Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşler, hepimizce mâlumdur ki, muâllim ve mürşid, ilmi irfanı yükek oldukça, talebe olsun, mürid olsun, iyi ve kaliteli yetişir. Nitekim bu meyânda Hazreti Şahı Hakşibend şöyle buyurur: "Tarikatımızın özü sohbettir." Zirâ, Sahabeyi Kiramın o seviyeyi bulması sohbetle değil midir? İmânı şuhudî sebebi ile bir nazar dahi isabet etmek. Öyle bir cevherlendirir ki, artık onun seviyesine çıkmak aslâ... Velev ki Veysel Karanî olsun.
Hülâsa: Ashab-ı Kirâmın fazâili ile kitaplar doldurulmuştur. Bizim aslî gâyemiz onların yetiştirme şekli ve uslûbudur. Meselâ; Hazreti Ebu Bkiri Sıddıyk, Meşreb-i Sıddıki olanlara örnek olarak ona uyar. Yetişmesi de onun yetişmesine uyar. Eğer mürşidi kâmil olursa, basîretli olarak müridleri üzerine ferâsetini kullanır. Her müridin istidâdına göre mu'âmele eder. Delili olan, Hazreti Fahri âlem'den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) örnek alır. Müridlerin yetişmesi de, Sahabe-i Kiramın örneklerinden alır. Lâkin mürşidin haline göre seviyeli olurlar.
İşte bu ifademizden ümid ediyoruz ki şeyhimizin merşebi sıddıkidir. Binâenaleyh, bu gayemizin tebeyyün ve tahakkuku için, bir Hadis-i Şerif'i zikredelim: Meâlen: "Ebu Bekir ve Ömer'in Benimle nisbetleri sanki kulak ve göz mesabesindedirler." bu veciz ve hikmetli ifadeye dikkat edelim. Fikrimizi açık bulunduralım, gaye-i meramımıza nâil olalım.
Kıymetli kardeşlerimi; anlaşıldı ki, Hazreti Sıddık, kulak, Hazreti Faruk ise göz yolu ile yetiştirilmiştir. Yani birisi Hakaîki imân ile, birisi de hakâiki islâmiye iledir. İkinci bir hikmet daha; birisi hakîkat birisi, şeriât, üçüncü hikmet; birisi sır, birisi hâldir.
Hülâsa: Şu üç vecihli olan te'vilimize delil ve isbatımıza geçelim. Evvelâ; :Birincisi:Ebubekir Sıddık; İman ile ilgilidir. Erkeklerden ilk, imân eden O'dur. O'nun imân cevheri seviyesi, bütün ümmetin iman cevheri seviyesine bedeldir. Hatta fazladır dahası mir'acın ilk tasdikcisi Hazreti Ebu bekirdir. Kezâ, iman ile ilgili nice harikaları vardır. Bilhassa, Hazreti Fahriâlem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ahirete teşrif eylediği anda ümmetin şaşkınlığını gideren ve imanlarından ayrılmağa dahi yeltenen mürtedilerin kapılarını kapattı ve hususi istikrâr buldu. Şu halde inceden dikkat edersek, Cenabı Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretlerinin iman nuru ile küfür kapısını kapattı ve çürüttü Elhamdulillahi Teâla. Kezâ: Hazreti Sıddık hulusü ile mürtedlik kapısını kapattı. İşte bütün bu nesneler hep imân ile müte'allik şeylerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hazreti Ömerü'l Faruk'un (ra) cevherine gelince; yine evvela bir hadis-i şerif ile başlayalım, teberruken, hemde gayemize uygundur. Efendimiz buyuruyorlar: "Allahümme hayrannâsirin bu mukaddes din-i İslâmı Ömer ibni Hattab ile aziz eyle." işte bu duânın bereketiyle İslâmiyeti izhar etmeğe sebeb oldu, açıkladı. Hakkı batıldan ayırınca Faruk lâkabını verdiler. Bunun müeyyisedisi de hadisi şerif ile sabittir. Tercüme-i hali ile kitablar doldurmuşlar. Sadece gayemizle ilgili bir hadisi şerif daha zikredelim. Meâlen: Cibril-i emin bana şöyle söyledi: "Bu dini İslam, Ömer'in ölümüne ağlayacaktır." Yani, İslâmiyetin istikrarı onun adaleti ile muhafaza olunuyordu. Nitekim, ondan sonrası, fitneler birbirini takib eder. Bununda müeyyisdesi bir hadisi şerif daha. Meâlen şöyle buyurmuş: Hazreti Ömer'e (ra) işaret ederek, "Bunu görüyor musunuz? Fitnenin kilididir. Aranızda bulundukça fitnelerle aranızda adete muhkemce kitlenmiş kapı gibidir. İşte bu sebebledir ki, Ömer'in ölümüne islam ağlayacaktır." diye ilân etmiştir.

Hülasa: Hazreti Sıddık'ın (ra) cevheri iman yolu, Hazreti Ömer'in (ra) cevheri ise İslâm cevheri yolu ile yetiştirilmiştir. Zirâ, hassaları sarahaten açıklanmıştır. Bu yüzden demiştik birisi iman,birisi İslâm.

İkinci vecih, birisi hakikât, birisi şeriât mâlumdur ki; Hazreti Sıddık (ra) ehl-i tahkik, ehl-i târik bilhasa, meşrebi sıddıki olanların piridir ve kıymetin yakınına kadar ondan örnek alıyorlar. Zira tevhidin nef'i kısmından feragat edip, isbat kısmına liyâkat-ı kesbeden ilk mürid odur.Hicretleri esnâsında mağaraya girdikleri zaman arkalarını takibeden müşrikler, mağara kapısına gelince, korkmağa başladı. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) halini müşahade edince, nef'i den henüz kurtulmadığını anladı. Çünkü (EL NÂFİU VE'D DARR'U) bir menfaat veya zarar gelecek olursa, mutlaka takdiri Allahtandır. Kemâliyet olsa idi mâsivadan havf etmez, ancak ve ancak Kudretullah'a teslimiyeti olurdu. O, ne takdir ederse, kimse reddedemez. Sadece içinde değişecek kısım varsa, onunla sebebini rast getirir. Her ne ise bundan anlaşılıyor ki, o anda nef'i kısmını bitirtmiş. İsbat kısmına aktarmış. Yâni Fenafillah makamından bekâ'ubillah makamına terfi etmiş oldu. Zirâ, bu durum âyet ile sabittir. Meâlen:"Mahzun olma mutlaka bilmelisin ki Allah bizimle beraberdir."
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (Tevbe/40)

İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ, fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ, ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm (hakîmun).
"Eğer siz Ona (Rasulullah'a) yardım etmişseniz (bu önemli değil); Ona Allah yardım etmiştir. Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebubekir ile birlikte Mekke'den) çıkmışlardı; hani onlar mağarada yok; O, arkadaşlarına: üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (süknat sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allahın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir."
Hülâsa: Her ikisi de mürşid ve müridi, diz dize gelirler. Mübarek elini kalbine kor ve zikr-i hafiyitelkin eder. Şu sıfatla "kul, ALLAH ALLAH, ALLAHU'u me'âne" yani "Allah,Allah bizilledir" de. Çünkü, "ayrı değil halimizden haberdardır." bu hal ile ilgli yani "Lâilâhe"nefiy olup, "illallah" isbattır.
Önce ayeti celileyi zikdedelim. Zirâ, bu hali evvelâ Allahü Zülcelâl hazretleri habibine telkin etmiştir. Ayet meâlen: "Ey habibim söyle yani bil ki, her yerde, her anda, her şeyde Allah mevcuttur. Müşriklerin çevirdikleri fırıldak ve tuzakları dolayısıyla mahzun olmak değil, hatırına bile getirip endişe etme."
İşte aynen sırdaşı olan Hazreti Sıddık'a (ra) mağarada zikir telkin etmesi bu minval üzeredir. Demek ki zikir, Allahu teâlâdan, habibine, Habibinden halifesine, bu ayet ile sabittir.
Velhasıl münkir olanlar burada hakikate vakıf olurlar da belki insafa gelirler diyerekten yazdık. Yoksa kardeşlerimizin bildikleri meseledir. Bu nef'i ve isbat,yani Fenafillah ve Bekabillah makamdan makama terakki etmek, nebilerde de aynıdır. Fakat velilerin, nebilerin taklitçisi olduğunu anlamak lâzımdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Nef'i kelimesinin hakkını vermeğe çalışanlar arasında en üstünü Hazreti İbrahim Halilullahtr (as). Nebiler arasında Fenafillah makamının imâmı odur. İsbat kısmına gelince yani bekâ billah makamının imamî ise Hazreti Rasulullah'tır (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Onun içindir ki, Lâfza-i Celâleyi telkin etmek O'nun ümmetine mahsustur. Aynı zamanda mübtedî (başlangıcta) olanlar için kelime-i Tevhid evladır. Fakat müntehilere (sonra gelenlere) gelince, mâsivâdan ayrılmış. huzur haline sahip olmuş. Yâni Padişah huzura müşerref olunca, başka bir şey zikredemez. Çünkü, Nef'i ile ilgili kalmamıştır. Hatta zâtın birisi şöyle buyurmuş: "Nefeslerimiz mahduddur. La ilahe deyipde son nefese ölürsek böylece can vermektense "illeallah" demek yani "Allah Allah" demek evladır. Huzurda olanlar içi böyledir. Bu söz Hz. Şibli'ye aittir. Zikirde "ALLAH" demek yetersizdir. "Lâ lâhe illallah" diyeceksiniz esas kelime budur diye münazara ettiler. Şibli'de: "Nefesler sayılıdır. Ne bileyim ben, son nefeste "Lâ ilâhe" der iken ilâhe den sonra illallah ispat olarak gelmezse ne yaparım ben... Onun için durmadan "Allah Allah derim" diyor. Böyle zâtlar öyle makamların sapibleridirler ki, bir an bile "Allah" demeden duramazlar. Fakat, masiva ile ilgili hatta gırtlağına kadar dünya, nefis, şeytan ve sâir nesneler ile boğulacak hale gelmiş bir kimseye de doğrudan doğruya Lafza-i Celâley vermek gerekmez. Mutlaka nef'iden, isbata alıştırılarak, istiadına göre bilhassa mürşidin maharet ve faresetine bağlıdır.
İşte bu ifademizin isbatı, Hazreti Sıddık üzerine tahakkuk etmiştir. Hicrete kadar terakkiyatı, kelime-i tevhid züerine idi. Mağaradaki telkinden sonra Lafza-i Celâle yani saece ispat üzerinde terakkiyat başlamıştır. Fenafillah'dan Bekabillah'a geçişi mağrada (sevr) olmuştur. Yedi sene devam eden bu yükselmenin en acaib kısmı mağaradan başlayarak yedi yıl alıştıra alıştıra Sıddıkı Ekber haline getirdi ki, nebiler müstesnâ, velayeti Allahuzülcelalin muhabbetine mumhemik (bir işin üstüne çok düşen) oldu. ki, daima tezekkür ve tefekkür ederdi. Sadece ilâhi envâr ve tecelliyatına münhasır kılar Nefsini dahi hapseder. Lüzumunda itina ile alır verirdi. Zirâ, envarı hak kendini mest-ü hayran etmişti ki zevâlden evvel kaylule (yani kuşluk) uykusu anında nefesini serbestçe alıp verirken komşuları kebab kokusu hissederlerdi. Halbuki ciğeri püryan olmuş da cızıl cızıl yanmasından meydana geliyordu. Yedi yıl bu hale getirdi ve terakkiyatının faslına son verdi ki mürşidin son üç senesinde halifesinde bir zerre dahi artış olmamıştır. Çünkü velayei takat ve tahammülün son haddine yetişmiş idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Kıymetli kardeşlerimiz; İşte Hazreti Sddık'ın (ra) vâziyeti böyle idi. Yani yetişmesi bu minvâl üzere oldu. Gayemizle ilgili olduğundan dolayı zikrettik. Yoksa fazileti, kitaplar dolusu olsa yine hakkını veremeyiz.
Ömerü'l Faruk (ra) ise, şeri'ata örnek verilmiş, kıyamete kadar muâmelatındaki adalet, disiplin ve nizamına bütün milletler hayran olmuşlardır. Kuran-ı Mubinin hükmüne riâyette ve titiz hükmü nâfiz ve cari idi. Nitekim oğlu ile vakı'ası her ferde dehşet içinde bırakır.
İşte bu sebebledir ki; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi buyurmuş: Meâlen: "Eğer benden sonra nebi olsaydı, Ömer olurdu" Bu ifadeyi şöyle anlıyacağız: Nübüvetin vazifesi, has ve avam ile ilgilidir. Her iki zümreyi idâre etmekle mükelleftir. Yani hem merhamet hem şiddet, avamların huylarına göre hareket etmesi gerekir. Şiddet kullanılacak çok yerler vardır. Bilhassa, ahkâmı şeriyyede. Hazreti Ömer'in (ra) nebiliğe uygun görülmesi bu vehicledir. Yoksa efdal olması bakımından değildir. Çünkü, Hazreti Sıddık'ın (ra) merhameti, şiddetinden galib idi. Zâten mürşid bu vasfa sahib olmadıkça muâşereti güçtür.
Hülâsa: Gayemizin menşe'i bir halifesi hakikat, öbür halifesi şefkat minvâli üzere örnek olarak yetiştirilmiştir. Onun için birisi sır, birisi hal diye zikretmiştik. Mâlumunuz olsun ki,sır daima hep kulak yolu ile öğrenilmiştir. Zirâ, alış verip hep kulak âleti olarak tahsis olunmuştur.
Fakat hal kısmına gelince, onun aleti gözdür. Çünkü, âmel ef'al, hareket, sekenat, mumelat, hep bunların taklidi, gözdür. Göz yolu iledir. İşte hadisi şerifin hikmeti bu vecihledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Dikkat edilirse Hazreti Sıddık (ra), kulak mesâbesinde, Hazreti Ömer göz mesâbesinde olmalarına gâye, bu minval üzere yetiştirilmiştir. Birisi sırrını taşır, birisi halini taşır. Bir zaman bize sordular ki, "Neden Hz. Ömer'e (ra) "Benden sonra nebilik olsaydı Ömer olurdu" buyrulmuş da, Ebu Bekiri Sıddık (ra) için böylesi buyurulmamıştır." Cevaben dedim ki: "Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "Eğer benden sonra resûl gelmiş olsaydı," buyurmuş olsaydı Ebu Bekir gelirdi buyururdu" dedim... Çünkü, telaffuzda Hz. Ömer (ra) için nebi gelmiş olsaydı buyuruluyor, resul gelmiş olsaydı buyurulmuyor. Çünkü, Resûl idârecidir. Ama Nebi halkı irşâdla görevlidir ve bir resûl'ün tezini uygular.
Aziz kardeşlerimiz: Gayemiz ashabı kiramın faziletinden konuşmak değil. Zira bizim gibi âcizin mehd-ü senalarını yapmıştır. Kitaplar dolusu olmuş, biz sadece o Hazreti mürşidi ekber-ü-mürşidi azamın, müridlerini halifeliğe yararlı ve yetkili bir seviyeye nasıl yetiştirdiğini bir zerrecik teberrüken zikretmiş bulunuyoruz.
Bu vesile ile kalan dört halifeden ikisine de kısaca ve zârif birer numûne verelim ki, fikrimize bir anahtar olsun kâbilindendir. Yoksa sizin gibi uyanık ve müdrik olan kardeşlerimize bilginlik taslamak gayemiz ve haddimiz değildir. Bu hususta affınızı dilerim.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Üçüncü Halife Hazreti Osman Radiyallahu Anh'ın Cemiân fazâili çoktur. Lakin, birinci ve ikinci halifelerin, mevzularına uygun olmak üzere bir Hadis-i Şerifte Hazreti Osman'a (ra) zikredelim ki, yetiştirilmelerinin şekli ve hikmeti aydınlanmış olsun. İşte Hadsi Şerif "Allahümme Ya Alim Ya Habir, Osmanın hali sana ayandır. Gayb oluşu ancak senin ve Rasulunün rızalarını almak sebebi iledir. Hudeybiye bi'atından mahrum kalmaması için benim şu iki elimi, Osman'ın eli olarak kabul eyle" ve mübarek iki elini birbirine sımsıkı bağladıktan sonra, " Ya Rabbi, Ashabım bana bi'at ederken her ne gibi ahid ve vâid ediyorlarsa Osman'a vekaleten aynısını biat ederim." işte Hazreti Osman Cemiul Kuran ile sabittir. Bu şerefe nâil olunca el yoluyla yaptığı muemelatı, diğer mumelâtından üstündür. Meselâ mal dağıtılması gibibundan daha muhimi olan kendi veya emri ile yazdırmış olduğu on adet Mushafı şerif ve bunları islam beldelerine birer birer dağıtması ve hükmü kıyamete kadar câri olmasıdır. Ve mazbuttur. Başka zâtların Mushafları varsa da âkim kalmıştır. Zirâ bunların da ittifakıyla Hazreti Osman tarafından meydana getirilen Câmi'a sahihtir ve muteberdir. Ondan başkasına pek kulak vermemişlerdir ki, ihtilaf vesilesi olmasın diye... İşte hikmeti hüda bu şerefe nâil olmasının sebebi budur. Bunun bir teyidi daha var ki, bu da Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hatemi (yüzüğü) kendisine intikal olunduktan sonra parmağından bir kuyuya düşmesidir ve arayıp bulmak için, ne kadar cehdetti ise de aslâ bulunmadı. İşte bunun hikmeti de inceden inceye düşünülse o mubarek hatem (yüzük) ancak Hazreti Osman'ın eli, Hazreti Fahri âlemin eline timsâl olması şerefi ile nâsip oldu. Binânaleyh, bu seviyede el kalmayınca kaybolacaktır.Buna bahane bulmayalım. Zirâ, her şey ve hikmete mebnidir. Allahu âlem.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Dördüncü Halife'ye gelince; onun fezâili çoktur. Lâkin gayemize uygun bir Hadisi Şerif zikredelim ki, yetişmelerinin şekil ve mâhiyeti ve her hallerinin de birer birer hikmete mebni olduğu açıklanmış olsun.
Hadisi Şerifte Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem meâlen şöyle buyuruyorlar: "Tebliğ etmek benden, ya ben yapacağım veya Ali yapacak başkası değil" yani mübarek lisânı mesâbesinde olduğu bu hadisi şerif ile sâbittir. Hatta Hazreti Sıddık'ı (ra) hicretin dokuzuncu senesinde hacca gönderdi ve her vazifeye tam yetki ile vekâlet selâhiyetini veriği halde, sadece Süre-i Berâ yi (tevbe) yi okuyup da, ahkamını müşriklere tebliğ etmekliğe Hazreti Ali'yi (ra) tayin etmiştir. Bara'e, Tevbe süresi ki: artık müşriklerin Kâbeye giremeyeceğini ilan etmiştir. Dil vekâletliği vermiştir. Cenabı Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: "Benden sonra hakkı Ali'den sorabilirsiniz." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu cümlenin teyidi olarak İmâm-ı Ali'nin (keremullahi veche) son zamanında şöyle bir ifadesi vardır. Meâlen: "şu anda Hazreti Rasulü Ekrem'in sözlerine uygun söyleyebilecek kişi benim. Benden sonra bu kelimeyi söyleyen olursa yalancıdır."
İşte, mübareklerin her birisi, istidâdına göre yetiştirilmiştir. Hatta yalnız bu dört sahabe değil, diğer Ashabı Kiramında ayrı ayrı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hassaları vardır. Nitekim, Hazreti Huzeyfe Radıyallahu anh, münafıkların sıfatlarını bilirdi. Bir gün, Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) halife olduğu halde, Huzeyfenin yanına gider. "Ya Hüzeyfe, beni teftiş et Nifak sıfatlarımı söyle." der. Huzeyfe (ra) cevaben: "Ya Emirel Mü'minin hâşâ sende öyle bir nekse yoktur." der. Halife, kendi kendine, "Acaba bu hal bende var da, yüzüme karşı çekinerek söylemiyor mu?" diye ağlamaya başladı. Hz. Ömerin bu halini gören Huzeyfe, Halifeden fala ağlamaya başlar Her ikisi de hıçkıra hıçkıra gözyaşlarını dökerler. İşte ayrı ayrı hassa sahibi oldukları budan anlaşılıyor.
Kezâlik, diğer Ashab-ı Kirabımın istidatlarına göre hususiyetleri vardır. Ve bu hassalar, Hazreti Fahriâlem'in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)tarafından verilince artık onların en ednâ rütbeli olan zatına yetişmeğe imkân yoktur. Buğzetmeğe de asla cevâz yoktur... Vel hasılı, âyat-ı Kar'aniye ve bilhassâ Ehadisi Nebeviyye sayılmayacak derecede çoktur. Sadece dort Halifeyi ilgilendiren hadıs sayısı yalnız bir kitabın içindeki mevcûdunu söylüyorum, Birinci ve ikinci Halife ayrı ayrı zâtı mahsûsiye olmak üzere takriben yetmişer hadis vardır. Üçüncü ve dördüncü Halifeye de takriben kırkar hadis vardır. Fakat, her dört halifeyi berâberce zikredecek olursak, tamamı yüz on yedidir.
Ayrıca, Kureyşliler, Hâşimiler bilhassa, Ehlibeyt veya Muhacirin Ensar hassaten Ehli Bedir, Ehli Uhud, Ehli Bi'at ve Ashabın Cemisi hakkında vârid olan âyet ve hadislerin haddi hesabına Allah bilir Celle Celâlühu... Bizim gibi âcizler medhetmekten müstağnidirler. Bu sebeble, ancak, onların yetişmelerinin şeklini belirtmek için, bir fikir anahtarı olarak ortaya koyduk ki, mürşid ile mürid arasındaki muâmelatın ne derecede olduğunu hiç olmazsa bir zerrecik olsa dahi tekrar etmek faydadan hali değildir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz kardeşlerimiz; Ashab-ı Kirâm'ın hepsi de meziyetli ve faydalı olduklarına dâir şu hadisi şerif mevcûddur. Meâlen Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin arkasına iktida ederseniz hidâyete erişirsiniz"bu mübarek ifadeden anlaşılıyor ki, Ashab-ı Kirâmın her birisinin müstakil bir nuru var ki, zülmeti aydınlatacak derece bir imam, bir mürşid olabilecek hali vardır.Yıldızların ışığı kademeli olduğu gibi, bunlarda öyledir. Lakin Allah'u Teala'nın hikmeti öyle cereyân etmiştir ki, âdetâ müctehidlerin ikinci ve ücüncü asırda çok olup da sonradan dörde kadar düşmeleri ve diğerleri lağvedildiği gibi keza mürşidlerde çoktur. Fakat inkita'a uğradılar. İmam-ı Gazalı gibi Sufyan-ı Sevri gibi muazzam zatlar çoktu. Sevriye Mezhebi ta Cüneyd'e kadar geldi. Sevri Hazretleri ilminin 1/10 nci mezc etmiştir. 50.000 hadis vardır. Ancak, müteselsile olarak devam ede gelen yolların ana temeli iki imam zat kaldı. İki mürşidden birisi, Hazreti Sıddıkyk (ra), birisi de hazreti Ali Radiyallahu Anhüma ve Anissahabeti ecmâyyn. Mezheb kısmında olduğu gibi meşreb kısmında da öyledir. Hz. Ömer'in (ra) de tarikatı vardı. Hz Osman'ın (ra) ında tarikatı vardı ama devam etmedi... Hakikatta; Allah'a giden yollar çoktur. Azâmetine göre mürâcât kapılarının haddi hesabı yoktur. âlemi ihata edince ona varan yolların sayılmasına imkân var mıdır? Aslâ...
Aziz Kardeşlerimiz,Halk arasında "mevcut tarikat adedi on ikidir" diye söylenir. Bu kabil söylentiler isimden ibarettir. Meselâ: Nakşî, Kadrî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî, Şazelî, Rufaî, İbrahim Dussûkî, Halvetî, Mevlevî, Uşşakî, vesâir, vesâire... Adete mezheb sahipleri gibi isim değişikliği vardır. Ya kendi isim veya baba ismi veya lâkâbı, kabilesi, beldesi vesâire yâni mezhep imamları; Hanifi, Mâlikî, Şafî, Hanbelî gibi...
Filhakikâ mezhebler dörd değil, yüz dört olsa dahi Hazreti Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şeriatı ile ilgili olan ilmini ihâtâ edemezler. Kezâlik hakikât ilmide on iki târikat değil, on iki bin tarikat olsa dâhi yine de ihâta edemezler. Zirâ Allah'a varan yolların adedinin, insanların nefes adetleri kadar olduğunu beyân etmişlerdir. Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, isim ve şöhreti sadece hakk yolunda olup, Himmeti azim ile cehdederse, Allahü Zülcelal Hazretleri de, Fazl'u kereminden, Mevhibe-i Rabbaniyesinden bir düstûr inayeti ve tasarruf salâhiyeti bağışlar ki, bu sebeple bir cemiyet reisi olmaklığa liyâkat ve şerefine nâil olmuş olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte böyle bir zevât hakikat yolunda müctehid seviyesinde olur. Bu dereceye yükselen Zât, Pîr lâkabını alı. Meselâ Nakşî Pîri Esseyid Muhammed Bahâeddin, Kâdiri Pîri Esseyid Abdûl-Kâdir'i Geylânî, Rufâ'i Pîri Esseyyid Ahmed-el-Rufâ'i, Ahmediyye Pîri Esseyid Ahmed el Bedevî, Düssûkiye Pîri Esseyid İbrhâhim Düssûkî, Şâzelî Pîri Esseyid Ali Ebu Hasen El Şâzelî, Ulvîyye Pîri Esseyid Ahmet İbni Ülvân, Suhreverdî Pîri Eşşeyh Necibeddin el-Sühveverdî, Kübrevî Pîri Necmeddîni Kübrevî, Çeştiyye Pîri Eşşeyh Mûn elhakveddin ell-Çeştî, Halvetî Pîri Eşşeyh İbrâhim El-Halvetî, Mevlevî Pîri Mevlânâ Celâleddin-i Rumî daha daha ne zâtlar vardır. Çünkü, bu zikrettiğimiz meşhur zâtların tarikatları ünvan ve lâkablarıyla anılıyor.

Lâkin, bu zâtların hepsi altı,yedi sekizinci asrın sonuna kadar üç asır içinde gelmişler, Peki, beş asır evvel tarikatlar yok muydu? Geçeli de takriben altı asır oldu. Nice Zâtlar geldi geçti. Hepimize mâlum.

Târikat Pîrleri olsun, Mezheb İmamları olsun, birer isim ve lâkab değişikliği varsa da, gayeleri birdir. Her iki zümre de, Hazreti Fahr-i Âlem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) deryasından ikbas etmişlerdir/yüz üstü düşmüşlerdir. Ancak her zümrenin ilmi ve alışverişleri ayrılır. Meselâ Mezheb sahiblerini ele alalım ve mücmel olarak bir fikir verelim. Bu zâtların kendileri ehli tahkik iseler de, meşgul oldukları ilm-i şeriat, zâhirî kısmındandır. Bu ilim, havas ve avam ile ilgilidir. Zirâ, ibâdet ve muâmelatı bildirir. Bu yüzden hâin olan inhirafçılara fırsat vermeden kayıd alınmıştır. Şöyle ki:

Birinci asır, Ashab-ı Kiram ile mâmur idi. Salâbetli imanları vardı. Saf, alçak gönüllü ve pâk kalbleri vardı. Bu sebeble ilimleri, yazmaktan fazla, hafızalarında hıfzederlerdi. Tevhid âkidesini ve din-i islâmın yayılmasına, cihad etmeğe fazlaca meşgul olurlardı.

İkinci asırda ise, Ashab-ı Kiramın hepsi kaybolmuş idi. Halbuki ashabın sayısı 124 binden fazla olarak Fahi Kâinât (sallallahu aleyhi ve sellem) bırakmış idi. Bir asır içinde hepsi devrelerini bitirdiler, güzelce imtihanların verdiler; Rahmeti Rahman'a kavuştular. Radiyallah'u anhüm ecmaîyn...

İkinci asıra gelince, müctehidin, muhaddisin hepsi ikinci, üçüncü asırların içinde mühlet vermeden ve ihmâl etmeden ashabdan tâbiinlere intikal eden şeriat ilmini derhal zaptırap altına almayı ve vazife bildirirler. Mümkün olduğu kadar takatları miktarınca cehdeddirler ki, her zâtın gâyesi sahih rivâyetleri elde etmek ve bu sayede rivâyetlerden fikir alarak ilmi dirâyetini azim ve hülusları sayesinde nice müşkülleri halletmişler. Nice plan ve program çizmişler, tertip ve tazim etmişler ve nihâyet havas ve avam istifâde edebilir seviyeye getirmişler. Dava uğruna değil, yalnız Allah Rızâsı içun, Ümmet-i Muhammede hizmettir. Rahmetullah-i aleyhim ecmeiyn...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşlerimiz;
İnceden inceye düşündüğümüz zaman ashâbı Kiramın sayısı ve hepsinde ilim irfan varsa da, içlerinden bir çok müstesnâ şahsiyetler vardır ki; her birisi birer deryâ gibidir. Lâkin her dinleyicinin hafsalasına sığmayacağını ve bu yüzden inkâr ve muârız fitneye vesîle olmaktan hazar ederek, ilimlerin çoğunu ketmetmeği ahsen görmüşler. Çünkü, sahabenin tahammül gücü yüksektir. Her neyse imkanları nisbetince Tabiinlere intikal etmiş, ondan da tabii tâbiine... İşte bu zâtlar uyanık bulunmuşlar da münafıklara fırsat bırakmadan zapdetmeğe çalışmışlar. Bu nevi ilmin alışverişi yani öğretmek ve öğrenmek illâ ağız ve kulak yoluyladır. Muhâfazası da, ya ezberliyecek veya yazacaktır. Bu mutlaktır. Bu hal karşısında i'timad ve emniyet edilen zâtların ilimleri kaybolmasından Şerîatı Muhammediye'yi kısır ve akim bırakmadan müsbet temellere yerleştirmişler ve nihâyet içtihad kapısının kapanmasına ittifakla karar vermişlerdir. Zirâ, bu ilim kaybolmağa mahkum olduğundan gelecek zümre, geçen zümreden daha mazbut bir ilim bulamaz ki, içtihad kapısı açık olsun... Çünkü, Ashab-ı Kirâm cihad yolu ile tâun ve veba hastalığı ve aradaki fitneler sebebi ile takdiri ilâhi elef telef oldular. Bu yüzden tâbiinlere intikal eden ilim, mahdud sahabelerden yüzde beş, on arasındadır. İşte bir asırda bu hale inerse, artık gelecekte fazla ummak mümkün müdür? Aslâ tasavvur dahi edilemez. Şu halde, içthad kapısının kapanmasıda zarûridir. Nifak ve şikakçıların hırslarını kesmek, Ukâlâlaların ve bencillerin hevesleri önüne set çekmektir. En iyi çâresi budur. Allah onlardan Râzı olsun. Âmin...
Aziz Kardeşlerimiz;
Gâyemiz ve mevzû değil, onun için, zihninizi yormayalım. Ancak, şunu tekrar belirtelim ki; Hazreti Fahri âlem'den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabına intikal olunan ilim ve bu sâyede ashabtan her birisi birer profösör gibi ilim nevilerine mâhir olmalarına göre, bu ilmin tamamını neşretmek yalnız dört müctehid değilde, hatta yüz dört olsa dahi aciz ve nâçiz kalırlar. Bu bir hâkikattır. Binâen aleyh, Allah'u Teâlânın büyük bir hikmetidir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Kardeşlerim, şimdi tekrar mevzûmuza gelelim: Ehli tarik ve ehli tahkik ilmi alış verişlerine bir fikir mütâlası yapalım. Evvelâ âyeti Celileye teberrüken ibraz ve izhar edelim.
1- Allah Celle Celalehu Süre-i Bakara'da 269, ayetinde şöyle buyuruyor;

(BAKARA suresi 269. ayet) (Resmi:2/İniş:92/Alfabetik:11)

يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

Yü'til hikmete mey yeşa', ve mey yü'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab

Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.

Allahü Zülcelâl hikmetini dilediği kimseye verir. Lâkin, bu hikmete mazhar olan zât bilmelidir ki, hayrı çok bir nimeti azimeye nâil olmuştur. Fakat, böyle kıymetli hediyeyi takdir edecek olan ancak öz ehlidir. Yani ehli bâtın demektir ki, aklı öz, fikri öz, kâmil, her şeyi öz. Bulanık nesnelerden tasfiye olanlardır. Hikmetin manasına gelince müfessirin ihtisaslarına göre fikir beyan etmiştir. Zikretmek uzun gider.
Hülâsa, Hidayet-i Rabbâni ve inâyet-i Rahmânî sebkederek mârifetullahı güzelce idrâk ve haşyetullahı, kendine yoldaş etmektir. Bu ifadenin müeyyidesi de hadis-i şerifle sabittir. Meâlên: (Hikmetin başı Allah korkusudur.) Diğer bir hadisi şerifte de Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor; "Kim ki, kır gün sabah namazına kalktığında hulûsu kalb ile kaderine râzı, bir kimseye karşı zülûm, hıyânet, hased vesaîr mezmum (yerilen) sıfatlardan beri olarak kalbi selim sâhibi olan zâtın kalbi hikmetle dolar taşar. Cereyan ede ede dile getirir ki, ferâset belâgat sahibi olur."
İşte hikmetini kime vereceğini açıkca vasıfları ile bildirdik. Başka bir Âyeti celilede aynen bu sıfat ve mevsuf olan zevât Kur'anı mübinin ahkâmına teslimiyet, te'viline riâyet, tefsirine mâhir ve dirâyetli olduklarını beyan eder. Süre-i Al-i İmrân

(ÂLİ IMRÂN suresi 7. ayet) (Resmi:3/İniş:94/Alfabetik:7)

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ


Hüvellezi enzele aleykel kitabe minhü ayatüm muhkematün hünne ümmül kitabi ve üharu müteşabihat, fe emmellezine fi kulubihim zeyğun fe yettebiune ma teşabehe minhübtiğael fitneti vebtiğae te'vilih, ve ma ya'lemü te'vilehu illellah, ver rasihune fil ilmi yekulune amenna bihi küllüm min indi rabbina, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab

Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

İlimde râsih olan zâtı Cenâbı Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle vasıflandırmıştır.
Hadisin Meâli; Kim k, eli haram ve şüpheli şeylerden berî, lisânı sâdık, kalbî müstakîm, karnına mülevves şeylerden değilde temiz helâl gıdâlardan yiyen, fuhşiyâtı şehevâniyeden emin olan zevât "Râsilhûna fil ilmi" kısmındandır, diye buyrulur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Diğer bir rivâyete göre şöyle vasıflandırılmıştır: "Allahu Teâlâ'nın ahkâmına ve emrine, tevazu ve inkiyât, mukadderâtına tezellül ve teslimiyet edip, asla kendilerni büyük görmeyip hakîr nazarla bakmazlarsa iste Râsihun bunlardır." diye buyurmuşlardır.
Diğer bir ayet-i celile daha Süre-i Zümer'de;

(ZÜMER suresi 9. ayet) (Resmi:39/İniş:59/Alfabetik:114)

أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab: Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.

Aziz kardeşlerimiz;
İlmin bir çok nevîleri vardır. Çalışanlarında niyetinde, azminde bir çok gayeleri vardır. Fakat, hangi zümreyi dinlersek dinleyelim, muhakkak bu şerefli fermanı ele almış kalkan gibi, âdeta bu meziyete lâyık olan ancak kendisi imiş gibidirler. Halbuki Allahu Zülcelâl Hazretleri, bu gibi cür'etkâr dava aşıkları olacağı ve emellerine göre te'vile yeltenecek zümreler meydana geleceği mâlumu bulunduğundan Âyet-i Celilenin evvelisi ve sorası meziyetlere sâhip olan zâtların vasıflarını sarahatle beyan etmiştir. Lakın hesablarına gelmeyince sadece şu kelimeyi alırlar. "Bilenle bilmeyenler bir olur mu?" derler. Daha ötesi hesâbına gelmez. Bu hal, bu keyfiyet şuna benzer ki, bektâşinin birisine sormuşlar. "Neden namaz kılmıyorsunuz?" diye. Cevâben: "Allah, âyetinde namaza yaklaşmayın demiyor mu?" diyor. Ona "âyetin gerisini okusan ya" denilince " o kadar âlim değilim" diyor.

Hülâsa: Allahü Zülcelâlin Lütf-ü keremine Fazl-ü ihsanına nâil olacak olan zevât ister hikmeti, ister mârifeti, ister ilmi, ister tefsir, ister tefekkür (Süre-i Ali imran) ister basiretli (süre-i Rad/19) olsun illâki müstesnâ olarak tahsis eylemiştir. İnceden inceye dünüşülürse, müşahede olunur ki, (illâ ulû'l elbâb) diye ilan etmiştir. Yani müfred lüb edmek, Öz nesne veya kabuk içerisindeki, inci misâli gibidir. Elbab demek lübbün çoğuludur.
Demek ki, gaye, maskad, aklı kâmil sahileridir ki, daimâ öz ve iç kısmı olan ince mesabesindedir. Öyle azim ve cehdederler ki, kabuk kısmında oyalanıpta vakitlerini heder etmezler, inci kıymeti gibi kıymenlendirirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Filhakika, öz olsun, kabul olsun birbirine muhtaçtır. Meselâ inci, midyeye muhtaç, lâkin midyeyi kıymetlendiren içindeki incisidir... Şâyet tevfikatı Rabbanî midyeyi rast getirir de, incisini fesada uğratırsa veya kabuğuyla kanarsa, elde edilen ganimetten maalesef mahrum ve me'yus kalmış olur.
Hulâsa, ilmi zahir, ilmi batınî yani şeriat ve hakikat misalini böylece kıyaslandırdığımızda, basiret erbabları bunu, pekâlâ idrâk ederler. Ancak şunu hatırlamak yerinde olur. Meselâ bir sual: Şeriat ve hakikat her iki ilim, birbirine ekli olduğuna göre, şayet, bir ilmi elde ettiğimiz zaman onunla kifâyet etmek mümküm müdür? Cevaben: İmam-ı Malik'in bu hususta şöyle bir fetvâsı vardır: Şeriat ilmini öğrenir de, hakikat ilmine ehemmiyet vermezse öylesinin hali füsük haline yakın ve uygun olur. Çünkü ucublu ve kibirli olan kişi biraz dangalak olur. Ebediyatı yoktur. Abdullah İbn-i Mübarek: "ilme başlamazdan evvel edebi mutlaka öğrenmek lâzım."der. Şâyet, yine yalnız hakikat ilmini tasavvur ederde, şeriat ilmine ehemmiyet vermezse öylesinin hali de zındıkların haline yakın ve uygundur. Cahil sofu zındıklığa girer. Anlatmışızdır ki iki kardeşden birisi ilimle uğraşmaya gidiyor. Öbürü ise güya sofuluk yapıyor. Bir araya geldiklerinde âlim olan, sofu olana soruyor ki "Neler yaptın?" o ise: "Çok öncelerde bir fâreye basıp öldürdüm de hakkını ödemek için yıllardır sarığımın arasında taşıyorum..." der. İşte cahil sofu. Şayet her iki ilmi cem ederse öyle zâtlara Ehli Tahkik denilebilir. Lâkin her ikisinden de mahrum olursa Abdullah İbni Mübarek böylesini insan sınıfından saymamıştır. Hakikaten ilimsiz ve edebsizi insan sınıfına koymuyor. İnsan dediğin zaman Allahüzülcelal'in kuludur. Hukuklara riâyet etmesi için öğrenip bilmesi lâzım. Rabbısına nasıl bir muamele içinde olmalı nasıl bir hukuk vardır. Bunları öğrenmeyeni insan sınıfına sokmamıştır.
Abdullah İbni Mübarek'in Alimler üzerinde bir beyânatı vardır. Bu beyanatın sebebi de kendisinden şöyle bir sual sormuşlar: "insan meziyetini taşıyan kimlerdir?" Cevaben: "Dünyada zâhir olup itimadı ve tevekkülü Allaha'a bağlanmış olanlardır."
Sual: " İlmi olmayanı insan sınıfından saymadınız ya?"
El cevab: "İnsan ve hayvan arasındaki farkı ayıran ilim değil midir? insanın şeref ve meziyeti ancak yaratılmasının sebeb ve hikmetini bilmesidir. Yoksa başı boş yaşayıp teklifat-ı ilâhiyye altına girmemek bir nevi hamakatlıktır. Kuvvetine güveniyorsa, fil daha azametlidir. Şecaatına güveniyorsa, aslan daha şecaatlidir. Yemeğe içmeğe gelinmiş ise, öküz daha çok yer içer. Yok şehvet-i nefsaninin galibiyeti veya neslil çoğaltmasına gururlanıyorsa, horoz ve sâir hayvanlar daha fazla şehvete sahib ve nesli çoğatmaları fazladır.
Velhasılı: insanlığın şeref ve meziyeti, ilmi ve irfanı ile ölçülür. Aklı ile akâid ile, ahlâkı ile hayası ile imânı ile ayar ve mikyas edilir. Hâlıkı ile arasındaki muâmmelatı dürüst olmayan hukuka riâyet etmeyenin halk ile arasında her ne kadar edebiyatı (edebleri) ahlakı, iyi olursa olsun dahi kafi değildir...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Binâen aleyh, bu hususta, İbni Mübârek'in ifadesi yerindedir. İnsanlığa ilim ile mârifeti hasretmiştir. Zâhid olanları da müstesnâ olarak mülük seviyesine yükseltmiştir. Çünkü, dünyada hırsı, tamahı olmayınca meşguliyetlerin çoğu, kulluk vazifelerinde hür olarak vakti vaktine yapabilmektedir. Zirâ, tevekkülü ve itimadı zâif olup, hırs ve tamahı çok olanların hizmetleri dâima nefisten, şeytandan gelen mezmum (yerilen) sıfatlar olup, dünyaya veya kullara kulluk yapmaktır. Bu sebepledir ki, Zâhirleri, mülük olarak tahsis etmiştir. Şâyet ilmini çoğaltıp mezmûn sıfatlara karşı düşmanın karşısında silah gibi kullanarak, mezmum sıfatlarına mağlup etmiyen, bilâkis, kendini mağlup ve perişan edenleri de suffî olarak tâbir etmiştir. Bu da yerindedir. Çünkü, müeyyideleri vardır. Kârun, hırs ve tamahından dolayı o hâle düşmedi mi? Kezâ, Belâme'nin hadisesi ilm ile irfân ile maalesef dünyanın safsatalağı yüzünden perişan olmadı mı? İblis aleyhillaneyn, bilgisine mağruren bencillik davasını savunarak Allahu Tealâ'nın emri karşısında mücâdele ede ede bu yüzden lânete mustehak olmadı mı?.

Hülâsa:Bu mezmum sıfatları yüzünden ilimleri heder etmişler ve bu yüzden rezil rüsvây olmuşlar, hem dünyada, hemde âhirette.... Bunun delili ve isbatı hadisi şerif ile sabittir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyuruyorlar: "Bir kimse ilminin ziyâdeleşmesine sa'yeder de (çaşılır da), lâkin bu bilgisine rağmen dünya ile ilgili hevâsı ve muhabbetini azaltmazsa, o zaman ilminden fayda göremeyeceği gibi, bilâkis, Allahu Teâlâ rahmetinden uzaklaşmasına sebep ve vesile olur" Maazallah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Âlimler üzerinde malumat edinmek isterseniz İmam-ı Gazali'nin ihyau Ulumuddin birinci cilt, "kitabü'l- ilme" müracat ediniz. Tevfik Allah'tandır.
İmam-ı Mâlik'in sözüne gelince: Evvela, ilmi zâhir ile meşgul olup da, yalnız onunla kalanın hali malumdur. Dâima cedelcidir. Bilhassa velîler tarafından sadır olan mevhibeler ve hikmetli sözleri karşısında, ilmi bilgileri kısır kaldığı zaman inkâr etmeye ve töhmet altına almağa cür'et ederler. İşte bu sebeble hallerini ehli füsûk hallerine benzetmiştir.
Kezâ, Şeriatın ilminden yoksun, hakikat ilminden mahrum olduğu halde, mürşidlik, dervişlik taslamak kendi fikri tasavvvuru ile hükmü, irâde-i cüz'iyesinden, ilhamı ise nefs-i emmâresinden alanların hallerine uygun görülür. Zirâ "Câhillerin sofusu, şeytanın maskarasıdır."
Binaen aleyh, İmam-ı Mâlik'in buyurduğu, bu halde olanlar içindir. yoksa mevhibe-i ilahiyye olursa bunlar müstesnâdır. Allah'u Teâlâ'nın murad ve meşiyeti sebkeddildiğinde velâyete kim uygun ve lâyık ise, o zata tahsis ve tâyin olunacak olan rütbe ve makama göre yetiştirilir. Ağız yolu ile veya kitap yolu ile değildir. bu hepimizce mâlumdur. Yazımızda bu husus belirtilmiştir. O bakımından tekrarına lüzum görmüyoruz...

İşte bu sebepledir ki, tarikat ilmi Pîrlerinin hepsi de müctehid hükmündedir. Şeriat ilminde ise kapalıdır. İlmi hakikatta açıktır. Zira, bu ilim, âlet adevattan müstağnidir. Hatta bu hususta; Ebu Hasan el Şâzeli: "Zâhiri âlimlerin itimatları, rivâyete ve dirâyete, hatta şahıslara, kitablara kendi irâde meşiyetlerini kullanarak aklen ve naklen meydana getirdikleri tasniflere güvenir ve tevekkül ederler. Lâkin, teslimi külli olan zâtlar, bu nesnelerden beridirler. Zirâ, bir kimse kendinde varlık görünce, dünya hevesleri bulundukça ve irâde meşiyetlerini hissettikçe aslâ vasıl olamaz" Çünkü, veliler, bu gibi tasarruflardan berîdirler. Allahü Zülcelâlin mârifeti karşısında, mâsîvadan beri kalırlar. Ehli tahkik böyledir..

İşte, bu acziyetle ve bu zilletle Hakkın sayılmaz kapılarına ki hangisi kastedilirse edilsin, ilmi ledunniyeden, envâ-i çeşitlerinden bahseder ki, hatta bu ilmi ledun hakkında Saadatlar neler söylemişlerdir neler... Yalnız, beyanatları vardır. Bu ilme mazhar olan zât derecesinin ölçüsü karşısında konuşmasına bağlıdır. Çok konuşanların bu ilmde nasibleri azdır. Zirâ, diğer ilimlere benzemez. Yalnız ilmi zahir nevi'inden olursa bilgisine göre söyleyebilir. Fakat, ilm-i ledünn bunun hilâfınadır. Makam, yükseldikçe, bilgi ve mârifet artar ki, avamların, hafsalasına dahi sığmaz. Öyle bir hale gelir ki, müşahedesinde de ne harikalar geçiyor ki, öyle acaib ve garip şeylere muttali oluyor ki, nutku tutulur. Zirâ öyle anları vardır ki, kendisi dahi cevelân halinde iken, seyir ve temaşâ ederken, öyle anlar vardır ki gördüğünü ve meleklerden işittiğini, beşerî âlemine döndüğü zaman târif etmek değil, tasavvur dahi edemiyor..
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Şunu hatırlatalım ki, tereddüd ve düşünceden kurtululam. Şöyle bir sual sorulsa:
"Neden ilmi az olan çok konuşabiliyor da buna rağmen, ilmi çok olan pasif kalıyor? Hiç olmazsa ilmi çoktur. Konuşulacak kısmından konuşsun, ketmedilecek kısmıda ketmetsin."
Evet bu mesele hatıra gelebilir. Lâkin, bu suali açtığımıza göre tatminkâr bir cevap da lazım gelir. Ancak şunu itiraf edeyim ki, tafsilatlı olarak anlatılırsak hepimizi yorar, hem de gayemize ulaşamayız. Onun için hemen âczimizi itiraf edelim ve gayet mücmel bir cevab zikredelim. Tevfik Allah'tan (Celle Celâluhu), Meded Rasul'den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) himmet saadatlarımızdan... onların yetişmelerini niyaz ederiz... Âmin...

Aziz kardeşlerimiz; İlmi ledünn, evliyâ onlara mahsus olup, mevhibe-i ilâhiyedendir. Buna lâyık olan zevât iki kisimdir. Bir kısmı salihiyn, bir kısmı da sıddıkiyndir ki, bunlar nebilerin timsâlleridir. yalnız, salihîn olanlar nebîlerin, sıddıkîn olanlar Rasûllerin timsalleridir. Her iki zümre arasındaki fark âdete nebîler ile rasûller arasındaki fark ne ise aynıdır. Ayrıca, evliyâ ve enbiyâ arasındaki münâsebet şekilleri bu yazımızın bidâyetinde geçmiştir.
Terakkiyat şekillerine gelince; Nebîler, kendi kavli kuvvetlerinden irâde ve meşiyyetlerinden feragat eylemişler. Mücerred olarak Allahü Zülcelâlin tasarrufu altında teslim-i küllî ile ilticâ etmişlerdir. Kimisi ibâdete koyulmuş, kimisi aşk-ı muhabbetle mest ve hayran olmuş, imanın ve idrakin kuvveti, kabiliyet ve istidâdın tahammülü ne ise azm ile cehd ile Hak kapısına yöneldikten sonra asla hediyesiz reddetmez.
İşte bağışlayacağı hediyelerden bir kaçını teberrüken zikredelim inşâllah'u Teâlâ. Evvelâ, keşfü beyan ve ilmü ledunn sahibi olmağa başlar ve terekkiyata mâzhar olur ki, ilk düsturu yerin birinci tabakasında daha ikinci ve üçüncü nihâyet süfliye kadar ki, yedi tabakanın her birisinde mevcûd mahlukatın nevîleri ins, cin, hayvanat nevîleri, sesli, sessiz, toprak, taş çeşitleri, madenleri, denizleri, nehirleri vesâir nebatat ağaçların nevîlerini bilir ve işitir. ancak dağlarda ses ve hareket olmayınca bilinemez. Allah'u âlem bi hâlihim. Lüzum olursa bildirir. Hâssalaını da sezer.
Hülâsa: Bilgisi, işitmesi, görmesi, koku sezmesi, tatması derecesine göre hassatır. Kürreyi böylece keşfü beyân eyledikten sonra terakkiyat, gayelerine müttâli olduktan sonra gök kısmına terakkkiyat başlar ki, Felekü'l- kamer, Utarit, Zühre, Merih, Müşteri, Zühal, yedi feleklerin ihtiva ettikleri esbab-ı mücibeleri, cereyan eden hadiseleri, hareketleri, hassaları, cinsiyetlerin mâhiyetlerini, elhasılı yer olsun, gök olsun beher tabakasından ayrı ayrı tafsilât verirsek gayemize asla ulaşamayız..
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Kursi ise; sekizinci felektir ki, dünya âlemi ile âhiret âlemi arasında bir hicab (perde) mesâbesindedir. Dünyaya muvacehesi kubbe nizamındadır. Büyüklük nisbetine gelince, hadisi şerifin beyanına göre, yer ile gök kürsîye karşı çok pasiftir. Yani bir yumurta bir kubbe altına konuldğu zaman nisbeti ne ise aynısı. Keza Kürsî, Arşuâlânın karşısında yumurta seviyesine iner. Bu misâl, hafsalamızın derecesine göredir. Fakat Hadisin meâli ise, yer ile gök, kürsiye karşı, ancak çölün içindeki bir halka seviyesindedir. Arşuâlâye karşı, Kürside dahil, halka seviyesine iner.

İşte ilmü ledünnün tarifi ne kadar güç olduğunu anlamış olduk. Bu ilmi ketmetmekten başka çâresi olmayıp, dil ile târif edilemeyceği anlaşılmış olmakla, yukarıdaki sualin cevabı budur. Allah cümlemize idrak kuvveti ihsân eylesin...

Hülâsa: Gayemiz bu gibi nesnelerden zikretmek değil, ancak bahsimiz verilerin iki zümre olup birisi salihin, birisi de sıddıkîn. Salihin olanlar nebiler timsali olup sıddîkinler ise, Rasullerin timsâlidirler.

Şimdi Salîhin olan kısmı ele alalım: Bu zâtların, rütbe ve makamlarının sayısı, terakkiyatları nisbetindedir. Kürrenin sonundan, Kürsîye kadar ki, bu zevât, bu çerçeve dahilinde bulundukça nefi' kısmındandır. Henüz korkudan kurtulmamıştır. Çünkü, müşâhedesi dâima esbâb vesilesi olan nesneler ile âlakalıdır. Bu yüzden duraklama hatta düşmeleri de muhtemeldir. Zirâ, bu terakkiyatın cevelâni esnasında nice harikalar var ki, şuur bozar. Nice sevinç verici şeyler var ki, mest ve hayran olur. Âdeta bir fabrika-i azime ki nasıl kurulmuş!... Bu ne nizâm, ne düzen ne hareket, ne sekenât, ne acaîbler ki, bilhassa felekiyatın deveran şekli ve âleme olan tesisleri cin ve şeytaanların harekât ve oyunları, meleklerin vazifeleri, mahlukatın canlı cansız olsun hikmet ve Gayeleri, bu hal esnasında terakkiyatı henüz gök hududunu aşmiyanlar için tehlike çoktur. Çünkü, kalbi şeytanların kabzasından tam kurtulamamıştır. İcabında unsurların hassa ve tabiatları, şeytanların dalavereleri, maden cevherleri, nebütat hassaları, bu nesnelerden herhangi birisine meyyaliyet gösterdiği veya esbâb vasıtalarında bir varlık hissettiği takdirde, derhal şeytana fırsat verir ve o kimse; ya kâhin, ya sihirbaz, ya kimyevî mezmum ilimler ile meşgul olur. Ancak, Allah'u Zülcelâlin lütfu inâyeti yetişirse bu âfetlerden kurtulur ve gök âlemine aşar. İşte o zaman, şeytanın tasallutundan uzaklaşır. Ancak uzaktan uzağa haber alabilirse ganimet sayarlar, yoksa yanına dahi uğrayamazlar. Çünkü, çarpıcı ve yakıcı silahları vardır. Nitekim Bunu te'yid eden ayeti celile vardır. Meâlen: "Garip hadiseleri meleklerden öğrenmek gayesi ile birinci gökte oturacak yerlerimiz vardır. Lâkin, şimdilik ğöğe çıkmak değil, yaklaşmak isteyenlere derhal isabetli şihablar geliyor ki, yakıp kavuruyor."buyruluyor.

Sûre-i Sâffat, sûre-i Cin ve diğer sûre-i Celilelerde sarihtir. Kezâ evliyaların halleri de böyledir. Şeytanlar, kalblerinden bir haber almağa yanaştıkları takdirde yanarlar.

Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »


وَحِفْظًا مِّن كُلِّ شَيْطَانٍ مَّارِدٍ
Ve hifzam min külli şeytanim marid
Ve (gökyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk.


لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ
La yessemmeune ilel meleil a'la ve yukzefune min külli canib
Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.


دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ
Dühurav ve lehüm azabüv vasib
Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.


إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
İlla men hatfel hatfete fe etbeahu şihabün sakib
Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da delip geçen bir parlak ışık takip eder.
(SÂFFÂT suresi 37/ 7-10 ayet)



وَأَنَّا لَمَسْنَا السَّمَاء فَوَجَدْنَاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَدِيدًا وَشُهُبًا
Ve enna lemesnessemae fevecednaha muliet haresen şediyden ve şuhuben.
Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk.


وَأَنَّا كُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ فَمَن يَسْتَمِعِ الْآنَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَّصَدًا
Ve enna kunna nak'udu minha meka'ide lissem'i femen yestemi'il'ane yecid lehu şihahaben resaden.
Halbuki, (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi buluyor.
(CİN suresi 72/8-9. ayet)

Binâen aleyh, terakkiyatı yükseldikçe, şeytanların mekirlerinden emin olur. Lâkin, nefis devam eder. Yalnız huyunu değiştirir ki, makam, rütbe terfiine muvaffak oldukça nefsin gemini daha da sıkar ve nihayet zillete düşürür, tahakküm eder hatta, nefsi kendisine yardımcı olur. Tevfik Allah'tandır.

Aziz Kardeşler; Malumunuzdur ki, nefsin yedi makamı vardır. Her makama ait birer ismi vardır.Ancak, Nefsin makamlarına geçmeden önce "kalb-ruh-sır-hafi ve ahfa" vardır ki; Ahfa en incesi ve halis olanıdır. "Allahu ya'lemu's sırra ve ahfa" Allahüzcelâl sırrı da ahfayı da bilir." Şeriât tâbiki zahirine hüküm verir. Gizliliğine karar veremez ve hükmü yoktur. Artık kişinin kalbinde ne vardır bilinemez. Görünüş de Müslümandır ama sırrında hiç ed kabul etmemiş olabilir. daha ötesi ahfanın gilzatı vardır. Artık "beynehu beyne'llah" Allah ile o kimse arasında olan bir şeydir. Onun için Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem devresinde bazı Zatlar harbe gittiler, savaştılar. Bir tanesi düşmanını düşürmüş kılıcını vuracağında "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen onu öldürmüş. Hüsâme İbn-i Zeyd (ra) de benzeri olayı işlemiştir. Fırka-i Nâciye isimli eserimizde anlatmışızdır. Geldiklerinde Rasulullah'a Sallallahu Aleyhi ve Sellem arz ettiler de: "Neden, Lâ ilâhe illallah" diyen kimseyi öldürdün?" buyurunca: "Ya Rasulullah korkusundan böyle söyledi" diyor. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise; "Hüsâme biz kalbleri deşip, araştırıp da bakalım ne gaye ile söylemiş? Biz buna me'mur değiliz. Biz zahirine hüküm veririz. Batınını Allah bilir." buyuruyor. Hatta Hüsâme (ra) diyor ki: "Keşke bunu işlememiş olsaydım, ya da islama yeni girmiş olsaydım." Öteki öldürene ise Rasululah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: "Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi neden öldürdün? Bu kelimenin karşısında yarın Allahu Zülcelâl'e nasıl hesap vereceksin?..." buyurunca o kimse: "Ya Rasulullah şöyle oldu, böyle oldu... Benim için af dile.." dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem hiç de tâviz vermedi ve "Böylesi tevhid edeni öldürene af dileyip af taleb edecek gücüm yoktur." buyurdu. Ve adam gerçekten üzüntüsünden öldü. Ale'l iman idi esâsen kâfir değildi. Fakat, Lâ ilâhe ilallah sahibi bir mü'mini öldürmüştü... Defnettiler. Ertesi sabah gördüler ki kabrinden çıkmış... Tekrar defnettiler ama yine çıkmış İlla ve illâ yeryüzüne çıkıyor. Rasulullah'a Sallallahu Aleyhi ve Sellem başvuruyorlar da mübârek öyle buyuruyor: " Lâ ilâhe illallah" diyen bir kimseyi öldürmemek için ibret vermektedir. Artık bu kimseyi toprak kabul etmediğine göre falan yerde kayalık vardır. Kayalar arasına koyun da üzerine taşlar koyun." buyuruyor. İşte vakı'a budur. Allahü Zülcelâl'in nezdinde dünyanın alt üst olması, bir mü'minin öldürülmesinden çok daha basittir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hatta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâbe'nin etrafında tavaf ederken: "Ey Kâbe, çok kıymetin vardır. Allahu Zülcelâl çok kıymet vermiştir. Haramu'llahsın. Fakat senin hürmetin bir ise, mü'minin hürmeti çok daha fazla hatta üç, dört..." diye buyurmuştur. Neden? Çünkü mü'minin bedeni, malı ve ırzı haramdır. Tecâvüz edilemez. Katledilemez. Malına ve ırzına göz dikilemez. Allahu Zülcelâl haram kılmıştır. "hürmeti mü'minin allahi ekber minke" buyuruyor. Esasen Kâbe'yi yıkman, bir mü'mini öldürmeden daha basittir. Çünkü Kâbe'yi yapan Halil (as)dır. Mü'mini yapan ise Celil (Celle Celâlehu)dir. Ve benzerini kimse yaratamaz ki Onun için Arş da dahil tecelliyat-ı sıfatiyedir. Tecelliyat-ı Zâttan nâsibi yoktur. Arş ve bu tarafa gelen her gökte bir kâbe vardır ve o göğün kıblesidir. Melekler onu tavaf ederler... Beytü'l İzze, Beytü'l Dara, Beytü'l Ma'mur vs Sufi Numan, Kâbe'den bahsederken Beytü'l Ma'muru anlatırdı. Yâni Kâbe hususunda mâlümât verdiğinde anlattığı Beytü'l Ma'mur'un sıfatları idi. Hülâsâ Kâbe'ye gelinceye kadar hepsi Tecelliyat-ı Sıfatiyye'dir. Ama mü'minin öyle bir kalbi vardır ki Tecelliyat-ı Zât ile müşerref olabiliyor. İşte mü'minin vasfı, kıymeti ve değeri...

Anlattığımız gibi Allahü Zülcelâl nefsin enâniyetini islememektedir. Nefs-i Emmâre vs. Nefsin "Enâ"lıktan (benlikten) vazgeçmesi ve Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Kamile gibi pürüzlerini gidermiş, benlikten vazgeçmiş olursa keşfiyatı çok çok artacaktır.

Kalb kısmı âlemü'l Melekütü keşfedebiliyor. Bedenimiz ve nefsimiz anasır-ı erba'a (dört unsur: toprak, su ateş, hava)dan yaratılmıştır. Ruh ise esâsen ârşı ve ötesini keşfediebiliyor. İnsan ruh sâyesinde çok kâmil bir hale gelebiliyor. Ruhun imkânı vardır. Çünkü kendisi Alemü'l Emirdendir. Onun için, insan anasır-ı erba'asını Turabî, Maî, Narî, Havaî unsurlarını düzgün bir hale getirmesi yani nefis tezkiyesi (temizlenmesi), nefsin terakkiyatı rıyâzet yoluyla yapılıyor. Fakat Nakşi tezinde doğrudan doğruya kalbin açılması esastır. Nefs için riyâziye yoktur. Kalb üzerindeki perdeyi giderebilmek için gök âlemini seyredebilecek kişi için kabadayı bir mürşid ister ki, kalbinin nuruyla müridinin kalbine yansıtma olunca paslarını gidersin. Şeyhimiz şu kelimeyi çok kullanırdı.
(ENBİYÂ suresi 18. ayet) (Resmi:21/İniş:73/Alfabetik:21)

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
Bel nakzifü bil hakki alel batili fe yedmeğuhu fe iza hüve zahik ve lekümül veylü mimma tesifun

Bilakis biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!

"Bilakis biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, bâtıl yok olup gitmiştir." Hakk batıla vurdumu kirleri giderir kalb kalbe... Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabını böyle yetiştirmiştir. Şah-ı Nakşibend de (ks):"Tarikatımız tarikat-ı ashabdır" buyuruyor. Böyle oturduğu yerden raziye filan falan yok... Bu mürşidin gücüne bağlıdır. Perde kalkıp da gök âlemini seyredebiliyorsa... Beytü'l Ma'muru vs... Lehv-i Mahfuz'u dahi...

Neticesi kalb hususunda mevhibe-i ilâhi saf hale gelince tâbi ruhunda makamı vardır. Arş ve ötesidir. Kalb âlemi de dört bölümdür. Kalb makamı tecelliyat-ı sıfatiyyedir. Hatta ruh da öyledir. Ancak, sonunda bir parçacık Tecelliyat-ı Zât vardır. Ancak, sır makamı Tecelliyat-ı Zât'tır. Sır ise âlemü'l Emr dendir... ve Âlemü'l Akdes'e yönelmektedir ve Tecelliyat-ı Zâttır. Hâfi ve ahfa dahi Tecelliyat-ı Zât'tır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Yeniden nefsin yedi makamına ve isimlerine dönersek; birincisi: Nefs-i emmâredir yani emredicidir. Bunun sahibi; tabiatı şehevâniyeye münhemik (üstüne çok düşen) gayri meşru nesnelere meyyal ve kalbi süflîdir. Ahlâkî mezmume nevileriyle muttasıftır ki, kibir, hırs, hasis, hased, hiyânet, bencillik, vesaire... Bu haller karşısında nedâmet ve pişmanlıkta getirmez, bilakis kendini beğenir.

İkincisi, Nefs-i levvâmedir ki, bu nefis kalbin nurundan iktibas etmeğe başlamış, bu sebeble nurun cereyanı anında itaatkâr, duraklaması anında da isyankâr olur, fakat, sonra işlediği mezmum nesnelerden nadim ve pişman olur. Kendi kendine levmeder (kınar).

Üçüncüsü: Nefs-i mutmâinnedir. Bunun hali, kalbin nuru ile bastırılmış ve mağlub edilmiş nefisdir ki, mezmum nesnelerden ümidi kesilmiş ve böylece mutmâin olmuştur. Bunun sebebi şükrândır. Halk ile konuşur. Fikri, zikri, hak ile meşguldür.

Dördüncüsü: Nefs-i Mülhimedir. Bu nefis artık feyz-i Rabbanî ve inâyeti- Rahmanî sebk eder/ileri geçer ki, ilim ve irfânı ile kendisinin; hakir, âciz ve zelil olduğunu itiraf eder. Halikı Azümüşşân’ın emir ve hükmüne teslim ve inkiyad, kaderine rıza, beliyyeye sabır ve tahammül, ni’mete cömertlik ile şükreder.

Beşincisi: Nefs-i Râdıyyedir. Bu nefis sahibi Allahü Zülcelâl Hazretlerinin hiç bir hükmüne, kaderine, tasarrufuna, ef’âline, ihtiyarına asla itiraz etmez ve bahâne bulmaz, melûl melûl seyreder. Çünkü inceden dikkat edilirse hakîkat budur.

Altıncısı: Nefs-i merdıyyedir ki, Allah’u Teâlâ’nın rızasına mazhar olmuş, her varlığından mücerred, mâsîvâdan berî, kalıbından ve kalbinden feragat etmiş, ancak, ol melikü’l mülk ve allemü’l guyub, sahibu’l Fadlı ve’l keremi velcûd olan Hazreti Allah, bu edebiyatını müşâhede edince halinden razı olur.

Yedincisi: Nefs-i Kâmiledir. Bu nefisin tabiatı, seciyesi, şiârı; kemâliyet nesneleri ile muttasıf olmuş ve mut’ad bir hale getirmiştir. İşte bunun sahibi bekâbillah makamına nâil olmuş, rahata kavuşmuş, tehlikeyi atlatmış. Artık ondan sonra hakiki mürşid olmuş olur.

Aziz Kardeşlerimiz; Allah’u Teâlâ’nın hikmeti öyle cereyan etmiştir ki, bu gibi nefis terakkiyatı, mutlaka bir ârîf, mâhîr, basîretli, makamdan makama, merhaleden merhaleye aktarabilecek ve tehlikeden koruyabilecek bir mürşide muhtaçtır. İster cismânî ve ruhânî, ister yalnız ruhânî, hassas olmak şartıyle. Yoksa, ruhen mâ’dum, keşfen kısır olan bir mürşid’in fâidesinden fazla zararı da muhtemeldir.

Bunun sebebi: Şeytandan kurtarmak için tertib ve nefsin ıslahı için, tâdilat yapabilecek derecede mütehassıs olması lazım.

İşte hâzîk bir profesör olmadıkça, talebede iyi bir istidâd olsa dahi sonuç akim kalır (kısır olur). Ve nice felaketlere çarpılır. Meselâ: Nefis için, Zikrettiğimiz yedi makam ve bu arada müşahedeleri anında bir koruyucu mutlaka lâzımdır. Zirâ, ehli tahkik şöyle ilân etmişler: “Bizler bu tasarrufu kâlu-kîl (dedikodu) yolu ile almadık. Ancak, yolumuz nefse muhalefet ve dünyayı râfdetmektir (safdışı etmektir).”

Nefisin terakkiyat şekli ve izâhı:

Birincisi emmâre ki, emredicidir. Sahibini tahakküm altına almıştır. Mâsiyeti, pervâsız ve hayâsızca işleyipte, cüretkârane bir tavır takınırlar. Ahkâmü’l- Hakîmînden hazer etmezler. Tevbe etmeğe tenezzül de etmezler. İşte bu sıfata sahib olanlar, ister Fâsık Müslüman, ister firavun olsun bu nefsin tahakkümündedir.

İkincisi; Mü’minlere mahsustur. Velev ki bilerek veya bilmeyerek isyan sadır olsa da... Fakat akebinde havfü-hazer nedâmet veya pişman olupta tevbeye davet ederse nefsi levvâme sahibinin hali böyle olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Üçüncüsü; Sahibinin terakkiyatı, gök alemini aşmış bulunuyor ki, şeytanın yoldaşlığından umudunu keser, dünyanın safsata ve uyuşturucu nesnelerinden uzak düşer. İşte nefs-i levvame sahibinin tevbesinin nasuh, niyetinin halis olup azm-ü Cehdini de müşâhede ederse Hazreti Allah (Celle Celâluhu), mükâfat olarak nefsî mutmainne haline getirir. Ancak, gök âlemine giripte, seyr anında müşahedesinden geçecek olan harikalar anında, hassas bir mürşidi olmazsa meczûb veya mecnûn olarak kalır. Hatta daha beteri de vardır. Sapık olması da muhtemeldir. Zirâ, câzibeli ve şaşırtıcı nesneler var. Temâşa ederken, çocukların oyuncak gibi şeylere heveslendikleri gibi, o da bu gibi meyyâl oluverirse, o zaman mâsîva ile meşgul olmuş demektir. İşte o anda duraklamak veya düşmekte muhtemeldir. Ayrıca, başka bir ihtimâl daha vardır. O da meleklerin zikir ve cezbeli olan hallerini seyrederken, cismi lâtif olmaları hasebîle zikr ile vücûdları da harekete geçiyor ki, dilleri vücûdları hep beraberce yapıyorlar. Çünkü, zikir karşısında vücûdları mukavemet edemiyor. Bu hallerini seyreden mürid, kuvvetli bir mürşidi olmazsa o da gayri ihtiyarî taklitçileri olur. Bu hal melekût alemini seyredenlere mahsustur. Şâyet, kürre ve unsurlar dahilinde ise o cezbe şeytanların taklîdi olması muhtemeldir. Ayrıca başka sebebleri de vardır. Onlar da şudur: Melek olsun, şeytan olsun vücûdları beşerin vücûduna dokunduğu zaman ürperme, çımgışma gibi haller vaki olur ve cezbeye sebeb olur.

İşte mürşidin vazîfesi, şeytanlara uydurmak şöyle dursun, melekleri dahi taklid ettirmez. Sebat ettirir ve terakkiyata devam eder. Çünkü, cezbenin devamı terakkiyata engel olur.

Hülasa: Bu âleme ilk adım atan sâlikin hali şükrân gibidir. Zirâ, esrar müşahedesine başlayınca, halk ile muâmelâtı olsa dahi azdır.

Binâen aleyh, bu zât, eserlerden ibret alırken esmâ kısmına yani sıfatı fiiliyyenin cereyanı ve tasarrufatını müşahede edince, imân salabeti artar ki, ilme’l yakîn, ayne’l yakîn kısmına geçmiş olur ve nefs-i mutmâinnede kararlıdır. Bundan sonra nefs-i mülhime kısmına geçer ki, bu da zikrettiğimiz bazı şaşırtıcı hallerden berî ve mürşidin nazarı altında müstakîm olunca Allah’u Zülcelalin Fadl-ü-kereminden ilhâm sırrına mâzhar kılar ki, ilm-ü-ledün başlar ve nebîlerin ilhâm yolu ve vahy yolu ile de olabilirler. Lâkin, nebiler, ancak ilhâm yolu iledir. Yani kalbinde bir doğuş veya rüyâ vasıtası iledir. Yalnız burada mühim bir nokta vardır ki, bir sâlik, bu makama yetişmeden bilakis kürre âleminden, henüz kurtulmamış olursa, o esnadaki, ilhâm olsun, rüyâ olsun, rahmâni olmak mümkün olmakla beraber, şeytâni olması da pek muhtemeldir. Onun için, gayet hassas bir mürşide ihtiyaç var. Tevfik Allah’tandır.

İşte nefs-i mülhime sahibi, artık yükseklere cevâlân eder ki, Levh-ü Mahfuzdan işâretler, lem’alar başlar ve mukadderatın cereyanların mehma emken (imkanlarınca) müşahede eder. Ettikçe de heyecan artar, gayretkeşlik tasarlar bazı muammâ sır ve hikmetlerde müdaheleye yeltenir. Bu ise, terakkiyatın duraklamasına sebeb olur. Demek ki, her zaman mürşid lazımdır.

Binaen aleyh, bu makamda dahi mürşidin mühim rolü vardır. Çünkü bu anda müridin ilhâmı var, keşif var, rüyâ var yani ilm-ü-ledün sahibi keşfi ayne’l yakîndir. Bu varlık karşısında, âcziyet ve zillet cübbesine bürünür de müdahaleye veya tasarrufa kalkışmak değil, dâimâ rîzâ ve teslimi küllî ile ahkâmu’l hâkîmine havâle etmektir. Bu da mürşide muhtaçtır. Bu minvâl üzere müstakîm olan nefsi mülhime sahibi yüksek edebiyata; yani, tevekkül, sabr, tevazu sâyesinde nefsi Radıyâya sahib olur ki, asla, birşeye ihtiyaç ve itiraz etmez, boynu bükük, eli kelepçelenmiş emrine ve hükmüne kurbanlar gibi teslim olmuş, hayret içinde kaybolmağa başlamış ki, varlığından yok olmuş, artık nefis ile ilgili davalardan kurtulmuş ve enâniyet yerine esir etmiş. İşte o anda Hakkın rızasına mûcib olur.

Zirâ, ehli tahkik için şöyle rivâyet olunuyor ki, rüyâ aleminde Rabbu’l izze’den veya vasıta ile şöyle bir hitab: “Ey Kulum, bil ki, bu cihanda benimle kakışan nesne yoktur. İllâ nefsin terbiyesi olmadıkça o hariçtir. Ne zaman ki, terbiye edilip ve benliğini terkederse o zaman huzuruma gel.” Ebâ Yezîdi-l Bestami bunu aynen böyle söylemiştir.

Hülasa: Rıza-i Hak celle ve âlâ, muvaffak olmanın tek çâresi nefse muhalefettir. Terakkiyatı, nefsi ile cihadı nisbetindedir.

İşte bu şekilde mâhfiyetini ve zilletini ibrâz etmiş, varlığından feragat etmiş, beliyyeye sabır, kadere rıza ve hükmüne teslim olan Nefs-i Radiyye sahibi iken, Nefs-i Merdiyyeye nâil olur ki, bu nefis sâhibi, Hakkın rızasına mazhar olur ve bu makamda iltifat-ı sübhanî ve Feyz-i Rabbanî ve inâyet-i Rahmâni ile ikram ve ihsan olunur. Bu mâkamda iken, Padişahların Padişahı cûd ve Keremi bol olan Hazreti Allah (Celle Celâluhu) razi olunca hediyeleri başlar.

İşte, bu zûhurat karşısında dayanamayarak coşanlar çoktur ve gayri ihtiyari nice cümle ve kelimeler harcamışlar ki, Ûlemâ-i Zâhir olanlar şaşırmışlar ve bu sebeble etraflarını hayrete düşürmüşler ve kendileri de kurban gitmişlerdir. Binaen aleyh, Şeyh Muhyiddin, Şeyh Mânsur Hallaç ve benzerleri hatta Eba Yezîdin ve benzeri çok zâtlardan da nice müşebbihat rumûzlu kelimeler kullanmışlardır. Lakîn, Allah’ın inâyeti sebkedeceğinde bir sebeb vesilesi ile o deryâdan kurtarır. İşte bu makamda dahi mürşide ihtiyaç vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Kardeşlerim, Evliyaların iki kısım olup, birisi salihîn, birisi Sıddıkîn şeklindeki tasnifi yukarıda yapmıştık. Salihîn, nebîlerin timsâli olunca, müstakil değildirler. Bir Pîrî azîzana muhtaçtırlar. Zirâ, bunların terakkiyatları zikrettiğimiz makama kadardır. Yani, nefs-i mardiyye sâhibidir ki, bu makam nef’inin son hadi olup buna Fenafillah denilir. Bunun da sebebi hikmeti, kürreden kürsîye kadar. Keşfi, temâşa Seyr-ü Cevelân, rütbe ve makamı, bu çerçeve dahilinde olduğu kelime-i tevhîdin nef’i ile ilgilidir. Bu kısmın deveranı dünya ile ilgili olduğundan Fâni olmağa mahkûmdur. Onun için, bu çerçeve dahilinde oldukça kelime-i tevhidin “Lâ ilâhe” kısmında çalışıyor ki, son haddi Fenâfillah mâkamıdır. İşte bu esnada garib kelimeler sadır oluyor. Meselâ: “Sübhanî“ veya “enel Hak“ kelimeleri gibi ve daha nice garib şeyler vaki’ olur ki, çözülmez bir muammâ, kimisi dalga ile boğulur... Kimisi ise sıddıkîyn Pîrlerinden ve Rasullerin timsâli olup, müstakil bir Pîrî azîzan himmetine mazhar olur ve onu celbeder ki, Bekâbillah makamına vuslat ettirir, o zaman rahata kavuşur ve müstakil bir mürşid ve nihayet müctehid hükmüne ve böylece de bir Pîrî azîzân olur.

Evet Kardeşlerim, Evvelâ Şeyh Muhyiddinin (ks) Vahdeti’l Vücûd meselesini ele alalım. Mâ’lumunuzdur ki, fenafillah makamında iken, cehdi ve gâyesi daimâ mâsivayı yok etmek azmindedir ve nihayet LÂ İLÂHE İLLÂLLAH kelimesinin sadece “Lâ mevcûdu illallah” kelimesinin ışığına istinad ederek, mâsiva ile beraber kendisi de “lâ mevcuda” hükmü altında kaybolur. İllâllah, mevcûddur. Bundan dolayı bu makama fenafillah demişler. Yani o anda, Hazreti Vacibü’l vücûd, Hak Celle ve Âlânin şu sıfatları “Hüve’l evvelü, ve’l ahiru ve’zzahiru ve’l batin” dört esma-i izâmın Hükümlerine istinâden varlığın kaybolur ki, Fenafillah yani envârı ilâhiye mezc ve sahk ve mahk gibi haller vaki oluyor ki, Fillah memzûc ve rüzgâr içinde rahiyanın karışımı gibidir.

Çünkü, ruh, cismi lâtif olduğuna göre âdeta şu misâl ile idrak edilebilir. Meselâ, rüzgar, bir yasemin olan bir yerden geçerse biz, “oh!... Yasemin kokusu ne güzel deriz.” Şayet yaseminin, kendisine çok aşkı varsa o zaman “oh yasemin” der ve mest olur. Başka bir şey ilâve edemez hale gelir. Halbuki, “gelen rüzgardır ve yasemin ise, yerinde“ demiyoruz. “Bu koku yaseminden geliyor“ demiyor da kokuyu, yasemin sanıyor. Ve kokuya yasemin diyor. Yâsemin aşkıyla mest oluyor.

İşte, HALLACI MANSURUN ruhu içindeki (NEFAHATÜ’L HAK) karışımından dolayı mestolunca, zafiyete uğruyor, aşkından şükrân haline geliyor. “HAK” diyeceği yerde “ENE”yi ilâve ediyor. “ENE’L HAK“, “Ben Hak’ım“ diyor. Lâkin şuûr ve irâde tam olmadığından dolayı mânen mes’ul olmuyor. Rüzgârın içinde râyihâ misâli gibi, oda envâr-i Hak (Celle Celâluhu) ile karışmış, varlığı yok olmuş, kezâ mevcudatı da kaybetmiş yani “La mevcuda illellah” “evvel hû, âhir hû, zâhir hû, batın hû, hû, hû!..”

İşte bu hal esnasında iken, “VAHDETÜ’L VÜCÛD” hükmüne varmıştır. Çünkü, başka bir varlık hissetmiyor ki, ancak vücûd, yalnız Vahidü’l Ahad Celle ve âlâ varlığının, âlemi istilâ ettiğini müşahede ediyor.

Kezâ “HALLACI MANSUR”un garib vakıası “ene’l HAK” telaffuzu enâniyet davası değildir.

Zirâ, varlığından Fâni, Fillah müstağrak olunca her varlık hak varlığıdır. “Enâ” dahi, Hak demek istemiştir. O da “VAHDETÜ’L VÜCÛD”un hükmündedir. Yoksa bu kelimeye benzer Firavun da telaffuz etmiş, (ene Rabbukümü-l âla) “Ben sizin yüce Rabbınızım“ demiştir. Hâşâ sümme hâşâ...

İşte Firavun’un bu telaffuzu, şuûr’lu hisli irâdesini kullanarak varlığını ilân etmek, enâniyet davasını savunmaktır. Nefsi emmârenin tahakkümü altında, kibir ve azâmetini izhâr ediyor.

Halbuki, Allah’u Teâlâ, bir Hadisi Kudsîde şöyle buyuruyor: Mealen (Kibriya ve azamet ancak benim gibi bir padişaha yakışır.)

Zirâ, ihtiyaçtan müstağni, Kudreti yeterli, hükmü nâfiz, tasarrufu Câri’ olup, şan ve şerefine uygundur. “Şayet, bu davayı savunan olursa, merhamet nazarı ile, bakmadan cehenneme atarım“ vâ’di ve kararı haktır. Şübhe yoktur. İşte bu gibi dava sahiblerinin âkibetleri budur.

Lâkin, HALLAC’ın davasına gelince, bütün varlığını yitirmiş, şuûru hissi irâdesini uyuşturmuş, nefsi esir etmiş, tâ ki, Radıyye ve merdiyye haline getirmiş ve nihâyet Allah’u Zülcelal Hazretleri Hadîsi Kudsî ile müjdelediği müstesnâ zâtların haline mazhar olmuş, teveccûhünü kazanmış, hatta fiili fiiline, sırrı sırrına, sıfatı sıfatına mezc ve sahk olmuş.. Ve nihâyet, Hak Celle ve âlâ Hazretlerinin şu Hadîsi Kudsî ilanına mazhar olur. İlân eder ki, “Bu sevgili kullarım mâdem ki, benim aşk ve muhabbetim sebebi ile her varlığını yok etmiş, güç, kuvvet irâde ve tasarruftan mücerret kalmıştır. Şu halde bu misilli kimselerin, kalb ve kalıp ve bütün cevarihi azalarının tasarrufu, yed-i kudretim ile; dili, kulağı, gözleri, elleri, ayakları ve bilhassa kalbi, merkez mesabesinde olup, sâir azaların cereyan ve deveranları hep ben olurum. Tasarrufum ile hareket eder, irâdesi, irâdem ile bağlıdır.”

İşte Hallac’ı Mansur, bu minvâl üzeredir ki, mübârek, istiğrak halinde iken, gayri ihtiyari “ene’l Hak” demesi inceden inceye dikkat edilirse bir hakikat olduğu anlaşılır. Ancak Hallac-ı Mansur için şu da vardır. Aleyhisselâtüve’sselâm: “Şefaatim ümmetimin büyük zünûb (günah) işleyenlerine hasredilmiştir.” buyuruyor. Hallac-ı Mansur, bu hadis-i şerife karşılık: “Rasulullah tüm mahlukata şefaatını ilân etmiş olsaydı, Allahüzülcelâl reddetmezdi.” diyor. İşte Hallac’ın bu sözünü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dil uzatma olarak kabul etmiştir. Tüm beşeriyeti deseydi de ümmetimin büyük günah işleyenlerine diye hasretmeseydi demesinden dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Nasıl bu şekilde kısır görüyorsun, Hadisi görmüyor musun? Hadisi Kudsîde Allahüzülcelâl “Öyle bir hale gelirler ki dilleri ben olurum, elleri ben olurum.” buyuruyor. Herşeyi yapan Allah... kendi ihtiyarımla başbaşa olmadım. Büyük hata işleyenlere tahsis edildi. Ama, umumî olarak olmadı.” İşte bu sözü Hallac’ın bu tongaya (tuzak) düşmesine sebeb olmuştur. Halbuysa “Ene’l Hak” dedirten de üzülcelâl’dir. Çünkü “öyle şahsiyetler o makamlarda iken dili ben olurum, eli, ayağı ben olurum, cevârihleri ben olurum” hadisi kudsisine mazhardırlar. Farzları işledikten sonra bir de nafileleri aşk-ü-şevkle işledikse o kadar yakin olur ki “Cevarihleri ben olurum” buyuruyor, “Tamamen tasarrufum altına girer” buyuruyor.

İşte Rasulullah’a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) itiraz kâbilinden yani: “Umûmî olsa olurdu” diyerekten... Ancak, buna karşı, “sen şuhudî hükmünü biliyor musun?” bunu böyle dedirten, Allahü Zülcelâl... Çünkü Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) karar ve hükmü kendinden değil ki... Bu hadisin hükmüne mazhar olan Aleyhisselâtü vesselâm umûmî kullanmayıp büyük günahları işleyen ümmetine tahsis buyurdu... İşte bundan dolayı zaman geldi, zaman geçti; Hallac aynı tongaya düştü... “Ene’l Hak” dedirten Allah, öyle dedirtti ve böylece öldürüldü.

Hatta, Şeyh Muhiddin-i Arabî de dahi böyledir. O da Ettâhiyyâtü’deki “ve âlâ ibadillahi’ssalihin” lafzına “ibadillahi’l mü’minin” olsaydı tamamen ve umûmen olurdu... Rasulullah kısır bırakmış!... “ deyince yine aynı tongaya düştü. “Taptığınız ayağımın altında...” dedi ve olanlar oldu...

Onun için Hallac-ı Mansûr, Şeyh Muhiddin böyledir. Şeyh Muhiddin diyor ki: Hazreti Şuayib’i (as) gördüm ki acele gidiyor. -Ya Nebiyallah nereye gidiyorsun? dedim. O da bana: “Aleyhisselâtüve’sselam’ın toplantısı vardır. İstiyoruz ki af konusunda kendisinden ricâda bulunalım...” Böyle söyleyen ve kitabında yazan Şeyh Muhiddin, tongaya yine de düşüyor.

Onun için Gavsü’l Azam öyle buyuruyor: Ben Onun (Hallac’ın) vaktinde olsaydım elini tutar ve o tongadan onu çıkarırdım.” Hatta Nakşi aksamından diyorlar ki; “Abdulhalik Gücdüvâni değil, evladlarından herhangi biri bile olsa o tongadan çırırlardı.” Cüneyd-i Bagdâdi dahi söylüyor ki; “Eğer geçmiş devredekiler bizim çocuklarımızı görselerdi onlara dahi uyarlardı...” Gittikçe daha, daha sistemler gelişiyor. Ancak sahabe devresi istisnâdır ve bambaşka idi. Zirâ Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir nazarla işi bitirirdi. Bir saat karşısında oturana gereken yapılıverirdi. Fakat ondan sonra çok daha incelikler ortaya çıktı... Meselâ “Fenafillah, bekâbillah” sözünü ilk söyleyen Ebu Said Harraz’dır. Ve İmam-ı Rabbânî terakkiyât yönünden anlatırken: “Burdan Arş’a kadar ne kadar mesâfe varsa bir okadar daha çıkar ve orası velilerin evraklarıdır...” Gavsü’l Azamı sayarken daha ötede Şah-ı Nakşıbendî en ötede ise Ma’ruf-u Kerhî hazretleridir. Ondan beride Ebu Said Harraz... Ma’ruf’un kendinden hiç haberi yoktur. Mübârek Şeyhimiz öyle buyurur. Sükrân (sarhoş) halinde gitmiş... Hali hazırda; ne ölmüş olduğundan, ne de kabrinden hiç bir haberi ve kendine mâliyeti de yoktur. Ancak mahşer günü doğrudan doğruya melekler koltuklarına girerler de getirirler. Onun sekranı sarhoşluğu ancak; Cemalullah ile geçer. Aşıktır... Bu aşkla kendine medârı kalmadan hayatına son vermiş... Cemalullah’a mazhar olunca ayıkacaktır. Bunlar velâyettekilerdir. Ancak, Ashab-ı kiram’ın halleri müstesnâdır.

Hallac-ı Mansur bu sözü manevî sükran (sarhoşluk) halinde söylemiştir. Kendine medârı yoktur. Çünkü, nutku, görüşü, işitişi, bi’lhak (Hak ile), fi’lhak (Hak’da), mine’l hak (Hak’dan), ile-l hak (Hakk’a). O zavallının ne hükmü kalmış ki, uyuşmuş ve morfinleşmiş bir kalıb haline gelmiş ve Hadîsi Şerîfin hükmü altında ilticâ etmiş olduğu sarahaten aşikârdır. Yoksa, böyle zevât hâşâ bu gibi davadan berîdir (beraat etmiştir).

Zirâ, “Ene’l Hak” kelimesinin hiç bir Müslüman telaffuzuna dahi cüret edemez. Hatta, kâfirler dahi... Ancak, bir kaç azgın ve şaşkınlar müstesnâ olarak bu davayı savunmuşlardır.

Binâen aleyh; Bu gibi hal sahibleri, coşkunluğu anında teleffuz ettiği kelimelerin hükmü misâli aynen şöyledir: Uykusu anında vücûdu, ölünün vücûduna benzeyişi demektir. Lâkin ruhu, gök alemine cevelân eder. Hatta, arşu âlâya kadar yükselir. Bu durum Hadîsi Şerîfle sabittir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte bu seyr ve temâşâ halinde iken; nelere müşâhede eder ki; kimisi güler, kimisi ağlar, kimi korku, kimi ferah, kimi itaat ile ilgili; iman, tasdik, sevab nesneleri işler, kimi isyan ile ilgili; gayri meşrû nesneler, belkide küfür ve benzerî fâciaları işler. Bu vakı’aların hepsi ruhun karşılaştığı hadîseler ve çarptığı ceryanların nev’ine göre tesir bırakması sebebi ile, gayri ihtiyarî vücûdu ile berâber hareketli hareketsiz, sesli ve sessiz şeyler rüyâsında sadır olur. Lâkin, ister hayır kısmından olsun, ister şer kısmından olsun, cezayâ müstelzim olmazlar. Kezâ, bu zâtların hükümleri böyledir. Zirâ, şuûr ve ihtiyar sâhibi değiller. Fakat ne yazık ki, zamanın âlimleri halden hakîkatten mahrum. Yalnız kal-û-kîl ile cedelcilerin hükümlerine istinâden kurban gittiler. Hatta kurbanlara yapılan merhameti dahi onlara yapmadılar.

الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

(Bakara / 46)

“Onlar kesinlikle Rablarına kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini düşünen ve bunu kabüllenen kimselerdir. “

مَا كَانَ عَلَى النَّبِيِّ مِنْ حَرَجٍ فِيمَا فَرَضَ اللَّهُ لَهُ سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَقْدُورًا

(Ahzab / 38)

“Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek yazılmış bir kaderdir. “


Evet Aziz kardeşlerim; zihninizi yormadan açmış olduğumuz suâl cevabı artık bir hülâsâ edelim.

İşte ledûn sâhibi olanların halleri; derece yükseldikçe gizli tutmak, izhar etmekten evlâdır. Zirâ, ekserî nâs, hatta alimlerin çoğu dahi fehmedemez. O zaman bir fitne vesilesi olur.

Nitekim, Ashab-ı Kirâmın bazılarının şöyle işaretleri vardır. “Nice harikalı ve esrarlı ilimlerden konuşmak arzu ederiz. Lâkin fitne doğar ve helâkimize sebeb olur diyerekten ketmediyorlar“ buyururlar.

Bilhasa Sıddıkîn zümresine iltihak etmiş ve mazhariyet kazanmış olan zevât, ilimlerin ketmine muhayyerdirler. Çünkü, O, has kimselere mahsustur.

Şimdi şu noktaya dikkat edelim ki: İlimlerin nevi’leri çoktur. Bu nevi’leri dört esâsa dayanır ve bunların tahsil usûlleri de değişiktir. Birisi dil, kulak yolu ile kitab vasıtasıyle elde edilir. Bu nevi’ ilim sahiblerinin çoğu, bencillik davasında cedelci ve mâlayâni, lüzumsuz şeyler ile vakitlerini heder ederler. Velevki Fikrî bir mesele olsa dahi, ele aldıkları zaman, dikkat edilirse, öyle bahisler var ki; hayatta rastlanmayacak mevzu’u kal-û-kîl ile kıymetli vakitlerinin cevherini zâyi etmişlerdir.

İkinci çeşit ilme gelince; Bu sülûk yolu iledir. Kavlen ve halen tatbîkat sahasına cehdeder ki, halîsâne olunca, Allah’u Zülcelâl Hazretleri mükâfât olarak onu, kürre ve gök alemine âit. Keşfen malumât sahibi kılar. Keşfen. İşte bu nevi’ olan ilm-ü-ledûn. Anlatmak ve Fehmetmek mümkün. Lâkin Salihînnin nihâyeti, Sıddıkînin bidayetine yaklaştıkça, hal ve zühûrat değişir. Müşâhadesi anında izhârına kalkarsa fitneye sebeb olur.

Hülâsâ: Bu cümle ile, ilm-ü-ledûn sahiblerinden ketmedenlerin ilmini izhar edenlerden çok üstün olduğu anlaşıldı.

Çünkü, ilim çoğaldıkça nâsın hafsalaları istiab etmiyor. Şu halde sır tutmak evlâdır.

Binaen aleyh, açmış olduğumuz suale karşı bu kadar da cevab kâfidir diyelim vesselâm.

İşte nefsin son makamına vesîle mardıyyen sonra Kâmile ve Sâfiye ismini vermişlerdir. Bu ise sıddıkîn olan Zümreye mahsustur.


الحمدلله رب العالمين و به نستعين والصلاة والسلام على خيرخلقه

محمد و على اله و صحبه اجمعين

الحمدلله رب العالمين حمداً يوافى نعمه ويكافى مزيده .

اللهم ما انعمت علينا من نعمة اوعلى

احدمن خلقك فمنك وحدك لاشريك لك

فلك الحمد ولك الشكر على ذالك



اللهم اصلح امة سيدنا محمد اللهم فرج عن امة

سيدنا محمد اللهم ارحم عن امة سيدنا محمد

يا ربنا هيئ لنا من امرنا رشدا واجعل

معاونتك العظمىلنا مددا ولاتكلنا الى تدبير

انفسنا فان عبادك الفقراء العاجزين عن اصلاح مافسدا

اللهم وفقنالما فيه الخير والرضاء آمين يا معين

سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام

على المرسلين والحمدلله رب العالمين

اللهم انا نسئلك بك ان تصلى

على سيدنا ومولانا محمد و على

سائر الانبياء والمرسلين وعلى آلهم وصحبهم اجمعين

و ان تغفرلنا مامضى وتحفظنا فيمايقى آمين




اللهم انا نسئلك بجلال الهوية { و جمال الحضرة القدسية { والانوار المحمدية { والاسرار الاحمدية { والخلافة القطبانية { والمظاهر الصدقية { والشموس العرفانية { والاقمار الاء يمانية { والنجوم العلمية { والاكوان العملية { بمابطن فى الأزل { وبماظهر فى الأبد من نبين ورسول وعالم وعامل وولى ووارث وجامع { ان تجمع لنا خصائص القرب ونفحات الحب { ورقائق العلم { ودقائق الفهم { ولطائف العرفان { وحضرات الاحسان { ومشاهدة الشهود { والتصريف فى الوجود بالسرالذى خضع له كل شيئ { وبالاسم الذى لايضرمعه شيئ { وبالذكر الذى طرد كل شيطان مارد { وقمع كل باغ حاسد {وقهر كل ظالم { واعز كل متواضع عالم { وجذب كل محب صادق { واصطفى كل خليل مصادق { الله الله تباركت ربنا وتعاليت عمايقول الظالمون { والجاحدون علواً كبيراً { ياحنان يا منان { ياعظيم السلطان { ياقديم الاحسان { يادائم النعم { ياكثير الخير{ ياباسط الرزق { ياواسع العطاء { يادافع البلاء { ياغافر الخطاء { ياحاضر الليس بغائب ياموجود عند الشدائد { ياخفى اللطف { يا لطيف الصنع { ياجميل الستر ياعظيم الذكر { ياحليم لايعجل {

ياالله بك تحصنا وبعبدك ورسولك سيدنا ومولانا محمد صلىالله تعالى عليه وسلم استجرنااللهم انا نسئلك يارحمن يارحيم بأسمائك العظام وملائكتك الكرام ورسلك عليهم افضل الصلاة واتم السلام انت المحنا بلمحت اهل بدر ولمحاتِهم وتنفحنا بنفحاتِهم بحقهم عليك يا رب سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام على المرسلين والحمدلله رب العالمين تمت بعون الله الملك العلام


Rabbımız; bizleri ıslah eylesin, şuur versin, mu’în olsun, tevfikatıyla refik eylesin ale’l hak ne ise nasib ve müyesser eylesin ve hüsn-ü hatime versin. Âmin!.

BİTİŞ DUASI:

اللهم انا نسئلك بجلال الهوية { و جمال الحضرة القدسية { والانوار المحمدية { والاسرار الاحمدية { والخلافة القطبانية { والمظاهر الصدقية { والشموس العرفانية { والاقمار الاء يمانية { والنجوم العلمية { والاكوان العملية { بمابطن فى الأزل { وبماظهر فى الأبد من نبين ورسول وعالم وعامل وولى ووارث وجامع { ان تجمع لنا خصائص القرب ونفحات الحب { ورقائق العلم { ودقائق الفهم { ولطائف العرفان { وحضرات الاحسان { ومشاهدة الشهود { والتصريف فى الوجود بالسرالذى خضع له كل شيئ { وبالاسم الذى لايضرمعه شيئ { وبالذكر الذى طرد كل شيطان مارد { وقمع كل باغ حاسد {وقهر كل ظالم { واعز كل متواضع عالم { وجذب كل محب صادق { واصطفى كل خليل مصادق { الله الله تباركت ربنا وتعاليت عمايقول الظالمون { والجاحدون علواً كبيراً { ياحنان يا منان { ياعظيم السلطان { ياقديم الاحسان { يادائم النعم { ياكثير الخير{ ياباسط الرزق { ياواسع العطاء { يادافع البلاء { ياغافر الخطاء { ياحاضر الليس بغائب ياموجود عند الشدائد { ياخفى اللطف { يا لطيف الصنع { ياجميل الستر ياعظيم الذكر { ياحليم لايعجل {
ياالله بك تحصنا وبعبدك ورسولك سيدنا ومولانا محمد صلىالله تعالى عليه وسلم استجرنااللهم انا نسئلك يارحمن يارحيم بأسمائك العظام وملائكتك الكرام ورسلك عليهم افضل الصلاة واتم السلام انت المحنا بلمحت اهل بدر ولمحاتِهم وتنفحنا بنفحاتِهم بحقهم عليك يا رب سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام على المرسلين والحمدلله رب العالمين تمت بعون الله الملك العلام.



Resim...İbni Mes'ud (ra): "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bize düz bir çizgi çizdi ve: "Bu rüşd yoludur." dedi. Sonra bunun sağından ve solundan bir çok çizgiler daha çizdi: "Bunlar da bir takım yollardır ki her birinde bir şeytân vardır, ona (kendisine) çağırır!" buyurdu ve En'âm 6/151-153 Âyetlerini okudu."dedi.
(Buhârî , Rikak 4;Tirmizî, Kıyâmet 22; Ibn. Mâce, Mukaddime 1; Darimî , Mukaddime 23)


Resim...Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“ALLAH Tealâ benim için iki melek görevlendirmiştir.
Ben bir müslümanın yanında anıldım da bana salâvât getirdimi, mutlaka o iki melek ona: “Gafarallahu leke: ALLAH seni bağışlasın!” derler.
ALLAH Tealâ ve diğer melekler de o iki meleğe cevap olarak:
“Âmîn!” derler.
Bir müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salâvât getirmediğinde mutlaka o iki melek: ALLAH seni bağışlamasın!” derler.
ALLAH Tealâ ve diğer melekler de o iki meleğe cevap olarak:
“Âmîn!” derler.''”
buyurmuştur.
(Buhârî, Davaat 31,32;Müslim,Salât 65,66,69;Tirmizî, Vitr 20; Ebu Dâvud, Salât 179; Nesâî, Seh 49,50,54; Muvatta,Sefer 66,67 vd.)


Resim---Zeyd b. Erkam (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Mekke ile Medine arasında Hummen denilen suyun başında bir hutbe verdi. Allah’a hamd, sena ve zikirden sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Dikkat ediniz; ben bir beşerim. Rabbimin ölüm elçisinin gelmesi ve benim ona icabet edip aranızdan gitmem yakındır. Sizlere hukuku ağır iki kıymetli emanet bırakıyorum. Birincisi Allah’ın Kitabı’dır. Onda nur ve hidayet vardır. Allah’ın Kitabına sımsıkı sarılın. Onunla meşgul olun, onu öğrenin, öğretin; hükümlerini anlayın. İkinci emanet Ehl-i beytimdir. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım.”
(Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9.)

Resim

Mükevvenat: Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat.
Mütemadiyen: Devamlı surette.
Tâhirat: Pâk ve temiz olanlar.
Sulb: * Sülâle, zürriyet.
Neseb: Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat.
Ye’s: Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.


Bu harika eseri Bizlere emânet eden Rahmetli MuhaMmed Sıddık kaddesallahu sırrahu Hocamıza Rahmetler dua ederİZ, "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Şahsında es SeLÂM OLsun!." deriz..


6. SALÂVÂT-I ŞERÎFE :
Ebu Bekir (radiyallahu anhu)’nun rivâyet ettiği
Rasûlullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in buyurduğu salâvât:


Resim

TÜRKÇESİ:
Allahümme salli ve sellim alâ seyyidinâ MuhaMMedin fi'l- evvelin
Ve salli ve sellim alâ seyyidinâ ve Mevlânâ MuhaMMedin fi'l-âhirîn
Ve salli ve sellim alâ seyyidinâ MuhaMMedin fi'n- nebiyyîn
Ve salli ve sellim alâ seyyidinâ MuhaMMedin fi'l-mürselîn
Ve salli ve sellim alâ seyyidinâ MuhaMMedin fi'l-meleil alâ ilâ yevmiddîn
Vefi küllü vaktin ve hîn.

MÂNÂSI:
ALLAH'ım! Geçmiş nesiller içinde Efendimiz MuhaMMed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e salât et!
Rahmetini ihsân eyle!
Sonraki nesiller içinde Efendimiz MuhaMMed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e salât et!
Rahmetini ihsân eyle!
Peygamberler içinde Efendimiz MuhaMMed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e salât et!
Rahmetini ihsân eyle!
Resûller içinde Efendimiz MuhaMMed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e salât et!
Rahmetini ihsân eyle!
Hesab ve karar gününe kadar yüce toplanma yerinde
(mele'i-a'lâ içinde),
her vakit ve her zamanda
Efendimiz MuhaMMed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'e salât-ü-selâm eyle!


Resim
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön