fakihler bulunmaktadır.

Keşke fakihlerin/din âlimlerinin toplum tarafından icra edilen farz-ı kifâyeler ile meşgul olup, hiç kimsenin alâka duymadığı farz-ı kifâyeleri niçin ihmal ettikleri bir anlaşılabilse!
Acaba bunun sebebi, tıb ilmiyle vakıflar tevellisine, vasiyetler memurluğuna, yetim malının bakıcılığına ulaşamaması, kadılık ve memuriyetin diğer kademelerini elde edememesi olabilir mi?

Tıb ilmiyle meşgul olan bir kimse ne zaman akranlarından daha üstün olabilmiş ve sevmediklerini ezme kuvvetini elde etmek imkânı bulabilmiştir?

Ne yazık ki kötü âlimlerin kötü davranışları yüzünden din ilmi ortadan kalktı. Bu konuda müslümanların yardımcısı ancak Allah Teâlâ kalmıştır. Sadece O'na sığmıyor, O'ndan bizi, kendisini gazaba getiren ve şeytanın gülmesine vesile olan gururdan muhafaza etmesini diliyoruz!

Zâhir ulemasının müttaki olanları, kalp erbabının ve bâtın ulemasının faziletini daima tasdik ederlerdi. Örneğin İmam Şâfiî, Şeybân-ı Râî'nin huzurunda mektep sıralarında oturan çocuklar gibi oturur, ona sorular yöneltirdi.81 Şeybân da bu sorulara gerekli cevapları verirdi.

İmam Şâfiî'nin bu durumunu hazmedemeyen birtakım âlimler kendisine şu ihtarda bulundular: 'Senin gibi bir âlim nasıl olur da Şeybân-ı Râi isimli bir çobana sualler sorar ve aldığı cevapları muteber kabul ederek yararlanır?' İmam Şâfiî bu itirazcılara şöyle cevap vermişti: 'Bizim ihmal ederek gafil bulunduğumuz ilimlere bu zat bütünüyle muttali olmuştur'.

Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main,82 Mâruf-u Kerhî'nin sohbetine sık sık katılırlardı. Halbuki Mâruf, zâhir ilminde bu iki zâtın mertebesine asla çıkamamıştı. Bu iki zat buna rağmen Mâruf-u Kerhî'ye sorular sorarak ilminden istifade etmeye çalışırlardı. Nasıl böyle olmasın? Hz. Peygambere 'ey Allah'ın Rasûlü! Bir olayla karşılaşır ve onu Allah'ın Kitabı ile senin sünnetinde bulamazsak nasıl hareket edelim?' diye sorduklarında, o şöyle buyurmuştu.
Sâlihler'e sorun, o hususu sâlihlere danışın!83[/color]

Nitekim bu hikmete binaen şöyle denilmiştir: 'Zâhir âlimleri yeryüzünün ve saltanatın süsleridir. Bâtın âlimleri ise göklerin ve melekût âleminin süsleridir'.

Cüneyd-i Bağdâdî 84 şöyle anlatır: Şeyhim Sırrî es-Sakatî 85 bırgün bana şöyle dedi: Benim meclisimden çıktığında kimin meclisine gideceksin?' 'Ben de şöyle cevap verdim: 'Hâris el-Muhâsibî'nin 86 meclisine gideceğim'. 'Çok güzel, onun meclisine git. Onun ilminden ve edebinden istifade et. Fakat onun kelâm hakkındaki fikirlerini ve kelâmcılara yaptığı hücumları sen kendine mâl etme'. Bu sözü söyledikten sonra, ben çıkmak için davrandım. Arkamdan şunları söyledi: 'Allah Teâlâ seni önce hadîs ilmiyle nûrlandırsın sonra sûfi yapsın. Önce sûfi sonra muhaddis yapmasın!' Sözü edilen zat, bu sözüyle; hadîs ilmini tahsil ettikten sonra tasavvufa dalan kimselerin felâh bulduğuna, hadis ilmini öğrenmeden tasavvufa dalan kimselerin ise kendilerini tehlikeye attıklarına işâret etmiştir.

İlimler bölümünde Kelâm ve Felsefe İlmini zikredip, bu iki ilmin iyi veya kötü taraflarından niçin söz etmediğimi soracak olursanız, şöyle cevap veririm: Kelâm ilminin ortaya koyduğu delillerden istifade edilir. Ancak bu delillerin bütünü Kur'an ve hadîslerde bulunmaktadır. Kur'an ile hadîslerin dışına çıkmış deliller ise, ya bu iki kaynakta varolduğu farzedimiş cedel'dir ki bu bid'at sayılır (Bu hususa daha ilerideki bölümlerde temas edeceğiz) veya fırkaların birbirlerini tenkid ederken çıkardıkları gürültüdür yahut fırkaların çoğunun hezeyandan ibaret olan ve insan mizacının nefret ettiği, kulakların duymak istemediği birtakım sözlerini uzun uzadıya bahis konusu etmesidir. Bu sözlerden bazıları din ile hiçbir ilgisi olmayan konulara dalmaktan ibarettir. Selef-i Sâlihîn zamanında bunların hiçbiri selefin yaptığı bir iş değildi. Bunlara dalmak tamamen bid'at sayılmaktaydı. Fakat zamanımızda bu kanaat değişmiştir. Zira Kur'an ve Sünnet'e yönelme isteğinden insanları çeviren bid'atlar ortalığı doldurdu. Bu türden eserler yazıp ortalığı dolduran fırkalar türedi. Bunlar İslâm ülkelerini doldurdu!...

Selef-i Sâlihîn zamanında konuşulması yasak olan bu lâflardan bahsetmek, günümüz âlimlerinin ruhsatıyla bir moda halini aldı. Kelâm İlmi'nin, bid'atçıların bid'at propogandalarını durdurmak için ihtiyaç duyulan kısımları farz-ı kifâyelerden oldu. Tabiî bu da gelecek bölümde zikredeceğimiz gibi belirli bir sınıra kadardır.

Felsefe'ye gelince: Felsefe başlı başına bir ilim değildir. Çünkü Felsefe de dört bölümden meydana gelen bir ekoldür.

1. Hendese ve Hesâb İlmi

Bu iki ilim daha önce de bildirdiğimiz gibi mübahdır. Ancak bu ilimler vasıtasıyla haddi tecavüz ederek harama girmesi muhtemel olan kimselerin bu ilimlerle uğraşmaları yasaktır; zira bu iki ilmi tahsil edenlerin çoğu hududu aşmış ve bid'atlara sapmışlardır. Zayıf kimselerin bu ilimlerle uğraşmaktan mene dilmeleri, bu iki ilimin bizatihi haranı olmalarından değil, o kimselerin zayıf olmalarındandır. Bu tıpkı yüzme bilmeyen bir çocuğun dere kenarına bırakılmaması veya yeni müslüman olan bir kimsenin İslâm dininden dönmemesi için kâfirlerle teşrik-i mesâi etmesinin yasaklanması gibidir. Aslında imanı kuvvetli olan kimsenin, kendiliğinden eski arkadaş ve dindaşlarıyla alâkasını kesip, onlarla birlikte olmayı kendisine yasak edeceği açıktır.

2. Mantık İlmi
Mantık İlmi delilin şartlarından ve mahiyetinden bahseder. Delilin şartlarını ve târifini bildirir. Bu iki konuda da Kelâm İlmine dahildir.

3. ilâhiyat İlmi
İlâhiyat İlmi Allah'ın zâtından ve sıfatlarından bahsetmektedir. Bu ilim de Mantık İlmi gibi Kelâm'a dahildir.

Felsefeciler bu ilimlerden ayrı bir bölüm meydana getirememişlerdir. Ancak bir kısmı küfür, bir kısmı da bid'at olan birtakım mezheplerin doğmasına sebep olmuşlardır.
Felsefecilerin durumu tıpkı i'tizal ekolünün başlıbaşına bir ilim olmadığı halde, kelâmcı, müdekkik ve mütefekkirlerden bir grup mutezilî âlimin birtakım bâtıl inançlar ortaya atıp, bu fikirlerle insanların düşüncelerini bulandırmalarına benzer.

4. Tabiat (Fizik) İlmi
Bu ilim, bir kısmıyla şeriat ilmine ve hak dine ters düşmektedir. Bunun esası cehalete dayanmaktadır. Bu nedenle ilim değildir ki ilim sınıfına dahil olabilsin.
Tabiat îlmi'nin bir bölümü de varlıkların sıfatlarından, hususiyetlerinden, nasıl değişim geçirdiklerinden ve nasıl başka şeylere dönüşeceğinden bahseder.

Bunlardan bahseden bölüm, doktorların düşüncelerine benzemektedir. Ancak doktor, kendisini tamamen insan bedenini incelemeye vakfettiğinden, sadece insan vücuduna bakıp, onun hasta veya sıhhatli olup olmadığını teşhis eder. Tabiatçılar ise, bütün cisimlere bozulmaları veya başka türlü ha reket etmeleri açısından bakarlar. Tıb ilmi bu noktada tabiat ilminin üstündedir. Çünkü insan sağlığı için tıb ilmi bir ihtiyaçtır.

Felsefecilerin Tabiat İlmi diye îcad ettikleri ilme insanın hiçbir ihtiyacı yoktur. Zira günümüzde halkın zihnini bid'atçılamı saçmalıklarından korumak için farz-ı kifaye olan ilimlerden birisi de Kelâm İlmidir. Kelâm İlmi 'nin farz-ı kifaye ilimlerden sayılması, tıpkı yol kesicilerin ortaya çıkması nedeniyle hac yolunda koruyucuların bulunmasının şart olmasına benzer. Şayet hacca gidenlerin yolunu kesenler ortaya çıkmasaydı, bu koruyuculara da ihtiyaç kalmaz; hac yolunu para mukabilinde emniyete alan koruyucuların istihdam edilmesi gereği böylelikle ortadan kalkmış olurdu. Tıpkı bunun gibi bid'atçiler de hezeyanlarını terketselerdi, sahabe-i kirâm zamanında kullanılan deliller yeterli olacaktı. Böyle olunca da kelamcıların kullandığı delillere ihtiyaç kalmayacaktı.

Bu bakımdan kelâmcılar, kendilerinin dindeki yerlerinin ne olduğunu iyi bilmelidirler. Bilmelidirler ki, kendilerinin dindeki yerleri, hac yolunun koruyucularının sahip oldukları mevki gibidir.

Bir koruyucu kendisini her ibadetten âzad ederek, yalnız koruyucu sıfatıyla hacca gittiğinde, nasıl hacılardan sayılmaz ise; bir kelâmcı da ahiret amellerini bırakıp, kendisini sadece münazara ve müdafaacı olarak görürse, kalbini yoklayıp kendisini ıslah etmediği takdirde din âlimlerinden sayılmaz.

Kelâmcının ele aldığı meseleler herkesin ortak olduğu dinin inanç bölümüdür. Bu, kalp ile dilin zahirî amellerinden bir bölümdür. Kelâmcının halk tabakasından ayrılması, koruyuculuk yapmasından kaynaklanmaktadır. Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin bilinmesi ve Mükâşefe İlminde işaret ettiğimiz ahiret yolunun ilmi, hiçbir surette Kelâm ilmiyle uğraşmak suretiyle bilinmez. Hatta denebilir ki Kelâm İlmi bunları öğrenmenin önüne bir perde çeker ve onları bilmekten insanı alıkoyar.

Bu makamlara varmak için hidayetin başlangıcı olan ve nefisle yapılması lâzım gelen mücahede lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an'da bu hakikatı şöyle ifade buyurmaktadır:Biz, bizim yolumuzda cehd edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyilik yapanlarla beraberdir!(Ankebût/69)

'Kelâmcının derecesini sadece halkın inancını bid'atçıların tasallutundan kurtarma derekesine düşürüp; sadece hacıların eşyalarını ve canını eşkıyaların elinden kurtarmak vazifesiyle istihdam edilen hac koruyucusu gibi mütalâa ederek, kelâmcıyı da halkın inancını korumakla mükellef bir koruyucu kabul ettiniz. Bununla beraber fakihin derecesini de sultanın, zâlimlerin şerrinden halkı korumada kullanacağı kanunları hıfzetmek olarak beyan ettiniz. Bu iki mertebe ise din ilmine nisbetle düşük mertebelerdir. Halbuki ümmet-i Muhammed'in fazilet ve şöhret sahibi kimseleri fakihler ile kelâmcılardır.

Fakihler ve kelâmcılar Allah nezdinde en faziletli kimseler olduklarına göre, nasıl oluyor da onları din ilmine nisbetle çok düşük olan şu mertebeye düşürüyorsunuz?' diyecek olursanız, size şöyle cevap veririz: Hakkı şahıslarla bilenler sadece dalâlet bataklığının içine yuvarlanmış şaşkın kimselerdir. Eğer hak yolun yolcusu iseniz önce hakkı bilmeniz gerekir ki, o hakkı temsil edenleri de bilesiniz. Zaten böyle yapmak sizin vazifenizdir. Eğer taklidî bir yoldan insanların arasında yalan yanlış şöhret bulmuş derecelere bağlı kalırsanız, unutmayınız ki ashab-ı kirâm ve onların yüksek mertebesi hiç de sizin zannettiğiniz gibi fıkıh veya kelâma bağlı değildi.

Ümmetin en faziletli ve meşhur şahısları olarak takdim etmeye çalıştığınız kişiler, sahabîlerin bütün ümmetten daha faziletli ve üstün derecelere sahip olduklarını ikrar ediyorlar ve hiç kimsenin dinde ashab-ı kiramın vardığı zirveye varamayacağına inanıyorlardı.

Ümmet içerisinde hiç kimse, ashab-ı kirâmın bu yolda havalandırdıkları toz ve dumanı yarıp geçerek onların varmış oldukları yüce makamlara erişemez. Bütün bu hakîkatlarla birlikte ashabın ileride olmaları ne Kelâm ilmi'ne ve ne de Fıkıh ilmi'ne bağlı olmuştur. Onların yüceliği sadece Ahiret îlmi'ne ve ahiret ilminin yolculuğuna bağlıdır.

Ebubekir Sıddîk (r.a) bütün insanlardan üstün olmasını, çok oruç tutmak, çok namaz kılmak, çok hadîs rivayet etmek, fetva ilmini çok bilmek ve Kelâm İlmi'ne dalmakla kazanmış değildir. O zâtın bu büyük mertebeyi elde etmesine sebep, kalbinde yerleşen sarsılmaz imanıdır. Bunu böyle kabul etmeye mecburuz. Nitekim rasûllerin serdârı ve iki cihanın serveri ve bütün kâinatın önderi Hz. Muhammed Mustafa da (s.a) Hz. Ebubekir'in üstünlüğüne bu noktada şehadet etmiştir.87
O halde Hz. Ebubekir'i bu yüce makama eriştiren sırrı iyice araştır; zira onu bu yüce mertebelere çıkaran sır, paha biçilmez bir mücevher ve değeri bulunmaz bir incidir.

İnsanların çoğunun ittifakıyla açıklanması uzun sürecek olan birtakım sebep ve vesilelere dayanarak büyük sayılanların büyüklüğünü bir kenara bırakınız; zira Allah'ın Rasûlü (s.a) rabbine kavuştuğu zaman, binlerce sahabî vardı ve hepsi de Allah'ı bilen âlim kişilerdi. Allah Rasûlu nün diliyle övülmüşlerdi. Halbuki içlerinde kelâmcıların mesleğini bilen hiç kimse yoktu. On küsûru müstesna fetva vermeye kimse heveslenip ileri atılmamıştı. Fetva verenlerden biri olan İbn Ömer'den 88 bir fetva sorulduğu zaman, o fetvayı soran kimseye 'Halkın idaresini omuzlarına almış emîrin yanına git.

Bu fetvanın mes'uliyetini onun omuzlarına yükle' derdi. İbn Ömer bu sözüyle, meseleler ve ahkâmlar hakkında fetva vermenin velayet ve saltanat vazifesi olduğuna işaret etmiş oluyordu.

Hz. Ömer vefat ettiği zaman İbn Mes'ud şöyle buyurdu: İlmin onda dokuzu öldü'.89 Bunun üzerine İbn Mes'ud'a şöyle soruldu: 'Sahabe-i kirâmın büyükleri hayatta iken, sen bu sözü nasıl söyler sin?' O şöyle cevap verdi: 'Ben fetva ve ahkâm ilmini kastetmedim. Benim gayem Allah'ı bildiren ilimdir'.İbn Mes'ud'un 'Onda dokuzu gitti' dediği ilme niçin talip olmuyorsunuz? Neden bu ilmin öğrenilmesine taraftar değilsiniz? Kelâm ve Cedel ilminin kapılarını kapatan bizzat Hz. Ömer'di. Sabiğ 90 Hz. Ömer'e Kur'an-ı Kerîm'in iki ayetinin arasında tenâkuz olduğuna dair bir sual sorunca, Hz. Ömer meşhur kamçısıyla Sabiğ'i döverek huzurundan uzaklaştırdı. Bütün ashab-ı kirâma da Sabiğ'den uzak durmalarını tembihliyerek, onunla konuşmamalarını istedi.
'Âlimlerin meşhurları fakihler ve kelâmcılardır' şeklindeki ifadenize gelince, biliniz ki, Allah nezdinde insana fazilet kazandıran şey sizin bildiğinizden başka birşeydir.

Nitekim Ebubekir Sıddîk'm şöhreti, halife oluşu sebebiyle ise de, fazileti kalbinde yerleşmiş olan sırdan ileri geliyordu. Hz. Ömer'in şöhreti siyasetle; fakat fazileti, kendisiyle birlikte giden ilmin onda dokuzu sayesindeydi. Velayetinde, adaletinde ve halka karşı gayet müşfik davranmasında Allah'a yakınlık niyeti olduğu için bütün bu faziletleri elde etmiştir. Bu ise Hz. Ömer'in sırrında gizlenmiş bir husustur. Hz. Ömer'in diğer zahirî fiillerine gelince; o fiiller, dünya mertebesine, nâm ve şöhrete tâlib olan herhangi bir kimsede de görülebilir. Şöhret insanı helâk eden âfetlerden birisidir. Fazilet ise, hiç kim senin kavrayamadığı sır mahiyetinde olan işlerdendir. Fakihler ve kelâmcılar, tıpkı halifeler ve kadılar gibidir. Bunlar da kısımlara ayrılmışlardır.

1. Onlardan bir kısmı ilmiyle ve fetvalarıyla Allah'ın rızasını elde etmeye, Hz. Peygamberin sünnetini muhafazaya çalışır. Hiçbir zaman ilmiyle gösterişe ve riyaya kaçmaz. Bu niyette olan âlimler, Allah'ın rızasını elde etmeye ehildirler. Onların Allah nezdindeki faziletleri, ilimleriyle amel etmelerinden, Allah'ın cemâl-i ilâhîsini ilimleriyle ve düşünceleriyle istemelerinden ileri gelir. Çünkü her ilim elde edilen bir ameldir. Her amel ise ilim değildir.

Doktor, ilmiyle mânen Allah'a yaklaşmaya ehil ve muktedirdir. Ancak bu takdirde ilimden sevap alır. Çünkü onun vasıtasıyla Allah'ın emrini yapmış ve bu emri yapmakla da yücelmiştir. Sultan, halk arasına Allah rızasını tahsil etmek için girer. Allah kendisinden razı olur ve büyük sevap kazanır. Onun bu sevabı kazanmasının sebebi, dinî bir vazifeyi yerine getirmiş olması değildir; sadece yapmış olduğu hareketle Allah rızasını kastetmesi kendisine bu sevabı kazandırmıştır.

Allah'a yaklaştırıcı şeyler üç kısma ayrılır:

A. Mücerred ilim. Bu Mükâşefe İlmi dir.
B. Mücerred amel. Sultanın âdil davranması ve insanları ilâhî nizamla idare etmesi gibi.
C. İlim ve amelden mürekkeb olan hareket. Buna Ahiret Yolunun İlmi denmektedir. Bu halin sahibi hem âlim ve hem de
âmildir.

Kendinize şöyle bir bakın! Acaba kıyamet gününde ilâhî âlimler hizbinden veya Allah'a amel edenler hizbinden veya her ikisinin de dahil olduğu hizibden misiniz? Şayet her ikisinin de dahil olduğu hizibden iseniz, her iki grubun meziyetlerinden de pay almış olursunuz. Bu ise mücerred ilmin kör mukallidi olmaktan daha iyidir sizin için. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Gördüğünü al, işittiklerini bırak! Güneşin yüzünde seni zuhal yıldızına muhtaç ettirmiyen bir berraklık vardır'.

Bütün bunlara ilâve olarak, ileride geçmiş fakihlerin güzel hallerinden bahsettiğimiz zaman görülecektir ki, onlara uyduğunu söyleyenler onlara zulmetmişlerdir. Kıyamet günü en büyük hasımları onlar olacaktır. Zira Selefin fakihleri, ilimleriyle ancak Allah'ın cemâline kavuşmayı kastetmişlerdi.

Âhiret âlimlerinden olduklarını halleri ispatlamıştır. Bu gerçek, Âlimlerin Alâmetleri bahsinde açıklığa kavuşturulacaktır. Çünkü Selef yalnız Fıkıh ilmiyle meşgul olup ondan gayri herşeyi terketmiş değildi. Aynı zamanda Kalp İlmiyle meşgul olup kalplerini de murakabe ederlerdi. Fakat kalp ilmi hakkında kitap yazmak ve onu okutmaktan Selefi meneden sebep, ashab-ı kiramı Fıkıh konusunda kitap yazmak ve okutmaktan meneden sebebin tâ kendisidir.

Sahabe-i kirâmın her biri, fetva ilminde müstakil birer fakih durumunda idiler. Onları bu konuda yazmaktan ve okutmaktan meneden âmiller kesinlikle bilinmektedir. O âmilleri bir kere daha burada zikretmeye lüzum yoktur. Fakat biz, İslâm fakihlerinin durumundan bir nebzecik olsun bahsedelim; edelim ki, bizim sözümüzün onlara değil, kendini Fıkıh ilmi'ne bağlı olarak gösteren ve fakat ahlâk bakımından Fıkıh ilmi'nin ve o ilmin büyüklerinin yolundan ayrılanlara ait olduğu anlaşılsın! Aksi takdirde bizim büyük fakihlere dil uzattığımız vehmi uyanabilir zihinlerde...

Fıkıh İlmi'nin kutubları ve bu ilimle halka doğru yolu gösteren mezhep sahipleri şu beş büyük zâttır:

1. İmam Şafiî
2. İmanı Mâlik
3. Ahmed b. Hanbel
4. İmam A'zam Ebu Hanife (Nûman b. Sâbit)
5. İmam Süfyan es-Sevrî

Allah, bu âlimlerin cümlesinden razı olsun! Bunların her biri âbid, zâhid, ahiret ilimlerini bilen, dünyada halkın maslahatı ile ilgili mevzularda hâkim ve fıkıhta gösterdikleri çalışmalar ile Allah'ın cemâlini görmeyi kasteden kimselerdi.

Yukarıda zikrettiğim hasletler, onların sadece beş hasletini ifade etmektedir. Onların çok daha fazla müsbet hasletleri vardır. Günümüzün fakihlerine gelince; onlar bu beş hasletin ancak birinde onlara tâbi olmuşlardır. Bu haslet de kolları sıvayıp çok mübalâğalı bir şekilde fıkıh ilminin meşgul olduğu sahaya girip, teferruata ait meselelere dikkatli bir şekilde eğilmeleridir. Halbuki ahirette işe yarayan hasletle, geride kalan dört haslettir. Günümüzün fakihleri tarafından titizlikle yapılan bu haslet ise, hem dünyaya ve hem de ahirete yarayabilir. Şayet bu hasletten sadece ahiret kastedilmişse, dünya için olan yararı zayıflar. Bizim zamanımızdaki fakihler kollarını sıvayıp yalnızca bu haslete sarılmışlar ve o hasletle mübarek imamların yolunda olduklarını iddia etmişlerdir. Ne var ki meleklerle demirciler arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değildir.

Biz şimdilik o mübarek imamların günümüzün fakihleri tarafından terkedilen hasletlerine delâlet eden durum ve hallerini zikredeceğiz. Fıkıh ilmindeki bilgilerine ise, delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu bilgide zirveye çıktıkları zaten herkesin malûmudur.


64) İbn Mâce, (Enes b. Mâlik'ten)
65) İbn Adiy ve Beyhakî, (Enes'ten); Taberânî, (İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan)
66) Buharî, Müslim, Tirmizî, (İbn Ömer'den)
67) İmam Gazâlî Şafiî mezhebinden olması nedeniyle hac ibadetini tehiri mümkün bir farz olarak ifade etmiş ve rükûnlarının bilinmesinde aceleye lüzûm olmadığını söylemiştir. Nitekim Hanefî mezhebinden İmam
68) Beyhakî, Şuah'il-İman; Bezzar ve Taberânî, (Enes'ten)
69) Buharî, Müslim, (Hz. Ebu Bekir'den)
70) İbn Merduveyh (Abdullah b. Ömer'den); İbn Hibban, Dârekutnî, Hâkim ve Beyhakî, (İbn Mes'ud'dan); Buharî, (Berâ b. Âzib'den)
71) İbn Mâce (Amr b. Şuayb'dan)
72) Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
73) Buharî, Müslim, (Ebu Hüreyre ve Amr b. Ömer'den)
74) Ebu Yusufun künyesi Yakub b. İbrahim'dir. Ebu Hanife'nin talebesidir. el-Hâdî ile Harun Reşid zamanında Bağdad kadılığı yapmıştır. Hicretin 114. yılında doğmuş, 183. yılında Bağdad'da vefat etmiştir.
75) Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibban, (Hasan b. Ali'den)
76) Beyhakî, Şuab'il-İman, (İbn Mes'ud'dan )
77) Tirmizî, İbn Mâce ve Hâkim
78) Bu zat Mâbed el-Ezdî'nin oğludur. Sahabe'nin önde gelenlerindendir. hicterin yılında doĞmuş, Rikka'da vefat etmiştir,
79) Ahmed b. Hanbel, Müsned
80) Ebu Âbdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Erbain, (Ebu Hüreyre'den); bkz. Tergib ve Terhib, Bab'ul-ilim
81) Şeyban-ı Râî, salâh ve takvâ ile şöhret bulan âriflerden biridir.
82) Yahya h. Main hicretin 158. yılında doğmuş ve 233. yılında Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir.
83) Taberânî, (İbn Abbas'dan)
84) Cüneyd-i Bağdadî'nin künyesi Muhammed b. Cüneyd Nihavendî'dir. Mutasavvıfla-rın ileri gelenlerindendir. Hicretin 298. yılında vefat etmiştir.
85) Künyesi İbn Muğalles b. Hasan'dır. Cüneyd-i Bağdâdî'nin dayısı ve şeyhidir. Mâruf-u Kerhî'nin talebesidir. Hicretin 257. yılında vefat etmiştir.
86) Künyesi Ebu Abdullah el-Hâris b. Esed'dir. Nefsini çokça hesaba çektiğinden dolayı kendisine el-Muhasibi lâkabını takmışlardır. Hicretin
243. yılında vefat etmiştir.
87) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir
88) İbn Ömer sahabe-i kirâm'ın asrında fetva veren büyüklerden birisiydi.
Hz. Ömer'in oğludur. Hicretin 74. yılında vefat etmiştir.
89) Ebu Heyseme, Kitab'ul-ilim, (İbrahim b. Abdullah'tan).
90) Sabiğ'in babası ısıl'dır. Temim kabilesindendir. İbn Hasin'e göre Sabiğ b. Şerik diye adlandırılmıştır. Cemel hâdisesinde hazır bulunmuştur. Sık sık Kur'an'ın müteşabih ayetlerinden halka bahsetmekle, halka bunların mânâsını sormakla ve bu suretle halkı şüpheye düşürmekle şöhret bulmuştu. Hz. Ömer, Basra valisine bir emirnâme yazıp, Sabiğ'in bu şehre sokulmamasını istemişti.
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İmam Şâfiî

Âbid olduğunu ifade eden delil şudur: Kendisi geceyi üçe taksim eder, birinci bölümünü ilme, ikinci bölümünü ibadete, üçüncü bölümünü de uyku ve istirahate ayırırdı.

Rebî 91şöyle demiştir: İmam Şâfiî Ramazan ayında kıldığı namazlarda Kur'an'ı Kerîm'i altmış kere hatmederdi'.

İmam Şâfiî'nin talebelerinden olan Ebu Yakub Yusuf b. Yahya el-Buveytî 92 de hocasına uyarak Ramazan ayında hergün bir hatim indirirdi.

Hasan el-Kerabisî 93 şöyle demiştir: 'Çok zaman İmam Şâfiî ile geceleyip gördüm ki, İmam Şâfiî gecenin üçte birinde namaz kılmakla meşgul olurdu. Bütün bu namazlarda, elli ayetten az okuduğuna asla rastlamadım. En fazla okuduğu da yüz ayeti geçmezdi. Rahmetten bahseden ayetleri okuduğu zaman kendisi ve bütün müslümanlar için Allah'ın rahmetini talep eder, azaptan haber veren bir ayeti okuduğu zaman mutlaka azabından Allah'a sığınırdı; kendisi ve bütün müslümanlar için azaptan emin olmayı Allah'tan dilerdi. Sanki onda ümit ve korku birbirlerine yakın iki komşu gibiydi'.

İmam Şâfiî'nin bu uzun namazlarında sadece Kur'an'ın elli ayeti gibi az bir miktarını okumakla Kur'an'ın esrarına vakıf olmakta ne derece ileri gittiğini ve Kur'an'a ne kadar derinlemesine daldığını bir görünüz!

İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Onaltı seneden beri hiçbir zaman doya doya yemek yemiş değilim. Zira tam bir şekilde doymak bedeni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, zekâyı dumura uğratır, uykuyu celbeder ve sahibini ibadet yapmaktan alıkoyar...'

İmam Şâfiî'nin tıka basa yemek yemenin âfetlerinden nasıl çekindiğine bakarak, birtakım hikmetleri anlamaya çalışınız! O, ibadetler için doya doya yemek yemediğim söylüyor. Çünkü ibadetin başı, az yemekle yetinmektir.

İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Gerek doğru ve gerekse yalan, hiç bir şekilde ve hiçbir zaman bütün hayatım boyunca Allah'ın ismiyle yemin etmedim'.

Allah'ı ulu ve büyük görmesinin ve O'na eğilmesinin derecesine bakınız! İmam Şâfiî'nin bu hâli, onun Allah'ın celâli hakkındaki derin ilminin en büyük delilidir.

İmam Şâfiî'ye bir mesele soruldu. Sükût ederek bu suale cevap vermedi. Orada hazır bulunanlardan biri kendisine 'Allah senden razı olsun, neden cevap vermedin?' deyince şöyle buyurdu: 'Acaba fazilet bu suale cevap vermekte midir, yoksa vermemekte mi? İşte bunu düşünebilmek için bekledim'.

Fakihlere en çok musallat olan illetlerden biri olan dilini, nasıl zapt u rapt altına aldığına bakınız! İşte İmam Şâfiî dilini kontrol ettiğini bu hâdisede göstermiş oluyor. Aynı zamanda bu hâdise imam Şâfii'nin sadece Allah nezdindeki sevaba nail olmak için konuşup, sustuğunu göstermektedir.

Ahmed b. Yahya b. Vezir 94 şöyle anlatır: İmam Şâfiî birgün kandiller çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunu yor. Bunu duyan İmam Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi: 'Dillerinizi gıybetten ve ihanetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak suretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saadete ererler'.

İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bir hakîm başka bir hakîme yazdığı mektupta 'Allah sana bir ilim vermiş. Bu ilmi günahların çirkefiyle kirletme ki ehl-i ilinin, ilimlerinin nûru ile yürüdükleri o gün (kıyamet günü) zulmette kalmış olmayasın' diye yazmıştır".

İmam Şâfiî'nin zühdüne gelince, o şöyle demiştir: 'Dünya ile Allah sevgisini bir kalpte barındırdığını söyleyen kimse yalan söylemiş demektir'.

Humeydî 95 şöyle anlatır: İmam Şâfiî bir ara bazı idarecilerle Yemen'e gitti. Oradan da Mekke'ye geldi. O anda elinde onbin dirhem para vardı. Mekke dışında kendisine bir çadır kuruldu. Halk onu grup grup ziyaret etmeye geliyordu. O da gelen fakirlere para dağıtıyordu. O kadar ki, o çevredeki fakirlere vermekten elinde bir kuruş bile kalmamış ve oradan meteliksiz ayrılıp gitmişti.

Birgün İmam Şâfiî hamamdan çıkarken, hamamcıya birçok mal vererek ayrıldı. Elindeki kamçı bir ara yere düştü. Biri yere eğilip kamçıyı alarak kendisine verdi. İmam Şâfiî derhal o adama elli dinar para verdi.

İmam Şâfiî'nin cömertliği burada anlatılanlardan çok daha iyi bilinmektedir. Zaten zühdün başı cömertliktir. Kişi neyi seviyorsa onu elinden kaçırmamaya bakar, Dünya malını ancak dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiler dağıtır. Bu hal zühdün kemâl hâlidir.

İmam Şâfiî'nin zühdünün ne kadar ileri olduğuna, Allah'tan ne kadar çok korktuğuna ve himmetini daima ahirete yönelttiğine delil olmak bakımından şu hikâye yeter de artar bile!

Süfyan b. Uyeyne 96 Rekâik'den aldığı bir hadîsi kendisine rivayet etti. İmam, hadîsi duyar duymaz kendinden geçti. Süfyan'a 'İmam öldü' dendiği zaman Süfyan şöyle buyurdu: 'Eğer Şâfiî bayılmış değil de ölmüş ise, zamanının en faziletli kişisi ölmüş demektir'.

Abdullah b. Muhammed el-Belevî şöyle anlatır: "Ben ve Ömer b. Nebâte oturuyorduk. Aramızda âbidlerden ve zâhidlerden bahsedi yorduk. Bu konuşma sırasında Ömer bana şunları söyledi: 'Muhammed b. İdris Şâfiî'den daha müttaki, daha beliğ, daha fasih bir kimseyi görmedim'. Ben, Ömer ve Haris b. Lebid, birlikte Safa tepesine çıktık. (Hâris b. Lebid, Salih el-Murrâ'nm 97 talebesiydi ve çok güzel bir sesi vardı).

Hâris burada Kur'an'ı Kerim'den şu ayetleri okudu: 'Bugün dilleri tutulacak gündür. (İnkârcılara) izin verilmez ki özür dilesinler' (Mürselât/35-36) Orada bulunan ve ayeti dinleyen Şâfiî'nin benzi sarardı, âdeta tüyleri diken diken oldu. Sonra onun tir tir titreyerek yere serildiğini gördüm. Gözünü açtığı zaman Allah Teâlâ'ya şöyle niyazda bulundu.

Ey yüceler yücesi Allahım! Yalancılardan olmaktan ve gafillerin yüz çevirmelerinden sana ve rahmetine sığınırım! Allahım! Ariflerin kalbi sana eğilmiş, müştekilerin boynu senin rahmetinin önünde bükülmüştür. İlâhi! Cömertliği bana hibe eyle ve beni örtünle setreyle. Mübarek yüzünün keremiyle kusurumu affet!

Abdullah diyor ki: Bu durumdan sonra İmam Şâfiî yürüdü ve biz de arkasından geri döndük. Ben Bağdad'a geldiğim zaman İmam Şâfiî de Irak'ta bulunuyordu. Dicle'nin kenarında abdest alıyordum. Birisi yanımdan geçerken bana seslendi: 'Ey genç! Abdestini güzel al ki, Allah sana dünyada ve ahirette güzellik ihsan etsin'. Başımı çevirip baktığım zaman yanında topluluk bulunan bir zat gördüm. Abdestimi çabucak alarak derhal bu zâtı takip etmeye koyuldum. Bir ara bana dönerek şöyle buyurdu: 'Bir ihtiyacın mı var?' Ben 'Evet, Allah'ın sana öğrettiklerinden sen de bana öğret!' dedim. O 'Bilmiş ol ki Allah'a sadakatle kulluk yapanlar kurtulur. Allah'ın dinine şefkat gösteren felâketten selâmet bulur. Dünyada zâhid olanın gözleri yarın kıyâmet gününde karşılaştığı sevaptan dolayı nurlanır. Daha fazlasını söyleyeyim mi?' Ben 'evet' dedim. O da şöyle dedi: 'Kimde üç haslet varsa o imanını kemâle erdirmiştir, mârufu emr ve tatbik eden, münkeri yasaklayıp sakınan, Allah'ın hududlarını gözetip aşmayan. Daha fazlasını ister misin?' Ben 'evet isterim' dedim. O da şöyle dedi: 'Dünyaya sırt çevir, ahirete yönel! Bütün işlerinde Allah'a doğruluk göster ki kurtulanlarla birlikte kurtulmuş olasın'. İşte bütün bunları söyleyerek uzaklaşıp gitti. O gittikten sonra kim olduğunu sordum. Bana onun İmam Şâfiî olduğunu söylediler".

İmam Şâfiî'nin Kur'an karşısında nasıl bayıldığını ve ayıldıktan sonra neler söylediğini dikkatlice düşünecek olursanız, bütün bu haller İmam Şafiî'nin ne kadar zâhid bir kimse olduğunu size anlatmaya, yeter. Çünkü bütün bu haller onun Allah'tan ne kadar çok korktuğunun apaçık birer delilidir. Böyle bir korku ve zühd ancak Allah Teâlâ'yı çok iyi tanıyanlara ve rilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Fâtır sûresinin 28. ayetinde bu hakîkate şu şekilde işaret buyurmaktadır: 'Allah'tan kulları içinde ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar'.

İmam Şâfiî bu takvâyı ve zühdü selem, icare ve diğer fıkhî bahislerden elde etmemiştir. O takvâsını ancak Kur'an ve Sünnet'ten çıkarmış, ahiret ilimlerinden almıştır. Çünkü geçmişlerin ve geleceklerin ilmi Kur'an'ı Kerim ile Sünnete dayanmaktadır.

İmam Şâfiî'nin kalbin sırlarını ve ahiret ilimlerini bilen bir âlim olduğuna dair delil ise, kendisinden rivayet edilen hükümlerden anlaşılmaktadır:
Rivayet edildiğine göre, İmam Şâfiî'ye riya hakkında sual sordukları zaman hiç düşünmeksizin riyayı şöyle tarif etmiştir: 'Riya bir fitnedir. Bu fitneyi heva ve heves meydana getirmiş ve âlimlerin kalp gözlerini tıkayarak görmelerine mâni olmuştur. Âlimler nefislerinin arzusuna uyarak bu perdeye bakmışlar ve bütün amelle
Yine İmam Şâfiî şöyle buyurur: 'Amelini kibir ve gururun zedeleyeceğini hissedip korktuğun zaman, kimi razı etmek istediğine dikkat et! Hangi sevabı istediğini keşfetmeye çalış. Hangi cezadan korktuğunu araştır. Neden dolayı şükrettiğini anlamaya çalış. Hangi belâdan dolayı hatırlamış olduğunu tahkik et. Sen bu hasletlerden biri hakkında bile düşündüğünde amellerin gözünde küçülür'.

İmam Şâfiî'nin riyanın hakikatlerini nasıl belirtmiş olduğunu ve ayrıca riya kadar tehlikeli olan kibir ve gururun ilacını nasıl gösterdiğini düşün de, onun bu sahadaki büyük ilmini takdir et!
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Nefsini günahlardan korumayana ilim bir fayda sağlamaz'.

Yine İmam Şafiî şöyle buyuruyor: 'İlmiyle Allah'a itâat eden, ibadetinin mânevî zevkine erer'.

Yine kendileri şöyle demiştir: 'Bu yeryüzünde dostu veya düşmanı olmayan hiç kimse yoktur. Madem ki durum böyledir sen, kendini Allah'ın ibadetine adayanlarla birlikte ol!'

Abdülkâhir b. Abdülâziz salihlerdendi ve çok muttaki bir kimseydi. İşte bu muttaki zat takvâ hakkında İmam Şâfiî'ye birçok sual sorardı. İmam da bu zâtın suallerine takvasından dolayı usanmadan cevap verirdi. Bu zat günün birinde İmam Şâfiî'ye şu suali sordu: 'Sabır mı, mihnet mi yoksa temkin mi daha üstün dür?'
İmam ise şöyle cevap verdi: Temkin peygamberlerin derecesidir. Temkin derecesine ancak Mihnet'ten sonra varılır. O hale eren kimse imtihana çekildiği zamanlarda sabreder. Sabrettiği zamanlarda ise temkine varmış olur. Ey Abdülkâhir! Görmez mi sin? Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü İbrahim'i (a.s) önce denedi. Sonra da temkin mertebesine ulaştırdı. Hz. Musa'yı da önce imtihan etti, sonra temkin derecesine vardırdı. Hz. Eyyûb'u da önce imtihandan geçirdi, sonra temkin'e vardırdı. Yine Hz. Süleyman'ı da imtihan ettikten sonra temkin derecesine vardırdı ve kendisine mülk ihsan eyledi. Demek oluyor ki temkin derecelerin en üstünü ve en efdali dir. 'İşte Yusufu böylece Mısır'a (temkin edip) yerleştirdik!' (Yusuf/21). Hz. Eyyûp büyük imtihandan sonra temkin mertebesine vardi. Allah. Teâlâ Hz. Eyyûb'un başından geçen bu imtihan ve temkini Kur'an-ı Kerîm'de aynen şöyle ifade buyurmaktadır: 'Bizde duasını kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha verdik'. (Enbiya/84)

İmam Şâfiî'nin verdiği bu cevap, Kur'an'ın sırlarını ve Allah'a yönelen enbiya ve evliyanın derecelerini ne denli bildiğini göstermektedir. Bu ise ahiret ilimlerini bilmenin bir sonucudur.

İmam Şâfiî'ye 'Bir kişi ne zaman âlim olur?' diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'İlmini derinleştirip, diğer âlimleri tedkik ettiğinde hangisinin bilip, hangisinin bilmediğini anladığında...'

Hekîm Calinos'a 'Sen bir hastalık için niçin birçok ilaçtan mürekkeb bir tedavi usûlü tavsiye ediyorsun' diye sorulunca, o bu sözü söyleyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Gayeye bir ilaç da vardırır. Ancak o bir ilaca birçok ilacın eklenmesi hastanın hiddetini dindirmeye yarar. Zira teklik öldürücüdür'.İmam Şâfiî'nin bu ve buna benzer daha nice sözleri, onun marifetullah' ta ve Ahiret İlmi'nde ne denli yüksek mertebelere çıkmış olduğunu göstermektedir.

İmam Şâfiî'nin Fıkıh'tan ve fıkhî konulardaki münazaralardan sadece Allah'ın rızasını kastettiğine bir delil gösterelim.
Kendisi şöyle buyurmuştur: İsterdim ki herkes bu ilimden (fıkıh ilminden) menfaat görsün de bana bu menfaatin zerresi dahi isabet etmesin; hiçbir şeyi bana nisbet edilmesin'.
Dikkat edilecek olursa, İmam Şâfiî'nin ilimden doğacak olan âfeti ve ilmi şöhret elde etmek için istemenin felâketini nasıl idrâk etmiş olduğu, ilmi sadece Allah için istediği, ilimden gelecek olan şöhrete ise hiç iltifat etmeyip, kalbini benliğin her çeşidinden arındırdığı açıkça görülecektir.

İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kimle konuştuysam ilmî münazarada muvaffak olmasını, doğru yolda gitmesini ve Allah'tan yardım görmesini, Allah'ın muhafazası altında olmasını niyaz ettim. Kimle ilmî bir münazara yapmış isem, Allah Teâlâ'nın onun diliyle mi, yoksa benim dilimle mi hakkı açığa çıkaracağını bir an bile kendime mesele edinmedim'.

Yine şöyle buyurmuşlardır: 'Hak ve hakikatı hangi âlime söylemişsem ve o söylediğim kimse de hakkı kabul etmişse, mutlaka onu büyük saydım ve onun sevgisinin bana gerekli olduğuna inandım. Benimle hak ve hakîkat konusunda haksız yere tartışarak hakkı kabul etmeyen kimseler ise gözümden düşmüş; hakkı kabul etmedikleri için kalbimde onlara karşı en küçük bir sevgi kalmamıştır'. Bütün bunlar İmam Şâfiî'nin Fıkıh'ta ve fıkhî münazaralarda dahi sadece Allah'ın rızasını aradığının açık birer delilidir.

Dikkat edecek olursanız, İmam Şâfiî'den sonra gelen ve sözde onun yolunda olduklarını iddia edenler, yukarıda bahsi geçen beş hasletten ancak birinde ona tâbi olmuşlardır. Hatta sonradan o bir haslette bile kendisine muhalefet etmişlerdir.
İşte Ebu Sevr 98 'Ben Şâfiî gibi ne bir kimseyi gördüm ve ne de başkaları onun gibisini bir daha göreceklerdir' sözünü bu sırra binaen söylemiştir.

Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda Şafiî'ye dua ediyorum'. Dua edenin kadirşinaslığına, insafına ve dua edilenin de yüksek derecesine dikkat ediniz! Onunla günümüzdeki âlimleri, fakihleri bir kıyas edin ve bu devirdeki âlimlerin aralarındaki buğz ve nefreti bir düşünün ki, bunların 'Biz Şâfiî gibilerin yoluna uymaktayız' sözlerinin ne kadar samimiyetsiz olduğunu anlayabilesiniz.

Ahmed b. Hanbel, imam Şâfiî'yi dualarında çokça andığı için oğlu kendisine 'Şâfiî nasıl bir kimse idi ki sen ona bu kadar dua ediyorsun? diye sorunca, Ahmed b. Hanbel oğluna şu cevabı verir: 'Ey oğlum! İmam Şâfiî dünya için bir güneş ve insanlar için de bir âfiyet kaynağı gibiydi'.

Tüm bu rivayetler sizlere günümüzdeki âlimlerin İmam Şâfiî ile Ahmed b. Hanbel'in halefi olup olmadığını göstermektedir.
Yine İmam Hanbel 'Eline kalem alan herkesin üzerinde mutlaka İmam Şâfiî'nin hakkı vardır' demiştir.

Yahya b. Said el-Kattan" şöyle der: 'Kırk seneden beri her kıldığım namazda mutlaka İmam Şâfiî'ye dua ederim; zira Allah Teâlâ ona ilim kapısını açmış ve onu fıkıh ilminde başarılı kılmıştır'.imam Şâfiî hakkında naklettiğimiz bu rivayetlerle yetinelim; zira ona ait hasletler saymakla ve yazmakla bitmez. Burada naklettiğimiz menkıbeleri

Şeyh Nâsir b. İbrâhim el-Makdisî nin100 İmam Şâfiî hakkında telif ettiği Menakıb adlı eserinden almış bulunmaktayız.

Allah Teâlâ, İmam Şafii den ve bütün müslümanlardan razı olsun!


91) Künyesi Rebî b. Süleyman b. Abdülcebbar b. Kâmil el-Muradi'dir, Hicretin 174. yılında doğmuş ve 204'de Şevval ayının 21. gecesinde vefat etmiştir.
92) Buveytî, Mısır'ın Buveyt köyündendir. Âlim, âbid ve zâhid bir kimseydi.
93) Ebu Ali Hasan b. Ali b. Yezid el-Kerabisî büyük bir imamdır. Önceleri Ebu hanife'den ders almış sonra imam-ı Şafii den ders alarak ona tâbi olmuştur. Hicretin 245. yılında vefat etmiştir.
94) Künyesi Ahmed b. Yahya b. Vezir b. Süleyman b. Muhacir el-Mısrî'dir. Hicretin 171. yılında doğmuş, 251'de ve Şevval ayının altısında vefat etmiştir.
95) künyesi Ebu bekr Abdullah, b. zübeyr b. İsâ'dır. Küreydin Esed kabilesindendir. Mekke'de hicretin 219. yılında vefat etmiştir.
96) Künyesi Ebu Muhammed'dir. Hicretin 198. yılında ve Receb ayında vefat, etmiştir.
97) Künyesi Salih b. Beşir b. Vadi' b. Ebîl-Ek'as'dır. Hicretin 188. yılında vefat etmiştir.
98)künyesi Ebu Seyr İbrahim b. Halid b. Yamandır. Hicretin 240.yılında vefat etmiştir.
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İmam Mâlik

İmam Mâlik'e gelince, o da İmam Şafiî gibi bahsettiğimiz beş haslet ile donatılmıştı.

Kendisine 'Ey İmam! İlim talebi hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda, İmam Mâlik şu cevabı vermiştir: 'Güzeldir, fakat sabahtan akşama kadar sana ilimden ne gerekiyorsa, sen o kadarına sarıl!'

İmam Mâlik, din ilminin tâzim edilmesi hakkında ifrat dene cek şekilde hareket ederdi. O kadar ki, bir hadîsi rivayet etmek istediği zaman önce abdest alır, sonra o meclisin en yüksek yerinde oturur, sakalını tarar, kokular sürer, heybetli bir vaziyet aldıktan sonra kelimelerin üzerine basa basa Allah Rasûlü'nün sözlerini rivayet ederdi. Bu hali kendisine sorulduğunda 'Allah'ın Rasûlü'nün mübarek sözlerine tâzim etmeyi sevdiğim için böyle davranıyorum' cevabını vermiştir.

İmam Mâlik şöyle demiştir: 'İlim nûrdur. Allah o nûru dilediği yere bırakır. Bu nur ise çokça rivayette bulunmaya bağlı değildir'.

İmam Mâlik'in ilme gösterdiği bu ihtiram ve tâzim, Allah'ın celâlini bütün dehşetiyle bilmesinden kaynaklanmaktadır.

İmam Mâlik'in, ilmiyle sadece Allah'ın rızasını aradığını bize bildiren en müşahhas delil, 'Din hususunda cedel, insana hiçbir şey kazandırmaz' sözüdür.

İmam Malik'in bu yönüne, talebesi İmam Şafiî'nin şu sözleri de delâlet etmektedir: 'Benim de hazır bulunduğum bir mecliste İmam Mâlik'e kırksekiz sual soruldu. İkisi hariç hepsine La Edri (Bilmiyorum) cevabını verdi'.

İlmiyle Allah'ın rızasını aramayan kimseler, kolay kolay 'Bilmiyorum' diyemezler; zira böyle söylemeyi gururlarına yediremezler.

İşte bu sırrı anlatmak için İmam Şâfiî "Âlimler arasında, İmam Mâlik delici bir yıldız gibiydi. Benim için ilim hususunda İmam Mâlik'ten daha emin biri yoktur bu dünyada. (Başka bir rivayete göre; 'Benim İmam Mâlik'ten daha çok minnet duyduğum bir âlim yoktur')" demiştir.

Rivayet edildiğine göre Halife Ebu Cafer El Mansur,(101) 'Karısını boşanmaya zorlayan kişinin karısı boşanmaz' hadîsini İmam Mâlik'in rivayet etmesine zorla mâni olmuştur.

İmam Mâlik'in bu hadîs hakkında ne düşündüğünü anlamak için adamlarından birini gizlice göndererek bu konuda İmam Mâlik'e sual sordurmuştu. İmam Mâlik ise halkın huzurunda sual soran kişiye 'Karısını zorla boşayan bir kimsenin talâkı düşmemiştir' diye cevap verdi. Bunun üzerine devrin sultanı olan Ebu Cafer, İmam Mâlik'i kırbaçlatmıştı. Fakat o bütün bu işkencelere rağmen, o hadîsi nakletmekten bir an bile geri durmamıştı.

İmam Mâlik şöyle buyurmuştur: 'Kişi konuşmalarında, doğru ise Allah Teâlâ onun aklını korur. Ne kadar yaşlanırsa yaşlansın aklına bir eksiklik gelmez'.

İmam Mâlik'in dünya hakkındaki zühdüne gelince; o, zühdün zirvesine çıkmıştı.

Nitekim bunu şu rivayet açıkça ispatlamak tadır:
Emîr'ul-Mü'minîn el-Mehdî (102) İmara Mâlik'e şöyle sorar: 'Evin var mı?' İmam Mâlik 'Hayır evim yok. Fakat size ev meselesiyle ilgili bir hadîs nakledeyim; 'Ben Rabia b. Ebi Abdurrahman'dan dinledim, şöyle demişti: 'Kişinin nesebi onun evidir'.(103)

Hârun Reşid. İmam Mâlik'e şöyle sorar: 'Evin var mı?' imam Mâlik 'Hayır yok' der. Bu cevabı alan Hârun Reşid, İmam Mâlik 'e üç bin dinar vererek 'Bununla kendine bir ev al der.

İmam Mâlik, Harun Reşid'den parayı alır, fakat parayı ev almak için sarfetmez. Harun Reşid Bağdad'a dönmek istediğinde İmam Mâlike kendisiyle birlikte Bağdad'a gelmesini söyler: Ben herkesi senin Muvatta adlı kitabına tâbi kılmak istiyorum. Tıpkı Hz. Osman'ın herkesi istinsah ettirdiği mushaflara zorlaması gibi...'

Bu söz üzerine İmam Mâlik, Harun Reşid'e hitaben şöyle der: 'Herkesi benim Muvatta adlı kitabıma zorlamak imkânsız bir iştir. Çünkü Hz. Peygamberin ashabı onun ölümünden sonra dünyanın dört bir bucağına yayıldılar. Hz. Peygamberin hadîslerim gittikleri diyarlara yaydılar. Bu nedenle her belde halkında ayrı ayrı ilim vardır. Hz. Peygamber 'Ümmetimin ihtilâfından rahmet doğar'(104) buyurmuştur. Seninle birlikte hükümet merkezine gelmeme de imkân yoktur.

Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
'Eğer bilseler, Medineli Münevvere onlar için daha hayırlıdır'.(105)

'Demircilerin körüğünün, demirin pasını temizlediği gibi, Medine i Münevvere de (günahkâr kulları) günahlarından öylece temizler'.(106) Buyurun, şunlar bana vermiş bulunduğunuz dinarlarınız! Bana verdiğiniz bu şeyleri ister geri alın, ister bırakın'.

İmam Mâlik bu sözleriyle Hârun Reşid'e şunları anlatmak istiyordu: 'Bana yaptığın iyiliğin karşılığı olarak beni Medine'den ayırmak istiyorsun. Bana bütün dünyayı verseniz Hz. Peygamberin şehri olan Medine'den ayrılmam'.

İşte İmam Mâlikin dünyaya karşı zühdü bu derecedeydi. İlmi ve talebeleri, dünyanın her tarafına yayıldığı sıralarda dünyanın her tarafından kendisine bolca para akmaktaydı. Fakat o kendisine gelen bütün paraları Allah yolunda sarfederdi. Onun cömertliği, dünyayı az sevdiğine ve zühdüne delâlet eder. Zâhidlik sadece malı sarfetmekten ibaret değildir. Zâhidlik, aynı zamanda kalbi mal sevgisinden uzak tutmaktır. Nitekim peygamberlerin en zengini olan Hz. Süleyman, mülk ve serveti hususunda çok zâhid bir kişi idi.

İmam Mâlik'in dünyayı hakir gördüğünün delili olarak İmam Şâfiî'den gelen şu rivayet yeterlidir: "İmam Mâlik'in kapısında Horasan diyarının küheylan atlarından ve Mısır'ın meşhur katırlarından öylelerini gördüm ki, onlardan daha güzelini hiçbir yerde görmemiştim. Bunları gördüğümde hocam İmam Mâlik'e 'Bunlar ne güzel şeyler' dedim. O bu sözümü işittiği zaman şöyle dedi: 'Ey Ebu Abdullah,! Onlar benden sana hediye olsun'. Ben de ona 'Bari binmeniz için kendinize birini bırakın' dedim. O 'Allah'ın Rasûlü'nün gömülü bulunduğu bir toprakta binekli olarak dolaşmaya utanırım' dedi".
İmam Mâlik'in cömertliğine bakınız ki; elindeki servetin tamamını birden hediye edebilmektedir. Üstelik Medine-i Münevverinin topraklarında binekli olarak dolaşmayı hürmetsizlik kabul ettiği için o topraklara hayvan ayağıyla basmak istemiyor.

Onun sadece Allah'ın rızası için ilim talep ettiğini ve dünyayı bir hiç mesabesinde gördüğünü ispatlayan delillerden biri de şudur:İmam Malikin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Harun Reşid'in huzuruna girdim. Bana 'Ey Ebu Abdullah! Bize sık sık gelmen gerekir; zira çocuklarımın senden Muvatta'yı dinlemesini istiyorum' deyince, ona şöyle cevap verdim: 'Allah Teâlâ Emîr'ul Mü'minîn'i aziz etsin. Bu ilim siz ehl-i beyt'ten gelmiştir. Eğer siz bu ilme hürmet gösterirseniz, bu ilim hürmet görür. Bu nedenle ilmin ayağına gidilmesi gerekir, ilim insanın ayağına gelmez'. Benim bu sözümü dinleyen Emîr'ul-Mü'minîn 'Doğru söylüyor sun yâ Mâlik!' diye mukabele etti. Sonra çocuklarına dönerek 'Mescide giderek halkla beraber İmam Mâlik'in derslerini dinleyin' diye emir verdi".


99) Künyesi Ebu Said'dir. Hadîs hafızıdır. Hicretin 158. yılında doğmuş ve 98) yılında vefat etmiştir.
100) Bu zat birçok İslâm beldesini gezerek âlimlerden ders almıştır. Zahidlikte, kitap yazmada ve selefe uymada emsalsizdi. Sayısız kitap telif etmiştir hicretin 506. senesinde Şam'da vefat etmiştir.
101) künyesi Ebu cafer abdullah b. Ah b. Abdullah b. Abbas'dır. Hz. Abbas'ın neslinden gelen Abbasî halifelerinin ikincisidir.
102) Künyesi el-Mehdi Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Abdullah b. Abbas tır. Abbasî halifelerinin üçüncüsüdür.
103) Bu bir hadis değil, İmam Mâlik'in ismini verdiği Rabia'nın sözüdür, Bu söze mecaz yoluyla hadîs denmiştir. Bu sözün sahibi olan Rabia, Medine'nin meşhur âlimlerindcndir. Hicretin 130. yılında el-Enbarda vefat etmiştir.
104) Beyhaki, el-Eş'arıyye ve ayrıca bkz. el-medhal (İbn Abbas'dan)
105) ibn ebi Hatim, el-cerh ve ta'dil, (İmam Mâlik'den)
106) İbn Esir ve İmam Mâlik, (Ebu Hüreyre'den); Buharî, Müslim ve Nesâî
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


İmam Ebu Hanife

İmam Ebu Hanife âbid, zâhid, Allah'ı bilen, Allah'tan korkan ve ilmiyle sadece Allah'ın rızasını murad eden bir zât idi.Onun büyük bir âbid olduğu şu menkıbesinden açıkça anlaşılmaktadır:

İbn Mübârek (107) şöyle der 'Ebu Hanife büyük bir mürüvvete sahip ve çokça ibadet eden bir zât idi'.

Hammad b. Ebi Süleyman (108) Ebu Hanife'nin (ömrünün son günlerinde) bütün geceyi ibadetle geçirdiğini rivayet etmiştir.

İmam A'zam, hayatının ilk devrelerinde gecelerinin yarısını ibadetle ihya ederdi. Bir gün yoldan geçerken bir adam kendisini yanındakilere göstererek şöyle söyledi: İşte bu zat bütün geceyi ibadetle ihya eden bir kimsedir'. Bu sözü duyan İmam A'zam o günden itibaren kendisi hakkında bu bilgiyi taşıyan adamı yalancı çıkarmamak için bütün gecelerini ibadetle ihya etmeye başladı ve 'Ben halkın beni bende olmayan vasıflarla övmesinden dolayı Allah Teâlâ'dan utanırım' dedi.

Rebî b. Asım (109) şöyle anlatır: 'Yezid b. Ömer b. Hubeyre, beni Ebu Hanife yi onun huzuruna getirmem için gönderdi. Vezir, Ebu Hanife ye Beytülmal nâzırı (Mâliye Vekili) olması için teklifte bulundu. Ebu Hanife vezirin bu teklifini reddetti. Teklifini reddettiği için vezir ona yirmi değnek vurarak cezalandırdı.

İmam A'zam'ın işkence çekmek pahasına makam ve mansıbdan nasıl kaçtığına çok iyi dikkat edilmelidir.

Hakem b. Hişam Sakafi (110) 'Şam'da bulunduğum bir sırada bana, Ebu Hanife'nin devrimizin en emin insanı olduğunu söylediler' demiş ve şu menkıbeyi anlatmıştır: "Devrin sultanı Ebu Hanife'ye Beytülmal nâzırlığı teklif etmiş ve 'Şayet benim bu teklifimi kabul etmezsen seni kırbaçlatırım' diyerek onu tehdit etmeyi de ihmal etmemişti. Ebu Hanife ise, onun vuracağı kırbaçların acısını Allah'ın kendisine vereceği azabın acısından daha hafif bulduğu için dünya azabını tercih etti ve hükümdarın kendisine teklif ettiği görevi reddetti".

İmam A'zam hakkında İbn Mübârek'in yanında bir söz açılınca İbn Mübârek şöyle der: 'Siz öyle bir kişiye kötülük yakıştırıyorsunuz ki, bütün dünya ona ait olmak istedi, fakat o, Allah'tan korkarak kendisini isteyen bu dünyadan kaçtı'.

Muhammed b. Şücâ'dan ve bir kısım arkadaşlarından rivayet edildiğine göre, Ebu Hanife'ye 'Emîr'ul-Mü'minin Ebu Cafer Mansur size on bin dirhem verilmesini emretmiştir' denildiği za man Ebu Hanife 'Ben bu parayı kabul etmem' diye razı olmadığını izhar eder. Fakat sultanın bu parayı kendisine göndereceği günün sabahı, namazını kılar ve sonra elbisesine bürünerek sessiz sedâsız yatağına girer ve kimseyle konuşmaz. Bu esnada Hasan b. Kahtebe'nin (111) bir adamı, yanında bahsi geçen parayı getirerek Ebu Hanife'nin huzuruna girer.

İmamın yanında bulunanlardan bazıları devletin gönderdiği elçiye 'Ancak arada sırada ve pek az konuşabiliyor' derler ve ilâve ederler:'Sizin anlayacağınız kendisine bir hastalık ârız olmuştur; bu hastalık ârız olduğundan bu yana hâli hep böyledir'. Parayı getiren elçi 'O halde getirdiğim parayı şu keseye koyup evin bir kenarına bırakın ve iyileştiği zaman da kendisine teslim edin' der,

Bu hal karşısında İmam A'zam, terekesi hakkında oğlu Hammad'a şu vasiyette bulunur: 'Öldüğüm zaman beni defneder etmez bu paraları al, Hasan b. Kahtebe'ye götür ve ona de ki: 'Ebu Hanifenin yanında emanet olarak bıraktığınız şu paranızı geri alın.

Oğlu Hammad şöyle anlatır: 'Babamın vasiyetim aynen tatbik ettim. Bunun üzerine Hasan bana dedi ki: 'Allah'ın rahmeti babanın üzerine olsun. O, dini hakkında çok sıkı idi...'


Ebu Hanife Kadı'ul-Kudal (Şeyhülislâm) olmaya dâvet edildiğinde şunları söylemiştir: 'Ben bu vazifeye lâyık değilim'. Neden lâyık olmadığı sorulduğu zaman da şu cevabı vermiştir: 'Eğer doğru isem bu vazife için ben işe yaramam; şayet yalancı isem bir yalancının kadı olması yanlış bir iş olur'.
Âhiret yolunu, din işlerim ve Allah Teâlâ'nın sıfat-ı ilâhîyelerini bilmesine gelince, dünyadaki zühd ve takvâsı ve Allah'tan şiddetle korkar olması bunun açık bir delilidir.


İbn Cüreyh (112) şöyle der: 'Sizin şu Kûfeli Nûman b. Sâbit'ten bahsedenler, hep onun Allah'tan şiddetle korktuğunu söylüyorlar'.

Şerik en-Nehaî (113) şöyle demiştir: 'Ebu Hanife çok susardı, daima düşünceliydi ve halk ile az konuşurdu'.Bu durumu, onun Bâtınî İlim e sahip olduğunun en bariz delilidir. O, dinin en mühim ve "hayatî konularıyla ilgili meseleleri üzerinde düşünür ve netice çıkarmaya çalışırdı. Çünkü susmasını bilip, sükût eden kimseye ilmin tamamı verilmiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz menkıbeler sözü edilen üç büyük imamın hallerinden sadece birer küçük bölümdür.


107) Künyesi İbn Mübârek b. Vadih el-Hanzelî'dir. Muhaddislerin Sultanı kabul edilir. Hicretin 181. yılında ve 63 yaşında vefat etmiştir. Ebu
Hanife'nin talebelerindendir. Hocasının ilminden birçok bilgiler nakletmiş ve onun rahle-i tedrisinde uzun zaman kalmıştır,
108) Asıl ismi Müslim'dir, Kûfelidir. Sahabe'den Ebu Musa el-Eş'ari'nin azadlısıdır.
109) Bazı nüshalarda er-Rebî b. İsmail Ebu Asım diye geçmektedir.
110)Aslen Kûfelidir, Bilahare Şam'a yerleşmiştir.
111) Abbasî devletinin hükûmet erkânından biridir.
112) Mekkelidir. Büyük âlimlerdendi ve ünlü bir fakihti. Hicretin 149, yılında vefat etmiştir.
113) Künyesi Şerik b. Abdullah b. Ebi Şerik'tir. Aslen Kûfelidir. Buhara şehrinde hicrî 95 yılında doğmuş, hicretin 177. yılında vefat etmiştir.
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


Ahmed b. Hanbel ve Süfyan es-Sevrî

Ahmed b. Hanbel ve Süfyan es-Sevrî'ye gelince, bu iki imamın takipçileri diğer üç imamınkinden daha azdır. Hele Süfyan'a tâbi olanlar hemen hemen hiç kalmamıştır. Fakat bu iki zâtın takvâsı ve zühdü apaçık ortadadır. Şu kitabımızın birçok bölümlerinde bu iki zâtın fiillerinden ve sözlerinden sık sık bahsedilmektedir. Bu bakımdan acele edip onlara ait menkıbeleri şuracığa sıkıştırmak lüzumsuz bir hareket olur.

Bu nedenle şimdilik sözünü etmiş olduğumuz üç imamın hallerine bakarak derin derin düşününüz! O zaman göreceksiniz ki bu haller, sözler ve fiiller, sadece fıkıh il minin Lian, İla, Zihar, İcare ve Selem gibi fer'î meselelerine vakıf olmaktan dolayı elde edilecek şeyler değildir. Çünkü bu ilimler veya bu ilimlerden daha şerefli ilimler insana bu semereleri vermez. Bunlar sadece dünyadan yüzçevirmiş ve yalnız Allah'a gönül vermiş kimselerin halleri, sözleri ve fiilleridir.
Bir de bu zatların peşinden gittiğini iddia edenlerin hallerine bakınız, hiç sözlerinde bir doğruluk payı var mı? Söyledikleri yalan mı, değil mi bir düşünün!.

Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler

Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler, Bir Kısım İlimlerin Mezmûm Sayılmasına Neden Olan Faktörler, Fıkıh, İlim, Tevhid, Tezkir ve Hikmet gibi Terimlerin Anlamı ve Bugün Aslî Mânâlarına Uygun Bir Şekilde Kullanılmadıklarının Beyanı, Şer'î İlimlerin Makbul ve Mezmûm Olanları; Ne Kadarının Makbul ve Ne Kadarının Mezmûm Olduğu

Mezmûm İlimlerin Yerilmesinin Nedenleri

Şöyle demeniz mümkündür: 'İlim birşeyin hakikatini bilmek demektir. Bu mânâda olan ilim Allah'ın sıfatlarındandır. Birşey ilim olduğu halde nasıl olur da çirkin olabilir?' Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkündür: İlim, hiçbir surette salt ilim olması bakımından mezmûm/çirkin olmaz.

Fakat üç sebebe binaen bazı kullar hakkında mezmum addedilir.

1. Sahibini veya başkalarını kötüye sevkeden ilim. Sihir ve büyü ilmi buna örnek olarak verilebilir. Çünkü bu ilimler birer ilim kabul edildiği halde kötülenmiştir. Bu ilimlerin var olduğunu Kur'an tasdik etmektedir. Yine Kur'an bu ilmin eşlerin arasını açtığını bile zikretmektedir. (Bkz. Bakara/102)Aynı zamanda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığı ve bu sihirle hastalanarak yatağa düştüğü, bilinen gerçeklerdendir.114 Bunu bizzat Cebrail söylemiş ve sihri orada bulunan bir kuyunun derinliklerindeki taşın altından çıkarmıştır.

Sihir ilmi, cevherlerin özelliğinden, yıldızların doğuş merkezlerini hesap etme inceliklerini bilmekten elde edilen bir ilimdir.

Hususiyetleri bilinen bu cevherlerden, sihre tutulması istenen kişinin şeklinde bir iskelet yapılır ve herhangi bir yıldızın hususî bir vakti gözetlenir. Beklenen vakit gelir gelmez iskeletin üzerine küfürden, şeriata muhalif olan fuhşiyattan bazı kelimeler hecelenir, bu hecelenen kelimeler vasıtasıyla şeytanların yardımına mazhar olunur. Bütün bunlardan sonra, Allah'ın âdetleri icra ettiği hükmüne istinaden o sihir yapılan kişide garip durumlar belirmeye başlar. İşte bütün bu sebepleri öğrenmek mezmum değildir. Fakat bu bilinenler sadece halka ve diğer insanlara zarar vermeye vesile olur. Şerre vesile olan elbette şerr olur ve böylece mezmûm sayılır.

Sözgelimi biri, bir veliyi öldürmek kasdıyla tâkib eder. Veli ise görünmeyecek şekilde kapalı bir yere gizlenir. Onu tâkib eden zâlim, velinin yerini sorduğu zaman, ona velinin yerini söylemek çok çirkin bir hareket olur. Çünkü böyle bir hareket, zâlimin veliyi öldürmesine sebep olabilir. Dolayısıyla burada zâlimi, velinin tam tersi istikamete yöneltmek vâcibdir. Fakat bu zâlime yardım etmek; yâni bildiği şeyi söylemek bir ilim ise de, şerre yol açtığı için mezmûm'dur.

2. Sahibine kârdan fazla zarar veren ilimdir. Astronomi gibi... Bu ilim, ilim olmak hesabıyla zararlı bir ilim değildir. Çünkü ikiye ayrılır:

a) Hesab İlmi Allah Teâlâ Kur'an'da güneşin ve ayın bir hesab ile sey rettiğini söylemektedir.
Güneş ve ay (kendi menzillerinde yaptıkları hareketler bir hesab iledir. (Rahman/5)

Aya da menziller (miktarlar) takdir ettik. Nihayet kurumuş eski hurma dalı gibi oldu.(Yâsîn/39)

b) Ahkâm İlmi

Bu ilmin özeti hâdiselerin oluşunu sebeplere bağlamaktır. Doktorun nabız yoklamasıyla muhtemel hastalığı keşfetmesine benzer. Bu ilim, Allah'ın kendi yarattığı varlıklar hakkındaki sünnet ve âdetinin cereyan tarzını bilmektir. Fakat bu ilmi, şeriat (bir hikmete binaen) zemmetmiştir.

Kader zikredildiği zaman, kadere dalmaktan kendinizi alıkoyun. Yıldızlar zikredildiği zaman, kendinizi sakının. Ashabım zikredildiği zaman (onların arasındaki hâdiseleri kurcalamaktan) sakının!115

Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:
1. İdarecilerin zulmü,
2. Yıldızlara inanmak,
3. Kaderi yalanlamak.116

Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Yıldızlardan ancak karada ve denizde size yarayacak kadarını öğrenin, gerisinden ise sakının'.Hz. Ömer'in bizi yıldız ilminin kara ve denizlerde işimize yarayacak kısmından başkasını elde etmekten alıkoyması üç sebebe da yanır:
a) Halkın çoğuna zarar verir. Çünkü halka 'Şu olaylar falan yıldızın hareketinden meydana geliyor' dendiğinde, halkın kalbinde yıldızların tesir edici ve tasarruf sahibi birer ilâh oldukları kanaati yerleşmektedir. Özellikle yıldızların semavî birer cevher oldukları hususu da bu kanaati iyice desteklemektedir. Böyle olunca yıldızların tesiriyle insanların zihinleri çeliniyor ve onlara bağlanıyorlar insanlar. O kadar ki hayrı ve şerri; ümit veya ümit sizliği onlardan beklemeye başlıyorlar. Böylece Allah'ın zikri kalplerden siliniyor. Çünkü zayıf olan kimse daima vasıtalara bakar; bir türlü o vasıtanın esas müessirine bakmaya gücü yetmez. Güneşin, ayın ve yıldızların Allah Teâlâ'nın birer teshir edilmiş mahlûku olduğunu sadece ilimde derinleşmiş âlimler bilebilirler.

Zayıf bir insanın, ışıkların ancak güneş doğduktan sonra etrafı aydınlattığını görmesi, karıncanın şu hâline ne kadar benzer: Bir kâğıdın üzerinde bulunan karıncaya akıl ihsan edilse de o kâğıdın üzerindeki yazıları okuma kabiliyeti kazandırılsa; yazıların arka arkaya kâğıt üzerinde sıralanışını kalemin işi zanneder. Çünkü o kâğıt üzerine yazıyı yazan olarak yalnız kalemi görmüştür. Kalemin daha üstüne bakıp, onu tutan parmakları göremez. Hele hele parmakların yukarısında bulunan eli ve o eli idare eden ira deyi hiç göremez. O iradeyi taşıyan yazarın varlığını, o yazara bu kabiliyet ve hassasiyeti veren hakikî kudret ve kuvvet sahibini, hiç bir şekilde idrâk edemez.

İşte tıpkı bu karınca misâlinde olduğu gibi, halkın dikkati çoğu zaman enginlerde ve yakın sebeplerde kalır. Bu sebepleri aşıp, se beplerin asıl müessirine varmaya muvaffak olamaz.İşte yıldızların ilmine dalmayı yasaklayan sebeplerden biri budur.

b) Yıldızlara bakarak netice çıkarmak tahminden başka birşey değildir. Ne zan ve ne de yakîn olarak insanlar tarafından açık birşey bilinmemektedir. O halde yıldızların doğuşu sebebiyle ortaya atılan hüküm, cahilâne bir hükümdür ki, böyle bir hükmün hiçbir değeri yoktur. Cehalete yol açtığı için zemmedilmiştir. Yoksa mü cerred olarak zemmedilmiş değildir.Bu ilimle elde edilen mârifetlerin Hz.idris'in mucizesi olduğu kuvvetle rivayet olunmaktadır. Fakat Hz. İdris'in meşgul olduğu yıldız ilmi, günümüzde tamamen inkiraza uğramış ve yok olup gitmiştir.

Müneccimin yapmış olduğu tahminlerin bazen doğru çıkması, sadece bir tesadüften ibarettir. Zira müneccim, bir kısım sebeplere muttali olur. Muttali olduğu sebeplerden meydana gelen şartların arkasından bakar, birçok şartların gelmesiyle ancak müsebbeb meydana gelir. Bu şartların hakikatine muttali olmak beşerin kudreti dışında bir keyfiyettir. Kazara ve tesadüfen Allah Teâlâ'nın bütün bu sebeplerin geri kalan kısımlarını takdir ettiği bir âna, müneccimin hükmü tesadüf ederse, müneccim hükmünde doğru sayılır, tesadüf etmediği takdirde ise müneccim yanılmış sayılır. Müneccimin bu durumu tıpkı bulutların toplandığını görerek, yağmurun yağacağına hükmeden bir insanın durumuna benzer.

Fakat çoğu zaman bulutlar dağılarak yağmurun yağacağı sonucuna varan kimseleri yanıltır. Bazı zamanlar bunun aksi de olur ve yağmur yağar. İşte nasıl sadece bulutların bir araya gelmesi yağmurun yağmasına kâfi gelmiyor ve daha bilinmeyen sebepler de gerekiyorsa; bir kaptanın esintiye bakarak bir tehlike görmemesi, bir gemicinin tecrübelerine dayanarak vermiş olduğu 'gemi batmaz' hükmü de tıpkı böyledir. Zira bu esintilerin daha nice nedenleri vardır ki, gemici bunlara bazan muttali olur, bazan ise olamaz. Hele bir kısmına hiçbir zaman nüfuz edemez. Onun için bazen hükümlerinde isabet eder, bazen de yanılır.

İşte bu nedenle kuvvetli insan da zayıf insan gibi bu ilimden menedilir.

c)
Yıldız ilminde fayda yoktur. Zararlarından en azı fuzulî bir iş yapmış olmaktır. Fuzulî bir iş yapmış olmak da en değerli ha zine olan hayatı boşa harcamaktır ki bu zararların en dehşetlisidir.

Birgün Allah'ın Rasulü (s.a) bir kişinin yanından geçerken, halkın o kişinin başına toplandığını görür ve 'Bu ne toplantısı?' diye sorar. Halk 'Bu büyük bir âlimdir, onun için etrafında toplandık' der. Bu cevabın üzerine Allah'ın Rasûlü 'Hangi meselede âlim?' diye sorar. 'Şiiri ve Arabın ensabını çok iyi bilir' derler. Bu cevabı alan Allah'ın Rasûlü şöyle buyurur: 'Bu ilmin (şiir ve ensab hakkındaki ilmin) ne bilin mesinde bir fayda, ne bilinmemesinde bir zarar vardır!'117

İlim ancak bir ayet veya kâim (nesh edilmemiş) bir sünnet veya (mirasçılar arasındaki taksim ile ilgili) adaletli bir far izadan ibarettir.118

Astroloji ve benzeri ilimlere dalmak tehlikeli olduğu gibi fay dasızdır ve bu ilimle meşgul olmak vakit kaybetmekten başka birşey değildir. Allah'ın takdir ettiği şeyden kaçınmak hiç kimse nin elinde değildir. Ama tıb ilmi böyle değildir, çünkü o ilme in sanların ihtiyacı vardır. Tıb ilminin delillerinin bir çoğuna insan vakıf olabilir. Tıb ilmi gibi rüya tâbiri ilmi de her ne kadar tahmine dayalı bir ilim ise de; yıldız ilminden farklıdır. Rüya tâbirinde de faydalar vardır. Zira tâbir ilmi, nübüvvetin kırkaltı parçasından bir parçadır ve bu ilimde herhangi bir tehlike yoktur.

3. Üçüncü sebep ise, faydasız bir ilme dalmaktır. Faydasız ilme dalmak zemmedilmiştir. İlimlerin açığını bilmeden inceliklerine, esaslarını öğrenmeden de gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve ilimlerin açık taraflarını bilmeye çalışmadan kapalı taraflarını bilmeye gayret etmek ve ilâhî ilimlerin sırlarını araştırmak gibi... Felsefeciler ve kelâmcılar bu ilimlere her ne kadar vakıf olmak is temişlerse de; tek başlarına bu ilimleri kavramaktan uzaktırlar. Bu ilimlere tek başına vakıf olmak ve bir kısım yollarını elde etmek sadece peygamberlere ve onların izinden giden velilere mahsustur. O halde insanların böyle ilimlerden sakınması ve bütün bunları şeriatın ölçülerine irca etmesi gerekir. Zira şeriatta Allah'ın tevfi kine mazhar olan kimseler için ikna edici deliller mevcuttur. Nice kişiler vardır ki, ilimlere dalmışlar, fakat dalmış oldukları ilim lerden çok zararlı çıkmışlardır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsa lardı, dinî durumları çok daha iyi olurdu. Bu kısım ilimlerin bazı kimselere zarar verdiği açık gerçeklerden biridir. Nitekim kuşların etinin ve bir kısım tatlıların süt çocuklarına zarar verdiği malûmdur.

Birçok kimsenin, bazı hususları bilmemeleri, bilmelerinden daha hayırlıdır.

Rivayet olunduğuna göre, halktan biri doktara giderek hanımının çocuk yapma özelliğinin olmadığından (kısır olduğundan) şikayet eder. Doktor, kadının nabzını yoklayarak şöyle der: 'Tedavi edilmeye muhtaç değil; zira kırk gün sonra vefat edecek. Nitekim nabzının durumu buna işaret ediyor'.

Doktorun ağzından çıkan bu sözleri dinleyen kadın dehşete kapılır, hayatı perişan olur. Varını yoğunu fakir fukaraya vererek vasiyetini yazar. Kırk gün yemek yiyemez su içemez. Kırk gün dolduktan sonra adam, doktora gelerek karısının ölmediğini bildirir. Bunun üzerine zekî doktor 'Ölmeyeceğini biliyordum. Hemen eve git ve karınla cinsi münasebette bulun, derhal gebe kalacaktır' der. Doktorun bu cevabına hayret eden koca 'Bu nasıl olur?' diye sorar. Doktor meseleyi şöyle izah eder: 'Muayene neticesinde kadının şişman olduğunu ve bu sebeple rahim ağzının kapalı bulunduğunu gördüm. Bu yağları ancak ölüm korkusu eritebilirdi. Bunun için onu böyle bir korkuya sokmak gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Şu anda maksat hasıl olmuş, eşinin rahim ağzını kaplayan yağlar erimiştir. Onun için çocuk yapmaya hazır bir vaziyete gelmiştir'.

İşte bu hikâye sana bazı ilimlerin tehlikesini haber vermekte, hatta sadece bunu haber vermekle kalmamakta, aynı zamanda Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a) şu sözünün mânâsını da açıkça ve eksiksiz bir şekilde bildirmektedir:Fayda vermeyen ilimden Allah'a sığınırız.119

İşte bu hikâyeden ibret al. Şeriatın zemmettiği ilimlere dalma ve onlardan şiddetle kaçın. Ashabın eteğine yapış. Sünnet-i Seniyye yolundan bir an olsun ayrılma. Zira din ve dünyanın selâmeti ancak sahabe-i kirâmın yolundan gitmeye bağlıdır.Tehlike ise, kendi başına birtakım şeyleri araştırmak ve saha benin görüşünden ayrılıp müstakil bir görüşe sahip olmaktadır. Sakın zannmla, delilinle, aklınla ve kişisel görüşünle inat göstererek insanlarla çokça tartışma!'Ben bazı şeyleri bilmek için araştırıyorum. Öyleyse ilmi düşünmekte ne zarar vardır?' deme; zira müstakil şekilde, olur olmaz ilmî meselelere dalışının zararı, kârından fazladır. Çok şeyler vardır ki, ona vakıf olduğun zaman elde ettiğin şey, seni teh likelere sürükler ve âhiretini berbat eder. Allah'ın rahmeti sana yetişmediği takdirde bu felâketten kurtulamazsın ve helâk olur gidersin!

Bilmiş ol ki, nasıl ehliyetli bir doktor tedavi usûllerinde kimsenin kestiremediği ince usûllere müracaat etmesini biliyorsa; kalplerin hekimi sayılan, âhiret hayatının vesilelerini bilen peygamberler de aynı şekilde bu sahada başkalarının bilmediği usûllere vâkıftırlar.

Bu bakımdan, sen kendi aklına güvenerek onların mesleği üzerinde düşünüp mesleklerini değiştirme durumuna düşme. Böyle yaparsan seni felâketten hiçbir şey kurtaramaz. Birçok kimseler vardır ki, parmakları yaralandığı zaman kendi kendilerine o yarayı birtakım merhemler sürerek iyi etmeye çalışırlar. Halbuki hekim, merhemin elin başka tarafına sürülmesi icabettiğini söyleyebilir. Damarların bedene yayılışını, köklerini ve bedeni nasıl çevrelediklerini bilmeyen kimseler doktorun bu tavsiyesini akla yakın bulmaz; 'Nasıl olur da yaranın üzerine değil de başka tarafa sürülür' diyerek itiraz ederler, işte âhiret yolunda şeriatın inceliklerinde, âdâbında, insanların bilmekle mükellef oldukları inançlarında ve lâtifelerinde de durum böyledir.

Akıl bu meseleyi tek başına halletmeye muktedir değildir ki kendi gücüyle bunu ihâta edebilsin. Nitekim madenlerin yapılarında birtakım acâip özellikler vardır ve bu özellikler sanat erbabının bilgisi dahilinde değildir.

Sözgelimi hiçbir sanat erbabı; demirdeki mıknatıs çekiminin mahiyetini bilmez. Bunun gibi inanç ve amellerdeki gariplikler de kalplerin saffeti, temizliği, tezkiyesi ve ıslahı için kulların, Allah'ın manevî komşuluğunda yükselmelerini temin eder. Kalplere Allah'ın yüce faziletinden, maddî ilâçlardan daha fazla ve daha büyük faydaların teminine vesile olduğu bir hakikattir. Nasıl akıllar, ilâçların faydalarını birdenbire çözemez ve hangi ilâcın hangi hastalığa iyi geleceğini kestiremez ve bunu ancak bir takım deneylerden sonra anlayabilirse; aynı akıllar, âhirette in sana fayda verecek şeyleri de kendi başlarına bulmaktan âcizdir ler.

Bu âcizliklerini bu konuda deneme yoluyla telâfi imkânı da yoktur. Keşke bazı ölüler dünyaya dönselerdi de, bizlere Allah'a nasıl yaklaşılır, hangi fiillerin Allah'a yaklaştırıcı ve hangilerinin Allah'tan uzaklaştırıcı olduğunu söyleselerdi.

Çünkü ancak onlar amellerin ve inançların hangisinin insana yararlı olduğunu bile bilir ve açıklayabilirler. Fakat bir ölüden bütün bu soruların cevabını almak hiç kimsenin harcı değildir.

Hz. Peygamberin (a.s) doğruluğuna ve işaretlerinin hakî katına vâkıf olmak bakımından aklın rehberliği ve menfaati sana yeter. Ondan sonra aklın vazifesi biter ve kendisi için en yararlı yol;

Hz. Peygamberin yolunu tâkip etmektir. Sen ancak bu yolu tâkip ettiğin zaman selâmete erersin. Bu konu özet olarak bu kadar anlatılabilir.

Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlmin bir kısmı cehalettir, sözün bir kısmı da yorgunluk tur.120

İlmin hiçbir zaman cehalet olmayacağı herkesin bildiği bir gerçektir. Fakat burada 'Bazen zarar vermek hususunda cehaletin tesirine benzer bir tesir gösterir' anlamında kullanılmıştır.

Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Tevfîkin azı, ilmin çoğundan daha hayırlıdır.121

Ulû'l-Azm peygamberlerden olan Meryem oğlu İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Nice ağaçlar vardır ki meyveleri yoktur, nice meyveler vardır ki güzel ve hatta yenecek gibi değildir ve nice ilimler vardır ki insana hiçbir faydası dokunmaz'.122

Değiştirilen Bazı Terimler

Çirkin ilimlerin şer'î ilimlerle karışması, güzel kelimelerin mânâlarının değiştirilmesiyle mümkün olmuştur. Kavram kargaşası, ard düşüncelerle selef-i sâlihînin ve birinci neslin kastettiği mânâlardan başka mânâlara çevrilen terimlerden doğmaktadır.Asıl anlamı değişen ve başka mânâlar alan terimler beş tanedir.
1. Fıkıh
2. İlim
3. Tevhid
4. Tezkir
5. Hikmet

İşte gördüğünüz bütün bu terimler güzel anlamlara sahip idiler. Bu terimlerin ifade ettiği mânâlara vâkıf kimseler dinî kıymetlere sahip kimselerdi. Fakat günümüzde bütün bu terimler mânâlarını kaybetmişler ve yanlış anlamlarda kullanılmaya başlamışlardır.

Saf ve sade kalpler; bu terimler kötü ilimlerde kullanıldığı için, bu terimlerin sahiplerini gördükleri zaman nefret edip kaçmaktadırlar.

Birincisi Fıkıh terimidir. Bu terimi aslî mânâsından başka mânâlara çevirmemiş ve başka mânâlarda kullanmamışlardır; ancak bu terimi bazı ayrıntılara hasretmişler, kelimenin ihâta ettiği geniş sahaları ihmal etmişlerdir. Örneğin bu terimi fetva ilminin garip dallarının, ince illetlerinin anlaşılmasında ve o dallar hakkında inceden inceye yapılan konuşmalarda ve onlarla ilgili tartışmalarda kullanmışlardır. Zamanımızdaki ilim erbabına sorsanız, fetva veren kimseleri en büyük fakihler olarak takdim ederler. Kim en çok fetva konusu üzerinde durmuşsa, o en kuvvetli fakih sayılmıştır.

Sahabe zamanındaki fıkıh ilmi ise, âhiret yolunun, nefse musallat olan âfetlerin inceliklerini bilmeyi; fâsid amelleri ve dünyanın sevilmeye lâyık bir meta olmadığını tam mânâsıyla idrak etmeyi; ayrıca âhiret nimetlerinin bilinmesi ve Allah korkusunun kalbi doldurması gibi ilimleri ifade ediyordu, Fıkıh ilmi ancak bu bilgiler dairesinde kullanılırdı. Fıkhın bu mânâda kullanıldığı hususunda en bariz delil, Allah Teâlâ'nın şu buyruğudur:İnananların hepsi toptan sefere çıkacak değillerdi. Ama her kabileden bir grubun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman (Allah'ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?(Tevbe/122)

İnsanların kendisiyle uyarıldıkları ve kalplerine Allah korkusunu yerleştiren, ilimin adı fıkıh ilmi idi,

Talâk, Lian, Selem ve İcare gibi meseleler ise fıkıhla alâkalı değildi. Çünkü bütün bunlarla kalbin korkutulması mümkün değildir. Tam tersi bu meselelerle uğraşanların kalpleri büsbütün katılaşmakta ve zamanımızda müşahede ettiğimiz gibi Allah korkusu kalplerinden silinip gitmektedir.

Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat bu kalpler ile gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. (İbret almazlar). Kulakları vardır, fakat onlarla nasihat din lemezler. İşte banlar hayvanlardan daha şaşkındırlar. Gafil olanlar da işte bunlardır!(A'raf/179)

Ayette geçen 'Bu kalpler ile gerçeği anlamazlar' ifadesiyle fetva değil, iman kastolunmaktadır.
Burada, fıkıh ile fehim kelimeleri aynı anlama geliyorsa da, bu kelimelerin biri eskiden kullanılmış, diğeri de yeni olarak kullanılmaktadır.

Herhalde onların (münâfıklarla yahudilerin) yüreklerinde size karşı hissettikleri korku Allah'ınkinden daha fazladır. Bu, onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır.(Haşr/13)

Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu ayette onların Allah'tan az korkmalarını ve buna mukabil mahlûkatm gücünü büyütmele rini, kıt olan anlayışlarına bağlamaktadır.Peki o halde bu, fetva ilminin ayrıntılarını bilmemekten mi kaynaklanıyor? Yoksa daha önce de beyan ettiğimiz gibi fıkhın ha kikî mânâlarını idrâk etmemenin neticesi mi?Dini meseleleri görüşmek için kendisine gelen bir heyet hakkındaki Hz. Peygamberin şu buyruğuna bakalım:(Bu gelenler) âlim, fakih ve hakimdirler.123

Zührî'ye 124 'Medineliler içinde en fakih kişi kimdir?' diye sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: 'Allah'tan en çok korkanı, en iyi fakihtir'.

Burada Sa'd (Zührî), Fıkh'ın meyve ve neticelerine dikkati çekmektedir. Takvâ ise, fetvaların ve hükümlerin değil, bâtın ilmi nin meyvesidir. Öyleyse fıkıh, bâtın ilminin adı olabilir.

Nitekim Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
'Size gerçek fakihi haber vereyim mi?' Sahabe-i kirâm 'Evet yâ Rasûlullah! Bize gerçek fakihi bildiri' dediler. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü şöyle cevap verdi: 'İnsanları Allah'ın rahmetinden ümitsiz etmeyen ve Allah'ın azabından emin kılmayan ve Allah'ın geniş rahmetinden onların ümitlerini kesmeyen; Kur'an'ı bırakıp başka kitapların arkasına takılmayan kimse gerçek fakihtir'.125

Şafak zamanından güneşin doğuşuna kadar Allah'ı zikre den kimseler ile oturmam, bana dört köle azâd etmemden daha sevimli gelmektedir.126

Enes b. Mâlik Hz. Peygamberin bu hadisini rivayet ettiğinde, arkadaşları Zeyd b. Eban Rakkaşı ve Ziyâd b. Abdullah Numeyrî'ye dönüp şöyle dedi: 'Allah Rasûlü'nün sözünü ettiği zikir meclisleri, sizin bugünkü meclislerinize benzemezdi. Sizin meclislerinizde biri va'z ve nasihatta bulunurken sözünü uzattıkça uzatıyor. Fakat Hz. Peygamber'in zamanında biz biraraya geliyor, iman konusunda müzakereler yapıyor, Kur'an ayetleri üzerine dikkatle eğiliyor, dinde fıkıh sahibi oluyor ve fıkhımızdan dolayı Allah'ın bize olan nimet-i ilâhîsini inceden inceye düşünüyorduk'.

Dikkat edildiği takdirde görülecektir ki Hz Enes (r.a) Kur'an üzerinde düşünmeyi, anlayarak Allah'ın nimetlerini saymayı, fıkıh olarak adlandırmaktadır.

Kul, Allah için insanlara buğzetmedikçe ve Kur'an'ın birçok yönlerini anlamadıkça tam olarak fakih olamaz.
Bu hadîs-i şerif, Ebu Derdâ'dan mevkuf olarak şöyle bir ilâveyle rivayet edilmektedir:

Bütün bunlara buğzettikten sonra Allah için nefsine yönel meli ve her şeyden daha çok ona buğz etmeli.

Sencî, Hasan Basrî'ye bir sual sorar. Hasan sorusunun cevabını verdikten sonra kendisine şu itirazda bulunur: Fakihler senin verdiğin cevaba muhaliftirler. Onların verdiği cevap senin verdiğin cevaba uymamaktadır'. Bunun üzerine Hasan hiddetle bağırır: 'Ey anası matemini tutasıca! Acaba sen hiç fakih gördün mü? Elbette görmedin. Çünkü fakih dünyaya sırt çevirip, âhirete yönelip, rabbine ibadet etmeye devam eden, nefsini müslümanlarm şerefini ihlâl etmekten alıkoyan; müslümanlarm malını haksızlıkla almaktan kaçınan ve müslüman cemaata Allah'ın emirlerini hiç hatır gönül dinlemeden haykıran insandır'.

Dikkat edilecek olursa Hasan Basrî hiçbir şekilde fetva vermek ten bahsetmemekte, fakillin fetvaları hıfzeden biri olduğunu söylememektedir.
Ben, Fıkıh teriminin zahirî ahkâmın fetvalarını bilen kişilere şâmil olmadığını söylüyor değilim. Fakat Fıkıh tâbiri, başlı başına bu fetva ehlini ifade etmemekte; ancak tâli derecede bu hususu da içine almaktadır. Demek istediğim sadece budur. Çünkü selef âlimleri, bu terimi Fetva ilminden daha fazla, Ahiret İlmi ne ıtlak etmişlerdir.

Bu açıklamadan sonra anlaşılmış olmalı ki, insanların iyi ve kötü ilimleri birbirine karıştırması, Fıkıh teriminin sonradan sadece fetva ilmiyle ilgili görülüp, âhiret ilmine ve kalplerin ahkâmına dair konularla ilgili görülmemesine yol açmıştır,

Tahrifçiler bu terimi istedikleri mânâda kullanmak için nefsin de yardımını görmüşlerdir. Çünkü bâtın ilmi zordur. Onunla amel etmek ise daha zordur. Bunun için insan tabiatı, bâtın ilminden kaçar. Bâtın ilmine sahip olmakla; insan valilik, kadılık, rütbe ve servet elde edemez. İşte bu fırsatı ganimet bilen şeytan, esasında güzel bir şer'î terim olan Fıkıh terimini teferruata tahsis ederek kalplere güzel göstermeye çalışmıştır.

İkincisi İlim terimidir. Bu terim asr-ı saâdette Allah'ı, ayetlerini ve kulları hakkındaki fiillerini bildirmek için kullanılırdı. Hatta Hz. Ömer (r.a) vefat ettiği zaman ashabın büyük âlimlerin den olan İbn Mes'ud şöyle demişti: 'İlmin onda dokuzu öldü'.

Bu terime karşı koyanların hiddetini durdurmak için İbn Mes'ud, harf-i târifle birlikte kullanılan el-İlim terimini İlm-i Billah olarak yorumlamıştır.

Zamanımızın insanları bu terimi tıpkı birinci terimde olduğu gibi, fâsit bir daireye tahsis etmişlerdir. Hatta o kadar ki, fıkhî veya gayr-ı fıkhı konularda hasımlarıyla tartışanlar hakkında bile bu terim kullanılabilmektedir. Örneğin fıkhî konularda hasımlarıyla iyi ve inandırıcı bir şekilde tartışan, hakikî âlim ve ilimde aşılmaz bir büyük olarak görülmekte, fakat fıkhı meselelerde tetebbuu olmayan, tartışmayan ve münazaradan kaçman kimseler çok zayıf kimseler olarak kabul edilmektedir.

İşte tıpkı birinci terim de olduğu gibi el-İlim terimi de hakikî mânâsının dışında birtakım tâli meselelerde kullanılmaktadır. Fakat ilim ve onunla iştigal eden âlimler hakkında vârid olan faziletlerin çoğu; Allah'a, O'nun emirlerine ve sıfatlarına vâkıf olan âlimler hakkındadır. Zamanımızda ise şer'î ilimlerden ancak cedel ve hilâfiyâtı bilen ve bunları bilmekle de ulemadan sayılanların arasına karışan kimselere âlim denmektedir. Halbuki bu insanlar ayrıca tefsir, hadîs, mezheb v.s ilimleri bilmemektedirler.Sonuçta bu terimin anlamının bozulması, ilim talebinde bulu nan birçok kimselerin helâk olmasına sebep teşkil etmiştir.

Üçüncüsü ise, Tevhid terimidir. Bu terim, zamanımızda kelâm ilmini bilen, mücadele yolunu kavrayan ve hasımlarının tenkid yolunu kapayacak sualler sormasını bilen, insanları kendisinden şüpheye düşüren, hasmı durduracak değerde deliller bularak, hasmı tasfiye eden kimselerin sanatı için kullanılmaktadır. Hatta bu kişilerden bazıları kendilerini ehli tevhid ve'l-adl olarak tanıtmaktadırlar.

Kelâmcılara tevhid âlimleri adı verilmiştir. Oysa kelâm sanatının bütün malzemesi asr-ı saadette bilinmemekteydi. Bilinmemesi bir yana, şayet asr-ı saadeti meydana getiren o mübarek insanlar, cedel ilminin kapısını açanları görseydiler, belki de onları şiddetle kınarlardı.

Kur'an'ın ihtiva ettiği zâhirî delillere gelince, duyar duymaz insan aklının onları hemen kabul edeceği malûm bir husustur. Demek ki Kur'an'ı bilmek, bu ilmin tamanını bilmek demektir.Asr-ı saadette yaşayan büyükler, Tevhid teriminden günümüz kelâmcılarının çoğunun anlamadığı şeyleri anlıyorlardı. Üstelik günümüz kelâmcıları bu mânâları anlasalar da, anladıkları bu mânâlarla muttasıf olamazlar. Onların anladığı mânâlar şunlardı:

'Herşey Allah'tan gelir' inancına hiçbir sebep ve vasıtaya başvurmaksızın bilip bağlanmak, hayrın tamamının Allah'tan olduğuna kat'î bir şekilde kanaat getirmektir. Bu makam çok şerefli bir makamdır.

Tevekkül, rıza ve Allah'ın hükmüne teslim olmak, bu mertebenin meyvelerindendir. Diğer bir meyvesi ise, Hz. Ebu Bekir'in (r.a) kendisini ebediyet âlemine götürecek olan hastalığı sırasında 'Sana doktor getirelim mi?' diye sorulduğu zaman, 'Beni hasta düşüren doktordur' şeklindeki sözüdür. Başka bir hastaya 'Bu hastalığın hakkında doktor sana ne söyledi?' denildiğinde, hasta 'Doktor bana dedi ki: Ben istediğimi en iyi şekilde yapan bir zâtım' cevabını vermiştir.Bu konular tevhid ve tevekkül ilmine ait kitaplarda, bütün de taylarıyla ve delillere dayanılarak izah edilecektir. Şimdilik tafsilâtı burada kesip, geniş izahı ilerdeki sayfalara bırakalım ve asıl meselemize dönelim!

Tevhid, paha biçilmez bir cevherdir ve bu cevheri koruyan iki kabuk vardır:
1. Özden en uzak olan kabuk. Halk. Tevhid kavramını özünden çekip almış, bu ismi kabuğa ve o kabuğu koruyan sanata vermiştir. Özü ise bütünüyle ihmal etmiştir

Birinci kabuk dille 'Lâ ilâhe illâllah' demektir. Bu kabuğa Tevhid ismi verilmiştir. Bu kabuk esasında hristiyanların açıkça izhar ettikleri teslis inancını yıkan bir kabuktur. Fakat bu keli meyi, özünü reddettiği halde söyleyen münafıklar da vardır. Bu münafıklar da Tevhid kelimesini dilleriyle söylemekte ve insanları kandırmaktadırlar.

2. Kalpte, dil ile söylenen bu söze hiçbir muhalefetin bulunmaması ve bu kelimenin bütün anlamının olduğu gibi kabul edilmesidir. Kalp, zâhirde zikredilmiş olan bu kelimenin bütün mânâ ve medlûlünü kesin olarak tasdik etmeli ve bu inanç Allah inancının bütününe şâmil olmalıdır. Bu mertebe, halk tabakasının Tevhid mertebesidir. İşte kelâmcılar bu kabuğu bid'at ehlinin taarruzundan korurlar. Bu hakikate daha önce işaret edilmişti,

3. Öz. Yâni bütün vasıtalara sırt çevirmek, her şeyin Allah'tan olduğuna tam mânâsıyla inanmak ve Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmaksızm kulluk yapmaktır. Nefsinin hevasma uyan insan, Tevhid anlayışının dışında kalır. Bu bakımdan arzularına tâbi olan, nefsini kendisine ilah edinmiş demektir,

Gördün mü o kimseyi ki he vasini kendisine ilâh edinmiş, Allah da bir ilim üzere onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiş! Artık onu Allah'dan başka kim yola getirebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?(Câsiye/23)

Allah nezdinde yeryüzünde kendisine ibadet edilen ilahların en buğz edileni hevâ-i nefistir.127

Düşünen bir insan puta tapanların, aslında o puta değil, kendi hevalarına tapmakta olduklarını hemen anlar.

Zira onu, ecdadının dinine bağlayan hevasıdır. O da nefsin bu meyline tâbî olunan mânâlardan birisidir. Halka kızmak veya onlara iltifat etmek bu Tevhid anlayışına aykırı düşer. Zira herşeyi Allah'tan bilen bir insan katiyyen kızmaz. Nasıl olur da 'Herşeyin müsebbibi Allah'tır' diyen bir insan, başka insanlara kızar? Tevhid teriminden daha öncekilerin anladıkları mânâ bu idi. Bu yüksek makam, Sıddîk'ın makamıdır.

Bu terimin ifade ettiği mânânın ne hâle geldiğine ve zamanımızdaki insanların bu terimin hangi kabukta kalan mânâsıyla iktifa ettiklerine iyi dikkat edilmelidir! Bu kelimenin ifade etmiş olduğu geniş mânâyı bir kabuk mânâya inhisar ettirenler böyle yaptıkları için nasıl da böbürlenebilmektedir? Bu kelimeyi kabuklaşmanın vasıtası kılmışlar ve onunla övünmeye çalışıyorlar. Halbuki övülmeye lâyık tarafı kırpılmış olduğundan, ona yapışmış olanlar müflis duruma düşmüşlerdir; nerede kaldı ki kendi durumlarıyla iftihar edeler...

Bunların iflâsı aynen kıbleye yönelerek 'Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim' (En'am/79) meâlindeki ayeti okuyan, fakat bu okuduğu ayetin mânâsına inanmadığı için Allah'a karşı hergün yalanını tekrarlayan bir kimsenin iflâsına benziyor. Eğer bu kişi, ayetteki yüz (vech) tâbirinden zâhiri anlamdaki yüzü kasdederse, o zaman kişi zâhirî yüzüyle Kâbe'ye yönelmiş olur. Fakat o bu durumda yüzünü başka cihetlerden çevirip Kâbe istikametine yöneltmiş olmaktadır. Kâbe, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın istikameti değildir ki, oraya her yönelmiş olan, Allah'a yönelmiş sayılsın. Cihetlerin ve bütün dünyanın yaratıcısı, oralara sığmaktan münezzehtir, o bütün bunlardan çok yücedir Mahlûk, hâlikını ihâta edemez!

Eğer namaz kılan kimse, ayette geçen yüz terimiyle kalp yüzünü irade ederse ki ibadette matlub olan kalp ile yapılan ibadettir. Kalbi tereddüt içinde olan insanın aklı, dünya ihtiyaçlarında olduğu için; böyle bir kişinin sözü nasıl doğru olabilir? O yalnız sözle yüzünü Allah'a çevireceğim söylemektedir. Halbuki kalbi, türlü türlü hileleri, mal toplamayı, dünya mertebeleri elde etmeyi ve bütün bunlara götürecek vesileleri düşünen ve kendisini yalnız bunlara veren bir kişinin Allah'a dönmesi mümkün müdür? Bu adamın kalbi bu takdirde asla yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Allah'a yönelmiş olmaz.

Bu kelime, tevhidin hakikatini ifade eden bir kelimedir. Bu nedenle muvahhid bir kimse, tek varlık olan Allah'tan başka hiçbir şey görmeyen ve ancak kalp yüzü ile Allaha yönelendir.

Böyle bir durum Allah Teâlâ'nın aşağıdaki ayetinde ne güzel açıklan maktadır: (Ey Rasûlüm!) Sen Allah de! Sonra onları bırak, bâtıl sözleri içerisinde oynayadursunlar. (En'am/91)

Bu ayeti celîledeki 'Sen Allah de' hükmünden maksad dille söylemek değildir. Çünkü dil, kalbin tercümanıdır. Dil bazen doğru ve bazen de yalan söyler. Allah Teâlâ'nm nazar ettiği yer ise, dilin tercüman olduğu kalptir. Tevhid'in mâdeni ve kaynağı sadece kalptir.

Dördüncüsü ise Zikir Tezkir terimidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Sen Kur'an ile öğüt ver, çünkü öğüt mü'minlere fayda verir. (Zâriyat/ 55)

Zikir meclislerini metheden birçok hadîs-i şerif vârid olmuştur.
Cennet bahçelerinden geçtiğiniz zaman, o bahçelerden yeyin. Kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet bahçeleri ile neyi murad ediyorsunuz?' diye sorulduğunda, cevaben şöyle buyurdu: 'Zikir meclislerini...'128

Hak ile meşgul olan meleklerden başka, dünya yüzünde seyahat eden, Allah'ın daha nice melekleri vardır. O melekler zikir meclislerini gördükleri zaman, birbirlerini çağırırlar: İşte aradığımız buradadır, geliniz!' Her taraftan o meclislere gelirler ve zikir meclislerine iştirâk ederek zikir meclisini kuşatırlar ve dinlerler. O halde (ey ümmetim), Allah'ı çokça zikredin! Nefislerinize de hatırlatınız.129

Zikir teriminden zamanımızın birçok vâizi aşağıdaki şu dört mânâyı anlamakta ve terimi bu mânâlarda kullanmaktadırlar.
1.Kıssalar
2. Şiirler
3. Şatâhat
4. Tamat. (Şatâhat ile Tamat'ın tefsiri, yeri geldiğinde yapılacaktır).

Kıssalara gelince, bunlar bid'attırlar. Selef-i Sâlihîn, kıssacıların yanında oturmayı bile yasaklamışlar, hikâyecileri katiyyen dinlememişlerdir. Kıssa, ne asr-ı saâdette, ne de Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanında vardı.130 Ne zaman fitne başgösterdi, işte o zamandan beri hikâyecilik ve kıssacılık süratle yayıldı.

Rivayet olunduğuna göre İbn Ömer bir ara mescidden dışarı çıktı. Çıkışının sebebini soranlara bu sebebi şöyle izah etti: 'Beni mescidden hikâye anlatanlar çıkardı. Bu hikâyeciler olmasaydı, hiçbir surette mescidi terketmeyi düşünmezdim'.

Zümre131 şöyle anlatır: Süfyân-ı Sevrî'ye, 'Biz hikâyecilere yüzümüzü çevirip bakıyoruz' dedim. O şöyle mukabelede bulundu: 'Bid'atçılara yüzünüzü değil, arkanızı dönerek oturunuz'.

İbn Avn132 şöyle der: ibn Şirinin133 yanına gittiğimde şöyle bu yurdu: 'Bugün ne haberler var?' Bu suale 'Emîr'il Mü'minîn, hikâyecileri hikâye anlatmaktan menetti' diye cevap verdim. O zaman İbn Şirin 'Emîr'il Mü'minîn çok isabetli bir karar almış' dedi.

A'meş, Basra camiine girdiğinde, bir hikâyecinin şöyle dediğini duydu: 'A'meş bize boyle rivayet etmiştir'. Bu söz üzerine A'meş, cemaatin ortasına dikilerek koltuk altlarını yolmaya başladı. Hikâye anlatan adam, densizlik yaptığı açık olan bu adamı şöylece tekdir etti: 'Ey ihtiyar! Va'z meclislerinde koltuk altlarını yolmaktan utanmıyormusun?' A'meş 'Neden utanayım? Ben bir sünneti yerine getiriyorum. Sen ise yalan söylüyorsun. Çünkü bahsettiğin A'meş benim. Sana da böyle bir hikâye anlatmış değilim'.

Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmuştur: 'İnsanların en yalancısı hikâyeler anlatan ve çok soru sorandır'.

Hz. Ali Basra mescidinde hikâye anlatan bir adamı kovmuştur. Fakat aynı Hz. Ali (r.a)., Hasan Basrî'nin mescidinde yaptığı va'za mânî olmamıştır; çünkü Hasan Basrî (r.a), âhiret ilmi, ölüm, nefsin ayıplarını gösterme, amellerin âfeti, şeytanın iğvaları ve bütün bunlardan sakındırmak hususunda va'z ediyordu. Aynı zamanda Allah'ın nimetlerini, kulun bu nimetlerin şükründe kusur ettiğini, dünyanın ayıplarını sayarak hakir ve geçici bir yer olduğunu; dünyanın hiçbir şeyinde vefa bulunmadığını, âhiretin tehlikelerini ve şiddetli azâplarını anlatıyordu. İşte bütün bunlar şer'an güzel kabul edilen zikir olduğu için, bunlardan konuşmakta büyük bir fayda vardır. Bu tür bir zikrin gerekli olduğunu Ebu Zer Gıfarî'nin (r.a) rivayet ettiği şu hadîsten anlıyoruz:

Zikir (ilim) meclisinde hazır bulunmak, bin rek'ât nâfile namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Bir zikir meclisinde bu
lunmak), bin hastayı ziyaret etmekten daha hayırlıdır. (Bir ilim meclisinde bulunmak), bin cenaze merasiminde hazır bulunmaktan daha hayırlıdır. Allah'ın Rasûlü'ne 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu meclislere gitmek, Kur'an okumaktan da mı üstündür?' diye soranlara Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle cevap vermiştir: 'İlim olmadan okunan Kur'an'ın bir fay dası olur mu'?134

Atâ şöyle demiştir: 'Bir zikir meclisine iştirâk etmek, yetmiş lehviyat meclisine girmenin kefareti olur'.

Zâhirperestler bu hadîs-i şerifleri nefislerinin tezkiyesine dair bir hüccet kabul etmişler ve zikir ünvanını da, yapmış oldukları kötü hurafelere ad olarak takmışlardır. Onun için güzel ve esas olan Zikr'in asıl mânâlarından uzaklaşmışlar, ihtilâflı kıssalarla meşgul olmuşlar, keyiflerine göre eksiklik veya ziyadelikler icad etmişlerdir. Kur'an-ı Hakîm'de vârid olan kıssaların sebebinden uzaklaşılmış ve o kıssalara kendi hissiyatlarından doğanları eklemişlerdir. Kıssaların bir kısmını dinlemekte fayda varsa da; bir kısmı da doğru olmasına rağmen zararlıdır. Nefsi için bu kapıyı açan bir kimse, eğri ile doğruyu, yararlı olanla zararlı olanı karıştırır ve bundan ötürü tehlikeli bir duruma düşer.

Hikâyeciliğin menedilmesinin sebebi de bu tehlikeden korunmaktan başka bir şey değildir.

Yine bu sebepten dolayı Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmaktadır: İnsanların, doğru hikâyeler anlatan insanlara ne kadar ihtiyacı vardır?'

Şayet bir hikâyeci peygamberlerin kıssalarından bahsediyor ve aynı zamanda kendisini dinleyenlere dinî emirleri bildiriyorsa; kısaca doğru şeyleri hikâye ediyorsa, ben böyle birinin hikâyelerinde hiçbir zarar görmemekteyim. Ancak yalan söylemekten, halkın anlamayacağı bir şekilde peygamberlerin hayatlarından hikâyeler anlatmaktan, çok zararlı olacağı için bu hareketlerden şiddetle kaçınmalıdır. Peygamberlerden hasıl olan zellelerin ardından onların yaptıkları hasenâtı anlayamayacağı için, kendi hatâlarının da affedileceği inancına saplanarak kendisini büyük bir tehlikeyle başbaşa bırakır.
'Bir kısım meşayihten ve ümmetin büyüklerinden şöyle ve böyle rivayet edilmiştir' diyerek kendi düşüncelerini haklı görmek ten şiddetle kaçınmalıdır insanlar... Hikâyeciler kendi fikirlerini delillendirmek için çoğunlukla böyle davranırlar.

Böyle yapan herkes büyük bir günah işlemiş olur. Çünkü bu hareket 'Ben Allah'a isyan etmiş ve kusur işlemişsem eğer, bu kusurları benden çok daha faziletli olan büyük insanlar da işlemişler' demekten başka bir mânâ taşımaz. Bu tür şeylerden bu şekilde bir hüküm çıkarabilirler ve bu hükümle bilmeden kendilerini Allah karşısında cüretkâr bir duruma getirirler.

Bu iki mahzurdan; yani yalan ve rezillikleri anlatmaktan sakınıldığı takdirde hikâye anlatmakta bir zarar yoktur. Bu takdirde hikâye güzel olur ve Kur'an'ın zikrettiği haber hâlini alır. Nitekim değerli kitaplarda bu tip hikâyelerin çokça yer aldığını görmekteyiz.

Bir kısım insanlar, ibadetlere teşvik edici hikâyeler anlatmayı güzel bulurlar. Çünkü bu hikâyelerin amacının insanları hakka dâvet etmek olduğunu düşünmektedirler. Halbuki bu, şeytanın bir yanıltmasıdır. Zira doğruyu anlatmak kâfidir.

İnsanı yalana sevkedecek hiçbir sebep yoktur. Allah'ın ve Rasûlü'nün emirlerini an latmak kâfi olduğu için va'zlarda uydurmalara hiçbir ihtiyaç yoktur.Söze aslında olmayan ilâveler katmak mekruh bir hareket değil midir?

Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a), kendini zorlayarak ve cümleleri süsleyerek konuşmaya çalışan oğlu Ömer'e şöyle demiştir: 'İşte seni bana hor gösteren hareketin, süslü cümleler kurmak için kendini zorlamandır. Bu huyundan vazgeçmedikçe, hiçbir ihtiyacını karşılamayacağım'. Bu sözü, oğlu kendisinden bazı ihtiyaçlarını karşılamak için bir şeyler istediği zaman söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a) kelimeleri süsleyerek ve kendini zorlayarak konuşan Abdullah b. Revaha'ya hitaben şöyle buyurmuştur:
Ey İbn Revaha! Kelimeleri kâfiyeli söylemekten ve bu konuda kendini zorlamaktan sakın!135

Dinen mahzurlu olan seci', iki kelimeden fazla olan seci'dir. Bu sırra binaen ceninin diyeti hakkında 'içmeyen, yemeyen, bağırmayan ve ağlamayan bir parça et için ne diye diyet verelim? Bu, boş yere mal vermektir.. diyen kimseyi Hz. Peygamber (s.a) şöyle azarlamıştır.
Göçebelerin kâfiyeli konuşması gibi mi konuşmak istiyorsun? 136

Şiirlere gelince, va'z ve nasihat ederken çokça şiir söylemek çirkin görülmüştür, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Şairlere ise, sadece sapık kimseler uyar. Görmez misin? O şairler, her vâdide şaşkın dolaşırlar. (Şuarâ/224-225)

Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da!
(Yâsin/69)

Vâizlerin, âdet edinerek okudukları şiirlerin çoğu aşk, mâşukun güzelliği, kavuşmak ve ayrılık acısıyla ilgilidir.

Böyle va'zları dinleyen cemaatin çoğunu halkın en ahmak tabakası teşkil eder. Bu ahmakların şehvet duygularından başka hiçbir şeyle ilgilenmedikleri ve kalplerinin ise güzel şekillere bakmaktan başka bir işe yaramadığı bir gerçektir.

Böyle bir cemaatin bulunduğu yerlerde, yukarıda sözü edilen şiirler okunduğu zaman, bu kişilerin şehvet hislerini gıcıklamaktan başka bir sonuç elde edilmiş olmaz. Bu insanlar, saklı ateşin alevlenmesinden dolayı bağırıp çağırarak raksetmeye çalışırlar. Şiir çoğunlukla dinin tamamına zarar verici bir fesad âleti olmaktadır. Bu nedenle mev'ize ve hikmetli sözleri ihtiva eden şiirler ancak istidlâl yoluyla nakle dilebilir, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:Şiirin bir kısmı hikmettir.137

Şayet meclisi teşkil edenler havasstan kimseler ise ve onlardan başkası da yok ise; o zaman halka zarar veren şiir türleri okunabilir, çünkü havassa böyle şiirler bir zarar vermez. Çünkü üstün derecelere ulaşmış ve kalpleri arınmış kimseler ne dinlerlerse dinlesinler, dinlediklerini kalplerindeki muhabbete malederler. Bunun hakikatini Sema' adlı bölümde uzun uzun anlatacağız. Bu sırra binaen meşhur Cüneyd-i Bağdâdî, ancak on kişiye hitabda bulunur ve cemaat on kişiden fazla olduğunda konuşmasını keserdi. Cüneyd'in hiçbir zaman yirmi kişilik bir cemaata hitap ettiği görülmemiştir.

Bir cemaat İbn Salim'in130 kapısına giderek, kendisine 'Arkadaşların seni dinlemek için hazırlandılar, çık da onlarla konuş!' dediklerinde İbn Sâlim 'Hayır; bunlar benim arkadaşlarım değil. Onlar ancak meclisin arkadaşı olabilirler. Benim arkadaşlarım havass insanlardır' diye cevap vermiştir.

Şatahat'a gelince bu terimle bir kısım sûfilerin sonradan ilâve ettikleri iki hususu kastediyoruz:
Birincisi, Allah aşkı hakkındaki uzun iddialardır. Yâni zâhirî amellerin yerine geçen kavuşmadır. Hatta bu mevzuda bir grup, Allah ile birleştiğini bile iddia etmiştir. Öyle ki Allah ile aralarındaki perdelerin kalktığını, Allah'ı alenen gördüklerini ve şifahî olarak kendileriyle konuştuğunu iddia etmektedirler!
'Allah bize şöyle dedi, biz de ona şöyle cevap verdik' gibi sözler söylemek suretiyle, kendilerini daha önce bu sözleri söyleyen ve söylediği bu kabil sözlerden ötürü idam edilen Hüseyin b. Mansur el-Hallac'a, (Hallac-ı Mansur'a139) benzetmeye çalışırlar. Hallac'ın Ene'l-Hak sözüyle istişhad etmektedirler.

Beyazıd-ı Bistamî'nin140 'Subhanî, Subhanî; (ben ortaktan münezzehim, benim hiçbir ortağım yoktur) sözüne uyarak bir takım neticeler çıkarmaya çalışırlar.

Bu tür konuşmalar halka çok büyük zarar verir. Öyle ki, çiftçilerin bir kısmı bu sözleri duydukları zaman çiftlerini, çubuklarını bırakarak bu kuru dâvalar arkasında koşmaya başlamışlardır. Çünkü bu konuşmalar acaip oldukları için insanlara cazip gelmektedir. Zira böyle konuşmalardan sonra insanlar kendilerini birtakım ibadetlerden kurtulmuş sanıyorlar. Bu ne büyük bir felâkettir! Nefsin yüksek makamlara çıkması ve Allah'la hallenmesi felâketi de bunun çabası.., Ahmak insanlar bu kuru dâvaları tahakkuk ettirecek kudreti nefislerinde daima görürler ve birtakım mânâsız ve zâhiren güzel görünen içi berbad kelimeleri söylemekten de geri kalmazlar.

Eğer onlara böyle konuştukları zaman itiraz edilirse, hemen şöyle cevap vermeye yeltenirler: 'Sizin bu itirazınız ilminizden ve tartışmaya merakınızdan geliyor. İlim hakikatlerin önüne çekilen perdeden başka birşey değildir. Cedel ise nefsin hoşuna gittiğinden, hiçbir kıymeti yoktur. Oysa bizim bütün söylediklerimiz bâtın hallerinin dile dökülmesidir. Bunları, bâtınımıza hak nûrunun keşfolunması gösteriyor ve hak, bizim bâtınımızda tecelli ediyor.

İşte bu ve buna benzer iddialar, İslâm memleketlerini tehlikeli bir yangın gibi sarmış ve bu yangın bilhassa halk tabakasını yakıp kül etmeye neden olmuştur. Bu gibi sözleri söyleyen bir kimseyi öldürmek, Allah indinde on kişiyi diriltmekten daha hayırlı bir iş olur.

Beyazıd-ı Bistâmî'ye mal edilen söz, onun ağzından çıkmamıştır. Böyle bir sözün ona mal edilmesi kesinlikle doğru değildir. Şayet buna benzer bir söz onun ağzından çıkmış ise, o zaman bu sözü kendisine değil, Allah'a ait olarak hikâye edip konuştuğunu kabul etmek gerekir. Allah'ın dininden bahsederken, ona ait malûmat içinde böyle bir sözü de söylemiş olabilir. Nitekim Allah Teâlâ (c.c) hakkında malûmat verirken şu sözleri söylediği gibi: 'Muhakkak ben Allahım, benden başka ilâh yoktur, O halde bana ibadet edin'.Bu bakımdan Bistâmî, bu kelâmı ancak Allah kelâmı olarak hikaye etmiş olabilir. Yoksa o kelâmı kendi adına söylemiş olmasını mümkün göremeyiz.

İkincisi, mânası anlaşılmayan birtakım kelimelerden ibarettir. Bu kelimelerin zâhiri, gayet hoş ve dehşetengiz mânâlar taşımaktadır. Fakat hepsi bu kadardır. Bunların ötesinde bir mânâ ifade etmezler. Bu kelimeleri söyleyen mânâlarını bilmez, sadece aklının noksanlığından dolayı kendi içinden geçirdiği saçmalıkları bu kelimelere yükler. Hiçbir zaman ağzından çıkan bu kelimelerin mânâsına nüfuz edebilmiş de değildir. Bazıları bu mânâyı anlar, fakat gayesini anlatmaya muktedir olamadığı için, bu ibareleri yerli yerinde kullanamaz. Çünkü ilmi az olduğu için mânâların hangi terimlerle ifade edileceğini bilemez. Bu tür söz lerde bir fayda yoktur. Bu gibi kelimeler kalpleri yaralar, akılları dehşete düşürür ve zihinleri hayrette bırakır ve hiç de kastedilme yen mânâların anlaşılmasına yol açar."işte böyle olduğu zaman herkes arzularının peşine takılır ve bu kelimelerden istediği gibi mânâlar çıkarmaya başlar.

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Sizden herhangi biriniz bir topluluğa anlamadıkları bir tarzda konuşma yaparsa; bu kimsenin konuşması, dinleyenler için bir fitne olur.141

İnsanlara anladıkları bir tarzda hitab edin. İnsanlarla anlamadıkları tarzda konuşmaktan salanın. Acaba siz Allah ve Rasûlü'nün tekzib edilmesini ister misiniz?142

Allah Rasûlü'nün menettiği konuşmalar, ancak konuşanın kendisi tarafından anlaşılan, fakat dinleyenlerin anlamadığı konuşmalardır. Bu konuşmaları dinleyenler, anlamadıkları için konuşmayı asla zihinlerine yerleştiremezler. Bir de konuşanın bile anlamadığı kelimelere ne buyurulur? Konuşan kendi sözlerinin mânâsını bilir de, yalnız dinleyenler bu mânâyı anlamasalar bile böyle bir konuşma helâl olmaz.

Hz. îsâ şöyle demiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere emanet etmeyiniz ki, hikmete zulmetmiş olmayasınız. Hikmeti, ehil olan kimselerden kıskanmayınız ki, anlayanlara, idrâk sahiplerine zulmetmiş olmayasınız. Şefkatli bir hekim gibi olunuz ki, hekimler merhemi sadece yaraya sürerler'.

Hz. İsâ'nın (a.s) bu sözü şöyle de rivayet edilmiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere devretmeye çalışan bir kimse cahildir. Hikmeti, ehlinden saklayan bir kimse ise zâlimdir. Hiç kuşkusuz hikmetin bir hakkı vardır ve bir de ehli vardır. Öyleyse her hak sahibine hakkı verilmelidir'.143

Tamat'a gelince, şatahat konusunun tamamı tamat ile ilgilidir. Bununla birlikte tamatın kendine ait hususî bir vasfı daha vardır. Bu hususî vasıf ise şeriata ait kelimeleri zâhirî mânâlarından ayırarak bu kelimelere zorla hiçbir faydası olmayan bâtınî mânâlar vermeye çalışmaktır. Tıpkı bâtınîlerin Kur'an ve hadîs üzerine yaptıkları te'vil gibi... İşte bunun için tamat da, şatahat da haramdır ve zararı büyüktür. Çünkü şeriat sahibinden gelen bir nakle dayanmayan ve bir zarurete binaen aklî bir delile istinad etmeyen te'vil ile kelimeleri zâhirî mânâlarından başka mânâlara çevirmek, kelimelere olan itimadı tamamen sarsar, bu durumda Allah'ın ve Rasûl'ün sözleri de anlaşılmaz bir hale gelir. Çünkü artık kelimelerin bir mânâsı kalmamıştır veya daha doğru bir deyişle herkes her kelimeye kendi istediği mânâyı vermiş ve hükümler ortadan kaldırılmıştır. Öyle ki artık her kelimeden bâtınî mânâlar çıkarılır olmuştur. İşte en büyük felâketlerden biri budur. Bu zararı çok büyük olan hâl, halk arasında çok yaygın olan bid'atlerdendir. Bu bid'atleri icad edenler, acaiplikler arkasında koşmak suretiyle şöhrete ulaşmak isteyen kimselerdir.

Zira insanoğlu tabiatı icabı, daima acaipliklere meyletmiş ve acaiplikleri temsil ettikleri sanılan kimseleri, büyük adam olarak bilmiştir. İşte insanın garip şeylerden zevk almasını, bu şarlatanlar istismar etmişler ve halkın gözünde birer kahraman kesilmişlerdir.

Bâtınîler, korkunç bâtıl telakkîleriyle şeriatın büyük temellerini sarsmaya yeltenirler ve şeriatın zâhir olan hükümlerini te'vil ederek, (bunları yıkmak için kaleme aldığımız el-Müstezhir isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi) şeriatın tamamını kendi te'villerine göre bina etmeye çalışırlar.
Tamat ehlinin te'viline bir misal olarak şu ayetin te'vilini gösterebiliriz.Haydi artık Firavun'a git, çünkü artık o çok azdı. (Nâziat/17)

Bunlar, ayet-i kerîmede geçen Firavun kelimesini, zalim Firavun'a değil de, kalbin bir hâline hamlederek 'Firavun' dan maksad, insana saldıran kalptir' demişlerdir. Yine bunlar Kasas sûresinin 32. ayetinde geçen 'Ve asânı yere bırak' cümlesindeki asâ kelimesini, insanın güvendiği ve Allah'tan başka itimad ettiği şeylere atfetmişler ve bunları kaldırıp atmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamberin (s.a) 'Sahur yemeğini yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır'144 sözünü şöyle te'vil etmişlerdir: 'Sahur kelimesinden murad, seher vaktinde istiğfar etmektir'.

Bu adamlar o kadar ileri gitmektedirler ki, Kur'an-ı Kerîm'i baştan aşağıya te'vil etmeye kalkışmakta, İbn Abbas'dan itibaren bütün Kur'an müfessirlerini bir yana atarak bütün ayetleri kendi anlayışlarına göre tahrif etmektedirler. (Zaten bunu yapabilmek için böyle bir yola başvurmuştur bu sahtekârlar).
Bâtınîlerin ve te'villerinin bir çoğunun bâtıl olduğu apaçık bilinmektedir. Tıpkı Firavun'u kalp ile tefsir etmeleri gibi...

Firavun, elle tutulan ve gözle görülen bir kişidir. Varlığı tevatür yoluyla bize kadar gelmiştir. Gene aynı Firavun'un Hz. Musa tarafından hakka dâvet edildiği de tevatür hâlindedir. Firavun kendisinden sonra yaşamış bir Ebu Leheb, bir Ebu Cehil ve sâir kâfirler gibi bir kâfirdir. Firavun, asâ ve sahur; şeytan ve melek gibi hiss ile bilinmeyen şeylerden değillerdir ki onları teVile çalışalım.
Sahurun seherde istiğfar mânâsına tevil edilmesi de büyük bir hatadır. Çünkü sahurun ne olduğunu bizzat efendimiz hareketiyle bize bildirmiştir. Allah'ın Rasûlü sahur zamanında yemek yer ve etrafındakilere şöyle derdi:Bereketli gıdaya geliniz.145
Tevatür, hiss ve nakil yoluyla gelen bütün ölçülere göre, bu gibi te'viller bâtılın en aşağı derecesidir.

Bu tevillerin bâtıl olduğunu bâzen zann-ı galib ile biliriz. Bu da hissin müdahalesinin bulunmadığı emirlerde olur. Bütün bu te'viller haramdır, dalâlettir, dinî halk tabakası nazarında ifsad etmektir. Ne sahâbeden ve ne de tabiînden bu te'villere benzer rivayetler nakledilmiştir. Halkı hakka dâvet eden ve halka va'z u nasi hatta bulunan Hasan Basrî'den de böyle te'viller nakledilmiş değildir. (Hasan Basrî, kırk sene durmadan sahâbeyi dinleyerek ilim sahibi oldu. Bütün hayatı boyunca sahâbeden dinlediklerini nakletti. Onun dinledikleri kimseler içinde yetmiş Bedir kahramanı ve diğer üçyüz sahâbî vardı. Buna rağmen o böyle teViller yapmadı. Yaptığına dair en küçük bir rivayet gelmemiştir. Bâtınîlerin elinde buna dair en basit bir delil bile yoktur).

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır:
Kur'an-ı Kerîm'i kendi görüşüne dayanarak (kaideleri gözetmeden) tefsir eden kimse ateşte yerini hazırlasın.146

Bu hadîs-i şerifin mânâsını, bâtınîler gibi kendi görüşleriyle tefsir edenlere hamledersek ancak açıklığa kavuşturabiliriz. Şöyle ki: Yukarıda bahsi geçen tevil ve tefsirlere kaçan bâtınî meşrebli bir kimsenin gayesi ve görüşü bir emrin tahkik ve tesbitidir. İşte o emri bir de te'vil yoluyla Kur'an'ın şehâdetiyle tevsik etmek ister. Ne lûgat ve ne de nakil olarak hiçbir delil yokken Kur'an ayetlerini o mânâlara hamletmek ister. Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif 'Kur'an istihraç ve tefekkür yoluyla tefsire tâbi tutulmasın' demi yor. Zira birçok ayet için sahabe-i kirâm ve müfessirlerden beş-altı ve hatta yedi mânâ naklolunmuştur. Biliniyor ki bu mânâların hepsi Hz. Peygamber'den nakledilmiş değildir. Zira bu mânâların bâzan biri diğerini nakzettiği için bir araya toplanmaları mümkün olmuyor. Demek ki bütün bu mânâlar Hz. Peygamber'den işitilmiş değil, belki uzun tefekkür ve anlayış sonucunda ortaya atılmış mânâlardır. İşte bu sırra binaen Allah'ın Rasûlü, İbn Abbas için şöyle buyurmuştur:
Ey Allahım! Onu dinde fakih kıl ve kendisine Kur'an'ın te'vilini öğret.147

Tamat ehlinden, bu te'villerin lâfızlardan kastedilen mânâlar olmadığını bildiği halde caiz gören ve bununla halkı hakka çağırdığını iddia eden bir kimse; hakikatte doğru olan bir şeyin isbatı için Allah Rasülü'nün söylemediği bir sözü uydurup da söyleyen bir kimseye benzer, Bu ise zulüm ve dalâletin tâ kendisi olduğu gibi, ayrıca bu zulmü irtikâb edeni de Allah Rasûlü'nün şu mübarek sözü tehdit etmektedir:
Benim söylemediğim bir sözü bana kasden mâleden ve yalan uyduran bir kimse ateşte yerini hazırlasın!148

Bu kelimelerin tevili, bütün bu tehlikelerden daha korkunçtur. Çünkü bu gibi teviller, kelimelere olan itimadı sarsar. Böyle olunca da hiç kimse Kur'an'dan hiçbir mânâ çıkarma imkânı bulamaz. Böylelikle Kur'an'dan istifade etmek yolları kapanmış olur!

Şeytanın, halkı hakka dâvet edenleri memdûh ve makbul ilimlerden, mezmum ilimlere nasıl çevirdiği ortadadır. Bütün bu felâketler, terimleri hakikî mânâlarında değil, başka mânâlarda kullanan sahtekâr âlimlerin telbisatı sonucunda meydana gelmektedir. Şayet meşhur terimlere güvenerek ve asr-ı evvelde bilinen hakikate bakmayarak bu kişilere tâbi olursan, senin durumun tıpkı hekîm denilen, fakat aslında hikmetle alâkası bulunmayan bir kimseye tâbi olup, şeref talebinde bulunan bir kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse sadece hikmet teriminin şerefiyle yetinmiş olmaktadır.

Zira hikmet tâbiri günümüzde tabibe, şâire ve müneccime mâledilmektedir. Bu kelimeleri bahsi geçen meslek erbabına mâletmek ise, kelimelerin ifade ettiği mânâları bilmemekten (gafletten) doğmaktadır.

Beşincisi ise Hikmet terimidir. Hakîm sıfatı tabiblere, şairlere ve müneccimlere ait bir sıfat oldu. Hattâ yol kenarlarında kuşların pençeleriyle veya köylülerin eliyle kabak döndüren hokkabazlara dahi Hakîm sıfatıyla hitab edilmektedir. Halbuki hikmet, Allah Teâlâ'nın övdüğü ilme denir.

Allah dilediğine hikmeti ihsan eder. Kime hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür.(Bakara/269)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hikmet'ten bir kelimeyi öğrenmek, kişi için dünya ve onun içindeki varlıkların tümünden daha hayırlıdır.149

Yukarıda naklettiğimiz ayet ile hadîsi dikkatle tedkik ederek hikmetin ne mânâya geldiğini düşününüz ki, sonraları hangi mânâlarda kullanıldığını anlayabilesiniz. Diğer terimleri de hikmet terimiyle mukayese ediniz. Ancak böyle yaptığınız takdirde sahtekâr âlimlerin hilesinden kendinizi koruyabilirsiniz. Zira kötü âlimlerin dine verdiği zarar, şeytanların verdiği zarardan daha dehşetlidir. Çünkü şeytan, insanların kalbinden imanı bu gibi kimseleri vesile ederek çekip alır. İşte bunun için Allah'ın Rasûlune (s.a) halkın en şerlisi sorulduğu zaman cevap vermekten kaçınmış ve 'Allahım affet' demekle yetinmişti. Ashab, aynı suâli birkaç kere tekrarlayınca da şöyle buyurmuştu: 'Onlar, kötü alimlerdir'.150

Mahmud ve Mezmum (Güzel ve Çirkin) ilimlerin ve iltibasın nereden kaynaklandığını artık öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bu nedenle şimdi muhayyersiniz; ister nefsinizi selef-i sâlihîne uydurursunuz, ister gurur zincirlerine sımsıkı sarılır, halefin arkasında gidersiniz. Selef-i sâlihinin kendisine meşgale olarak seçtiği güzel ilimler inkıraza uğramış olduğundan bugünün insanını meşgul eden ilimlerin çoğu bid'attir ve dine sonradan ilâve edilmiştir. Böylelikle Hz. Peygamber'in (s.a) şu mübarek sözü de yerine gelmiş olmaktadır:

İslâm garip olarak başladı ve sonunda da başladığı gibi garip olacaktır. Garipler için cennet vardır.151

Bu hadîsi ifade buyurdukları zaman Hz. Peygamber'e 'Garipler kimlerdir?' diye soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah edip düzeltirler. Halk tarafından öldürülmüş (terkedilmiş) olan sünnetimi de ihyâ ederler.152

Garipler o kimselerdir ki, sizin bugün üzerinde olduğunuz hakîkate sarılırlar.153

Garipler, sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Fakat bu kişiler, sâlih olmayan, fertleri çok olan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.154

Gerçekten de selef-i sâlihînin ilimleri bugün gariptir. O kadar ki günümüzde bu ilimleri hatırlatanlar sevilmemektedir. İşte bu sırra işaret etmek isteyen Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Bir âlimin dostunun çok olduğunu gördüğün zaman bilmiş ol ki, o âlim hak ile bâtılı birbirine karıştırmıştır. Zira hak ile bâtılı birbirine karıştırmamış olsaydı, dostu az düşmanı çok olurdu'.

Mahmud (Güzel) İlimlerin Memduh Olan Miktarı
Bu itibarla ilim üç kısma ayrılır:
1. Azı da çoğu da mezmum (çirkin) olan ilim
2. Azı da, çoğu da mahmud (güzel) olan ilim; ne kadar fazla olursa o kadar güzeldir.
3. Kifayet edecek miktarı güzel, kalan kısmı ise güzel olmayan ilim İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi...

Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatin bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür, şecaatin bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir.Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdi. Ne dünyaya, ne de ahirete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herke sin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...

Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan öm rünü boşuna harcaması demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır bas maktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat var ise de, verdiği zarara nisbetle bu menfaat hiç denecek kadar azdır.

Her tarafıyla mahmud (güzel) olan ilme gelince, bu ilim, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, halk arasındaki Sünnet-i ilâhîyesini ve âhireti dünyadan üstün kılmasının hikmetini beyan eden ilimdir. İşte bu ilim bizâtihi istenen ilmin tâ kendisidir. Çünkü ancak bu ilimle insanlar ebedî saadete ulaşırlar. Bu ilmi elde etmek için insanın vargücüyle çalışması bile kendisini kusurdan kurtarmaz. Zira bu ilim idrâk edilemeyecek kadar geniş ve dibi bulunamayacak kadar derindir. Herkes kendi gücü nisbetinde ancak bu der yanın sahil ve sığ yerlerinde gezebilir. Bu denizin etrafında ve sığ yerlerinde ancak peygamberler, kâmil velîler ve Allah ilminde rüsûh kesbeden âlimler gezebilirler. Elbette ki onlar kendi derecelerine ve Allah Teâlâ'nın kendileri için takdir ettiği derinliklere kadar dalabilmişlerdir.

İşte kitaplarda yazılı olmayan gizli ilim budur. Bu ilmi insan ancak öğrenmeye çalışmakla ve âhiret âlimlerinin ahvâlini iyi bilmekle elde edebilir. Âhiret âlimlerini tanıtacak alâmet-i fârikalar ilerideki bölümlerde izah edilecektir. İşte bu ilmi bilmek için yapılacak iş budur. Âhirette ise, bu ilmi elde etmeye çalışmak, mücahede, kalb tasfiyesi, dünya meşgalelerinden kalbin kurtarılması ve bu dünyada peygamberlerin ve kâmil velilerin arkasında gitmek ile onları örnek almak yardım eder.


Evet, bütün bunları yapmak lâzım ki, bu ilmin peşinde olan herkes çalışması nisbetinde değil, ancak nasibi kadar bu ilme sahip olabileceğini anlasın. Bu sözü, o halde gayrete gerek olmadığı mânâsına almak büyük bir hata olur. Zira gayret, hidayetin anahtarıdır ve hidayetin gayretten başka anahtarı da yoktur.

Bir miktarı güzel, kalanı çirkin olan ilimlere gelince, bu ilimler farz-ı kifâye bölümünde zikrettiğimiz ilimlerdir. Farz-ı kifâye olan bu ilimlerin her birinde üç mertebe vardır:
1. Lâzım olduğu kadarıyla yetinmek ki bu en azıdır.
2. Ne ifrata ve ne de tefrite sapmaksızın normal bir miktarı elde etmek.
3. Ortalama haddini aşıp ömrün sonuna değin sürekli elde etmeye çalışmak.

Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve durumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et!

Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların güzelini ve çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir insan çirkin sıfatlardan arınmış değildir. Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalpten uzaklaştırmak vâcibdir.

Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kurtaracak ilâçları ihmal ederek, zâhirde görünen yaralarına merhem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur.
Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında oturarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara benzerler. Âhiret âlimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, şerri bütün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden söküp atmaya bakarlar.

Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin kolaylığı birçok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu gariplerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâçları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gösteren hastaların durumuna benzer.

Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere gitmekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bildiren ve o hastalıkların ilâcını (Mühlikât bölümünde açıkça söylediğimiz gibi) tavsiye eden ilmi öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni Kurtarıcılar bölümünde zikrettiğimiz makamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedî saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi...

Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkân kalmaz. Bu bakımdan halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farz-ı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü yaratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatım düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması, kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz.

Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, günahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hâl sende bir tabiat hâlini almışsa ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir o zaman farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin. Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi unutma!

İşe önce Allah'ın Kitabı'ndan başla. Allah'ın Kitabı'nı öğrendikten sonra Rasûlü'nün sünnetini öğrenmeye çalış. Daha sonra Kur'an'ın nâsih, mensuh, mevsul, mefsul, muhkem ve müteşâbih ilimlerini öğren. Aynı minval üzere sünnet-i seniyeyi de öğrenmeye çalış. Bütün bunları öğrendikten sonra fıkıh ilminin bir dalı olan mezheb ilminin teferruatı ile uğraş. Sakın üzerinde ihtilâf olan konularla meşgul olma. Bunu da öğrendikten sonra usûl-ü fıkıh ilmine dal. Böylece ömrün müsaade ettiği nisbette diğer ilimlere de el atmaya bak. Bütün ömrünü ilmin bir dalma ve o ilmin zirvesine çıkmak için sarfetme; zira ilim çok, ömür ise kısadır. Bu ilimlerin hepsi birer âlet ve başlangıçtır. Bunların biz zat kendileri amaç değildir. Bunların herbiri başka ilimlerin basamaklarıdır. Bu nedenle başka ilimlere basamak olan herhangi bir ilimle meşgul olarak esas amacı unutup, ihmal etmek doğru bir hareket olmaz.
O halde lugat ilmini meramını arapça anlatacak kadar öğrenmeye çalış. Kelimelerden ancak Kur'an'ı ve Sünnet-i anlayacak miktarını öğren yeter...

Daha doğrusu, Kur'an ve Sünnet'te geçen garib kelimeleri anlayabilecek kadar Arap dilini bilmek kâfi dir. Daha ilerilere gitmek için vakit kaybetmemelidir. Nahiv il minden Kur'ân ve Sünnet-i çözecek miktarını öğren! Çünkü hiçbir ilim yoktur ki onda üç vasıf bulunmasın.
1. İktisar (lüzumlu miktardan az)
2. İktisad (ne ifrat ve ne de tefrit, tam ortası)
3. İstiksa (normalin üzerine çıkmak, en fazlasını bilmeye çalışmak)

Diğer ilimleri kıyaslamak imkânının elde edilebilmesi için hadîs, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerinin bu üç mertebesine işaret edelim. Tefsir ilminde iktisar, Kur'ân'ın iki misli olmak demektir. Nitekim böyle bir tefsiri Ali el-Vâhidî en-Nisaburî155 yapmış ve isim olarak da el-Veciz ismini vermiştir.

Tefsir ilminde iktisad mertebesi, Kur'an'm üç misli bü yüklüğünde olan tefsirdir. Nitekim böyle bir tefsiri el-Vasit adı ile yine adı geçen şahıs yazmıştır. Bundan daha büyük tefsir ise, pek de lüzum olmadığı halde bir ömrü bitirir, fakat kendisi bitmez.

Hadîste gelince, hadîs ilminde iktisar derecesi Buhârî ve Müslim'in hadîslerinden birer nüshayı, hadîs metninin ilmine vâkıf olan bir kişinin yanında okuyarak tashih ve tahsil etmektir.

Hadîs ricalinin ismini ezberlemek hususunda, daha önceki hadîs âlimlerinin bu sahada yaptıkları çalışmaları tâkip etmek yeter de artar bile. O âlimlerin kitaplarına her bakımdan güvenilebilir. Müslim'in veya Buharî'nin metinlerini ezberlemek zaruri değildir. Ancak bu iki kitabı ihtiyaç olduğu zaman, lâzım olan hadislerin bu kitapların neresinde olduğunu bilip, yerini muhatabına gösterebilecek kadar tahsil etmeniz yeterlidir.

Hadîs ilmindeki iktisad derecesine gelince; Müslim ve Buhârî'nin yanında sahih olan diğer hadîs kitaplarını okuyup, on larda fazla olarak bulunan hadîsleri Müslim ve Buharî'ye katmaktır.

Hadîs ilminde en son hadde varmak ise, bu kitapların dışında kalan hadîs kitaplarından, zayıf, kavî, sahih, sakim hadîsleri nakleden ve hadîs ilminde birçok yollar öğreten hadîs ricalinin ahvalini, isimlerini ve vasıflarını bildiren kitapları mütalaa etmektir.

Fıkıh ilmine gelince, bu ilimde iktisar derecesi İmam Müzenî'nin156 Muhtasar adlı eserinin muhtevasınki biz o eseri Hulâsat'ul-Muhtasar adlı kitabımızda tertibe koyduk mütalâa etmektir. Fıkıh ilminde iktisad derecesi Muhtasar isimli kitabın üç misli bir kitap okumaktır ki biz bu miktarı el-Vasit miri el-Mezâhib adlı kitabımızda bildirmiştik. Fıkıh ilminde son derece ise el-Basit isimli kitabımızı ve buna benzer uzun kitaplarda varid olan malûmatları okumaktır.

Kelâm 'a gelince, bu ilimden gaye ehl-i sünnetin selef-i sâlihin den naklettiği inançları korumaktır. Kelâm ilminin bundan gayrı bir vazifesi yoktur. Kelâm ilminden bu miktardan fazlasını istemek, meselelerin sırlarını ve hakikatini başka yollarda aramak demektir.

Ehli Sünnet akâidi, Kelâm'a ait kısa bir kitap okumak suretiyle elde edilebilir. Bu miktar, Kavâid-ül-Akaid adlı eserimizde izah ve beyan ettiğimiz kadardır. Bu kitabımız îhya-i Ulûm'id-Din içerisinde yer almaktadır.Kelâm'da iktisad derecesi ise yüz sahifelik bir kitabın muhtevası kadardır. Biz bu miktarı el-îktisad fi'l-itikad adlı eserimizde beyan etmiştik.

Ayrıca kelâm ilmine bir de bid'at ehliyle mücadele etmek için ihtiyaç vardır. Bu bid'atlara karşı koymak için müslümanlar Kelâm ilminin savunmalarına muhtaçtır. Çünkü Kelâm ilmi bid'atçının ortalığa yaydığı bid'atları halkın arasından çekip almaya yarar. Fakat Kelâm ilmi, bid'atlar konusunda halk tabakası taassuba saplanmadan önce işe yarar. Bid'atçı eğer cedel ilminden bir şeyler biliyorsa, onu Kelâm ilmiyle hizaya getirmek ve bid'atını kendisine kabul ettirmek pek mümkün değildir. Siz onu sustursanız bile, o yine kendi mezhebini terketmez, Kendisini susturmanızı nefsinin zaafına hamleder, asla fikrine zaaf düşürmeye yanaşmaz. Yine bu fikre karşı verilecek bir cevap olduğunu, fakat bu cevabı kendisinin vermeye kudreti yetmediğini düşünür. Siz kendisinden kuvvetli oluşunuzla onu teşevvüşe sürükleyen biri olursunuz onun yanında... Halk tabakası bu nevi mücadele şekliyle haktan uzaklaştırılır ise, o sapık itikadında sabitleşmeden önce hafif bir tartışma ile sapıklıktan çevrilebilir. Fakat bâtılı tam mânâsıyla benimsemiş ve kalbinde bu sapıklık sabitleşmiş ise onun dönmesi imkansız değil ise de çok zor bir iştir. Artık onu Kelâm ilmiyle tedavi etmenin bir faydası olmaz. Zira taassub, telâkki ve inançları kalplere yerleştiren bir felâkettir. Esasında bu felâket kötü âlimlerin afetlerindendir. Zira sahtekâr âlimler, hak için ifrata saparlar ve taassup gösterirler. Muhaliflerine istihfaf ve istihkârla bakarlar. Onların bu hâli muhaliflerini de aynı duruma sürükler. Onlar da kendilerine kötü bakmaya başlarlar. O kadar ki mutaassıplara muhalefet etmiş olmak için bâtıla yardım ederler. Onların bu müsamahasız tutumları muhaliflerini bâtıla daha da çok sarılmaya zorlar. Eğer kötü âlimler, lütûf, merhamet ve nasihati güzel bir şekilde yapsaydılar ve kimsenin bulunmadığı bir yerde muhaliflere hakikati güzel bir dille ifrata kaçmaksızın anlatsaydılar, elbette başarı kazanabilirlerdi. Muhaliflerini hakka döndürmeye muvaffak olabilirlerdi. Fakat dünya nimetleri edine bilmesi, halk arasında kendisine çok taraftar bulmasına bağlıdır. Halkı elde edebilmek için de hasımlara şiddetle saldırması gerek mektedir. Ne kadar küfür yağdırırlarsa, halkın o kadar hoşuna gider ve elbette bunu yapana itibar ederler. İşte bunun içindir ki kötü âlimler kendilerine taassubu meslek edinmişler ve bunu yükselmelerinin vasıtası bilmişlerdir. Bu taassuba da dini müdafaa adını takmışlardır. Şiddetli taassub halkı helâk eden bir felâkettir. Çünkü taassub, bid'atları kalbe yerleştiren en büyük vesiledir.

Son asırlarda ortaya çıkan ve hakkında sayısız kitaplar telif edilen ihtilaflara gelince ki bunların hiçbiri selef'i Sâlihîn zamanında görülmemiştir bu ihtilafların yanına dahi yaklaşmaktan sakın! Seni öldürecek bir zehirden kaçındığın gibi ihtilaflardan kaçın. Çünkü bu, Ümmet-i Muhammed'in kökünü kurutan bir hastalıktır. Bu hastalığın tehlikeleri ve afetleri, ilerideki bölümlerde tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.

Kendilerini temize çıkarmak için İnsanlar, bilmediklerinin düşmanıdır' darb-ı meselini söyleyenlerin sözlerine aldanma! Zira bu sahada iyice bilgi sahibi olan bir kimsenin nasihatini dinliyorsun. Sana bu nasihatları, ömrünün uzun yıllarını bu sahada tüketen ve kendisinden önceki kelâmcılardan çok daha fazla kitap ya zan, tahkikat yapan, cedel ve beyana dalıp büyük mücadeleler ve ren biri yapmaktadır. Allah Teâlâ şu anda sana nasihat eden âciz kula, doğru yolu göstermiş ve o da Allah'ın bu lûtfuna lâyık olabilmek için eski ve kötü âdetlerini tamamen terketmiş ve nefsinin kusurlarını gidermeye çalışan biridir.

'Fetva, şeriatın direğidir. Şeriatın gizli illetleri ise ancak ihtilaflı meseleleri bilmekle bilinir' diyenlerin sözüne sakın aldanma! Zira mezheplerin incelikleri hilâfiyatla değil, bu konuda yazılmış olan kitapları okumakla bilinir. Sözünü ettiğimiz bu kitaplar mezhepler hakkında en küçük meselelere değin malûmat vermektedirler. Bu kitaplardan fazlası ise cedele dayanır. Selef-i Sâlihîn ve sahabe devrinde fetva ilminin incelikleri çok daha iyi bilindiği halde, hilâfiyata ait hiçbir bilgi sahibi değildi onlar. Cedel sanatını da bilmiyorlardı. Bu hilâfiyat bilgilerinin mezhep ilmine hiçbir fayda temin etmedikleri bir yana, fıkhın da zevkini öldürürler ve ifsad edici bir özellik taşırlar. Çünkü fetva ilminin şartları içinde hareket etmesi mümkün değildir. cedele meyleden kimsenin zihni cedelin isteklerine boyun eğer. Dolayısıyla Fıkh'ın zevki böyle bir insandan uzaklaşır.

Cedel ilmiyle sadece şöhret olmak isteyen kişiler meşgul olurlar. Bu kimseler mezhebin inceliklerini bilmek için cedele girdiklerini iddia ederler. Halbuki ömürleri bittiği halde, kendilerini cedel ilminden kurtarıp bir türlü mezhep ilmine verememişlerdir.

Ey hak arayıcısı! Cin şeytanlarını belki de kolaylıkla yener ve onların şerrinden emin olabilirsin. Fakat ins şeytanlarından kendini şiddetle koru! Zira ins şeytanları insanları ifsad etme işini, cin şeytanlarından devralmış ve onları bu zahmetten kurtarmışlardır.

Akıllı insanların indinde makbul olan hâl, insanın kendisini dünyada Allah ile beraber başbaşa kalmış farzetmesidir. Önünde ölümün, Allah'ın mahkemesine varışın, hesabın, cennetin, cehennemin olduğunu düşünüp zihninde canlandırmalısın. Sana yardım eden ve saadetini temin edecek olan şeyler üzerinde düşünmeli ve ötesini büsbütün terketmelisin!

Ermiş insanlardan biri rüyasında başka bir âlimi görür ve o âlimden sorar: 'Dünyada iken tartışmalar yapıp münazaralara daldın. Bunlardan elde ettiğin şey ne oldu?' Âlim elini açarak avucuna üfler ve der ki: 'Bütün o ilimler bir kasırganın önündeki toz gibi uçup gittiler. Bize sadece gecenin geç saatlerinde ihlâs ile kıldığımız iki rek'ât namaz fayda verdi...'

Bir hadîste şöyle buyurulmuştur:
Bir kavmin hidayetten dalâlete sapması, cedel yapmasından ileri gelmiştir.157

Bu hadîsi söyledikten sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: '(Ey Rasûlüm! Hakikati anlamak için değil) bunu sana sırf bir mücadele olsun diye (ve seni cevap vermekten âciz bırakmak için) misal veriyorlar. Doğrusu onlar çok tartışmacı kimselerdir'. (Zuhruf/58)

İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vile gitmek için Kur'an'ın müteşabih ayetlerine uyarlar' (Âlû İmrân/7) ayetini yorumlayan Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

'Onlar cedel ehlidirler, onlardan sakınınız' demekle Allah Teâlâ bizi onlardan sakındırıyor.158

Selef'ten bir âlim şöyle demiştir: 'Âhir zamanda bir kavim gelecek ve o kavme amel etmek için bütün kapılar kapanacak, yalnız cedel kapıları açık kalacaktır.

Bir kısım haberlerde şöyle vârid olmuştur:
Öyle bir zamandasınız ki, size amel etmek ilham olunuyor. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara sadece cedel yapmak ilham olunacaktır.159

Allah'ın en çok buğzettiği kul, cedelde en sedid olan kul dur.160

Hangi kavme cedel verilmişse, mutlaka o kavim amel etmekten menedilmiştir.161

Allah Teâlâ herşeyi bütün insanlardan daha iyi bilir!


114) Buhari ve Müslim, (Hz. âişe'den)
115) Taberânî, (İbn mes'ud'dan); Hatib, kitab-ul Kavm fi ilm'in-Nücûm,İbn
116) İbn Abdilberr ve İbn Asakir, (Ebu Mahcen'den)
117) İbn Abdilberr (Ebu Hüreyre'den)
118) Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Abdullah b. Ömer'den)
120) Ebu Davud, (Hz. Büreyre'den)
121) Deylemî, (Ebu Derdâ'dan)
122) Hatib el-Bağdadî
123) Ebu Nuaym, Hilye; Beyhaki, Zühd ; Hatib,Tarih, (Süveyk b. el-Hars'dan)
124) Künyesi Sa'd b. İbrahim b. Abdurrahman b. Avfdır. Hicretin 127. yılında vefat etmiştir.
125) Ebu Bekir b. Lâl, Mekârim-ül Ahlâk) Ebu Bekir b. Seni, Hidâyet-ul Müteallimîn; İbn Abdilberr, İlim, (Hz. Ali'den)
126) Ebu Dâvud
127) Taberân, (Ebu Ümame'den)
128) Tirmizî, (Enes'den)
129) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
130) Tertuşî, Camiin; İbn Mâce, (İbn Ömer'den)
131) Zümre b. Rebia künyesi Ebu Abdulah'dır. Süfyan-ı Sevrî zamanında Şam müftüsü idi.
132) İbn Avı'ın adı Muhammed'dir. Horasan âlimlerindendir. İbn Sîrin devrinde yaşamıştır.
133) İbn Şîrînin künyesi Ebu 3ekr, adı ise Muhammed'dir.
134) Bu hadîs, kitabın başında İbn Gevzî'nin rivayetinde zikredilmiştir.
137) Buharî, (Ubey b. Ka'b'dan)
138) Künyesi Ebu'l-Hasan, adı Muhammed b. Sâlim'dir. Basralıdır. Kut'ul Kulûb'un müellifi Ebu Tâlib el-Mekkî'nin hocalarındandır.
139) Künyesi Ebu Abdullah1 dır. Güneydi Bağdâdîye, Süfyan es-Sevrî'ye talelelik yapmıştır.
140) Adı Tayfur b. İsâ'dır. Hicri 261 (veya 264'de) vefat etmiştir.
141) Ukaylî, Ebu Nuaynı, (İbn Abbas1 dan)
142) Buharî, Beyhâkî, Deylemî
143) Ebu Talib el-Mekki, Kut'ul kulûb
144) Buharî ve Müslim (Enes'den)
145) Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban, (irbâd b, Sâriye'den)
146) Tirmizî, (İbn Abbas'dan)
147) Müslim, İmam Ahmed ve Hâkim
148) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre, Hz. Ali ve Enes'den)
149) Bu hadîsin benzeri İlim bölümünde geçmişti.
150) Darimî, (Ehvaz b. Hekim'den); Bezzar, Müsned, (Muaz'dan)
151) Müslim, (Ebu Hüreyre'den); Tirmizî, (Amr b. Avfdan)
152) Tirmizî, (Kesîr b. Abdullah b. Amir b. Avfdan)
153) "Bu lhadisin kaynağına rastlanmmıştır.
154) İmam Ahmed, (Abdullah b. Amr'dan)
155) Bu zat İmam Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Vâhidî en-Nisaburî'dir. Tefsir ilminde zamanının en önde gelen âlimi idi. Hicretin 468. yılında vefat etmiştir.
156) Künyesi Ebu İbrahim; adı İsmail b. Yahya b. Amir b. İshak'dır. Hicretin 176. yılında doğmuştur.
157) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Umame'den)
158) Müslim ile Buharî, (Hz. Âişe'den)
159) Kut'ul-Kulûb, (isnadsız olarak)
160) Müslim ve Buharî, (Hz. Âişe'den)
161) Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul -Kulûb, (Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dan)
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s)

Mesaj gönderen tahaakb »

İLİM


Halkın İlm-i Hilâfa Yönelmesinin Nedenleri, Cedel ve Münazaranın Âfetleri ve Mübah Olmasının Şartları

Allah'ın Rasûlü'nden sonra hilâfet makamına, râşid halifeler geçtiler. Onlar Allah'ı bilen âlimlerin önderleri idiler, ahkâm ilminde birer büyük fakihtiler. Karşılarına çıkan meseleler hakkında tek başlarına fetva verecek güçteydiler.

İstişare edilmesi lâzım gelen konularda istişareye ehil olan sahabîlerle istişare ederler ve sahabenin fakihlerinden yardım isterlerdi.

Böyle olduğu halde o devrin âlimleri tamamen âhiret ilmine yönelmiş kişilerdi. Daima bu ilmi tahsil etmeye çalışırlardı. Fetva istendiği zaman kendisinden fetva istenen kişi, isteyeni başkalarına gönderirdi. Dünya ile ilgili bir sual soranı, biri diğerine havale ederdi. İctihadda tamamen Allah'a yönelmişlerdi.

Nitekim sîretleri (biyografileri) ile ilgili kaynaklarda bu şekilde bildirilmektedir.

Hilâfet makamı, râşid halifelerden sonra haksız bir şekilde başkalarının eline geçtiği zaman, bu kaide değişti. Çünkü bu makama yeni geçenler fetva ve ahkâm ilminde tek başlarına hareket etme imkânından mahrum kimselerdi. Böyle olduğu için bu kişiler fakihlerden yardım istemek zorunda kaldılar.

Hükümleri uygulayabilmek için onlardan fetva almaya ve onlarla arkadaşlık yapmaya mecbur kaldılar. Fakat o devirde sahabe-i kirâma benzeyen insanlar vardı. Tâbiîn-i kirâmdan birçok âlim, dinin saf tarafına yönelir, seleften dinlediklerini olduğu gibi naklederlerdi. Tâbiîn-i kirâmdan olan âlimlere fetva sorulduğu zaman fetva vermekten kaçınırlardı.

Öyle ki, sultanlar bu zatları kadılık ve hâkimlik yapmaya zorlarlardı. O günün insanları, bu âlimlerin ne denli aziz kimseler olduklarını, sultanların kendilerine nasıl ihtiyaç duyduklarını ve onların buna rağmen makam ve mansıbdan nasıl kaçındıklarını gayet iyi bilirlerdi. Fakat ne yazık ki, onlardan sonra gelenler, fetva ve ahkâm ilmini izzet ve ikbale, rütbe ve mansıba ulaşmak için elde etmeye başladılar.

Bütün vakitlerini ömürlerini feda etmek pahasına fetva ilmine vakfettiler ve kendilerini bu ilimle sultanlara takdim ederek onlardan rütbe ve atiyeler istediler. Bazıları bu isteklerine nail olma imkânı buldular. Bazıları da bu arzularını tahakkuk ettir meye muvaffak olamadılar. Fakat ilim sahibi olanlar da kendilerini atiyeler istemek zilletinden kurtaramadılar.

Bir zamanlar sultanlar tarafından aranılan fakihler, bu sefer sultanları aramak zilletine düştüler. Tam tersi bir durum hâsıl olmuştu. Sultanlardan yüzçevirmekle aziz olan fakihler, bu sefer makam mansıb istedikleri için zillet içine yuvarlandılar. Allah Teâlâ'nın kendilerini muhafaza ettiği âlimler ise bu hükmün dışında mütalaa edilmelidir.

O asırlarda kaza ve hükümlerde fetva ve ahkâm ilimlerine şiddetle ihtiyaç duyulduğu için o devrin birçok âlimleri, bu ilimlere daha çok sarılmak mecburiyetinde kaldılar. Onlardan sonra bazı yöneticiler ortaya çıktılar. Bunlar akâidin esasları hakkında sarfe dilen sözlere kulak verip, bu sözleri ispatlayıcı deliller aramaya başladılar. Yöneticilerin, Kelâm ilmindeki tartışmalara eğilim duydukları herkes tarafından anlaşılmıştı.

İşte bunun için halk da kelâm ilmine yöneldi. Bu sahada birçok kitap telif edildi. Bu ilmin tartışma yolları tesbit edildi. Karşılıklı konuşmalarda, sözleri değiştirme, tersyüz etme yöntemlerine ulaşıldı ve böylece bir başka ilim ihdas edilmiş oldu. Bu işlerle uğraşanlara soracak olsanız, size Allah'ın dinini müdafaa ettiklerini, Sünnet-i seniyyeyi ihya etmek, bid'atçıları susturmak için çalıştıklarını söyleyeceklerdir. Kendi seleflerinin de fetva ilmiyle meşgul olduklarını ve böylece müslümanların dinî işlerini üzerine alarak halka nasihat edip, onlara büyük iyilikler yapmış olduklarını ileri süreceklerdir.


Daha sonra gelen yöneticiler, kelâm ilmine dalmayı ve insanlara münazara kapılarını açmayı hoş görmeyip, doğru bulmadılar. Çünkü kapı açıldığı zaman büyük taassublar doğduğunu, bu taassubun insanları birbirine düşürdüğünü ve masum kanların dökülmesine sebep olacak husûmetler meydana getirdiğini gördüler...

Bunlar da fıkhı konularda münakaşa etmeye; Şâfiî mezhebinin mi, yoksa Hanefî mezhebinin mi üstün olduğu konusunu tartışmaya eğilim duyuyorlardı. Böyle olunca, bu sefer halk da aynı havaya girmiş, kelâm ve onunla ilgili bütün ilim dallarını bırakarak Şâfiîler ile Hanefîler arasındaki ihtilâflı meselelere dalmışlardı.

İmam Mâlik, Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed ve diğer büyük âlimlerin arasındaki ihtilâflı meselelere de el attılar. Kendilerine bu hatalı tutuma niçin girdikleri sorulduğunda da 'Bunu yapmaktaki gayemiz, şeriatın inceliklerini ortaya çıkarmak, mezhebinin celiklerini bildirmek ve fetva usûlünün yayılmasını sağlamaktır' diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışmışlardır.

Bu konuda sayısız eser telif edilmiş, birçok istinbatlar yapılmış, mücadele ve telifât çeşitleri yazılmıştır. Günümüzde de bu durum hâlâ devam edip gitmektedir. Bundan sonraki asırların daha neler getireceğini ise henüz bilmiyoruz.


İşte ihtilaflı meselelere ve tartışmalara dalmanın tüm sebepleri yukarıda saydıklarımızdan başkası değildir. Eğer dünyevî gücü elinde tutanlar; yani yöneticiler fakihlerden İmam Şâfiî ile imam Ebu Hanife'den başkalarının ihtilâflarını tartışmaya eğilim duysalardı veya başka ilimlere yönelselerdi, onlardan dünyalık bekleyen âlimler, onların tarafına meyleder ve çalışmalarını bu isteğe göre değiştirirlerdi. Onlar yine kendilerini haklı göstermek için, meşgul oldukları ilmi, dinî ilimlerden sayacaklar ve asla susup yerlerinde oturmayacaklardı. Yine bu ilimleri elde etmekle Allah'ın rızasına ulaştıklarını, çünkü bundan başka bir gaye taşımadıklarını ileri süreceklerdi...

Bu Tartışmaları, Sahabe-i Kirâmın Meşvereti ve Selefin Müzakeresi ile Karıştırmak

Bu kişiler halka 'Bizim gayemiz bu tartışmalarla hakkı aramak ve vuzûha kavuşturmaktır. Zira hakkın aranması gerekir, ilmî görüşlerde yardımlaşma ve birkaç kişinin hatırındaki fikirlerin aynı hedefe yönelmesi fayda verici ve tesir edicidir. Ashabın âdetleri de meşveretti. Meselâ ölenin dedesiyle kardeşlerin feraiz deki durumlarını bildiren, içkinin cezasını beyan eden ve imamın (devlet başkanının) hatasının malî mesuliyeti icab ettirdiğini belirten meşveretleri gibi... İmamın hatasının malî mesuliyeti icab ettirmesine misal Olarak, Hz. Ömer'den korkarak karnındaki çocuğu zâyi eden kadının diyetini, Hz. Ömer'in ödediği naklolunmuştur. Feraiz meselelerinde ve başka konularda da aynı şekilde sahabenin istişarelerine ilişkin birçok olay rivayet edilmiştir.

Yine İmam Şâfiî, İmam Ahmed, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî ve başka âlimlerden de bu şekil münazaralar, münakaşalar ve meşveretler nakledilmiştir.
Bu sözün, bir telbis (hakkı bâtılla karıştırmak veya bâtılı hak olarak göstermek) olduğunu göstermeye çalışacağım ki hakikatler malûmunuz olsun!

Dinin hak olan meseleleri üzerinde yapılacak araştırmalarda yardımlaşma vardır. Fakat bunun sekiz şart ve alâmeti vardır:

1. Farz-ı aynları yerine getirmeyen bir kişi farz-ı kifâye olan münazaraya girişmemelidir. Farz-ı ayn olarak yapması gereken vazifeleri bulunan bir kimse 'Benim gayem hakkın bilinmesidir'diyerek farz-ı kifâye ile meşgul olursa, bu kişi yalan söylüyor demektir. Böyle bir kimse, tıpkı namazı terkettiği halde, başkalarına giymek için elbise imal eden bir kişinin 'Benim bu elbiseleri imal etmemin sebebi, şayet çıplak insan varsa onun örtünmesini temin ederek namaz kılmasına vesile olmaktır' deyip kendisini temize çıkarmasına benzer.

Böyle bir kimsenin iddiası pek ender hallerde doğru olabilir. Tıpkı nadir de olsa vukûu mümkün meseleler hakkında ihtilâflara dalan fakihin iddiası gibi... Münazara ilmiyle iştigal edenler, bü tün ulemanın ittifakla varmış olduğu hükme göre, farz-ı ayn olan birçok hususları ihmal ederler...Yerine verilmesi gereken bir emaneti elinde bulunduran bir kimse, insanları Allah'a yaklaştırmakta en müessir âmil olan namaza başlayıp, emaneti yerine teslim etmeyi ihmal ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kişinin taat nev'înden bir iş yapması, onun Allah'a itaat eden bir kul olduğunu ispatlamaz.

Fakat o fiillerde, şartlarda, zamana ve tertibe riayet ediyorsa, o zaman iş değişir.

2. Kişinin münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirme mecburiyeti yoksa münazara edebilir Şayet kişi münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirmesi gerektiğini bildiği halde, gerekeni yapmaz ve münazaraya dalarsa, yapmış olduğu iş Allah'a isyandan başka bir mânâ taşımaz. Böyle bir adamın durumunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kişi, ölecek derecede susamış bir topluluk görür. Herkes bu topluluğu içine düştüğü feci durumla başbaşa bırakmıştır. Bu vaziyeti gören kimse de onlara su vererek yardım etmeye muktedir iken, bunu yapmaz da, meselâ hacamat (kan aldırma) sanatını öğrenmekle meşgul olur. Kendi zannına göre kan aldırmak farz-ı kifâye olan bir ilimdir. Bir memlekette bu sanatı bilen olmadığı takdirde halkın helâk olacağını söyleyerek kendisini haklı göstermeye çalışır. şayet kemlisine 'sen bu hacamat işiyle çok meşgul olma, çünkü bu işi yapan daha birçok kimse var; bunun yerine sen o susamış insanların derdine çare bulmaya çalış' denilecek olursa, o yine kendi fikrinde ısrar eder ve "Kan alıcıların bulunması, bu ilmi farz-ı kifaye olmaktan çıkarmaz. Dolayısıyla bu sanatı öğrenmem farz-ı kifayeyi yerine getirmektir' der. İşte aslî vazifesini ihmal eden böyle bir kimsenin hâli, tıpkı ülke çapındaki farz-ı kifayeleri ihmal edip, münazara yapmakla meşgul olan kimsenin haline benzer.

Fetva ilmine gelince, bu ilimle meşgul olan topluluklar da vardır. Fakat hiçbir memleket yoktur ki, orada farz-ı kifaye hük münde olan birçok ilim ihmal edilmiş olmasın. Fakihler, bu farz-ı kifayelere dönüp bakmayı bile bir külfet sayarlar, biraz olsun uğraşmaya tenezzül etmezler. İhmal edilen farz-ı kifaye hükmündeki ilimlerin en başında tıp ilmi gelir. Günümüzde, İslâm diyârının birçok yerlerinde tıbbî meselelerde fikrine itimad edilecek, tavsiyesine güvenilecek bir müslüman doktor mevcut değildir. Buna rağmen hiçbir fakihin bu ilimle meşgul olduğunu göremezsin. Emr-i bil-maruf, nehy-i an'il-münker de böyledir. Bu vazifeyi yerine getirmek de farz-ı kifaye hükmündedir. Tartışmacı çok zaman münazara meclisine iştirak edenlerin ipekli kumaşlardan elbiseleri olduğunu, yine ipeklilerden yapılmış minderler üzerinde oturulduğunu görür. Buna rağmen susar ve hayatta olması ihtimal dahilinde bulunmayan bir mesele üzerinde münazaraya dalar. Şayet meydana gelme ihtimali çok az olan tartışma konusu mesele, meydana gelecek olsa onu halledecek fakihler oldukça bol dur. Buna rağmen münazara eder. Ondan sonra da kalkıp yapmış olduğu münazara farz-ı kifaye olduğu için Allah'a mânen yaklaştığını iddia eder. Bu münazarayla Allah rızasını kasdettiğini ileri sürer,

Hz. Enes şöyle rivayet etmektedir:
Allah'ın Rasûlü'ne emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i anil-münker'in ne zaman terkedileceği sorulduğunda, Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi: 'Ne zaman iyilerinizde müdahene (yağcılık), kötülerinizde fahşa başgösterir; yönetim küçüklerinizin eline geçer ve fıkıh da en rezillerinizin malı haline gelirse, işte o zaman terk edilir'.162

3. Tartışmacı müctehid olmalı, Şâfiî, Hanefi veya diğer mez heplere uygun değil, kendi ictihadıyla fetva verebilmelidir. Hanefî mezhebinin bir meselede haklı olduğunu görürse, o meselede Şafiî mezhebine bağlanmaktan vazgeçip (sahabenin ve büyük imamların yaptığı gibi) haklı gördüğü şekilde fetva vermelidir.

İctihad mertebesine çıkmayan bir kimse ise ki asrımızdaki bütün tartışmacıların durumu budur bunlar sorulan suallere kendi imamlarının mezhebinden nakiller yaparak cevap verebilirler ancak. Kendilerine bağlı oldukları imamın görüşü sağlam görünmese bile, imamlarının görüşünden ayrılmaları doğru olmaz.

Böyle bir insanın münazarasında ne fayda olabilir? Çünkü böyle bir adamın mezhebi malûmdur ve bağlı olduğu mezhebin fetvaları dışında bir hüküm vermeye yetkisi yoktur. Böyle bir adam kendine müşkil görünen bir mesele hakkında 'Ümid ederim ki bu mesele hakkında bağlı bulunduğum imamın bir cevabı vardır. Şayet yoksa, ben Şer'î meselelerde tek başıma ictihad etme kudretine sahip olmadığım için bu soruya cevap veremem' demelidir. Herhangi bir meselede bağlı olduğu imam iki çeşit görüş ileri sürmüşse, bu görüşler üzerinde münazara yapması hakikate daha uygun bir hal olur. Zira kendisi bu iki görüşten birine meyyal olabilir. Münazara ederken öbür tarafın daha kuvvetli olduğunu görerek belki de istifade eder. Kendisinin meylettiği hükmün doğruluğu hakkında münazaraya girişini yersiz ve lüzumsuz bulur. Aşağı yukarı bütün tartışmacılar iki taraflı meseleleri terke dip hakkında kesin ihtilâflar olan meselelere dalıyorlar ki bu sayede çok konuşabilme imkânı bulabilsinler ve muhalifleriyle mücadele edebilsinler.

4. Ancak vukûu çok olan veya her an ortaya çıkması muhtemel bulunan meseleler hakkında münazara edilebilir. Zira ashab-ı kiram sık sık ortaya çıkan meseleler üzerinde müşavere eder ve fikirlerini beyan ederlerdi.

Biz ise, günümüzdeki tartışmacıların halkın ihtiyacı olan konularda ve halka umumi bir belâ getiren meselelerde fetva vermek için gayret gösterdiklerini pek de göremiyoruz. Onlar sadece kendilerini şöhrete ulaştıracak meseleleri araştırıyorlar. Bunun için de halledilmesi elzem meseleler üzerine eğilmek imkânını bulamıyorlar ve arkasından da diyorlar ki; 'Bu mesele imamlar tarafından kesin nasslardan alınan bir meseledir veya bu mesele üzerindeki konuşmalar ancak tenhalarda yapılabilir. Bu mesele toplanarak üzerinde tartışma yapılacak bir mesele değildir'.

Ele alınması gereken bir mesele olsun da daha önce hakkında söz söylenmiş olduğu için ele alınarak üzerinde durulmasın... Hakikatini bildirmek için hiçbir gayret gösterilmesin...

Bu kadar saçma bir iddia olabilir mi? Bunlar şunu diyemiyorlar:'Biz şöhrete ulaştırmayan, uzun konuşma imkânı vermeyen meseleler üzerinde tartışma yapmayız. Uzun konuşmalara sebep olmayan meseleler bizi ilgilendirmiyor'.


Bunu söyleseler ne kadar acaip bir duruma düşeceklerini gayet iyi bilirler. Halbuki hak ve hakikati bildirmek için kısa konuşmak ve kestirme yollardan hedefe varmak lâzımdır. Sözü uzatmak hiçbir zaman doğru değildir.

5. Bir tartışmacı yapmış olduğu münazarayı mümkün olduğu kadar az bir cemaat önünde yapmaktan haz duymalı, münazaraya
çok insanın dinleyici olarak katılmasından zevk almamalıdır. Zira tenha yerlerde münazara yapmak, sultanlar ve sair büyükler yanında münazara yapmaktan daha faydalıdır. Çünkü tenha yerlerde tartışmacı düşündüklerini daha iyi toplar; daha iyi anlatmaya muktedir olur, idrâki daha berrak ve kavrayışı yüksek olur.

Cemaat huzurunda yapılan münazara, tartışmacıları riyaya itebilir. Çünkü cemaat huzurunda münazara yapanlar mağlub olmak korkusuyla yanlışlarında direnmeyi sonuna kadar götürürler. İster haklı olsun, isterse haksız hep kendilerini haklı çıkarmaya bakarlar. Bu tartışmacıların kalabalık huzurunda tartışma yapmak istemeleri, Allah rızasını kazanmak niyetiyle değildir. Çünkü bu tartışmacılar kendi başlarına kaldıkları zaman kalabalıkta tartıştıkları konuyu katiyyen aralarında tartışmıyorlar. O kadar ki, çok zaman arkadaşı kendisinden sual sorduğu zaman cevap bile vermiyor. Fakat bir cemaat huzurunda oldukları zaman hile yayında, ne kadar ok varsa birbirlerinin göğsüne sap lamaya çalışıyorlar ki konuşmada üstad kabul edilsinler!


6. Münazara sadece hakkı bulmak ve anlamak için yapılmalıdır. Aynen kaybolan malını arayan bir insanın durumuna benzer bir durum.. O kaybolan mal bulunsun da ne olursa olsun. Bunu kendisinin veya arkadaşının bulması önemli değil, önemli olan malın bulunmasıdır. Demek ki bir tartışmacı kendisiyle münazara eden arkadaşını hasım değil, bir yardımcı olarak görmelidir. Kendisine hakkı bildirdiği için arkadaşına teşekkür etmeyi bir borç bilmelidir. Nasıl ki inalını kaybetmiş bir insan, kaybolan malını arayıp bulamadığı ve geri dönmeye karar verdiği bir anda; bir arkadaşı kendisine gelip kaybetmiş olduğu malını bu yolda değil, şu yolda araması gerektiğini söylediği zaman kendisine teşekkür etmesi lâzım geliyorsa, böyle bir adamı azarlamayı düşünmüyorsa, kendisine malını bulmak için yol gösterene ikramda bulunuyorsa... Birbirini hak namına ikaz eden sahabe-i kiramın meşvereti de zâten böyle idi.

Bir kadın, Hz. Ömer'e itirazda bulunmuş ve ona hak yolu göstermiştir. Cemaat huzurunda hutbe irad eden Hz. Ömer, kadının yaptığı bu ikazdan sonra cemaata şöyle der: 'Bu kadın hakkı söyledi, Ömer ise yanıldı'.

Bir kişi Hz. Ali'ye (r.a) bir sual sorar: Hz. Ali, sorulan suale cevap verdiğinde, suali soran kişi şöyle söyler: 'Ey emîr'ul mü'minîn! Verdiğin cevap yanlış! Bence bu suale şöyle cevap verilebilir...Bunun üzerine Hz. Ali: 'Sen haklısın, ben ise yanıldım' diyerek adamın hakkını itiraf eder ve kendisini ikaz ettiği için ona teşekkür ederek sözlerini şöyle sürdürür: 'Her ilim sahibinden daha büyük bir ilim sahibi çıkabilir.

İbn Mes'ud, Ebu Musa el-Eş-'ar'ı'ye yanıldığım hatırlatınca Ebu Musa cemaate şöyle hitab eder: 'bu büyük âlim aranızda iken bana sual sormayın'.Kûfe valisi Ebu Musa'ya, Allah yolunda savaşıp öldürülen bir kimsenin hali sorulur, o da cennetlik olduğunu söyler. Bunun üze rine mecliste hazır bulunan Abdullah b. Mes'ud ayağa kalkar ve sual sorana hitaben şöyle der: 'Valiye sualini ikinci kez tekrarla! Sualini iyi anlamamış olmalı'. Bu ikaz üzerine adam sualini tek rarlar ve Ebu Musa yine aynı cevabı verir. İbn Mes'ud ise şöyle der: 'Ben sizin verdiğiniz cevabı doğru bulmuyorum. Bence böyle bir kimse Allah yolunda hakkı bularak öldürülmüşse cennetlik olur'. Bunun üzerine Ebu Musa İbn Mes'ud doğru söylüyor' der. Esasında hak arayıcıları da böyle insaflı olmalılar...

Buna benzer bir itiraz zamanımızın en düşük fakihine yapılsa, kendisine itiraz edilen fakih hiddete kapılır ve yapılan itirazı hiçbir suretle kabul etmez. Kendisinin yanılma ihtimalini katiyyen kabul etmeyerek der ki; "Ayrıca İsabet etmişse' demeye gerek yoktur. Çünkü Allah yolunda öldürülen bir kişinin hakka isabet ettiği herkesçe malûmdur".

Günümüzün insafsız tartışmacılarının haline bir bakınız! Şayet hak, hasımlarının elinde ise ve onun dilinden ifade edilmişse, yüzü nasıl kızarır ve nasıl mahcub olur? Böyle olunca da son haddine kadar hakkı kabul etmemek için nasıl direnir? Bütün hayatı boyunca kendisim mağlup eden insan hakkında nasıl kötü konuşur ve onu küçük düşürmeye çalışır? Bütün bun lardan sonra da kalkıp kendini hakkın ortaya çıkması için yardımlaşan sahabîlere benzetmekten hiç de utanmaz.

7. Karşısındaki kimseyi; yani kendisiyle münazara edeni bir delilden diğer delile, bir müşkilden diğer bir müşkile geçmesini engellemeye çalışmamalıdır. Zira selefin aralarındaki münazara lar bu şekilde cereyan ediyordu.

İster lehinde olsun, ister aleyhinde, bid'at olan cedelin bütün inceliklerini, konuşmasının dışında tutmalıdır. 'Bu söz beni bağlamaz, tenakuza düştün' gibi sözlerden kaçınmalıdır. Önceki sözünü nakzediyor diye, doğru sözü reddetmek yanlıştır. Halbuki sen tartışmacıların bütün toplantılarının mücadele ve münakaşa içinde geçtiğini görürsün. Hatta delil getiren bir insan, bilinen bir kaidenin üzerine zannettiği bir illete dayanarak kıyas etmeye kalkıştığı zaman, derhal karşıdaki mücadeleci tarafından kendisine, asıldaki hükmün hangi illetle mâlül olduğuna dair delil sorulur. Delil getiren zat 'Ben bu şekilde düşünüyorum. Şayet sen bundan daha isabetli bir görüşe sahip isen, delillerini söyle de birlikte tedkik edelim' diye cevap verir. Bunun üzerine itiraz eden kişi şöyle der: 'Senin bildiğin ve zikrettiğin mânâlardan başka daha nice mânâlar var burada... Fakat bunları söylemek üzerime düşen bir vazife olmadığından söyleyemeyeceğim.


Delil getiren taraf yine şöyle konuşmaya devam eder: 'Bundan başka bir iddian var ise, beyan et ki malûmatımız olsun'. İtiraz eden kişi 'Hakîkat senin söylediğinden başkadır ve ben bunu biliyorum. Fakat söylemek üzerime düşen bir vazife değildir' fikrinde ısrar eder. Böylece münazara meclislerinde bir netice alınmadan tartışmalar devam eder gider.

Bu miskin itirazcı bilmez ki; 'Ben bilirim, fakat söylemem, çünkü söylemek mecburiyetinde değilim' sözü şeriata yapılan bir iftiradan başka birşey değildir. Şöyle ki: Şayet itirazcı, söylenen de lilin mânâsını bilmiyor ve ancak hasmını susturmak için kuru bir iddiada bulunuyorsa, böyle bir adam fâsıktır, kâzibdir, Allah'a isyan etmiştir ve bu hâlinden dolayı Allah'ın gazabını üzerine çekmiştir. Zira bilmediği bir şeyi biliyor görünmeye çalışmıştır. Şayet hakikaten biliyor da söylemiyor ise yine fâsık olur. Çünkü şeriatın bir emrini gizlemiş olur. Halbuki bu emri gizlemese, belki de bir müslüman kardeşini yanlış düşünmekten kurtaracak, doğrunun yayılmasına vesile olacaktır. Şayet itirazcının görüşü zayıf ise, karşısındaki kendisine iddiasının zayıf olduğunu izah edecek ve böylece itirazcı cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkmaya imkân bulacaktır.

Hiç kuşkusuz dinî ilimlere ait bir husus sorulduğu zaman mutlaka cevap verilmelidir. O halde bu itirazcının 'Bunu söylemek mecburiyetinde değilim' de mesi, 'Bizler tarafından ihdas edilen bid'atlarm bid'at olarak kal masını temin eden cedellerin devamını sağlamak için bunu söy lemiyorum' demekten başka birşey değildir. Şayet bu laf, bu an lama gelmezse ne anlama gelir? Oysa Allah'ın şeriatını açıkça bildirmek gerekir. Söylemeyen kişi ya fâsıktır, ya da yalancı...

Bu nedenle sahabe-i kiramın meşveretini ve selef-i sâlihînin bir mesele hakkındaki müzakeresini tedkik et! Acaba onlar da, se nin anladığın bu mânâda bir münazara ve mücadele görür mü sün? Acaba ashab-ı kirâm ve selef-i salihînden birisi, herhangi bir arkadaşını bir delilden diğerine, bir kıyasdan başka birine, bir haberden diğer bir ayete geçmekten alıkoymuş mudur? Hayır! Binlerce kere hayır! İşte sahabenin ve selefin bütün münazaraları bu cinstendi. Çünkü onlar kalplerine geleni olduğu gibi söyler, düşündüklerini olduğu gibi ortaya döker ve ona göre müzakere ederlerdi.


8. Kendisine faydası dokunacak bir ilimle meşgul olan kişilerle münazara etmelidir. Halbuki tartışmacıların çoğunu, âlimlerle ve ilimde otorite sahibi olanlarla münazara etmekten kaçınır görür sünüz. Çünkü hakkın onların dilinde meydana geleceğinden endişe duyarlar. Onun için de tartışmacılar ilim ve bilgi bakımından daha aşağıda olanlarla tartışmayı tercih ederler. Zira kendi bâtıllarını ancak bilgide ilerleyememiş insanlara kabul ettirme imkânları vardır.

Münazara etme hususunda bu sekiz şarttan başka daha nice ince şartlar vardır. Fakat bu sekiz şartı iyice öğrendikten sonra, kimlerin Allah için münazara ettiklerini, kimlerin etmediklerini gayet iyi teşhis edebilirsin.

Kısaca, şiddetli düşmanını; tasallutçu ve felâket hazırlayıcısı olan şeytanı bırakıp, müctehidin isabet ettiği veya edenle ecirde or tak olduğu meselelerde münazaraya dalan bir kimseye şeytan gü ler. O kişi şeytana gülünç, ihlâs ehline de ibret alınacak bir ders olur. Bu sebebe binaen şeytan onu, daha ilerideki bölümlerde sa yacağımız âfetlerin karanlığına götürmüştür. O felâketlerden ile ride uzun uzun bahsedeceğiz. Tevfîk ve yardım Allah'tandır.

Münazaranın ve Münazaradan Doğan Kötü Ahlâkın Yol Açtığı Sonuçlar
Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefim gös termek için halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccü hünden istifade etmek için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil Allah düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdır. Bu münazaralar; kibir, ucûb, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir.
İçki içmek ile diğer fuhşiyatları yapmak arasında muhayyer bırakılan bir kişi, İçkiyi daha ehven görüp onu içerse, bununla kalmayıp içki onu diğer fuhşiyata nasıl zorlarsa; aynen bunun gibi başkasını susturmak, münazarada galip gelmek, rütbe aramak ve iftira etmek sevgisi de kime galip gelirse; bu sevgi o kişiyi bütün pisliklerin içine sürükler, kötülükleri nefsinde toplamaya başlar. Yine bu sevgi bütün kötü ahlâkların bu adamda toplanmasına ve sile olur.

Bu ahlâkların tamamının çirkin olduğunu izah eden deliller, daha ileride ayet ve hadislere dayandırılarak Mühlikât bölümünde zikredilecektir. Fakat biz şimdi menfî münazaranın tahrik ettiği kotu ahlâkın bir Kısmına işaret edelim:

1. Hased
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hased, ateşin odunları yemesi gibi, sevapları yiyerek bitirir.163

Tartışmacı kendisini hasedden katiyyen kurtaramaz. Çünkü bir tartışmacı, bazen galip gelir, bazen de mağlup olur. Onun için bazen onun konuşması övülür, bazen de karşısındaki muarızın...

Öyleyse bu dünya ilminde kuvvetli ve görüşlerinin isabetli olduğu kabul edilen biri oldukça; veya 'Filân adam senden daha iyi görü yor ve senden daha isabetli kararlar veriyor' denilme ihtimali bu lundukça, böyle bir adamın hased duyacağı muhakkaktır. Kendisine tafdil edilen adamı küçültmeye ve ona teveccüh eden kalpleri kendisine çevirmeye yarayacak bütün faaliyetleri göster meye çalışır.

Hased, helâk edici bir ateştir. Hased ateşiyle yanan bir kişi, bu dünyada büyük bir ızdırap içindedir. Ahiretteki azabı ise, dünya dakinden kat be kat fazla olacaktır. İşte bunu anlatmak için İbn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: 'İlmi nerede bulursanız alınız. Fakihlerin birbirinin aleyhindeki sözlerine kulak vermeyiniz. Çünkü onlar ağıldaki tekeler gibi dövüşmektedirler'.


2. Kibir ve Tekebbür
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim büyüklenirse, Allah onu alçaltır; kim tevazu gösterirse onu yükseltir.164

Yine Allah'ın Rasûlü (s.a) Allah Teâlâ'dan hikâye ederek bir hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur:
Azamet benim izarım, kibriya ise benim abanidir. İşte bu nun içindir ki bu iki şeyde bana ortak olmaya yeltenenin belini kırarım!165
(Hadîste geçen izar ve abâ kelimeleri zahirî anlamda düşünülmemelidir).

Tartışmacı, emsallerinden üstün görünmek hastalığından hiçbir zaman kurtulamaz. Olduğundan çok daha üstün görünmek ister.

Hatta bu büyüklük budalaları, münakaşa meclislerinin her hangi bir yeri için kavga ederler. Meclisin başında oturmak; baş koltuğun kendilerine ait olduğunu iddia etmek peşindedirler. Kendilerinden başkasına bu yerleri lâyık görmedikleri için itişip kakışırlar, dar bir yoldan geçildiği zaman ben önde giderim, sen önde gidersin diye itişir dururlar. Böyle tartışmacıların kurnazları ise: 'Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz; zira âlimin, özellikle müzmin bir âlimin kendi nefsini zelil etmesi yasak lanmıştır' şeklinde konuşmalar yaparak akılları sıra kendilerini müdafaa ederler.
Bilmezler ki, Allah ve Rasûlü tevazuu methetmişlerdir ve ken dileri Allah'ın ve Rasûlü'nün medhettikleri bir hasleti zillet kabul eder duruma düşmüşlerdir! Yine Allah ve Rasûlü'nün buğz ettiği bir hâl olan tekebbüre de izzet gömleğini giydiriyor ve böylece Allah'a ve Rasûlu ne zıd düşüyorlar. Böylece güzel kelimeleri tah rif ederek halkın dalâlete sapmasına vesile oluyorlar! Nitekim hikmet, ilim ve benzeri kelimeleri de tahrif etmişler ve halkın dalâ lete düşmelerine sebep olmuşlardır!...


3. Hıkd (Kin)
Tartışmacı kimse, kendisini kin tutmaktan kurtaramaz. Halbuki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;'Kâmil mü'min kinci değildir'.166

Kini zemmeden o kadar çok hadîs vardır ki, gizlenmesi müm kün değildir. Bir münazara esnasında hasmını tasdik edercesine başını sallayarak ona kin tutmayan hiçbir tartışmacıya rastla madık. Çünkü bir tartışmacı diğer tartışmacının sözlerini dinle miyor, bu sözleri iyi niyetle karşılamıyor. İşte bundan dolayıdır ki bir tartışmacı, diğer tartışmacıya kin tutmaya mecbur oluyor. O kini nefsinde taşıdığı halde gizli tutması ancak nifakla mümkün olmaktadır. Fakat çoğu zaman beslenen kin, apaçık ortaya çıkıyor ve bunu herkes müşahede ediyor.

Tartışmacı bu durumda kendi sini kin tutmaktan nasıl kurtarabilir? Bütün dinleyenlerin ona hak vermeleri imkânı yoktur. Ortaya koyduğu delilleri dinleyenler makbul saymak durumunda da değildir... Onun için hasmı, sö zünü biraz da olsun hafife alırsa, bu hareketi affedemez, bundan dolayı duyduğu kini hayatının sonuna kadar kalbinden söküp atamaz. (İşte bu, felâketin tâ kendisidir).


4. Gıybet
Allah Teâlâ, gıybet etmeyi ölü eti yemeye benzetmiştir. Halbuki tartışmacı, ölü eti yemekten, kendini bir türlü kurtaramaz. Çünkü o her zaman hasmının konuşmasını naklederek aleyhinde bulu nur. Kendisini bu halden kurtarmak için ne kadar titiz davranırsa davransın, hasmının söylediği sözleri ne kadar doğru naklederse nakletsin, kendisini gıybet etmekten alıkoyamaz. Çünkü hasmının konuşmasının yanlış olduğunu söylemek suretiyle gıybet yapmış olur. Bu konuşmasının hasmının âcizliğini gösterdiğini ve kendi sinden daha eksik olduğunu söyleyerek gıybet yapmış olur. Yahut da daha kötüsü hasmının söylemediğini naklederek bir de yalancı durumuna düşer. Aynı zamanda bir müfteri olur. Kendi konuşmasına önem vermeyip, hasmının kelâmına kulak verenin haysiyetine tecavüz etmekten dilini bir türlü kurtaramaz. Onları cehalet, hamakat ve dar anlayışlılıkla itham eder!

5. Nefsi temize çıkarmak
Allah Teâlâ bizi, nefsimizi temize çıkarmamaya davet etmektedir. Nefislerinizi temize çıkarmayınız; Allah kendisinden kor kanın kim olduğunu çok iyi bilendir.(Necm/32) Hakîm bir zata 'Çirkin olan doğru nedir?' diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: 'Kişinin nefsini övmesidir'.

Tartışmacı kuvvetli olmakla, galip gelmekle ve fazilet bakımından emsâllerinden üstün olmakla kendini övmekten kur taramaz. Münazara esnasında hiç olmazsa şu kadarcık bir söz söylemekten kendini alıkoyamaz: 'Ben bütün bu işleri bilmeyenler den değilim. Ben ilimlerde ileri gitmiş bir kimseyim. Her ilmin usûlünü ve metodunu bilirim. Birçok hadîs hıfzetmişim'. İşte buna benzer cümlelerle kendisini metheder durur. Bazen de konuşmasını itibara alsınlar diye, böyle cümleler sarfetmeye mec bur kalır. Halbuki herkes bilir ki kendisini ahmakça övmek ve herhangi bir sebepten dolayı nefsini tezkiye etmek şer'an ve aklen çirkin sayılmıştır.

6. Tecessüs
Allah Teâlâ şöyle buyurur. Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Araştırmayın, bir kısmınız diğer bir kısmınızı çekiştirmesin.(Hucurât/12)

Tartışmacı, emsâlinin ayıplarını araştırır, hasmının kusurlarını bulmak için durmadan çalışır. Hatta tartışmacıya 'Senin memleketine bir tartışmacı geldi' dendiği zaman, hemen adamlarından birini göndererek gelen tartışmacının hususiyetlerini öğrenmeye çalışır. Gizli suçlarını araştırır. Öyle ki, münazara yapmak üzere karşı karşıya geldikleri zaman rakibim hususî hayatındaki ayıplarından dolayı mahcup vaziyete düşürebilsin. Münazarada rakibini alt edebilmek için, bunları bir silâh olarak kullanabilsin...

Tabidir ki, bu silâhlar rakibe karşı ihtiyaç zamanında kullanılır... Hatta tartışmacı rakibinin suçlarını aramakta o kadar ileri gider ki, çocukluk zamanında yaptıklarını bile ortaya çıkarmaya çabalar... Bedenî kusurlarını dahi bulmaya çalışır. Belki çocukluğunda bir suç işlemiş olabilir veya vücudunda bir kusur bulunabilir. Meselâ kel olması gibi... Sağır olması gibi.. Bunları, münazarada mağlup olma tehlikesi ile Karşılaştığı zaman, rakibinin bu kusurlarına temas ederek onu mahcup etmeye çalışır. Şayet münazara bahsinde muktedir bir kişi ise, bu sefer de rakibinin kusurlarını ima yoluyla belirterek söyler. Şayet mağrur ve mağrur olduğundan ötürü de ahmak biri ise, bütün bu kusurlarını rakibinin yüzüne karşı bağıra bağıra söyler.

Tartışmacıların önde gelen şahsiyetlerine ait buna benzer hikâyeler çok çok anlatılmaktadır.


7.Karşısındaki kimselerin kötü duruma düşmeleri sebebiyle sevinmek, iyi durumlarına da yerinmek ve üzülmek
İslâmiyet'te kendisi için istemediğini diğer din kardeşi için de istememek, kendisi için istediğini, diğer din kardeşi için de istemek ahlâkı vardır. Faziletlerini öne sürerek başkalarına karşı övünmek durumunda olan kimseler, arkadaşının ayağının kaymasına sevinir. Çünkü ilim ve fazilette kendilerine denk gördükleri herkes bir nevi rakipleri olduğu için bilhassa onların birbirlerine karşı aldıkları tavır, tıpkı iki kuma kadının birbirlerine karşı aldıkları tavıra benzer. Nasıl ki bir kuma, öbürünü gördüğünde titremeye başlar ve katiyyen onu görmeye tahammül edemezse, tıpkı bunun gibi bir tartışmacı da öbürünü gördüğü zaman kuma kadın gibi beti benzi atar, tirtir titrer ve onu görmek istemez. Sanki karşısındaki hilekâr bir şeytan veya kanını emmeye çalışan bir canavardır!
O halde soruyoruz! Hani İslâmiyet'in istediği yakınlık ve ünsiyet? Hani din âlimlerinin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve sevgi? Hani her hangi bir müşkilde din âlimlerinin birbirlerine yaptıkları yardımlar? Hani kardeşlik, yardım ve muhabbet?

Hatta İmam Şâfiî şöyle buyuruyor: 'Fazilet ve akıl erbabı arasında ilim, onları birbirine bağlayan bir zincirdir'.

O halde soruyoruz! İlmi, düşmanlık vesilesi yapan kişiler, kendilerinin İmam Şâfiî'nin takipçisi olduklarını nasıl söyleyebilirler? Acaba arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşlik, ünsiyet ve arkadaşlığın tesisi mümkün müdür? Elbette hiçbir şekilde mümkün değildir!
İnsanların bozulmasına, mü'min ve muttaki kulların ahlâkından çıkarıp, münafıkların ahlâkına iten şerrin bu kadarı yeter de artar bile...


8. Nifak
Nifakın kötü olduğunu bildirmek için delil getirmeye ve kötülüğünü delillerle ispat etmeye ihtiyaç yoktur.Tartışmacılar âdeta nifaka düşmeye mecburdurlar. Çünkü, hasımlarla ve hasımların dostlarıyla her an karşılaşmak mecburiyetinde kalırlar. Lisanen ve görünüşte onlara sevgi göstermek ve muhabbetini izhar etmek zorundadırlar. Onların derece ve hallerini dikkate almak ve onları kırmamaya, tersine kazanmaya çalışmak lâzımdır. Halbuki kendisiyle konuşan, dil döken ve dinle yen kişiler, bu sözlerin hepsinin yalan olduğunu bilirler. Bilirler ki bu insan bir hasım olduğuna göre nifak, iftira ve fısk-u fücur yapmaktadır. Çünkü münâzaracılar ancak dilleriyle birbirlerine sevgi gösterisinde bulunurlar. Kalplerinde ise, birbirlerine karşı silinmez bir buğz taşımaktadırlar. Biz böyle bir nifaktan şânı yüce Allah'a sığınırız!

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
İnsanlar ilmi öğrendikleri ve ameli terkettikleri, dil ile sevişip kalplerinde buğz taşıdıkları ve aralarında sıla-i rahmi kestikleri aman, Allah onlara lânet edip kulaklarını sağır ve gözlerini kör eder!137
Günümüzde gördüğümüz manzaralar da bu hadîsin mânâsını doğrulamaktadır.

9. Haktan yüz çevirmek ve nefret etmek
Tartışmacı düşmanlık hırsı taşır. Tartışmacının en nefret ettiği şey hakkın, hasmının ağzından çıkmasıdır. Her ne zaman hak, hasmının ağzından çıkarsa, onu var kuvvetiyle reddetmeye ve hasmını bu haktan caydırmaya çabalar. Demek ki düşmanlık ve hakkı reddetmek, tartışmacının tabiî ve normal hâli olmaktadır, O ister hak olsun, isterse bâtıl, ne dinlerse sanki onu reddetmekle mükelleftir. Hatta o kadar ki Kur'an'dan getirilen delillere dahi itiraz etme isteği kabarır içinde. Şeriat tâbirlerine bile karşı koyar. Kesin nasslardan birini diğer biriyle nakzetmeye çalışır. Halbuki bâtılı müdafaa etmek, çok mahzurlu ve çok tehlikelidir.

Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hatasını anlayıp cedeli terkeden bir kimseye, Allah Teâlâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde cedeli terkeden bir kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.168
Allah Teâlâ, iftira eden ve hakka yalan diyeni bir tutmuştur:
Allah'a iftira ederek yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki o zâlimler kurtuluşa eremezler.(En'am/21)

Artık o kimseden daha zâlim kim olabilir ki, Allah'a karşı yalan söylemiş, doğruyu (Kur'an'ı) da kendisine geldiği zaman yalanlamıştır. Kâfirlerin yeri cehennem değil midir?(Zümer/32)

10. Riya, (halka gösteriş yapmak ve halkın kalbini kendine çekme gayretine düşmek)

Riya, insanı en büyük günahlara iten korkunç hastalığın adıdır. Bu hakikat, Riya bölümünde uzun uzun anlatılacaktır.

Tartışmacının bütün gayreti, yapmış olduğu münazara ile halkın gönlünü çelmek ve kendisine taraftar toplamaktır. Bu ne denle onlar, halkın hoşlandığı fikirlerin savunucusu olmayı her zaman başarırlar.

İşte saydığımız bu on hastalık, bâtınî fuhşiyâtın esaslarındandır. Tartışmacılarda bu on menfî hasletten başka daha nice kötü hasletler vardır... Bu kötü hasletler, kendisini zabtetmeyen tartışmacıları sonunda vuruşmaya, yumruklaşmaya, tırmıklamaya, elbise yırtmaya, sakal yolmaya, anaya ve babaya küfretmeye, hocalara küfretmeye ve açık açık birbirlerine iftira at maya sürükler. Böylelerini insan saymadığımız için burada söz konusu etmedik!

Yukarıda saydığımız on menfî haslet, tartışmacıların büyüklerinin hemen hemen hepsinde (en akıllılarında dahi) vardır. Bütün bunlara rağmen bir kısım tartışmacılar bu kötü hasletlerden uzak kalabilirler. Fakat bu iyiliği ancak kendisinden çok aşağı veya yukarı; yahut memleket itibarıyla kendisinden çok uzak, maişet konusunda da kendisiyle çatışmayan kimselere gösterir. Kendisiyle aynı ayarda olan akranlarına bu iyiliği göstermesi imkansızdır.

Bu on hasletin her birinden on tane başka rezalet doğar. Biz bunların hepsini teker teker sayarak konuyu uzatmak istemedik. Meselâ herbirinden şu rezaletler doğar: Kendini müdafaa etmek gayreti, öfke, tamah, buğz, rütbe ve mal isteme ihtirası, hasmına galip gelmekten dolayı düşülen gurur, nimeti inkar etmek, ifrata kaçmak, zenginlere ve sultanlara hürmetkâr olmak, onlarla sıkı münasebetlere girişmek, onların haram yollardan elde ettiği şeylerden almak, atlarla, bineklerle ve mahzurlu elbiselerle süslenmek, kibir ve azametinden dolayı herkesi hakir görmek, mâlâ yani hususlara dalmak, çok konuşmak, korkuyu kalpten çıkarmak, kalbindeki rahmet duygusunu söküp atmak, ifrat derecede gaflete düşüp bir namaz içinde ne kadar namaz kıldığını, neyi okuduğunu ve kime münacaatta bulunduğunu tefrik edememek, münazarasında kendisine yardım eden ilimler üzerinde bir ömür tükettiği halde kalbinde haşyet hissinin teşekkül etmemesi ki böyle İilimlerin ahirette hiçbir faydası yoktur ibareleri güzel okumak, kelimeleri kafiyeli sarfetmek, olması ender hâdiseleri ve hik âyeleri ezberlemek gibi saymakla bitmeyecek kadar felâketler doğurur.

Tartışmacıla, derecelerine göre münazara ilminde başarı gösterirler. Bu mesleğin çeşitli dereceleri vardır. Fakat din, ilim, akıl ve fazilet bakımından en büyükleri dahi bu yukarıda saydığımız kötü huyların bir kısmından yakalarım kurtaramazlar. Ancak ellerinden geldiği kadar kötülüklerini örtmeye çalışmak ve bu kötülükleri nefsinden söküp atmak için büyük bir gayretle mücadele etmek gayesini güderler. Bu rezaletlerin sadece tartışmacılara ait vasıflar olmadığı bilinmelidir. Va'z ve nasihatta bulunanlarda da bu çirkin hasletler bulunabilir. Şayet halka hoş görünmek, va'z ve nasihatından ötürü bir paye kazanmak, yapmış olduğu işten dünyalık sahibi olmak gayretine düşmüş ise, böyle bir vâizde yukarıda sıraladığımız kötü hasletler bulunur.

Bu rezaletler, fetva ve mezhep ilmiyle uğraşanlarda da bulunur. Şayet bu ilimle meşgul olmaktaki gayesi kadılık makamını işgal etmek, evkaf dairesinde büyük memuriyetler almak, akranlarından daha fazla yöneticilerin gözlerine girmek ise, böyle bir insanda da yukarıda saydığımız kötü ahlâkların çoğu bulunabilir.

Kısaca ilmiyle Allah'ın rızasından başka şeyler bekleyen her insan da bu kötü hasletler bulunur. Demek ki ilim, âlimin yakasını bırakmaz. Onu ya ebediyyen herşeyden mahrum ederek helâk olmasına sebep olur veya ebedî hayatın saadetine garkeder.


İşte bu sırrı anlatmak için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
İlminden menfaat görmeyen âlim, kıyamette, en şiddetli azaba mâruz bırakılır.169

Böyle kimselerin ilmi, kendilerine bir fayda vermediği gibi, üstelik çok büyük zararlar verir. Keşke böyle bir kimse, başına büyük felâketler getirecek ilimden kurtulmuş olsaydı. Fakat ne yazık ki, bundan kurtulması mümkün değildir. İlim tehlikesi çok büyüktür. İlmi talep eden, ebedi mülkü ve serveti talep ediyor. Onun için bu talipler ya mülk ve servetten veya felâketten yakalarını kurtaramazlar. Âlimin hâli, tıpkı dünyada mülk isteyen diğer insanların hâline benziyor... Eğer servet peşinde koşan, servete ulaşmak imkânı bulamazsa kendini zilletten kurtaramaz. Belki zilletin de ötesinde büyük girdaplara düşer.

Eğer 'Münazara etmeye ruhsat vermekte, halkı ilme teşvik etmek gibi büyük fayda vardır. Şayet baş olmak arzusu bulunmazsa hiç kimse ilme heves etmez ve ilim de böylece inkıraza uğrar' der sen, bu sözünde bir noktada çok haklısın. Fakat cedelin esasında fayda yoktur. Zira top ve kuşlarla oynamak va'di olmasaydı, çocuklar mektebe gitmezdi. Fakat çocukları avutmak ve mektebe çekmek için icad edilmiş bu şeylerin bizzat kendisinden bir fayda geldiğine delâlet eden bir mânâ yoktur.
Şayet riyaset hırsı olmasaydı, ilim gerçekten inkıraza uğrardı. Fakat ilmiyle riyaset talep eden bir kişi kurtulmuş sayamaz kendini. Tam aksine, ilmiyle riyaset talep eden kimse Hz. Peygamberin aşağıdaki hadis-i şerifte bildirmiş olduğu zümreye dahil olmuş olur.
Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bu dini, nasipsiz kimselerle de takviye eder.170

Hiç kuşkusuz Allah Teâla, bu dini yalancı bir kişiyle de takviye eder.171

Demek ki ilmiyle riyaset talep eden, gerçekte helâk olmuş bir kimsedir. Fakat böyle bir kimsenin delâletiyle başkaları kurtuluşa erebilir. Eğer o kişi insanları dünyayı terke dâvet ediyorsa...Kendisi helâk olup başkalarının kurtuluşlarına sebep olan âlim, görünüşte selef âlimlerine benzer. Fakat onlardan ayrı olan tarafı, içinde yanan rütbe ateşidir, O bir makam elde edebilmek için yanıp tutuşan bir âlimdir. Böyle kişilerin misâli, mum misâline benzer. Mum, etrafını aydınlatmak için yanar, kendisini mahveder. Eğer insanları dünyaya bağlanmaya götürüyorsa, o zaman hem kendini ve hem de başkalarını yakan bir ateş olur...

Âlimler üç sınıfa ayrılır:
1. Hem kendilerini ve hem de başkalarını helâk edenler.
Bunlar açık bir şekilde dünya nimetlerini isterler ve onlara dalarlar.
2. Hem kendilerini ve hem de başkalarını saadete erdiren âlimler. Bunlar bâtın ve zâhirde insanları Allah'a dâvet ederler.
3. Kendilerini helâk eden ve fakat başkalarının kurtuluşuna vesile olan âlimler. Fakat bunlar, halkın kalbini kazanmak, halkın gözüne girmek, şan ve şöhret kazanabilmek için uğraşırlar.

Bu nedenle ey müslüman! Hangi zümreden olduğunu düşün ve bul! Kime düşmanlık yaptığını idrâk etmeye çalış! Allah'ın, kendisi için yapılan amelden başkasını kabul edeceğini hiçbir zaman aklına getirme...

Bu konudaki tatmin edici deliller, Riya bölümünün bir kısmında ve Mühlikât bölümünde inşaallah gösterilecektir.




162) İbn Mâce, (hasen bir senedle)
163) Ebu Dâvud, (Ebu Hüreyre'den)
164) Hatip,(hz. Ömer'den sahih bir senedle)
165) Ebu Dâvud, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Hüreyre'den)
166) Irâkî bu hadîse vâkıf olamamıştır.
167) Taberânî, (Selmân-ı Fârisî'den zayıf bir senedle)
168) Tirmizî ve İbn Mâce (Enes!den)
169) Taberânî ve Beyhâkî, (Ebu Hüreyre'deıı zayıf bir senedle)
170) Nesâi(Enes'den sahih bir senedle)
171) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den sahih bir senedle)
Kaynak:İHYA-U ULUMİ'D DİN-İMAM-I GAZALİ (k.s) Hazretleri
Resim
Cevapla

“►İmam-ı Gazali◄” sayfasına dön