MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Resim


MUHAMMED SIDDIK HEKİM
(kaddasallahu sırruhu)


----------Şeriat
---------Tarikat
---------Hakikat
------------ve
MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ


------------CİLT 3


Resim

“Fitneler zuhur ettiğinde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin bunları durduracak veyahutta hakikati anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin. Eğer ketmedecek olursa o zaman Allah'ın, Rasulullah'ın, Meleklerin ve insanların laneti o kimsenin üzerine olsun.”
Hadis-i Şerif


“Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki, senet ve mesnet olarak en başta:
"La İlahe İllallah" tarikatın ana düsturudur.
Esası ve temelidir.”

Seyyid Ahmed-er-Rufai


“Şeriat İslam Makamıdır.
Tarikat İman Makamıdır.
Hakikat İhsan Makamıdır.”

Muhammed Sıddık Hekim




MUKADDİME

Resim

Aziz Kardeşlerimiz;
Allahü Zülcelâl celle celâlihu şöyle buyuruyor:


اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
“İnnemel mu'minune ihvetun fe aslihu beyne ehaveykum vettekullahe leallekum turhamûn.” (Hucurat/10)

Mü'minlerin kardeş olduğunu ilân ediyor. "Mü'min kimdir?" derseniz:
Resim diyen kimse mü'mindir.
Diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmek şartiyle...
Bu minval üzere olanlar kardeşlerimizdir.
Kardeşliğini kabullendikten sonra ne buyuruyor bu sefer; kardeşler arasında salah getiriniz ve fesada asla âlet olmayınız.
Onun için bu fitne ve fesadlıklara Allahü Zülcelâl asla cevaz vermemiştir. Ve sonunda ise:
"Allah korkusu üzerinizde olsun ki Allah'ın rahmetine nail olasınız."

Benim şahsen; 12 senesi Antalya'nın Kumluca ilçesinde olmak üzere, kardeşlerimizle birlikte ikindi namazından sonraları yapmakta olduğumuz sohbetlerimiz devam etmektedir.
İkindiden sonrası başka bir vakte benzemiyor.
Çünkü, gündüz dürülmekte ve ömrümüzden bir gün daha kapanmaktadır.
Onun için ikindiden sonra hayatımızda daha ihtiyatlı olup güzel şeylerle meşgul olmak en güzel tarafıdır.
Bizde ikindi namazından sonra akşam namazı yaklaşıncaya kadar süren sohbetlerimizi devam ettire gelmişizdir.
Bu meclisimizin teşkili "ihvanu'n fillah"dır.
Allahü Zülcelâl mü'minlerin kardeşliğini ilân edince, o zaman bilhassa aralarında muhabbette olunca "Hubbu'n Allah" kardeşlerimiz bir mecliste toplanınca birlikte elbirliğiyle kardeşvâri sohbetlerimiz devam etmektedir.
Allahü Zülcelâl bu türlü ihvanu'n fillah = muhabbetü'n fillah meclislerine o kadar da değer vermiştir ki Habibi (sav) öyle buyuruyor:
Resim
Yâni; "Cennet bahçelerinden geçerseniz ihtiyacınızı alınız." Buyurunca: "Ya Rasûlullah (sav) yeryüzünde cennet bahçeleri olur mu?" diyorlar da cevaben:

"Evet Resim
"ne yapar bu kimseler?" "Esasen ilim meclisleri ve zikir meclisleridir bunlar."
Zâten Allahü Zülcelâli zikrini yapmaktan daha üstün ne olabilir?
İlim meclisleri ki; hele bu günümüzde dine fesad sokma yönünden fazlaca hücumlar başlamıştır.
Birçok yönlerden dini tamir değilde harabetmeye çalışmaktadırlar.
Ekseriyet bu şekle ve hale dönmüştür.
Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun.

Cenabı Rasûlullah (sav) buyuruyor ki;
O kadar da fitneler çıkar ki; millet bu fitnelerin mahiyetini iyice fehmedip anlamadığı için, sabah mü'min kalkan akşama kâfir döner veya sabah kâfirdir akşama mü'mindir.
Neden acaba fitne devresinde sabah mü'min iken akşama kâfire dönüşüyor? işte bunun sebebi; fitneyi mubah görür olmalarıdır.
Fitne içine düşüp insanları öldürmeyi veya mallarını gasbetmeyi mubah sayıp bir sakınca da görmezler.
Bu ise böyle yapanları küfre eletir.
Onun için "Lâ ilahe illallah Muhammede'r Resulullah" diyen bir kimse kardeşine bu şekilde tecavüz edemez.
Mü'minin; canı, malı ve ırzı haramdır.
Hatta mü'min hakkında su'izan (kötü zan) etmek dahi haramdır.
Tabi, eski dönemlerde sohbetler yapardık ancak; yazmak, teybe almak veya kamera vs. gibi şeyler yoktu.
Antalya'da ilk 30 senemiz böyle geçti. Son 10 yılda ise, baktık ki bu fitneler artarak devam etmekte ve karşılarına çıkıpta cevab verilmesi zarureti ortaya çıkmakta olduğunu görünce sohbetlerimiz çeşitli şekillerde tesbit edilip sonunda da kitablar haline getirildi.
Tasavvufu anlatan bu eserimizde, Cenab-ı Rasûlullah (sav)'ın ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadı, Şeriat, Tarikat ve Hakikatin ne olduğunu, Tarikat ve Tasavvuf yolunu, Mürşid-i Kamil'in nasıl olması gerektiği, yetişmesi, seyr-i süluk'u, nasıl keşif ve Şühud Erbabı olması gerektiği, bu aziz yolun en yücelerinden olan imam-ı Rabbani, Ğavs-ı Azam, Hazreti Şah Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri, Şeyhül Hazin Hz. Seri ve Şeyhimiz Şeyh Alaaddin Hz.lerinin nezih, pâk ve örnek hallerini anlatmaya gayret ettim.
Tez olarak, herkese yararlı olacak ayni zamanda da Allahü Zülcelâl'in, Rasûlullah (sav)'ın ve sadât-ı Kiram Efendilerimizin rızasını temin edecek tarza göre anlatmaya ve öğretmeye gayret ettik.
Bu yaşadığımız günlerdeki vakı'alara göre bir fesad çıkmış ise mutlaka ve mutlaka bunun karşısında durulmasına çalışmışızdır Allanın izni ve inâyetiyle.

Aslında biz, ortalara çıkmayı hiçte arzulamayız ve böyle bir isteğimizde yoktur.
Ancak, Allahü Zülcelâl'in bir hikmetidir ki şu hadisi şerifi görünce fikrimiz değişmiştir.
Cenab-ı Rasululah (sav) buyuruyorki: "Bu gibi fitneler gününde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin, bunları durduracak veyahutta hakikâti anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin.
Eğer ketmedecek olursa o zaman; Allanın, Rasulullah'ın, meleklerin ve insanların lâ'neti o kimsenin üzerine olsun." işte böyle buyurunca bu lâ'nete doğrusu dayanamadım.
Elimizde ise yeterli âlet, edevat çok olup, bu günkü kadar kitabların yaygınlığı ve çokluğu hiçbir zaman görülmemiştir.
Kur'an-ı Azimü'ş şan'ın tefsirleri, Muhteviyatı ve teferruatı çeşit çeşit olup çokça elimizde mevcûddur.
Hadisler ise sayılmayacak kadardır.

Hülasa envai ilimlerle ilgili eserler mevcûd durumda kendimizde bulunmaktadır.
Bu ise Allahü Zülcelâl'in bir lütfûdur.
Böyle olup dururken i'tiraz edecek bir halimiz kalmayınca, bir kardeş olarak anlatmaya, söylemeye ve öğretmeye azmetmişizdir ve neticesi "Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Mürşitlerin Halleri" isimli eserimizi halka sunuyoruz.
Hâşâ kendimizi medh-ü-senâya ihtiyaçda yoktur. Neden?
Çünkü; esasen Rasûlullah (sav) emrettikten sonra biz bunu yapmaya çalışırız ve çalışdık. Ve daha daha da çalışacağız inşallahü teâlâ...
Mübarek büyük zâtlar, kendilerini yormadan ne güzel buyurmuşlar:
Resim
"Eserlerimiz ahvalimiz hakkında malumat vermektedir ve delilimizdir."
Niyetimiz, fikrimiz, gayemiz ve emelimiz nedir?
Bunlar eserlerimizde mevcûddur.
Dünyalık mı, ahiretlik mi bunları eserlerimiz ortaya koyar.
Onun için bunları anlatmaya ihtiyaç yoktur.
Evvela başta eserlerimize başvurunuz.
Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki bunları teşvik için söylememekteyim.
Zâten kitaplardan bir kuruş dahi almamaktayım.
Masraflarını çıkarması yeterli olup bizim camiamızda, milleti soymayı ve dini âlet etmeyi asla hoş görmeyiz.
Dinimiz münezzeh ve temizdir.
Dünyalık temini yönünden herhangi bir emelimiz yoktur. Şükürler olsun.
Hamdolsun hafızlığımızda vardır.
Bir kasette iki cüz olmak üzere Kur'an kasetlerimizde mevcûddur.
Ne varki değil para ile satmak, hali durumu iyi olmayan kardeşlerimize kendi cebimizden kaset alıp da çekip vermişizde... öteden beri bu minval üzereyiz.
Camia'mızın milletin malında gözü olmamıştır.
Senelerce ramazanda hatimle namaz kıldırdık.
Bilhassa Korkuteli ilçesinde o zamanın müftüsü ki Allah rahmet eylesin,
Mısır El Ezher'de 11 sene çalışmış hem hafız hem de âlim bir zattı, bizi öne imam edip kendisi de fatihlik yapmıştır.
Antalya'da da hatimle ramazanlarımız devam etmekle beraber, bir Kadir Gecesinde; Yatsı namazında 2 cüz, vitir namazında 3 cüz ve teravih namazında her rekatta 5 hizib olmak üzere 20 rekatta 25 cüz olmak üzere Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle bir gecede hatimle kıldırdık. Uzaktan hafsalaya sığmayabilir ancak, baştan sona bu kasetlerimiz elimizde olup arzu edildiği takdirde, 7 kaset ki 7 saatlik sürede baştan başa Kur'an-ı Kerim'in hatmini birlikte yapmayı ve takip etmeyi temin edecektir.
Bu ise duyulmuş vakıa'lardan değildir.
Bunu senelerce yaptım şükürler olsun.
Bahsettiğimiz Kadir Gecesi hatmi ramazanın uzun yaz gecelerine denk gediği zamanlar da olabilmiştir.
Zira halkı sahura yetiştirebilme sorumluluğumuz vardı.
Kısa gecelerde ise herkes kendi evinde kendisi bitirsin dedik.
Hali hazır 15 kasetlik mukabele hatmimiz yaygındır.
Kadir Gecesindeki 7 kasettik hatmimiz ise yaygın olmamakla beraber mevcûddur.
İnsan bir Kadir Gecesinde evinde veya bir toplulukta birlikte oturup da, Kur'an-ı Kerim'in harikalıklarını baştan başa düzgünce dinleyecek yada takibedecek olursa ne âlâ iştir bu...
Hattaki biz geçen sene Kadir Gecesinde Teravih namazı kıldık, toplandık ve saat 21.00 de başlayıp 7 kaseti dinledik ve sahurumuzu da yaptık.

Hülasa kardeşlerimiz; Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun Kur'an ilimdir ve asla âlet edavât edinmedik. Allahü Zülcelâl ihtiyacımızı temin imkanı vermiştir.
Hiç kimseye ihtiyacımız olmayıp ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (sav) lütfü keremlerine muhtacız.
Bunları söylememizdeki gaye, teşvik ve alım satım vs. için değildir.
Dini meselelerde hiç bir zaman para ve pula değer vermedik.
Kumlucada 12 sene imamlığa devam ettik.
Sekiz dokuz senesi ise resmi kadrolu imam olmamıza rağmen maaşımızı ihtiyacı olan bir kardeşimize "bulunmaz isek namazı kıldırırsın" diyerek kuruşu kuruşuna o kimseye vermişizdir.
Maaş işini ona havale ettik ve bir kuruş dahi almadık.
Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki tabiatımız öteden beri müstağnidir.
Dini meseleleri yem olarak kullanmayı hiç te hoş görmedik ve yapmadık.
Hele bilhassa Kelamullah'ı asla...
Antalya'da uzun yıllardır yaşayanlar biliyorlar.
Sizlere ise "eserlerimiz halimizi anlatır" diyoruz.
Allahü Zülcelâl cümlemize ale'l hak ne ise muvaffak ve müyesser eylesin. Âmine ya Muin!


Muhammed Sıddık HEKİM
En son aNKa tarafından 11 May 2009, 16:11 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »


..........................SİLSİLE (Arapça).................................................. SİLSİLE (Türkçe)


Resim Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim


...........................................................BÖLÜM I


Resim

TASAVVUF İLMİ - İLMİ BATIN

Tasavvuf ilmi ilimler arasında güneş gibidir. İlimlerin en zirvesidir.
Tüm ilimleri içine alan Tasavvuf bu yönüyle en yücesi en şereflisi ve mertebece de en güzeli ve en büyüğüdür.
Bundan dolayı tasavvufa Batın İlmi'de denilir.
Allahü Zülcelâl tasavvuf ehlini faziletli ve kalblerini sırların madeni kıldı.
Kulları arasında ilahi nurların doğmasına onları vesile kıldı ve seçti.
Kulları arasından tahsis kıldığı tasavvuf ehli bu vasıflarından dolayı da halkın yardımına ve imdadına yetişirler. Hallerinde hak ile beraberdirler.

Tayyibi buyurdu ki: “Bir alim ki zamanındaki âlimler arasında ilim bakımından seviyesinde kimse bulunmayıp tek olsa, derya gibi ilim sahibi olsa dahi bu âlim, tasavvufa ihtiyacım yok diyemez.
Bu âlime gereken ise, tasavvuf ehli ile birlikte olup onların kendisine sırat-ı müstakim üzere delalet etmeleri gerekir.
Zira tasavvuf ehlinin iç âlemlerinin saflığı o kadar fazladır ki; konuştukları sırları tamamen haktır. Her türlü kirlerden arınmışlardır.
Tasavvuf ilmi sayesinde nefs-i emmârenin istek, arzu ve nazlarından kurtulmuşlar ve korunmuşlardır.
Kalbi istidatları dini ilimlerin feyazanına müsaid hale gelmiştir.
Aktardıkları ilim Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in nübûvet penceresinden alınan nurlar ve ilimlerdir.
Onun için zahiri ilimlerin tamamında derya gibi olsa dahi benim tasavvuf ilmine ihtiyacım yok diyemez.
Çünkü, bu tekemmül kendiliğinden ve sıradan bir insanın destek ve yardımıyla olamaz.
Ancak, nefsanî hastalıkların tedavisini, manevi kirlerden temizlenmeyi, ilim ve zevk bakımından gerekli olan muamelelerin hikmetini bilen kâmil bir mürşid olmalı ki, o kişiyi daima kötülüğü emreden nefsin gizli desiselerinden ve ahmaklıklarından kurtarsın.

Tarikat ehli olanlar; kişinin kendisine, tüm ibadetlerinde huşu ve huzurun tam olması, kalbine Muhabbetullahın ve envarı ilâhinin girmesine mani olan bütün sıfatlardan kurtulması için kişinin kendisine bir mürşid-i kâmil bulmasının gerekliliği üzerinde ittifak etmişlerdir.
Anlatılanların gerçekleşmesi ise mutlaka böylesine bir mürşid-i kâmil ile mümkündür. Bu ise her kişiye gereklidir.
Hiç şüphesiz batınî hastalıkların ilaçlarını bilip bulup ve kullanarak kurtulmak mutlaka gereklidir.
Bundan dolayı bu hastalıklara duçar olan kişiye, kendisini her türlü manevî tehlikelerden kurtaracak bir mürşid-i kâmili taleb etmesi icabeder.
Eğer böylesi bir mürşid-i kâmili kendi belde ve çevresinde bulamaz ise mürşid-i kâmilin bulunduğu yere kendisinin gidip onu arayıp bulması vâcibtir.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel, oğlu Abdullah'a:
“Ey oğul dini hükümlerde cahil oldukları halde kendilerine sufî ismi veren bu kimselerin meclislerine katılma ve onlarla konuşma” diyor.
Ancak kendisi, Ebu Hamzati'l Bağdadî ile arkadaş olup tasavvuf ehlinin hallerini öğrenince oğluna:
“Bunlarla beraber ol meclislerine katıl çünkü bunlar ilim, marifet, murakabe, haşyet-i ilahi, zühd ve yüce himmetler bakımından bizden çok çok ilerde ve yücedirler.” diyor.

İmam-ı Şâfi sufiyye meclislerine katılıp onlarla beraber oluyor ve
“bir fakih; kendinde olmayan tasavvuf ilmini öğrenip faydalanabilmek için tasavvufî istilahlarını bilmeye daima muhtaçtır.” diyordu.

İmam-ı Ahmed ve İmam-ı Şâfi; tasavvuf meclislerine gider gelirler ve onların zikir meclislerinde bulunurlardı.
Kendilerine
“size ne oluyorda bu cahillerin meclislerine gidip geliyor ve zikirlerine katılıyorsunuz?” diyenlere: “Sizin cahiller dediğiniz o kimselerde bütün emirlerin başı olan; Takvallah, Muhabbetullah ve Marifetullah vardır.” derlerdi.


TASAVVUFUN TARİFİ

Arifler; “Tarikat ehl-i olduğuna inandığı kişiden dua iste, çünkü onların duaları mustecâbtır.” deyip tasavvufun tarifini şöyle yapdılar: Tasavvuf öyle bir ilimdir ki; bu ilim sebebiyle nefsin mahmud (övülen) ve mezmum (yerilen) halleri bilinir.
Mezmum hallerin nasıl temizleneceğini ve mahmud hallerin nasıl temin edileceği bu ilimle temin öğrenilir.
Allahü Zülcelâl'e seyr-ü sülûk'un keyfiyeti, mâsivadan (Allah’dan başka herşeyden) firar ve mutmain ve muhlisin olarak hiç şirk koşmadan Allahü Zülcelâl'e kavuşmak bu ilim sayesinde öğrenilip tatbik edilir diye tarif etmişlerdir.
Hakikat ehli buyurdu ki:

Resim


İMAM-I ALİ (ra)'NİN SUFÎ'Yİ TARİFİ

Tasavvuf ilmini müşahede etmeden kim bilebilir?
Müşahede sahibi olmayan nasıl fehmedebilir, anlayabilir?
Ancak; feraset sahibi müdrik, muttaki, zeki ve anlayışlı kardeşler böyle değildir, öyle ya mâarifet ehli olmadan ve müşahede etmeden nasıl anlasın?
Tabiki itiraz eder ve reddeder. Baş basarının, tutulmuş güneşin ziyasını göremediği gibi mâarifet ehli olmayanlarda kalb basiretleri açılıp da tasavvuf sırlarını müşâhâde edemezler.

İmam-ı Ali (kv)'ye sorarlar ki
“Sufî kimdir?” diye.
Cevaben:
“Sufî odur ki safi ve temiz olandır. Yâni Rabbısıyla başbaşa, gayrisini yok etmesi lâzımdır. Mülevvesâtı (pislikleri) yok etmiş ve dünyayı tamamen arkaya atmış ki, onu meşgul etmez. Birde Şeriat-ı Garra-yı Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ya da uyar ve çalışır. Eğer böyle değilse Kufî şehrinin köpekleri binlerce Sufîden evlâdır.”

İşte böylesi sufî Allahü Zülcelâl'in maarifetini hem bulur hem de tadar.
Bu iki vasfa bu dünyada sahib olursa ahirette de Allahü Zülcelâl'in rızasıyla fazlına sahib nail olur.
Başkalarının basireti âmâ iken onunkisi açık olur.
Başkaları sırları göremezken o görebilir. Görünce de, gören göremeyen gibi değildir ya...
İşte o zamanda sevgisi, şevki artar. Allahü Zülcelâl’e olan muhabbetini her şeyin üstüne çıkarınca...
Çünkü muhabbet kalbdedir. Onun üstünde Arş vardır. O da ruhdadır. Onun ötesinde vecd var o ise sırdadır.
Vecedtu "buldum" demektir. Yani, o zaman bulmuş olur...



İLİMLERİN ASLI TASAVVUFTUR

Tüm ilimlerin aslı tasavvuf ilmidir. En faziletlisi ve şereflisi olup diğer ilimler bundan alırlar.
Velhasılı; ilim yönünden de kasdı ve gayesi Allahü Zülcelâl'dir. Başka bir şeyle de asla meşgul değildir.
Tasavvuf ilminin diğer ilimlere nisbeti; ruhun cesede olan nisbeti gibidir. Çünkü tasavvuf ilminin va'zığı (ortaya koyanı) bizzat Allahü Zülcelâl'dir.
Ve tasavvuf ilmini Rasûlüne (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vahyetmiştir.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan önce geçen peygamberler (as) içinde böyle idi.
Çünkü, tasavvuf nazil olan bütün dinlerin ve şeriatların ruhudur.

Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim


TASAVVUF BEŞ ASILDAN İBARETTİR

Aziz kardeşlerim, biliniz ki tasavvuf şu beş asıldan ibarettir.

Birincisi : Açıkta gizlide havfullahın (Allah korkusunun) olması lâzımdır. Havfullah olunca onun gereği dışında hiç bir şey yapamaz.


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَ
“Ya eyyuhellezine amenuttekullahe hakka tukatihi ve la temutunne illa ve entum muslimûn.”
(Âli İmrân /102)

: “Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak canverin.”

Yâni; halıkıyle Allah korkusu her şeyin üstünde olması şarttır. Fakat bu ayetin nazili sahabeye çok ağır gelmiştir.

Yâni; her şeyin hakkına uyabilmek ve hakkını verebilmek hususunda sahabe-i kiram üzülmüşler. Allahü Zülcelâl bu âyeti durdurmuş da başka bir âyeti teshilât olarak inzal buyurmuştur.


فَاتَّقُوا اللَّهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَأَطِيعُوا وَأَنفِقُوا خَيْرًا لِّأَنفُسِكُمْ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Fettekullahe mesteta'tum vesme'u ve eti'u ve enfiku hayrel lienfusikum, ve mey yuka şuhha nefsihi feulaike humulmuflihûn.”
(Tegâbûn/16)

: “O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının... Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğimiz olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Yâni; takatiniz nisbetinde...
Hakkıyle hiç kimse haklayamaz.
Allahü Zülcelâl'in emretmiş olduğu Havfullah hakkıyla üzerinde olarak hiç kimse haklayamaz elbette...
Biz beşeriz buna güç yetiremeyiz.
Allahü Zülcelâl o zaman bu âyet-i celile ile yapabildiğiniz kadarıyla Allah korkusu üzerinizde olsun buyuruyor. Çünkü nahoş (iyi olmayan) bir şeyler geldiğinde bunu Allah korkusu durdurabilecektir.
Bu âyet birinci âyete kolaylık teshilat getirmiştir.
Senelerdir söyleyip duruyorlar ki; “Allah ile kul arasına hiç kimse girmez” diye. Vesileyi inkâr ediyorlar.
Takvayı anlattık yukarıda. Âdeta bir kalkan gibi yapacağın herhangi bir Allahü Zülcelâl'in rızası dışındaki nahoş bir şeye karşı Allah'ın korkusu gelip durduruyor, işte ittika dediğimiz şey tıpkı kalkan gibi...
Tabiki Havfullah düşmanı uzaklaştırıyor.
Arkasından verâ' dediğimiz; haramı bir tarafa bırakta şüpheli şeyleri bile kabul etmez.
Takva ve verâ' olunca istikâmet doğar. Sırat-ı müstakime (en doğru yola) dahil olmuş olur.

İkincisi : Ekval (sözler) ve efal (işler) de sünneti seniyeye tâbi olup bunları da iyice muhafaza edip bu halini koruması geregir.
Öyle ya, gel-geç değil hayat. Her hâlde bunlara muhafız olacak.
Böylece hüsnü'l hulûk (iyi ahlâk) sahibi olur.
Zira, mizanda en ağır gelecek olan hüsnü'l hulûktur. Hüsnü'l hulûk üzerinde olan hiç bir şey yoktur.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için Allahü Zülcelâl:


وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
“Ve inneke le'ala hulukin 'azîm.”
(Kalem / 4)

“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” diye ilan etmiştir.

Üçüncüsü : Kendini halka bağlayıp kalma.
Halk tamamen ve sadece bir âlet edavattır.
Halkı ilah gibi tanıma.
Halkın keyfini ararken Hâlık (Celle Celaluhu)'ını unutma.
Halk dediğin Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda olan mahlukatidir.
Riyakârlıkta münafıklıkta hepside bundan doğar.
Bollukta olsun sıkıntıda olsun halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten doğar bunlar...
Sen halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten sakın ki; üzerine sabır ve Allahü Zülcelâl'e tevekkül tahakkuk ettirsin.

Dördüncüsü : Azlıkta ve çoklukta Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı ol ki, kanaat ve tevfiz-i umur (Allahü Zülcelâl'in hükmüne rıza göstermek) tahakkuk etsin.
Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı olman galib gelince onun tevzî ettiğine razı olursun.
Zâten Allahü Zülcelâl kuluna en İyi tarafını uygular. Hâşâ zulmetmez.
Dâima Allahü Zülcelâl'den razı olup, hayrını bekleyip O'na yakfn olursun.

Ancak nefsin ve şeytan galib olduğunda; Allahü Zülcelâl'den rızasından, kanaat etmekten ve Allahü Zülcelâl'in tevfiz-i umurundan uzaklaştırır.
Halbuki Rabbısına karşı dâima tevekkül alallah olur ve candan severse, herşeylerine itiraz etmeden ve bir musibet gelse dâhi sabır eder.
Hatta musibeti dâhi ni'met nev'inden kabul eder.
Karşı gelme yönleri yoktur. Kanaat eder. Ve Allahü Zülcelâl'e bırakır.
Tevfiz-i umura yâni Allahü Zülcelâl'e bağlanır.
Allahü Zülcelâl seni hâşâ unutacak mı?..
Asla...
Kanaat etmekle Allahü Zülcelâl'e bağlanıyorsun.
Başkasının ya da kendi kendiyin emrine değilde Allahü Zülcelâl'in emrine amade olursun.
Tabiki, “Rabbımız hakkımızda hayır tarafını isteriz.” diyebiliriz de “efendim ben şunu bunu değil de söyleşini böylesini vermeni isterim” diyemeyiz.
O zaman tevfiz olmaz, kendi enâniyyetini kullanmış olursun.
Allahü Zülcelâl elbette her şeye kadirdir.
Erzakımız, dünyamız her bir şeyler onun tasarrufuyla dönmüyor mu?
O zaman, tevfiz-i umur kelimesine bağlanıp O'nun her muamelâtını hoş görmemiz lâzımdır ve şarttır...

Beşincisi : Bolluk ve sıhhatli anda ya da yoklukta ve hastalıkta ihtiyaç anındaki serrâ: şükür kısmındandır.
Rahatı sıhhati malı mülkü vs. hepside düzgün ise bu halde o kimseye gereken tamamen şükür etmektir.
Darra ise sabır kısmından olup; yoksulluk ve sıkıntı anlarında sabır gerektirmektedir.
İşte şükür ve sabır...
Bu ikisinden insanoğlu hiçbir zaman hali değildir.
Ni'mete şükür... Musibete sabır...
Bu ikisi birlikte olunca imanı tamamen kâmil olur.
Her birisi ise yarımdır.
Her zaman her yerde ve her halde bir kulun üzerinde bu iki halden birisi mutlaka vardır.
Ya bir sıkıntısı vardır sabır gerektiren. Ya da bolluk içindedir ki tok, giyimi güzel, rahatı yerinde, borcu derdi yoktur; bu ise mutlaka şükrü gerektirmektedir.
Her birisi de imânın yarısını teşkil etmektedir. Birlikte olunca tamamını...
Hepimiz bu iki nesneyi asla unutmamalıyız, i'tiraz etmeyip sabretmek gerekir.
Hâşâ Allahü Zülcelâl'in haberi olmayan bir şey yoktur.
O gün öyle lâzım olmuş hastalık vs. gelmişse razı olup sabretmek gerektirir.
Bolluk ve refah olmuşsa da razı olup şükretmek gerektirir.

Aziz Kardeşlerim;
İnsan yukarda anlattığımız ve tasavvuf ilminin aslı esası olan beş vasfı ışığında kitabtan ve sünnetten yolunu seçecek ve mesnede bağlayacaktır.
Zira, dinimiz mesned dinidir. Akıl ve mantık dini değildir.
Akıl ve mantık her insanda değişiktir ama mesned sabittir.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem)'dan sonra iran tarafından bir zât gelmişde sahabeden bilgi istemiş, sahabede hep hadisden bahsedince “Kur'an"dan bahsedin” diyor.
O zaman sahabe-i kiram (ra):
“Sen Kur'an'da gördün mü ki namaz kaç rekattir.” derler.

Ahkam (hükümler) sünnet-i seniyyeye bağlıdır.
Bu ise imamların havaslarının müsbet eserleriyle bize ulaşmıştır. Ve şeriatın hükmüne bağlanır.
Onun için bir kimse üzerine vâcibtir ki, hiç bir ferd kalb emrazından (hastalık) hali olamaz (kurtulamaz), ancak nebiler hariç olmak üzere ki onlar masumdur.
Diğeri her ferd kalb hastalıklarından kurtulupta deterjanla yıkanmış tertemiz olmuş diye bir şey asla olamaz. Asla bundan hali değildir.
Beşeriz masum değiliz kalblerimiz hali değildir.
Neden?
Çünkü; Melek değiliz, öyle olmasına rağmen iddia ederde “"benim kalbim tertemiz” dersen o zamanda nebî olman lâzım ki bu da mümkün değildir.
Onun için kibirlenip gururlanıp da “benim kalbim maşaallah tertemiz” demek diye bir şey yoktur.
Nebilerden gayrisi Âdemoğlu hata işlemek üzere yaratılmıştır.
Nitekim Âdem (as) gelir gelmez bu işi işlemiştir.
Ne diyeceksin ki, bize örnek olmuş...
Onun için insan düşünmeli ve kendisi tertemizmiş gibi herkesin ufak tefek hatalarını ortaya dökmesi de doğru değildir.
Beşerdir olmuştur. Ancak bu hata i'tikad (inanç) yönünden ise onu usulünce anlatmak zaruridir.

Hadisi Şerifte:
Resim

Hadis meali:

Yâni, Allahü Zülcelâl zinâ kısmından dahi âdemoğlunun her ferdi üzerine hazzını yazmıştır.
Göz yönünden, kulak yönünden, başka cevarihler yönünden vs.
Eğer hiç bir hata işlememiş olsaydık o zaman Allahü Zülcelâl bizleri yok ederde başka bir kavim getirirdi.


Resim

Eğer hiçbir zaman zünûb (günah) işlememiş olsaydınız Allahü Zülcelâl sizi yok ederde başka bir kavim getirirdi de günah işleyip arkasından istiğfar ederlerde Allahü Zülcelâlde onları mağfiret eder, bağışlardı...
Tabiki biz günah işleyin demiyoruz. Fakat insan olarak hiç günah işlememek de mümkün değildir ki...
Ancak ve ancak dâima fikrimizde olsun ki, bir günah işlediğimizde hemen istiğfâri yetiştirelim arkasından...
Hz. Sıddık (ra) buyuruyor ki;
“Bir kimse yevmiye 70 defa zenbe düşmüş olsa dahi, zenbinin arkasından istiğfâre de devam edebildiyse o zenbleri istiğfâri yok eder. Zenb zehir ise istiğfar panzehirdir. O birşeyler getiriyorsa pürüz olarak öbürüsü de onu giderip temizliyor.”
Bu hususda Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:


وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Ve ma kanellahu li yuazzibehum ve ente fihim ve ma kanellahu muazzibehum ve hum yestağfirûn.”
(Enfâl/33)

“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azab edecek değildir ve onlar mağfiret dilerkende Allah onlara azab edici değildir.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم
20- وَجَاء مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ
21- اتَّبِعُوا مَن لاَّ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُم مُّهْتَدُونَ


Bismillâhirrahmânirrahîm

20.
Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.”
21. “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”

YASİN SURESİ: 36/20-21



BİLinçli olarak başladığımız YOLculuğumuzda YASİN SURESİnin güzellerinden 20-21 kılavuzluk yapmıştır. Her daim etrafımızda gördüğümüz menfaat simsarlarından bizi korumuştuş, gerçek HAKK ERENlerini tanımamız, hizmet almamızı ve hizmet etmemiz için VESİLE olmuştur hamdolsun


Resim
"Eserlerimiz ahvalimiz hakkında malumat vermektedir ve delilimizdir."
Niyetimiz, fikrimiz, gayemiz ve emelimiz nedir?

Hülasa kardeşlerimiz; Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun Kur'an ilimdir ve asla âlet edavât edinmedik. Allahü Zülcelâl ihtiyacımızı temin imkanı vermiştir.
Hiç kimseye ihtiyacımız olmayıp ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (sav) lütfü keremlerine muhtacız.
Bunları söylememizdeki gaye, teşvik ve alım satım vs. için değildir.
Dini meselelerde hiç bir zaman para ve pula değer vermedik.


SEVgili CANım ankakuşu hizmetin, himmetin daim olsun.

Muhammed Sıdık Hekim k.s babamızı Kul ihvanimizin GÖNÜL gÖZünün sesinden sıkça dinledik şükürler olsun
HAKK ERENlerimİZin HİMMETİ cümlemizin üzerine olsun Mubarek RUHu şad olsun Sonsuz RAHMETler yağsın üzerine İNŞAALLAH!...






MUHAMMEDİ MuHABBEtlerimİZle!....
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

İNSANLAR İÇİN İKİ EMAN

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki; “Allahü Zülcelâl iki emân vermiştir ki, bir tanesi; aranızda bulunduğum sürece Lut (Aleyhisselâm) kavmi vs. gibi gazabla alt-üst olma yoktur.”
Çünkü Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke'de çok ağırlık yaptılar, müşrikler her şeyleri söylediler.
Ve dediler ki:
“Ya Muhammed, iki de birde bizi tehdid ediyorsun, geçmiş kavimler şöyle helak olmuş böyle helak olmuş diyorsun. Bizi nasıl helak edecekse Rabbına söyle de getirsin.” diyorlardı.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise tabiki âleme rahmet olarak gelmiş, onların üzerine gazabla helak hemence gelsin demiyor ki...
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu hususu düşünürken yukarıdaki âyet-i celile gelmiş,
“Ya Habibim, sen aralarında bulundukça Rabbın onlara azab etmez, senin bir emân durumun vardır.”
O zaman sahabe-i kiram (Radyallâhü Anhüm Ecmaın) sevindiler ve dediler ki: “Ya Rasûlullah, sen aramızda var iken bir emân durumundasın, bir beliyye bir musibet gelmez. Fakat sen olmazsan ne olur halimiz” derler.
O zaman Allahü Zülcelâl yukarıdaki ayet-i kerimesinde:


“Allahü Zülcelâl istiğfar eden kimseye asla azap etmez. Yeter ki hadlerini bilsinler, mağfiret dilesinler, istiğfar etsinler.”
Onun için Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Allahü Zülcelâl bana iki tane emân verdi. Bir tanesi aralarında bulunduğum sürece onlara azab etmez. Bir tanesi de günah işlediklerinde istiğfare ettikleri sürece azab etmez.” buyuruyor.
Demek ki biz ümmet-i Muhammed'e gereken hiç olmazsa yevmiye 70 kerre istiğfar etmemiz lazımdır.
Zira, Rasulullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Ben şahsen her gün her zaman hiç getirmedim ki behamahal yevmiye 70 ya da 100 kerre istiğfar getirmemiş olayım.” buyuruyor.


İLMİ BATIN

Aziz kardeşlerim;
Bir kimsenin batın ilminden haberi yoksa ve hele bir de bilhassa inkâra kalkışırsa sû-i hatimesi (sonunun kötü neticelenmesi) mutlaktır. Allahü Zülcelâl muhafaza buyursun.
Bu sözü hem Şah-ı Nakşibend (ks), hem Beyâzıd-ı Bestami (ks) hem de mübarek şeyhimiz Alaaddin (ks) hazretleri buyurmuşlardır.
Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri:

Resim
“Tarikatımızı tasdik eden küçük velayete sahib olur. Ama bunun karşısında tekzibe (yalanlama) kalkarsa sû-i hatimesinden korkulur.”
Allah korusun ilmü'l batın bu...

Nasıl ki hadisler diğer âlimler yoluyla geldiyse ilmü'l batın dahi öyledir.
Hz. Sıddık (ra) yoluyla, sır yoluyladır.
Hz. Sıddık'ın (ra), Hz. Ömer'in (ra), Hz. Osman'ın (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) de sırları vardır. Ancak en fazla Hz. Sıddık (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) sırları ve yolları devam edegelmiştir.
Esasen ilim ikidir.
İlmü'z zahir (zahiri ilm) kişinin lehine de aleyhine de hüccet olabilir.
Sahib olduğu zahir ilmin gereğini işlemiş, muamelelerini yapmış ve gereğine uymuşsa kendi lehine bir hüccettir. Yok eğer hem zahiri ilmi okumuş hem de gereğini işlememiş, bir taraftan söyler, öbür taraftan söylediğiyle amel edip işlememişse tabiki o ilmin muamelatı dışında kalır ve ilmi aleyhine hüccettir.

İki ilmin ikincisi ise ilmü'l batın (batınî ilm) dır ki;
Resim
İlmü'l batın Allahü Zülcelâl'in sırlarından bir sırdır ki dilediği ve sevdiği kulun kalbine ilka eder, koyar.
Kalb yoludur. Tahkikdir. Ve bu yolun tasdikini de bilmek lâzımdır ki, hiç olmazsa bu yolu tasdik edip ehline teslim olupta bir fayda temin etmektir.
Çünkü; kalb ehli dışındakiler, meseleleri ve hükümleri hakkında rastgeleye fehmedip anlayamazlar. Oturup da herkes halledemezler.
Tabiki, kalb ehli olması gerekir.
Her ilmin ehli vardır. Her bir şeyde ehline rücu' edip döner.
Kim ki eşyanın hakikâtına bakarsa görür ki; hepsinde câri' olan Allahü Zülcelâl'in kudretidir.
Hepsi de Allahü Zülcelâl'in hükmü altındadır.
Zira, Allahü Zülcelâl:

الْخَلْقُ وَالْاَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمينَ…
“…ela lehul halku vel emr, tebarakellahu rabbul âlemîn.”
(A’raf/54)

Bakınız; “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!..” buyuruyor.


ŞERİAT VE TARİKAT

Aziz kardeşlerim;
Şeriat ve tarikat birbirlerine lâzımdır.
Suyun ağaca lâzım olduğu gibi...
Cesedin ruha muhtaç olduğu gibi...
Şeriat ağacın gövde kısmı, tarikat dalları ve yaprakları, hakikat ise meyvesidir.
Tabiki önce ağacın gövdesi sonra dal ve yaprakları olsun ki ağaç güzel güzel meyveler versin, semerat versin.
Tekmili elbirliğiyle faydalı bir ağacı meydana getiriyorlar.
Marifet hepsinin tekmilinden bir araya getirilmesinden elde edilir.
Bunlar birbirlerine merbuttur ve bağlıdır. Sadece gövde olmaz.
Dalları yaprakları olup da meyvesi olmasa bile hiç olmazsa gölgesi olur.
Behemahal gövde ve dalları olmalıdır.
Amma meyvesi de olursa ne kadar hoş olur ya!..



TASAVVUF İSMİ VE SUFÎ

Tasavvuf ilminin ismi; safa ve saftan alınmadır.
Saf dediğimiz kalbi kin, keder vs. gibi pürüzlerden safi duruma getirmektir.
Kalbini böylesine saflaştıran kişinin ismi ise Sufî olur.
Kalbini saf duruma getirmiştir. Paslılık pusluluk ve kirlilik yoktur.
Kalbi öyle bir hale gelecek ki kimseye karşı hased, fesad, kin, garaz yok...
Dünyaya minneti yok. Dünya altın olsa veya toprak olsa da onun için fark etmez.

Bazı arifler dediler ki SÛFÎ kelimesi dört harfin bir araya gelmesinden (mürekkebinden) meydana gelmiştir ki bunlar:


Resim
1- Sad Resim: Sabrının, sadakatinin ve safiliğinin ilk harfleridir.
2- Vav Resim: Vecdinin (buluşunun), vûddünün (sevgisinin), vefasının ilk harfleridir.
3- Fa Resim: Fakrının, ferağının (kalbinin her bir şeyden boş oluşu ve sadece Allahü Zülcelâl'e bağlanıp kimseye yer kalmaması) ve fenasının ilk harfleridir.
4- Ye Resim: “Ye” dediğimiz, anlattığımız yukardaki üç harfin belirttiği hususların tekemmülüne ve içeriğine sahib olur.
O haller vücûduna tamamen mecz olunur ise o zaman Allahü Zülcelâl'in misafiri ve yakini olur.
İkram ve ihsan başlar.



TASAVVUF VE HAKİKAT İLMİ

Tasavvuf ilmine ilmü'l batın denildiği gibi ilmü'l hakikat de denilir. Ve ilmü'l tarikattır ki; nefsi zemmedilen (yenilen) sıfatlarından temizler ve Allahü Zülcelâl'in razı olacağı şekilde bir güzelce tezyin eder.

İttifakla, hakikat ilmi olmaksızın şeriat ilmi atıldır ve insanı daha ileriye iletemez.
Ancak, sadece hakikat ilmine başvururda şeriat ilminden habersiz ise bu da batıldır.
Bu ikisinin, şeriat ve tarikat ilminin beraberce olması halinde ise o kimse âkil (akıllı) ve ariftir.
Şeriatın ve hakikatin behamahal beraberce olması gerekir. Ruhla ceset gibi...
Ruh olmazsa ceset iş göremez. Cesed olmazsa da ruh iş göremez, ikisi beraberce olmalıdır.

Üstad Ebu Kasım el-Kuşeyrî: Şeriat dediğimiz ubudiyyete (kulluk) iltizam eder. Yani, Allahü Zülcelâl'e kulluk vazifelerimizi yerine getirmeyi gerektirir.
Hakikate gelince Rububiyyet müşahedesini iltizam eder. Envâr-ı ilahiyeyi müşahede eder. Kalb basireti açılır da artık harikalardan az çok bir şeyler görür. Allahü Zülcelâl'in rububiyetinin kudreti azametini görür. Gök alemindeki durumlar gibi...
İbn-i Haceretü'l Heytemî mübarek sekiz mesnedle bir hadis ortaya getirip buyuruyor ki; yer ile gök arası 500 senelik mesafe, semânın da kalınlığı 500 sene, ondan da öbür semaya kalınlık 500 sene olup 7 semânın toplam kalınlığı 7000 senedir.
Gökler ise son gök altın madeninden, diğeri gümüşten ve benzeri harikalar vardır.
Bu hadis mevkuftur. Fakat 7. göğe varmak için 7000 sene. Oradan da Arşa varmak için 7000 sene...
Demek ki Arş ile aramızda 14000 sene vardır.

Şeriat tek taraflı olursa, tarikat ve hakikat ilminden geçmez ise adeta bir heykel gibi olur.
Hakikatin müeyyidelerinden yoksun olursa o şeriat makbul olunmaz.
Kibir, hased, fesad kendini beğendirme vb. her şey vardır içinde...
Ancak hakikat ilminden bahsedecek olur da şeriat ilminin hükümlerine uygun değilse, şeriat ilminin kayıtlarına uymazsa o hakikatte makbul değildir ve hiçbir mahsul alamazlar. Netice temin edemezler.

Esasen şeriat halka teklif getirir.
İbadat, muamelât...
Namazdır, oruçdur vs. teklifleri getirir ve malumatlarını verir.
Hakikat ise, Hak'dan (Celle Celalehü) tasarrufu hakkında haberler vermektir.
Şeriat ilmi Allahü Zülcelâl'e kulluk yapmak hususunda malûmatlar verir. Böylece Ma'buduna âbidlik yaparsın.
Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'i müşahadedir.
Ancak müşahade deyince zâtını değilde sıfatlarını müşahadedir. Yani, düşünürken tasarrufun Allahü Zülcelâl'e ait olduğunu müşahade eder, anlar ve görür.
Tabiki, şeriat esbabla sebeblerle bağlıdır.
Ama hakikat ise, sebebleri ortadan kaldırınca müsebbible yani her türlü tasarrufun Allahü Zülcelâl'in hükmü tasarrufunda olduğunu müşahade eder.
“Teşehhedü'l Hak” deyince hemen Allahü Zülcelâl'in zatını müşahade değildir.
Ama son hale gelince o başka...
Evvelâ, kul her ne kadar şöyle bir hareket ediyorsa da tasarruf Allahü Zülcelâl'indir. Umumiyetle sıfatların işleyiş tarzını müşahede eder.
Levh-i Mahfuza baktığında görüyorsun ki, bir kimse doğmuştur oysa biraz önce yoktu. Bir kimse ölmüştür oysa biraz önce var idi.
Yani tasarruf bilgisayar işlemi gibi devamlı çalışıyor.
Yevmiye üçyüz altmış küsur mezra gece gündüz tebeddülat (değişim) işlemleri vardır.
Başına bir şeyler gelmiştir, doğmuştur, ölmüştür vb. Hallakıyet, rezzakıyet işlemleri... cerayan durumları...
İşte böylesine Levh-i Mahfuz'u müşahade eden kimse bakarki devamlı meşguldür.
Allahü Zülcelâl'in takdiri yürümektedir.
Bunları görünce işte o zaman kalbi Allahü Zülcelâl'den hâli kalamaz.

Şeriat ilmi, Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirmekle ayakta durur ve emirleri yerine getirmekten sorumlu tutar.
Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'in gizli açık takdirlerini ve mukadderatın cereyanını müşahade etmektir.
Üstad Ebu Alliyyi'd Dakkak: Allahü Zülcelâl'in âyet-i celilesinde ehl-i şeriat:


اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ
“İyyake na'budu ve iyyake nesteîn.”
(Fatiha/5)

“Ancak Sana ibadet ederiz” deyince henüz o kimsenin enaniyeti vardır. “Sana ibadet ederiz” derken şeriatı korumakta ve ona uymaktadır.
Ehl-i hakikat ise:

وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ
“Ancak ve ancak Senden yardımını ve inayetini dileriz”
derken itiraf ederki; ibadet yapacağız amma inayetin yetişirse, yardımın olursa yapabiliriz.
Birisi:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ
şeriatın hıfzı, öbürü ise;
وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ
hakikatin ikrarıdır.
Şeriat ilmi ki; üzerimize her yönden vâcib olan Rabbımıza kulluk yapmaktır.
Aynı şekilde hakikat ilmi ise vâcibdir ki Rabbını bilesin, sıfatları yönünden giriş yapıp işlemlerini müşahade edesin.
Hiç olmazsa marifet yönünden bilirsin.
Kalb basiretini açarsa müşahade edersin.
Daha ötesi ise ileride olabilir.

Şeriat ilmi bir şey anlatacaksa, bir hüküm çıkaracaksa delil ve burhan getirir. Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyyeye dayandırır.
İlmi şeriatta mutlaka delil ve burhan getiriyorsun.
Hakikat ilminde ise şühûd ve îyândır. Müşahade ve ayan beyan görüp tanımayı esas alır.
Şühûd esasen kalb basireti ile, ruh basireti ile olur.
Kalb basireti gök alemini görebiliyor ve arşa doğru kalb basiretinin işi biter.
Ruh basireti ise arşı müşahade edebilir.
Sır basireti ise Alemü'l Emri müşahade edebilir. Ve de Allahü Zülcelâl'in sıfatının ötesinde zât kısmını da müşahade etmeye başlar ki sıfat-ı Zâtiye kısmından...
Kalbin gördüğü gökteki olan Levh-i Mahfuz işlemleri, Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümlerinin işleyişi sıfat-ı fiiliyyedir. Sıfat-ı selbiyyedir. Efal kısmındandır ki, kalb basireti görebiliyor.
Ruh basireti ise bir nebzece sıfat-ı Zâtiyeyi görebiliyor. Ama sır, hafi, ahfa ise her kademe çok daha keskin çok daha harikalar müşahade etmeye basiretleri uygundur.
Sıfat-ı Zâtiyyeden ileride sıfatın perdesi olmaksızın, şuundan sonra Zât Celle Celâlühü ki üryan tabir edilir. Ve bu kısma hiçbir ferde giriş yoktur.

Şeriat âmel ve sebeblere başvurmakla kâimdir.
Hakikat ise manevî haller içinde bu hallerin sahibi olunca sebebe değilde esbabın müsebbebi olan, işleten ve hareket ettirene tevekkülü lâzım ve gerekli görür.
Şeriat ilme'l yakin, tarikat hakka'l yakin, hakikat ise ayne'l yakin'dir.
Şeriate ilme'l yakin dediğimiz; ilim sayesinde Allahü Zülcelâl'in zât ve sıfatlarını öğreniyoruz.
Levh-i Mahfuz işlemleri, kabir halleri vb. okudukça Allahü Zülcelâl'e ilmen yaklaşıyoruz.
İlim yoluyla öğreniyoruz. Ve Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini biliyoruz.
İyice bilince de inancımız daha da fazlalaşıyor. Ona yaklaşıyoruz.
Ancak şeriatte ilme'l yakinde arşı anlatıyorlar, levh-i mahfuzu anlatıyorlar fakat görmüyoruz ki..
Ancak bu bilişimiz bize yaklaştırıcı sebeb oluyor.
İlmen bilen hiç bilmeyen ayarında değildir.
Çünkü ilmen bilen sağlamı çürüğü, cenneti ve cehennemi, sevabı günahı seçebiliyor.

Tarikatta ise biraz keşfiyat vardır.
Levh-i mahfuzun bizzat kendisini işlemlerini müşahade edebilir nasıl deveran ediyorsa.
Kâr-zarar, ölüm-doğum.
Kâfir iken müslüman olmuştur, mümin iken kafir olmuştur.
Bu gibi işlemler, aynen bizatihi görür.
Kalb basireti ile görür. Kulakla duymak gibi değildir elbette.
Levh-i Mahfuz'un bizatihi müşahadesi çok tesirat bırakır.
Değişiklikleri acayiblikleri aynen görür.
Anlatmak gibi değil de Allahü Zülcelâl'in emir ve kararlarının tebeddülatını müşahade eder. Bizzat görür.

Hakikat olan ayne'l yakin ise; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den bizatihi hak menbaını alabiliyor, görebiliyor. O hale geliyor.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in menbaı başına doğrudan doğruya gider.
Halleri ve durumları Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan hak menbaından alır.

Şeriat makamü’l İslam.
Tarikat makamü'l İman.
Hakikat ise Makamü'l İhsandır.
Çünkü onlar tevekkül, teslim, tevfiz ve itminan ehlidirler.
Şeriat makamü'l İslam demek; “şeriat ilmine ve ahkamına teslim ol onun dışına çıkma ve muhalefetini yapma” demektir.
Şeriate göre teslim olmuş, müslüman olmuş ve hükümlerini kabullenmiş demektir.
Gel velâkin tarikat işlemektir, inanarak işlemektir. Şeriatte okuyoruz, öğreniyoruz, duyuyoruz ve hükümlerini kabulleniyoruz.
Fakat münafıklarında görüntüsü müslüman fakat iş yok.
İşlemiyor zira inanç yok.
Onun için madem ki şeriate bağlandık ve hükümlerini ve muamelelerini kabullenip müslüman olduk. O halde gereğini işletmemiz de gerekir ki bu ise tarikattır.
Tarikat denilen şey bugün halkın sandığı öcü gibi bir şey de değildir.
Tarikat esasen Hz. Sıddık (ra), Hz. Ali (kv) gibi zâtların yolunda yürümektir.
Evet, dinlediler, duydular şeriat geldi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu, tebliğ etti.
Tebliği duyup öğrenmek yetmez ki...
İşletmek de lâzımdır.
Evet, inanırsan işlersin.
Neden?
Çünkü, imandan gelir işlemek.
Tarikat işte budur.
Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisler gelmiş...
Kur'an-ı Azimüşşan'ın hükümleri mevcud fakat işlemek lâzım.
Tarikat işlemektir. Emirlere ve nehiylere dikkat etmektir.
Ezkar, istiğfar vb. Hususlar tarikattadır.
Bu bir yoldur. Bu yolda itikadı var ki yapıyor.
Şeriatı duydu, okudu, araştırdı fakat âmelsiz ilim neye yarar ki...
Âmel ise tarikattır.
Ashab-ı Kiram'ın (ra) yoludur.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bırakmış olduğu işlem yoludur, ittihaz edilecek yürünecek yol bu yoldur.
Yoksa kalkıpta şöyle böyle “hayha, hayha” demek değildir esasen...
İlmini öğrendiğin şeriatın içinde kalarak o ilmi işletmektir.
Hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kimin ki ilmi artarda zühdü artmazsa böylesi ilmi sebebiyle sahibi Allahü Zülcelâl'den uzaklaşır” buyuruyor, ilmi uzaklaştırıyor.
Çünkü ilim sahibini sorumlu kılar, işlemeyen ilim hiç bir şeye yaramaz ve aleyhinedir.
Bu inceliği anlamak lâzımdır.
Tarikat “bu da nereden çıkmış?” denilecek bir şey değildir.
Esasen tarikat sırat-ı müstakimdir. Doğru yoldur.
Âmelsiz ilim hiç bir şey değildir.
Ama, ilmiyle âmil olursa:
Resim
Bir kimse şeriatı öğrendi ve şeriat yolunda yürüttüyse hakikaten o zaman iman kısmındandır.
İnanıyorsun ki yapıyorsun.
İnandığın delilidir bu.
İşliyorsun ve yapıyorsun ki imanın delilidir, isbatıdır.
İlmi okuyorsun ama sonu ne olacak belli değil, itikad edip emir ve yasakları işletirsen bu yol tarikattır, iman makamıdır ve isbatıdır.
İlim ve âmel birleşince ise, Allahü Zülcelâl o kimseyi öyle bir ilme vâris kılar ki, şunun bunun okuduğu ilim değil de mevhibeyi ilahiden gelen bir ihsandır. Hakikattir. Hakikat ise makamü'l ihsandır.
Bu bir inceliktir, işte, ilmi olupta işletmeyen ve bu yolu izlemeyenin sonu hüsran olur.
Ve ilmi onu Hak (Celle Celaluhu)den tamamen uzaklaştırır.
Allahü Zülcelâl'in Habibine buyurduğu
Resim şeriattır.
ResimResim ise hakikattir.



فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ
“…fe iza azemte fe tevekkel alellah…”
(Âli İmrân/159)
“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven”


Resim
Hadis meali:
“Kim ki ilmini çoğaltırda zühdünü çoğaltmaz ise, o ilim, o kimsenin Allahü Zülcelâl'den uzaklaşmasına sebep olur.”
Resim
Kullanıcı avatarı
sdemir
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 487
Kayıt: 24 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen sdemir »

ALLAH razı olsun kardeşim emeğine sağlık inşaALLAH.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sdemirimza.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

ARİFLERİN TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

İmam Mâlik ibn-i Enes (ra), âlimlerin sıfatlarını anlatırken buyurur ki; kim ki ilmi öğrenir, şeriat ilmini zahiri ilmi öğrendikten sonra tasavvuf ilmini de yürütmez ise o zaman fıska düşer.
Çünkü tarikat olmayınca istikamet tutturamaz...
Kibirli olur, gururlu olur, bühtan eder, bugzeder, sert olur.
Sadece kupkuru ilim yetersiz olur.
Sadece şeriat ilmiyle yetinirse kibirden ve enâniyetten kurtulamaz. O zaman ise fıska girer.
Ama şeriat ilmini de hiç öğrenmeden cahil bir sofi doğrudan doğruya tasavvuf ilmine dalıp tarikata girer ise o zaman da zındıkaya düşer.
Yani şeriati öğrenmeden hemen tasavvufa girdiyse o da çok yanlıştır. O zaman fıska değil de daha beteri zındıkaya girer.

Eğer bir kimse önce fıkıh ilmini şeriat ilmini ibadat ve muamelatını güzelce öğrenip ardından da tasavvuf ilminin mânevi hallerini öğrenirse ve edebide beraberce olursa ne âlâdır.
Çünkü tasavvuf ve tarikat demek edeb demektir.
Edebi de öğrenirse o zaman o kimse ehl-i tahkikdir.
İkisi de olursa tahkik ehli olur. Hak tahakkuk eder.
Yoksa cahilin sufisi şeytanın maskarasıdır.
İmam-ı Ali (kv) öyle buyuruyor:
“İki kişi benim belimi iki büklüm hale getiriyorlar. Bir tanesi, bir âlimdir ki nefret ettiricidir.”
Edebi yoktur, çok serttir ve adeta milleti geldiğine, dinlediğine pişman ettirir.
Aşırı derecede sert konuşur ve edebi yoktur.
Bir zaman İmaret Camisinde bir hatib çıkmış da “Şunu yaparsan cehennem bunu yaparsan cehennem!...” diye söyleyip durunca birisi de kalkmış “sen cehennemin zebanisi misin?” deyip çıkmış gitmiş.
İşte sertlik ve nefret ettirme budur.
Tenfircilik hiç de iyi değildir.
İmam-ı Ali (kv):
“Belimi iki büklüm yapan diğer kimse ise; fısk ehli olduğu halde sûfîlik yapmaya kalkışan kimsedir.”
Cahildir, fısk içindedir ama bir de sûfîlik taslar.

Hikem-i Ataiye'nin sahibi buyurur ki: Faydalı olan ilim odur ki, sadrı genişletir ve şuasıyla kalbin kınasını engelleyici, perdesini kaldırır ve kalbi inkişaf ettirir.
İlmin en güzeli, en faydalısı, en yararlısı yanında haşyet olanıdır.
İlim vardır beraberinde Haşyetullah da vardır.
Böylesine ilminin yanında Haşyetullah da var ise bu ilim lehinedir, yoksa o ilim senin aleyhinedir.

Seyyid Ahmed Er-Rufaî (ks):
“Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki senet ve mesned olarak en başta "Lâ ilahe illallah" Tarikatın ana düsturudur. Esası ve temelidir.”
“Mesnedi yoktur, nereden çıkarmışlar tarikatı?” diyenlere ilk mesned budur, tarikat ilmi esasen mesnetlidir, senetlidir.
Zira Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
“Biliniz ki Allah'tan başka ilah yoktur.” diye buyurunca, emredince ve uyarınca bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) halka tebliğ etmeye, telkin etmeye ve aktarma yapmaya başladı. Senetli, mesnetli olarak.
Esasen bu âyet-i celile gelince kelime-i tevhidi kendi ashabına telkin etti.
İster cemaat halinde olsun ister ferden, tek tek olsun. Müteselsel olarak sonuçta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a varır.
Herhangi bir şeyh hakikaten ehlinden aldıysa zincirleme olarak icazeti Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e varır.
O sebeble Allahü Zülcelâl emretmiş, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da halka arzetmeye başlamış.
Cemaat olarak da tek tek de telkin etmiştir.
Mesnedleri sağlıklı ve sıhhatli bir şekildedir.
Bu Turuk-ı Aliyyenin tüm tarikatların Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varan bir zincirleri vardır. Velev ki zincirden kesiklik olmasın.
Zincirden kat' olanlarda olmuştur.
Nitekim Şah-ı Nakşibendi zincirinden kat' olunmuş birisi için: “Ne olursun bu kadar da uğraştı, çabaladı vs.” denilince: “Siz ne sandınız bu zinciri? Demircinin yaptığı zincir halkalarımı saydınız ki tekrar geri gelsin Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emridir.”
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emretmediği hiçbir kimse zincirden kat'edilemez.
İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan kendisine kadar gelen zincir halkaları tamam ise şeyhtir.
Yoksa babası kendisine bir takke bırakmış, post bırakmış da vs. ile şeyhlik olmaz.
Böylesi kimse zincir halkasına gerçekten eklenen kimse de değildir.
Esasen ciddiyetle seyr-i sülük yapılması lâzımdır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da o kişinin kendisini tasvip edilecek ki zincir de bir halka olabilsin.



RASULULLAH’IN ASHABINA ZİKİR TELKİNİ

Şu hadis-i şerifte bunun şahididir ki, Şeddad ibni Evs (ra)'dan:
Resim
Tarikatın ihtidasının mesnedini isnadını anlatıyor ve diyor ki:
Aleyhissalatü Vesselam ile Kabe'nin fethedildiği devrede bir gün Kabe'nin içinde idik ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde garib var mıdır?”
Garib derken ehl-i kitab kısmından kimse var mıdır diye soruyor. Yoksa başka tarikattan kimse var mı diye sormuyor.
“Biz hepimizde Muhammedi'yiz, Ya Rasulullah onlardan hiç kimse yoktur” dedik.
“O zaman kapıyı kapatın” buyurdu.
Çokluk olarak, cemaat olarak, çünkü teker teker olmayacak. “Beni dinleyin” buyurdu.
Ve Allahü Zülcelâl'in buyurduğu;


فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
Ayet-i Celilesini tebliğ etti.
Ellerini kaldırdı ve "”Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah” üç defa buyurdu.
Ashab-ı Kiram (ra) dinlediler.
“Bir de sizden duyalım” buyurdu.
Biz de elbirliğiyle ellerimizi kaldırarak üç defa “Lâ ilahe illallah” dedik.
Gaye “Lâ ilahe illallah” deyince artık putperestlik bitti.
Birincisi, başka ma'bud yok.
“Lâ ma'bude illallah”
İkincisinde de “Lâ ilahe illallah = Lâ mevcude illallah”
Mevcudat, mevcudiyet her ne var ise, Allahü Zülcelâl'in var ettiği şeylerdir. Yarattığı şeylerdir.
İstikrarlı ve değişmeyen mevcûd sadece Allahü Zülceiâl'dir.
Evvelden ahirine her zaman mevcûd olan O'dur.
Diğerleri mahluktur ve mevcudiyetleri gel-geç tir.
Fakat Allahü Zülcelâl, “Lâ mevcûde illallah” ki evvelden ahire vücud sahibi olacak olandır.
Vahdaniyet sahibidir.
Tevhid budur.
Üçüncüsünde “Lâ ilahe illallah = Lâ Meşhûde illallah”
Allahü Zülcelâl'in eserleri her yerde, her zaman ve her halde müşahade edilip durmaktadır.
Bütün görenlerin esası Allahü Zülcelâl'in eserleridir.
Bu tevhid akidesi olunca tevekkelallah itimadu alallah...
Her ne mahluk var Allahü Zülcelâl'den ve her hadise ne oluyorsa hepsi de Allahü Zülcelâl'in dışında cereyan edemez.
Mevcudiyeti de ve müşahadesi de Allahü Zülcelâl'dir.
Üç defa tekrar ediyor.
Uluhiyyet şirki kaldırıyor.
Fakat inana göre mevcudiyetini ve müşahadesini de anlamak lazımdır. Bu ikisininde kalb yoluyla olması lazımdır.
Ravi diyor ki bizde söyleyince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) “Elhamdülillah” buyuruyor ve hamdü şükr ediyor.
“Beni bu kelimeyi tebliğ etmeyi emrettin ve beni bu kelime için gönderdin. Her ferde yaymayı emrettin ve bu kelimeyi halka öğretmek için gönderdin. Ben de bu anda bunu yerine getirdim. Bu kelimeyi söyleyenlere de cennetini vadettin. Sen vadinde halfetmezsin inanışımız budur ki vaadine hilaf etmezsin, bir şey vaadedersen vaadin dışında bir şey yapmazsın.”
O zaman cemaat elbirliğiyle söyleyince “Müjdeler olsun Allahü Zülcelâl sizleri mağfiret kıldı... sıfır... hiçbir şey kalmadı...” buyurdu.

Bu ashab-ı kirama umumen telkinidir.

Bir de ferden zikir telkini vardır ki İmam Ali'ye (kv) telkin etmiştir.
İmam-ı Ali (kv) Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istiyor ki,
“Bana bir şeyler öğret ki harikalardan olsun.” diyor.
İmam-ı Ali'nin (kv) böylesi inceliği vardır...
Ona tek kişilik telkin verilmiştir ve lider olmuştur.

“Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl'e en yakın ve kuluna en kolay ve Allah indinde en faziletli yol nedir? Bana bildir.” diye harika bir şeyler istemiş de...
Allahü Zülcelâl'e en yakın, en kolay, en faziletli ve en yaklaştırıcı bir yol için Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) malumat istiyor. Ve bunun karşısında da Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki;
“Allahü Zülcelâl ile kulu arasında en yaklaştırıcı en efdal, en teshilatlı, en geçerli ve saadete iletecek olan yol benim söylediğim ve benden evvel geçmiş olan nebilerin söylemiş oldukları kelimedir.”
Nedir bu kelime?
Umumiyetle “Lâ ilahe illallah”dır. Ötesi her nebinin kendi devresi ile ilgili. Ama Musa'ya (as), ama İsa’ya (as)...
“Lâ ilahe illallah” ise hepsinde eşittir.
Allahü Zülcelâl'in vahdaniyet akidesini ikrar etmektir.
Bu ise umumidir.
Risalet, zamanın resulü kim ise, artık o resulü kabul etmek gerekir. Çünkü aracıdır.
Resul olmazsa bilemeyiz ki...

Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ba's olunca (gönderilince) “Lâ ilahe illallah Muhammed er Resulullah” geçerli olmuştur, önceki resullerin ve nebilerin risâlet zamanları geçmiştir.
Hatemü'n nebiyyi gelmiştir. Ve O'nun risalet devresi başlamıştır ve ilâ nihaye devam edecektir.
İmam-ı Ali (kv) bu kelimeyi küçük bir şey sanmasın diye bunun karşısında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Ya Ali eğer yedi semâ ve yedi arzı terazinin bir kefesine, diğer kefesine de "Lâ ilahe illallah" kelimesini koysan, "Lâ ilahe illallah" kelimesi ağır basar. Diğer kefeye doldurulan tüm nesnelerden bu kelime racihtir. Ancak; halisane lillahi hakkı verilmiş bir kelime olarak zikredilirse bu böyledir.”
Bunda çok mühim mesele vardır.
Hakim-i Tirmizi bu hususta şartlar koymuştur.
Kelime-i tevhidin kavlî (sadece kuru sözle) değilde hâli (halende) olması lâzımdır.
Kelime-i tevhidin söylenen halininde kavline uygun olması şarttır, öyle olursa kâinat bir araya gelse onun karşılığı olamaz.
Bu öylesine ağır ve değerli bir kelimedir.
Sağlayabildikten sonra hiç lamı cimi yoktur. O kimse cennete girer...
Ama, ehl-i lâ ilahe illallah'ın sadece kavli olması yetersizdir.
Söyler de bunun hükümlerine âmil değildir âmel etmez.
Zira bunlar Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümleridir.
Eğer uluhiyyetin kıymet ve değerini dünya meselelerinin üstüne çıkaramıyorsa bu kelimeyi söylemesinin ne önemi kalır.
Eğer dünya meseleleri bu kelimenin üstünde bir haiz ise bu kelime kavlîdir ve hâlî değildir.
Yarın mahşerde kalktıklarında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
Ben müşahade ediyorum ki kabirlerinden çıktıklarında şöyle bir üzerlerindeki tozlarını gubarlarını silkeleyip de:


وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذى هَدٰینَا لِهٰـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ
“…ve kalul hamdu lillahillezi hedana li haza ve ma kunna li nehtediye…” (A’raf/43)

“Hidayetle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.” diyerek Hamd ü sena ederek kelimeyi tevhidin hayrat ve berakatını söylerler.
Öyle buyuruyor mübarek: Ehl-i lâ ilahe illallah'ı gördüm ki üzerlerinde hiç bir pürüz yoktur. Bir zahmet ve müşkilat yoktur.
Ancak ehl-i lâ ilahe illallah olanlar böyledir. Sadece sözle kavli “lâ ilahe illallah” olanlar değil.
Kavli “lâ ilahe illallah” sadece müslüman eder. Müslüman olur kılıçtan ve azabtan kurtulur. Faydası işte budur.
Madem ki kavlen lâ ilahe illallah dedi, ancak bu kelimenin halile de hallenmesi ehli olması şarttır.
“Lâ ilahe illallah, lâ mabuda illallah, lâ meşhûde illallah” dedi Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini emir ve hükümlerini dünyada her şeyin üstüne çıkarmazsa “yok efendim bir kelime söylüyor da, dünya meselesini ve muhabbetini bu kelimenin çok üstünde tutuyorsa, artırıyorsa” Allahü Zülcelâl böyle bir şeyi kabul etmez.
Allahü Zülcelâl gayyurdur.
Hafife almak ise maalesef yanlıştır.
O zaman hakikaten bu kelime aleyhinde olur. Çünkü sorumluluğunu yerine getirmemiştir.
Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurmuş olduğu, lâ ilahe illallah esasen kavlî olmak değil de ehli olmak lazım geliyor...

Onun için Hz. İmam-ı Ali (kv) ile diz dize gelmişler de
“Ya Ali, ben söyleyeyim sen şöyle, kulağını ver ve beni dinle, candan her yönüyle bu kelimeyi ben söylerken sen dinle, ondan sonrada sen söyle ben dinleyeyim.”
İşte Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'ye (kv) telkini bu şekilde olmuştur.
İmam Ali (kv) diz dize gelince, üç defa Rasulullah söyler. İmam-ı Ali (kv) dinler.
Üç defa İmam-ı Ali (kv) söyler Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dinler.
Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birinciyi söyledikten sonra ikinciyi dinlerken “Lâ ilahe illallah” dediği zaman “Lâ mabuda illallah” yani artık putperestlik yok.
Maadasını yani uluhiyyetine karışacak herhangi bir nesneyi yok etmesidir. İllallah budur.
Ve aynı zamanda lâ ilahe illallah = Lâ mevcûde illallah ise fenafillah olması lâzım esasen...
Ve diğeri lâ ilahe illallah = lâ meşhûde illlallah ise bekâbillaha geçiyor.
Yani üç kere tekrarlaması, bir tanesi çeşitli milletlere ait imanlardan tamamen çıkıp Allahü Zülcelâl'i ilâh kabul edip mümin oluyor.
“Lâ ilahe illallah hak lâ mabude illallah; mabudum ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'dir” deyip başka seni meşgul edecek bir şey kalmıyor.
Bilimum tamamen kendini Allahü Zülcelâl'in vahdaniyetine, azametine, kudretine teslim eder durumdadır.
Hak mevcude Allah'dır.
Artık her hüküm ve tasarruf tamamen O'nundur.
Her şey O'nundur ve hükmü altındadır ki artık fenafillah durumuna gelir. Ve artık muhabbeti, şevki, aşkı da artıp tamamen O'na bağlanır.
Her şeyi tamamen Allahü Zülcelâl'den bilir kabullenir ve O'nun tasarrufu altında olmayan bir şeyi de yok bilir.
Yaratılışından, rızkından şundan bundan hepsinden umumen mutlaka Allahü Zülcelâl'dendir. Fenafillah durumundadır.
Fikriyatında her şeyin O'ndan olduğunu bilir. Fena durumuna gelmiştir.
Fakat üçüncüsü de daha da Bekâbillah durumu var.
Tabiki İmam-ı Ali (kv), bizim gibi uzun uzadıya seyrü sülük edecek durumda değil ya. Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diz dize telkin alırken... Menbaından... İşte o zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'yi (kv) hemence bekâbillah durumuna getirmiştir.

İşte bu, esasen İmam-ı Ali'nin (kv) turukudur.
Onun yolundan gelenlerin sistemi bu şekilde olmuştur.
Senedli, sağlıklı, sıhhatli ve mesnedlidir.
Hatta İsmail Hakkı Bursevi hazretleri der ki; Bu üç tevhid halinin birden telkini çok ağır bir terakkiyattır.
Mümin, fenafillah, bekâbillah...
İmam-ı Ali(kv) kendini kaybetti, yitirip feveran etti, adeta mecnun haline geldi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine tembih ediyor:
“Kimseye sır verme” buyuruyor.
Sırrını tutabilmek için, kapatabilmek için içten içe yanıyor, tütüyor...
Gelen artışlar ve harikalarla deli divâne olup çöllere çıktı.
Kimseye bir şey söylemeyecek iken kuyuya bir şey söyledi, duramadı...
Kuyunun başında bir sır söyleyince kuyu cezbeye girdi ve göçtü... İçinde su var tabi..
Göçtükten sonra içinden kargılar çıktı.
Neticesi günün birinde bir çoban orada yayılırken kargıyı görüp bir kaval edineyim diyerekten birisini kesip almış ayarlamış, üfleyince bakıyor ki tevhid getiriyor, zikir getiriyor ve inliyor...
İsmail Hakkı Bursevi, “Mevlevî neyi bundan kalmıştır” diyor.
Onun söyleyişi böyledir.
Çünkü hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâli tevhid etmesin. Ama diyeceksiniz ki bu çalgı içinde mi böyledir?
Esasen bir gün Hz. Üftâde (ks)'nin önünde bir iftar devresinde bir kuru ekmek bir de su vardır.
Ve İsmail Hakkı Hazretleri Şeyhine sormuş: “Efendim hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâl'i zikreder. Peki bu ekmek ve suyu şimdilik yiyeceksiniz. Bunlar nasıl teşbih edecekler, gidecekleri yerlerde nasıl olacak teşbihleri?” deyince mübarek Üftâde Hazretleri buyuruyor ki; Evladım, yediğimiz gıda düzgün dürüst güzel ise o ruhumuzun gıdasıdır. Onun teşbihi iki türlüdür. Yaramaz kısmından posa ise teşbihten uzaktır o artık ifrazata gider. Madem ki bir nesnenin mutlaka bir teşbihi vardır o şeyin hassası ruha varır. Kazurat kısmına gitmez de ruha çıkar ve teşbihini eder. Hassası ruha çıkıp teşbih ediyor.

Aziz Kardeşlerim;
Tekrar konumuza dönersek; tarikat silsileleri işte böyle müteselsilen gelmektedir.
Ehl-i tarik, tevhidin sıhhatli olmasını ağyarın tümünden teoriden söylenmesini emreder.
Bu hal içinde zikir meclislerinde tevhidlerle coşa gelirler nefisleri güzel hallere ulaşır, cezbeye varırlar.
Ama bu tevacidin şeytanî değil de Rahmanî olması şarttır.
Diyeceksiniz ki “Bunun şartı nedir?”
Hz. Cüneyd (ks) ve Sırrı Sakati (kv) devresinde meclislerinde bir kimse cezbeye başlarsa derhal emrederlerdi ki: “Bunu alıp hemen Dicle'ye atın. Eğer Rahmanî ise bir şey olmaz kurtulur. Yok eğer şeytanî ise işi biter, boğulur gider.” derlerdi.

Onun için kimse kolay kolay laf olsun diye cezbeye girmezdi. Ama hakikat cezbe olduktan sonra can kurban...

Şeyhü'l Hazin (ks) devresinde Firsaf'tan geçerler, Siirt'ten geçerler, köye giderlerken bazen cezbeye girerlerdi de başını taşa vururlar.
Taş tahin gibi olur da başı yarılmazdı.
Şeyhü'l Hazin'in (ks) sufi Hasan'ı vardı.
O zaman evleri müsait olmadığından meydana toplanıp ateş yakarlardı.
Sufi Hasan ateşin içine girer de söndürünceye kadar debelenirdi.
Demek istediğimiz; birisi cezbeye tutulmuşsa şöyle bir iğne batır bakalım ne yapacak, bir gör.
Maliyetini ortaya kor. Ve dalavere bir netice getirmez.

Ehl-i tarik'in zikir ve tevacid meclisleri açıldığında nefisleri çok güzel çok temiz bir halde ruhları yükselirde “Lâ ilahe illallah” derler.
Kalpleri masivâ ile hiç meşgul olmaksızın “illâ ALLAH” derler.
Ondan gayrı ibadet edilecek yok ki...
“İllâ HU” derler.
Adeta bir hoş olmuş, mest-ü-hayran halde “HUUUU!” derler.
Ehl-i Sıdk ve Ehl-i Salâh onlardır.
Onlarla oturan onların sayesinde şekavet görmez.

Allahü Zülcelâl kullarına zikretmeyi pek çok kerre emretmiştir, İbn-i Abbas (ra) “Allahü Zülcelâl, kullarının üzerine bir çok farizalar yapmıştır. Bir çok ibadetleri terğıb etmiştir. Bir kısmı tahditli bir kısmı vakitlidir. Bir kısmı ise özürlüdür. Nizamları ve tezleri muayyen hududlara ve vakitlere bağlıdır.”
Ayrıca vakti geldiği halde özürlü olunca yapılmayabilir.
Fakat kelime-i tevhit “Lâ ilahe illallah”ın hiç bir muayyen vakti yoktur.
Tahdide yoktur.
Özürü de yoktur.
Her yerde her zaman her halde yapılabilir.



ZİKİR HAKKINDA AYET VE HADİSLER

Bu hususda Kur'an-ı Kerim'de :


يَا اَيُّهَا الَّذ ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثيرًا
“Ya eyyuhellezine amenuzkurullahe zikran kesira.” (Ahzâb/41)

Allahü Zülcelâl: “Ey inananlar! Allah'ı pek çok zikrediniz.”

Hadis-i Şerifte de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Hadis Meali:

“Zikrullah'ı öylesine çok ediniz ki, görenler bu kimse mecnun mudur desinler, delidir desinler.”

Resim
Hadis Meali:
Allahü Zülcelâl'i o kadar çok zikrediniz ki münafıklar bunlar müraidir deyinceye kadar; ama gerçekten olacak. Kendini beğendirmek için değil de aşkla, şevkle zikrullahsız duramıyor bir halde...
“Dikkat ediniz ki kalbler Allah'ı zikretmekle itminana ulaşır.” buyurulduğu gibi.
Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) :
“Öyle çok zikrediniz ki, münafıklar desinler ki bu zikredenler mürâidirler.”

Allahü Zülcelâl, zâkirlerin hallerini şöyle açıklayıp ilân ediyor:


اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ
“Ellezine yezkurunellahe kiyamev ve kuudev ve ala cunubihim…” (Âli İmrân/191)

: “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar.”

Onlar ki ayakta olsalar da otursalar da yatsalar da Allah'ı zikrederler.

Hadis-i Şerifte ise;
Resim

Hadis Meali:

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a bir Arabî gelmiş de : “Ya Rasûlullah, dinimizin şeairi fazlalaşmış, çok çeşitli yönleri olmuştur. Biz de tâbi hepsini muhafaza edemeyiz. Bundan dolayı şöyle bizi tatmin edecek, fayda verecek ve ehveni (kolayı) ne ise bize söyle” deyince Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Ölmeden, hayatta bulundukça ve dilinin yaşlılığını kurutmadan mutlaka lâ ilahe illallah ile, Allah zikri ile dilini hareketlendir. Ratbun: yani, diliyin yaşlılığı ile dilin yaş oldukça Allah'ın zikri ile hareket etsin ve bundan hâlî kalmasın. Çok üzerinde dur, gaflete düşme. Dilin yaş kaldıkça "lâ ilahe illallah" ile gıdasını alsın ve kurutma.” buyurduğunda Arabî: “Peki bu yeter mi?” deyip de az görünce o zaman Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Bakınız Allahü Zülcelâl:


وَالذَّاكِرينَ اللّٰهَ كَثيرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظيمًا
“…vez zakirinellahe kesirav vez zakirati eaddelahu lehum mağfiratev ve ecran azîma.” (Ahzâb/35)

buyuruyor.
Erkek olsun, kadın olsun zikrullah'ı çok olan kimseye Allahü Zülcelâl mutlaka çok mağfiretli ve onlara büyük ecirleri vardır.

Resim
Hadis Meali:

“Ben size amellerinizin en hayırlısını haber vereyim mi? Melikiniz olan Allahü Zülcelâl indinde en temiz olanı sahibini de en yüksek dereceye iletecek olanı, altın gümüş olsa da ne kadar çok olsa da infâklarından da üstün olanı ve her şeyin üstünde olanı... Hatta daha da ötesi cihada gitseniz, düşmanla karşı karşıya gelseniz, can pahasına cihad etseniz, öldürseniz veya şehid olsanız bile bundan da daha üstünü hepsinden de üstün olanı Allah'ı zikretmektir.” buyuruyor.
Hatta o anda Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra)'e
“Allah zikri her şeyin önüne geçti.” deyince o da “Evet” diyor. “Yani zikrullah her şeyi giderdi, galebe etti ve önüne geçti” buyuruyor.
Hadisin ravisi Tirmizi, İbn-i Mâ'ce, Hakim.

Aziz Kardeşlerim,
Gerçekten de tevhid anlattığımız gibidir. Yoksa halk arasında söylendiği gibi tevhid kelimesini söylemek değil de haliyle hallenmesi lâzımdır.
Kavlî değil de halî olmalıdır. Yani, aşkıyla, şevkiyle tevhidin ehli olmuş ve her şeyin üstünde değer ve kıymet vermiştir.
Allahü Zülcelâl'in emirleri üstünde başka emri yok bilir.
Mübarek Hakimi Tirmizi Hazretlerinin buyurduğu gibi; kavlî değilde halî olması lâzımdır. Kavlî yeterli değildir.
Eğer dünya meselelerini tevhidin üzerine çıkarıyorsa, kelimeyi tevhidi dille söylemek mesele değildir.
Mesele şu ki; Lâ ilahe illallah, Mâ'budun bi'l hak Cenabı Allah...
Her an her yer ve her halde mevcûddur ve O'na saygı göstermek de şarttır.
Nasıl ki; bir me'mur âmiri karşısında nasıl itinâ ile kabuliyetini gösterirse kul da Rabbısına kulluğunu ve saygısını göstermesi gerekir.
Allahü Zülcelâl'in kâinatında bitmez tükenmez ni'metlerinin hangisinin karşılığında şükrünü yapabiliyoruz acaba?
Yaptığımız şükürün yeterli sağlıklı sıhhatli olması mümkün değildir.
Bunca melekler çalışıyorlar. Onlar yemez içmezler. Bütün bu ni'metlerin hepside Âdemoğlu içindir.
Ni'metlerini saysanız sayısını bulamazsınız.
Onun için nasıl bir me'mur âmirinin takdirini arıyorsa hiç olmazsa kulları olarak Allahü Zülcelâl'in ni'metlerini bir düşünmelidir.
Tevhidi zikrederken sadece dille kavlî olarak yalamalıkla söylüyor da hâli ile değilse bu da Allahü Zülcelâl'e ağır geliyor. Haşa eğlenceye almış gibi...

Allahü Zülcelâl mü'minlerin avam kısmını vasıflandırırken

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ
“İnnemel mu'minunellezine iza zukirallahu vecilet kulubuhum…” (Enfâl/2)
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”

Müminler zikrettiklerinde “Allah” dediklerinde kalbleri titrer.
Çünkü kalbleri incedir. Rakke halindedir, incelmiştir ve katı değildir.
Pürüz yoktur, az bir şeyle hemen titrer ve harekete geçer. Allah dediğinde Allahü Zülcelâl'in azametinden titrer.

İkinci kısım olan müminlerin havas kısmına üst kademeye gelince:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…e la bi zikrillahi tatmeinnul kulûb.” (Ra’d/28)

“Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”

Kalpleri tatmin edecek rahat ettirecek olan ancak ve ancak zikrullah'dır.
Başka hiçbir şey ünsiyyet etmez asla...
Yani mal, mülk vb. hiçbir meyilleri, hevesleri yoktur.
Sadece Allahü Zülcelâl'in zikriyle huzur bulabiliyorlar. Hayatta bundadır esasen...
Kalbleri mutmain durumundadır. Hiçbir şeyle sarsılmazlar. Şubbihet vs. gibi şeyler yoktur. Ciddi, ciddi...
Her varlığı Allahü Zülcelâl'in vahdaniyeti, azameti ve kudreti altında bilen kalbler burada itminan durumundadır.
Resim
Hadis Meali:

Dünya ve dünya muhteviyatı tamamen lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve onun arkasından gelecek nesneler ve ona uygun olan haller hariç... bunun dışındaki lâ'nete müstehaktır.
Dünya lâ'nete müstehaktır. Dena'ettir (alçaklıktır).
İnsanları çok şaşırtıyor. Çünkü dena'et kısmı çirkeftir maalesef...
Şeyhü'l Hazin'in (ks) buyurduğu gibi:

Resim
“Dünya adüvvetün Rahman... Yani, sarhoş hale gelip de kendini şeytanın eline düşürme. Dünya Rahman'ın (Celle Celalühü) düşmanıdır. Sakın kendi kendine şükran (sarhoş) olup da şeytanın eline teslim olma.” diyor.
Dünya ve muhteviyatı lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve ondan hasıl olanlar hariç...
İkinci derecede hariç olan şey ya ilim öğreneceksin veya ilim öğreteceksin. Bu iki şey lâ'netten hariçtir.
Allah zikri ile âlim ya da mutaâllim (öğrenen) olmak.
Zikrullah ve ilim müstesnadır.
Resim
Velakin Allahü Zülcelâl, Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne şöyle buyuruyor:

“Müşrikler ve benzerleri seni ne kadar etkilerse de onları bırak ve Allah de... Kalbini Allah ile işlet... Onları oyuncakları ile başbaşa bırak. Allah de maadasını bırak. Allahü Zülcelâl, Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu şekilde telkin ediyor. Masivayı yok et ALLAH de” buyuruyor.
Kadiri aksamından gelen “Lâ ilahe illallah” değilde, Nakşî aksamından gelen “HU”...

“ALLAH” de gayrisini bırak.
Kalbine bunu yerleştir.
Allahü Zülcelâl Habibine bunu telkin ediyor.
“Mâsivayı yok edip, ALLAH diyeceksin.”
Başkasını düşünme bırak.
Yeter ki senin kalbinde daima ALLAH olsun.
İşte Hz. Sıddık (ra)'ın telkini de mağarada olmuştur.
O zamana kadar Hz. Sıddık (ra) tabi kalime-i tevhid durumunda idi.
Tabi Bekâbillah gelince artık “L┠kelimesi ve benzeri gerekmiyorda “ALLAH” ve “HU” diyeceksin.
“ALLAH” derken “HU” diyecek dereceye varır.
“ALLAH de diğer müşrikleri falan bırak.”
Fakat bu meyanda da Hz. Sıddık ta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile mağaraya geldiklerinde: “Ya Rasulullah eğer müşrikler şöyle bir bakıverseler bizi görecekler.” diyor.
Çünkü etrafında araştırıyorlar.
Fakat kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl koruyunca...
İşte o zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra) ta fenayı tamamen yok etmiş de bekâbillaha ulaştırmıştır.
Yani elini doğrudan doğruya mübarek Hz. Sıddık (ra)'ın sadrına koyuyor da buyuruyor ki:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا
“…la tahzen innallahe meana…” (Tevbe/40)

“Kederlenme ALLAH bizimle” Bu telkinde “iki kişinin üçüncüleri ALLAH” buyuruyor.
Bu şekilde olunca o zaman Hz. Sıddık (ra) harikalar gördü.
Tâbi fenadan bekaya geçmiş oldu.
Yâni Hz. Sıddık (ra) mağaradaki telkinde artık nefhi de değil isbat kısmına geçti.
Yâni doğrudan doğruya ayır hale geldi.
“ALLAH bizimle hüzünlenme, ya Ebu Bekir ikinin üçüncüsü ALLAH ne dersin buna?” buyuruyor. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ikisi beraber, beraberlerinde de ALLAH var.

İşte bu iki âyet-i şerifenin manasına uygun ehl-i tahkik sözleri:
Resim
Ne zaman ki İlâh'ı öğrendim, bildim,
başkasını görmedim.
Zira gayrisi mâsivadır bizce memnu'dur, yasaktır.
Ne zaman ki cem olunduk Allahü Zülcelâl ile ünsiyet bulunca artık ayrılık, iftirak, ayrılık hasreti korkusu kalmadı. Ve ben o gün vuslat bulmuşum, cem olmuşum.

Eğer aradığın muradına tam ermek ise “ALLAH” de mevcudatı ve hevâ-ü-hevesten olan herşeyi bırak...

Allahü Zülcelâli hesaba katmadan Allahsız olunca her bir şeyin hakikati şüphesiz ki tafsilinde icmâlende yokluğa mahkumdur ve ademdir.

Bilmem gereken şu ki; eğer Allahü Zülcelâl olmasa bütün âlemler mahvolur bozulur ve çökerler.
Kim ki Allahü Zülcelâl olmadan vücûdunu var bilirse bu olmayasıyadır.
Kendi zâti imkan ve kudretiyle vücûdum var derse vücûd sahibi olması imkânsızdır.

Arifler; El Mütekebbirü'l Müteâl den (büyüklenmeye hakkı olan; yüce olan Allahü Zülcelâl'den) gayri mâsivadan bir şey görmüş değiller... Şühûd ettikleri odur. Allahü Zülcelâl'dir. Ve Allahü Zülcelâl'den gayrisi mâsivanın hakikatinin geçmişte şu anda ve gelecekte helake yokluğa mahkum olduğunu gördüler.

Böylece hakikat şu ki; Cenab-ı Habib (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında garda (mağarada) geçen ve delilleri açıkça ortaya konulmuş olan vakıada Hz. Sıddık (ra) fenadan bekaya, yani nefhi dairesinden tevekkül kademi olan isbat dairesine çıkmıştır.
İşte o mağarada o anda ve o halde Hz. Sıddık ve Mürşidi Cenab-ı Habibullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)...
Habib ve tabib olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Üzülme yani kesinlikle bir şeyden dolayı üzülme ve hiçbir şeyden korkma. Hiçbir şeye de sevinme. Çünkü ALLAH'dan gayrisi helake yok olmaya mahkumdur.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

TEVEKKÜL

Allahü Zülcelâl ki o;
Resim
En Nafiu, Ed Darru, El Muizzu, El Muzillu, Er Rafiu, El Hafidu, El Basıtu, El Kabıdu ve O her şeyi bilendir. Kim ki O'na tevekkül ederse o kimseye yeter.
Yani onu korur ve yardım eder. Muhafızı ve muini olur.
Tevekkül hususunda pek çok ayet-i celile vardır.


فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلين ۞ اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذى يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
“…fe iza azemte fe tevekkel alellah, innellahe yuhibbul mutevekkilîn. ۞ İy yensurkumullahu fe la ğalibe lekum, ve iy yahzulkum fe men zellezi yensurukum mim ba'dih, ve alellahi felyetevekkelil mu'minûn.” (Âli İmrân/159-160)

“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır.”
Resim
Eğer uzatmış olmaktan korkmasaydık pek çok âyet yazardık. Ve lâkin sadık olana tasdik ehli olana bir âyet bile yeter, inanmazsa ne kadar sıralarsan sırala boşuna...
Tevekkül hususundaki hadislere gelince gerçekten pek çoktur.

Resim
Hadis meali:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terkisinde binili olan Abdullah ibn-i Abbas (ra)'a: “Ey oğul sana bir kelime öğreteceğim ki, eğer sen Allahu Zülcelâli kalbinde muhafaza eder kalbinden çıkartmaz ve kalbine yapıştırırsan o da seni muhafaza eder yardım eder ki, sanki karşında hazır gibi bulursun. Herhangi bir beliyye sana ulaşmadan önce Allahü Zülcelâl karşılar karşısında Allah olur. İstediğinde ALLAH ister. Yardım dilediğinde de o diler. Şunu bil ki bütün ümmet sana bir menfaat vermek için toplansalar Allahü Zülcelâl'in lehine yazmış olduğundan başka hiç bir menfaat veremezler. Yine sana zarar vermek için bir araya gelseler Allahü Zülcelâl'in senin aleyhine yazmış olduğundan başka bir zarar da veremezler. Kalem kurumuş, sahifeler kaldırılmıştır.”
Ravisi İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve Hakimdir.

Hülasatü'l kelâm ve'l meram (sözün maksadın özü) işte Mürşidü'l Aziz olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müridi oan Hz. Sıddık-ı Ekber'i ilmen ve mârifeten irşad ve terbiye ediyor.
Şu hadis-i şerifte bunun delilidir:
Resim
Hadis meali:

“Ya Eba Bekir sen ne zannedersin, ne dersin ki iki kişi olurlarda üçüncüleri ALLAH'dır.”
Ravisi Buhari, Müslim, İmam-ı Ahmed, Tirmizi.

İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında mağarada cari olan bu hadisede iki kişinin üçüncüleri ALLAH olunca tedricen öyle bir hale getirdi ki hatta Âdem (as)'den kıyamete kadar, nebiler müstesna halkın en hayırlısı oldu ve halife lakabını tahsis etti.
Onun için terazinin bir kefesine Hz. Sıddık(ra)'ı koyacaksın öbür kefeye de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde imam başlangıcından Hz. Ömer (ra)'de dahil bütün ehl-i imanı koysan Hz. Sıddık (ra)'ın kefesi racihtir ve ağır basar.
Onun için bizzat yetiştiren sırr-ı azizi olan bizzâtihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dır esasen...
İşte Sıddık (ra) böyledir.
Diğeride anlattığımız İmam-ı Ali (kv)'dir.

İşte meşiyihi't turuk (tarikat meşayihleri) pek çok halife vardır.
Ancak bunların arasında artık şeyhin kendi ferasetine keşfiyatına göre o mertebeye yetişecek hale geldiyse bir tanesini kendi yerine tahsis eder.
Kendi yerine geçecek olan halifesini seçer. Sırr-ı azizi aktarma eder.
Tüm halifelerden bir tanesini tahsis eder ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Hz. Sıddık (ra)'a gelen sırr-ı azizi aktarır.
Sırr-ı aziz ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Ebu Bekir (ra)'e ondan da Selmâni Farisî (ra)'e müteselsilen gelen sırr-ı azizdir.
Yoksa şimdilik yaptıkları gibi yok babasından takke kalmış, baston kalmış vs. bunlar değildir esas olan...
Sırr-ı aziz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan beri kalbden kalbe aktarılıp gelen sırr-ı aziz...
Uydurmasyonla olmaz böylesine...

Bu müteselsile (zincirleme) aktarma oluşu hal-ü-hakikatı daima Câridir.
Yeryüzü bu halden hali kalmaz.
Hatta Hz. İsa (as) gelinceye kadar.
Ne zaman ki Hz. Muhammadü'l Mehdi (as)'ye intikal eder ve neticesi Hz. Isa (as) gelinceye kadar hiç bir zaman bunlardan hali olmaz.
Mutlaka bir zât vardır. Halefen selefen...

İşte böylece nasıl ki fıkıh mezhepleri seleften halefe aktarma ediliyorsa, bütün tarikatların yolları da böylece cari' olmakta ve aktarılmaktadır.
Fukuhaların silsile ile birbirlerine aktarma yaptıkları gibi bunlarda aynidir.
Meselâ Siirt muhitimizde meşhur Molla Halil-i Müderris ki Şeyhü'l Hazin'i yetiştirmiştir.
Herhangi bir ulemâ muhakkak onun tedrisinden geçerdi.
Fukuha da böyledir. Sülehada böyledir.
İşte onlar 30-35 sene uğraşa uğraşa müteselsilen yetişirler ve aktarma yaparlardı.
Selef gider halef gelirdi.
Fukuha ehl-i mezhebtir.
Tasavvuf ise ehl-i meşrebtir ki esasen aşk şarabını içmek meselesidir...

Hangi ilim galib gelirse unvanını alır.
Ya fakih ya da sufi künyesini alır.
Fukuha dediğimiz fürûg, ûsül vs. öğrenir müteselsilen...
Sufide ise tasavvuf kısmı ise edeb aksamıdır mutlak seyr-ü sülük yapması lâzım.
Allahü Zülcelâl ile arasındaki şeyhinin açık basiretli teferrus sahibi ferasetli olması şarttır.
Tabiki ferasetini kullanacak.
Hani “Mü'minin ferasetinden hazer ediniz” varya...
Onlar enbiya mirasçılarıdır.
Feraset erbabıdır.
Şimdiki gibi hemence sadece dille bildikleri ilim bu mudur yâni...
Bir nebi kuru bir âlim midir; sadece hükümler kısmını bilir, okur anlatır mı?
Yoksa manevi ilimlere sahib ulu'l elbâb kısmından kalb ehli midir?
Elbette böyle ulu'l elbâb olması şarttır.
Hatta bazı veliler iki yönden çift kanatlıdırlar. Cenaheyndirler.
Bir taraftan fıkıh yönünden diğer taraftan da tasavvuf yönünden..
. Meselâ Hz. Mevlana Halid-i Bağdadi, Hz. Abdullah Dehlevî'nin yanına giderken karşısında o kadar kimseler gelmişler ki o mıntıkalarda zındıkalar ve bu gibi kimseler her vardıkları yerlerde haklamak istedilerde ama haklayamadılar.
O kadar muazzam bir ilim sahibi idi ki akaid, usûl, fürûğ ve tasavvuf sahibi zülcenaheyn idi...
Yine Seyyid-i Şerif ümmî idi.
Okumamış ama tasavvuf yönünden harikalar görüyor ve biliyor.
Müridi olan Abdullah ibn-i Mübarek fevkâlede bir şahsiyettir.
Çok ariftir âdeta Abdullah Vahhabi Şarani gibi çok malûmatı vardır.
Eğer Abdullah İbn-i Mübarek olmasa Seyyid-i Şerif Abdülaziz Debbag Hazretlerinin bu kadar yayılması olamazdı.
Abdu'l Vahhab Şeranî olmasa ümmi olan Seyyid Aliyyi'l Havvas'ın bu kadar etrafa yayılması mümkün değildi.
Abdullah İbn-i Mübarek seyyid i şerifi, Abdu'l Vehhabi Şerani de Seyyid Aliyyi'l Havvası anlatmıştır.
Çünkü âlim olan mürşidlerini çok iyi anlamışlar ve anlatmışlardır.
Çok fevkâlede olan bu ümmîleri halkın anlayabileceği seviyede ancak çok anlayışlı olan halifeleri talebeleri anlatmıştır.
Evet ümmi idiler ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de ümmi olunca onun bu yolunda olan ümmi şahsiyetlerde çok çok değerli olabiliyorlar.
Her iki ilimden de güçlü ise zülcenaheyndir.
Fıkıh yönünden fetva verebildiği gibi tasavvuf yönünden de icazet verme gücüne de sahibdirler.
Bunlar müstesna şahsiyetlerdir.
Mezheb ve meşreb sahibidirler.
Mezheb dediğimiz, kendisine bir yol belirlemiş bu yolda yürüdü (zehebe)...
Ama ötesi de meşreb...
İçtiği manevi şarabtan (şerebe)...

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra ashab-ı kiramın çokları fetva kısmına girmezlerdi.
Seçkin kimselerdi ama fetva verecek durumda değillerdi...
Hatta Hz. Aişe (ra); Ebu Hüreyre (ra)'yi çağırırda:
“Ya Ebu Hüreyre, sen hadisleri topluyorsun söylüyorsun ama sebeb-i vürûdunu bilmiyorsun.” der.
Bir gün
“Zinadan meydana gelen çocuk ebeveyninden daha şerlidir” hadisini buyurmuş.
Başka bir vakitte de
“Zina çocuğu ebeveyninden daha daha da cehennemliktir.”
Tekrar yine “Zinâ evladı esasen küfre gider.” bu üç hadisi bize Denizli Karahayt'ta sordular da veled-i zinâ olanın böyle muamele görmesi bana pek uygun gelmedi.
Ebeveyni bu çocuğu zinadan meydana getirmiş ama çocuğun dahli (katkısı) yok ki...
“Esasen ana-babasının işlediklerinden bu çocuk sorumlu olmaz.” dedim.
Allahdan öyle olacak ki İmam-ı Tahavî'nin Müşkileti'l Hadis isimli kitabı tesadüfen yanımıza almışız, açar açmaz bu hadis karşımıza çıkmasın mı?
Hz. Aişe (ra):
“Ya Ebu Hüreyre bulduğun hadisi alıyorsun ve hemen söylüyorsun amma mâhiyetini öğrenmiyorsun, vakı'anın oluş şeklini ve hadisin buyurulma sebebini bilmiyorsun.” der.
Çünkü Hz. Aişe (ra) vakı'ayı biliyordu.

Yakınlarında bir komşu vardı, zinadan meydana gelen bir çocuk ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiç rahat vermiyordu.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden şerlidir.” buyuruyor.
Sonradan çocuk daha fazla azmış da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden daha cehennemliktir.”
Sonra daha daha da beter azınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Zinâ evladı esasen küfre gider.” buyuruyor.
Bu özel bir haldir. Yoksa her veled-i zinâ böyle olacak değildir.
Çünkü ebeveyninden dolayı değilde bizzat kendisinin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan davranışından hallerinden dolayı bu yönden oluyor.
Zinadan meydana gelmiş diye değil kendi şahsiyetinin nahoş hallerinden dolayı cezaya müstehak oluyor.
Hem sabîlik hem gençlik hem de sonra azdıkça azıyor. Ve bu hadisde bu kişiyle ilgilidir.
Aslında bir Yahudinin çocuğudur bu, fırsat buldukça Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a zarar veriyorda “böyle şerlisini görmedim.” buyuruyor.

İşte bu Ebu Hüreyre hadisin vürûd sebebi ve muhteviyatını ne gaye ile buyurulduğunu bilmediğinden doğrudan lafzını söylüyorda onun için Hz. Aişe (ra) itiraz ediyor.


TARİKAT VE MEZHEP İSİMLERİ

Tabiki sahabe-i kiram içinde Abdullah ibn-i Me'sud (ra), İmam-ı Ali (kv), Ubeyd İkab (ra) Hz. Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra) gibi kabadayı ilim sahibleri vardır.

Abdullah ibn-i Abbas (ra) tefsir yönünden idi, çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine Kur'an'ın manası yönünden dua etmiştir.
O zaman hem şeriat hem de tarikat el birliğiyle yürüyordu.
Hepsi ilim sahibi, edeb sahibi, ehl-i zühd kimseler ehl-i tevekkül sahibi idiler.
Tasavvufun aradığı vasıflar hepsinde de mevcûddu.
Ashab-ı kiramın (ra) gelişleri böyleydi fıkıh ve tasavvuf ilmi yönünden...
Ama bazıları da ala kaderi'l İmkân fazlaca da bir malumatları yoktu ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan aldıklarıyla yetinirlerdi.
Sahabelerden sonra mezheb sahibleri ortaya çıktı.
Sufyan-i Sevrf, Abdullah ibn-i Mübarek, İmam-ı Evzaî, İmam-ı Şabî vs.
Fakat sonradan azaldı da bereket versin dördü kaldı.
Hatta şimdiki Teymiyeciler Davud-u Zahirîdendir.
Zahiri de bir mezheb sahibi idi.
Şimdiki Vehhabîlerde Ona dayanıyorlar.
Hulasa fıkıh yönünden usûl yönünden mezhebler doğmuş sonunda ise Maturudî ve Eş'arf olarak ikisi kalmıştır.
İtikad da mezheb olarak...
Muamelâtta dört şahsa hasredilmiş ki, Hanefî, Malikî, Şafî ve Hanbelî diye isimlerinden veya lakablarından mezhebleri isim almıştır.
Başka bir şeyde yok. Çünkü onlarda ilim seleften halefe almışlardır.
Hatta hakikatin menbağı, halkın hayırlısı Muhammedü'l Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ya ulaşıncaya kadar böyle olmuştur.
Mezheb sahihlerinin bunun dışında sünnete sımsıkı sarılmaktan başka bir gayeleri de, davaları da yoktur.

İster fukaha aksamı ister tasavvuf aksamı hepsi de O'nun yolunda yürürlerdi.
Hepside muamelâtı sünnetten almışlardır.
Yâni bu dört mezhebin mübarek imamlarının yaptıkları şey: Allahü Zülcelâl'in Kur'an-ı Kerim'ine yapışmak ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sünneti seniyyesine sarılmaktır.
Esasen sahabe ve tabiin dünyayı sevmez, zühd ve kanaat sahibi idiler.
Ne zaman ki zaman geçti dünya ve mevki sevgisi arttı o zaman ayrıcalık oldu.
Devlette bir yer işgal etmek için veyahutta bir hoca, müftü veya kadı olacak diye bu yönden önem verdiler.
Bu hale düşmeyenler ise fıkıh yönünde yürüdüler.

Tasavvuf dediğimiz yönde ise yâni saf tarik ehli; Davudî Taî, Hasan-ı Basrî vb. Abdü'l Kadirî Geylani hazretlerinin yoluna Kadiriyye denildi.
Diğerleri de hakeza...
Ehl-i tarikat; isimleri ve lakabları bakımından pek çok ve türlü türlü olmakla beraber hepsinin de akideleri tekdir.
Ve gayeleri ancak ve ancak El Haliku Celle ve âlâ'nın muhabbetin celbetmek, O'nun hukukunun edası hususunda rızasını tahsil etmek gayeleridir, isim ve lakablarına gelince özellikle kendi zamanında meşhur olan şahsın yoluna takılan bir lakab veya isimdir.
Nakşî denmiştir, ismi Muhammed Bahaddindir. Nakşî yolunun gayesi ve bu lakabı alması ondandır.
Hz. Nakşi (ks) hazretlerinde sır sahibi olma dirayeti ve gücü vardır.
Gel velâkin sırr-ı aziz Hz. Sıddık (ra)'dan sonra silsile yoluyla intikal ederdi.
Ancak babadan oğula şeklinde değildi.
Hz. Sıddık (ra) evlâdına değilde gitti, Selmani Farisî (ra)'ye verdi.
Fakat bunu sanmayın ki kendileri aktarma ediyorlar, öyle değildir.
Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine nasıl bir sır verdi ise evlâdını dahi münâsib görmemiştir.
Ve ancak Selmanî Farisî (ra) ona liyâkat gösterebilmiştir.
Miras değildir.
Bu sırra sahib olanın, olacağı yere kadar bir derecesi rütbesi vardır ki o zaman bu sırrın yükünü kaldırabilir.
Onun için her ferd bu sırrı kaldıramaz.
Sahib de olamaz.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra), Selmani Farisî (ra) hepsi de seçkindir.
Rastgeleye olamaz.
Hz. Selmani Farisi (ra) ise bu sırrı Hz. Sıddık (ra)'ın torunu Kasım ibn-i Muhammed ibn-i Ebu Bekiri Sıddıka vermiştir.
Hz. Kasım ibn-i Muhammed asrın başında gelip onun üstünde fakih yoktur.
Çok muazzam ve müstesna bir şahsiyettir.
Hatta Ömer ibn-i Abdü'l Aziz “Halifelik benim değil de Kasım ibn-i Muhammed'in hakkıdır.” demiştir.
Gerçi dört halifeden sonra hilafet yoktur, mülûklük vardır.

Hülasa Kasım (ra)'da Cafer-i Sadık (ra)'a aktarmıştır.
Cafer-i Sadık (ra) ise sırr-ı azizi bekletmiş sonradan ruhaniyet yoluyla Beyazid-i Bestamî (ks)'ye aktarmış O ise, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Yemenden Üveys el Karanî'nin kokusunu aldığı gibi vefatına yakın “Ben Harkan'dan bir koku alıyorum, o gelir ve benim sırrımın sahibi olur.” der.
Zaman geçer Ebu Hasan el Harkanîye: “Sende Beyazid'in vasfettiği vasıfları görüyoruz” derler de: “Biliyorum konuştuk.” der. Ve neticesi Ebu Hasanel Harkanî Beyazid'in türbesine ziyarete giderdi.
Hatta bir gün her taraf karla düpe düz kaplı olduğu halde gitmiş de türbe nerede diye düşünürken: Beyazid (ks): “gel, gel buradayım” diyor. Ve sırrı kendisine aktarma yapmıştır.
Böyle böyle Abdü'l Hâlık Gücdüvânî hazretleri kendisi sır sahibi ama vefat edeceğinde sırrı verecek bir şahsiyet bulamıyor.
Kendisinden sonra gelen Arif Rivgiri, Mahmud Fagnevf, Ali Ramitenf ve Muhammed Baba Simasî ve Emir Külâl geliyor ama sırr-ı aziz sahibi değillerdir.
Tarikatta halaka sahihleridir.
Fakat sırr-ı aziz sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan durumuna âlemü'l akdes'e varan kimseler ki onlar tamamen müstesna şahsiyetlere hastır.
Tabiki her letâif 4 bölümdür.
Kalb dört bölüm.
Kâmil olan kişi bunların hepsinin terakkiyatını düzgünce yürütmesi lâzımdır.
Bazıları bu letâiflerin dört bölümünü ikmâl etmeden çeyreklerinde bırakmıştır.
Yani her letâif dört çeyrektir.
Her çeyreğini tam ikmâl ederse o letâif i kamilen bitirip bir üstüne geçer.
Bazen öyle olmuş ki birinden iki çeyrek almış ikisini bırakmış. Birinden üç çeyrek almış bir çeyrek bırakmış. Bir başkasının da dördünü de tamamlamış olabiliyor.
Bu hususu ise İmam-ı Rabbani hazretleri anlatabilmiştir.
Hakikaten sır sahibi olabilmesi için kalbin dört bölümünü yani anasır-ı erbaa'yı aşacak, ruha geçip onun terakkiyatıda dört bölüm, sonra sır, hafi ve ahfada dörder bölümdürler, öyleya müstesna olacak olan şahsiyet her letâifin terakkiyatım hakkınca yaparak bir üstüne geçince o zaman sır en üst kademe olan makam-ı ihsanda alınmaktadır.
Yetişmedi veya yetişemedi ise sırr-ı aziz sahibi değildir. Ama zincirde halaka sahibidir.
O gün için efdali, ahseni ne ise sır sahibi şahsın mâhiyetinden birisini Allahü Zülcelâl seçerek sır sahibi kılar.
Kendiliklerinden olamazlar. Silsile yani zincir vardır.
Hazreti Nakşî Bendî zinciri gibi...
İşte bu halde Hz. Gücdüvanî (ks)'den Şah-ı Nakşî Bend (ks) gelinceye kadar sırrı kaldırabilecek bir şahsiyet gelmemiş ve sır, beklemiştir sahibini.
Hatta Hz. Nakşî'nin şeyhi Emir Külâl, kendi devrinde hanikasında zikr-i cehri yapmakta idi.
Şahı Nakşîbendi ise hafi zikrederdi.
Bu yüzden hocası kaç kere onu meclisten çıkarttı ise yine geldi.
Denetleme yapıyordu.
Nefsini yendi yine geldi. Ve o hale geldi ki Abdu'l Halik Gücdüvanî ile arasında altı kişi var iken sırr-ı azizi re'sen Hz. Nakşî Bend'e atardı.
Sırr-ı azizi alınca çok ağır bir yük aldı. Sıkıntıya düşdü. Çatlayacak derecede. Ve neticesi böyle feveran durumunda iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini kalbinin üzerine koydu ve “ALLAH” deyince Lafza-i Celâl âdeta kalbe nakşoldu. Ve kalbi ALLAH lafzıyla rahatlık buldu.
Dolayısıyla NAKŞÎ künyesi böyledir.
Esas adı Seyyid Muhammed Bahaddindir.

Hz. Gavsu'l azam Abdulkadıri Geylanî tariki ise kadiriyye diye gelmiştir.
Sühreverdi ise Necmeddin Suhreverdî'nin yolu olup Gavsu'l azam devresinde Bağdad'da idiler.
Kübrevî, Çeştî, Şazelî ki, Şazel beldesinden ya Magribdendir ve beldesinin adıyla anılmıştır.
Seyyid Ahmedî Rufaî yolu Rufaî, Ahmedî Bedevî'nin yolu Ahmedî, İbrahim Dussukî'nin yolu Dussukî, Halvetî, Ulviyye, Mevlevî ve bu gibi...
İşte asıllarından sonra yani şubeler (fürû') muhtelif isim ve lakablarla ortaya çıkmıştır.
İşte bunlar ve diğerlerinin hepside saadatlardan olup “seleften halefe almışlardır. Hatta Hz. Sıddık (ra)'dan O ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan almıştır” deyinceye kadar.
Veya diğer yoldan da “Hz. İmam-ı Ali (kv)'den O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan” deyinceye kadar.

Bahsettiğimiz tasavvufî hususlar kitab ve sünnet ile sabittir.
Zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler yeterlidir.
Çünkü, ilmü'z zahir olan beden ve cevârihlerine dayalı olmayan bilgileri i'timat edip güvenmezler. Ve ihtimam edip önem vermezler.
Yani cevârihi'l beden olan kulak, göz, lisan gibi cevârihe dayalı ve bağlı kalarak hepside bu minval üzere ibâdet, muamelât ve mücâhedat öğrenirler ve tahsil ederler.
Ve asla gafletten, şöhretten, riyadan hasedden, gül den (gizli kin ve garez), hikd den (hınç almaktan, öç almaktan), ücûbdan (kendini beğenmişlik), kibirden, enâniyetden (benlik), sû-i zandan (başkaları hakkında kötü düşünme), tülü' emelden (uzun arzulardan), hırsdan, tamahdan, buhldan (cimrilik), fesaddan, dünya makam sevgisinden ve benzeri şeylerden hali (boş) olamaz ilmi zahir sahibi olanlar...
Eğer bu zemmedilen (yerilen) ahlâkların sahibi ise ve kendisinde mevcudsa ilmi, kesinlikle kendisinin aleyhinedir.
Âyetler ve hadisler bu hususta açık seçik delillerdir.

İlmü'l Batına gelince; onların öğrenip öğrettikleri ve önem verdikleri evveli baştan nefsin terbiyesi ve tezkiyesi, kalbin salahı ve ağyardan temizlenmesi ki, hatta El Vahidü'l Kahharü'l Azizü'l Gaffar (Celle Celaluhu) olan Allahü Zülcelâlden başka mâsivâ kalmayıncaya kadar kalbi temizlemektir.
Şu hadis-i şerifte bu hususda bir nass, hüküm içeren delildir:
Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki; “Allah azze ve celle, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz ve lâkin kalblerinize ve âmellerinize bakar.”
Onun için kalblerini temizleyip pâk hale getirip, mâsivâyı yok edip Haliklarına teslim ederler.
Kalblerini tertemiz olarak Allahü Zülcelâl'e teslim ederler.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

Resim
“Allahü Zülcelâl'in yeryüzünde kabları vardır.” buyurunca soruyorlar: “Ya Rasulullah yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in kabları nedir ve nasıldır?”
“Kullarının kalbleri Allah'ın kablarıdır.” buyuruyor.

Temiz olmayan kaba bir şey koyunca onu bozar ya...
İşte kalblerini her şeyden ter temiz edipte Allahü Zülcelâl'e teslimedince bu kalbe Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf eder ve o kalbi tecellî envarının ve esrarının makam (merkez) kılar.
Rabiatü'l Adeviyye hazretlerinin şu sözleri bu halin delilidir ki:
Resim
Kalbi Allahü Zülcelâl'e mubah kıldım, olduğu gibi teslim ettim.
Gelibte benimle hasbıhâl edeceklere ise sadece cismimi teslim ettim.
Cismimle otururlar, ama kalbim Allahla...
Kalbimi sahibine teslim ettim.
Artık nasıl ikram ve ihsan edecekse faydalar verecekse onu O bilir.
Benimle arkadaşlık edip munisim olanlara işte cismim beraber oturmaları için buyursunlar. Fakat kalbim ise enisi olanın ikram ve ihsanı içinde sevgilisi ile beraber daima...
Kalb yönünden enisi Allahü Zülcelâl...
Cisim yönünden ise kendisi gibi olanlarla munis olup arkadaşlık eder.
Resim
O kalbimi; nefsin hevâ ve hevesine arzetmek, hevâ ve hevesi kalbe yerleştirmek bana haram olsun.
Çünkü; kalbinde Hak (Celle Celaluhu)'tan gayrısına bir nâsib bir pay çıkarıyorsa o zaman ALLAH ile beraber olamaz.
Ya ALLAH olacak ya da mâsivâ (Allah'dan gayri herşey)...
İkisi beraber olamaz ki. İki zıt bir arada içtima' edemez, birlikte olamaz.



İLMİ BATIN'IN GAYESİ

İşte İlmi batın sahihlerinin gayeleri; Allah azze ve celle'nin rızasına muvaffak olabilmek için kalbleri tertemiz ve herşeyden bomboş etmektir.
Onların önem verdikleri şey ise şudur; nefsin tezkiyesi temizlenmesi ve nefisle cihad etmek.
Nefisle cihadın en büyük cihad olduğunu ilmî bir hakikat olarak bilmek.
Nefisle cihadın tüm cihadlardan önce kendisine lâzım olduğunu bilmek.
Nefsin daima kötülüğü emrettiğini çok iyice anlamak ve anlatmak ihtimam gösterdikleri hususlardır.
Zira Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Hadis meali:

Düşmanlarınızın düşmanı iki yanınız arasındaki nefsinizdir.
Ravisi Beyhakî'dir.
Ve nefisle cihad en büyük cihaddır.
Resim
Hadis meali:

Tebük gazvesinden dönüşlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Küçük cihaddan rücû' ettik (döndük) büyük cihadın başına geldik...”
“Ya Rasulullah bundan daha büyük cihad nedir?” diye sorduklarında “nefis cihadıdır.” buyuruyor.
“Tebük seferinden de büyük” buyuruyor.


Onlar öylesine mücahiddirler ki nefisleriyle cihadı hakkıyla yaparlar ve nefislerini zemmedilen (yerilen) sıfatlardan övülen sıfatlara çıkarırlar. Ve sonunda nefisleri artık kötülüğü emredemez olur.
Yâni, nefis daimâ kötü huyları edinir kötülüğü emreder.
Kötü şeyleri diler, Meselâ Firavun'a:


فَقَالَ اَنَا رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى
“Fekale ene rabbukumul'a'la.” (Nâziât/24)


NEFİS VE ŞEYTAN

“Ben sizin yüce rabbınızım” dedirten nefistir.
Şeytan buna cesaret edemez.


اِنّى اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَمينَ
“…inni ehafullahe rabbel'alemîn.” (Haşr/16)
Çünkü şeytan insana “inkâr et” der.
İnsan inkâr edince de:
“Ben senden uzağım çünkü ben âlemlerin Rabbi olan ALLAH'tan korkarım” der.

Şeytan Allahü Zülcelâl'in kim olduğunu biliyor tâbi.
Ama nefis öyle değildir.
Esasen uluhiyyet davasında bulunan nefistir.
Şeytan uluhiyyet davasında bulunmaz.
O ancak Allah'ın kullarını küfre eletmeye, imansız yapmaya çalışır vs.
Fakat “ben ilahım, rabbım” diyemez.
Buna nefis cesaret eder.
İşte anlattığımız gibi nefs-i emmâreden temizlik yapılınca artık nefis kötülük yapmaktan şer işlemekten âdeta zevk duymaktan vazgeçerde bazı arada sırada nefsini lemmederde (kınarda) “Ey habis nefis yine kötülüğe bakıyorsun” gibi kabahatli bulur. Onu kınar.
Her yaptığını kabul etmezde arasıra çeki düzen verir.
Sonradan mutmâinne durumuna gelir.
Kararlı hale gelip çürük sıfatlarını atmış olur.
Bu hale gelince nefis düzelmiş olduğundan melekten nefse ilham gelmeye başlıyor ki bu nefse nefs-i mülhime deniliyor.
Kalbimizde iki kapı vardır.
Kapının birisinde nefis -şehvet(aşırı isteklerin tümü)- ve şeytan vardır.
Öbür kapıda ise ruh, akıl ve melek vardır, işte nefs-i emmâre dediğimiz şer kapısını açık tutuyor da hayır kapısına hiç açıklık vermiyor, öyle olunca kalbi tamamen nefis, şehvet ve şeytan istilâ ediyorlar.
Nefs-i levvâmede ise; bir parça zaman zaman hayır kapısınında açılmasına müsâde ediyorda pişmanlık duyuyor.
Sonradan biraz daha çeki düzen verirse nefs-i mülhimedir.
O zaman şeytana galib geliyorda melekten biraz bir şeyler ilham olarak gelebiliyor.
Sonra artık melek, akıl ve ruh tamamen galib gelince nefs-i radiyye oluyor.
Ne demek; Allahü Zülcelâl'den gelene tamamen razı olan nefis demektir.
Her ne gelirse gelsin razı durumundadır. Hiç itirazı yoktur.
Yâni Allahü Zülcelâl'den gelmiştir diye düşünüp inanıyor.
Tabi, Allahü Zülcelâl'e karşı cephe mi alacak...
İşte kal bu hale gelince yâni, Allahü Zülcelâl'den gelen her bir şeye razı olunca, Allahü Zülcelâl'de o kuldan razı olur.
Allahü Zülcelâl'in razı olduğu nefis ise nefs-i merdiyyedir.
Allahü Zülcelâl'den gelen ne ise hoş görüyor.
Beliyye vs. dahi olsa bile sabrediyor.
Bunun üstündeki nefis nefs-i kamiletü'z zekiyye dir.
Tertemiz pâk ve hiç bir pürüz kalmıyor.
Kalb ise kamalat bulup zikrini hiç bir zaman durdurmuyor.

İşte bundan sonra böyle bir nefis ve kalb sahibi olan, kamilen mürebbiyen bir mürşid olur.
Hali ise bekâbillaha vâsilendir.
Tevekkülü ise Er Rahman'a dır.
Burada şunu zikredelim ki; nefsin terbiyesi ve tezkiyesi hiç de kolay değildir.
Mübareklerden Sehlü's Tüsterî hazretleri yedi günde bir defa yemek yerdi.
“Ben Allah nezdinde bir hüccetim” diyordu.
Bazıları kendisine “Sen kendi kendine ben Allah nezdinde hüccetim falan diye bir şeyler söylüyorsun neyesine isbat ediyorsun?” dediklerinde “10 dirhem yağ 1 dirhem şekerden fındık büyüklüğünde yiyecekler yaparım da iftarımı bununla açarım, ben nefsimi dinleyerek eğer dayanma gücüm varsa yemem, ne zaman ki gücümün 7/10 sini aşarsa o zaman yerim” diyor ki, o zamanda haram dahi olsa yenir.

Mübarek Nakşibendî (ks) ise bazen mutfağa kendisi girerek semiz olan tavukları falan pişirirdi de yer içerdi.
Kimisi nefsini riyazetle terbiye ediyor.
Kimisi de normal hayatını sürdürüyor ve kalbi kemâlatla elde ediyor.
Hakikaten sabırdan çok şükür taraftarı olmak daha iyidir.
Zira Sırrı Sakatî, Marufu Kerhî, Cüneyd Bağdadî ve benzeri zatlar sabır ehlidirler ve riyazeti tercih etmişlerdir.
Açlık ve yoksulluğa sabrettiler.
Ebu Hasani'l Şâzelî ise şükrü tercih ediyor.
“İsraf etmeden yiyiniz içiniz, hatta bir eve giderseniz hiç edemezseniz bir su içiniz” diyor.
İbrahimi Metlubî kazanlarla yemekler pişirirdi.
Ni'metlere karşı şükür ettiğinde imanın yarısını sağlardı.
Ama, sabrettiğinde ise sabırda imanın yarısını sağlar.
Ama, diyeceksiniz ki “Şükür mü efdâl, sabır mı efdâl?”
Şükür efdaldir.
Çünkü, öldükten sonra sabra hiç ihtiyaç kalmıyor.
Cennete girdiğimizde sabra ihtiyaç yoktur.
Ancak şükür nimetlerle beraber cennette de devam edecektir ve şükür gerekecektir.
Burada bir nebzecikte olsa mübarek şeyhim Mevlânâ Alaaddin hazretlerinin yemek ve ikramından bahsedeyim.
Kendisi bizzat ilgilenir, mutfağa giderek ne hazırlandığını kontrol ederdi.
Hiç esirgemezdi.
Yemekte elleriyle etleri diderdi ve misafirlerine ikram ederdi.
Hülâsa şükür de sabır da her ikisi de lâzımdır.
Allahü Zülcelâl verdi ise nimetlerine şükür gerekir.
Beliyye vs. gelirse de sabır gerekir...

İşte Allahü Zülcelâl'in veli kulları bu nefis kademelerinden geçerek mürşid oluyorlar.
Bu hususdaki âyet-i celilede:


اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُون ۞ اَلَّذينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُون ۞ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاٰخِرَةِ لَا تَبْديلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ
“E la inne evliyaellahi la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn.۞ Ellezine amenu ve kanu yettekûn. ۞ Lehumul buşra fil hayatid dunya ve fil ahirah, la tebdile li kelimatillah, zalike huvel fevzul azîm.” (Yûnus/62-63-64)

“Haberiniz olsun ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olacak değillerdir. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahiret hayatında da onlar için müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”

Bu saadatlar ki çeşitli yollardan ilimle akaid, füru', usûl vb. Muamelat aksamından diğerleri de tasavvuf yönünden yani Halîk teâlâya karşı edeblerini bilerek yürümüşlerdir.
En mühim edeb kul ile Allahü Zülcelâl arasındaki edebdir.
Edebini bilmek ve dava sahibi olmamaktır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu gibi: “Benim edebimi Rabbım verdi de en güzel edeble edeblendirdi.” buyurmuştur.
O sebeble öyle edeb sahibleridirlerki Allahü Zülcelâl'e Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a ve hatta diğer halka karşı edeb sahibidirler.
Çünkü edeb her şeyden önce gelir.
Bu sıfatlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asli sıfatlarıdır, işte bu sıfatlar ki, onlar ulema-yı Rabbaniyyun, etibbâ-i Ruhaniyyun, ehl-i sıdkü ve'l vefâ, ehl-i hilmü's sefâ, insanlara karşı ruhâmâî (çok merhametli), müminlere karşı ruefâi (çok refetli) dirler.
Kim ki bu sıfatlara haiz olursa ekmeldir. Tam kamildir.
Çünkü bu sıfatlar Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sıfatlarına evfâk (en uygun) ve ekrâb (en yakın) olan sıfatlardır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müminlere karşı rauf ve rahim iken kafirlere karşı da buğuzkâr ve gılzatlı (sert ve kaba) ve gazabkâr değildir.
Alemlere rahmet olarak gelmiştir.
Yıkıcı değildir.
Onlara da rahmettir.
Müminlere rafetli ve üzerlerine titrer ki ana şefkatinden de çok...

Biz imkânlarımızın elverdiği kadarıyla âlimlerin hallerinden ve sıfatlarından zikrettik ki övülen ya da yerilen kınanan sıfat sahibi olmalarına göre ûlviyyin (çok değerli) ya da sufliyyin (çok değersiz) olabilmekte olduklarını göstermek için...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ZAHİRİ VE BATINİ ALİMLER

Zahiri âlimler ibadat ve muamelat hususunda zahiri emrazlara tabibdirler.
Zahiri emrazlar (hastalıkları) gidermeğe uğraşırlar.
Dünya ile ilgili hususlardır bunlar. Ve dünyada kalırlar.
Ahirette ise ibadet ve muamelat yokki...
Mükafatları ise ihlasları durumuna göredir.
İlimleri ise; dünyaları son bulunca ilimleri de son bulur.

Batınî âlimlere gelince; onlar ahval (haller) ve esrara tabî' olurlar.
Mukaşefeleri ve ferasetleri kadarınca fayda temin ederler.
Manevi ulemâ olunca ahval ve esrar, mükaşefe, feraset ve çok şeyler vardır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Hadis Meali:

“Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah (Azze ve cellenin) nuruyla bakar.”
Öyleki Allahü Zülcelâl müminin kalbine bir nur vermiştir.
O nur sayesinde feraset ve keşfiyat ile ihlasdan da daha ötesi halas durumuna gelmiştir.
İlmü'l batın böyledir. Ledunnî bir ilimdir. Tezleri budur.
Bunlar ümmet-i Muhammed'in saadatları (efendileri) kısmından sayılırlar.
Zahiri alimler gibi değillerdir.
Kalbleri masivâdan hâli olmuştur.
Allah'dan gayrisini kalblerine iletmezler.
Bir defa kalbleri böylesine çöplük gibi değilde Allahü Zülcelâl'e tahsis edilmiştir.
Evet görünüşte çalışıyor, iş yapıyor vs. görünseler de kalbleri mâsivâya kapalıdır.
Allahü Zülcelâl'den gayrisine kapalıdır.
Nefisleri enâniyetten kesinlikle paktır ve temizdir.
Ruhları ise sâf ve çok güzeldir.
Sırları ise hem nezihtir hem de nurânidir.

İşte bu gibi ariflerin ilimleri cennete varıncaya kadar bakîdir.
İlim varlıkları kendilerinde mâkîdir.
Hâl sahihleridirler.
Zaten herkes bulunduğu hâl üzre haşredilirler.
Ancak burada işlemiş olduğu hâl ne ise orada da o hâl beraberindedir.
Onlar bu ilmi ölü kimselerden almadılar, kalbi hayat bulmuş gerçek diri kişilerden aldılar.
Allahü Zülcelâl'e bağlı olan ve envar-ı ilâhi dolan kalb ölür mü?
Onun için böyle kimselerin kalbleri haydir.
Aldıkları ve verdikleri ilimlerde haydir ve ölmezler.
Bu ilimle alakalı ayet-i celilede;


وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا
“…ve allemnahu mil ledunna ilma.” (Kehf/65)
“Kendisine nezdinizde has bir ilim öğretmişdik” buyurulmuştur.
İşte kalb sahihleri böyledir.
Sır sahibi olabilmek sırları keşfedebilmek...
Esasen sırla beraber fütuhat başlar ki ikisi beraber...
Sırla fütuhat beraber olursa düzgün gider.
Sır gelmeden fütuhat gelirse tehlikeye düşer.
İkisi berâberse fevkalâde şahıslar olurlar.
Resim
Hadis meali:

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki 40 gün ihlas ile kalkarsa kimseye karşı hased fesad kin vs. olmaksızın saf olarak Rabbısıyla başbaşa, halk ile değilde Hâlıkıyla başbaşa olarak 40 gün böyle kalkar ise...”
Yine Enes ibn-i Mâlik ve bazı sahabeden: “40 gün sabah akşam kimseye benzetmeden hased fesad etmeden bir sünnetimi ihya ederse kıyamet günü benimle beraber olur şefaatımdan vâcib olur.” buyurmuştur.

Gerçi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da âlemlere rahmet olan bir beşerdir.
Beşerdir ama en nezihidir.
Taş diyoruz da; yakut taşı da taştır, mermer taşı da taştır, ikisi bir midir, eşit midir, ikisine de taş denildi diye?., İsimleri taş oldu diye?..
İşte kâmil feraset budur.
Feraset erbabı olanlar anlar...
Alaaddin-i Âttar (ks): “Herhangi bir ehl-i sıdk olan işte bu misillü kimselerin yanlarına giderseniz feraset sahibi ise sakının ki niyetiniz halisane olsun.
Zira böylesi feraset sahibi kimseler kalblere girerlerde teftiş ederler ve hiç kandırılamazlar.
Onlar kalblerin casuslarıdır.
Onlar için kapalı yoktur.
Feraset ehli bunlardır.
Yanlışlığı hiç olmayan ve yanlışı anında bulanlardır.
Onun içindir ki Eba Eyyubü'l Ensari (ra)'dan gelen hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki Allahü Zülcelâl'e ihlasla bağlanarak (mâsivâsız, hasedsiz, fesadsız, kinsiz vs.) saf olarak 40 sabah böyle kalkarsa hikmetler kalbinden kaynarda lisânına gelir.” buyuruyor.

Ebu Bekiri Şibli diyor ki:
Resim
Resim
Kim ki; dünyaya meyleder bağlanırsa o zaman dünyanın ateşiyle yanarda ramad haline gelir kül olur. Kül ise bir rüzgâr esti mi zerreler halinde savrulur ve eseri dahi kalmaz.
Kim ki; ahirete meylederse ahiretle ilgili hususlara meselelere aşkla şevkle yönelirse o zamanda ahiret nuru onu yakar da halis bir altın olur. Ve kendisine menfaat veren kırmızı altın getirir bu yönelişi... Altın haline getiren ateş değilde nurdur.
Ve kim ki; hele bilhassa ne dünyaya ne de ahirete ikisindende boşalmış sadece ve sadece Allahü Zülcelâl'e yönelirse bu seçeneği yaparsa o kimseyi tevhid nuruyla yakar ve öyle olunca da kıymeti bahası biçilmez bir cevher olur.

İmam-ı Nevevî'nin buyurduğu;
“Onlar dünyayı 3 talakla öyle boşadılar ki, avdeti artık hiç mümkün olmamıştır.”
Hele bilhassa aşık oldukları gayeleri Allahü Zülcelâl'in muhabbetini celbetmek olunca ve bunda da muvaffak olunca tevhid nuruyla yanarlar.
Muhabbetullah aşkıyla yanınca o zaman kıymeti takdir edilmez bir cevher olur.
Allah nezdinde aziz ve muazziz olurlar...
Bu ise büyük bir şereftir.
Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:


وَالَّذينَ جَاهَدُوا فينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنينَ
“Vellezine cahedu fina le nehdiyennehum subulena, ve innellahe le meal muhsinîn.” (Ankebût/69)
“Bizim uğrumuzda mücahade edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan erbabıyla beraberdir.”
Yâni bizim yolumuz cehd-ü-cühûd edenle, Allahü Zülcelâl yolunda cehd-ü-cühûd edenlere ciddiyetle yolumuza baş vuranlara yolumuzu çok teshilatlı gösteririz.
Bu şekilde devam ederse bilsin ki Allahü Zülcelâl ihsan ehlini sever.
Çünkü bunlar ihsan ehlidirler.
Bu ise büyük şereftir.


يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا اسْتَعينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرينَ
“Ya eyyuhellezine amenusteînu bis sabri ves salah, innellahe meas sabirîn.” (Bakara/153)
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'dan yardım dileyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”
Yani, ey iman ehli olanlar evveli başta sabır sahibi olun.
Namazı da çok güzel bir şekilde kılın, acelecilik yapmayın, sabırlı olun.
Allahü Zülcelâl sabredenlerin yanındadır.

Çünkü sabır imanın yarısıdır.
Diğer yarısı da şükürdür, insan beşerdir başına hastalık gelir, yoksulluk gelir, mâlen bedenen böyle bir beliyye bir musibet gelirse mutlaka sabretmesini bilmelidir.
Kim tarafından gelmiştir?
Allahü Zülcelâl'den!..
Allahü Zülcelâl'e i'tiraz mı edeceksin?..
Değilmi ki O'ndan gelmiştir feveran etmeyip sabretmek lâzımdır.
Hazreti Ömer (ra)'in bir hadisi vardır.
Bir kimsenin başına bir hal gelse, kendisini misâl vererek söylüyor ki:
“Ben, hemen düşünüyorum ki, kimden gelmiş bu? Allah'dan gelmiş... O zaman karşısında mı duracaksın? Hayır... Birde düşünürüm ki bu dünyamamı yararlıdır ahiretime mi? Ahiretime. Ooh ne kadar iyidir. Değil mi ki ahiretime yararlı... Birde düşünürüm ki, benim tahammül edebileceğim durumda mı aşırı mı? Yok be tahammül edilebilecek durumda... Haa öyle ise olsun varsın!..”
İşte Hz. Ömer (ra)'in tezi bu üç halde idi.
“Allah'dan gelmiş, tahammül ve sabrı mümkün ve ahiretine yararlı ise mesele yok...” derdi.
İşte sabır budur!..
Beliyyeye sabır budur.
Tabiki bir ni'mete de şükür gerekir.
Allahü Zülcelâl verdiyse istif etmek gılzatlı olmak değilde fakir fukarayı gözeterek şükür etmek...
Allahü Zülcelâl bir denetleme yapmaktadır.
Zenginde olacak fakirde olacak, ikisi de lâzımdır.
Yoksa zekâtı kime vereceksin.
Bu bir imtihan devresidir.
Yoksa Allahü Zülcelâl'in bütçesi mi yetmiyor hepisini de Karun gibi zengin edebilirdi...
Ama iş, bu dünya imtihan devresidir.
Mâlı, bedeni ve hali bir imtihan sansürü vardır ve el'an içindeyiz...


اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلينَ
“…innellahe yuhibbul mutevekkilîn.” (Âli İmrân/159)
“...Şüphesiz ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”

Allahü Zülcelâl tevekkül edenleri sever.
Çünkü tevekkül kimedir?
Allahü Zülcelâl'e...
Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Kudreti mutlaktır.
Bir şey gelecekse, olacaksa O'ndan gelir, inancı tam olursa...
Ben, her zaman bir milâs veriyorum.
Nedenki me'mur kısmı; “Acaba maaşımı verirler mi?” demiyor.
Aybaşını getirsin de o zaman haklamış, kabul ediyor.
Tereddüd etmiyor, unuturlar mı demiyor.
Mübarek Şeyhimiz: “Memur kısmı tevekkülünde zayıftır” buyururdu.
Yani tedirgin değildir.
Böyle iken neden kâinatın Halık-ı Rezzakı olan Allahü Zülcelâl'e karşı tevekkül ehli değiliz.
Bir zaman bir derviş tenha bir hücrede oturmuş da duruyor, imam onu hep böyle oturmuş gördüğünden: “Ne yapıyorsun burada habire oturuyorsun?” diyen imama: “Oturdum zikrediyorum” deyince “Peki senin rızkını kim temin ediyor gitte çalış” diyor.
Bu hep böyle sürünce bir keresinde derviş: “Şu komşu yahudi var ya bana yevmiye bir ekmek vermeyi tekeffül etti” deyince imam: “Öyleyse otur otur zikret.” der.
O zaman ise derviş: “Artık böylesi imamın arkasında namaz olmaz. Yahudinin tekeffülüne değer verdi de Allahü Zülcelâl'in tekeffülünü görmedi...” der.


وَاللّٰهُ وَلِىُّ الْمُتَّقينَ
“…vallahu veliyyul muttekîn.” (Câsiye/19)
“Allah ise takva sahiplerinin dostudur.”
Allahü Zülcelâl Muttakileri sever.
Onlar haramı bırak şüphelilerden bile korunurlar.


وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحينَ
“…ve huve yetevelles salihîn.” (A’raf/196)
“O bütün salihlere de velilik ediyor.”
Salihin olanların velayetlerini üstüne alıyor Allahü Zülcelâl.


اِنَّ رَحْمَتَ اللّٰهِ قَريبٌ مِنَ الْمُحْسِنينَ
“…inne rahmetellahi karibum minel muhsinîn.” (A’raf/56)
“Muhakkakki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.”
Allahü Zülcelâl'in ihsan ehline karşı rahmeti çok yakındır.
Çünkü kendisi ihsan ehlidir.
Vericidir ve hoştur.
Muhsin budur.


وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقينَ
“…va'lemu ennallahe meal muttekîn.” (Tevbe/36)
“Bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.”
Müttakilerle beraberdir.


وَاَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُؤْمِنينَ
“…ve ennellahe meal mu'minîn.” (Enfâl/19)
“Şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir.”


اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرينَ
“…innellahe yuhibbut tevvabine ve yuhibbul mutetahhirîn.” (Bakara/222)
“Şunu bilinki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.”
Hata ve pürüzlerden temizlenenleri ve tevbe edenleri sever.


اِنَّ اللّٰهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذينَ اٰمَنُوا
“İnnellahe yudafiu anillezine amenu…” (Hac/38)
“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”
Müşriklerin ezasını iman edenlerden def eder de onları nahoş hallere düşürmez.

İşte bu âyet-i celileler; âlimlerin halleri (ahvali) hususunda açık seçik naslar ve natıkalardır. Ki onların halleri ve sıfatları ilmiyle, amilin, salihin, halisin, muhlisin, müminin, mütevekkilin, muttakin, muhsinin, acizin, sabirin, hamidin, şakirin, mütefekkirin, zakirin, müstekimin'e ale'l-hak'tır (istikameti Hak'ka olandır).


رِجَالٌ لَا تُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ
“Ricalul la tulhihim ticaratuv ve la bey'un an zikrillahi…” (Nûr/37)
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”
Öylesine kimseler vardır ki onları ne bir ticaret ne bir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz. Ve meşgul edemez.
O kimselerin görüntüsüne bakılırsa halk arasında çalışıyor, iş yapıyor ve bir şeylerle meşgul görünürler.


Fakat kalbleri asla kafan hedeflerinden sapmıyor ve Allah'ı zikrediyor.
Kalbinden Allahü Zülcelâl'i zikrediyor ve kalbinde Allahü Zülcelâl'in zikri asla sükût etmez.
Durgunluk olmaz.
Ne kadar alışveriş yapsa da halk arasında olsa da kalbini Rabbısına teslim etmiş kalıbı halk arasında çalışıyor.
Kalbi hakla…


اِنَّ الَّذينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“İnnellezine kalu rabbunellahu summestekamu fe la havfun aleyhim ve la hum yahzenûn.” (Ahkaf/13)
“Rabbımız Allahtır deyipte sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğu iltizam edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olmayacaklardır.”

Ancak, sözlerine muhalif amel işleyen veya amelleri hallerine muhalif ve tersine olan âlimlere gelince Allahü Azze ve Celle:


اَتَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“E te'murunen nase bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlunel kitab, e fe la ta'kilûn.” (Bakara/44)
“(Ey Yahudi Bilginleri!) Siz insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere iman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı (Tevratı) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”


يَا اَيُّهَا الَّذينَ اَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُون۞كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللّٰهِ اَنْ تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ
“Ya eyyuhellezîne amenu lime tekulune ma la tef'alûn. ۞ Kebure makten 'indallahi en tekulu ma la tef'alûn.” (Saff/2-3)
“Ey iman edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz. Yapmayacağınızı söylemeniz en şiddetli bir bugz(u davet etmiş olmak) bakımından Allah indinde büyüktür.”


لَا تَحْسَبَنَّ الَّذينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ
“La tahsebennellezine yefrahune bi ma etev ve yuhibbune ey yuhmedu bi ma lem yef'alu fe la tahsebennehum bi mefazetim minel azab, ve lehum azabun elîm.” (Âli İmrân/188)
“Getirdikleriyle (ettikleri kötülüklerle) kıvananlar (ferah duyanlar) yapmadıklarıyla da öğülmelerini arzu eden o kimseler (yok mu?) Onların azabdan kurtulacak (selâmet) bir yerde bulacaklarını zinhar sanma. Zinhar sanma, ki onlara pek acıklı bir azab vardır.”

İşte bu âyetler dahi böyle âlimlerin halleri hakkında açık sarih bir natıkadır.
Böyle olan âlimler sanki seha, vefa, zühd, kanaat vs. ehli imiş gibi hayratı (hayırları) emrederler.
Ve mâsiyetten, zillattan, hasedden, öç ve hınç almaktan, gıll-ü-gıştan, emânete hıyanetten, cimrilikten, hırstan, tama'dan vs. menhiyattan (yasaklardan) nehyederler (yasaklarlar) menederler.
Oysa kendileri dünya sevgisi ve mevkii edinme sevgisi ile şehvet ve haram içinde tamamen mahlûkata yönelmiş ve yapışmış olarak yaşarlar.
Allahü Zülcelâl'e karşı şek ve şüphe içindedirler.
Ama, Allah'dan gayrısından gelecek olanlara itimad ederler.
Allahü Zülcelâi ise âyet-i celilede:


قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
“Kul bi fadlillahi ve bi rahmetihi fe bi zalike felyefrahu, huve hayrum mimma yecmeûn.” (Yûnus/58)
“De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”

Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: (De ki) Allahın fazl-ü-keremi halktan cem ettiklerinden daha hayırlıdır.

Allahü Zülcelâi ulemâyı bazı âyet-i celilelerinde vasıflandırmış ve aralarındaki farkları sarih ve vazıh bir şekilde ayırmış ve belirtmiştir.
Biz ise bunlardan çok az bir kısmını zikredeceğiz;


هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَا يَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ
“…hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun, innema yetezekkeru ulul elbâb.” (Zümer/9)
“...De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Allahü Zülcelâi; hiç bilenlerle bilmeyen bir olur mu?
Ancak ulu'l-elbab (öz ehli) bunları fehmedebilir.


يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ
“Yu'til hikmete mey yeşa', ve mey yu'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira, ve ma yezzekkeru illa ulul elbâb.” (Bakara/269)


ALLAH HİKMETİ DİLEDİĞİNE VERİR


“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Salim akıl sahihlerinden başkası iyi düşünemez.”


اَفَمَنْ يَعْلَمُ اَنَّمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ اَعْمٰى اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ
“E fe mey ya'lemu ennema unzile ileyke mir rabbikel hakku ke men huve a'ma, innema yetezekkeru ulul elbâb.” (Ra’d/19)
“Öyle ya, Rabbinden sana indirilenin ancak hak (ve gerçek) olduğunu bilir kimse o âmâ (kör) olan kişi gibi midir? Ancak selim akılların sahihleridir ki iyice düşünür (idrak eder).”


وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ
“…ver rasihune fil ilmi yekulune amenna bihi kullum min indi rabbina, ve ma yezzekkeru illa ulul elbâb.” (Âli İmrân/7)
“İlimde yüksek payeye erenler ise: Biz ona inandık hepsi Rabbımız katındandır, derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünemez:”


اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُ
“…innema yahşellahe min ibadihil ulema'…” (Fatır/28)
“Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar, şüphesiz ki Allah daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.”

Yukarıdaki beş ayette geçen ulu'l-elbab, lûb ehli, öz ehli, kalb ehlidir.
Hikmette ulu'l-elbab...
Kur'an-ı Kerim'in müteşabih ayetlerinde yine ulu'l-elbab...
Yoksa bu müteşabihatta çok kimseler yoldan çıkarlar.
Tefekkür yönünden yine kalb ehli...
İlim yönünden de yine kalb ehli...
İşte bu ayetlerde açıkça bildiriliyor ve ilim, hikmet ve basireti kalb ehline atfediyor...
Yani batını ulemaya atfediyor.
Ancak Allahü Zülcelâl'den haşyet duymak şartıyla...
Çünkü eğer ilim ile birlikte haşyet varsa senin lehinedir, yararınadır.
Yoksa aleyhine ve zararınadır.
İlim olduğu zaman havfullah da olması lazım.
Çünkü artık bilmiyor değil... İnceliğini biliyor...
Gelecekteki hal durumunu ilmiyle çok güzelce biliyor ve anlıyor.
Buna rağmen perdeliyor da kendisini gaflete gömüyor.
Ne duyar ne de fehmeder.
Halbuysa ilim bunlara daha fazla malumat veriyor.
Bilmeyenlerin bu kadar malumatı yoktur.
Gelecekte kıyametin halini vs...
Onun için ilim geleceğini etkiliyor ise lehine değil ise aleyhinedir.
Onun içindir ki, ulu'l-elbab müstesna şahsiyetlerdir.
Resim
“Allah'ım... Bu ayetlerdeki hayratlara ve rızana bizi uygun kıl...”
Âmin...

Tekrar asıl mevzuumuza dönelim.
Allahü Zülcelâlin izni ve inayeti ile...



TARİKATA İNTİSAB ETMEK GEREKLİ MİDİR?

Sual: Her bir mümin üzerine bir tarikata intisab etmek vacib midir? Gerekli midir?
El-cevab: Evet. Nasıl ki bütün müminler dininde ve dünyasında faydalanmak için ibadat ve muamelat ilimlerini öğrenmeleri gereklidir.
Yani, nasıl ki diğer zahiri âlimlere ihtiyaç duyuluyorsa dinin hüküm, emir ve nehiyleri vb. için zahiri âlimlere başvurulması zaruridir.
Neden?
Çünkü, zahiri ilimde böyle olduğu gibi hal ilminde yani tasavvuf ilminde, edebi de, esrarı da öğrenebilmesi için bir tarikata intisab etmesi üzerine zaruridir.



ASHAB DÖNEMİNDE TARİKAT VAR MIYDI?

Zira ashab-ı kiram devresinde her iki ilme de sahib idiler.
Yani hem ibadatı, muamelatı öğrendikleri gibi tasavvuf yönünden de ahvali ve edebiyatı da öğrenirlerdi.
Allahü Zülcelâl'e ve Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı ve halk arasındaki edebiyatı da öğrenirlerdi.
Allahü Zülcelâl'e karşı edebi iyi olursa ona ne denebilir?
Allahü Zülcelâl'e karşı edebsiz olur, O’nu saymazsa görüyorsunuz türlü türlü hallere düşerler.
Hâlbuki Rabbısına karşı adabı olsaydı O'ndan sakınır, çekinir, utanır ve böyle yollarda yürümez ve böyle hallere girmezlerdi.
Yine insanda Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı da adabı olmazsa ha haşarat ha da o kimse ne farkı var ki?...
Öylesi insanın yaptığını haşaratta yapmaz.
O sebeple eğer edeb olmazsa insanoğlu insanlıktan çıkıyor.
İlmü'l-edeb şarttır şart!..
Bu ise ancak gerçek tarikatla mümkündür.
Gerçi şu anda tarikatlar yoldan çıkmış ise hata bu hale getiren şuursuzlarındır.
Tarikat ne yapsın?
Hâlbuki tarikat Hazreti Sıddık (ra)'a verilen bir sır ki Sıddık (ra), eşrefül evliyadır.
Onun yoluyla gelen bir sır bir yol iken insanlar şimdilik bir takım dalavereler, fırıldaklar çeviriyorlarsa tarikatın hatası nedir ki?
İlmi de bu hale getiriyorlar.
İlmin hatası nedir?
Kur'an'ın hatası nedir hâşâ?
Ancak edebin dışına çıktıktan sonra ücûb, kibir vs. şeylerle Allahü Zülcelâl'in kelâmına karşı tenzih gerekirken bir mülevvesat (pislik) haline getiriyorlar.
Tarikatta da böyle, ilimde de böyle, Kur'an'da da böyle!
Onun için hatanın büyüğü edebsiz oluşlarıdır.



EDEB İLMİ

Abdullah ibn-i Mübarek buyuruyor ki: “Az bile olsa edeb öğrenmek üzerimize vacibdir. Çünkü az da olsa edebli ilim, edebsiz olan çok ilimden hayırlıdır.”
Boşuna buyurmuyor Mübarek; “İlla edeb!” diye “Mutlaka ve mutlaka ilimden önce edeb!” diye...
Her ilimden önce edeb öğrenmek lâzımdır.
Çünkü insanın Rabbısına, Rasülüne, insanlara ve kardeşlerine karşı edebi bilmesi de lâzımdır.
Oysa bazı âlimler var ki yırtıcı gibi.
Bunlar neye yararki!..
Adabdan yoksun vahşi gibi...
Onun için Abdullah İbn-i Mübarek; İlimden önce az da olsa adabı esas alıyor.
Çünkü adabı olursa ilminin değerini ve kıymetini bilebilir ve ilminin gereğini yerine getirir.

Tahkik ehli buyurmuştur ki: Kim ki, esbaba (sebeblere) ve harakata ta'n (ayıplama) ve itiraz ederse, Sünnete tan ve itiraz etmiş olur.
Yani esbab mucibelerine başvurmadan “sebebde ne imiş” derse o zaman sünnete tan etmiş ve karşı gelmiş olur.
Çünkü esbab sünnete uygundur.
Esbab mucibeleri (sebeblerin icab etmesi) sünnettir.

Kim ki, tefvizü'l umura, tevekküle ve sebeblerin müsebbebi (sebebleri ortaya çıkarana) olan Halikına tan ve itiraz ederse Allahü Teâlâ bizi korusun, imana tan ve itiraz etmiş olur.
Allahü Zülcelâl'in sebeblerin müsebbebi olduğunu bilmek lâzımdır.
Azamet ve kudretini bilmek şarttır.
Hareket ettirdiyse kim durdurabilir.
Durdurduysa kim hareket ettirebilir.
Kim hareket etmesine sebeb olabilir.
Esbab harekete bağlıdır.
Zahirîdir.
Tevekkül ise haldir ve batınîdir.
Hal sahibi olan edeb sahibi olan Rabbü'l Erbab (celle celalühü) karşısında itirazı olamaz.
Zahirî ve batinî olsun, ilmü'l muamelat olsun, ilmü'l ahval olsun her ikisi de kitap ve sünnetle sabit olup gerekli bilgileri ve malumatları vardır...

Mürid olsun, talebe olsun her ikisinin de üzerinde lâzım olan, kendisine gereken ibadat ve muamelat ilminde âlim olan birini, edeb ve hal ilminde ise arif olan bir üstad seçmesidir.
Her iki vasfada birlikte sahib olan birisi olur ise bu daha da fevkalâdedir.
Çünkü, fıkhı bilir de tasavvufu bilmezse sert olur, başlar şuna buna...
Kendine mağrurdur, ücûbu vardır, kibri vardır.
Arbedecidir.
Sert konuşur, tekebbür sahibidir ve nefret ettiricidir.
Sevdirici değildir böylesi kimseden ise bir fayda gelmez.
Yok eğer tasavvufu var da fıkhı olmazsa o zaman da cahil sûfî olur ki zındıklığa girer.
Bilemez ki neresinde yarar neresinde zarardır.
İmanı bilmez küfrü bilmez!
Bundan dolayı iki ilim de birlikte olursa fakıh ve edeb sahibi sûfî olursa ilmü'l şeriat ile ilmü'l hâl birleşirse bu kimse tahkik ehlidir.
Böylesi zât bulunursa mutlaka tercih edilir.

Hikem sahibinin buyurduğu: İşlenen âmeller heykel gibi dururlar ve bunları hareket ettirecek olan nedir acaba?
Bu heykel sırru'l ihlâsdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

İHLAS SIRRI

İhlas dediğimiz zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a soruyorlar: “İhlas nedir, Ya Rasulullah?”
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Selem)’da cevaben: “Ben ihlası Cebrail'e sordum o da Mikail'e o da İsrafil'e o da Ruhu'l Akdes'e o da Allahü Zülcelâl'e sormuş. Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:
Resim
“İhlas Benim sırlarımdan bir sırdır ki, onu dilediğim kimselerin kalbine veririm.” buyuruyor.
Bundan dolayı ihlas dediğinde; eğer, Allahü Zülcelâl kalbine ihlası verdi ise o zaman bu kimse bir şeyler yaparken “aman kimse görmesin, Allah için olsun, gösteriş olmasın” diyor.
Fakat tabiki tahkik ehli ihlasında ötesinde halasa dönmüştür.
Kalbinde verilen ihlas, halasa dönerek sumâyı, riyayı, gösterişi bilmezler ki, yapsınlar!
Umumiyetle ne yaparsa yapsınlar halen, amelen yaptıklarında Allahü Zülcelâl'den gayrisini görmezler.
Çünkü kalbine ihlas nuru girmiş ve o, artık halastır.
Başkasına masivaya değer vermek gibi şeyler üzerlerinden tamamen kalkmış ve yok olmuştur esasen...

Onun için Hikem sahibi:
“Ameller bir heykel gibidir ki ne işlersen işle böyledir. Ve onu harekete geçiren ruhuna verilen ihlas sırrıdır.” buyuruyor.

sual: Allahü Zülcelâl'in mümin kullarına Allah yolundaki meşayihlere tâbi' olmak ve yaklaşmak hususunda bir emri var mıdır?

Cevab: Evet... Allahü Zülcelâl: Ey iman eden kimseler evvela ittakullah (Allah Korkusu) yanınızda bulunsun ki o sizi yaramaz şeylere karşı kalkan gibi korusun.
Havfullah (Allah korkusu) ile olan kimse, kimseden çekinmez ve bir şey de istemez.
Nahoş şeyler ile arasına Allah korkusu hicab (perde) olur ve Onu Ondan korur.
Böyle olun bir de Sadıkin olanlarla beraber olup mahiyetine girin buyurmaktadır.
Resim
İşte bu sarih nasda da görüldüğü üzere Allahü Zülcelâl mümin kullarına takvayı, sıdk ehlini iltizam etmelerini, mahiyetleri ve tasarrufları altında olmaları ve onları imkânları kadar âmelleriyle ve halleriyle onları taklid etmelerini emretmektedir.
Bu Allahü Zülcelâl'in bize vasiyeti tavsiyesi yani emridir.
Resim
Allahü Zülcelâl Onlarla olan, onları seven, onların dostu ve yardımcısı olan, onları muhafaza edenleri bu ve emsali sıfatlarla vasıflandırmıştır.
Aklı selim kimseler için bazı ayetlerde beyan edilen bu hususlar aleni ve açıkçadır.
İrşada yeterlidir. Basiret ehli için kifayet eder.
Hani ne derler: “İnanana sivri sinek saz, inanmayana davul zurna az...”

Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'in nassı olan şu ayet-i kerimenin de onlara sorun diye emrediyor.
Bilmediğinizi zikir ehlinden sorunuz buyuruyor.
Resim

Hadis-i şerifte ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Resim
Hadis Meali:

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Şeref sahibi, ilim sahibi olanlara ilim yönünden sorun, eğer kendilerinde varsa esirgemezler. Sorunca da yazınız çünkü onlar şeref sahibidirler, yalan söylemezler.”
Yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Hadis vs. yazmak istediğinizde şerefli kimselere sorun ve cevabını da yazın onlarda yalan olmaz.
Şereflerini koruma meziyetleri vardır.
Hem esirgemez, hem cömert hem de şereflidirler ve yalan onlara yakışmaz buyuruyor.
Resim
Hadis Meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Sulehalardan sorun.”
Ravisi İmam-ı Ahmed ve Ebu Naim.
Yahi Salihlere sorun ki onlar esirgemezler ve yalan da söylemezler.

İmam-ı Ahmed bazı giderdi de Haris-i Muhasibi, Maruf-ı Kerhî, Bişr-i Hâfî gibi zatlara bir şeyler sorardı, insanlar İmam-ı Ahmed'e “Sen neden bu gibi kimselere sormaya gidiyorsun, neden buna ihtiyaç duyuyorsun, sen zamanın imamısın ve ilmin ise çoktur.” derlerdi.
O ise cevaben: “Evet, sizin dediğiniz gibi ibadet ve muamelat gibi ilimlerde ihtiyacım yoktur. Velakin Allah ile olan edeb ve marifet ilmim çok azdır.” derdi.
Ve bunun yanında “Selu's şalinin: Salihlere sorun” hadisi şerifini zikrederdi: “Allahü Zülcelâl'in marifetini, edebini öğrenmede ihtiyacım vardır.” derdi.

Ebu Hamzatü'l Baydadî, İmam-ı Ahmed devresindedir.
Ve İmam-ı Ahmed ilk zamanlarda oğlunu uyarır da: “Oğlum Abdullah, böyle kimselerin meclislerinde bulunma, çünkü bunlar ilimden yoksun işi dervişliğe vermiş kişilerdir yanlışlık yapabilirler.” derdi.
Oğlu ise gidip gelmeye devam ederdi.
Kendisi de durumu tetkik etmek istedi meclislerine gitti.
Gitti ama gidiş o gidiş...
Konuşmalarına mestü hayran oldu...
Her şeyler yerli yerince...
Namaz vakti namaz kılınıyor, vakti vaktinde...
Boşa geçen hiçbir anları yoktur. Her anı değerlendiriyorlar.
Bu halleri görünce hayran oldu.
İşte böylece çokça gidip gelmeye başlayınca soruyorlar: “Sen bunlardan ne öğreneceksinki, soruyorsun?” diye.
“Söylediğiniz doğru ama, onların fehmettiğileri gibi Marifetullahı ve edebi ben daha henüz fehmetmiş değilim ve buna ise ihtiyacım vardır.” buyuruyor.
Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın
“salihlerden sorunuz” hadisini zikrederdi...

İşte Ebu Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimi Sufi vs. o devrede idiler. Esasen ashab-ı kiramı (ra), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirmiştir.
Tasavvuf nazar işidir.
Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sahabeyi bir odaya oturtup da 40 gün falan diye bir şeyler yoktur.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın karşısında nazarına karşı bir saat bulundu mu sahabesi durumuna gelir ve aynı zamanda kalb perdesini de giderirdi.
Kalbin üzerinde şeytandan gelen kir, pas gibi pürüzler ve perdeleri giderdikten sonra o zaman zaten gök alemlerini kalb basireti ile rahatlıkla seyredebilir.
Levh-i mahfuzu görür, mevtaların halleri bunlara kapalı değildir.
Zira Aleyhissalâtü vesselam öyle buyuruyor: Eğer kalbin üzerine şeytanın getirdiği perdeler olmasa esasen kalb basireti ile melekût âlemini seyreder.
Evet bir kimse ehl-i küfür halde iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya geldi mi kalbler aynalar gibi karşı karşıya oldumu, Hak batılın karşısından yansıtma yaptı mı onun üzerindeki perdeleri yok eder.
Onun için sahabeler her iki ilimde de (ilmü'z zahir, ilmü'l batın) Zül cenaheyn, iki kanatlıdırlar.
Ama ne zaman ki; tabiin, tabiin, tabiin derken İmam-ı Ahmed devresinde Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimî Sufî vs. var oldular...
O zaman âlimler ikiye bölündüler.
Bir kısmı, dünya hevesi olanlar kadılık vb... istiyorsa meliklerle oturup kalkmaya ve akılları fikirleri fetva vermeye çalışır oldu...
Tabiki gerçek tasavvuf ehli meliklerle falan oturup kalkmazlar.
Ebu Hanife de İmam-ı Ahmed de kadılıktan kaçındıkları için neler çektiler neler!..



İLMİN İKİYE AYRILMASI
FÜRÛ-USÛL ve HAL-EDEB İLMİ


Onun için ilim ikiye bölündü.
Birisi fürû' ve usûl ilmi diğeri ise hâl ve edeb ilmi...
Tabi tasavvuf erbabı dünyayı sevmediler.

“Bütün hataların başı dünya sevgisidir.” Hadisini bilenler ve hiç unutmayanlar için hataların başı dünya sevgisi ise sen de dünyayı seviyorsan senden ne hayır bekleniri düstûr edindiler.
Böylesi olanın ilmi ne kadar yararlı olabilir?
Dünya cife (leş) iken dünya, makam ve mevki sevgisi ile hırs ve tama' içinde ne elde edilebilir haktan ve hayırdan yana?

Gerçek âlimlerin iki vasfı vardır.
Hem Allahü Zülcelâl'in kullarına hem de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine emin olarak gönderiliyor.
Ama nasıl?
Sultanların kapılarından içeri girmedikleri takdirde...
Sultanların kapılarına heves edip varırlarsa hem hain hem de haramidirler.
Onun için ilim iki şekilde ortaya çıktı.
Edeb ve terbiye yönünden Rabbısına karşı devam ettirmek isteyen kişi dünya muhabbetini ne etsin?
Çünkü iki zıt bir arada cem' olunmaz.
Hangi muhabbet galip ise öbürü kaçar.
İşte sufîlik böyle ayrıldı ve ortaya çıktı.
Yoksa sahabede ikisi de bir kişide birlikte idi.
Hem zahiri hem de batını ilim...

“Hem sûfî hem de dünyadan sakınmıyor, veya ilmi ziyade oldu ama zühdlüğü hiç artmadı ve dünyadan da sakınmıyor ise o zaman o ilim Allahü Zülcelâl'e yaklaştırıcı değil de uzaklaştırıcıdır” diyor.
İki sınıfın ayrılması böyledir, padişahlarla birlikte olan kişi nasıl kâmil sûfî olacak.
Hatta Sufyânî Servi
“Bazen diyorlar ki, efendim ben oradayım da bazı mazlumlar gelirse yardımcı oluyorum falan... Sor bakalım Harun Reşid'in ya da ötekisinin arzuladığını durdurabilmiş midir? Bunlar sadece şeytanın desiseleridir.” diyor.
Nitekim Halid-i Bağdadî Hazretleri de mektubunda belirtiyor ki:
“Devlet senin keyfini arayacak diye bir şey yoktur.”

İşte gerçek tasavvuf ehli amir, ümerayı görmeden kendi hallerinde yaşadılar.
Ve yine Şâfi (ra):
“Tasavvuf ehli olanlar, ilmin başını, reisini almışlardır. Emrin tümü onların yanındadır. O ilim ise takvatullahu teâlâ'dır, Muhabbetullah'dır, Mârifetullah'dır. İşte onların yanında olanlar! Çünkü bir nesneyi çok severse hep onu anar, ona bakarsın. Muhib olan habibini sevdiğini çok anar, diğer şeylere karşı kör ve sağır olurlar... Bunlarda da Muhabbetullah olunca diğer nesnelere karşı hem kör hem de samıt (dilsiz ve sağırdırlar. Zikirleri de hep Allahü Zülcelâl'dir. Bir kimsenin Tarik ehline karşı ciddiyetle saygısı, sevgisi ve inancı var ise o kimseden kendiniz için dua taleb ediniz. Çünkü o kimseler müstecab duadırlar. Duaları kabul olunur.” diyor.


İBRAHİM HAVVAS HZ. VE KALBİN BEŞ İLACI

İbrahim Havvas Hazretleri ise: “Kalbin ilacı 5 dir ki:

1- Kur'an-ı Kerim'i tedbirle okumaktır.
Gereken saygıyı göstererek, mânâsını düşünerek okumak.
Yoksa şimdilerde olduğu gibi de değil!
Kur'an üzerinde cedelleşmek ise küfürdür.
“Ahir zamanda; kâfir, münafık ve müminde aynı zamanda Kur'an üzerine cedel ederler” buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem).
Tedbirle demek, halisane olarak. Allah kelâmıdır deyip saygılı ve tefekkür ederek tertil ile Allahü Zülcelâl'in bir sıfatı olduğunu bilerek okumaktır.
Yok eğer manasını hiç bilmiyorsa o zaman hiç olmazsa Allah kelâmıdır ve azizdir diyerek saygıyla kıymet ve değer vermek lâzımdır.

2 - Batnın hali olması.
Karnın aç tutulması gerek.
Çok yemek zekâya ve anlayışa engel olur.
Onun için ashab-ı kiram (ra) ancak ihtiyaç giderecek tarzda yerlerdi. Aşırı gitmezlerdi.
Yemeninde hafif olması çok güzeldir.

3 - Gece Namazı: Gece kalkıp da teheccüd namazı kılmak.

4 - Gece yarısı seher vaktinde kalkıpta Allahü Zülcelâl'e tazarru etmek inleyip sızlamak.
Allahü Zülcelâl seher vakti birinci semâya tenezzül eder.
Tabi hâşâ Allahü Zülcelâl için yer tayini yoktur.
Ama, tabi insan için o yücelere çıkma imkânı olmadığı için Allahü Zülcelâl tevazu' göstererek mağfiret sıfatları birinci göğe gelirde seher devresinde ahü emin edenleri, bir ihtiyacı olanları bekler ve dinler.
Bu ise bize bir örnektir.
Bu bir şefkat ve merhamettir.
Seher devresinde bu harikalıklar olurken biz aslında alt üst edilmeye müstehak iken o sübyanlara (bebeklere), hayvanlara ve seherde inleyenlere bakıyor ki ne hataları vardır ki...
İşte bu gibiler sayesinde, gelecek olan belâ ve musibetleri kaldırıyor üstümüzden...

5 - Bilhassa sûleha (salihler) ile meclis kurmak, onlarla haşrü neşr olmak.
Çünkü Allahü Zülcelâl onların sayesinde de pek çok faydalara nail edecektir.



KAÇINILMASI GEREKLİ ÜÇ SINIF

Sehl ibn-i Abdullah: “İnsanlardan 3 sınıf vardır ki bunların sohbetlerinden hazer edip kaçınınız;

1- Gafil cebabirlerin sohbetinden kaçınınız ki; kendisi aslında gaflet uykusunda iken işi cebbarlığa vermiş ücûb ve gurur içindedirler ki onların meclislerinde oturmayınız.

2 - Mudahin olan kurraların sohbetinden uzak durunuz.
Yani yaltakçılık yapan, nâme yapan, yalamalık yapan, bir dünya menfaati sağlamak için kendini beğendirmeye sevdirmeye çalışan mürâi olan kur'an okuyucularının sohbetinden uzak durunuz.

3 - Cahil mutasavvıfların sohbetinden de uzak durunuz.
Tasavvuf adamı görüntüsü vardır ama cahildir.
Kendisine bir tasavvuf lakabı takmıştır, etrafında avaneleri de vardır fakat kendisi tasavvuf ilminden bihaber ve mahrumdur.
Cehalet içinde olanların kendisinden de sohbetinden de bir fayda gelmez isterse sakalı bir kucak olsun, gövdesi de dağ gibi olsun asla bir fayda getirmez!


Cüneydi Bağdadî Hazretleri: “Allahü Zülcelâl bir kulunu sevdiği ve hayrını dilediği zaman onu tasavvuf ehli olanlara ulaştırır. Mürid eder de hırs ve tama' sahibi ve mudahinin olan Kur'an okuyucularının ve mürâî âlimlerin sohbetinden men eder alı koyar. Tasavvuf ehline mürid kılar.

Çünkü onlar ücûb, kibir vb. şeyleri bilmezler. Kendilerinde bir varlık da görmezler.

Bunlara mürid olan da edebi öğrenir ve hal sahibi olur.
Mudahaneci okuyucu ile mûrâî olan alimin tama' ve hırsı olduğundan gözleri daima halkın üzerindedir.
Riyakârdır, menfaatçidir ve yalamadır.
Onun içinde Allahü Zülcelâl sevdiği kulunu bunların değil de dervişvâri ve kalender bir Allah dostuna iletiyor.
Resim
Hadis Meali:

“Ey ademoğlu, senin niyetine göre kesbedip kazandıkların lehine veya aleyhinedir. Ve sen sevdiğinle berabersin”
Ey Ademoğlu, niyetine göre alırsın, kesbedip kazandığın niyetine göre sana yarar ya da zarar getirir.
Bu dünyada kimi çok seviyorsan öbür âlemde de sevdiğinle beraber olursun.
Onun için bir şey yapacaksan iyi düşün.
Niyetin hâlisine değilse yaptığın hiçbir fayda getirmiyor ve aleyhinedir.
Niyetin düzgün olursa lehinedir.
Niyetine göre karşılığını alırsın.

Resim
Hadis Meali:

Bir kimsenin dünyada zühdü olduğunu görürseniz o kimseye yaklaşın. Ondan zarar gelmez. Değil mi ki dünyada zâhiddir. Zira bu kimse Allahü Zülcelâl tarafından bir hikmet sahibi kılınmıştır ki;

يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا
“Yu'til hikmete mey yeşa', ve mey yu'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira…” (Bakara/269)
“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”
Allah dilediği kimseye hikmeti verir de kime hikmeti verdiyse çok çok hayırlar vermiştir.
Resim
Hadis Meâli:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: İki kardeş bu dünyada halisane lillahi başka bir gayeleri olmadan kardeşlik akdetmişler kardeş olmuşlar.
Başka yakınlaşma sebepleri, hasebî, nesebî de yok, Allah için birbirlerini sevmişler.
Bu iki kardeş birbirini Allah rızası için sevdiklerinden dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ilan ediyor: “Ben bir kere bu halde olanlara ba's olunduğum andan itibaren kıyamete kadar kimler birbirini Allah rızası için severse sevsin hepsine şefaatçi olurum.” buyuruyor.

Gayeleri sadece ve sadece Allah rızasıdır.
Bu ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vâ'di ve vasiyetidir.
Çok muazzam bir müjdedir.
Menfaat ve dalavere çevirmeden halis muhlis Allah rızası için kardeşlik yapanlara nimeti azimedir bu hadisi şerif...
Resim
Hadisi Kudsî Meali:

Allahü Zülcelâl buyuruyor ki: Beni kimler zikrederse ben onlarla otururum. Meclislerinde olurum. Beni zikredenlerin yanındayım.
Çok harikadır bu...


VERÂ VE ZÜHD EHLİ

Resim
Hadis Meali:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kimler ki, bu dünyada verâ ehli ve zühd ehli olursa yarın kıyamet günü Allah Zülcelâl'in meclisinde yakınında olacak olan kimselerdir”
Şart koşmuş verâyı ve zühdü...
Verâ dediğimiz, haram şöyle dursun şüpheli olan şeylerden bile kaçınan, çekinen demektir.
Ebu Bekin Sıddık (ra) öyle buyuruyor:
“Bir çok helâl kapılar vardı ki biz onların (% 70) yüzde yetmişini şüpheye düşmeyelim diye terkettik.


اَلْاَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقينَ
“El ehillau yevmeizim ba'duhum li ba'din aduvvun illel muttekîn.” (Zuhruf/67)
“Bu dünyada nice dostlar vardır ki o gün kıyamette düşman olurlar. Ancak muttaki olanlar bundan hariçtir.”
Tabi bu dünyada dostlukların sebebi çoktur.
Arbedeciler, derbederler, içkiciler, menfaatçılar vb. nedenlerle dostluklar kurarlar ve ayarlarlar.
Allahü Zülcelâl ise ilan ediyor ki; Yarın mahşerde bu dünyada hiç birbirinden ayrılmayanlar, tamamen düşman olurlar da “sen sebeb oldun, yok sen sebeb oldun!”diye...
Ancak muttaki olanlar, haramdan sakınan kimseler müstesnadırlar.
Onların dostluğu ve kardeşliği devam eder.
Cennette de yine buluşurlar sohbet devresinde...
Şartı ise muttaki olmaktır.
Diğerleri bugün burada sanki kardeş gibi nasıl hoş geçinip işe yaramaz işleri canla başla yaparlarken yarın kıyamette hiç geçinemezler ve birbirlerine düşerler. Buğuzluk başlar...

Nice Âlimde vardır ki muttaki olmaktan hep bahseder de kendisi hiç de uymaz, işte böylelerine cennete giden mensubları bağırıyorlar ki: “Ey üstadım biz senin nasihatlarınla irşadınla ve sayende cennete girdik ama senin ne işin var cehennemdesin?” derler de o kimse hasret çeker de: “Ah, ah! Ben söyledim sizler işlediniz de ben size söylediklerimi yapmadım ya!” der.
Her zaman söylerim ya ilim çok kutsaldır, hoştur.
Ancak ağırlığı ve sorumluluğu da vardır.
Rabbımız bizleri ıslah etsin ve korusun...
Âmin.
Resim
Hadis Meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Kişi dostunun dini üzeredir.
Yani kişi bu dünyada dostunu seçtiği gibi öbür âlem içinde faydası olacak kişiyi seçmesi lâzımdır.
Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kişi dostunun dinine uyar, kişi dostu nasıl ise ona uyar.” buyuruyor.

Çok kimseler düzgün iken birileri onları yoldan çıkarıyor.
Çok kimseler de çapulcu idiler ama salihlerle beraber olup dostluk kurunca düzeldiler ve fevkalade hale geldiler.
Sebeb nedir?
Sohbet meselesi onlarla meclis kurdular.
Resim
Hadis Meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kişi bu dünyada kimleri severse-yarın öbür âlemde de onlarla beraber olur.”
Kim kimi severse kalbini kimlere bağladı ise yarın mahşerde de onunla beraber olacaktır.
Kiminle muhabbeti olduysa onunla olacaktır.
Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:


فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعين۞وَلَا صَديقٍ حَميمٍ
“Fe ma lena min şafiîn. ۞ Ve la sadikin hamîm.” (Şuara/100-101)
“Artık bizim için ne şefaatçiler (den bir kimse) ne de candan bir dost yok”
Yarın mahşerde cehenneme giren kimseler tabi cehenneme bir çok kimseler girerler.
Bazıları bir müddet sonra çıkabilir.
Bazıları da hiç çıkamazlar.
Tevhid ehli olanlar er ve geç çıkarlar. Ama nasıl çıkar biliyor musunuz?
Tabiki cenneti ve cehennemi ehli olanlar doldurduktan sonra Allahü Zülcelâl Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e bir şefaat yetkisi vermiştir.
Vakti geldiğinde Allah'tan öyle olacak ki, “Vah Muhammed, ah Muhammed ah Muhammed!” dediklerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sesi duyar.
Tabi görüntüsü var.
Cehennem ehli cennet ehlini gördüğünde ne büyük bir nimet olduğunun değerini biçemez.
Çünkü cehennemin karşısında cennetin bitmez tükenmez nimetini görüyor.
Tabi cennet ehli de cehennemin halini gördükçe nimet-i azimenin değerini anlıyor ve şükrediyor, işte cehennem ehli “ne yaptıkda bu hallere düştük” derler.
Tevhid ehli cehennemde bazıları bir saat, bir gün, bir ay, bir sene gibi bazıları dünya ömrü kadar süreleri vardır.
Onun için vakti geldiğinde hatırına gelir de:
“Vah Muhammed, ah Muhammed” söylerler.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları duyunca:
“Ya Rabbi, benim ümmetim bunlar” deyince Allahü Zülcelâl: “Ya Muhammed, senin tasarrufundadır. Şu kadar iman sahibi olanları hemen çıkar.” buyurur. Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat eder de çıkarır. Sonradan peyder pey Rasulullah'ın şefaatıyla çıkarlar.
Arpa miktarı imanı olanı çıkar, buğday kadar imanı olanı hatta bir zerre miktarı imanı olana Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat edip çıkarınca cehennemde olan kafirlerin umutları kesiliyor.
Biz burada nasıl sohbet ediyorsak halisane lillahi teâlâ muhabbetün fillahi alacak vereceksiz Allah rızası için sohbet ediyor isek yarın cennette de sohbet yerimiz “sûk-i muhabbet” vardır.
Orada da inşallah Allah'ın izni ve inayetiyle böylece bir arada sohbet ederiz.
Sohbet ederken de fikrimize gelir ki “filan kimseyi göremedik” diye hatırımıza geldiği anda “falan kimseyi göremedim özledim” dediği anda cehennemde bile olsa derhal gelir, derhal getirilir.
Öyle ki, der demez cehennemden getirilir.
Öyle ki cennetteki arzuladığın derhal olur, red yoktur, durgunluk yoktur.
Fikrine getirdiğin hemen olur.
Cennet ehli öyleki arzuladı mı hemen oluyor.
Cehennemde olanı arzuladı mı derhal getiriliyor da bir daha geri dönmüyor.
Bu şefaat değilde muhabbetlerinin sadakatlarının eseridir.

İşte kâfirler biçâre kalınca: “Vah ki bize sadık, hamim bir dost olup da bizi buradan çıkaran olmadı.” diyorlar.
Halbuki bu dünyada Allah rızası için sevişenler hemen birbirini hatırlıyor da cehennemde olan hemen çıkarılıp tadilattan geçirilip derhal getiriliyor cennetteki kardeşinin yanına.
Gayri müslim için ise çok müşkilat vardır.
Ne peygamberleri şefaat edecek ne de sadık bir dostları vardır ki onları oradan çıkarabilsin.

Katâde (ra) buyuruyor ki: mutlaka ve mutlaka cennette taleb edecek kimseler karşılıksız Allah için birbirlerini sevenlerdir.
Ama birisinin başka yaramaz halleri vardır da cehenneme girmiştir.
Ancak, birbirlerini sadakatla, ciddiyetle sevdiklerinden iyi tanır ve unutamazlar ve hatırlarından da çıkmaz.
Görmeyi de arzu ederler.
Birbirlerini muhabbetleri celbeder.
Menfaat ve şefaatleri olur birbirlerine...
Birisi umar, öbürüsüde hatırlar.



HİKEM'DEN BEYİTLER VE
NEFSİNDEN RAZI OLMAK


Hikem sahibi öyle buyuruyor:
Resim
Eğer cahil ümmî bir kimse ile sohbet edersen ama bir şartla kibirli gururlu değil bencilliğide yoksa kendi nefsinden de razı değil ise, nefsinin esiride değil edebli ama câhil ise işte bu kimse ile sohbet etmek, âlim olupta kibirli gururlu benlik sahibi ve kendi nefsinden razı ve onun emrinde esiri olmuş olan âlimle sohbet etmekten çok daha iyi ve faydalıdır.
Böyle olan câhilin sohbeti böyle olan âlimin sohbetinden daha iyidir.
Çünkü böyle olan âlim, nefsinden razı benlik sahibi...
Ötekisi ise nefsini ortaya atıyor acziyet sahibi enâniyeti falan yoktur.
İşte böylesi cahilden zarar gelmez de böylesi âlimden zarar gelir.
Bu nasıl âlim ki öyle diyoruz ki nefsinden razı...
Bu nasıl câhil ki, câhil deriz ki nefsinden razı değil...
Resim
Tüm masiyetin gafletin ve şehvetin aslı esası nefsinden razı olmaktır.
Tüm taatin, yakazanın (uyanıklık) ve iffetin (afiflik temizlik) aslı esası ise senin nefsinden razı olmamandır.
Bir kimse nefsinin esiri oldu mu, nefsi mâsiyet gaflet ve şehvete koşturur ve yaptırır normal hali budur.
Yine nefsinden razı olmayanlar onun keyfine göre olmayanlar taat, yakaza ve iffete yönelirler...
Resim

Haliyle seni ayağa kaldırmayan söyledikleriyle de senin için Allah'a yol gösterip kılavuzluk yapmayan kimse ile sohbet etme.
Yani, durumu hali konuştuklarıyla Allahü Zülcelâl'e delâlet gösteren kılavuzluk eden, yetiştirici, hal sahibi değilse Allahü Zülcelâl'i hatırlatıp tefekküre sevketmiyorsa onunla sohbet etme.
Ama, kendi de öyle bir hali var ki hayran oluyoruz hallerine.
Hali böyle iken kavli de daha dahada Allahü Zülcelâl'e seni sevkediyorsa, kılavuzluk ediyorsa ve Allah'a yaklaştırıcıysa ne âlâ ve onunla sohbet et...
Yoksa, hali ve kavli bozuk kimsenin yanındanda geçme...

İşte bu zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler ki onlar, emren ve tergiben bizim Allahü Zülcelâl ve onun Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne ulaşmamız için, doğru yolu görmemize delillik, kılavuzluk etmektedirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

............................................................BÖLÜM II

TAKVA

Aziz kardeşlerimiz,
Vasıflarını uzun uzadıya âyet, hadis ve ariflerin hikmetli sözleriyle anlattığımız bu misillû kimseleri bulduğumuzda bize düşen artık onlara tâbi olmaktır.
Tasarrufları altında ve mahiyetlerinde onlardan edeb, ilim ve zikir telkini almamız da gereklidir.
İşte onlar sohbetlerinde ve mâhiyetlerinde bulunmamız ve takliden, amelen ve kavlen taklid etmemiz gereken saadatlardır.
Onlar ki; kerem sahibi, Sadikin, Sabirin, Muhsinin, mütevekkilin, Zahidin, Sâlihin, Müttâkin, Âlimin, Arifin, Zâkirin olan saadat-ı kirâmlarımızdırlar.
Mahmud (övülen) sıfatlara haizdirler.
İşte böyle zâtlarla beraber olunca edeb, ilim ve telkin-i zikri de en doğru şekilde öğrenmiş oluruz.
Sohbetlerine katılınca mahiyetlerine girince onların yaptıklarını ve hallerini taklid de ederiz.

Allahü Zülcelâl:


إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ
“…inne ekrameküm indellahi etkaküm…”
(Hucurat/13)
“Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en değerli olanınız takvaca en ilerde olanınızdır.”

Yâni en ekreminiz, en keremliniz Allah indinde etkâ olanınız, haramdan vs. en çok çekineniniz ve Allah'dan korkanınızdır.
Resim
Allahü Zülcelâl ittika sahibi ve muhsin olanlarla beraberdir.
Onlar hem takva ehli hemde ihsan sahibi olanlardır.

Resim
Hadis meali:

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ben tüm müttâkîlerin dedesiyim, ceddiyim velev ki Habeşî olsun. Güzelmiş falan değil yeter ki müttakî olsun. Hem köle hemde Habeşî olsa bile müttakî (Allahdan korkan) ise ben onun ceddiyim, dedesiyim” buyuruyor.
Ki bunlardan bir tanesi Bilalî Habeşî (ra) dir.

Resim
Allahım bizi ni'metlerine gark ettiğin kullarınla beraber kıl. Ki onlar rızanı tahsil etmiş nebîler, sıddıkîn, şühedâ ve salihlerdir. Böyle kimselere bize refik (yoldaş) kıl.
Âmin...
İnsan tevekkel alallahu teâlâ olunca Allahü Zülcelâl ihsanını esirgemez fazlını verir...



ZAHİRİ VE BATINİ İLİMLERİ TALEB ETMEK

Aziz kardeşlerim; bu bahsetmiş olduğumuz âlimlerin mezmum (yerilen) ve memduh (övülen) sıfatlarıyla ilgili hususlardan sonra şimdi de meşâyihin halleriyle ilgili olarak bir miktar zikredeceğiz.
Zira meşâyihler tâbi olmamız ve meşrebleri hasebiyle örnek olarak onlara benzemek zorunda olduğumuz şahsiyetlerdir.
Nasıl ki, mezhebleri hasebiyle fukuhaya iktida ediyoruz, örnek alıp onlara uyuyor isek meşâyihlerde böyledir.
Fakihler mezheb imamlarının gittiği yollardan birini seçip onun yolunda yürüyorlar.
Bu yol bedeni cevârihlerle tahsis edilen bir mezheb yoludur.
Zahiri ilimlere mahsustur.

Batını ilimleri taleb eden müridlere gelince onlarda aynen fâkihlerin yaptıkları gibi hallerine uygun olan bir ehl-i meşreb yolu seçerler.
Bu yolun imamını taklid edip bu kimselerin yolları ve halleri içinde sülük ederler. Ve haliyle muhabbet şarabını içen ruhları ve sırları Muhabbetullah ile dolar.
Hatta Muhabbetullah ile sarhoş olup aşk ile nefislerinden fena buluncaya, davasından vazgeçinceye, enâniyetleri (benlikleri) ölünceye kadar...
Bu hale gelince kendi havi ve kuvvetlerinden fânî olurlar.
Yâni, kendilerinde bir hareket ve güç göremez hale gelirler.
Ve şüphesiz ki bir şekilde kesinlikle itiraf ederler ki; mâsiyetlerinden kaçınmak için havi ancak ve ancak İsmetullah ile yâni Allahü Zülcelâl'in koruması ile mümkün olduğunu, taatların işlenebilmesi için kuvvet ise ancak İnâyetullah ile yani Allahü Zülcelâl'in yardımıyla mümkün olduğunu kabul ve i'tiraf ederler.
Yani “ben kendimi korudum da kendi enâniyetimle mâsiyet işlemedim demezde Allahü Zülcelâl'in korumasıyla mâsiyet işlemekten korundum” der.
Hayır işlerden ibadat muamelât ve itaat işlerken de “kendi enâniyetleriyle işledim” demezde “ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ismeti ile” olmuş kurtulmuştur.
Taat işlemesi de Allahü Zülcelâl'in inayeti ile olmuş ve başarmıştır.
Bunu i'tiraf edince Allahü Zülcelâl'in tasarrufu altında cansız gibi bir hoş olmuşlardır.
Mâsiyeti de taatı da Allahü Zülcelâl'e bağlamışlar, kendi enâniyetleri devre dışı kalmış, kendi ihtiyarları hamidun olmuş (yerle bir kül halinde) enâniyetlerinin ihtiyarı ve seçenek yapması yok olmuştur.
Böyle olunca nefsinden tamamen kurtulmuş humut dediğimiz sanki cansız gibi olunca; koruyucu Allah, işletici Allah olunca kalb selâmete erer ve pâk hale gelir.
Sırları nezih ve saf hale gelir.
Letâifleri hu hâllere ulaşınca haliyle dilekleri vücûd bulur. Ve istediklerini elde ederler.
Vecd alâmetleri gösterirler.
Tevazu' sahibi olurlar.
Himmetleri âliye (yüce), ruhları tahir (temiz ve pak) sırları safiye (arınmış) hale gelir...

Bu misillü zatların cemiyetleri, mâsivâdan (Allahdan gayrisi) hali olmuş (arınmış, boşalmış), Allahü Zülcelâl'in vahdaniyyetinden gayrisi fena bulmuş, yok olup gitmiştir. Ve Allahü Zülcelâl'in inayeti gelinceye kadar muhabbetullah içip sarhoş olmuşlardır.
İnâyetullah'ın gelmesiyle cezbeleri sekreden (sarhoşluktan) sahva (gerçek ayıklığa), fenadan bekâbillah'a ulaşıp, sakinleşip ve sabitlenmişlerdir...
Bekâbillahta yerleşip istikrar bulmuşlar.
Bu hal ile edeblenip istikâmete kavuşmuşlar.
Ve bunun yanında a'ciz kalmışlar teslim olmuşlar, işlerinin tümünü Allahü Zülcelâl'e sipariş etmişler.
Ve Allahü Zülcelâl'i kendilerine vekil seçmişler.
Boş bir kalıp...
Tasarruf tamamen Allahü Zülcelâlindir.
İtiraf edib bu inançla olunca fenadan bekâ olunca tüm bu hallerin sonunda:
Resim
: Bütün bu işler hepsi Allah ile yürür... demişlerdir.
Böyle olunca da kulun kendisine ücûb, kibir vs. gelmez artık.
Allahü Zülcelâl:


أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“…ela lehül halku vel emr tebarakellahü rabbül alemin.” (A'raf/ 54)
“Haberin olsun ki yaratmakta emretmekte O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir!”


وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ
“Ve rabbüke yahlüku ma yeşaü ve yahtar…” (Kasas/ 68)
“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.”



وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ
“Ve lillahi ğaybüs semavati vel erdi ve ileyhi yürceul emru küllühu fa'büdhü ve tevekkel aleyh…” (Hud/123)
“Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.”


رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَكِيلًا
“Rabbulmeşriki velmağribi la ilahe illa huve fettehizhu vekiylen.” (Mûzemmil/9)
“O, doğununda, batınında Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O'nun himayesine sığın.”

Vakti geldiğinde o vakit, Sıfatullah'ın envarı tecelli edince işlemlerini müşâhade edince onları çarpar, bitkin, takatsiz ve kendilerine medarı olamaz bir halde acziyete düşürür.
Boş bir kab haline gelirler.
İşte bu acziyetin zirvesine ulaşmanın vuku'u anında vuslat tecelli eder. Ve vasıl olurlar.
İşte Ebu Bekir-i Sıddık (ra)'ın bu haldeki sözü:
“Kendisine visale (kavuşmaya) acziyeti vesile kılan Allaha hamdolsun.”
Hamd-ü-senâlar olsun ki Allahü Zülcelâl kendine vuslat âleti olarak tek yönü, acziyeti ortaya koymuştur.
Benlikle değilde acizlikle yaklaşımı vesile kılmıştır.
Hiçlik ve sıfır..
Vuslat bulmak için enâniyetini bırakıp acziyetini itiraf ederse Allahü Zülcelâl vuslatını esirgemez.

İşte bu hallerin hülasası budur.
Bundan sonra nice ni'metlere nail olurlar ve tecelli zuhur eder.
Terakkiyât ilerleme başlar.
Dakaike ulaşıp ince, gizli ve zor olan hususları anlamaya başlarlar.
İstidad ve kabiliyetlerinin nisbetince hak tahakkuk eder hakkın gerçeğini anlar olurlar.
Muayene ederler, ayan beyân şühûd edip Hak'ka şahid olurlar.
Allahü Zülcelâl’in eserlerini ve hükümlerini okurlar.
Allahü Zülcelâl’in esmaları, sırlarıyla kendilerine tecellî eder.
İşlemlerini açık seçik görürler.
Allahü Zülcelâl’in sıfatlarının nurları doğar ve öyle aydınlatır ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında ne var ise Ayne'l Yâkîn görünceye kadar aydınlatır.
Bu ayne'l yakîn görüşleri öyledir ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında bulunan her şeyin, madenlerin terkiblerini nelerin karışımından oluştuklarını ve unsurlarını öğelerini, elemanlarını ve özelliklerini terennümlerini intaçlarını, (ne netice doğurduklarını), miz'açlarını, yapılarını, tabiatlarını, tasarruf imkânlarını, tertiblerini ve nasıl hazırlanıp düzene konulup yerleştiklerini ayne'l yâkin görürler müşâhâde ederler ve derler ki:


قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Kul mem bi yedihi melekutü külli şey'iv ve hüve yuciru ve la yücaru aleyhi in küntüm ta'lemun.”
(Mü'minun/ 88)
“Eğer biliyorsanız (söyleyin!), herşeyin melekût (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.”

Resim
Bu şahsiyetler büyük yardımlar görmüşler, rikkat kazanıp incelikleri fehmedip istidad ve kabiliyetleri nisbetince Allahü Zülcelâl’in mülkü, mülkiyeti ve yönetimi hususlarına muttali' olmuşlar, bilgi sahibi olup öğrenmişlerdir.
Bununla beraber başka bir meşgale ile meşgul olmaz, hiç bir şeye bağlanıp kalmazlar.
Hiç bir şeye önem verip ihtimam göstermezler.
Hiç bir şeye sarılıpta kalmazlar, tüm şeylerden uzaklaşıp sadece ve sadece Azizû'l Gaffar olan Allahü Zülcelâl’e yönelirler.
Bundan sonra onlardan ahd-ü safalarının semerelerini müşâhâde eder hale gelirler ve şühûd âlemine darü'l bekaya yükselirler.
Burada (Darü'l Bekada) her şeyden ve her halden emin ve mutmain olarak istirahat edip rahat bulurlar.
Artık onların aleyhine bir korku yoktur. Mahzunda olmazlar. Ve bu makamda onlar için istidadları miktarınca Tecelliyat-ı Zât hasıl olur, meydana gelir.
Terakkiyâtları ilerleme ve yükselişleri günden güne, aydan aya, seneden seneye artar ve ziyâdeleşir.
Hatta saattan saata ve ya bundan da az zaman içinde terakkiyâtları ziyâdeleşir.
Bunlar ise Kerim olan Allahü Zülcelâl'den bir ata', bir bağış ve bir bahşiştir ki, ne tükenir ne de noksanlaşır.
Ömürleri, sur'a üfürülünceye kadar uzasa bile...

İşte kim ki buraya ulaşır bu makamda bulunursa, Allahü Zülcelâl'e vasilin ve arifin olur.
Ancak, Allahü Zülcelâl'in zâtı hususunda zillet ve iftikâr ile acziyetlerini i'tiraf ederler, zaafını i'tiraf etmiş, iflas etmişliğin alçak gönüllüğü içinde muztarib, miskin ve tevazu' sahihleridirler...
Bu makamda halleri tegayyurat (gayrilik)tan ve tebeddülat (değiştirilmek)tan istikrar bulur.
Halleri Bekaya erer.
Sadece yalnız iki hal ile yetinirler ki birisi Celalullahdan heybet, öbürüsü Cemâlullah'a üns'dür.
Celâl yakıcıdır, cemâl ise halden hale gelişlidir.
Keyfiyetsiz ve hadsiz olarak...
Çünkü âyet-i celilede belirtildiği gibi Allahü Zülcelâl kendi zâtı için:


لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“…leyse ke mislihi şey' ve hüves semiul besiyr.”
(Şura/11)
“Onun misli gibi bir şey yoktur. O duyucudur, görendir.”


ŞÜHUD HALİ İÇİNDE İKRAM VE İHSAN İLE İNKİŞAF

Arifler; Allahü Zülcelâl'in cemâlinin şühûdu içinde ikram ve insanıyla durmadan inkişâf edib gelişirler. Âlemleri kaplarlar.
Celâlinin şühûdu içindeyse Allahü Zülcelâl'in azameti ve kudreti onları ufaltıp küçültür ve âdeta eriyip akar hale getirir.
Saadatü'l kirâm'dan Seyyid Ahmed er Rufaî (ks) Hazretlerinin de vaki' olduğu gibi...
Tavaf ederken Kâbeyi Şerifin kapısının yanında iltizam ederken üzerine Celâl sıfatı tecelli edince secdede iken hemen erimeye başlamış hatta tamamen su haline gelinceye kadar erimiştir.
İşte bu halin oluşu sebebi EL CELÂL (Celle Celaluhu)'in şühûdudur.
Zaten bu halden Kâbede su haline gelişten sonra Medineyi Münevvere'ye varınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda “Ya Ceddi eşbah ile her zaman gönderirdin, bu sefer ise bu anda ise bu fakir gelmiş kapına artık yed-i şerifini (şerefli elini) uzatta dudaklarım ferah duysun...” diyor.

Resim
: “Ruhumla gönderirdim fakat şu anda ruhen, kalben ve kalıben huzuruna gelmişim bilirim esirgemezsin dudaklarım doğrudan doğruya elini uzatta elinle şeref bulsun” diye binlerce kişi önünde Gavsû'l Azam dahi orada imiş...
Herkeste görmüş ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini uzatmış ve böylece öpmüştür.
Tabi çok hoşuna gittiğinden ağzından sular dökülmüşte bunları yalamıştır.
İşte bundan dolayı; yılan sokmuş, kılıç kesmiş, şiş sokulmuş vs. olunca tükürüğünü sürerse eseri kalmaz.
Rüfaî'nin üsûlu buradan kalmadır.
Yine EL CEMAL (Celle Celaluhu)'in şühûdundaki tatavvur (inkişaf ederek olduğunun çok fevkinde olmak ve görünmek) da böyledir.
Küçülme değilde yaygın bir hal alır.
Nasıl ki Seyyid Ahmed er Rufaî Hazretlerinde Celâl yâni heybet tecelliyatı olunca erime olmuş ise Cemâl'in zuhuruna ise misâl olarak Seyyid İbrahim Dussuki ve Şeyh Ömer el Buseyrî verilir.
Cemâl yani üns tecelliyatı olunca “Bir ayağım Haramü'l şerifi doldurur.” deyince “nasıl olur?” derler.
Hakikaten bir ayağı tüm Haremi şerifi doldurmuştur.
Her tarafı istilâ etmiştir.
Afakı tamamen doldurmuştur.

Şeyh Ebu Said el Harraz öyle bir zâttır ki İmam-ı Rabbanî Hazretleri bazı terakkiyatlarını anarken Arş'a kadar terakkiyat olmakla beraber Alümû'l Emr'e geçişte; terakki edebilmekte, ezeli levhayı görebilmekte, ileri kademeli velilerin himmetini alması gerekmektedir.
O zaman bir o kadar daha çıkar.
Ama çıkışlarında çok vakitlerinde, Gavsû'l Azam (ks) Nakşîbendî (ks) ve dana ötesinde Marufu Kerhî, onunda ötesinde Ebu Saidü'l Harraz'ı (ks) görmüştür.
Ebu Saidi'l Harrazdan önce bekâbillahdan konuşan hiç kimse olmamıştır.
Bekâbillahı esasen o ortaya getirmiş ve sabahleyin kalktığında Ebu Bekiri Sıddık'ın (ra) abası üzerine giydirilmiş ve başına bir şey bağlanmış halde bulmuştur kendisini.
Böyle bir zât olan Ebu Said el Harraz Hazretleri buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl kullarından bir kulunu dosd edinmek dilediğinde ona zikrinin kapısını açar, canla başla aşkla zikredince ve “oku” zikriyle lezzetlendiğinde ona kurbiyyet (yakınlık) kapısını açar.
Sonra onu üns meclislerine yükseltir.
Sonra onu Tevhid tahtına oturtur.
Tevhid kursisi üzerinde kılar.
Sonra ondan hicabı kaldırır.
Ve onu darü'l ferdaniyyete dahil eder.
Ve o kulu için Celâl perdesini kaldırır.
Ve Allahü Zülcelâl'in celâl ve azametini görmenin vuku' bulduğu anda “Hu”suz bekâ başlar.
Kendi varlığı yok olur celâl ve heybet tecelli edince...
İşte o vakit o kul zaman mefhumundan fâni olur.
Kendi kimliğinin kişiliğinin muhafazası ortadan kalkınca, tamamen fani olunca nefsinin davasından da haliyle uzak kalır ve beri olur.
Yâni tevhidi “Lâ İlahe İllallah”ı der.
Rab-bü-Merbûb perdesi kalkınca sadece “ALLAH” der.
Darü'l vahdaniyette ise Allahü Zülcelâli (hüviyet ve mâhiyetini) “Hu” ile zikreder.
Ve varlığını isbat eder.
Ancak ne zaman ki celâl perdesi kalkar Azametullah aşikâre olunca “Hu” ile karşı karşıya kalınca ne zaman ne mekan ne hal ne de başka bir şahsiyyet kalır.
Ebedi bir sükûn ve sükût başlar.
Artık burada Allahü Zülcelâl için zikredipte (Huve=Hu=o) diyecek birisi olamaz.
Burada “Hu”suz bekâ olur.



ALLAH'IN VELİ KULLARINA EZİYET ETMEK ÜZERİNE BİR HADİSİ KUDSİ

Aziz Kardeşlerimiz;
Bahsettiğimiz hususlara natıka olan hadis-i kudsilerden birisi:

Resim
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl şöyle buyurdu; kim ki Benim veli kuluma ezâ cefâ ederse ona harb ilân ederim ve kesinlikle bildiririm. Kulumun kendisine farz olanları edâ etmekten daha efdâl bir şeyi yoktur, kulumu ondan daha çok Bana yaklaştırmış olsun. Kulumun nafilelerle Bana yaklaşmak istemeside zail olmaz. Hatta, onu severim, onu sevdiğim zamanda kulağı olurum, onunla duyar, gözü olurum, onunla görür, eli olurum onunla tutar, ayağı olurum, onun üzerinde yürür. Eğer kulum isterse veririm. Eğer Bana sığınmak isterse onu sığındırırım. Birşeyi uzaklaştırmak istediğinde faili Ben olurum da onu nefsinden uzaklaştırırım. Onu kötülük etmekten ve kötülük edilmekten ikrah ettiğinde ise bende ikrah ederim.


ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK

Biz bu hadis-i şeriften sarahatle aşikâren ve vazihen anladık ki şüphesiz bu zatlar normal tabii ölümden önce nefislerini öldürmüşler.
Nefislerini Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf etsin diye satmışlar.
Teddebirat (masiyet işlemekten) tan, iradet (kendi fikrini ortaya koymak)ten ve ihtiyarlarından (seçenek yapmaktan) tamamen kendilerini tecrid edip izole etmişlerdir.
Masiyet işlemekten irade ve ihtiyarlarını ortaya koymaktan külliyen soyunup sıyrılmışlardır.
Halîkları Allahü Zülcelâl'in önünde tasarruf etmesi için canla başla muhabbetle, sanki bir cenaze olmuşlar.
Tıpkı normal bir cenazenin cenaze yıkayıcının önünde oluşu ve cenazeyi dilediği şekilde çevirmesi, döndürüp temizlemesi ve ona istediği muameleleri yapması gibi...
Buna delil olan hadiste Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

Resim

“İçinizden kim yeryüzünde yürüyen bir cenazeye bakmak isterse Ebu Bekir Sıddık'a baksın.”

Buradaki gayesi, tevâzûna işaret etmektir.
Esasen kul olarak Halîkine karşı ücûb ve gurur içinde yürümüyor.
Haddini bilir, köle olarak, kul olarak yürür.
Allahü Zülcelâl'in görmediği bir an da yoktur esasen...
Tabi kalbi Rabbisiyle olunca halsiz, âciz bir şekilde yürüdü.
Ondan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) misâl vermiştir.
Görüyorsunuz ki tüm nakşi saadatlarının hepsinde de meşreb böyledir.
Hz. Nakşîbendî (ks) dahi böylesine hep mahviyet içinde idiler.
Allahü Zülcelâl'e karşı halleri hep bu idi...
Bir memur âmirinin gördüğünü tahakkuk ederse, anlarsa hiç nahoş bir şeyler işler mi?
Gördüğünü bilirse sakınır, değil mi?
Evet!
Hem saygı yönünden hem de kendisine yakışmayan şeyleri işlemez.
İşte Hz. Ebu Bekir Sıddık'da (ra) hiç bir an için Allahü Zülcelâl'i kaybetmiş veyahutta hatırına getirmemiş olamazdı.
Her zaman kalbinde Rabbisiyle idi.
Yürüyüşü böyle idi.
Evet, yürüyüşü vardır.
Ama adeta bir cenaze gibi…
İşte yürüyüşü bu minvâl üzare idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYHÜL HAZİN'DEN BEYİTLER

Aziz Kardeşlerim,
Kim ki bu makama ulaşırsa meşreb imamlarından bir imam olur.
Bu ise tıpkı mezheb imamlarının mezheblerini taklit ederek yollarında imamlarının izi üzere yürümeleri ve zahiren taklit etmeleri gibidir. Ve zahiridir.
İmamlarından, hadislerini, hikmetlerini verdikleri kararlarını alırlar ve taklit edip ona uyarlar.
Diğerlerinin taklitçiliği ise; sülük ettikleri yollarında ehl-i meşreb olan imamlarını taklit ederler.
Bu yoldaki taklitleri halen, edeben, kalben ve ruhen olduğu için imamlarının içtiği muhabbet şarabından içerler.
Çok iyice bilinen bu şarap harici (dışarda) değilde dâhili (içerde) bir şeydir. Batınîdir.
Meşreb denilince aşk şarabı anlaşılır.
Yani, Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen bir şarap ki Şeyhü'l Hazin (ks) tarafından buyurulan:


Resim

Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen Rahman'ın (Celle Celalühü) sunduğu tahûr (çok temiz) şarabı! “O şerbet ki Rahman verdi” buyuruyor.

Resim

“Ondan dolayı ben Hekimü'l Lokman oldum” buyurur.

Aşk şarabı bu!
Sevdikten sonra verir sevdiğine aşk şarabını!
Bu şarab, aşk-ü-muhabbeti olanların bildiği bir şeydir.
Vücûdun her zerresine kalbine, ruhuna ve sırrına ulaşır.
Hak (Celle Celalühü) tarafından verildiği takdirde bu böyledir.
Ama, diyeceksiniz ki; Allahü Zülcelâl re'sen (doğrudan) kendisine mi veriyor veyahut da mürşidin yoluyla mıdır?
Mürşidin yoluyla buyurulan rivayet mübarek şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'dendir.
Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin şeyhimize bizatihi kendisi vermiştir.
“Öyle bir şarab ki, hiçbir şekilde unutmak mümkün değildir. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) kendi eliyle vermiştir.” diye buyurdu.
Şeyhü'l Hazin (ks) ise “davi-i Rahman” diye buyurmuştur.
Tabi hepsinde de davi-i Rahman'dır. Veren Rahman (Celle celalühü)dır.
Hz. Ali Hüsameddin (ks)'in verdiği de odur. Ama aracılığıyla verilmiştir. Manevi şarabdır bu.
Ali Hüsameddin (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir.
Havalede etmeden bizatihi eliyle veriyor. Pek tabii meşreb meselesi hepsi aynı şekilde değildir. Kabiliyet ve istidadının varacağı yere göre muameleleri değişiktir.
Mesela Rahmetli Ağabeyim (Alaaddin)'in söylediği: Mübarek şeyhimiz seyrü sülûka girdiğinde öyle bir yılan gelmiş ki hayret bir şey...
Mübarek Ali Hüsameddin gelmiş de yılanı şöyle iki büklüm etmiş de şeyhimizin dizinin altına koşmuş.
Tekrar böyle bir hal olunca ise tamamen yok etmiştir.
Tabi kendisinin gücü vardır ve müridini denetlemektedir.
İstikrar bulunca iki büklüm edip de dizinin altına koymuştur.

Bizim ise şahsen bir devremiz vardı.
Ardı ardına çokça görür idim. Yılan veya köpek şeklinde.
Köpek başlardı varvar etmeye bir taş vururuz da susar giderdi.
Fakat yılan iki tane olurdu. Biri bir çeşit ötekisi bir çeşit.
Bir tanesinin bir taşla işini bitirdim.
Ötekisi bayağı bir cedelcilik etti.
Neticesi gittikçe ufaldı, gittikçe ufaldı.
Hattaki köpek olan kabadayı ufalmış, sonradan kediye dönüşmüş, kedi yavrusuna dönüşmüş.
En sonunda da bir “atansinek” haline geldi de bir çaputla attık gitti.
Yılanı ise bir taşla ikiye böldüm.
Bu uzun uzadıya bir zaman içinde oldu.

Hatta bir zamanlar Allah rahmet eylesin Çerkeş Musa vardı.
Bir kaç kişi oturuyoruz.
Şişman; “Amuca, bir rüya gördüm ben. Tuvaletteyken iki iri köpek hücum etti...” deyince “Ula kardeşim sen nefsini de şeytanı da çok beslemişsin. Gürbüz hale getirmişsin. Bunların terbiyesini ver, çaresine bak. Yoksa seni haklarlar” dedi.
Tabiki, rüya tevilini bilseydi, rüyasını anlatmazdı ve açmazdı!

Aziz Kardeşlerimiz;
Esasen şarab ve meşreb dediğimiz bu!
İçerse ve kalbe yerleşirse sevgi ve aşk başlar...
Allahü Zülcelâl'den gayrisi kalbde kalamaz.
Bu devreye geldiler mi cari' olur.
Beyazid-i Bestamî (ks):
“Ne kadar içsem doymam” diyor.
Ebu Hasanü'l Şazeli ise:
“Bazıları kâseyi görünce bayılır.”
İçmek değil de görüntüsüne tahammül edemezler, bazıları ise ne kadar içseler doyamazlar.
Herkes gücü nisbetinde... buyuruyor.
İlk içişten sonra alıştı mı tadına ve zevkine haliyle onu ister ve arar bulur...

İşte meşreb yolunun ilim ve edebinin kadrü kıymetini bilip bu yola talib olanın misâli; Muallimü'l Mezheb (İlim talimi ile zahiri yolu öğreticidir) ve Murebbiyinü'l Meşreb (batınî terbiye edici) olan mürşidin önünde talib=mürid bir ağaç gibidir.
Mezheb ve meşreb imamlarının önünde bakım ve tedavisine sunulan bir ağaç gibi olup her imam kendi sahasında hünerini gösterecektir.

Böyle misal verilmiştir ki; İnsanoğlu bir ağaç gibidir.
İki yönden bakım ve terbiyesi seyrü sülûku gereklidir.
Bir tanesi zahiri şeriat erbabından şeriatı okur, ibadat, muamelatı, malûmatı öğrenir. Zahiri olanları...
Ötekisi ise manevi yönden halleri, edebleri vb. şeyleri öğrenir.
Birisi ilmü'z zahir diğerisi ilme'l batın'dır.
Bir ağaca bir ziraatçı geldiğinde bakıyor; Ona zarar veren dalları falan buduyor, kesiyor, dışarıda olup zarar veren her şeyden temizliyor.
Zararlı olan fazlalıkları kesip atıyor.
Yararlılarına ise dokunmuyor.
İşte mezheb yönünden bu zahiri misaldir.
Efendim namazı nasıl kılacağız, zekatı kime vereceğiz.
Bunlar hepsi zahiri muamelattır.
Ötekisi meşreb kısmında ise; ağacın köklerindeki durumları tedkik edip çarelerini bulur.
Ağacın kökünde toprak ve su vardır.
Ağaç bu suya ve gıdayı emer. Meşreb budur.
Kökleriyle emer de iç kısım damarları vasıtasıyla yapraklarına kadar gider.
İşte bu olanlarda tarikat ehlinin işleridir.
Bir ağacın iki yönden bakımı ve terbiyesi iyi gelişmesi için şarttır.
Sadece kökünü beslersen ziraatçı olmazsa, zahiren budanmazsa haşeratlardan korunmazsa bir yarar elde edemez.
Ama zahiren bakımı tam da, toprak tahlili eksik, besin vs. hususlarında dahili terbiyesini yapacak hazik bir batın ehli olmazsa bir yarar elde edemezsin.
Onun için ağaç hem zahiri hem de batınî bakım ve terbiyesi tam olursa gelişir, büyür ve meyveleri de özünden gelen gıdalarla hoş bir hale gelir.
Tabi fazlalıklar falan olursa budanır!
Haşarat varsa ilaçlanır, gübre vs. eksik ise verilir.

Tabiki namazı zahiren kılarken şeklen çok güzel kılmanın yanında edeblerine de riayet şarttır.
Mesela Eyyübü'l Ensarî (ra) hazretleri namazda değilken çocuklara “durun, yapmayın, etmeyin” derdi.
Fakat namaza başladı mı çocuklar horhor oynarlar ve başlarlardı tünnemeye!
Çünkü Eba Eyyüb (ra) namaza kalktı mı hiç bir şeyden haberi olmazdı âdeta...
Sadece o değil sahabenin hepsinin halleri böyle idi.
Namazlarında halleri böyleydi.
İmam-ı Ali (kv) olsun, Ebu Bekir Sıddık (ra) olsun mübarekler namaz halinde iken dünyadan tamamen ilgilerini keserlerdi...
Ama diyeceksiniz ki, “Nasıl kesiyorlardı?”
Bir kerre kalbleri böyleydi.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Kalblerinin üzerlerini perdelemeseler Allahü Zülcelâl'in yarattığı minval üzere öylece dursa, kalbin içindeki basiret gök alemini seyredebilir.”
Yani melekût alemini rahatlıkla seyredebilir. Bu basirettir.
Göz görüşü ise basardır, dünyayı görür.



BASAR VE BASİRET

Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'de:


فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
“…fe innehe la ta'mel ebsaru ve lakin ta'mel kulubülleti fis sudur.” (Hac/ 46)
“...Ama gerçek şu ki; Gözler kör olmaz. Lakin göğüsler içindeki kalbler kör olur.”

Yani, göz körlüğü aslında mühim değildir.
Buna körlük denilemez.
Ama kalb körlüğü varsa işte o felakettir. Hakkı göremez ve duyamaz.
Mesela bu kafirlerin basiretleri olsa idi, Allahü Zülcelâl'e karşı gayrisini seçebilirler miydi?
Hakikatleri anlamazlar mıydı?
Onun için kalbin basireti az miktar değildir ve gök âlemini seyredebilir.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği sahabe-yi kiram'ın hepsi en azından kalb basiretleri böyle idi.
Karşı karşıya gelip Rasullullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda bir saat bulundu mu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi kalbinin nurunu sahabenin kalbiyle karşı karşı getirdi mi Hak geldiği anda batılı yok etmiştir.
Çünkü Ayet-i celilede:


بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ
“Bel nakzifü bil hakki alel batili fe yedmeğuhu…” (Enbiya/18)
“Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size.”

Çünkü hak geldi mi, batıl duramaz.
Öyle olunca da kalbin perdesi ve pürüzleri yok olup perdesiz ve tertemizdir.
Artık kalb basireti ile gök alemini seyredebilir.
Gök alemini seyredebilen kimse namaz anında Rabbısıyla baş başa olunca, her semada bir kâbe vardır.
Beytü'l izze, Beytü'l dar'a, Beytü'l mâ'mur vb. gibi adeta sefer tası gibi...
Her göğün bir kâbesi vardır.
Herkes istidadı ve kabiliyetince görebilir...
Mesela bizim Sûfî Numan'ımız dünyadaki Kâbe-yi Şeriften bahsederken adeta Beytü'l mâ'mur'un vasıflarını anlatırdı.
Yani kendisi kâbe yönünden konuşurken sen okumuş olduğun Beytü'l Mâmûr'un sıfatlarından bahsederdi.
Ama, güya bu kâbeden bahsediyor gibi yapardı.
Onun için kalb açıklığı olunca, hele bilhassa sahabe için namaza başlayınca beytü'l mâmurla başbaşa kalıyorsa cevarihi tamamen o yöne bağlanır. Ve burasını dinlemez hâle gelirler...
Ne kulağı bu dünyayı duyar, ne gözü bu dünyayı görür.
O halin içinde mebhut (hayrette kalmış, şaşmış) durumundadır. Kendini tamamen oraya vermiştir.

Mübarek İmam-ı Ali (kv)'nin ayağına bir şeyler saplanmış da namaza durunca çıkarabilmişlerdir.
Hazret-i Zübeyr (ra) ise bir yerde namaz kılıyor ve ondan kimsenin haberi de yoktur.
Yukarıdan kaynar suyu dökerler de tamamen üzerine gelip yakıyor ama kendisi hiç farkında bile değildir.
Selam verdikten sonra, bakıyor ki ne hale gelmiş...
Nitekim pek çok zattan duyulmuştur ve Basra'da meşhurdur ki; bir cami yıkılmış, direkleri falan çökmüş, koşmuşlar.
Varmışlarki bir kimse bir köşesinde namaz kılmaya devam ediyor ve caminin yıkıldığından hiç haberi yok...
Yine benzeri birisi camide namaz kılarken cami çökmüş, namazı bitince bakmışki yağmur yağıyor: “Ama, camiye girdiğimde bir şey yoktu” diyor.
Namazı böylesine kılıyor mübarekler!

Bir zaman bir zât vardı ki; halk nazarında namaz kılmıyordu.
Gavsü'l Azam'a (ks) sordular: “Lâ, hayır lâ hayır, sizin bildiğiniz gibi değil. Ben bu zatı görüyorum ki kâbenin kapısının önünde secde ediyor.” buyuruyor.
Kadı Bûlûbân meşhurdur. İsmi Hasan'dır.
Ancak Bûlûbân okuduğundan dolayı Kadı Bûlûbân demişlerdir.
İşte bu zatı, Kadı Bûlûbân'ı birgün zorlamışlar, camiye sokmuşlar.
İmamın arkasında namazda iken birdenbire “of be, yoruldum yahu!” demiş. Ve namazdan çıkıp gitmiş...
Sonradan sormuşlar: “Ne oldu da çıktın namazdan, o kadar yorucu mu bu namaz?” demişler.
O ise: “İmamınıza sorun” diyor.
Soruyorlar da imam saklamıyor: “Gerçekten hacca gittik, Bağdad'dan çıktık. Taa Mina'ya vardık ki, böyle söyledi. O zaman biz Mina'da idik... Böyle söyleyince ayıldım.” diyor...
Adam haklı tabi imam bu kadar dolaşınca yorulmuş haliyle!

İşte bu sebeple kalb basireti ile gök alemini seyrederler.
O basiret keskindir, mesafeleri kat'eder. Ama ruh basireti olursa arşa kadar gider.
Tabi herkesin kendi çapına ve yetişme durumuna göre, mürşidinin geliştirdiğine göredir...
Dahası sır basireti, hafî basireti, ahfa basireti varki çok çok acayip haller olur.
Her letâifin basireti vardır. Bunlar meşrebdir.
Mezheb ise şer'an namaz kılmak vs. dış âlemidir.
Ama iç âlemini bilemiyoruz.

Aziz Kardeşlerim;
Sizlere âlâ kaderü'l imkân anlatmaya çalıştığımız gibi mezheb imamı da meşreb imamı da kendi sahasında hünerini gösterirler.
Mezheb imamı zahiri olarak o kimseye (talib) uygulayacağı tadilatla (düzeltmelerle) tedbirlerle (uygun şeklide hazırlayıp yerli yerince olmasını teminle) ona zarar veren kısımlarını keserek ve onu tedavi ederek ıslâh eder.
Marifet ve bilgisi miktarınca ona her bir hususta menfaat teminine uğraşıp çaba sarfeder.
Bunların hepsi ağacın zahiri (dış) ile ilgili hususlar gibidir...

Ağacın batının ıslâhı ve meşrebi ile alâkalı hususlarına gelince: Meşreb dediğimiz ağacın gövdesinde olan köklerinden aldığı su ve gıdaları dal ve yaprak, çiçek ve meyvelerine sevk etmek meselesidir.
Bu işi batınında yapar.
Dışardan görülüp seyredilemez.
İçindeki damarlarla içilir.
Toprağın ve suyun yararlı hassalarını, lezzetli tad alınacak şeylerini cezbeder, çeker alır ve sömürür de köklerinden en uzak dal, çiçek ve meyvelerine çeker çıkarır.
Zahiren ve batının faydalar temin eder.



İNSANOĞLUNUN İKİ VASFI

İşte insanoğlu da böyledir.
İki vasfı vardır.
Okuduğumuz, bildiğimiz ve yaptığımız şeyler başka, maneviyatımız başkadır.
Rabbimiz ile kulu arasındaki edebiyat (edebler) nasıl olacak?
Nasıl cereyan edecek...
Anlattığımız gibi bir namaz meselesinde neler olduğunu gördünüz.
Zahirî vardır; evet, okuyoruz ve okuduğumuz gibi şeklen kılıyoruz; ama hedefimizden saptığımız zaman ise size şunu söyleyeyim ki: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğuna göre esasen âmel kalıben ve kalben birleşmedi mi hiç bir kıymet ve değeri yoktur.
Kalb ile kalıp birleşecek...
Hatta ki namaz kılarken Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki:
“Bazı kimselerin namazının (1/10) onda biri, bazısının (2/10) onda ikisi geçerlidir. Böylece (10/10) onda onu geçerli olanlar da olabilir.”
Bir düşünün ki kıldığımız namazın onda biri geçerli ve onda dokuzu geçersiz oluyor.
Nasıl ve neden oluyor?
Çünkü kalbimiz ile kalıbımız birlikte kalben ve bedenen kılıyorsak ne âlâ...
Yoksa bir kısmı geçerlidir!
Misal verirsek hani kalp grafiği çekiliyor ya işte öyle...
Eğer fikrimizi düşüncemizi dağıtmış isek kalbimiz ve bedenimiz kıyamda rükûda secdede birlikte ise namaz tamamdır ve grafik güzeldir.
Diğerlerinde ise kalp grafiğindeki gibi biraz duraksamış biraz yürümüş ve onda dokuzu geçersiz olmuş...

İşte namazın sünneti, vacibi, farzı olduğu gibi edebi ve sıhati de vardır.

“Allahü Ekber” dendiğinde ekberiyetin karşısında masiva'dan hiç bir şey kalmaz.
Ekber (en büyük) dediğinde her şey sagir (en küçük) Huzurullah'a, Allahü Ekber ile giriş yapar.
Sübhaneke ile sena eder, tenzih ve teşbih eder.

“Elhamdülillahi Rabbil Alemiyn” deyince “Kulum bana hamd ediyor.”
“Maliki Yevmiddin” “Kulum beni temcid ediyor”
Kıyamet gününün mâlikidir, melikidir.
Mellâkidir ve kıraat çeşitlidir.
İşte buraya gelince gerçekten kalb ve kalıb beraberce söylüyorsa o zaman Allahü Zülcelâl, “Kulum gerçekten beni tenzih etti, teşbih etti, tahmid etti, temcid etti.” buyuruyor.

“İyyâke Na'büdü ve İyyâke Nesta'în” yani “Rabbim kulluk hassaten sanadır”
Başka hiç bir şey getirmeden tamamen Rabbısıyla baş başa...
“
İyyâke Na'büdü = İbadet sana lâyıktır ve ibadete hazır durumdayım. Fakat âciz bir durumum vardı ve gücüm yoktur... İyyâke Nesta'în = Sana ibadet edebilme gücünü senden diliyorum” der.
“Evet, ibadet edeceğim ama senden inayet diliyorum.” dedi mi o zaman kulun hakkı vardır ve Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. “Kulum ne isterse istesin” diye...
İşte ondan sonra
“İhdina's Sırate'l Müstakim” = doğru yola hidayet et, tabi doğru yol şu bildiğimiz caddeler değil.
O doğru yola ki:
“Sıratellezine En'amte Aleyhim” = nimetlerini verdiğin nimetleri, müşerref kıldığın kulların hak doğru yoluna, sana varan yola...
Bize mûîn ol ki bu iyi kimselerin yolundan olsun diye...
“İşte kulum bu inceliği yaparsa, vaadim var bu hak yolu, doğru yolu veririm” buyuruyor.
Allahü Zülcelâl varacak yola, teshilâtı (kolaylığı) vardır.

“Gayril madubi aleyhim veladdallin” = Yani gazabına uğrayan Yahudilerin, dalalete uğrayan Hristiyanların yolundan değil... Onların dışında hak yola...
Sonra ise “
Amin = kabul buyur” dedin mi işte namaz bu...
Yoksa; namazda kalb kalıbından çıkıpta dolaşmaya başladımı geride sanki bir heykel bir robot kalır...
Cesedimizde bir mud'a vardır ona kalb deniliyor.
O kalb salahda ise her taraf salahda o kalb fesada dönüştümü bedenin tamamı fesada düşer.
Onun için biz sıfırlık tezini ortaya koyduk...
Onun için biz yetmiş küsur senedir hele hele yetmiş senedir namaz kılıyoruzda hiçbir şey bulamıyoruz...
Sıfır... Sıfır...
Ama rabbimiz, rahimdir, atuftur şefüktür...
Böbürlenmiyoruz.
Geliyorum ha cenneti hazırla namaz kıldım şunu ettim bunu yaptım gibi şeyler asla!
Merhamet ederde cennetin kapısına koyarsa lütfundandır.
Namazımızı kabul ederse kerem ve ihsanındandır.
Kabul etmezse o haklıdır.
Hakkıyla layıkıyla veçhiyle Rabbimize kulluk yapabilmek mümkün mü?
Meğer o şahsiyetler ki o mertebeye gelmişler ve zaten kalblerinde mütemadiyen “Allah Allah Allah” diyor.
Başka birşey bilmiyor.
Tabi kalbi tamamen Allaha teslim etti ve Lafz-ı Celal yerleştiyse başkası olamaz ki...
Böylesi kalbe bu hal yaraşır ve tasavvuf meselesidir ne söyleyeceksin!

Aziz kardeşlerimiz;
Bunca misâl ve anlatılanlar her akıl sahibinin fehmedip anlaması için yeterlidir ve kafidir.
Velâkin ahmaklara gelince, her derdin devası vardır fakat ahmaklığın devası yoktur.
Öyleyse azıcık aklı olan için ağacını ziraatçisini herşeyini anlattık buna rağmen anlamıyorsa o zaman ahmaktır.
Onunda devası ilâcı yoktur.


Resim
Ey subhan olan Rabbımız senin fehmettiğinden başka bizim için fehm yok ki. Şüphesiz ki sen cömert ve ikram sahibisin.

Her derdin bir tabibi vardır.
Hariciye tabibi, bizzat gözünün gördüğü ve cismin hariciyle zahiriyle alakalı hastalıkları muayene ve tedavi eder.
Dahiliye tabibi ise dahiline bakar, zahiri hastalığın sebebini haricen ve dahilen tetkit eder ve hususen özellikle hastalığı kökünden kesmek hususunda cehd-ü-cühûd eder. Çaba sarf eder.
Eğer tabibi hazik (işinin elhi) işinden haberdar ise malûmatlı kabiliyetli basiretli ve maharet sahibi ve şer'i tedavi fenninde arif bir şahsiyet ise Allahu Zülcelal onun ruhani ve keza cismani tedavilerini mutlaka muvafık (uygun) kılar.


Resim
Allah’ım bu hususta bizi, senin, Nebiyyin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve muhabbetlerinden razı olduklarıyın muhabbetleri yüzü suyu hürmetine muvafık kıl. Nefislerimizi salah et. Kalbimizi cilala ve parlat ruhlarımızı saflaştır ve sırlarımızı nurlandır. Ya erhamarrahimin rahmetinle akibetimizi hayr ve rızan üzere hitama erdir. Amin ya Muin...

İşte bu yazdıklarımız zahiri ve batını alimlerin sıfatları Allahü Zülcelâl ile olan halleri, halk ile olan muameleleri ve şimdi sayacağımız hususların üzerimize neden ve nasıl vacib olduğudur.
Zira bize onların sohbetlerini dinlememiz ve hallerini taklit etmememiz gereklidir.
Nassı'l Kur'anı, hadisleri ve alimlerin mücmelen (özet olarak) muhtasaran (kısaca) uzatmadan, tafsilata (açıklamaya) girmeden bu hususları böylesi alimlerden almak üzerimize vacibdir.
Çünkü vakit geniş değil, ömrümüz ise kısacıktır.
Fazla genişletmeye aslında ömrümüz yetmez...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

“ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİLDİR”
SÖZÜ DOĞRU MU?


Aziz Kardeşlerimiz;
Tekrar gaye ve meramımıza dönersek müslüman kardeşlerimizden bazıları “bu zaman tarikat zamanı değil de imanın dalal (sapıklık) ve küfürden halası (kurtuluşu) gayesi ile cihad zamanıdır:” diye bir şeyler ortaya çıkıyorlar.
Bu kimseler; tarikat muayyen bir zaman üzerine kayıtlı ve muayyen bir zamana mahsus ve bağlı olduğunu mu sanıyorlar?
Zikrin çok çok olmasının, zikrin telkininin, zikir meclislerinin ve fikirlerin cilalanmasını muayyen bir zamana bağlı mı zannediyorlar?
Zikir meclisleri fikirleri cilalıyor ama bu kimseler bunun bir zamanlar gelmiş geçmiş de yapılıp gittiğini şimdilik bunların zamanı değildir sanıyorlar.
Yani bunlar ancak önceden tayin edilmiş bir zaman diliminin içinde mi yapılabilir.
Ne garibtir ki bu kimseler tevekkelü alallah'ı (Allah'ı vekil edinmeyi) tefvizü'l umurullah'ı (işlerin tevziinin Allah'a ait olduğunu) ve teslimü'llah'ı (Allah'ın hükmüne teslim olmayı) bunların hepsini muayyen bir zaman içinde yapılırda diğer zamanlarda yapılamaz ve gerekmez mi sanıyorlar?

Onun için “tarikat gereksizdir esas olan bugün için cihad etmektir” diyenler; halka hizmet etmeyi ve onların sapıklık ve küfürden kurtuluşlarını münhasıran ve özellikle sadece dille konuşarak kuru lafla delil ve burhanlar ortaya koyarak, anlayışsız hoyrat, kötü kalbli, hasımlıkla ve cedelcilikle ve laklaka ile dille nasihatle yetinirler.
Kendilerinin dışındakilerin küfrüne kendilerine bağlı olanların ise imanına hükmedip kararlar verirler.
Kendilerini böyle sanırlar.
Sanki iman kendi ellerinde imiş gibi...

Böyle kimseler Allah'ın kullarının menfaat ve faydalarının münhasıran sadece kendileri gibi zahiri alimlerin ve vaazcıların üzerine kayıtlı ve bağlı mı sanıyorlar ki hiç durmadan cihaddan, mücadeleden bahsediyorlar.

Halbuki tarikat ehline gelince onların önem verdikleri; cedelleşmeyi terk, söyledikleri nasihat, taşıdıkları hallerini gizlemek ve insanlardan uzlettir.
İşte bundan dolayı halkla cihadın terkine, onun lüzumunun olmadığına hükmettiler.
Yoksa onların dediği gibi ehl-i tarik, cihadı iptal ve nasihati terk etmediler.
Hâşâ...
Velakin onlar nazar ettiklerinde dakaik ve hakakikleri fikreder ve tevhidin nuru zühud eder de şühuda ererler...
El-hakk muhakkak ki, Allahü Teâlâ kullî şeyle beraber, kullî şeye mutasarrıf ve kullî şey tasarrufu altında, kullî şey üzerine kâim, kullî şeyin evvelî, kullî şeyin âhirî o kullarının üzerinde Kahhar ve Hakimü'l Habîr'dir.
Hükmeden, Hakim olan ve Haberdâr olandır.



HİDAYET - DALALET VE TAKDİR-İ İLAHİ

Resim
Allah sizi ve amellerinizi yaratandır.
İşte zaman tarikat zamanı değil cihad zamanı diyenler bunları okuyup dinlesinler de Hz. Allahü Zülcelâl hakkında edeblerini takınsınlar, olur olmaz konuşup durmasınlar.
Hidayeti verenin Allahü Zülcelâl olduğu itiraf etsinler de “Allahü Zülcelâl'in kullarını taklidden tahkike çıkaracağız” diye azgınlık yapmasınlar.
Hidayet mutlaka Allahü Zülcelâl'e aittir.
Kul bir tebliğ edendir. Tebliğcidir.
Birisine hidayet vermeye kesinlikle kudreti yoktur.
Tebliğcidir ve tebliğ yapar da ancak illa tesir bırakacak diye bir şey yoktur.
Ancak Allahü Zülcelâl'in dilediğini söyleyebilir.
Tebliğ sadece bir vazifesidir.
Âlim olan kimse üzerinde cahil olanın bir hakkı vardır ki tebliğ edecek, söyleyecek, ama hidayet vermeye kabiliyeti yoktur.
Hidayette ve imanda Allahü Zülcelâl'e aittir.
Kimsenin bunda tasarrufu yoktur.
Ne kimseye iman verebilir. Ne de kimseden imanı giderebilir.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: “Yol gösteren benim ama hidayet Allahü Zülcelâl'indir.”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi kendine bir pay çıkarmamıştır.


Resim
“Ben sadece delilim, anlatıyorum ve yol gösteriyorum. Ancak hidayet Allah'ındır.”
Başka kimsenin tasarrufu yoktur.
Zaten olsaydı, önce amcasını iman sahibi ederdi...
Onun için bizler haddimizi bilmemiz lâzımdır.
“Yok efendim imanı taklididen imanı tahkikine hakikatine çıkaracakmış vs.” Hepsi safsata, sanki tasarrufları varmış gibi aşırı derecede azgınlık yapıyorlar.
Hiç kimse hidayet ve dalalet hususunda asla müdahil (karışan) değildir.
Nasihat edebilir. Fakat “ben hidayete getiriyorum” diye bir şey asla yoktur.
Muhakkak ki her bir kişi için hikmetullah'a dönüş vardır.
Her kimse Allahü Zülcelâl'in hikmeti ve ezelden kaderi ne ise ona döner ve rücu' eder.


ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
“…zalike kakdiyrul aziyzil aliym.” (Yasin/ 38)
“...İşte bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir.”


İşte bu Azizü'l Alim olan Allahü Zülcelâl'in takdiridir ki, aziz dediğimiz zaman hiç kimse pürüz çıkaramaz.
Aziz olan her dediğini yapabilen hatta yapamadığı zaman zillete düşen olur ki, Hâşâ Allahü Zülcelâl'in azizliği ve kaviliği vardır.
Dilediğini yapar ve asla kimse engelleyemez.

Eğer engelleyen var ise demek ki Azizlikten düşmüş olur ki hâşâ...
Bu hususla ilgili âyet-i celile ve hadis-i şeriflerde pek çoktur.

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyordu ki: “Allah (Azze ve Celle) kullarıyla ilgili şu beş hükmünü vermiş ve el çekmiştir. Fariğ olmuştur. Eceli, rızkı, eseri, madca' (doğup yaşayacağı ve sonunda yatacağı yerler) ve son nefesinde said mi şaki mi olacağı karara bağlanmıştır.”
Yani kadere taalluk eden bu beş hükmü yazmış ve mürekkebi de kurumuştur.
Ravisi İmam-ı Ahmet ve Taberani

Resim
Hadis Meali:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) her kulu üzerindeki şu 5 hükmü kesinleştirmiştir. El çekmiş ve boşa çıkmıştır; Ameli, eceli, rızkı, eseri (hangi eseri meydana getirip geride bırakacağı) ve madca'ı”.
Ravisi Taberani.
Burada amel dediğimiz yine sonuçta said mi şaki mi olduğu demektir.
Ameli mutlaka varacağı sonuç bu ikisinden birisidir.

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) semaları ve yeryüzünü yaratmadan 50.000 sene evvel dünyanın ömrünü miktarını takdir edip kesin hükme bağlamış ve bu işten el çekmiştir.”
Yani Allahü Zülcelâl daha henüz gökler ve yer yokken 50.000 sene evvel takdir etmiştir, projesini yapmıştır.

Resim
Resim
Hadis meali:

Şüphesiz ki Allah (Azze ve Celle) her birimizin anasının karnında halk ederde 40 günde bir nutfe (bir damla meni) iken sonra bunun gibi alak (pıhtılaşmış kan) haline, sonra bunun gibi mudga (bir çiğnem et) haline getirir de sonra ona bir melek gönderir de ona ruhu nefha eder (üfürür) ve o meleğe 5 şeyi yazması emredilir ki: madca'ını, rızkını eceli, ameli ve said mi şaki mi olduğunu yazar. Ondan gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, birimiz kesinlikle cennet ehlinin amelini işler ve cennetle arasında bir zira' (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan 75-90 cm lik bir ölçü) kalıncaya kadar yaklaşır. Fakat kendisi için yazılmış hüküm galebe hüküm ederde ateş ehlinin amelini işlemeye başlar ve ateşe girer. Yine biriniz kesinlikle ateş ehlinin amelini işler hatta öyleki onunla ateş arasında bir zira' kalıncaya kadar. Fakat kendisi için yazılan ve kesinleşmiş olan hüküm galip gelir de cennet ehlinin amalini işlemeye başlar ve cennete girer.
Ravisi Buhari ve Müslim

Yani, kişi geliştikten sonra çalışmaya başlar.
Düzgün bir amel yürütmekte cennetlik görüntüsü varken ezelde vakti ile şaki ise değişiyor ve şeka amellerine başlar.
Hatimesi de şâkî üzere olur.
Öbürüsü de şekâ âmâli işlemekte iken bakarsın tevbeye girer değişir de cennetlik amel işlerde said olur.
Kimseye peşinen “şudur, budur” denilemez.
Yukarıdaki âyet-i celile ve hadisi şeriflerin hükümlerini düşündüklerinde umulurki onların her birisi anlar, irfan sahibi olur, edebini takınır, nefsinin acizliğini fehmeder.
Bitkin ve bîhuş (şaşkın, sersem) hale gelirde cedelleri azalır.
Allahü Zülcelâl hikmeti (Hikmetullah) içinde fikirleri çoğalır.
Ve Allahü Zülcelâl'in kudreti halk ettiği şeyler içinde cereyan içinde oluşur gider.
İşte kim ki bu şekilde mahlukata (halka) şefkat (karşılıklı istemeden merhamet edip sevmek), refet (merhametle acıma) ve rahmetle bakarsa, onları ayrı gayrı bilip, hakîr (küçük, kıymetsiz, itibarsız) görmezse, onlar hakkında su-i zann beslemezse kader kaderullah'dır deyip halk hakkında su-i zann (kötü zan) beslemezde bilakis hüsn-i zan ile âmâl ederse (işler yaparsa), halk ile ayıpları arasına perde olmayı kendisi için lüzumlu ve gerekli görürse, tecessüsü (bir şeyin iç yüzünü, sırlarını araştırmayı) terk ederse, hiç birinin ayıplarını ifşa edip utandırmazsa ve halk ile Halîklarını baş başa bırakıp aralarından çekilirse: âyet-i celilede:


Resim
Allahü Zülcelâl dilediği şekilde hükmünü verir ve icra eder. Hakimdir. Kullarına karşı merhametli, yumuşak ve her bir şeyden haberdar olandır.


فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا
“Fe mey yüridillahü ey yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islam ve mey yürid ey yüdilehu yec'al sadrahu dayyikan haracen…” (En'am/125)
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”

Muhakkak ki Allahü Zülcelâl'in hükmüne teslim ve Allah kullarına ne yaparsa yapar ve Allah'ın kullarına karşı daha şefkatli olmalı, onların iyiliği için af ile mağfiret ile dua etmek, şeddet ve intikam almak gibi huyları azaltıp terk etmektir.

İşte bunlar ise Allahü Zülcelâl'in halkından olan Rasüllerin câri' âdetlerindendir.
Şu âyet-i kerimeler ise bu hale serahatle; açıklayan vazıh beyanlardır.


فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ
“Fe bi ma rahmetim minellahi linte lehüm, ve lev künte fezzan ğalizal kalbi lenfeddu min havlike fa'fü anhüm vestağfir lehüm ve şavirhüm fil emr…” (Âli İmrân/159)
“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet. Bağışlanmaları için dua et. İş hakkında onlara danış.”


ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
“Üd'u ila sebili rabbike bil hikmeti vel mev'izatil haseneti ve cadilhüm billeti hiye ahsen inne rabbeke hüve a'lemü bi men dalle an sebilihi ve hüve a'lemü bil mühtedin.” (Nahl/125)
“(Resulüm!) Sen, Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbın kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri çok iyi bilir.”


Allahü Zülcelâl'in halkının hayırlısı olan Habibi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e bu şekilde vasiyetinden sonra İbrahim (as) için:


رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Rabbi innehünne adlelne kesiram minen nas fe men tebiani fe innehu minni ve men asani fe inneke ğafurur rahiym.” (İbrahim/ 36)
“Çünkü onlar (putlar), insanlardan bir çoğunun sapmasına sebeb oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.”


Ve Musa (as) ve Harun (as) u Firavun'a gönderdiğinde onlara vasiyeti ise rıfk ile nasihat etmeleri ve yumuşak olmalarıdır.


فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“Fe kula lehu kevlel leyyinel leallehu yetezekkeru ev yahşa.” (Taha/ 44)
“Ona yumuşak söz söyleyin, Belki o, aklını başına alır ve korkar.”


إِن تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِن تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“İn tüazzibhüm fe innehüm ibadük ve in tağfir lehüm fe inneke entel azizül hakim.” (Mâide/118)
Yine Allahü Zülcelâl İsâ (sa) dan hikaye ederek:
“Eğer kendilerine azab edersen şüphesizki senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, dedi.”

Resim

Yani bundan gaye Rasül ve Nebiler irşad ederken; tatlı bir üslûbla irşad ederler. Sertlik yoktur.
Mesela İbrahim (as): “Bana tâbi olan zaten benim milletimdendir. Fakat bana tâbi olmaz da isyan ederse sen hem mağfiret edersin hem de Rahimsin” buyuruyor.
İsyan eden kendisine uymayan kimseye dahi sertlik göstermiyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise Allahü Zülcelâl’in tüm kullarına rahmettir.


إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“…innellahe bin nasi le raufür rahiym.” (Bakara/143)
“... Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.”

Rauf ki Rahimden de nazik yani toz kondurmaz bu müminlere böyledir.
Bütün insanlara ise;


وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“Ve ma erselnake illa rahmetel lil alemin.” (Enbiya/107)
“(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”


Bu ise umumidir ve âleme rahmettir.
Ebu Hasani'l Şâzeli buyuyur ki:
“Tüm nebiler rahmetten var olmuşlardır. Rahmet ise Rasulullah ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ta kendisidir. Rahmetin tamamıdır. Diğer nebiler ondan alıyorlar.”

Hz. İsa'ya (as) gelince; “Eğer bunlara azap edersen kullarındır ya Rabbi! Eğer bağışlar isen hem Aziz'sin hem de Hakîm'sin ya Rabbi!” buyuruyor.
Aziz demek; dilediğini yapabilen demektir.

Şuayib (as)'ın söylediği harika kelimelerden dolayı Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Şuayib nebilerin vaazı, nasihatçisidir. Belagat ve fesahat sahibidir.” buyuruyor.

Aziz kardeşlerim,
Anlattığımız hususlardan dolayı sahabe-i kiram (ra) ve evliyaların ekserisi Allahü Zülcelâl'in halkına karşı raufer (refetli) ruhameen (merhametli) ve müşfik olup böylece gelip geçmişlerdir. Kendisi rahmet olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a Allah Azze ve Celle:


وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِين ۞ فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ َ
“Vahfid cenahake li menit tebeake minel mü'minin. ۞ Fe in asavke fe kul inni beriüm mimma ta'melun.” (Şuara/215-216)
“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkakki uzağım. Müminlere karşı ana kuşu nasıl kanatlarıyla gölgelendiriyorsa sen de öyle kanatlarını sal. Ama isyan edecek olurlarsa “ben sizin bu halinizden biriyim, amelinizden beriyim! Sizden değil.”
buyuruyor.
Kendilerinden değil de amellerinden muamelelerinden.
Yoksa onları uzaklaştırıp tard etmek diye bir şey yoktur. Çünkü Allah'ın bir kuludur.
Onun meydana getirdiği bir insan olarak görüyor.
Ebu Fadıl Ahmed bu hususta: Sarımsak yenmesi hususunu ele alıp misâl veriyor ve diyor ki:
“Esasen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sarımsağı değil de kokusunu sevmiyor ve istemiyor. İnsanları rahatsız eder diye istemiyor”
İşte böyle bir kimsenin şahsiyetine değilde muamelelerine, amellerine karşıdır.
Esasen insan çok kıymetlidir.
Mübarek İmam-ı Ali (kv):

Resim
Ey insanoğlu senin cürmün (cismin) küçüktür. Ama bu amelü'l ekber sende mündemiçtir, (dürülüp sarılan, içine sokulan) Aklı fikri, feraseti vb. sanki bir fabrika gibidir.

Onun için Allahü Zülcelâl başlangıçta Aleyhissalatü Vesselam'ı böylece uyarıp “Mü'minlere ana şefkatiyle idare et!..” buyurmuştur.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise bilhassa Tâif olayı vuku' bulduğunda bunu isbat etmiştir.
Tâifteki olayda mübarek Aleyhisselatü vesselama atılan taşlara karşı Zeyd bin Haris (ra) siper oluyorda taşlar kendisine gelsin istiyor ama kadit (yetersiz) kalıyor.
Ve neticesi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ayakları kan içinde bir hal kalmadı âdeta bitkin bir haldedir.
Buna rağmen Allahü Zülcelâl Cebrail (as)'i gönderdi de
“Ya Muhammed muhayyersin dilersen, iki dağı birleştirir de bunları yok ederim, bunlar sizi çok üzdüler. İster böylesi ister kendi ihtiyarını, kararını ver” diyor.
Bu kadar ezâ vefâ ve çileye rağmen:
“Ya Ahi, bunlar hepsi Allahu Zülcelâl'in kullarıdır. Kendi etrafımız akrabayü taallukatımız veyahutta ayni memleketin adamlarıdır. Evet bunlar nahoşluk yaptılar, ama bilmediklerinden yaptılar. Fakat bunlar alt¬üst olurlarsa hiç bir şey kalmaz. Ben dilerim ki bunlar Halika teslim olurlar. Eğer bunlar olmazlarsa, bunlardan gelecek evlâtları buna inanır ve ümmetimden olurlar.” buyurarak yok olmalarına razı olmuyor.
Kendisi de bitkin bir halde rast geleye yürüyorlarda “nere gidiyorum?” demiyor.
“Böylece bir yere yatmışım beni uyandıran güneşin harareti idi.” buyuruyor.
Ninovadan gelipte Taife yerleşen birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı böyle görünce kendisine bağına gelmeyi teklif etmişde Ninovalı olduğunu söyleyince: “Orada benim kardeşim Yunus vardır” buyurunca o kimse “Onu biliyor musunuz?” diye sorduda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “evet” buyurdu.

Bakınız ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın çektiği ezâ ve meşakkatlar karşısında Allahü Zülcelâl O'nu şiddet-ü-intikam ile aff-ü-gufrân arasında seçim yapmasında muhayyer kılıyor.
Bizzat kendisinin seçip tercih yapmasını diliyorda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bilâkis,
“Allahü Zülcelâl'den umarım ki; bunların sülblerinden gelecek olan kimseler, Allah'a kulluk eden ve O'na şirk koşmayan kimseler olurlar.” buyuruyor.

Aziz Kardeşlerim;
Onun içindir ki bu seçkin zâtlar ehl-i batın olanlar Allahü Zülcelâl'in kullarına karşı ahyar (en hayırlı) halim (yumuşak başlı) hannan (yufka yürekli) olup ana şefkati ile muamele ederler.
Ve onların iyiliğini ve emân durumda olmalarını temenni ederler, onlar için gizli de açık da husn-ü hitamları ve cennete ulaşıp selâmete ermeleri için kalben dua ederler.
İşte bu kardeşler karşı karşıya olmadıkları halde gıyablarında dua ederler ki en muteber olan dua budur.
Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşine karşı birbirlerini görmedikleri halde riyakârlık, sûmakârlık değilde gıyaben Allah rızası için, içten gelerek ciddiyetle dua ederse en geçerli olan dua budur. Ve dahi husnü'l hitamları (iyi son) için dua ederler.

Ama zahiri âlimlere gelince, onlar nasihat ettiklerinde galiz (nezaket ve edeb dışı, kaba) zecrî (zorlayıcı, önleyici, yasaklayıcı) usrî (zorlaştırıcı) neferrî (nefret ettirici) dirler.
Bunların bu halleri, sert konuşmaları dinleyenleri ye'se (karamsarlığa) düşürecek hale iletir.
Halbuysa, umudu kestirmek, havf-ü-recayı ve korkuyu kaldırmak ise aslında küfürdür.
Allahü Zülcelâl'in rahmetini kaldırırsa recâyı ve umudu kaldırır.
Ötekisi ise havfı (korkuyu), Allahü Zülcelâl'den korkmayı kaldırırsa, saymıyormuş gibi davranırsa bu da olmaz.
Allahü Zülcelâl'in azabından emin değiliz.
Amma rahmetinden de asla umud kesmeyiz.
Rahmetinden umud kesilecek olursa küfre eletir. Âyetle sabittir.
Bu hal insanı ye'se düşürür.
Ye'se ise ancak kâfirler düşer ve Allah'ın rahmetinden umud keserler.
Bu kimseler beddua ettiklerinde ise hiç çekinmeden kahr-ü helak ve şidded-ü-intikam isterler.
Yâni beddua etmeye sıra gelince hep; şidded, intikam, helak, altüst etmek isterler ve Kahhar isminle kahret vs. derler.
Halbuysa Kahhar ismi bu dünyada kullanılmaz, işlemez çünkü burası imtihan diyarıdır.
Kahhar ismi gelecekte cehenneme gidecekler içindir.
Burası serbestliktir.
Allahu Lâtifun bi'l ibâd...

İşte zahiri âlimlerin pek çoğunun halleri budur.
Ancak, faydalı olan tatlı ve yumuşak konuşan şer'i şerife uygun olan zahiri âlimlere gelince onlar bizim, söylediklerine münhasıran inandığımız, anladığımız ve şahidleri olduğumuz kimselerdirler. Ki onlar, ihlasları, tavazu'ları ve Allah'dan korkuları nisbetince fayda temin ederler.
Müjdeler, rağbet ettirir, sevdirip arzulatırlar.
Korkutup, nefret ettiren ve zorlaştıranlara karşı merhamet edip kolaylaştıran saadatlarımızdırlar.
Böylesi zâtların menfaat verici oluşları halisane halleridir.
Söylediği nâsihatlarını bilâkis kendisinin uygulaması lâzımdır.
Kavlen (sözle) söylediğini halen (amelen) yaşamıyorsa başka kimseye güzel şeyler anlatıpta tadlandırması geçersizdir. Tesirde bırakmaz.
Hatta bir hadise vardır; Hasan-ı Basri Hazretlerine bir gün bir köle gelmişde: “Efendim ne olursun kölelerin azad edilmesi yönünden bu günlerde bizim beldemizde de bir şeyler söylesende hür olsak...” deyince “Olur oğlum” demiş.
Ama ne kadar zaman geçmişse geçmiş Hasan-ı Basri Hazretleri bir cuma namazında öyle bir va'az etmiş ki çok kimseler kölelerini fedâ edip azad ettiler.
Sonunda bu köle de azad olup gelip diyor ki: “Kurban olduğum, vaktiyle benim size geldiğimde söyleseydin ben şimdi çoktan memleketimde olurdum bu kadar uzun uzadıya buralarda kalmazdım.” deyince: “Bak oğlum, senin bana geldiğin zamana kadar ben bir köle azad etmiş değildim. İnsan, söylediğini uygularsa bir tesirat bırakır. Onun içinde o günden bu güne kadar bin iktisad ettim de bir köle satın alabildim. Onu da bugün azad edebildim. Onun için millete böylesine te'sir etmesi benim bu işi fiilen işlemiş olmamdan dolayıdır. Yoksa kuru kuru söyleseydim ne te'sir yapacaktı!..” buyurur.
İnsan söylediğini işlemeli.
Eğer imkanı yoksa hiç olması cidden hevesi olmalıdır.
Yoksa herkese güzel güzel un eleyipte kendine kepek bırakırsın.
Başkada bir şey olmaz.
Biraz sonra gelecek olan
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l âzim” hadisi cidden harikadır.
Sizlere tavsiye ederim ki sabah akşam ve yatacağınızda 10 kere getirin.


Resim
”Subhanallahi ve Bihamdihi subhanallahelazim. Velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azim.”
Bu Arş'ın hâzinelerindendir.
Meleklerin teşbihi, şeytanlarında recmidir.
Şeytanlar göğe çıktıklarında melekler onları bununla taşlarlar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvelisi şeytanlar göğe çıkıpta oradan bundan kâhinlere bazı haberler getirirlerdi.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra bundan menedildiler.
Ama yine de çıkıpta bir şeyler duyalım deyipte yaklaşınca melekler: “Lâ havle velâ kuvvete ille billahi” dediklerinde ateşten bir kıvılcım gibi şeytanları yakıyor.
Sizde bunu söylediğinizde, derd ve sıkıntılarınızdan kurtulursunuz.
Büyük bir emândır.
Bizden sizlere bir hediye olsun!..
Zâten sabahleyin söylediğinizde dünya meseleleriniz düzene girer.
Akşam ise Allahü Zülcelâl'in sert gazabını durdurur.
Yatarken ise uykuda iken selâmet getirir, halel getirmez.

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Dikkat ediniz, size “Lâ havle velâ kuvvete”nin tefsirini haber vereyim. Allah'dan gelen mâsiyetlere karşı Allahü Zülcelâl'in ismetine (ismetullaha) korumasına sığınmaktan başka bir havi (tasarruf gücü ve kudreti yoktur. Taatullaha (Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirme) devam edebilmek için ise avnillaha (Allahü Zülcelâl'in yardımına) ve inâyetullaha güvenmekten başka bir kuvvette yoktur. Ey ibn-i Mes'ud bunu böylece bana Cebrail haber verdi.” buyurdu.

Aziz kardeşlerimiz;
İşte bâtını âlimler sizlere anlatmaya çalıştığımız bu âyet-i celileler ve hadisi şeriflerle edeblenip, ahlâk-ı selime, ahlâk-ı halime ve ahlâk-ı rahime ile ahlâklanmışlardır.
Nasihat ettiklerinde ise kardeşvâri (kardeşçe) nasihat ederler.
Allahü Zülcelâl'in kulları hakkında cari' olan kaderi, meşiyyeti (dilemesi) ile Rifkla yumuşaklılık ve tadlılıkla bu güzel yolda arkadaşça refik, günahlardan dönüp hakkı kabul eden kişi olarak evvâb, Şefuk (şefkatli) ve rauf (çok acıyan) bir kimse olarak insanlara samimi bir kâl (söz) ve halde (âmel) nasihat ederler.
Şu âyeti celileler ise buna en güzel natıka (açık ve noksansız anlatım) dır.


وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
“Ve ma teşaune illa en yeşaallahu innallahe kane 'aliymen hakiymen.” (İnsan/ 30)
“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (birşeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir. Ve hikmet sahibidir.”


وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
“Ve ma teşaune illa en yeşaallahu rabbul'alemiyne.” (Tekvir/29)
“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz:”


İşte bu âyet-i celileler ve hadis-i şerifler; kalb sahibi olan kulağına doğru söz giren ve hak olana şahid olabilen kimselere kâfi ve yeterlidir.

Ancak yine de biz saadat-ı kiramın fayda ve yararları üzerinde biraz daha duracağız.
Çünkü bazıları, halkın menfaatlarını tamamen cedelci bir nasihata münhasır ve sadece bu yolla mümkün sanıp ileri geri bilir bilmez durmadan bağırıp çağırıyorlar ve başkada bir şey görmüyorlar.
Onun için biz şimdilik, Allahü Zülcelâl'in kullarına merhametli dünya ve ahiretleri için fayda temin edenlerin hayrat ve berakatlarından azda olsa tekrar bahsedeceğiz.
Allah’ım bizi onlarla hasret..
Âmin ya Muin!..
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

EBDAL HADİSİ

Resim

Hadis meali:
Ubbadete ibn-i Samid (ra)dan gelen hadisde Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde 30 ebdâl asla yok olmazlar. Bunlar mütemadiyen devam eden, gidenin yerine başkası gelen ebdâllerdir. Benden evvel onlar evtadlar idiler ve nebilerden olurlardı. Onlar yeryüzünün dağları gibidirler. Onlar ile (onların yüzü suyu hürmetine) yeryüzü kâim olup ayakta durabilir. Onlar ile yağmur yağar ve Onlar ile yardım olunursunuz.”
Katade “ben, onlardan birisinin Hasan-ı Basri olacağını umarım.” diyor.

Hasan-ı Basri (ks) tâbi'indendir.
Ubbade (ra); Hasan-ı Basri'nin durumunu çok iyi bildiği için: “Umarım ki o abdâllerden birisi de Hasan-ı Basrî'dir.” diyor.
Neden bunlara EBDÂL denmiş?
Çünkü tebdilden, bedelden...
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvel nebiler EVTÂD (kazık, direk) olunca:


أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا ۞ وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا
“Elem nec'alil'arda mihaden. ۞ Velcibale evtaden.” (Nebe’/6-7)
“Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?”


Yeryüzünün istikrarı sükûneti için düzgün yaşanabilir bir halde olabilmesi için Allahü Zülcelâl nebilerini yeryüzüne evtad kılmıştır.
Halkın saadeti ve selâmeti yönünden dâima bulunmaları lâzımdır.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den sonra bu nebilere bedel olarak onların yerine ebdâller ikâme olunmuştur.
İşte Aleyhisselâtü vesselâm'dan sonra nebilerin yerine ebdâller tebdil edilmiştir ki, yeryüzü sükûnet ve istikrar bulsun diye.
Ebdâller gelecek zararı önlemeye çalışırlar.
Bu bakımdan nebilere ayni seviyeli ve onların yerine vazifeyi yapıyorlar.
Onun için: “Rızkınız, yağmurunuz, herşeyiniz onların hayrat ve berakatlarıyla gelir ve olur.” buyuruluyor.
Hatta “Ya Rasulullah bunlar rızık mı veriyorlar?” diye sorduklarında:
“Hayır, rızık vermiyorlar, ancak yağmur onların sayesinde yağıyor. Yağmur olmazsa rızık mı olacak?” buyuruyor.
Ebdâller yeryüzünde âdeta bir emân durumundadırlar.
Emanu'l arz'dırlar.



EBU HÜREYRE VE EBDALLERDEN YESÂR

İmam-ı Ali (kv)'ye “Efendim Emevîler hutbelerinde bize çok ağır sözler söylüyorlar. Müsâde edersen bizde onların dersini veririz.” dediklerinde Mübarek İmam-ı Ali (kv): “Ama onlar Şam'da bulunmaktalar. Şam ahalisinin içerisinde ise ebdâller vardır. Ben ebdâllerin bulunduğu yer için böyle nahoş bir kelime kullanılmasını istemiyorum.” buyurur.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın: “Şam şehri ebdâlların makam (merkezi)dir.” buyurduğunu bildiğinden Şam'dan bir kimseler gelirse kim olursa olsun çıkar karşılarında belki ebdâldir diye öperdi... “Belki gözümüz bir ebdâl görmüş olsun” derdi.
İşte ebdâl böylesine kıymetlidir.
Nitekim bir hadisesi vardır.
Aleyhisselâtü vesselam Ebu Hureyre (ra) ile birlikte mescidde otururken, “Ebu Hüreyre şimdilik bu kapıdan gelecek olan kişi ebdallardandır.” buyuruyor.
Ebu Hüreyre “böylece dururken baktım ki kel bir kimse geldi. Bir testi doldurmuş başı üzerinde mescide girdi ki mescidi sulayıp süpürecek. Gelir gelmez Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) öyle beşâşetle: “Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!..” diye buyurdu.
İsmi Yasermiş.
Öyle debdebeli falan da değil.
Yâni, ebdâl deyince öyle padişahlık krallık falan değil...
Allahü Zülcelâl'e yarar bir kul olarak haddini bilen saygı duyan bir kimse...
Bu şekilde gelmiş mübarek işini görüp gitmiş.
Ebu Hüreyre'ye: “İşte bu kişi ebdâllerdendir.” buyuruyor.
Bu hadise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde devlet içerisindeki ebdâller!.
Ve buyuruyor ki: “İşte bunlarla yağmurunuz vs. gelir.”
Ebdâller, halkın bir şemsiyesi mesâbesindedirler.
Onun için hadis-i şerifte “Umarım ki Hasan Basri de bunlardan birisidir.” diye geçmektedir.
Hadisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alan Ubbâde (ra), Hasan-ı Basrî de gördüğü tevazu' ve edebiyatı, ebdallara yakıştırıyor ki: “Umarım ki Hasan onlardan birisidir.” buyuruyor.
İşte evtad'ın yerine bedel olarak gelen ebdâl, büdelâ (ebdallar)!..



EBDALLERLE İLGİLİ HADİSLER

Resim
Hadis meali:
Abdullah ibn-i Abbas (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü Nuh'dan sonra 7 kişiden hali (boş) kalmadı. Allah onlar ile (onların sayesinde) ehl-i arzdan beliyyeleri def eder.”
Ravisi, İmam-ı Ahmed.

Mübarek Aleyhisselâtü vesselam öyle buyuruyor; Nuh (as)'dan bu yana yeryüzü bu 7 ebdâlden hiç bir zaman boş kalmamıştır.
İşte bu çok enterasan bir meseledir ki, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Nuh'dan bu yana gelen ebdallerin sulbünden gelmektedir.
Muhakkak yeryüzünde 7'ler olduğuna göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın geldiği sülâle bunların dışında mı kalır.
Mutlaka 7'ler kanalıyla tahir bir nesil olarak gelmiştir.
Çünkü o 7'lerden birisi yoluyladır.
Çünkü yeryüzü onlardan tamamen hali kalmamıştır.
Celâleddin-i Suyutî'nin dediği gibi “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gelişi bu tahir zümre yoluyla olmuştur. Zaten başkada olamazdı ki...”
Ehl-i şirk ve ehl-i küfrün Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sulbünde olmasını ne gayretimiz ne de inancımız kabul eder!..
Bu asla olamaz.
İşte bu isbat yeterlidir.

Resim
Hadis meali:

İbn-i Ömer'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
“Her batın (nesil, soy, kuşak, asır) da ümmetimin hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar 40 kişidir. 500 kişide, bu 40 kişi de noksanlaşmış olamaz. Her ne zaman ki bu 40 kişiden 1 tanesi vefat ederse 500 lerden birisi yerine geçer.”
Dediler ki: “Ya Rasulullah onların âmelleri hakkında yol göster.”
Buyurdu ki: “Kendilerine zülm edenleri umumen genellikle affederler. Kendilerine kötülük yapanlara ve zarar verenlere de karşılık vermezler, iyilik yaparlar. Allahü Zülcelâl'in verdiğinden de halka vasiyet ederler ve nasihat ederler.”

Ravisi Ebu Naim, İbn-i Esâkirve Abdullah ibn-i Harun'dur.

Yani mânevi devlet ricali 500 kişidirler.
Noksan olmazlar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmeti içinde de evtâdlar mevcûddur ve 7'lerdir.
40 lar ise abdallardır.
Birisi vefat ederse alt kademeden üst kademeye birisi çıkar.
Bu nizâm mütemadiyen böyle devam eder.
Esasen Gavs, mugistir, kurtarıcıdır.
Gavsiyet makamında 1 kişidir.
Onun taht-ı tasarrufunda (tasarrufu altında) 2 veziri vardır.
Sağ tarafındaki Kutbû'l Medar, yâni Gavs'ın idarecisidir.
Sol tarafındaki ise Kutbû'l irşad dır.

Resim
Hadis meali:

Abdullah ibn-i Ömer (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “40 kişi asla yok olmaz. Allah onlarla (onların hürmetine) yeryüzünü muhafaza eder. Vakta ki, Allahın bu ebdâllerinden bir kimse ölürse onun yerine alt kademeden birisi doldurur. Ve bunlar yeryüzünün muayyen (belirli) bir yerinde değil de umumîdirler. Yeryüzünde yaygın bir durumda bulunurlar.”


EBDALLERİN ÖZELLİKLERİ

Resim
Hadis meali:
Ebu Said el Hudri (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetimin ebdâli cennete âmeli ile girmez. Velâkin muhakkak olan şey şu ki; Cennete, Allah'ın rahmeti, nefislerinin sehaveti (cömertliği), sadrlarının selametliği ve cemi'i'l Müslimine rahmetleri (rahmet nazarıyla bakmaları) sebebiyle girerler...”
Ravisi Beyhakî ve Ed Daramî.

Bu ebdalleri sizlere anlatırken, sanmayın ki sadece ibadetleri yönüyle cennete girerler...
Öyle âmelle satın almış gibi cennete girerlerde sanmayın.
Esasen Allahü Zülcelâl'in rahmetiyle girerler bu birincisi, ikincisi ise hiç esirgemezler, gayretkeşdirler.
Sehavet sahibi cömerttirler.
Ümmet-i Muhammed'e imkanları nisbetince ellerinden gelen her türlü yardımı yapmak için cehd-ü-cühûd ederler. Yardımcı olurlar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine ne kadar çok yardım ederlerse o kadar da kıymet ve değerleri artar.
Elbette Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de; kendi ümmetine, Allahü Zülcelâl'in kullarına böylesine hizmet edenlerden hoşnut olmaz mı, hoş görmez mi?..
Mutlaka hoş görür ve razı olur. Ve onların sadrlarında hased, fesad, kin, gıll vs. yoktur.
Gayet safi zemzem gibi berrak... Ve tüm müslümanlara tamamen merhametlidirler.
Hiç buğz bilmezler.
İşte bu misillü halleri yönüyle cennete girerler.
Âmelleri yönüyle yetişmiş değillerdir.
Allahü Zülcelâl'in verdiği bu huyları ile cennete girerler.

Resim
Hadis meali:

Ebu Hureyre (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü 30 kimseden asla hali (boş) kalmaz ki, Onlar adetâ İbrahim Halilurrahman misilli ve onun huyunda Halilî durumundadırlar. Taleb ettiklerimizin kabuliyeti esasen onların sayesindedir. Ve rızkınız da bunların yoluyla gelmektedir. Yağmurunuzda yine bunların yoluyladır.”
Hatta; “Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl El Rezzak'tır, bunlar mı bize rızık verecek?” dediklerinde “hayır, hayır... Yağmurunuz onların sayesinde yaparda rızkınızı elde etmiş olursunuz. İhtiyacınızı temin etmiş olursunuz.” buyurdu.

Ravisi İbn-i Hibban'dır.

Resim
Hadis meali:
Ebu'd Derda (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz benden evvel nebiler vardı ve yeryüzünün evtadları idiler. Vakta ki nübüvvet inkita'ya uğradı ve benden sonra Allah, nebilerin yerine şu ümmetimden bir kavmi tebdil etti (onlara bedel yaptı) Nebilerin yerine aynı kıymet ve değeri verdi. Onlara EBDÂL denir. İnsanların en faziletlisi değillerdir, herkesten fazlada oruç tutmazlar, sürekli namaz kılıp teşbihte çekmezler. Velâkin; Müslümanların cümlesi için selametü'l kalb sahibleri olup kimseye karşı kin vs. leh yoktur. Husn-ü hulûk (güzel ahlâk) sahibidirler. Ahlâkları güzeldir. Bu ise mizanda en ağır gelen şeydir. Sıdk-ü verâ' sahibleri olup sadıktırlar. Ve haram şöyle dursun şüphelilerden bile sakınırlar. Böyle olunca da duaları geçerlidir ve hüsnü niyetlidirler, kimseye karşı nahoş halde değillerdir. Ve nasihatları ise sadece Allahü Teâlâ'nın rızası içindir. Başka bir şeyler düşünmezler.
Ravisi Tirmizi'dir.

Resim
Hadis meali:
Hasan-ı Basri (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kesinlikle büdelâ (ebdallar) ümmetimdir. Onlar namazlarının ve oruçlarının çokluğu ile cennete girmezler. Velâkin selâmetül sadr (sinelerinin selimliği) sehavetü'l nüfûs (nefislerinin cömertliği) cemii'l müslim için rahmetleri (merhametli oluşları) sebebiyle cennete girerler.”

Hasani'l Basri öyle buyuruyor: “Sanmayın ki ebdâller çokça ibadet etmişler de yetişmişler. Selametü'l sadr sahibidirler. Kalbleri selâmet üzeredir. Nefisleri de cömerttir, hiç esirgemezler bunu ne bırakırlar ne de yorulurlar ve buldukça da verirler. Koşarlar yardım ederler. Bu yönden ümmet-i Muhammede fedaî durumları vardır. Koşarlar yardım ederler. Gayretkeştirler hiç de esirgemezler. Ve müslümanların hepsine merhametlidirler. Hiç te gılzatları yoktur.”

Bu hadis, Neva dirü'l usûl, Tirmizi, Beyhakî, İbn-i Ebu'd Dünyadadır.


BAKARA SURESİ 251. AYETİ VE BELANIN DEF'İ


وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَـكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ
“…ve lev la def'ullahin nase ba'dahüm bi ba'dil le fesedetil erdu ve lakinnellahe zu fadlin alel alemin.” (Bakara/251)
“Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt-üst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.”


Bu âyet-i celile'nin tefsirinre “Levlâ defullah” eğer Allahü Zülcelâl mü'min ve ebrârlarla, kâfir ve tacirlerin müstehak oldukları azab ve beliyyeleri def etmiş olmasaydı yeryüzü tamamen fesada uğrar ve helak olurdu.
Yâni Allahü Zülcelâl'in kulları arasında bulunan bazılarının yüzü suyu hürmetine, sapuk-supuk azabı hak edenlerin hallerine rağmen yeryüzünü alt-üst etmez.
Onların yalvarıcıları adetâ fedaî gibi imkânları nisbetince önlemeye uğraşırlar.
Bazıları diğerlerinin başlarına gelecek beliyyelerin define sebebiyet verir.
Bugün ise bu hal daha da beterdir.
Hatta Lût kavminin yerle bir olmasına sebeb olan Lûtîlik (homoseksüellik) el'an mevcûddur.
Alt-üst olmayı çoktan haketmişiz.
Aleyhisselâtü vesselâm'ın buyurduğu gün gelecek “erkek erkekle, kadın kadınla iktifa edip yetinecek, kadın erkek aramayacak ve erkekte kadın aramayacak.”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hiç bir şeyi bırakmamış...
Hele bilhassa livatacılık feci!..
“Açın kabrini bakın hınzır suretinde bulursunuz.” buyuruyor.
Çünkü hayvanlar arasında eşine karşı en gayretsiz olan hayvan hınzırdır.
O yüzden de etini haram kılmıştır.

Hülasa, eğer bu mübarek zâtlar olması, diğerlerinin müstehak oldukları azabla yeryüzü tamamen fesada uğrardı.
Lâkin Allahü Zülcelâl’in bunların sayesinde gönderdiği fazi, hayrat, berakat ve merhamet umuma da şâmil oluyor.
Sadece bu zâtlara gelmiyor, bir kişiye, iki kişiye değilde yaygın olarak geliyor.
Onların sayesinde diğerleri de faydalanır.
Bakınız mü'min ve ebrârlar olmasa alt üst olurdu.
O zaman mü'minlerde hepsi helak olurdu.
Ama, Allahü Zülcelâl mü'minlerin sayesinde gelecek beliyyelerden kâfirleri dahi engelliyor.
Kâfir olmalarına rağmen bu dünya hayatları böyledir. Sülehalar (salihler) sayesinde ise, fâcirler yüzünden gelecek olan beiiyyeleri durduruyor.
Helâka müstehak olan kafir tacirlere karşılık mü'min ve süieha beliyyeleri engelliyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Müslüman ve salih bir kimse bir yerde oturuyorsa etrafındaki 100 ev halkı gelecek olan beliyyelerden korunmuş olur. Uzak olur.”
“O salih kişinin yüzü suyu hürmetine 100 komşunada gelecek olan belâları Allahü Zülcelâl defeder.” buyurdu ve sonradan Bakara Sûresinin yukardaki 251. nci âyetini okudu.

Dünyanın her beldesinde Allahü Zülcelâl'in bir ebdâli bir salihi vs. olabilir.
Bu yüzden müstehak oldukları azabı tadamazlar.
Meselâ Zeyd ibn-i Amr, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın amuca oğludur.
Kendisi hayatında hiç puta tapmam ıştır.
Müşrikler bir gün taptıkları putlar için Kabe'de kurbanlar kesmişler de et halinde halka veriyorlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraber Ebu Hureyre'de vardır.
Henüz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresi gelmemiştir.
Zeyd oradan geçerken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Amuca oğlu buyur.” deyince; “Ya Muhammed ben hayatımda böyle kesilen şeylerden yemedim.” dedi ve yemedi.
Yine Kays ibn-i Sâide gibi, Halid ibn-i Senam gibi şahsiyetler vardır.
Hiç bir zaman yeryüzü bunlardan boş kalmamıştır.
Varaka gibi, Buheyre gibi...
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için “O zaman ben yanında olabilsem, abdest suyunu ben dökerdim” diyor.
Selmanî Farisî de öyledir, ateşperestti ve nereden nereye geldi!..

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl salih bir kişinin oğlunu oğlunun oğlunu ve etrafındaki evlerden komşu olanları dahi salah eder. Bu salih kişi bulundukça ölünceye kadar bir emân durumundadır. Ve Allahü Zülcelâl'in hıfzû muhafazası yok olmaz.

Resim
Hadis meali:
Sevban (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde 7 ler eksik olmaz. Onlar ile yardım edilirsiniz. Onlar ile yağmurunuz yağar ve onlar ile rızıklandırılırsınız. Hattaki Allah'ın emri gelinceye kadar.”
Bu hadisi ibn-i Cerire't Taberi ve İmameddin İbni Kesir ve diğerleri rivayet ettiler.


Resim
Hadis meali:
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde ebdâlların sayısı 30'dur. Onların sayesinde rızıklanırsınız, yağmurunuz yağar ve yardım edilirsiniz.”
Katade: “Ben umuyorum ki Hasan el Basri de onlardan biridir.

Hadis-i şerifi İbn-i Ömer (ra)'dah O da Cabir ibn-i Abdullah (ra)'dan, Oda Ubbâde ibn-i Samed (ra)'den, O da Sev ban (ra)'dan, O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan rivayet etti.

Şu âyet-i kerimede Allah azze ve celle:


إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ
“İnnellahe yüdafiu anillezine amenu innellahe la yühibbü külle havvanin kefur.” (Hac/38)
“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”


Bu âyet-i celelenin tefsirinde Allahü Zülcelâl bize haber veriyor ki: Şüphesiz o kendisine tevekkül eden ve kendisine inâbe eden (tevbe edip dönen) kullarını şerlilerin şerrinden ve tacirlerin tuzaklarından onları muhafaza eder, kâfidir ve yardımcılarıdır.


أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ
“E leysellahü bi kafin abdeh…” (Zümer/ 36)
Âyet-i celilede: “Allah kuluna kâfi değil midir?”
buyurduğu gibi, muhafaza eder ve vekilleri ve yardımcıları olur.

Resim
Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sailallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki onlar enbiya da değil, şüheda da değil, ancak onlara adetâ enbiya ve şühedâ bile kıyamet gününde onların Allahü Zülcelâl'den olan mekan ve makamlarına hayran oluyorlar gıbta ediyorlar (tergib için, imrendirmek için gıbta ediyorlar).”
Ve oradakilerden bir kimse der ki: “Bu şahsiyetlerin âmelleri nedir? Ne âmel yapmışlar bilelim de umarız ki onları biz de severiz.” deyince
Rasulullah (Sailallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Onlar öyle bir kavimdirler ki Allah azze ve celle'nin verdiği ruhullah ile Allah aşkıyla ve Allah için severler.”


İşte mesele budur.
Tarikatın esâsı budur.
“Tehabbuna fi'liahi” Allah için sevmek.
Mübarekler bunu kastediyorlar ama biz anlamıyoruz.
Tarikat deyince sanıyorlar ki; toplanır toplanmaz, paralar toplamak, köşkler yapmak, şirketler kurmak vs.!..
Fakat maalesef esası bu değildir.
Esasen hadis-i şerifte belirtilen “Muhabbetun Fillah” sevmektir.
Onlara nebiler dahi şehidler dahi gıbta edip imrenirler.
Onların halleri orada öyleki herkes gıbta ediyor.
Onlar öyle bir kavim ki Allah rızası için rahmeten bir birlerini sevmişler.
Herhangi bir menfaata dayalı olmadan.
Allahü Zülcelâl'in aşkıyla kardeşlik aktedmişler.
Aşkla, şevkle, şefkatle!..
Bu kimselerin sıfatları o ki; aralarında hesab yok neseb yok ticarî değil, akraba da değiller sadece ve sadece Allah rızası için aşkla şevkle rahvaten kardeş olmuşlar.
Rasulullah (Sailallahu Aleyhi ve Sellem) yeminle buyuruyor ki: “Vallahi o günde yüzleri öyle nurludur ki bakılamaz halde.”
Hayran oluyor.
“Yüzleri böyle olmakla beraber oturdukları minberleri dahi ayni nurdan… Herkeslerin “Nefsi!.. Nefsi!...” dedikleri kıyametin o dehşetli gününde...
Öyle kimselerdir ki onlar; yeryüzünde insanlar korku içinde olsalarda korkmazlar. Ve emân durumundadırlar. İnsanlar hüzünlü ve kederli olsalar dahi onlarda asla hüzün ve keder yoktur. Emin ve selim durumları vardır.”
Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu âyet-i celile'yi okudu:


أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ۞ الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ۞ لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun. ۞ Ellezine amenu ve kanu yettekun. ۞ Lehümül büşra fil hayated dünya ve fil ahirah la tebdile li kelimatillah zalike hüvel fevzül aziym.” (Yûnus/62-63-64)
"Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar! Onlar ki Allah'a iman edip, takva ile kötülüklerden korunur dururlar. Onlara dünya hayatında da ahirette de müjde vardır. Allah'ın sözlerinde değişme yoktur; İşte bu büyük kurtuluş!"


Bu kimseler işte bunlar.
Demek ki velayet meselesi.



“TARİKATI TASDİK VELAYETİ SUĞRADIR” SÖZÜ

Hazreti Şah-ı Nakşıbend (ks)'den Hz. Beyazidi Bestami (ks)'den ve Şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'den bizzâtihi:
Resim
buyurmuşlardır.
Ben bizatihi Şeyhimizden duydum “Tarikamızı tasdik etmek küçük velayettir.” buyurmalarının karşısında Şahı Nakşibend (ks) ve İmam-ı Rabbani (ks)'den: “Tarikatımızı yalanlayanların sû-i hatimelerinden (kötü son) korkulur.” buyurmuşlardır.
Allah muhafaza etsin.

Resim
Hadisi kudsi meali:

Allah azze ve celle buyurdu ki; “Kullarımdan velilerim ve halkımdan en çok sevdiklerim benim zikrimi zikrederler, bende onları zikrederim.”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a soruldu ki: “Allahın evliyası kimlerdir?”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da: “Onlar o şahsiyetlerdir ki, kendilerini gördüğünüzde Allah azze ve celleyi hatırlatır ve zikrettirirler.”
Buyurdu ki: “Sizin hayırlınızı size haber vereyim mi?”
“Evet Ya Rasulullah” dediler.
Buyurdu ki: “Onları gördüğünüzde Allah azze ve celleyi zikredersiniz, hatırlar ve anarsınız.”


Hülasa Allahü Zülcelâl'in velilerinin şöyle bir halleri vardır; Onları gördüğünüzde Allah'ı hatırlarsınız.
Bunlar Allahın kullarıdırlar.
Çünkü, Allah'dan uzak duramazlar.
Allah'a yakın halleri vardır.
Edeb, merhamet ve şefkat yönünden öyle şahsiyetlerdir ki, görüldüklerinde zâten haliyle Allahü Zülcelâl hatırlanır.
Hatırlayanda Allah'ı zikreder.
Allah'a yaklaştırıcı yönleri vardır.
Demek ki onlara yaklaştıkça Allah'ı daha çok zikredip daha çok yaklaşılır.
Allahu Zülcelâl'in rahmeti ve inayetinin böyle kişiler üzerine oluşu adetâ bir belirtisi vardır.
Çünkü, edeb, merhamet ve şefkat sahibidirler, zarar getirmezde yarar getirir.
Çünkü bilirsiniz ki, her tarafından şer akan kimseden nasıl kaçılırsa bunun karşılığında da böylesi zâtlardan hayır beklenir ve yaklaşım yapılır.
Bu şahsiyetlerin halleri ibret verici ve imrendiricidir.

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki halk içinde gizlidirler. Kendilerini belirtmiyorlar. Kendilerinin bir şeye sahib olduğuna dair bir emmârede belirtmiyorlar. Çok gizlidirler. Allahü Zülcelâl kendilerine bir sır vermiş, bir güç vermiş dâimi kendilerini gizli tutup çok inceden ve derinden sır sahibidirler. Kalb ehlidirler. Allahü Zülcelâl onları afiyet içinde diri kılmış, rahmeti içinde onları feyzlendirmiş, vefat ettiklerinde ise re'sen doğrudan doğruya cennete girerler. Çünkü hayatları boyunca Allahü Zülcelâl ile irtibatlarını kesmemişler. Dâimi O'nunla hayat bulmuşlar, Allahü Zülcelâl'den kesintiye uğramamışlar. Emelleri de hep bu olunca tabi ölüncede derhal cennetine sokar.

Onlar öyle kimselerdirler ki; fitneler dalga dalga adetâ gecenin karanlığının bastırdığı gibi gelse, yaygın olsa ve hücum etse dahi kendileri emin ve afiyet içindedirler.
Fitneler bunlara pek etkili olmaz.
Çünkü fitne yok ikende bu şahsiyetler Allahü Zülcelâl'e tevekkulullah ile teslim olup Rahmetullah ile, inâyetullah ile tefvizu'l umur ile...
Bu şekilde olunca fitneler ne yapabilecekler!...
Nitekim hadis-i şerifte; “Kalbler iki kısım olacaktır. Birisi bembeyaz ve nurlu, öbürüsü de kapkara olacaktır.”
Kapkara olan neden böyle oldu?
Tabiki fitnelerden dolayı!..
Fitnelere giriş yaparsa, tasvib ederse veya tahrik ederse, herhangi bir yönden fitneye bulaşırsa, her fitne kalbin üzerine adetâ hasır örgüsü gibi simsiyah çizgiler çeker ve sonunda öyle hale gelir ki kalb bu örgünün içinde kalır ve tamamen kapkara bir hale gelir.
Hasır gibi örer üzerini fitneler.
Bu kalb sahibi artık hayır göremez.
Çünkü kalbi inkita'ya (kesintiye) uğramıştır.
Üzerini kaplayan bir ziftin içinde kalan kalb görevini de yapamaz.
Ama, fitnenin dışında kalan ve fitneyi sevmeyen kimseler böyle değildir...



FİTNEYİ UYANDIRMAK

Resim
Hadis meali:
“Fitne uyur uyandırana lanet olsun.”
İşte fitne budur.
Fitne bir kavmi bu hale getirdi mi artık nasihat falan kâr etmez.
Çünkü kalbleri kapalıdır.
Ama, diğerlerinin fitneden uzak duranların kalbleri bembeyazdır.
İşte bunları olacak bir vakıa'dan Allahü Zülcelâl koruyor inâyetiyle...

Resim
Hadis meali:

Allahü Zülcelâl'in öyle kulları vardır ki; bu kimseler o kimseler ki; üzerlerine aba gibi basit bir şeyi bürünmüş, doğru dürüst bir elbiseleri bile yoktur.
Kendi hallerinde toz toprak içinde kalender bir halde olabilirler.
İnsanların onları görmeyede hiç hevesleri yoktur. Ve hiçte ilgilenmezler.
Belki de icabında eğlenirlerde.
Ama bunlar öyle şahsiyetlerdir ki, eğer yemin etselerde “yarın güneş şuradan doğacak” deseler Allahü Zülcelâl yeminlerini berât ettirir.
Yâni, diledikleri mutlaka yapılır ve reddedilmez.
Yemin etseler Allahü Zülcelâl yeminlerinden beri eder ve yerine getirir...
İşte mübarekler böylesine geçerli ve kıymetlidirler.
Seyhü't Tüsterî'ye gelmişler de bir gün; “Efendim, bu mezalimlikler tahammül edilemez hale geldi, Allah aşkına bu Basra'da elbette Allahü Zülcelâl'in velileri vardır. Bize bir malumat verde, yalvaralımda bu zalimlikler bir son bulsun, çok cefâlar çekiyoruz.” diyorlar da; mübarek Tüsterî şöyle buyuruyor:
“Vallahi şu Basra'da öyle kimseler biliyorum ki, yarın güneş şuradan doğacak deseler Allahü Zülcelâl iki etmez de güneş dediği yerden doğar. Fakat Allahü Zülcelâl'in hükmü ve kararı karşısında elleri bağlı teslim olmuşlardır. Böyle şeylere girişmezler. Allahü Zülcelâl'in işine karışmaya, karıştırmaya girmezler.” diyor.
Şeyhü't Tüsterî fevkalâde bir şahsiyet olup belki kendisi de o kimselerden birisi idi...

Resim
Hadis meali:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her batında (asır, kuşak) ümmetimin hayırlıları 500 lerdir. 7 si ebdâllerdır. Ne 500 ler ne de 7 ler noksanlaşmazlar. Ebdâllerden 1 kişi öldü mü, 40 lar dan birisi kendi makamından Onun makamına geçer.”
Sahabe-i kiram: “Ya Rasulullah, onların âmelleri nelerdir bize yol göster” dediler.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kendilerine kötülük yapanlara daima iyilik yaparlar. Ve Allah'ın kendilerine verdiği ni'metler hususunda ise genişlik içindedirler ve dağıtırlar.”
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ÜÇYÜZLER, KIRKLAR, YEDİLER, BEŞLER, ÜÇLER VE ZAMANIN ĞAVSI
HAKKINDA HADİSLER


Resim
Hadis meali:
Nebiyyu'r Rauf (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin yarattığı halkı içinde kalbleri Âdem (as) kalbi üzere olan 300 kişi, kalbleri Musa (as) kalbi üzere olan 40 kişi, kalbleri İbrahim (as) kalbi üzere olan 7 kişi, kalbleri Cebrail (as) kalbi üzere olan 5 kişi, kalbleri Mikâil (as) kalbi üzere olan 3 kişi, kalbi İsrafil (as) kalbi üzere olan 1 kişi her zaman mevcûddur.”

Bu anlatılan hadis esasen mânevi devlet ricalidir.
Bu aded dâima mevcûddur.
Ne ileri ne geri...
Manevi devlet ricali kendi aralarında toplanırlar ve her şeyi elden geçirirler ama, bizler bilmiyoruz.
Allahü Zülcelâl bunları tahsis etmiştir.
Mânevi devletin işlemlerini yapmaktadırlar.
İndirir, çıkarır vs. ama, Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda herşey...
300 ü Âdem (as) kalbi üzere yâni, kabadayı...
40 ı Musa (as) kalbi üzere celalli kişiler olabilirler.
7 si İbrahim (as) kalbi üzere nübüvvet olarak değilde kalbi tiyneti üzere, adetâ onun tezini ve yöntemini kullanıyorlar.
Ulemâ, enbiyânın vârisleridir. Ama bunlar Rasüllerin mirasçılarıdırlar nebilerin değil...
Yâni İbrahim (as)'in merhameti, şefkati, cömertliği onlarda da mevcûddur.
5 i Cebrail (as) kalbi üzere yakıcı, şiddet kısmından zelzele vs. buna bağlıdır.
Lût kavminin durumu ve benzeri...
Bu dünyada böylesi kimseler halk arasında Cibril (as)'ın yöntemini kullanıyorlar.
3 ü Mikâil kalbi üzerine olup bunlar merhamet yönünden yağmur vb...
Çok ağlar ve şefûktur.
Fakat 1 tanesi İsrafil (as) kalbi üzere olana gelince; İsrafil (as) bir nefha (üfürme) ile “Üff!..” dediğinde her şeyin yok olduğu gibi...
Esasen o olmaz ise hayat olmaz.
Hali hazır bu şahsiyetlerin hayr-ü-berakatıyla dünya hayatı yürür...
Merhametleri olduğu kadar şiddette olabiliyor.
Şefkatte, hikmette var!..

Bu şahsiyetler vefat ettiklerinde atlama olmadan bir altındakiler bir üste geçerek doldururlar.
1 kişi olan vefat ettiğinde 2 lerden birisi onun yerine geçer.
3 lerden birisi vefat ederse 5 lerden birisi, 5 lerden birisi vefat ederse yerine 7 lerden, 7 lerden birisi vefat ederse yerine 40 lardan, 40 lardan birisi vefat ederse yerine 300 lerden birisi yerine geçer.
300 lerden birisi vefat ettiğinde ise ümmüte Muhammed'den salih bir zât onun yerine görevlendirilir.
Ayni sistem!..
Bu hal kıyamet kopuncaya kadar sürer.
Ancak, bazı hadisler vardır ki, nefhatün fi's sur olacağında yeryüzünde artık “ALLAH” diyecek kimse yoktur.
Tabi bunların yüzü suyu hürmetiyle şu âyet-i kerimede bildirildiği gibi:


وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ
“…ve lev la def'ullahin nase ba'dahüm bi ba'dil lehüddimet savamiu ve biyeuv ve salevatüv ve mesacidü yüzkeru fihesmüllahi kesira ve le yensurannellahü mey yensuruh innellahe le kaviyyün aziz.” (Hac/40)
"Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) bir kısmı ile def edip önlemeseydi mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz ki Allah güçlüdür galibtir."

İşte bu zâtlar yüzünden beliyyeler geçiştirilir.
Bir uyarıdır, bir ikazdır anlayabilen kavimlere!..
Sanmayın ki olanlar helak etmek için.
İsterse zâten derhal helak ederdi. Ama, olanlar bir uyarıdır.
İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden meydana gelenler bir ikâzdır.
Dünya imtihan diyarıdır.
Olanlar ise garezen değilde belki rücu' ederler diyedir.
Nitekim;


ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“Zaheral fesadü fil berri vel bahri bima kesebet eydin nasi li yüzikahüm ba'dallezi amilu leallehüm yarciun.” (Rûm/41)
"İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmı onlara taddırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler rücu' ederler."

Yine başınıza bir musibet geldiyse ellerinizin işledikleri âmeller yüzündendir.
Biz düzgün olup dururken hâşâ Allahü Zülcelâl'in bize bir garezi mi var.
Nitekim:


وَمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ
“Ve ma esabeküm mim müsiybetin fe bima kesebet eydiküm ve ya'fu an kesir.” (Şûrâ/30)
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”

Tabiki mü'minlerin başına gelenler onlar için bu âlemde bir kefarettir.
Onları temizlerde, tertemiz eder.
Eğer aklını kullanıyorsa kendisi için bir uyarı olduğunu anlayıp çeki düzen verir, çekilen çileler esasen hataları durdurur ve giderir.
Ama, kâfirler için âhirette cennet vs. gibi şeyler olmadığı için mükafatını bu dünyada görür.
Kâfirin işi bu dünyadadır.
İyiliğinin karşılığını bu dünyada nakten alır.
Bu ise istidractır ve azgınlığını artırır.
Ancak, mümin bu dünyada mükafatlandırılmaz esas ahiret aleminde görecektir.
Yani kafir bu dünyada iyilik içinde yaşarsa öbür alemde azabı azalır.
Ama mükafat bulamaz.
İtikadının sapıklığı yüzünden...

Tekrar hadis-i şerife dönersek; işte bu manevi devlet ricallerinin yüzü suyu hürmetiyle hayat (doğum), memat (ölüm), beliyyelerin defi, yağmur yapması, bitkilerin yetişmesi vs. hep onlar ile olur.
Bu hadislerin ravisi Abdullah İbni Mesud (ra):
“Nasıl oluyor da bunların yüzünden hayat, memat oluyor? Bunlar hayat memat verir mi?” diye soruyorlar.
Cevaben
“Onlar Ümmet-i Muhammed'in daimi olarak çoğalmasını arzuluyorlar. Onun için de felaket ve helakete dua etmezler. Allahü Zülcelâl onların hayrat ve berakatıyla Ümmet-i Muhammedi çoğaltır. Ancak çok cebabir olanlara da o zaman beddua ederler. Ümmet-i Muhammed'e zulmediyorsa onun işini bitirirler. Yağmur yağmasını diler de Allahü Zülcelâl esirgemez. Yeryüzündeki bitkiler onların yüz suyu hürmetine yetişirler. Ve envaî beliyyeler onlar yüzünden def olur...”
Yani, kıtlık olsun beliyye olsun bu mübarekler halk için bir emân durumları vardır.
Zarar getirmezler de yarar getirirler daima.
İşte bunlar olmasa yeryüzü alt üst olur.
Bunu bilelim.

Resim
Hadis Meali:

Abdullah İbni Ömer (ra)'den: “Bir gün Ömer (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı ziyarete giderken Muaz (ra)'a uğradı da onu ağlarken buldu. Ve “Ya Muaz! Seni ağlatan şey nedir?” dedi.
Muaz'da “Aleyhissalatü Vesselâm'dan duyduğum bir hadis var ki, Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: “Allahü Zülcelâl'in en çok sevdiği kul hem muttakidir (etkiyâ: en çok çekinen) hem de çok gizlidir. Kendi varlığını ortaya çıkarmaz. Belli etmez, gizlidir. Sakin olup ondan umulmaz. Yani bu misilli kimseler. Hatta ki, kayıp olduğunda onu soran bile olmaz. “Nerede” diyen bulunmaz.
Çünkü varlığıyla yokluğuyla fark edilip bilinmiyorlar. Fark edilemezler. Ve tanınmazlar bile... Kendi hallerince hâfî durumları vardır. İşte bunlar Ümmetimin hidayete kavuşanların imamı durumundadırlar. Ve ilmin mishablarıdır, yıldızlarıdır, güzelce ışıkları vardır.”

Ravisi Ebu Nâim ve İbni Esâkir.

Bu hadisle ilgili bazı misaller vereyim ki, Ebu Bekir El-Varrak hazretleri adeta Kabe'nin güvercini diye tâbir ederlerdi ve orada çokça bilinirdi.
Hafız Abdürrezzâk meşhurdur ve İmam-ı Ahmed'in de hocasıdır.
Bu zat bir gün Kabe'de vaaz ediyor.
Vaaz ederken Ebu Bekir el-Varrak da bir köşede abasını başına çekmiş hiç haberi yokmuş, lakayt gibi duruyor.
Hızır (as) da halk arasında gezerken buna dürtüyor:
“Filan, dinlesen ya, Hafız Abdürrezzâk'ın hadis vaazı vardır. Bunu gafletle geçirme, dinle!” diyor.
Mübarek, abasının altından kellesini çıkarmış, şöyle bir bakmış o kadar...
Hızır (as) gitmiş, tekrar gelmiş ki bu sefer uyuklamış daha derince duruyor.
Tekrar uyarıyor...
Üçüncüsünde diyor ki Hızır (as) :
“Be adam, bunlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisleridir. Bunun karşısında senin uyuman değil de esasen dinlemen lâzım. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadislerine karşı saygılı ol!” diyor.
O ise cevaben:
“O hadisler bayatlamışlar, ben ise tazelerini alıyorum... Onlar gele gele biraz bayatlamışlar... Ben taze alıyorum.” diyor.
Canı sıkılmış adamcağızın tâbi...
Bu cevab karşısında Hızır (as):
“Sübhanallah, sübhanallah! Nasıl olur bu şekilde, sen ne diyorsun be adam?” deyince Ebu Bekiri Varrak: “Hiç duymadın mı ki:
Resim
“Allahü Zülcelâl'in şu kubbenin altında öyle kulları var ki, onları Allah'tan gayrisi bilemez. Fakat “şöyle olsun” diye yemin etseler Allahü Zülcelâl esirgemez de öyle olur. Onların sözünü boşa çıkarmaz. Yeminlerini beraat ettirir.” hadisini hiç dinlemedin mi? Efendim bizler hadisleri bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in mübarek fem-i şerifinden (şerefli ağzından) alırız.” diyor.
O zaman Hızır (as):
“Aman Ya Rabbi, ben kendi kendime bir şeyler biliyorum sanıyorum da karşıma bir kimse çıkarıyorsun ki, hiç umulmadık, beklenmedik bilgisi var.”
Ve Hızır (as) soruyor: “Peki böyle hadisleri bizatihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan alıyorum diyorsun ama buna delil getirebiliyor musun?” deyince Hazreti Varrak:
“Delil o ki, sen Hızırsın, başka delili ne edeceksin” diyor.
Böyle söylemesi Hızır (as)'ın acaibine gider de:
“Ya Rabbi, öyle velilerin var ki onlar beni biliyorlar, ben ise onları bilmiyorum” diyor.
İşte bu şekilde vaki olmuştur.

Resim
Hadis Meali:

Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Allahü Zülcelâl bizzat kendisi geceleyin kullarına nazar eder de, azaba alt üst olmaya müstehaktırlar. Ne çare ki, mescidleri daimi mamur edenler ve cemaate gerçekten hevesli kulları vardır.”
Yalamalık değil de hakikaten hevesli, Allahü Zülcelâl'in evidir diye girişte ibadet ediyor.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in mescidleri, Allah'ın evleridir. Kim ki mescide girerse Allahü Zülcelâl'in misafiridir. Misafire ikram ise zaruridir. Allahü Zülcelâl üzerine vacibdir.” buyuruyor.
O sebeble cami dışında zikir vs. ne yapılırsa yapılsın camide hiçbir şey söylenmeden oturan efdaldir.
Çünkü o kişi Allahü Zülcelâl'in misafiridir.
O misafirinden hiç bir şeyi esirgemez.
Yine Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem):
“Allahü Zülcelâl'in mescidlerine giren Allahü Zülcelâl'i ziyaret etmiş oluyor. Ve de Allahü Zülcelâl'in ziyaretçisine ikram etmesi ise üzerine haktır.” buyuruyor.
Ziyarete gelene, ziyaretine gelinen ikramını yapar.

İşte bu misilli kişilerin camilere halisane bir şekilde çok hevesleri vardır ve bunları bu halde gören Allahü Zülcelâl'in rahmeti galip geliyor, şefaat ediyor.

Bir de hele bilhassa Allah için birbirlerini sevmiş olan kimselere baktıkça “Mutehabbine fillahi” olanlar yok mu?
İşte tarikatın da esası olan “Muhabbetün fillah” (Allah için sevmek...)
İşte bunlara da baktıkça onlara asla kıyamıyor. Alt üst etmeye...
Tarikatin özü olan kardeşvari Allah için sevgiye hiçbir miras, mezheb vs. girmez.
Çünkü bu yol Ebu Bekir (ra)'den bu yana daima erbabına aktara aktara gelmiştir.
Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra)'e aktarma yapamaz mıydı?
Kendi evladına veremez miydi.
Ama Selman-ı Farisî'ye (ra) vermiştir.
İmam-ı Rabbabi (ks)'ye gelinceye kadar oğluna veren de olmamıştır.
Ancak İmam-ı Rabbani Hazretlerinin oğlu Muhammed Masum'un (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir.
Onun hacca gidişinde Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'in gösterdiği harikaları hiç kimse için duymamıştım.
Allahü Zülcelâl'e dua ettim ki “hayrat ve berakatından nasiblendir” diye Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine öyle bir kıymet ve değer vermiştirki, arzuladığı şekilde büyük bir beşaşetle onun keyfini yetirinceye kadar iltifat etmiştir.
Ben bunu Denizli Karahayt kaplıcasında okumuştum.
Hayrü berekatını da gördüm.
Elhamdülillahi...
Rüyamda Cenâb-ı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) benimle muanaka etti...
Fakat cemâline hiç bakamamıştım.
Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) gittikten sonra tekrar aklıma geldi ki mübareğin cemaline bakamadım diye üzüldüm.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar döndü, geldi de
“Senin istediğin bu” diye karşımda bu şekilde durdu.
Sakalı öyle hoş ve üzerindekiler öyle harika...
Öyle nâzik, öyle lâtif idi ki!

İşte Hazreti Muhammed Ma'sum'un bu hayrat ve berekatı, ödenmeyecek bir lütfü idi.
İşte böyle bir oğula aktarma yapmış İmam-ı Rabbani hazretleri...
Yoksa rastgeleye değil!

Ciddiyetle muhabbetun fillah aktarmışlardır.
Bu günümüzde ise işleri güçleri dünyayı imâr...
Bu dava sahihleri hiç mi okumuyorlar.
Saadatlardan bir parça ibret almıyorlar mı?
Bir kere Hadis-i Şerifte:
Resim
Hadis Meali:

“Dünya sevgisi, tüm hataların başıdır”
Bu böyle ise ne bekleyeceksin.
“Zıddın lâ yectemian” zıtlar cem edilemez.
İki zıt bir kalbde bulunamazlar.
Dünya sevgisi varsa o kalbde hubbullah yoktur.
Hubbullah var ise diğerleri kalbden oksedilir (kovulur) mutlaka...
İki zıd bir araya toplanamaz.
Birisi diğerini mutlaka yok eder.
Her zaman söylüyoruz.
Bu dünya imtihan yeridir.
Evet, dünyadan çıkıp gidecek de değiliz.
Fakat ona karşı muamelemiz de böyle olması lâzımdır.

Allahü Zülcelâl bir de:
“Seherler de istiğfar edenlere bakıp ta azaba müstehak olanlara bu zatların yüzü suyu hürmetine azab etmekten sarf-ı nazar ederim” buyuruyor.

Resim
Hadis Meali:

Enes ibni Mâlik (ra)'den Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: “Yeryüzü, Halilü'r Rahman misilli 40 kişiden asla hâlî (boş) kalmayacaktır. Onların sebebiyle sulanırsanız ve onlarla yardım edebilirsiniz. Onlardan bir ebdâl vefat ettiğinde onun yerine diğer birisi geçer:”
Katade umarımki Hasan El-basri onlardan birisidir, dedi.
Hadis mürseldir.

Resim
Hadis Meali:

“Ebdâl olan ümmetimin alameti: Onlar ebediyyen, asla hiçbir şeye lanet etmezler”
Ravisi İbni Ebi'd Dünya.

Yani, ebdâllarının alâmeti hayatları müddetince asla lanet kelimesini kullanmazlar.
Daima yararına çalışırlar.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte bir sefer yapılırken bir hatun ters bir hareketi sebebiyle “Mel'un!” diye bir kelime kullandı da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Hemen bu hatunu indirin ve bu nakayı (deveyi) azad ediniz. Ne eti yenilir, ne de binilir. Çünkü lanetlenmiştir.” buyurdu.
Hal böyle iken günümüzde bazıları her tarafta lanet alıp veriyor.
Lanet şeytana yaraşır.
Bir müminden bir mümine değil!
“Mümin kimseye lanet etmez, ta'n etmez” asla!
Kendisine yakışmayan böyle bir şeyi mümin kardeşine de söylemez.
“Mümin odur ki elinden dilinden herkes emindir”
Ne dilinden nahoş bir kelime kullanır.
Ne de eliyle bir kimseye bedeni veya malf bir zarar verir.
Mümin emin bir kimsedir. Mümin budur...
Bir başka hadisde ise:
“Müslim odur ki her fert elinden de dilinden de salimdir.”
Çünkü bir zarar vermez.
Mümin ve müslim böyle iken o mübarekler, ebdâl zümresidirler ki onlara asla yakışmaz.
Her tarafları hayrü berâkâttır. İşte mânevi devlet ricali böyledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SÜLEHA, NÜCEBA, NÜKEBA, EBDAL, KUTUB VE GAVS

İmam-ı Esadi'l Yâfî “Kifayetü'l Mü'tekid” adlı kitabında bazı arifinden zikreder ki; ümmet içinde sülehâ (salihler) çoktur.
Avam (halk) içine karışıp onların dinlerinin ve dünyalarının salahına çalışırlar ve hiç esirgemezler.
Girişken durumları vardır ve halka nasihat ederler.
İbret verici bir halleri vardır. Ve halka gıpta ettirirler.
Onlar daima halk arasında umumen mevcuddur ki gaye bir örnek alsınlar öğrensinler de yapsınlar diye...
Nücebâ isimli künyeliler ise sülehâdan (salihlerden) daha azdır. Nukebâ ise nücebâdan daha azdırlar.
Nücebâ ve nükebâ: Havas zümresi içinde karışmış bulunurlar.
Ebdâl ise âdet itibariyle bunlardan da azdır.
Bunlar ise her büyük beldeye bir ebdâl gönderilmiştir.
Her beldeye bir ebdâl düşmüyor.
Ne mutlu o beldeye ki eğer bir ebdâl var ise...
Çünkü o belde için emân durumundadır.
Evtad ise bir tanesi Yemen'de bir tanesi Şam'da bir tanesi doğuda bir tanesi batıdadır.
Allah Subhanehü ve Teâlâ kutub denilen şahsiyetler ile erkan-ı dünyanın dört âfâkını semanın üstünde feleklerin deveran ettiği gibi idare ettirir.
Kutub ahvâli öyleki kürrenin idaresi kendisine veriliyor.
Umumi olsun hususi olsun herkesin üzerine bir gavs durumu vardır.
Her yardımlarına koşan bir şahsiyettir.
Allahü Zülcelâl'in bir gayretkeşliği sebebiyle halka bildirilmiyor.
Gizlicedir ve bilinemiyor.
Allahü Zülcelâl gizlemiştir.
İlim sahibi olmasına rağmen adeta bir cahil sanırsınız.
Derbeder görüntüsünde olup ondan hiç umulup beklenilmez, görülse bile adeta ebleh gibidir...
Aslında fatanların tepesi (zekilerin başı) olup çok akıllı ve ferasetlidir.
Çok hassas bir kabiliyet sahibidir.
Uzaktakini yakın gibi alabilir.
Zor olanı kolaylaştırabilir.
Her an hazırdır.
Daima emân durumu vardır.

Bu zümrelerden üst kademedekiler alt kademelerdekilerin hallerini bilebilirler.
Evtadlar, büdela, havas ve ariflerin hallerini bilirler.
Nücebâ ve nükebaların halleri avam (halk) hasseten bilemez, setredilip gizlenmişlerdir.
Kendi aralarında birbirlerini seçebilecek ferasetleri de vardır.
Feraseti sayesinde bilebilirler.
Hatta Alaaddin-i Attar (ks) öyle buyuruyor: “Sıdk ehli büyük bir zatın meclisine ve huzuruna giderseniz sadakatle giriniz, zira onlar kalblerin casuslarıdır. Kalb ne gaye ile geldiyse teftiş eder, tecessüs eder, bilirler. Onlar kalblerin casuslarıdır. İşte bu inceliği vardır. Salihler ise müminlerin hallerini bilirler.”



ĞAVS, KUTBU MEDAR VE KUTBU İRŞAD

Aziz kardeşlerim;
Nücebâ'nın sayısı 300, nükebâ'nın sayısı 40, Büdelânın sayısı için 30 ve ya 14 veya 7 sayısı doğrudur.
Evtâdlar ise 4'dür.
Kutub 2, Gavs ise 1 kişidir.

Gavs vefat ederse kutublardan biri, kutub vefat ederse 4'lerden en hayırlısı, 4'lerden birisi vefat ederse 7'lerden en hayırlısı, 7'lerden birisi vefat ederse 40'lardan en hayırlısı, 40'lardan birisi vefat ederse 300'lerden en hayırlısı onun yerine geçerler.
300'lerden biri vefat ederse salihlerden en hayırlısı salihlerden birisi vefat ederse mü'minlerden en hayırlısı onun yerine geçerler ve Allahü Zülcelâl kıyametin kopmasını dilediğinde hepsini vefat ettirir...
İşte manevi devlet ricali bunlardır.

İşte bu şahsiyetlerin mevcudiyetiyle onların varlığı hürmetine Allahü Zülcelâl kullarından beliyyeleri def eder ve semadan yağmur damlaları indirir.

Bazı arifler ise dediler ki: Kutub zikredilen hadis-i şerifte bir tanedir ki ravisi İbni Mes'ud (ra)'dur.
Ve şüphesiz ki o İsrafil (as) kalbi üzeredir.
Ve onun mekânı ise, veliler dairenin çember noktaları o ise merkez noktasıdır.
Kevn (kainat) onunla salahe'l alem olur. Ve oluşur.
Alemlerin iyileşmesi, düzen içinde düzelmesi ve rahat yaşamaya uygun olması onun varlığı ile mümkündür.

İşte anlatılan manevi devlet ricali olmadan kainat nizamı olamaz.
Ne zamanki kıyamet zamanı gelir de “Allah” diyecek kimse kalmazsa bir zelzele benzeri nefhatun fi'ssur olur...


يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ
“Ya eyyühen nasütteku rabbeküm inne zelzeletes saati şey'ün aziym.” (Hac/1)
“Ey insanlar! Rabbınızdan korkun! Çünkü kıyamet vaktinin debremi müthiş bir şeydir!”

Yani şükran (sarhoş) haline düşerler.
Ondan sonra bir nefha (üfürüş)ki ondan sonra ne gökte ne yerde bir soluk alan-veren kalmaz.
Nefhatun sak...
İsrafil (as) de gider...
Mikail (as) de gider..
Tamamen giderler.
Nasûh alemi (mahlukiyet alemi) ve melekût alemi (melekler alemi) alemü'l halktan oldukları için tamamen yok olurlar.
Fakat cennet alemi başka bir alemdir ve “illâ men şa'e allah” buyurduğu cennet ehli hurileridir...

Şeyh Muhiddin-i Arabî (ks), Fütühât-ı Mekke isimli kitabının 73. babında şöyle buyuruyor:
“Biliniz ki, Allahü Zülcelâl'in bu yolda öyle ricalleri vardırki enfüs alemi diye isimlendiriliyorlar.
Bu isim onların hepsine verilmiş bir isim olup, tabakaları (kademeleri) pek çok, halleri ise muhteliftir.
Bunlardan bazıları tüm tabakaları ve halleri üzerine toplamış olabiliyorlar.
Bazılarına da Allahü Zülcelâl'in verdiği kadar hasıl oluyor.
Ehl-i ahval ve ehl-i tabakattan kendilerine has bir lakab verilenlerden (gavs gibi evtad gibi vs) başka diğerlerinin tabakat ve halleri pek bilinemiyor.
Onlardan bazı şahsiyetlerin adedi her zaman içinde tahsis ve hasredilmiş olabiliyor.
Bazılarının âdedi ise azalıp çoğalabiliyor.
Bunlardan adetleri belli olanları ve olmayanları lakâbları ile birlikte Allahü Teâlâ'nın izni ile anlatacağız.
Şimdi el'an onlardan velayet sahibi olanlardan zikredeceğiz ki, onların adetleri ve lakâbları kendilerine mahsus kılınmış ve tahsis edilmiştir.
Tüm haller ve makamlar kendilerinde cem' olunmuştur.
“Camiun”durlar onlardan bu isim sahibinin olmadığı hiçbir zaman olamaz.
İllâ ve illâ bir tane vardır. Ve o da gavstır.
Mukarrabin'lerdendir. Ve o kendi zamanındaki cemaatin seyyidi, efendisidir.
Evliyanın reisidir.
İnsanlar için bir sığınaktır.

Gavs'ın zamanındaki tüm veliler ondan meded umarlar da onlara meded eder.
Himmet eder de hayır duasının berakatıyla belâları def eder. Veya bizatihi kendi üzerlerine alırlar veya hafifletirler.
Çaresi olan şeylere başvururlar.
İşte gavs bu yiğit kişidir.
Allahü Zülcelâl indinde çok kerim ve çok azizdir, geçerli ve değerlidir.
Allah indinde mergubtur.
Mahbubun ilâallah'dır.
Eğer “Şu olacak” diye yemin etse Allahü Zülcelâl yeminini beraat ettirir.
Ve ne dilemiş ise yerine getirir. İmamlar ise her zaman, daima iki kişidir.
3 kişi olamazlar.
Gavs'ın himayesinde vezir mesabesinde iki kutub vardır.
Bir tanesi Alemü'l Melekût onun tasarrufu altındadır, diğeri ise alemü'l mülk onun tasarrufu altındadır.
Evtad ise her zaman 4'tür.
Ziyade ve noksanlık olamaz ve bu minval üzeredir.
Bunlardan bir tanesi şark ile ilgilidir ki o zatın yüzü suyu hürmetine şark kısmını hıfzeder.
Eman durumundadır ve şark kısmı onun velayeti altındadır.
Şark valisi gibidir...
İkincisi batının üçüncüsü güneyin dördüncüsü ise kuzeyin evtadlarıdırlar.
Bunların taksimatı Kabe'nin dört cebhesine (yüzüne) göre ve orada yapılır.
Bir yüzü nereye bakıyorsa hududu belirlenir.
Bu kürre onların tasarrufu altına girer.
Ebdâller ise adetleri 7'dir.
Ziyadeleşip noksanlaşmazlar.
Allahü Zülcelâl her birisine bir iklim (bölge) olmak üzere 7 iklimi tasarrufları ve velayetleri altına vermiştir.

Bu şahsiyetlerden başka onlardan olan nükeba, nüceba ve kırklar dahi vardır.
Ancak onların tabakatından, aralarındaki sınıflardan, isimlerinden kelam etsek söz çok uzamış olur.
Onlardan adetleri muayyen olanlar artabilenler ve azalabilenler olduğu için bu kadarla yetindik ve yeterli gördük”



İMAMI RABBANİ HZ. LERİNE GÖRE GAVS VE KUTUBLAR

İmam-ı Rabbabi Eş-şeyh Ahmed El-Farukî (ks) indinde Gavs'ın veziri olarak iki imam nisbetlemiş ve isimlendirmiştir.
Onların hakkında kutbu'l medar ve kutbu'l irşâd buyuruyor.
Himmetleri yüce ve Allahü Zülcelâl'in emriyle kevn üzerine tasarruf ederler.
Şunu bilmemiz gerekir ki, bu âlemin idaresi kimsenin vaazcılığıyla, debdebesi ile mücahidliği ile yürümemektedir. Ve onlara bağlı da değildir.
Alemü'l halk'ın idaresi esasen mânevi devlet ricalinin taht-ı tasarrufundadır.
Anlatılan şahsiyetlerin rolü ile idare olunmaktadır. İdare onlarındır.
Bazı kimseler ve vaazcılar; nasihat babından bir şeyler anlatabilirler.
Fakat haddini aşıpta “Biz olmasak!” diyemezler.
Her zamanda Allahü Zülcelâl'in devleti ve ricalleri mevcuddur.
Bu Allahü Zülcelâl'in nizamıdır. İsa (as)'ın nüzulüne kadar câri' olup işleyecektir.

Kimki, anlattığımız ve yazdığımız hususlar hakkında itiraz ederse mutlaka naklettiğimiz ilgili kitablara baksınlar.
Bizim hadisleri ve sözleri aldığımız kitablar ise genellikle şunlardır:

Hadisle ilgili olarak; Buhari'nin Camiü'l üsûlû ki yani Buhari. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İmam Malik'in Muvatta'ı, İbni Esiri'l Cezirfnin Tasnifi veya Camiü's Sagİr'i, Nesâfnin Zevâid'i, Celâleddin-i Suyutî'nin kitabü'l Havaî Fi'l fetavâ'sı ve Ramüzü'l Ehadis ve bunların benzeri hadis kitablarından hadisleri serdettik.

Tasavvuf hakkındaki kitabların müelliflerine gelince, Bunlar Ebu Naimü'l Esbahanî'nin Hilyetü'l Evliya'sı, Risaletü'l Kûşeyrî, Ebu Talib-i MekkPnin Ku'tü'l Kûlüb'ü, Gavsü'l Azam Seyyid Abdü'l Kadiri Geylânf (ks)nin Kitabü'l Behçetü'l Esrar ve Ma'deni'l Envâr'ı, Şeyh Şehabettini's Suhreverdî'nin Kitabu Avarif ve'l Maarifi, Şeyh Muhiddinî Arabî'nin Müsennefatı, Şeyh Abdu'l Vehhab Şa'ranî'nin müsennefatı (tasnifleri), İmam-ı Gazalî, İmam-ı Ya'fâî, Hikemü'l Ataiyye, Letaifi'l Minen, Tabakatü'ş Şazeli, Tabakatü'l Nakşıbendiyye, Tabakatü'l Kadiriyye, Tabakatü'l Evliya, Tabakatü'ş Sûfiyye, Camiü'l Keramat, ki içinde 4000 veli 13000 keramet vardır.
Eş-Şeyh Yusufu Nebhânin eserleri, Ve hususen İmam-ı Rabbanî'nin Mektubatı, Kitabü'l İbriz ki Es-Seyyid Eş-Şeyh Abdü'l-Aziz Debbağ'ın sözlerini içerir.

Ve bunların benzerleri olan pek çok eserlerdir.
Bu hususda ve bu manadaki kitablar adedleri bilinmeyecek ve sayıları sayılmayacak kadar çoktur.
Elhamdülillahi Rabbül Alemin...
Kabadayı iseler açıp okusunlar da itiraz etmesinler!

Sadatlarımızın tasavvufun tezi ve ilkelerinin uygulanlasında ne denli hassas davrandıklarına örnek olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadi (kv) hazretlerinin Bağdad'da üç halifesine yazmış olduğu mektubunu ortaya koyacağız.
Tasavvuf tezinde ne kadar ciddiyetle davrandıklarını gözler önüne sereceğiz.
İnşaallahü Teâlâ...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

............................................................BÖLÜM III

HALİD-I BAĞDADİ HAZRETLERİNİN MEKTUBU

Resim

Aziz Kardeşlerimiz;
Azmimiz ve emelimiz sizlere zamanının gavsı, kutbu ve ferdi olan Mevlana Halid-i Bağdadi zülcenaheyn Ziyadün hazretlerinin bir mektubundan bahsetmektedir.
Allahü Zülcelal'in izni ve inayetiyle...
Şöhreti şam diyarında ve diğer muhitlerdede yaygın olan bu zatın bir mektubunu serdetmektedir.

Halid-i Bağdadi Hazretleri 13. asrın müceddidi olup H. 1193 senesinde var olmuş bu dünyaya şeref vermiş H.1242 senesinde de vedâ etmiştir.
Nasıl ki İmam-ı Rabbani Hazretleri de H.971 yılında var olmuş vücud bulmuş bu dünyaya şeref vermiştir. H.1034 yılındada vedâ etmiştir. Ahirete intikal etmiştir.
Hülasa bunların asır başlarında gelişleri bir müceddid sayılırlar...
Dolayısıyla Rabbımız cümlemize bu zatın ve Nakş-i Bendi ve diğer saadatın hayrat ve berakatlarından nasib ve müyesser eylesin ve faydalandırsın...
Âmin...

Bu mektubunu yazış sebebi Bağdad'da bulunan üç halifesine ait olup isimlerinide belirmiştir.
Bu kimselerden birisi Seyyid Abdülgafur birisi Muhammed Cedid ve diğeri ise Musa Ceburi'dir.
Hülasa bunlara bu şekilde tahsisan bir mektub yazmıştır.
Mektubuna evvela Allahü Zülcelale hamd-ü sena ile başlayıp Cenab-ı Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salat-ü-selâmdan sonra kendisini ortaya koyarak şöyle der:
Nefsinin helâkına çalışan ve gününü gafletle geçiren geçmişini zenblerle dolduran ve geleceğinin hesabı ve kitabı meçhul olan zavallı Halid...
Badehu; esselâmü aleyküm ve rahmetullahi diyerekten bu üç zâta selâm ve rahmet ve berekât diledikten sonra:
Sizlere vasiyetim ve emrim, kesin, mutlak ve müekkeden sizlere tembih ediyorum ki; Sünnet-i Seniyyeye şiddetle mütemessik ve sımsıkı sarılın. Şeriat-ı Garra ya sahib olunuz...
Cahiliyyet merasimlerine kesinlikle iştirak etmeyiniz...
Bid'at-ı Zemime yi (kötü ve sapık bi'datları) işlememeye çalışınız.
Şeriata muhalefetten hâzer ediniz.
Ve sufiyyenin şatahatlarında yani coşkun ve cezbe hallerinde asla mağrur olmayınız...
Ve devlet ricalleri; emir, vezir, paşa ve benzeri büyüklerin bazı işleri sebebiyle aracılığını yapan kimselerlede sohbet ve ilişki kurmayınız.
Zira; bu sizin töhmetinize sebeb ve vesile olur.
Tarik ehline töhmete sebebiyet verecek olan hallerden hazer etmesi gerekir.
Zira; Cenab-ı Rasuiullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

Resim
“Sizi töhmete sevkedecek, halkın töhmetine sebeb olacak bazı haller hissederiseniz bu gibi hallerden kaçınınız.”
Böylece, bu hale sebebiyet verecek halleden uzak durmuş olursunuz.
Tarikat-ı Aliyye kibardır, naziktir, incedir, paktır ve nezihtir.
Bu gibi hallere sürüklemek en güzel tarafıdır.

Belki de; Efendim bazı kimselerin bir işi düşerse veya bir hacetinin yapılması gerekiyorsa bu mü'min kardeşinizin işini görmek hacetini yapmak çok yararlıdır, faydalıdır ve çokta sevâbdır, denilebilir.
Fakat böyle oluşu dahi sizlere göre değildir.
Zira; sizler bu güc ve kuvvet sahibi değilsiniz...
Onun için bu gibi hallere giren şahsiyetler müstesna bir şahsiyettir.
Bunlar kemâl ehlidir. Kemâl erbabı...
Dağ gibi sarsılmaz, deniz gibi bulaşmaz, bulanıklık tanımazlar. Ve bunlar halas ehlidirler.
Fenafillahı aşmış Bekabillah durumundadırlar.
Bu gibi haller kendilerini meşgul etmez.
Zira; Allahü Zülcelâl âyet-i kerimesinde de buyuruyor:


رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
“Ricalül la tülhihim ticaratüv ve la bey'un an zikrillahi ve ikamis salit ve itaiz zekati yehafune yevmen tetekallebü fihil kulubü vel ebsar.” (Nur/37)
“Nice erler ki, ne ticaret, ne de alışveriş kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar.”

O kimseleri medhetmiştir ki; ticaret, alış-veriş, bey-ü-şer'a, konuşma, sohbet vb. bu şahsiyetleri dalgalandırmaz, gaflete düşürmez ve dolayısıylada etkilenmezler.
Böylesine güç ve kuvvet sahibi olmayınca da bu gibi şeylerden hazer etmek ve bu nasihatlarıma uymak sizin saadetinize vesile olur.

Bazen aklınıza gelebilir ki: âmir, ümerâ vb. ile beraber olmak, onlarında salahlarına sebeb olur.
Onlara da nasihat edilebilir diye düşünebilirsinizde.
Fakat Sufyanî Sevrî hazretleri “Bu şeytanın iğvalarından bir iğvadır” buyuruyor.
(iğva: ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak.)
Hem de bilâkis kendi zamanı için böyle buyuruyor.
Bizim zamanımız ise fesada dönüşmüştür.
Bu gibi şeyler yapmaya her fert yapmaya kadir değildir.
Mümkün de değildir.
Şeytanın iğvası bu yönden giriş yapabilir.
Dolayısıyla bu kuvvet bizde olmayınca bu gibi şeylerden kaçınmak en güzel tarafımızdır.
Şuna da dikkat etmek gerekir ki; onlardan hazer etmek demek onları hor ve hakir görmek de değildir.
Sanki bizler masumuz gibi tüm hataları, zulümleri onları tasavvur eder misilli de olmayız.
Zira, mezalimlik olsun, nahoş kelimeler olsun bizim hepimizde de vardır.
Masum da değiliz.
Ancak; bunlardan uzak durmamızın tek sebebi, töhmete girmemek, gaflete düşmemek ve bu kimselerin aleyhlerinde de konuşmamak içindir.
Bu ise şarttır.
Yani, gıybet gibi sebbetmek (sövmek) gibi şeylerde asla gerekmiyor.

Zira; Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu şiddetle nehyeder ve tenbih eder.
Aleyhissalatü Vesselam hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

Resim
“Başlarınızdaki kimseler yani eimmelere (imamlara) sebbetmeyiz. Ancak salahları için ve hidayetleri için dua ediniz. Belki içinizden birisinin duası ihtimamla geçerli olur da onların salahı olursa duanız sebebiyle sizinde salahınız olur...” (sebbetmek: sövmek.)
Bu hadis Taberani'nin Müc'emi'nde mevcuddur. Ve sağlıklı, sıhhatli, senet sahibidir.

Buraya kadar olan kısımda sohbet ve muaşeretle tavsiye bitmiştir.
Bundan sonra ise; Mübarek kendi zamanını kastederek: Bu günden itibaren tarikate alınmayacak zümreler şunlardır, diye saymıştır.
Tabiki bu zümreleri sayarken biraz tafsilat verip genişletmek sorumluluğumuz ve azmimiz vardır.
Allahü Züicelâl'in izni ve inayeti ile...

Her zümreyi birer birer sayarak teker teker anlatmaya gayret edeceğiz, inşaallahü teâlâ...


Birinci tenbih:

Şöyle buyuruyor; Bu günden itibaren tarikate alınmayacak olan zümrenin bir tanesi amir, ümerâ ve avâneleridir.
Bunların tarikate alınmamasını tenbih eder.
Tabiki Mübarek kendi devre ve zamanında gördüğü haller için sebeb ve mucibe gereği tenbih ediyor.
Hele şu zamanımızda ise daha da fazlalaşmıştır.
Bu kimseler fitneden emin değillerdir.
Fitne içindedirler.
Aynı zamanda gurur kibir ve fıskü fücurları aşırıdır ve fazladır.
Ya mertebeleri, ya mansıbları ya da malları melallerinden dolayı gururlu gelirler.
Acziyete, fakriyete, zillete ve illete inmezler.
Hâlbuki tarikatın ana üslubu budur.
Bu tarikat-ı aliyye gurur ve kibir gibi halleri asla hoş görmez.

Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gurur, kibir ve kendini beğenme hakkında;

Resim
“Gururlanmak, böbürlenmek ve kendini beğenmek (ücûb) amelinizin 70 senesini hemen yok eder.”
Hadisin ravisi İmam-ı Deylemî hazretleri Firdevs'inde Hüseyin İbni Ali (ra)'dan rivayet etmiştir.

Gelelim bu kimselerin, âmir, ümerânın fitneden emin olmamalarına.
Fitneden de emin olamazlar.
Hatta bir gün mübarek şeyhimiz Mevlânâ Alaaddin (ks)'in yanında bulunduğumuz bir anda particilikten ve devlet adamlarından konuşmak istediler de şöyle buyurdu: “Kesinlikle devlet ricalini ne medhediniz ne de zemmediniz. Çünkü medhe uygun değiller, zemmi de zaten hoş olmaz, ne de olsa devlet ricalidir. Onun için medhetseniz ekserisinde fıskü fücur ve inhimak (ahmaklık) mevcuttur.”

Dolayısıyla bunlarla olunduğunda fitneden emin olamaz.
Fitne ise zaten tehlikelidir.
Fitne hakkında Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
“Said odur ki, fitnelerden uzak durandır, bir beliyyeye dûçâr olup da sabrını bilendir.”
Hülâsa haliyle saidliği tercih etmek lâzımdır.
Şekavete girmekten ise saidlik iyidir.
Rabbımız (Celle Celalühü) cümlemizi said kısmından kılsın.
Âmin...

Hülâsa; bu gibi şahsiyetlere tarikatten imtina' (geri durma) sebebi budur.
Aynı zamanda şu ahirü'z zamanda da amir ümerâ durumu şu propagandaları ve benzeri hakkında geniş bir hadis-i şerif vardır.
Aleyhissalatü Vesselam şöyle buyuruyor:

Resim
“Ahir zamanda ki amirler benim sünnetlerimle hiç âmil olmazlar, namaz kılmazlar, ibadete yöneltmezler.”
Ve çok toplum halinde (miting meydanı) gavvaşe, sanki deniz dalgası gibi...
Tabiki, propaganda anlarında fazlaca birikinti ve kalabalık olur.
Bu kimsenin anlattıklarına millet kulak verir.
Yalancılıklarını millet tasdik eder.
Mezalimliklerini ve haksızlıklarını da destekler. Ve hoş görürler.
Bu misilli kimseler benden değil, ben de onlardan değilim.


Resim
“Havz-ı kevserime de asla uğrayamazlar” buyuruyor.

Şayet; bunların tersine onlara uymaz, yalancılıklarını tasdik etmez, mezalimliklerini tasvib etmez. Ve bunlardan uzak durur, kapılarına varıp da mülevvesat hallerine yakın olmaz ise onlar benden, ben de onlardanım ve havz-ı kevserime de uğrarlar.

Bu hadisi Hafızü'l Munzerî, Kitabü't tergib ve't terhib de muhtelif senedlerle belirtmiştir.

İkinci tenbih:

Halid-Î Bağdadî hazretleri şöyle buyuruyor:
Resim
Tüccarları da tarikate almayınız.
Hangi tüccarı acaba?
Bunlar dünya zevklerine ve süslerine kendini tamamen kaptırmış, sefahate dalmış, varlığını ve şuurunu tamemen enaniyet ve şehvetlerine teslim etmiş olan kimseler...
Bu misilli kimseleri de tarikat-ı aliyyeye almayınız, diye tenbih eder.
Zira Allahü Zülcelâl böyleleri hakkında şöyle duyuruyor:


يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
“Ya'lemune zahiram minel hayatid dünyave hüm anil ahirati hüm ğafilun.” (Rum/7)
“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahirette ise onlar tamamen gafildirler.”
Onlar dünya hayatının zahirini iyi bilirler.
Şeytan ve nefs-i emmarenin emri altında yaşarlar.
Desiseleri de iyi bilirler.
Fakat maalesef ahiret kısmına gelince tamamen gafildirler.
İşte bu misilli kimseler de tarikate lâyık değillerdir.
Meğer ki Rabbımız (Celle Celalühü) tevbe nasip ederde bu hallerden sarf-ı nazar ederler.
Yoksa; Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor
:
Resim
“Dünyayı sevmek hataların başıdır.”
Madem ki dünyayı sevmek hataların başıdır onu sevmemekte itaatların başı demektir.
Muhabbetin tersi onun rafdıdır. (Rafd, muhabbedin zıddıdır.)
Zira ni'metin zıddı nikmet ve nikmet ise şiddetli cezadır.

Kardeşlerimiz; mübareğin bu şekilde buyurmasını çok görmeyiniz.
Esasen dünyayı sevmemek dünyadan çıkıp gitmekde değildir.
Dünya hem ni'mettir hem de nikmettir.
Zira; Dünya vasıtalığıyla enbiyâ da olunur, dünyayı aşırı sevmekle Firavun da Nemrud da olunur...
Madem ki bu dünyaya istikbâlimizi temin için gelmişiz ve imtihan diyârındayız.
Eğer geleceğimizi sağlayamaz isek o zaman ebedi hayatımız mahvolur.
Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sebebden dolayı şöyle buyuruyor:

Resim
“Dünya ve dünya muhteviyatı mel'undur:”
Allahü Zülcelâl dünyanın bir nesnesinden hoşlanmıyor.
Ancak; dünyanın içinde bulunup yaşarken “Allah ve lillah için yapılan nesneler hariçtir, müstesnadır.”
Çünkü bunlar Allahü Zülcelâl için geleceğimiz ve istikbâlimiz için yapılıyorlar.
Kendi yararımız, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğu ve Allahü Zülcelâl'in rızası için yapılıyorlar.
İşte bunlar için yapıldığında dünya ve dünya işleri o zaman nikmet değilde ni'mettir.
Böylece istikbâlimizide sağlamış oluruz.
Fakat bundan mahrum olursak; o zaman bu yaşayış hayatı mıdır?
Düşünün bir kerre bu misillü kimselere tarikat versen ne olur ki?..

Allahü Zülcelâl dünyayı yarattığında bir defa için nazar etmiştir.
Başka hiç bir hoş nazarla bakmamıştır.
Merfuddur (rafdedilen kovulan salıverilen).
Dünya denaettendir (alçaklık).
Ancak Allahü Zülcelâl Hadis-i Kudsi de:

Resim
“Ey dünya bana hizmet eden kuluma kendin hizmetçi ol. Sana hizmet edeni de kendine hizmetçi kıl.”
İşte hulasaten diyeceğimizde bu idi.
Ya dünyayı kendine hizmetçi kılacaksın ya da sen kendin dünyaya hizmetçi olacaksın.
Bu ikisinden hangisini seçersin acaba?
Allahü Zülcelâl cümlemizi dünyanın, şeytanın ve nefsin şerlerinden korusun, kendi rızasını ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğunu nasib ve müyesser eylesin.
Âmin...


Üçüncü tenbih:

Şöyle buyuruyor Halid-i Bağdadî Hz. leri:
Resim
: Burada beyan ettiği; ülâma ve ilim talebelerini de tarikata almayınız.
Zira; bunlar ilimlerini vesile kılıp câh, şeref, mertebe veya dünyalık cemine dünyalık derlemeye girişebilirler.
Halbuki; ilim, ne debdebeye ne mertebe ve mevkiye, ne şeref ve yücelmekte kullanmaya, ne rütbe ve benzeri gayelerde kullanmaya ve nede hırs-ü-tamahla dünya malını toplamak gibi sebebler için değildir.
Asla bu sebebler için ilim yapılamaz, okunamaz ve işletilemezde.
İlmi bu minval üzere işletenleri de tarikat-ı âliyyeye almayınız.
Zira tarikatı da kendi hallerine benzetirler ve o hâle getirirler.
Dolayısıyla ilim yaparken ve okurken Allah rızası için olmazsa iyi netice alması imkansızdır.
Zira, ilim Allahü Zülcelâl'in sıfatlarından bir sıfatıdır.
Onun sıfatı kendisine yakışmayan bir nesneyle karşı karşıya getirmek hoş değildir.
Yâni; ilim sıfatını dünya câhı (itibarı) şerefi ve dünya malı gibi şeyler için bu şekilde vesile kılmak Allahü Zülcelâl'in gazabını celbeder.
İlim kendi sıfatıdır onu koruması lâzımdır.
İşte bundan dolayı mübarek bu şekilde ulemâ ve ilim talebelerininde tarikatı alınmasını uygun görmemiştir ve bu şekilde beyân etmiştir.

Bir hadis-i şerifle de tezini isbat ediyor. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
Resim
: Âlimler Rasüllerin emniyetçileridirler.
Ama şart koşmuş ki; padişah erkanları ve mahiyetleri arasında bulunup giriş yapmadıkça onlarla teşrik-i mesai yapmadıkça birde dünya malına meta'ını toplayıp derlemeye karşı hırsı ve tamahı olmadıkça âlimler rasüllerin emniyetçileridirler.
Fakat bunun tam tersini yaparlarsa, onlara giriş yaparlar mertebe itibar ve şeref ararlar ve ayni zamanda dünya malını meta'ınıda toplayıp derlemeye hırs ve tamahları olursa bu misillü kimseler bilsinler ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiyânet etmişler ve haindirler.
Bunlardan hazer ediniz uzak durunuz.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizleri hazer ediniz çekininiz diye buyurup tenbih edince mübarek zâtta böylesi kişilerin de tarikata alınmamasını tenbih etmiştir.
Bu hususda İmam-ı Ahmed'in de bir hadisesi vardır.
Vaktiyle talebelerinden bir talebeyi çok severdi ve tercih ederdi.
Günün birisinde sokaklar arasında gezerken o talebesini görmüş ki, kerpiç döküp ev yapmak istiyor.
Fakat derlediği toprağa başkalarını toprağımda karıştırıyor.
İmam-ı Ahmed o talebesini meclisinden derhal tard etmiş ve onu bir daha okutmamıştır.
Zira “bu gün haram ve helâli seçemiyorsa yarın elde ettiği ilmi de ayni yolda harcar” diyerekten bu talebesini bir daha kabul etmemiş ve okutmamıştır.

Kardeşlerimiz; Bedenimizi emniyet edeceğimiz hâzik bir doktor seçmiyor muyuz?
Hâzik, düzgün ve dürüst olmayan bilgisiz bir kasab mı olsun yâni!..
Bedenimize bu şekilde ihtimam gösterirken dinimize de ayni şekilde ihtimam gösterip önem vermemiz elbette çok lâzımdır.
Onun için böyle tenbih etmekle haklıdır mübarek.
Evet, tarikata girecek ama tarikatı ne gaye ve ne yönle kullanacağı belli olmuyor ve bilinmiyor.
İşte bu misilli alimler kendilerinin olsun onların yetiştireceği talebelerin olsun tarikattan uzak tutulmaları en güzel tarafıdır.


Dördüncü tenbih:

Şöyle buyurmuş:
Resim
Attal battal ve biraz tembelce olan kimselere de tarikat vermeyiniz.
Zira böylelerinin tarikata girme gaye ve sebebleri yüklerini başkalarını sırtına yüklemek kasdiyledir.
Elbette tarikata girmiş kardeş olmuş diye tarikat arkadaşları ve kardeşleri bu kişinin sıkletini ve ağırlığını yüklenip çekmek isterler.
Halbu ise mübarek bu misilli kimseleri de tasvib etmiyor.
Mübarek bu yönde de çok haklıdır.
Zira, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) devresinde bir sahabeyi kiramı tekrar tekrar medh-ü-senâ ettiler.
İbâdetini ve gayretkeşliğini anlattılar dinine çok çalışır hep ibâdet eder dediler.
Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sordu:
“Bu kimsenin ihtiyaçlarını kim karşılamaktadır, kim temin etmektedir?”
Sahabe de: “Efendim kardeşi vardır çalışır çabalayıp bu kimsenin de ihtiyaçlarını temin etmektedir” dediler.
O zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Kardeşi kendisinden hayırlıdır, zira kardeşi kendisine bir şey vermese bu şekilde yapamaz bu hale getiremez ve bu kimse esasen hazırcıdır” buyurmuştur.

Bir başka misâl ise Hz. Ömer (ra) bir gün camiden çıkarken bazı attal, battal ve tembel kimseleri köşelerde oturmuşlar görürde; “Neden sebebe başvurmuyorsunuz işe güce gitmiyorsunuz?” diye sorar.
Onlarda: “Efendim bizler Allahü Zülcelâl'e tevekkül ehliyiz oturmuşuz O'nu zikrediyoruz rızkımız içinde O'nu vekil ettik” dediklerinde
“Siz bilmiyorsunuz ki:
“Lâ yemturi La Fiddeten vela Zeheb” Allahü Zülcelâl gökten gümüş ve altın yağdırmaz. Sebebe başvurunuz. Heyyû alel esbab: Yâni, sebeb mucibelerine başvurunuz ve çalışınız. Sizinkisi tevekkül ehli değilde teekkül (yiyici) ehlisiniz Yani, hazır yiyicilersiniz, hazırcısınız” buyuruyor.

Yine Hz. Ömer (ra) bazen bir genci görüyorum da çok hoşuma gidiyor.
İşin gücün nedir, sanatın nedir diye sorduğumda verdiği cevab hep “hiç, hiçtir...” derken gözümden düşer gider buyuruyor.

Hasani Basrî'ye sormuşlar ki “Efendim Basrada iki kimseden birisi ibadetine çok düşkün gece gündüz ibadetle meşguldür fakat işi gücüde yoktur. Diğeri ise esbab mucibelerine başvuruyor, çalışıyor ve hem kendi ihtiyacını temin ediyor hemde öbürüsünün bu arada ibadetlerini de ancak zaruri olan farzları ve etrafındakilerden yapabildiği kadarını yapıyor bununla yetiniyor. Diğer vakitlerinde ise işinde çalışıyor. Bu kimselerden hangisi daha hayırlıdır” derler.
Hasani Basrî Hazretleri:
“Çalışan daha hayırlıdır” buyurmuştur, işte mübarek Halidi Bağdadî hazretleri de bu hususları biliyorda onun için bu gibi atalete batalete yön vermiyor ve tasvibde etmiyor.

Beşinci tenbih:

Şöyle buyuruyor:
Resim
Tarikat verilmeyecek olan beşinci zümreyi de (grup) şöyle anlatmış mübarek; bu kimselerin görüntüleri dünyayı fazla sevmeyen çok muttaki itinalı ve zahid kimselerdir.
Görüntüleri böyledir.
Fakat aniden karşılarına dünya mertebelerinden bir mertebe çıkacak olursa kaplanın avına atılışı gibi o mertebeye atılırlar ve o mertebeyi almaya meğer hevesleri varmış.
Fakat görüntülerinde yoktu.
Ama karşı karşıya gelince maliyetlerini ortaya koyuyorlar.
Üstelik dünyaya karşı böylesine hırs ve tamahları olmasıyla beraber kendilerinden başka kimselerinde sevilmelerini istemezler.
Hasedlik ve fesadlık da vardır.
Hatta ki kendi emsalleri olan müridânları bir tarafa bırak halife olsa bile kendilerinden fazla bir rağbet göstersen bunu dahi çekemiyorlar.
İşte bu misilli kimseleri de tarikat vermeyiniz.
Hased görüntüsü vardır.
Zâten iblis'i de bu hale ileten haseddir.
Allahü Zülcelâl bizleri korusun.
Âmin...

Kardeşlerimiz hasedle ilgili bazı hadis-i şerifleri bu vesile ile beyân edelim.
Hadis-i Şerif:
Resim
Hadis meali:

Hased imanı fesada uğratır. Saban (acı) bala karıştırdığında nasıl ki fesada uğratıp bozuyorsa hasedde imanı bu şekilde fesada uğratır. Yok etmezsede fesada uğratır ifsad eder.

Hadis-i Şerif:
Resim
Hadis meali:

İnsanda hased hasene bırakmaz. Yâni, ateşin odunları kül haline getirdiği gibi hasedde hasene birikintisi bırakmaz hepsini yakar.
Allahü Zülcelâl cümlemizi korusun kendisinin ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın rızasını nasib ve müyesser eylesin.
Âmin...


Altıncı tenbih:

Mübarek şöyle buyuruyor:
Resim
Hilâfet arzu ve isteği olan kimselere de tarikatı vermeyiniz.
Neden?
Zira; o kimseler bazı hâlifeleri gördülerde hem şöhret sahibi olmuşlar hem de dünya malının fülüsunun (akçe-para) cem'ini de yapmışlar.
Halife olunca bunları elde etmişler.
Ve kolayca bu iki emellerine ulaşmışlar.
İşte böylesi halifeleri gören kimselerde kendileri de onlar gibi haris olduklarından hilâfet makamına gelip şöhrete ve mala kavuşmak için bu tarikata girmeyi taleb ederler.
İşte bu sebebledir ki tarikat-ı âliyyenin nezâhatının paklığını mülevvesata iletmemek için bu en iyi hükümdür.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Bundan sonra tenbihatı bitmiş oluyor ve mektub yazmış olduğu halifelerine mektub sahiblerine hitab ediyor:
Resim
Kendisinin sevdiği fazla muhabbetinin olduğu zümreleri sayıp ilân ediyor.
Bilin ki en fazla sevdiğim kimseler etbâ'ı yâni cemaatı az olanlardır.
Dünya ehli olan kimselerle fazlaca bir irtibatı ve alakası olmayanlardır.
Olursada az olandır. Minneti ve külfeti fazla olmayandır.
Yâni milletin sırtına fazla külfet vermeyendir.
Ve oldukça azamı işleri fıkıh ilmiyle hadis ilmiyle meşgul olanlardır.
Böylece sevdiği zümreleri birer birer sayıp beyân etmiş oluyor.
Bu meyânde de şöyle bir hadis beyân eder:

Resim
Bu hadis-i şerif Camiu's Sagir'de mevcuttur.
Hadisin meali şöyledir:
Dikkat ediniz ki; padişah, etbâ'ları ve avânelerine fazlaca yakın olduklarında ne gibi zararlara uğruyor ve ayni zamanda da Allahü Zülcelâl'in rızasından ve rahmetinden nasıl uzak kalıyorlar.
Bir kimse etba' ve cemaatının fazlalığına heves ederse ve fazlalaştıkça neler oluyor...
Tamamen şeytanları çoğaltmış olur.
Yine bir kimse malının çoğalmasını heves ve arzu ettiğinde bu da hesabının şiddetlenmesine sebeb ve vesile olur.
Hülasa, tefekkür sahibi olalımda, dünyamız harab olsada yeter ki ahiretimizin ma'mur olmasına yarayacak şeylere heves ve arzumuz olsun...

Kardeşlerimiz; işte bu sebeblerle bunları bu şekilde beyân ettikten sonra kendilerine söylüyor ki; dahasını anlatmaktan müstağni olup bunun tersine olacak hallarde zararların neye malolacağını artık kendiniz düşünün.
Zira, tâbi olanların fazlalığı şeytanların fazlalaşmasına sebeb olunca...
Yine, sultanlara veya onların avânelerine ve âmirlerine yakın olmak ise Allahü Zülcelâl'in rıza ve rahmetinden uzak olmaya sebeb olunca...
Malın çokluğuda hesabın ve azabın şiddetlenmesine sebeb olunca nasıl olurda bunların tersine düşünebiliriz.
İşte bunun zararlarını gözönüne getirelimde bu hallerden hazer edelim.

Şimdi diyeceksiniz ki; cezbeler, coşkunluklar ve bazı haller olursa ne denir?
O zaman bunlarında fazla olmasına asla mağrur olmayın.
Cezbe vs.b gibi hallerin çokluğuna da heves etmeyiniz.
Halkı cezbeye getirmeye çalışmak gibi hallerde mühim değildir.
Zira, Hz. Cüneyd ve devresindeki olan Sırrı Sakatî ve benzeri zâtlar bir kimse cezbeye tutuldu mu şöyle buyuruyorlar: “Kaldırın şunu Dicleye atın eğer rahmanî ise Musa (as) gibi kurtulur. Yok eğer şeytanî ise Firavun gibi garkolur.”
Dikkat etmek gerekir ki cezbe iki yönden de hücûmeder.
Hem melek hemde şeytan temas ettiği zamanda şöyle çımkıştırır ve dürter.
Rahmanî olursa inanın ki ateşleri dahi söndürür, başını taşa vursa taşı kırar.
Biz bizzâtihi minareden cezbe halinde kendisini atan ve hiçbir şey olmayan zatı dahi biliyoruz.
Böylesi cezbeyi de inkâr etmiyoruz.
Rahmani cezbe Allah, lillah için olur ve aşk-ü-cezbesi kendi ihtiyarı dışına çıkar.
Hz. Musa (as) devresinde bazı kimseler cezbeye tutulurlardı da gömleklerini yırtarlardı.
Allahü Zülcelâl Hz. Musa'yı (as) uyardı: Ya Musa bunlara söyle gömleklerini yırtmak mesele değil, kalblerinin perdelerini yırtsınlar.
Onun için bizlerde kalb perdelerimizi yırtabilsek o zaman cezbe geçerli olur.
Yoksa görüntü olarak coştuk, koştuk, tündük veya sıçradık neye yarar?
Hatta bazı zatlar bu gibilerini pireye benzetmişlerdir.
“Pire gibi doydukça tünnemeye sıçrayıp zıplamaya başlarlar.” demişlerdir.

Hülasa bu gibi nahoş şeyler esasen tarikata yakışmayan uygun olmayan böylesi riyakârlık ve sümâ benzeri gösteriş gibi şeylerden hâzer etmek lazımdır.
Mübarek Halidi Bağdadî Hazretleri de öyle istiyor.
Sonra kendi zamanında Kur'an-ı Kerim hatmi yapılırdı.
Bu husustada onları uyarıyor ki; Sakın ola fazlaca talebe bulunsunda fazla hatim okunsun demeyin.
Bu pek mühim değildir.
Mühim olanı şudur ki; otuz kişi olsa yevmiye birer cüz okumak suretiyle bir hatim yapılabilir.
Şayet böylesi sûfîye tarikat ehli olmasa dahi çevrede coşkun ve hal sahibi olan bir çok kimseler vardır, Velevki komşulardan tanıdık kimselerden olsalar dahi...
Hatta tarikata dahil olmasalarda Kur'an okumaya heves edenler olabilir.
Şayet bunlarda bulunmazsa yevmiye bir hatim yapılamaz ise Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:


لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا
“La yükellifüllahü nefsen illa vüs'aha…” (Bakara /286)
“Allah kimseye vüs'unden öte teklif yapmaz...”
Yâni her ferdi kendi vüs'ati gücü nisbetine göre mükellef kılmış ve sorumlu tutmuştur.
Dinimizdede, tarikatımızdada hiçbir zorlama yoktur.
Bu nedenle Halidi Bağdadî Hazretleri şöyle buyuruyor:
Sizlere çok halisane kimseler bırakmışımdır.
Fakat bunların dışında dahi tarikata girmemiş olan nice kimseler vardır ki halisane âmel sahihleridirler.
Ve Kur'an okumayı da candan yapacak tarzdadırlar.
Bahsedilen zemime (kötü) hallerin vasıflarına mevsuf olmadıktan sonra böylesi tertemiz kimselerin bir tanesi günümüzde dahi icabında bin tane mülevvesât sahibi olanlara bedeldir.
Ayrıca zorluk, sorumluluk ve bir mecburiyette yoktur.
Zâten Allahü Zülcelâl teshilat taraftarıdır.
Ayet-i kerimesinde:


يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُم ْ
“Yüridüllahü ey yuhaffife anküm…” (Nisa/ 28)
“Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister.”
Allahü Zülcelâl tahfifat (hafifleştirme) ve teshilat (kolaylaştırma) taraftarıdır.
Hadis-i şerifte:


Resim
“Dininizde kolaylık gösterin zorlaştırmayınız. Zorlama yoktur” buyuruyor.

Bununla yetinip mektubun sonuna doğru geldik.
Burada da bir tenbih vardır.
Halifesi olan Ubeydullaha olan tenbihine iyice kulak verelim.
Bu tenbihinde bir tarikat ehline hilafet verildiğinde bir muhalefet vaki olduğunda ne gibi afat ve felâket olacağını beyân etmiştir.
Şu hususları kesinlikle terkedip yapmasınlar diyor: Kadınları evlerinde toplayıpta teveccüh etmesinler.
Evlerinde böyle toplantı ve davet yapmasınlar.
Zira bu gibi şeyleri tenbihte etmedik tasvipde etmiyoruz.
Kendi enâniyyeti, benliği ve çıkarı içindir.
Halife olduğu halde gerekli görev ve halleri icra etmeyip halife değilmiş gibi davranamaz.
Halifelik makamında tenbih ve emirlere asla muhalefet olamaz.
Bir murid ile bir halifenin sorumluluğu ayni değildir.
Halife muhalefet ederse mertebesinde öyle bir düşüş olur ki tasavvurun dışındadır.
Halife olanın hali bir müridin veya tarikata girmemiş dünya ehlinin haline de hiç benzemez.
Nitekim bahsedilen Halife Ubeydullahın bir kardeşi vardı bir bağlılığı olmadığı halde sadece muhabbeti vardı.
Bu muhabbeti sayesinde kendisinden de üstün bir halde olmuştur.
Allah rahmet eylesin, diye tabir ediyor.
Kabri de nur olsun buyuruyor.
Bu halife Ubeydullahın ise gururlu bir hali olup bir çok hülefadan üstünlük taslaması dahi vardır.
Bu düşüş olmasına rağmen hem ücûb hemde gurur içindedir.
Bilsin ki ben kendi sorumluluğunu üzerimden atmışımdır.
Nitekim kendi reşahat isimli esere müracaat etse Hazreti Şahı Nakşıbend (ks) imamü't tarikat ve Ubeydullahı Ahrar bazen bu gibi basit bir muhalefet sebebiyle müridini tard etmiştir.
Bu ise bir halife için aşırı derecede bir muhalefet ve tarikata uymayan hallerdir.
Ve sonunda şöyle buyuruyor: Rabbımız (Celle Celaluhu) ayet-i celile'de şöyle buyuruyor

Resim
: Zalim olanlar ve nefsine zulmedenler geleceklerinde hangi düşüşlerin olacağını ne gibi değişik hallerin geleceklerini kendileri mutlaka görecekler ve bilecekler.

Mektubun sonunu bağlayışta ise şöyle buyuruyor:
Resim

Kulların en zayıfı Halidî Nakşibendî.
Yâni meşrebi olan Nakşî ve reisi olan Nakşî.
Sadatın reislerinden bir zât...

Resim

Kardeşlerimiz; mektubun muhteviyatını okudunuz.
Belki fikrinize gelir ki tarikata girmeyecek olan 6 zümreyi saydık tüccar ulema amir umara ve diğerleri.
Acaba neden bunları tarikata almayın buyurdular.
Bu sözü umuma şâmil tasavvur etmeyiniz.
Zira bu zayıf şahsiyetler için böyledir.
Mesela bu mektubu yazdığı üç hülâfâ gibi.
Biliyorsunuz ki bir göl veya birikinti suyu az bir şey hemen bulandırır.
Ama daha önce anlattığımız gibi dağ veya deniz gibiyse onlara karşı bir esintinin bir dalganın ne tesiri olabilir ki...
Ancak zayıf şahsiyetler olursa amir-ümera kendilerine bağlandıklarında vali oldu ağa oldu paşa oldu hesabıyla böbürlenebilirler.
Tüccar kısmı bağlandıklarında onların servetinden yardım olur şeklinde düşünerek belki falan alim bana bağlandı şöyle oldu böyle oldu diyebilirler.
Hülasa tarikata alacak olan kimselerin seçebilecek kabiliyet sahibi olması lâzımdır.
Seçenek yapabilme hali varsa keşif erbabıdır.
İnanın ki müridin geçmişini şu anını ve geleceğini dahi bilir.
Bu hususda Hazreti Şahı Nakşıbend (ks) buyuruyor ki; eğer bir kimse bir murid alacağında müridin geçmişini ve geleceğini müşâhade edemiyorsa ve keşfedemiyorsa bu kimsenin o müride tasarruf etme yetkisi hiç yoktur.
Ve bu husus çok ağırdır çok...
Onun için Hazreti Halidi Zülcenaheyn Kudduse sırrıhu'l azizin bizzâtihi kendisinden çok sevdiği âmir ve ümerâlar çoktur.
Hatta mensubu olan çok paşalar ve valilerde vardır.
Onlara yazmış olduğu mektubları da mevcuttur.
Ancak, yukarda anlatılan misilli istisnalarda vardır.
Bunları da açıkça vasıflandırmıştır.
Mezmume (kötü) olan vasıflarla mevsuf kişileri kötülenen sıfatları olan kimseleri almayın buyurmuştur.
Tüccarlar hakkında ise hadis'e dayalı olarak buyuruyor:


Birinci hadiste:
Resim
Hadis meali:
O tüccar ki hem emindir, hem doğrudur ve hemde müslümandır. O kimse kıyamet günü şüheda (şehitler) zümresiyle beraber olacaktır.
Hadisin ravisi İbn-i Ma'ce ve Hakim ibn-i Ömer (ra)'den.

İkinci hadiste:
Resim
Hadis meali:
Bir tüccar ki hem sadık hem emindir. Bu kimsenin mükafatı nebilerle sıddıklarla şehidlerle mahşeri olacaktır.
Hadisin ravisi Tirmizi ve Hakim Ebu Said (ra)'den mervi.

Üçüncü hadiste:
Resim
Hadis meali:
Sadık olan, doğru olan ve her yönden itimad edilen bir tüccar yarın kıyamet günü Arş-ı âlânın gölgesinde gölgelenecektir.
Hadisin ravisi Ebu Naimf Esbahanf Firdevs'inde Enes ibn-i Malik (ra)'den.

Dördüncü hadiste:
Resim
Hadis meali:
Bir tüccar ki; ahdine sadık alışına verişine dürüst, emin ve itimad edilir cennet kapılarının hangisinden girmek isterse hiç bir engel çıkmaz buyuruyor.
Hadisin ravisi: İbn-i Neccar İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet etmiştir.

Beşinci hadiste:
Resim
Hadis meali:
Korkak olan tüccar mahrumdur. Cesur olan tüccarın rızkı da çoktur.
Demekki burada Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tavsiyesi şu ki; Tüccar biraz atılgan, cesur ve tevekkel ala Allah olması lâzımdır.

Ulemâya (âlimlere) gelince, zâten bunun anlatılmasına hiç gerek duyulmuyor.
Çünkü; onların vasıflarını belirtmiş.
Düşük gayeleri ve ilme münasib olmayan hallerin sahibi de olunca...
Haliyle mezmumu vardır mahmudu vardır.
Yerileni ve övüleni vardır. Yoksa ulema dediğimizde zâten tarikat erbabı ve reisleri ulemâların ülemâsıdırlar.
Ulemâ dendi diye hepisi de tarikat dışı değildir.
Ulemâ ki onlar enbiya mirasçılarıdırlar.
Rasüllerin emniyetçileridirler.
Onun için hali hazır Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetinin ulemâları geçmiş ümmetlerin nebilerinin gördükleri vazifelerle ayni vazifelerden sorumludurlar.
Ayni seviyededirler.
Ancak istisna olan makamlarıdır.
Nebilerin müstesna makamları vardır.
Ulemâ ise enbiyayı taklid ederler.
Benzerleridirler.
Çünkü cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra peygamber olmayınca onların yerine âlimler vazife yapıyorlar.
Onun için rastgeleye bir âlime tarikat vermeyin demek değildir.
Öyle âlimler vardır ki kendisini tamamen Allahü Zülcelâl'e vermiş O'ndan bile birşey istemeye hazer eder ve utanırlar.
Nerde kaldı halkın üzerine külfet olmak?..
Halktan bir şey istemiş olmaları düşünülemez bile...
Onlar mübarek ve müstesna kimselerdirler.
Tevekkül ehlidirler.
Kendisini tamamen Rabbısına bağlamış olan bu kimseler müstesnadırlar.
Diğer attal-battal olanlar ise hilafet hevesi vardır başka gayesi vardır vs...

Hülasa hali hazır günümüzde bile carî hadiselere bir bakın.
Birisi çıkıyor Almanyada kendisini halife ilân ediyor.
O ülkede onların mandası altında yaşarken halifeyim diyor.
Bu hususda faydası olur diye Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle bir hadis serdedeceğim:

Hadis-i şerif:

Resim
Hadis-i şerifi Imam-ı Ebu Talibi Mekkf Ku'tü'i Külûb sahibi beyân eder.
İmam-ı Ali (ra), Abdullah İbn-i Abbas (ra) ve Kab'ü'l Ahbar (ra) olmak üzere üç kişiden merfu'en ve mevkuten rivayet eder.
Hadisi buraya kadar üçüde beraberce rivayet edib yürütürler bundan sonra İmam-ı Ali (ra) ilâve olarak:
Resim

Abdullah Ibn-i Abbas (ra) ise ilâve olarak şunu da rivayet ediyor

Resim

Hadis meali:
Cenabı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'ın mûcizelerindendir ki bu hadis-i şerifinde ahir zamanda ulema-i sûi nin (kötü olan ulema) ne hallerde olacaklarını beyân etmiştir.
Şöyleki:

Birincisi:

Milleti zühde, zahid olmaya davet eder ve onların mallarını ve paralarını oldukça harcatır fakat kendisi zühde asla uymaz.
Halbuysa Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'ın şöyle bir hadisi vardır:
Resim
: Kiminki ilmi çoğalır da zühdü de ilmine nisbetle dahada çoğalıp aşmazsa bu ilminden Allahü Zülcelâle yaklaşmasını değil de bilakis uzaklaşmasını elde eder.

İkincisi:
Halkı Allah korkusuna Havfullaha davet eder ve her zaman “re'sü'l hikmeti mehafetullah: Her hikmetin başı Allah korkusudur” der.
Allah korkusu, kıyamet günü ve bilhassa cehennemi âlet ederek milleti oldukça korkutur ve tehdit eder.
Fakat kendisi hiç te korkmaz.
Halbuysa Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

Resim
: Hakikaten âlim ise üzerinde Allah korkusu diğerlerinden çok daha fazla ve üstün olması lâzımdır.
Bu âyet-i celile isbat ediyor.

Üçüncüsü:

Milleti âmir ümeraya fazla yaklaşmaktan men eder ve tenbih eder ki asla bunlarla fazlaca muaşeret, ittifak ve irtibat kurmayınız..
Fakat kendisi ise buna çok hevesli olup onlarla birlikte yaşamayı da çok çok ister.
Halbuysa bununda çok fitne konusu olacağı evvelce beyân etmişizdir.

Bunlar dünyayı ahirete tercih ederler.
Muhabbetleri dünyayı karşı fazlaca artışlıdır.
Halbuki Cenab-ı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Hubbü'd dünya re'sietün külli hatietin: Bütün hataların başı dünya sevgisidir.”
Bunu anlatmışızdır.
Bunlar ayni zamanda hal ve ilimleriyle değilde dilleriyle geliştirmeye çalışırlar.
Çok güzel lügat parçalarlar.
Bu hususda çokda hünerlidirler.
Zira Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
: Ahir zamanda ilimden daha fazla kelâm tasrifi öğrenirler.
İşte bu misilli kimselerde bu şekilde dilleriyle halkı mal etmeye çalışırlar.
Ayni zamanda zenginleri yaklaştırırlar fakirleri uzaklaştırırlar.
Zenginlere çok tabasbüsleri (yaltaklanmaları) vardır.
O sebeble Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

Resim
: Bir kimse zenginlere karşı yaltakçılık yaparsa bilsin ki dininin üçte birini kaybetmiştir.
Halbuysa böylesi alim geçinenlerin zenginlere çok meyilleri vardır.
Ve zenginleri ikna etmekte hünerleri ve kabiliyetleri çoktur.
Fakirlere ise asla önem verip ihtimam etmezler.
Hiçte rağbet etmezler.

Bunlar; kendi ilimlerinin üstünede çok düşkündürler ve çokta gayretkeşlikleri vardır.
Ayni misâli Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) veriyor: Nasıl ki evli bir kadın erkeğinin başka bir kadına gitmesine razı değil ve gayretkeşlik gösterirse bunlarında ilimlerinin hazzı böyledir.
Hatta bir kimse yanlarnına gelmiş bir kerre meclislerine oturmuş ise sonra da başka bir meclise gittiği duyulursa o kimseye söylenir kahırlanır hoşlanaz ve çehresini değiştirirler.

Hülasa; Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Bunların ilim öğrenişleri ve ilimden hazları böyledir.
Gayeleri esasen kendilerinin benzeri ilim sahihleri bulunmasın benzeri cemaat bulunmasın.
Etraflarına topladıkları kimseler artık asla başkalarına gitmesinler.
Yâni, dünyanın varını yoğunu kendilerine mal etmeye çalışırlar.

Hadis-i şerif buraya kadar üç kişinin rivayetidir ve berabercedir.
Bundan sonra İmam-ı Ali (ra) ilâveten: bunlar mahlukatın şerli olanlarından bir tanesidirler.
Ayni zamanda da fitne kendilerinden doğar ve sonunda yine kendilerine döner ve avdet eder.

Abdullah İbn-i Abbas (ra) ise ilâveten: Bunlar cebabiredirler, Âlim değilde cebabirelerdir (zorbalar).
Ve Rahmanın (Celle Celaluhu) düşmanlarındandırlar.

Hadis-i Şerif:
Resim
Hadis meali:

Ahir zamanda bir kısım kimseler (rical) peydah olup zuhur eder ve dünyalarını din yoluyla celbine ve cem'ine çalışırlar.
Bunların giyinişleri insanları kendilerine celbetmek için kuzu postuna bürünürler.
Kuzu demekten gaye biliyorsunuz kuzu sevilir ve kuzudan bir zarar gelmez.
Dolayısıyla halkta bunların görüntülerine bakarda kuzu gibi zarar gelmez diye aldanıp kanarlar.
Bunlar bundan dolayı bu giyimlere başvururlar Halbu ise hadisin devamında:

Resim
Dillerini dinlesen baldan tatlıdır, fakat kalbleri kurt kalbine bürünmüş ve o vasıfla vasıflandırılmışlardır.
Biliyorsunuz ki kurtlar çok haris ve haindirler.
Asla aza kanaat etmezler ve her zaman hıyanet düşünürler.

Hülasa Allahü Zülcelâl hadis-i kudsî'sinde şöyle buyuruyor:
Resim
Hadis-i kudsf meali:

Bana iftira mi ediyorsunuz? Ben böyle mi istedim? Yoksa bu cüretinizden mi ileri geliyor? Zâtımla sıfatımla yemin ederim ki; onların üzerine öyle fitneler gönderirim ki en halim selim olan kimseleri bile hayrette bırakırım.

Candan kardeşlerimiz okuduğunuz hususlar bir terazi mesabesindedir.
Yarar ve zarar...
Kendiniz kendi vicdanlarınızda tartınız.
Bu ortamda Allahü Zülcelâl'in inayetine sığınıyoruz...


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Resim

ŞEYH ALAADDİN'İN (K.S.) TAVİLA ZİYARETİ

Aziz Kardeşlerim;
Bu bölümde başta Şeyhimiz Mevlana Alaaddin (ks) ve pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin (ks) olmak üzere mensubu olduğumuz saadat-ı kiramın; tasavvufî inanç tez ve yollarını ve uygulamadaki hassasiyetlerini hayatları boyunca süren ihlâs ve titizliklerini beyan edeceğiz.
Gerçek tasavvufun anlaşılması ve yaşanması hususunda Allahü Zülcelâlin izniyle gayret edeceğiz.

Sizleri şimdiye kadar nâdirattan olup da duymadığınız bir sohbeti dinlemeye davet ediyoruz.
Bu sohbet, Mübarek ve mükemmel bir mürşid ile müridi arasında câri olan hadiseler ve konuşmaları ihtiva etmektedir.
Bu mürşid, tarifi kabil olmayan ve:
Resim
diye tarif edilen böylesine bir zât.
Hatta daha da yüce ve Mübarek bir şahsiyet, bir mürşidi kâmil...
Şeyh Alaaddin (ks)…
Mürid ise, mürşidi böylesine mübarek ve muhterem bir zât olmasına rağmen kendisi ne ulemâ, ne de tasavvuf erbabından.
Hem ilim, hem tasavvuf edebi yönünden çok zayıf.
Buna rağmen Allahü Zülcelâl, kendisine ikram ve ihsanda bulunmuş çok şanslı birisi.
Bu zâtın ismi de Hacı Hüsnü'dür.

Rabbimizin kerem ve ihsanına nail olmuş ve böylesine yüce bir mürşid ile karşı karşıya gelmiş.
Aralarında şefkat ve ra'fet yönüyle âdeta bir dede torun münasebeti şeklinde bir sohbet cereyan ediyor.
Hacı Hüsnü, bu Mübarek zâtın sesini almak için bir teyp hazırlayıp mikrofonu kendisine uzatıyor ve sert bir şekilde, yüksek bir sesle, tamamen avam lûgatıyla sualler soruyor.
O Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla, her zaman ki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor.
Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla her zamanki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor.

Aslında Mübarek şeyhimizin bu mütevâzi hali ibret alınacak bir haldir.
Hacı Hüsnü de bu Mübarek zâtı çok sevmiş ve kendisi de sevilmiştir.
Bundan dolayı çok bahtiyardır.
Allahü Zülcelâl cümlemize böyle bir muhabbet, böyle bir irtibat ve böyle bir ciddiyet nasib etsin...
Âmin.

Hacı Hüsnü, mübarek şeyhimiz Şeyh Alaaddin hazretlerinin Tavîla'da bulunan Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin Hazretlerinin, ki aynı zamanda kendi şeyhidir, ziyareti ve o ziyaret esnasında vuku bulan harikalıkları ve şeyhimize o muazzam icazetnamenin verilişini ve şeyhimizin o ihtişamlı uğurlanışını duyduğundan ve o ziyaret hakkında az da olsa malûmat sahibi olduğundan suallerine bu Tavîla ziyareti ve orada vuku bulan hadiseleri sorarak mevzuya giriyor:


- Efendim, Tavîla'ya gittiniz, bu Tavîla ziyaretiniz nasıl geçti?
Tavîla nasıldı?
Hoş muydu?


- Evet, evet, çok hoş, çok hoştu.
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin ile ilk karşı karşıya gelmemiz bana çok haz verdi.
O anda kendimden geçmişim.
Hemen duvara yaslandım.
Mübarek beni görür görmez bize büyük bir iltifatla taltif ederek: “Ey gözümün nuru, halin nicedir?” diyerek iki defa bu şekilde tekrarladı.
O esnada ben kendimden geçmişim.
Ancak şu kadarını söyleyebildim: “Elhamdülillah...”
Mübarek Pirin kelâmı çok hoş idi, mest oldum.


- Efendim, Pirimiz sizi çok seviyordu.

- Bizi sevmesinin sebebi, biz fakir kimseleriz, haddimizi bilen kimseleriz, haddimizi aşmayız.
Öyle coşkunluk hallerimiz yok, istikâmet üzerine yürümekteyiz.
Aczimizi i'tiraf eder, fakriyyat içerisinde, acziyet içerisinde oluruz.
Dolayısıyla Mübarek, bu missilli kimseleri severdi.
Bir de sonradan Mübarek Pirimizin yanına girme meselesi var.
Mübarek Pirimiz bir gün iki odalı bir yerde idi.
Ben gittiğimde Seyyid Kadri, mübareğin yanından çıktı.
Ben de fırsat olunca içeri, pirimizin yanına girdim.
İçeri girince Mübarek bambaşka bir taltifle:
“Buyur, buyur, elhamdülillah, sizler başka kimseler gibi değilsiniz” dediler ve devam ettiler:
“Elhamdülillah, sizler başkalarına benzemiyorsunuz. Siz müstesna bir şahsiyetsiniz. Siz necibsiniz, hatta sizler nücebasınız.”
(Yani aile olarak. Çünkü, babasını da kasdediyor.)
Mübarek bunun üzerine o kadar dua etti ki...
Pirimiz,
Allahümme……
(Artık ne buyurdu ise Şeyhimiz bunları gizli tutuyor.)

Ancak: “İnşallah sizler salihsiniz, inşallah sizler salihsiniz” buyuruyor.

Velhasıl, salih demek;
salâh yönünden irşada ve bu tarikata elverişlisiniz, sizin salâh yönünüz vardır, imkânınız olacaktır, diyerek bu şekilde taltifte bulundu ve tekrar: Sizler başkalarına benzemiyorsunuz, dedi.

Elhamdülillah, Rabbimize şükürler olsun.
Fehmedildi ki, bize karşı iltifatı ve sevgisi daha fazladır.
Memnuniyetini izhar etti.
Diğerlerinin, yemek içmek hususunda külfet veren yönleri çok idi, coşkun ve taşkın halleri çok idi.
Ama biz fakir kimseyiz, bizim bu gibi hallerimiz olmadığından bize karşı olan memnuniyetini izhar ettiği açıktı.


Hülâsa bu haller ziyaretin birinci devresinde vuku buldu.
Bu ziyaretin bir de ikinci devresi var.
O da icazeti alıp ayrılacağı devresidir.
İcazeti alacağı devreye girince bir taleb ve dileği olanlar, bir kâğıda yazarlar ve Pirimize verirlerdi.
Mübarek Pirimiz de onları alır, oturduğu döşeğin altına koyardı.
Mübarek; şeyhimize biraz da ısrarlı bir şekilde, bir talebinin olup olmadığını sorar.
Şeyhimizin verdiği, isteğinin yazılı olduğu pusulayı Pirimiz alınca, diğerlerinin ki gibi döşeğin değil de Mübarek kendi iç cebine koyar.
Bu da gösteriyordu ki Şeyhimizin, Hz. Pirin yanında, böylesine istisnai bir durumu var, bu ziyaret esnasında Şeyhimizin yanında Hacı Bilâl da vardı.

Mübarek Şeyhimiz, Pirimizden Hacı Bilâl'e bir duası ve himmeti olmasını dilemiş.
Pirimiz, Hacı Bilâl'e bakarak:
“Bu kişiyi çok sevdim, çok sevilen bir şahsiyettir. Madem ki size hizmet etmiştir, size hizmet, bize hizmettir. Ben bunu hem dünyada, hem ahirette kardeş olarak kabul ediyorum,” diyerek ismini sormuş.
“İsmi Bilâl'dır” deyince:

“A…… Bilâl, Bilâl-Habeşî, Bilâl-i Habeşî'yi sevmiyen mi var? Bilâl-i Habeşî'yi (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gördüğü zaman: Ya Bilâl, ben seni görünce rahatlıyorum. Sen ezanınla beni rahata kavuşturuyorsun. Ezan okuyuşunla namaza davet ediyorsun ve namaz ile de huzur bulabiliyorum, buyururdu,” diyerek tekrar tekrar “Bilâl, Bilâl-i Hebeşî'yi sevmiyen mi vardı?” diye buyurdu.

Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki:
- Pirimiz bu isme karşı çok ihtimam gösterir, yani Bilâl ismi üzerinde çok dururdu.
Bunun ismini de Bilâl'e benzeterek bu şekilde sevdi ve aynı zamanda dünya ve ahiret kardeşliğine de kabul buyurdu.
Tabi bu duruma biz de sevindik.
Buradan ayrılacağımız zaman da Mübarek Pirimiz böylesine lütfukârâne şefkat ve merhamet dolu olarak öyle bir nazar etti, öyle bir inceden inceye süzdü ki, o anda bundan aldığım lezzeti ve zevki tarif etmek kabil değildir.

Mübarek Hz. Pir öyle bir derya idi ki, emsali bulunmayan bu nazarlar karşısında kalbimden neler geçti ise, neler temenni olundu ise tümünü keşfen gözler önüne seriyordu.
Dolayısıyla onun bu halini tarif etmek kabil değildir.

Allahü Zülcelâl cümlemize bu Mübarek zâtların hayrat ve bereketlerinden faydalandırsın.
Âmin.

İşte, bundan sonra Şeyhimizin oradan bu ayrılışı ve uğurlanışı; Pirimizin kendisinden razı olduğunun ve memnun olduğunun izhârı olmuştur.
Ben de o zaman inandım.
Böylece ayrılışı devresindeki bu görüntü karşısında hiç kimse kalmadı, hepsi uğurlamaya koştular.
Bahusus Seyyid Tâhâ dahi kilometrelerce yol katederek bizzat kendisi uğurladı.
Sanıyorum ki o güne kadar hiçbir halifeye bu şekilde bir uğurlama vaki olmamıştır.


Resim


SIRRI AZİZ

Kardeşlerimiz;
Cenabı Rasulullah Aleyhissalatu vesselamdan intikal eden bir SIR vardır.
Bu SIR, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık (ra)'a intikal etmiş ve ondan bu yana SÂDÂT-I KİRAM Hazerâtına peyderpey aktarma olunmaktadır.
Ama, bu zevatın hepsine de bu sırra sahib olmak nâsib olmaz.
Hepsinin bu sırrı kaldırmaya güçleri olmayabilir.
Dolayısıyla misal olarak Hz. Şahı Nakşibend (ks), şeyhi Seyyid Emir Külâl olmasına rağmen bu sırrı Hace Abdulhâlik Gücdüvâni'den almıştır.
Bir emânet olarak onda duruyordu.
Ondan Şahi Nakşibend'e intikal etmiştir.
Arada beş kişi olmasına rağmen.
Dolayısıyla bu sır erbabı ve ehli olan zâtlar müstesna şahsiyetlerdir.
Diğer bir misal de Hz. Mevlâna Hâlid Ziyaeddin, Şeyh Abdullahi Dehlevi'den izin aldıktan sonra emânet kendisinde olmadığı için emâneti ehlinden, yani yerinden alması için emir vermiştir.
O zaman Pirimiz Hz.leri henüz hayatta değilken bu sır Pirimizin ruhaniyetinde bir emânet olarak duruyordu.
Hz. Mevlâna Hâlid bu emaneti Pirimizin ruhaniyetinden almıştır.
Bu emâneti azimeyi yedi sene Mevlâna Hâlid taşımıştır.
Ondan sonra Hz. Şeyh Osman Sıraceddin'e aktarılmıştır.

Hatta bu hususta Şeyhul Hazinin bir sözü var:
“Yedi yaşımda iken Mevlâna Hâlid'in hil'atini giydim” buyuruyor.
Bu sözü, bu emanetin kendisine de geleceğine bir işaret olarak.
Çünkü Şeyhül Hazin Hz. Mevlâna Halid'in vefatında 7 yaşında idi.
Zira Şeyh Osman Hz.leri dahi Şeyhul Hazin'i kendi yanında seyru sülük yaparken dahi hiçbir işte çalıştırmayıp: “Sen bunun için yaratılmadın ya Şeyh Muhammed” derdi.
Şeyh Osman, Şeyh Muhammedül Hazin'i kendisine, hiçbir hizmete koşturmadı.
Böylece bu emanet kendisine intikal etmiştir.
Sonradan Şeyhul Hazin Hz.leri de 1308 Hicrî senesinde Muhammed Ali Hüsameddin'e takriben otuz yaşlarına doğru bu emaneti intikal ettirmiştir.
Şeyhul Hazin Hz.lerinin ğavsiyyet makamında olduğundan en küçük bir şüphemiz yoktur.
Gavsiyyeti güneş gibi açıktır.
Hatta “Şahı Nakşibend'in kuvvetine sahibtir” diye de buyurulmuştur.

Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince...
Dedesi Şeyh Osman tarafından ve diğer zevat tarafından, bilhassa Şeyhimiz tarafından Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in derece bakımından hepsinden üstün olduğu kesin olarak bildirilmiştir.
Dolayısıyla Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kendisinde bu anlatılan sır, tecelliyâtı zâtiyedir.
Tecelliyâtı zâtiye sahibi olan zât şühud ehlidir.
Bu makam da ihsan makamıdır.



İHSAN MAKAMI

Allahü Zülcelâle ibadet yaparken, Allah'ı görürcesine ibadet yapmaktır.
Bu hal şühûd halidir.
Tecelliyâtı Zât her ferde nasib olmaz.
Ancak ğavsiyyet makamında olan bir zâta nâsib olabilir.
Hatta (bu makamda) Şeyh Osman Hz.lerinin kalbi büzülmüştür, yanık bir hale gelmiştir.
(Bu hususu, Şeyh Osman'ın hal tercümesi bölümünde izah edeceğiz.)

Şeyhul Hazin Hz.lerinin ise akvâlinden ve ahvâliden ğavsiyyet makamına sahib olduğu kesindir.
Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gelince; Mübarek şühûd ehlidir.
Bundan hiç şüphemiz yoktur.
Çünkü Hz. Pirin namaz halinde farz namazını kıldıktan sonra başka birşey kılmaya gücü yetmezdi.
Demek ki tecelliyâtı zâtiye'nin öylesine te'siri, öylesine yakıcılığı vardı ki, farz namazından sonra başka bir nafile ile meşgul olacak gücü kendisinde bulamıyordu.
Hatta Cenabı Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi bu hal karşısında farz namazından sonra Hz. Aişe'ye:
“Ya Aişe, beni (dünyalık ile) meşgul et,” diye emrederdi.
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin de namazı kıldıktan sonra hemen kendisini dışarı atar, herhangi bir işle meşgul olmaya çalışırdı.
Bu hal sahibi olan zâtlarla alâkalı en açık bilgiyi veren İmamı Rabbani Hz.ler şöyle buyuruyor: Farz namazı kılarken emir Allah'ındır, hüküm Allah'ındır. O anda vâki olan Tecelliyâtı Zâtiyyenin hiçbir benzeri olamaz.
(Yani, şühûd ehli olan zevat, farz namazları kılarken Tecelliyâtı Zâtiye karşısında aldığı hazzı, zevki, feyzi, hiçbir şeyden alamaz.)
Nitekim, farzlardan sonra sünnetleri kılmaya başlayınca bu zevat farzlardaki o zevki alamıyor.
Dolayısıyla envarı ilahiyyenin fazlalığı, fazlaca yakıcı bir hal alırsa, o zaman başka bir şeyle meşgul olmaya kabiliyyet ve imkânı kalmıyor.

Hülasa:
Farzlardaki tecelliyât, Tecelliyâtı Zâtiyedir.
Sünnetlerdeki tecelliyât ise Tecelliyâtı Sıfatiyedir.
Farzları kılarken alınan o manevî zevk sünnetlerden alınamıyor.
Şühûd erbabının, özellikle Muhammed Ali Hüsameddin gibi zâtların makam ve mevkiini tam ve hakikî yönüyle anlatmamıza ve anlayabilmemize imkân yoktur.
Allahü Zülcelâlin Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine vermiş olduğu makamı tam olarak anlatmaktan aciziz.
Ancak bu hususta şu kadarını söyleyebiliriz.
Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin'in, Şeyh Osman'dan ve Şeyhul Hazin'den üstünlüğü kesindir.
Aynı zamanda Şeyh Osman ve Şeyhul Hazin'in de ğavsiyyet makamında oldukları da kesindir.
Bu iki muhterem Zâtın ğavsiyyet makamında oldukları, hal tercümeleri anlatılırken, tamamen ilmî olarak anlatılacaktır.
Hiç şüphe yoktur.
Binaenaleyh Pirimiz Hz.leri böylesine bir makam sahibi olmasına rağmen, böylesine bir yücelik karşısında dahi Mübarek Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'e verdiği önem ve ona karşı olan sevgisi, ona olan iltifatı icazetnamede de görüleceği gibi calibi dikkattir.
Nitekim icazet verildiğinde kullanmış olduğu cümleler, ifadeler istikbalde onun nasıl bir şahsiyyet olacağını gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor.


.................................İCAZETNAME................................

Resim

Şöyle buyuruyor:
“Cenabı müstetab el fâdıl el kâmil el muhterem Hazreti Şeyh Alaaddinil mûkerrem seyr-i sülûkûnu bizde bitirdi. Kalben ve kaliben, leylen ve neharen buyurduktan sonra istihakkâl kubul yani istihakı kesbetmiştir. Nasıl kesbetmiş? İndeallahi ve inde Rasulullahi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve inde saadatil aliyyetil Nakşibendiyyetil ve Kadiriyyeti... ve ene ezentuhu bi mucibil emri, ben ise emir mucibince veriyorum. Çünkü istihkak kesbetmiş. Hak etmiş. Hem Allah nezdinde hem Rasulullah nezdinde hem de saadati Nakşibendiyye ve Kadiriyye nezdinde. Ben ise kendiliğimden değil de emir mucibince veriyorum.”

Kardeşlerim;
Biz bunları anarken anlatırken herhangi bir davet veya teşvik yönünden söylemiyoruz.
Allahü Zülcelâlin ni'meti azimesine teşekkür bakımından ni'meti tezekkür yönünden söylüyoruz.
1

İşte, buraya kadar böylesine mübarek bir mürşid ile müridi arasında tevazu bakımından, şefkat ve merhamet yönünden herkese bir misal teşkil edecek bu konuşmayı sizlere aktarmayı uygun gördük.

Böyle bir müşahede, böyle bir duygu her yerde ve her mürşidde olmaz.
Fakat, Rabbimizin lütfü, kerem ve ihsanı olarak böyle bir mürşid ile bizi karşılaştırdığı için Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun.
Ne mutlu o kimseye ki, o da şeyhinin böylesine sevgisini kazanmış, karşısına oturmuş ve aralarında böylesine sohbetler cereyan etmiştir.

Hülâsa; Mübarek Şeyh Alaaddin ile Hacı Hüsnü arasındaki konuşma Arapça olduğundan Hacı Hüsnü'nün daha iyi anlayabilmesi için tamamen avam lügatini kullanarak, onun seviyesine inerek sorularına cevab veriyor.
Onun kullandığı lisanı kullanarak cevablıyor.

Dolayısıyla son taraflarında biz de birkaç kelimeyi dile getirmeye çalıştık.
Fakat bazı noktaları biraz daha şerh etmek, anlatmak faydadan hali değildir.
Çünkü, orada çok kısadan geçmişti.
Biz de bir iki noktayı bildiğimiz kadarıyla biraz açmak istiyoruz.
Zâten Şeyhimiz ile Hacı Hüsnü arasında geçen sohbetin başlangıcında, henüz soru sormadan aralarında bazı konuşmaların geçtiği anlaşılıyor.
Seyyid Kadri mevzuu geçmiş ki Şeyhimiz, Seyyid Kadri ile alâkalı şöyle buyuruyor:
“Oldukça kendi şeyhini methediyordu. Söyledikleri şeyler, hep kendi şeyhi üzerine idi” buyurdu.
Ondan sonra Hacı Hüsnü Tâvila ziyaretini soruyor.

Efendim Tavila nasıl idi?
Tavila ziyaretiniz nasıl geçti?


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim



ZEVK 1514

SIFIR Sahrasın SIDDIKı – Sırr-ı SUBHÂN Süvarisi
Gönülden Gönüle Esen, Yersiz-Yurtsuz Rüzgâr gibi
ASl-ı Ârif Âlâaddin Resim PÎR Hüsameddin Vârisi
Bâtın “Muhabbetin fillah!”Resim Zâhir, Halkın hakkı SEVgi!..


02.08.1999 11:53
Lârâ shllri..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ZEVK 1515

Fıtratımın feri SIDDIK! Gönlümün gören gÖZüsün!
Hakim Kitabın hitabı! Elest’in ezel sÖZüsün!
Halkın HAKK’a geçeceği Resim İlâhî Sırat Köprüsü
Baş Basarımın baktığı Resim Bâtına Zâhir örtüsü!..


02.08.1999 12:01
Lârâ shllri..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ZEVK 1520

Sıfır Silsilesin Sonu Muhammed SIDDIK ELin tut!
Sende SENliğini siler, kalmaz Hüzün-Korku-Umut!
Soyunsun Sûret, Sîretin ResimBura Muhabbet Meydanı
Zâhir- Bâtın-Evvel-Âhir Resim Vücûd-Şühûd-Sücûd- Uhûd!..


02.08.1999 13:10
Lârâ shllri..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ZEVK 1621

On iki bin KAPIsı OL-ÂN bir SARAYsın ki SEN KULsun!
ANAHTARların TEVHİDin Resim SEN TEVHİD ile Makbulsun!
SIDDIK’ın bul’ SIFIR Soyun! SIRRdaşı Ol SÂDIKların
CAN ile CÂNÂN CEM’ Etsin! Resim Muhabbetün Fillah OLsun!..

07.12.1999 12:07
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim


ZEVK 1445

Merkez MİLİnde UYuyAN, HÜRler habersiz MUHİTten
Değirmenin Taşından da, gürültüden-gelden-gitten..
Âşıklar, buğday değil UN! KÜL yANar mı KUL İhvanî
Sıkı tut SIDDIK ELİni! Şefâat ŞAH-ı Şâhitten…


22.04.1999 13:40
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön