Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Resim


MUHAMMED SIDDIK HEKİM
(kaddasallahu sırruhu)

(Siirtli Hoca)


PALA DEFTERİ

Bir zâtın Siirtli Hoca Efendi'ye ne ile geçindiğini sorması üzerine, almış kalemi eline hocam bu zâta bir mektup yazmış. Bu mektubun kitap haline getirilmesini Hoca Efendi'den Kulihvani talep etmiş ve Hocam'da kabul ettiği için bu günkü Pala Defteri kitap haline getirilmiştir. Hepimizin hizmetine sunulmuştur. Siirtli Hocamı bir kez daha yâd ederek ALLAH Celle Celaluhu'dan rahmet, Rasulullah Sallallâhu Aleyhi Ve sellem Efendimizden şefaat diliyoruz...


İÇİNDEKİLER

Dünyânın mülevvesâtı-

Mâişet Endişe-

Tevekkül -

Şeyhimizin Fedâkârlıkları -

Ölmeden Önce Ölmek -

İlim Çeşitleri -

Velâyet ve Veliler-

Hz. Pir'in Hayâtı -

Hz. Şeyhin Hayâtı -

Envârullah -

Kutbiyet ve Kutuplar -

Zikrullah -

Salavat -

Besmelenin Sırrı -

Muhammed (Sallallâhu Aleyhi Ve sellem) İsminin Sırrı -

Lafza-i Celâlin Sırrı -

İnsan âlemû'l-ekberdir -

Pirimizin ve Şeyhimizin Meşrebleri-

Dört Halîfenin (Radıyallâhu anhu) Cevherleri -

Sırları ve Faziletleri -

Zâhirî - Bâtınî Mezhepler ve Müçtehidler -

Lüb (öz) ehli olanları, Zâhirî ve bâtınî ilimler -

Sıdd'ık ve Sâlihîn Olan Veliler -

Nefsin 7 Makâmı ve Özellikleri -

Hallac'ın ve Muhyiddin-i Arabî (Kuddusi Sırrıhu) nin Meselesi Bitiş Duâsı
En son Hakan tarafından 02 Kas 2009, 23:46 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Euzübillahimineşşeytânirracîm!

Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm!

Şefâat Yâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem!

Allahumme salli 'alâ seyyidinâ ve mevlânâ Muhammedîn 'abdike ve nebîyyike ve rasûlike ve nebîyyi’l-ummîyyi ve 'alâ âlihi ve ehl-i beytihi ve ashâbihi!

Bi rahmetike Yâ erhame’r-râhimîn!
İrhamnâ!

Subhâneke Allahumme ve bi hamdike eşhedu en lâ ilâhe ente vahdeke lâ şerîke leke!
Estağfiruke ve etûbu ileyke!


Pek Muhterem Kardeşlerimiz,
Evvelâ selâm eder, gâye ve emelinize muvaffak olmanızı Cenâbı HAKK'tan temennî ve niyâz eyler, hem dünyâ, hem âhiret saadet ve selâmetine mazhar olmanıza duâ ederiz.

Aziz Kardeşlerim,
Tercüme-i hâlimiz bu dünyâda şöyledir.
Âhiret hususlarında bu ana kadar geçen vakitler gaflet iledir. Hâl-i hazır HAKK'a yarar bir hâlimiz yoktur. Müstakbel vakitlerin ise leh ve aleyhimizde oluşuda meçhuldur. Müsbet netice ise, hâtimeye bağlıdır.

Bundan dolayı ALLAHu Teâlâ'nın af ve mağfiretine, Hazreti Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi Ve sellem Re'fet ve şefkatine ve saadatlarımızın meded ve himmetlerine sığınır, kardeşlerimizin duâlarını dileriz. Hazreti ALLAH cümlemize hüsnü hâtimeler nasip ve müyesser eylesin.
Âmine YA MÜÎN.

Dünyâ sahası ise, Âhiretin zıddı ve muhalifidir. Dünyâda çalışmak, âhirette hesap vermek, dünyâda haksızlık ve zulüm karşısında bulunmak, Âhirette hak ve adâlet görmek, dünyâda cevr u cefâ, âhirette zevk u sefâ, dünyâda yorgunluk, âhirette rahat olmaktır. Dünyâda kulluk, âhirette pâdişahlıktır.


Hülâsa: Hazreti Caferi Sâdık şöyle buyurmuştur;

"Âdemoğlu bu dünyâda iki nesneyi çok arar.

Birincisi: Yorgunluktan kurtulup rahata kavuşmak.
İkincisi: Elem, keder ve kasvetten kurtulup ferah, sürur ve neş'eye kavuşmak. Fakat, maalesef bunlarda yaratılmamıştır ki, emellerine muvaffak olsunlar."


Hazreti Zeynel Âbidin Şöyle buyurur:

"Bu dünyâ seraptan su ummaya benzer."


Ve'l-hâsıl, hakîkat nazarıyla bakılırsa, cife ve çöplükten ibâret olduğu görülür. Hadis-i Şerif ile sâbittir. Bu vechile gören nezih ruhlu, ileri görüşlü, selâbetli ve istikrarlı olan îman sâhipleri, mülevves olmamak için, ihtiyatlı ve tedbirli olur. Şâyet zâhiri basiret ile bakılırsa tatlıdır ve yeşilliktir. Bu da Hadis-i Şerifle sâbittir.

İnşallah devam edeceğiz.
En son Hakan tarafından 19 Kas 2009, 12:17 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

İşte, otluğa hayvanların, tatlıya da sineklerin hücûm ettikleri gibi, kısa görüşlü, mülevves ruhlu olanlarda böylece hücûm edercesine atılırlar.

Ve'l-hâsılı; Mine'l-Kelâm ve'l-gâye, ve'l-meram, ne varlığa güvenilir, ne de yokluğa esef edilir. Zirâ sebatsız ve istikrarsızdır.


İşte (Hikem Ata) Muellifi Rahmetullâhi Aleyh şöyle buyurmuştur.
Dünyâda bulundukça her nevi vâkıa'lar; beliyye, musîbet ve yoksulluk, hastalık, haksızlık, adâletsizlik ve her çeşit cevr u cefâ ve'l-hâsılı hatır ve hayâle gelmeyen kötü hâdiseler vuku'unda aslâ hayret etme ve garip görme.


Bize düşen ancak hikmet ve ibret nazarı ile bakmaktır. Bu sebebten dolayı i'tiraf etmeliyiz ki, dünyânın âdi ve denî bir sıfatla mevsuf olduğu müşâhede edilir. Bu durumdan anlaşılır ki, dünyâda kendi cinsiyetine uygun böyle şeyler zuhur eder. Âhiret ile ilgili şeyler müstesnâdır. İşte dünyâmızın, hâli hazır hâlini özet olarak yazdık. Uzattığımızdan dolayı affınızı istirham ederiz.
Mâişet (geçim) kısmına gelince, özet olarak şöyledir.
Bizleri yoktan var eden, rızkımızı temin ve tekeffüt eden Ulu ALLAH (Min haysu le yahtesib) verdiği nîmetleri saymaya yeltenirsek hamakatlık (ahmaklık) yapmış oluruz. Çünkü hayat ve rızk birbirine bağlıdır. Hayat varsa, rızıkda vardır. Ecel geldi ise rızıkda biter.


Aziz Kardeşlerimiz;
Mürşidlerin burhanı olan üstâdımız Hazretleri şu sözü çok tekrar ederdi. ALLAH'u Azimu'ş-şan rızık için tatminkâr bir şekilde taahhüd ve tekeffül edindiği halde endişe etmek ve telâşeye kapılmak kulluk vazîfesine muhaliftir. Kulluk hâli ise, sâdece çalışmaya memur ve mes'ut olduğu halde ALLAHu Zu'l-celâl'in emrine karşı tekasül (tenbellik) ve ihmalkâr davranmak, mânevi basiretin körlüğüne delildir. İşte bunun içindir ki, seleflerimizin âdetleri, vazifeden sorarlar. Mâişetten asla sormazlar. Misâl, iki me'mur birbirini gördüklerinde hâl, hatır ve vazîfe ile ilgili şeylerden sorarlar. Mâişet için, hiç endişeleri yoktur. Zîra, bir me'mur mes'ul olduğu vazîfeye kâle etmeyip endişesi sâdece devletçe bilânçosu yapılmış ve bütçeye konmuş olan maaşını düşünmesi şüphesiz ki hamakatlıktır.

Hazreti Cüneyd'in huzûruna bir cemaat gelmişler. Cemaat, Cüneyd'e

"Biz erzakımızı kimden talep edelim?"

dediler.
Cüneyd'de:

"Nerede olduğunu biliyorsanız gidin alın" demiş. Onlarda dediler ki, "Biz ALLAH'tan istiyeceğiz."

Cüneyd dedi ki:

"ALLAHu Azimu'ş-şân'ın sizi unuttuğunu hissediyorsanız hatırlatın"

dedi.
Cemaat,

"şu halde evlerimize gidelim ve ALLAH'a tevekkül olalım"

dediler.
Cüneyd'de:

"Siz ALLAH'ı mı tecrübe etmek istiyorsunuz? Tecrübe ise şektir. Hazer ediniz"

dedi. Onlar ise,

"Öyleyse tedbir ve çâremiz nedir"

diye sordular...
Cüneyd :

"Tedbir ve çâreyi terketmektir"

buyurmuştur.
Tedbire tevessül etmek câizdir. Fakat tedbir kaderi değiştiremez. Tedbir kulun, takdir ALLAHu Zu'l-celâl'indir. Takdir mutlaka hâkimdir.

İnşallah devam edeceğiz
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Hülâsa : Burada teberrüken şu hadis-i şerifi zikretmek uygundur.

Hadis Meâli ;

Her kim ki herhangi bir mü'minin tevekkülü itimadı, güvenci mâsivâdan ayrılıp, sadece ALLAHu Zu'l-celâl hazretlerine teslimi küllî ile bağlanırsa, muayyen ve mahdud olmamakla hatır ve hayâline gelmedik yerden rızk gönderir ve ihtiyacını kifâyet derecede temin eder.


Bu cümle âyet-i celîle ile de müeyyeddir. Şâyet güvencini ve îtimâdını dünyânın nesnelerine hasrederek teslim olursa, o zaman dünyâ ile başbaşa bırakılır.

Hülâsa : Bu Hadis-i Şerif'in özet olarak meâli şöyledir;

Birinci cümlenin sâhibi sıdkı hulûsunu ALLAHu Zu'l-celâle hasrederse, onu huzur içerisinde mâsivâ hizmetinden ve kula kul olmaktan kurtarır. Ancak, kulluğu kalben rûhen olunca, bâtına has olunca, hem vekili, hem nâsırı ve hem de muîni olur.
İkincisi ise yorğun, huzursuzluk içerisinde mâsivânın kulu ve esîri olur. Bu cümle, hadis-i kudsî ile müeyyeddir. Bunu te'yiden Hazreti Şiblî şöyle buyuruyor;

"Dünyâ için cehdeden, dünyâ ateşi ile yanar, kül olur, rüzgâr eser. O külü savrulur, hebâ olur gider.
Âhiret için cehdeden âhiret nûru ile yanar, altın gibi olur. Bu ise; az çok nâsa yarar sağlar."

ALLAHu Teâlâ'nın rızâsı için cehdeden ise, tevhid nûruyla yanar, kıymeti ve bahâsı biçilmeyen bir cevher olur ki, bâzı rivâyetlere göre yüksek kaliteli olan zâtların sakalı şerifinden bir teli bile, her derde devâdır. Her maksada murat olur. Bizim gibi biçârelere medâr olur. İşte böylelerinin ellerine sarılmak ve himâyelerine sığınmak büyük bir ganîmettir.

Nitekim Şeyhimiz Mevlânâ Alâaddin'in (ks) sakalından bir teli alıp ağır bir hastaya koymuşlar da şifâ bulmuştur.


Kardeşlerimiz;

Okumakta olduğunuz aslında bir mektubdur. o zaman Malatya'da bulunan Nuri Bey'e yazılmıştır. Bize bir mektup yazıp

"Kardeşim, mâişet durumunuz nasıl? Ne ile geçiniyorsunuz?"

diye sormuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Ben ise o zaman mübârek Şeyhimizi yeni kaybetmiştim. Nûri ise devlet memuru olup geçim ve mâişetini devlete dayamışken bir de bize

"ne ile geçiniyorsun?"

diye sorunca bu cevabı yazmışdım. İşte bu sebeb ve vesîle oldu da baştan başa bu mektup yazıldı. Mübârek Şeyhimiz buyururdu ki;

"Memur kısmının tevekkülü zayıftır. Çünkü ale'l maaş (maaşa dayalı garanti) tevvekkülü... Halbuki haydi devlet verdi parayı diyelim. ALLAHu Zu'l-celâl'in nimetlerine yine muhtaç değil misiniz? Paranın kağıtlarını mı yiyeceksiniz?"

ALLAH cümlemizi tevfîkati subhâniyesine mazhar eylesin. Âmin.


Aziz Kardeşlerimiz;

Söylüyorlar ki :

"Şeyhler çoktur. Fakat, bizim şeyhimiz gibi yoktur."

Bu bir hakîkattir. Güneş gibi ki , körler mestesnâ Mâadesi gören ve görmeyen teyid ve tasdik eder Bilhassâ keyfen ve ilmen meşâyihi kirâm'ın hal tercümelerini , seyr u suluklerini irşad ve terbiyen usullerini bilenler, az dahî olsa teyid ederler ve teslim olurlar. Ve Cenâb-ı Rasûlullah'a (Sallallâhu Aleyhi Vesellem) ümmet olmaklığımızın şerefi ve nâil olduğumuz bu ni'met ve devleti;
birinci bilmek,
ikinci olarak da bu zevâtın meded ve himmetleri altında bulunmaklığımızdır. Dâimi ve ebedi olsun. İnşâALLAHu Teâlâ Âmin Yâ Muîn bicâhi Seyyidu'l-Murselin (Sallallâhu Aleyhi Ve sellem).


Kardeşlerimiz;

Yukarıda zikrettiğimiz bu nîmet hakkında bir zerrecik yazmağa azmettik. Tevfik ALLAH'tandır. Gâyemiz ihvânlarımız için ise de, ancak henüz olmamış mü'min kardeşlerimizin fikirlerini açmak ve ibret almaları temennîmizdir. Yalnız bu hususda zikredeceğimiz mücmel bir ifâde ile iktifâ edeceğiz. Zîra mufassal yazarsak, kitap haline gelir. Tefsilat kısmını ihvanlarımızın fikir ve mütalâalarına havâle ediyoruz. Kendileri genişletsinler.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşlerimiz;

Hakîkatta Hazreti Şeyhimizin meşrebi sıddîkî idi. Bununda isbâtı var. Şöyle ki;

Birincisi, ALLAHu Teâlâ'nın mahlûkatına âmmeten ve ümmeti Muhammed'e (Sallallâhu Aleyhi Ve sellem) hâssaten, alâ kaderi'l-imkân beşeriyetin tahammül ve tâkâti nisbetinde gayret sarfediyor idi. Yâni, dünyâyı dolaşsan benzerini bulmak imkânı ve ihtimâli yoktu. Bir hakîkattır işte.

Hazreti Sıddîk'ın (ra) sözü :


" Ya RABBi bu âciz kulunun vücûdunu büyütte, cehennemi kaplasında, kullarının yerine fedâî olayım."

İşte şefkat ve merhâmetin son zirvesi Radıyallâhu anhum ecmaîn. İşte bu dahî mürşîdimizin evsâflarından idi.

İkincisi: Tevâzu' ve mahfiyettir. Yâni; var, fakat yok içinde bulunmaktır.
(mütü kable en temûtu) sırrına mazhâriyettir. Ölmeden evvel ölmektir, gâye enâniyeti, benliği yok etmektir. Bu cümlede iki sır vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Birincisi : Nefsi öldürüp, toprağa gömmektir ki, sebat ettikten sonra bu tohumdan meydana gelecek bir hurma ağacı ki; kökü sâbit, boyu doğru, yaprağı göğe doğru yükselir, meyvesi dâimîdir. Yeşilinden de kurusundan da nîmetinden de müstefid olunur. Ömrü uzundur. İşte, nefsi öldürüp yâni enâniyyeti (benliği) yok edip de toprağa gömersen bir hurma ağacı elde edersin ki; ağaçlar içinde en uzun ömürlüsüdür. En nâdide olanıdır. Güçlü, yüksek ve meyveleri her zaman mevcûddur ve değerlidir. Enâniyyetinden vaz geçerse ve üzerinden giderirse bu nîmetlere erer, işte o zaman nefsi mardiyye, zekiyye, sâhibi olur ki; îmân ve yâkîni sâbit, ef'al, ahvâl, hareket, sekeneti hepsi doğru olur. Rûhu mukaddese-i zekiyyesi melekut âleminde yükselir. âlemin cümlesi, onun feyz ve bereketinin meyvesinden istifâde eder, hayâtı ise ebedîdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

İkincisi: İrâde-i Cüz'iyye'yi, irâde-i Külliye'ye bağlamak. Tedbiri takdire bırakmak. Kendine her halde kahhâr-ı mutlak, kudret ve kuvveti yeterli, emri câri'. Hükmü nâfiz, tasarrufu yetkili olan ALLAHu Teâlâ'ya teslim etmektir. Bunun müeyyidesini ise, Cenâb-ı Rasûlullah'ın (Sallallâhu Aleyhi Ve sellem) ashâbına

"yürüyen cenâzeyi görmek isterseniz Hazreti Sıddîk'a bakınız"

sözü isbat etmiştir. Ayrıca Hazreti Uveysi Karânî'nin hâlini vasıflandırırken sakalının göğsüne dayalı olduğunu bildirir. Bu ise huzur hâlidir. Sakalının göğsüne dayalı olması, sâdece adımını atacağı ve ayağını basacağı yere bakmasıdır ki buna:

"Ber kadem"

tâbir edilir. ALLAHu Zu'l-celâl'e karşı böylesine vakarlıdır. İşte Üstadımızın bu sıfatlarla Mevsûf olduğuna dâir görenler. ALLAH için söylesinler, görmeyenlere de anlatsınlar. Güneş gibi bir hakîkattir. El-hamdu li'llah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Gelelim ilim safhasına:

İlim nev'ileri çoktur.
Ancak, avam kısmının işittiği ilim ikidir.
Asıl olarak teferruatı ise çoktur.
Bu iki ilmin gaye ve isimleri ise şöyledir.
Biri şeriat, biri hakikat.
Biri zahirî, biri batınî.
Biri kal (söz), biri Hâl.
Biri islâm, biri iman.
Biri eser, biri iman.
Biri eser, biri esrâr.
Biri esmâ, biri sıfat.
Biri ilme'l yâkiyn, biri ayne'l yakîyn...

Hülâsa: Efendimiz kesbî ve vehbî olan iki ilme sahib ve haiz olanlardandı.
Has olan, Esrarı Ruhanî, Rabbanî, Ledunniye, Kalbî, Vehbî sıfatiyle ilgili olan ilme mazhar olunca her sözü yerine buldu.
Hikmet, her zamanında her hali oldu.
Örnek edep ve ahlâki, misli görülmemiş bilâ şek (şüphesiz) işte büyüklerden Rüveym hazretleri şöyle buyurmuş:

"Bir kimseye her iki ilim verilirse, allah"u Azimuşşân hâl ilmini, günden güne çoğaltır ve kâl ilmini azaltırsa, büyük bir ni'mete mazhar olmuş demektir.
Şayet hâl ilmini azaltır da, kâl ilmini çoğaltırsa büyük bir müsibete düçâr olmuş demektir.
Her iki ilmide elinden alınırsa büyük bir hikmet ve helâktır Maazallah La havle vela kuvvete illâ billahi hasbunallah."
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz kardeşlerimiz
Gayemizin hülâsası şudur ki Cenabı Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vessellem hazretlerine verilen ilim nev'îleri çoktur.
Bilinen ve işitilen ise üçtür.
Üç nev'îdir.
Birisi: Avam ile ilgili
İkincisi: Havas ile ilgili
Üçüncüsü: Havvasu'l Havvas ile ilgili ki, bu ilim enbiyâlara mahsustur.
Bu ilmi fehmedecek zevât bulunmayınca gizlenmesi emrolunmuştur.
Havvas ilmi ise muhayyer kılınmıştır.
Avam ilmine gelince yaymağa umumi vechile emrolunmuştur.
İşte yukarıda zikrettiğimiş şeriat ve hakikat ilimlerin mâhiyeti özet olarak budur.
Birisi, rivâyeten, dirâyeten, göz göze, ağızdan ağıza, kalemden deftere geçmiş asırdan asıra bu güne kadar fülan ibni fülandan müteselsile olarak gelmiş tahsil yoluyla herkes hal ve istinadına göre az ve ya çok hayırlısını da, şerlisini de öğrenebilir.
Fakat has ilmine gelince Mededi Ruhanî, Sırrı Samadanî, Feyzi Rabbanidir ki cevarihte değil de mikat yolu iledir.
Kalbden kalbe, ruhtan ruha intikal eder ve hallenir "Meahize ani'l murşidehu ani's saadat" yani.
Mürşidinden alır.
Mürşidi de üst kademened kademeye alır.
Neticede Cenab-ı Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesselleme kadar ulaşır.
Bundan daha yüksek seviyeli Üveysi meşrebli olanlar ise re'sen Cenab-ı Rasulullah'dan Sallallahu Aleyhi Vesellem alır.
Ve onun himâyesinde yetişirler.
Feyz ve meded-i Hazreti Rasulullahdır Sallallahu Aleyhi Vessellem.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Meselâ, Hazreti Pir Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Hazretleri gibi sadatlara, minnetleri yoktur.
Zira istidadı ve kabiliyeti yüksek olanlar için mürşidi ve mürebbisi Üveysîi düstûriyle bizzat Cenab-ı Rasulullahdır (Sallallahu Aleyhi Vessellem) Gerçekten öyledir ve hiç bir şeyhe minneti olmaz.
Ceddi de hep bunu buyurur.
Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vessellem) mânevi terbiyesi altındadır.
İşte vasıtaları ve delilleri olan Fahri âlem, onları Vacibu'l vücud, nâmutenâhi olan ilmü'l ledun deryâsına ulaştırır.

فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا

Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ(ilmen). (Kehf/65)

"Ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan ledun ilmi öğretmiştik."

Âyet-i Celilenin sırrına mahzar olurlar.
İşte sahili olmayan bir deryadır. Kudreti kadar, cümlesi bu ilim ile ilgilidir. Çünkü avam ilmi, mahduddur. İçltihad kapısı kapalıdır. Üzerine ilâve yapmak değil, hatırladıklarını okumaktan dahi aciziz.
Bu husus Ebu Medyen-i Mağribi ve emsâli şöyle buyurmuşlardır.
"Mesakîn... (Siz miskinler) ne yazık ki, ilminizi, ka'l-ü-ki'lden, kitapdan alıyorsunuz. Onlar fenâya ve ölüme mahkum oldukları gibi, bu nev'i ilimde ölüdür.
Bizler ise ilmi Haydan alırız. İlmimiz Hayydır." Bu sözleri Ebu Medeyeni Mağribi de, Eba Yezid de, Hasani'l Şazelî de söylemişlerdir.

Ebu Hasanei'l Şazelî mubarek buyuruyor ki : "Gavsu'l Azam ben ilmi 5 denizden alıyorum derken ben ise 10 denizden alıyorum. 5. denizi arzî, 5 denizi ise semavîdir. Arzî (yerde) olan beş tanesi, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve 4 halifesi (ra) olan Eba Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), ve İmam-ı Ali (kv) dir.
Gökte olan 5 tanesi ise; Ruhu'l akdes (as) israfil (as), Cibril (as), Mikail (as) ve Ezrail (as) dır.
Yani Ruhu'l Akdes (as) Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a karşılık, diğer 4 melâike-i azam da hulefâ-yı Raqşidine karşılık oluyor. Ruhul Akdes (as), baş melek. Esasen Allahu Zülcelal ile İsrafil (as) arasında tek aracı O'dur.
Allahu Zülcelal verdiğinde veriyorda, Hasanü'l Şazelî Hazretleri de bunları söyleyebiliyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

ZEVK 1514

SIFIR Sahrâsın SIDDÎKı ResimSırr-ı SUBHÂN Süvârisi
Gönülden Gönüle Esen, Yersiz-Yurtsuz Rüzgâr gibi
ASl-ı Ârif Alâaddin Resim PÎR Hüsâmeddin Vârisi
Bâtın “Muhabbetin fillah!” Resim Zâhir, Halkın Hakkı SEVgi!..


02.08.1999 11:53
Lârâ shllr..

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Ve'l hasılı ve'l kelam, minel gaye vel merâm : şu her iki ilim alimlerinin sıfatlarını özet olarak bir misalle açıklayıp nihayet vereceğiz.
Avam ilmi göle bezer. Yüzmek gezmek. Tarif etmek, Plân çizmek mümkündür. Bu yüzden bir çok dil velvelecileri ve kalem yazarşortları ve fırsatşinaslar ortaya çıktı. "Nerde maksad ve fesâd ehli varsa mürşid kesildi. Nerde zühd, nerede takva, din hezeyân oldu!" diyen Hazreti Cüneydi Bağdadi bu hususu ne güzel dile getirmiştir. Maalesef bu zamanda cehâletin çoğaldığı bir anda insanların mütâlââ fikir ve felsefesine göre sadece bu ilim ile meşgul olmak, yazmak, yetiştirmek, kitap te'lif etmek vebu nev'i hizmetlede çalışmakla meşgul kimselerin mürşid diye vasıflandırdılar. Hatta " En üstün, fevkinde başkası olmayan bir mürşid ve mürebbi" diye iddiâ ederler. Halbuki evvelce belirttiğimiz gibi, bu ilim hoştur ve güzeldir. Öğrenmesi, ihtiyacı kadar zaruridir ve fakat, inanların hayırlısı da, şerlisi de öğrenir de öğredir de. Bu mümkündür. İnkar edilemez. İşte bu kabil olanlar sadece yol gösterirler. Niyet ve gayeleri ne ise emellerine nâil olurlar.
Lakin, Tasavvuf ilmine gelince: Has kullarına tahsis etmiştir. Haddi, hududu yok. Nihayeti olmayan bir deryadır. Bu ilme mazhar ve müstağrak olan zatın misâli büyük okyanusa dalan kimseye benzer. Mahiyetini anlatmak için, diller kalemler aciz kalır, kendi nâçiz ömrü yetmez avamın ise havsalalarına sımaz. Mânevi basiretten alıp, göz ve kulağa vermek ise kalben, dile getirmek imkânı var mı? İşte bu cümlenin müeyyidesi şudur:
Hazreti Gasu'l Azam Seyidi Abdü'l Kadiri Geylani ve Seyyid Ebu Hasan El Şâzeli ve benzerlerine sormuşlar: "bu ilmi kimden aldınız? Mürşitleriniz kimlerdir?" diye.
Cevaben :"Evet görünüşte filân zât ve filân ise de hakikatte on denizden iktibas ediyoruz. Beşi Arzî beşi semavîdir.
Arzî olan, Cenâb-ı Rasulullah ve Hülâfâ-i Râşidindir. Semavî olan ise Ruhu'l- akdes ve dört melâike-i i'zamdır.


Devam edecek inşallah
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hülâsa: Bu şerefe nâil olan mürşidi Kâmil, feyzi Rabbani ve mededi ruhanîdir. Merhaleleri katetmiş eser ilmiyle değil, esrâr ilmiyle mest ve hayran olmuş. Hali örnek ve ibret Sözü, hikmet ve hakikat. Özü, şefkat ve rahmet. Hâze, meşrebi sıddıkî olanların hali böyledir. Müeyyidesi de Pirlerin Piri, Sahabe-i Kiramların Şeyhi Hazreti Sıddıkıdır ki (ra); her ilimde eşi ve nâziri yoktur. Fakat hâs ilmi galip olduğundan, avam ilminden az konuşmuş. Bu cümleyi teyyiden, Şeyh Ebu Abbasi el Musi şöyle buyuruyor : Hazreti İmami Aliye sordum: "Ya Seyyidi: Hazreti Sıddık ekmal ilmine hâiz ve fâik olduğu halde, neden az konuşmuş?"
Cevâben: "Oğlum, onun ilmihas idi. Kim onu fehmeder?" Hakikaten rivayet ettiği hadis adedi yüz otuz veya yüz kırk iki di.
Fakat Ebu Hüreyre ise, 5374 tür. Ancak şunu bilmeliyiz ki, Hazreti Sıddıkın rivâyet ettiği nâdırattandır. Zirâ öyle mühim meselelerde, ashab hayrette kaldıkları anda, İslâm Dininin tekâmülü için buhadisleri belirtmiştir.
Hülâsa: İnceden inceye düşünürsek bu vasıflara mevsuf olan, en ekmeli Sâdâtı Nakşibendiyeye müşâhede edilir. İşte ehil kemâl olanların hali anlaşıldı. Tevfik Cenab-ı Allah'tan, Aziz İhvan...
Sizi yorduk. Bu hususda bizim gibilerin konuşması ve ilim mâhiyetlerini anlatması bir nevi hamakattır.
Yâni: " Boş kalınca vâdi, tilkide olur Vâli."
Vâdi boş kalınca, tâbi aslan olsa, Vâdinin Vâlisidir. Amma aslan olmayınca tilki de olur vâli. İşte kendimizi böyle anlatıyoruz
Allahu Zülcelâl, cümlemizi merhametkâr olan saadatlarımızın feyz ve mededlerinden müstefid eylesin. âmine Ya Mûin.

Velâyet kısmına gelince:
Kemâliyetin ekmeline olduğu mücerred kavil ile değil, müsbet deliller ile sabittir. Velâyet derece ve nev'ileri çoktur. Veliyi bilmek, Allahu Teâlâ'yı bilmekten zordur. Çünkü: bizim gibi yer, içer, yatar, gezer, beşeriyet hali vardır. Fakat ;Allahu Teâlâ'nın varlığını ve azatemini, her zerre isbat eder. Bu hususta Hazreti Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurmuş : "Mecud evliyâların hepsini bilirim. Onları tasavvurumdan geçirdiğim anda Allahü Zülcelal bana muhakkak öyle velileri gösterir ki onlar, beni biliyorlar, ben onları billmiyorum."
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Burada şunu anlatacağız ki; Hafız Abdu'r Rezzak meşhurdur. ayni zamanda İmam-ı Ahmed'in üstadıdır. Kâbe de halka güzelce hadisler anlatmakta iken birisi abasını başına çekmiş uyku durumundadır. Başka birisi de gelmiş onu uyarıyor: "Bak, Hafız Abdu'r Rezzak hadis serdediyor bundan mahrum olma payını al." diyor. ancak o kişi hiç de kâle almamış istifini bozmamış. Öbür kimse dönerken bakmış aynı kişi o haldedir. o zaman biraz daha sertçe "Bak, gaflete düşme, Abdu'r Rezzak hadis anlatıyor müstefid ol" demiş. Mübarek başını şöyle abasından çıkarıp bakmış ki yine bir şeyler söyleyene: " O kimden alıyor hadisleri?" diye sorar. o kimsede "Filandan, filandan, o da Rasulullah sav.'den alıyorum." deyince; Peki, senin daha tazesini Rasulullah sav. den aldığının ispatı varmıdır?" der. O zaman ise: "ispatı şudur ki; sen Hızır sın" diyor. O zaman hızır as. : "Aman Ya Rabbi!... Ben kendi kendime güvenerek Maaşallah bir ferahlık duyup Allahu Zülcelal'in velilerinin hepsini biliyorum, tanıyorum dediğim zaman karşıma öyle bir kimseyi çıkarıyorsun ki; ben onu bilmiyorum, ama o beni biliyor." diyor.
Allahu Zülcelalin öyle evliyâsı vardır ki kendisinden başka kimse mâlumat sahibi değildir. ancak Allah bilir. O kadar gizli durumları vardır. Öyle ki: Vallahi yarın şu olacak" deseler, Allahu Zülcelâl berât ettirir. Kasemi (yemini) mutlaka yerine gelir. Bazılarının kendisi bilir başkası bilmez veli olduğunu. Bazıları kendisi bilmez, halk bilir. Bazılarını hem kendisi hem de halk bilir. bazıları da öyle bir velâyet sahibi olur ki ne kendisi ne de bir kimse bilebilir veli olduğunu...
Aziz Kardeşlerim Şu kadarını bilmeliyiz ki, Asrı sadette, Cenab-ı Fahrialem Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem efendimizin yetiştirdiği evliyanın adedi ne ise, sonraki asırlarda kıyamete kadar gelmiş geçmiş evliyâ adedi de aynıdır. Fakat; rütbe ve derecelerine gelince, sahabeler müstesnâ, tabiin seviyesinde, her asırda bulmak mümkündür. Bu konuda Peygamberimiz Salallahu aleyhi Vesellem Efendimiz şöyle buyuruyorlar: "Ümmetimin misali yağmura benzer, hayır ve bereketi ilkbaharda mı, sonbaharda mı bilinmez." Yani; mesela "efendim bu tabi'inler çok üstündür." derler. Bu doğru değildir. ahir zamanda da onların seviyesinde evliyâ bulunması mümkündür. Yani bilinemez "Benim ümmetimin gelişleri öyle ki, yağmurun bereketi ilk baharda mı sonbaharda mı acaba bilinmez" diye misal vermiş Cenab-ı Rasulullah Sallallahu aleyhi Vesellem Evet ilk baharda yararlıdır. Ama bakarsın ki güzün daha da yararlı olabilir. Bilinemez ki...


Devam edecek inşallah
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Velilikte ismen iki vecih vardır. Birisi, çalışır ardı ardınca, âdete vâlisi gibi, vasifeye devam eder. İşte bu kâbil olanlar, hakka hizmet etmektedir.
Hikem'de şöyle buyuruyor:" Bir kavim var ki; Hak Teâla'nın kendisine hizmet etmekliği için tahsistir.
Bir kavim var ki; has kimselerdir. Onları sadece muhabbet için tahsis etmiştir. Bir Nev'i zevat her varlıktan mücerred, teslim ve tevfızı umur etmişler, o zaman Allahu Teâlâ'nın zâtı sıfat ki; onların velileri olur, isbat ve müeyyidesi de şu ayeti celiledir. Allahu Zülcelâl Sülehanın (salihlerin) velileridir. Yâni, himayesine alır. "Ve o bütün salih kullarını görüp gözetir."
Hatta akıl tahsimatı da, sayı iledir, bazen de kile iledir. Hadis-i Şerif ile sabittir. Her ferde istidâd ve kabiliyetine göredir. Öyle Parlak bir akla sahiplerdir ki bu dünyaya gelince mükellefiyet çağına gelmeden tıfıl iken, oruç tutmaya başlarlar, hepimizce malum şeylerdir. Hani ibadet ve ilim mağrurları, "sadece bunlar ile yetişiyorlar" diyenlerin bilgisi kıttır ve hakikatte, onları yetiştiren mârifettir.
Mârifet; ayni kemâldir ve ahlâktır. Allahu Zülcelâl, Cenabı Rasulullah'ı Sallallahu Aleyhi Vesellem ilmi veya ibadeti ile değil ahlâkı ile medhetmiştir.
"Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin." ibâdet ile ölçülse idi, hazreti Nuh'un (as) Hazreti İsa'dan (as) yüksek olması lâzım gfelirdi. Böylece anlaşılmış olur. İnşallahu Teâla

Devam edecek inşallah
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz kardeşlerim, gelelim gayemize;
Velilerin ilimleri marifettir. Ahlâk ve edebiyatlarının, hizmet nevilerinin haddi hududu yoktur. İctihad kapıları açıktır. Zira me'haz yerleri allamü'l guyup deryâsındandır. Ganiyyun Hamid, Cevvadun Kerim, Feyyaz-ı mutlak olan Hazreti Allah Celle Celalehu, âmme nevâluhu velâ ilahe gayruhu; kapılarının sayısı kibriya ve azametine göredir. Hediyeleri de zenginliğine göredir. Gelenleri, kabiliyet istidad, azim ve cehdine göredir. Her vaktin; tasarruf ve yetkisi, me'mur ve mes'ulü vardır. Her zamanın devleti ayrıdır. Her devletin ricâli var. Allahu Teâlânın fazlu keremi, bir zamana mahsus veya muayyen şahıslara münhasır değildir Ancak, ezel âleminde edebiyatları mücibince hizmetliğe yarıyan ve muhabbetine layık olanları tahsis etmiştir. Hatta içlerinde öyle edebiyat sahipleri vardır ki, "Elestü birabbiküm" hak celle ve âla hitabı karşısında, ehli iman, avam ve havas "belâ" ahdi verdiler. Müstesna zevâtlar var ki; hitab-ı izzenin Pâk ruhlarına verdiği lezzet ve tesir eden şevk ve muhabbet aşkı ile mest olmuşlar. Cevap vermekten âciz ve nâçiz kalmışlar. Hak ceele ve alâ, "neden cevapsız kaldınız?" buyurunca, onlara, şöyle bir ifade de bulunmuşlardır;
" Ey Aziz, Lâtif, Şerif, Rauf, Şefik, Vedud, Kerim, Gafur, Rahim olan ve bizleri âdemde var eden Allah. Madumdan ne umulur, ölüden ne beklenir? ancak kulluğa yararlı olup olmayacağımız takdirinize bağlıdır canlandırırsan canlanırız. Nâtıka verirsen söyleriz." Yâni, ezelden teslimi külliye bağlıdırlar.

Devam edecek inşallah.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz kardeşlerim ve Muhterem ihvanlar;
Hayret içinde kalmayalım. İnceden inceye düşünelim. Fikir deryâsına dalalım.
Hazreti Vacibu'l Vücud, yoktan var eder. Mülk ve Meleküt, Zül Kudreti ve'l ceberüt, kibriya ve azameti rububiyetinin şanına uygun olmak üzere, takdir, tenzih, temcid ve sâir rububiyetinin hukukuna uygun olmaklığa ilân ve tasdik emrine inkiyad ve nehyine ictinab, bi hakkın kulluk yapmaklığa i'tiraf ve teslim demektir.
İşte ileri görüşlü, ince fikirli olan zevât hadlerini bilmişler, âcizlerini itiraz etmişler.
Zira nâmütenâhi azamet nâmütenâhi nimet, nâmütenâhi hukuk... Bunların karşısında; zilleti bilmek, şükrünü ödemek, kulluk hizmetini yapmaktır. Kendini hiç bilen için; aslı toprak, nesnesi nutfe... Hîdayet, kevnü kerâmet olaki, o zaman "sen bilirsin" deyince delilin olur, muinnin olur.
Bu cümleyi şu Hadisi Şerif meâli te'yid eder; Bir kimse heva-i nefsine kapılarak ve kendini ona lâyık görerek bir vazife almaklığa yeltenirse, Allahu azimüşşan o vazifenin umum noksanlarını sorar. Şayet irade ve ihtiyâri olmadan tepeden inme olursa Allah onlara delildir ve muindir. Vazife, mânevi olsun, maddi olsun, yeter ki meşrû olsun. Onlara yardımcıdır.
İşte böyle has zâtların edebiyatı, ezelden başlamış tıfıl iken göstermiş Ahiretin ilk menzili olan kabirde de tahakkuk ettirmiştir.
İşte Eba Yezid-i Bestami: Kabre konur, sual melekleri gelir. " Men Rabbuke" derler.
Cevâben: "Aziz ve Celil olan Rabbime sorun. Kulluğumu münâsip ve kabul buyurdu ise cesaretleneyim. Yoksa heyhaat!... âla ma faat (geçmiş ola).
İşte böylece edebiyatlarını muhafaza etmişler ve hadlerini bilmişlerdir.
Saadatlarımıza hâssaten ve âmmeten ruhumuuz fedâ olsun. âmin.
Filhakika bizim gibi, dünya ateşi ile yanmamışlar. Kül haline gelmiş olan ruhaniyetleri, tevdidü'zzat celle ve âlâ hazretlerinin nuru ile yanmış, cevher olmuş. İşte böylesine dağlar gibi kül olsa, cevhere kıymet biçilir mi?
Sadece, ruhlarımızın, büyüklerimizin pâk ruhlarına ceryan gibi çarpmasına vesile olur inşallahu teâlâ amin.
İşte avam kısmı kalıpları ile meşgul. Havas kısmı ise kalpleri ile meşgul. Hülasaları da, Rableri ile meşguldur. Bu müstesna zâtlar Hazreti Sıddık (ra) üslubuna uygundur. Yani istikameti, kerametten ziyâde ilmü'l hakika ve'l esrârı, ilmü'ş şeria ve'l âsârdan ziyâde. Her kıymetli varlıkları gizli tutmayı izhar etmekten daha ziyade tercih ederler. Nâsın, nesne medârlık düşünce ve fikirlerinden ayrılmış sadece kalıbı kalmış dağlar gibi, ve rüzgardan sarsılmaz deryalar gibi olup dalgadan mütessir olmazlar, halleri istikrarlıdır...

Devam edecek inşallah
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte, meşrebi, sıddıki olanların vasıfları; kısa ve mücmel olarak budur.
Hülasa-i Kelâm ve gaye-i merâm: Saadatlarımızın meşrebu sıddıkidir. Vasıfları ile mesuf, halleri ile sabittir. Görenler, görmeyenler ihvana Allah için anlatsın. Ve hatta âyânlarında olduklarına dair on ay evvel sadık kardeşlerimize rüyâ vasıtasıyla biz acizân, Pir Muhammed Ali Hüsameddin hazretleri hakkında; tâ, ezel âlemindeki vâkıâyı, dil ile tarif edilmeyecek derecede anlatmışız. Şöyle ki:
o yüksek edebiyatına karşı evliyalar hayran olmuşlar, Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) has iltifatına mazhar olmuş, Cenab-ı Erhamerrahimin takdirine mazhar olmuş.
" Bu Allahın fazlıdır. Onu dilediğine verir. Ve Allah azim bir fazl sahibidir."
Aziz kardeş, muhterem ihvan;
mâlumunuz veçhile, Hazreti Pir Muhammed Ali Hüsameddin, bizim gibi, âcizlerin medhinden müstağnidir. Bu güneş gibi bir hakikattir. Zir'a evliyâ meydanına müstakil merdâne olarak çıkmış, yiğit kisvesi giymiş, cihaz envilerini kuşanmış, fen ve maharetlerini bi hakkın mürşidi ve mürebbisi olan Cenabı Rasulullahtan (sallallahu aleyhi vesellem) öğrenmiş ve destir icazetnamesini vermiştir. Böyle yetişenlerin misâlini Hazreti Veysel Karani vermiştir. işte o veysilik bu nevidendir. Hazreti Rasulullahın Sallallahu Aleyhi Vesellemin tasarrufu altında emirsiz bir hareket yapmaz. Yüz yirmi dört binden fazla halife yetiştirir. Rasulullah'dan (sallallahu aleyhi vesellem) izin almadıkça icâzet vermez. Her birisinde ayrı bir hal. Kimisi Ârif, kimisi Muhib, kimi Mekşuf, kimi Nâtık, kimi Sâmit, kimi Sahuv, kimi Müstağrik, kimi Güler, Kimi Ağlar, kimi yas eder.
Hülâsa: Evliyaların hal ve makamm nevileri el bat, el kabd, el üns, el heybet, el tevacid, el Vecd, el Camia'l fark, el fena, el bâkâ, el gaybetü, el hudür, el sahi, el sekr, el sahk, el mehk, el mehü'l isbat, el setr, el tecelli, el kurbu, el bekâ, müşadet-ü't tayin, ettevalih, tavâliel levâmik el muâyene, el müşahedetu'l kader. Hulafalarında, istibad ve kabiliyetlerine göre, bu hal ve makamlardan behemahal az ve çok mazhar olmuşlardır. Artık kendisi tarafından yetiştirdiği hülefâları tarafından, yetişmiş ve yetişecek müridan sayısını Allah (Celle Celalehu) bilir.

Devam edecek İnşallah
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz ihvanlar: Fikrimizi açalım inceden inceye düşünelim.
Geçmiş zâtlar, kendi zamanından muzdarip sızlanıp dururken, ya şu, ondördücü asrın hallerini görmeliler!...
Cehl-i dalâlet, cevr-ü şefkâvet zülm-ü adâvet kimisi de olmuş mürşidi hakikat...
İşte bir sevab, yetmiş sevab muadili olmak, hem de sahabeerin sevabı, Sahih Hadis ile müsbet, hem de süneni Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemi ihya edene yetmiş sıddık veya yetmiş şehid muadili olmak. Bu nasip olmamıştır. Hatta dedesi Hazreti Siracü'l milleti ve'ddin gamaraü'l irfan ve Şemsü'l yakin, Şeyhü'l meşayıh Seyyidina Eşşeyh Osmane'l mehşuri bikeşfi vel beyân, Mevlâna Hazreti Halid Zülcenaheyn huâfalarının en âyânlarından olduğu halde torununun yâni, Ali Hüsameddinin haline gıbta etmiş ve "Ali'yi görüp, intisap edenlere ne mutlu" demiştir. "Tubâ lehum"...
Herhangi bir zatın hal ve makamından soruldu ise: Cevaben: "Bu Ali, o makamları aşar" diye müjdeler idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hülâsa; Sadat-i Nakşibendiler arasından imamı Rabbani ile Şeyh Osman Hazretleri gibi hayırlı halef bırakan ve devamlı olanı da olmamıştır. İmam-ı Rabbani, oğlu Muhammed Masum, oğlu Muhammed Seyfeddin'de nihâyet bulmuş ve Şeyh Osman ise oğlu Muhammed Bahaeddin onun oğlu Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin ile devam etmiştir.
Evet kardeşlerimiz; Hikmetullahın cereyanına dikkat ederseniz, isimleri de uymuş, şöhetleri de. Birisi Seyfeddin, birisi Hüsameddin. İkisi de oğlu derece seviyeleri çok yüksektir. Fakat imamı Rabbani ve oğlu çok âlâdır. Torunlarına gelince Hazreti Muhammed Ali Hüsameddin velâyetin son zirvesine yetişmiş, evliyalar arasında benzeri nâdirattandır. Kimya kaybilindedir. Kanaatim budour. Zirâ evliyalar enbiyâların timsâlidir. Üslübları, mücâhedeleri, tarzları, başa gelen müsibet ve belâlar ve benzeri rütbe ve makam itibari ie değilde taklididir. Yani asıl ne yaparsa gölgesi de takliden onu yapar.
İşte taklidi Muhammedi olanlardan müstesnâdır. Bunların kat âlâsı da Hazreti Muhammed Ali Hüsameddi ki, zimâm-ı umuru kimseye havâle etmemiş. Bizzat havaca-i Kâinat Fahrü'l âlem yetiştirmiştir kendisini...
Dedesi Şeyh Osman bu cümleyi te'yid eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hülâsa-i Kelâm mine'l gâye ve'l merâm, medh ve senâdan müstağni olan Pirimiz Hazretleri yetiştirdiği hülâfâların haddi hesabını bilenler bilir. Bunların arasında müstesnalar vardır. Bihlassâ: Şeyh Seyyid Tâhâ Hazretleri ve mürşidimiz Seyyid Melvlânâ Hazretleridir. Her iki zâta uygulanan muâmeleler müstesnâdır. Yetiştirme tarzları havâleti değildir. Bilhassa, pirimiz kendi uhdesine almış, hayatı müddetince himmetini esirgememiş iki veziri haline getirmiştir. Bu cümleyi şu hadisi şerif teyid eder:
"Her nebinin vezirleri vardır. Benimde vezirlerim dörttür. İkisi yerde, ikisi gökte, yerde olanlar: Ebu Bekir ve Ömer Radiyallahu anhdır." buyurmuştur.
Bu meyanda taklidi olarak zamanın kutbu ve Gavsı olan kimseninde iki imâmı vardır. Birisine kutbu'l irşâd,birisine de kutbu'l medar denilir. Hayatında bunlar veziri mesabesindedirler. Vefatında ise ikisinden birisi makamını işgal eder. Dünyanın nizamı bunlar ile kâimdir.
Aziz kardeşlerim; Şeyhimiz meşrebi sıddıkidir demiştik. Dikkat edilirse mühimdir. Seyyid Tâhâ hazretleri, Kerkük Kâdısı idi. Celâliyet sâhibi. Hem âlim, hem de zengin bir ağa idi...
Amcası kendisine Pir Hazretlerini medheder ve ziyarete lâyık olduğunu söyler.
Cevâben der ki: "Nice mürşidim diyenleri gördük, hepsini heptettik. (bozguna uğrattık)" Amcası yine söyler "Bu gördüğün ve bildiğin gibi değildir." Isrârı üzerine, "öyle ise onu da imtihan süzgecinden geçirelim" der ve ziyaretine gitmeğe azmeder. Huzuruna gelince. Nutku tutulur. Mahâretini unutur, nice hârikulâde haller ile karşılaşır. Bilâ kaydı şartsız teslim olur ki, bir daha vatanına dönmez.
Seyyid Taha hazretlerinin Misâli: Hazreti Ömerin geliş tarzına yakındır... Vezirlirk misâli de Hz. Ömer (ra) gibidir. Hz. Ömer (ra) de kabadayılık ile geliyor ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'a tabi olup veziri oluyor.
Mürşidimiz Hazretlerine gelince: Hepimiz mâlum olduğu vechile, babası Kutbul Em'an Gavsu'z Zaman olup ilmine, irfânına aşk ve muhabbetine her müslüman hayran olurdu. ismi Seyyid Muhammeddir. Künyesi Hazîn. Bilâ şek, velâ şüphe, bu lakabı Rasulullah (Sallallahu aleyhi Vesellem) vermiştir. Ol emin, Şeyh Osman'ın en seçkin halifelerindendir. on iki evlâdı vardır ki: Birisi Abdullah olup, Diğer 11 kardeşin isimlerinin sonu "...din" ile biter. Alâaddin, Şerafeddin gibi bitiyor. Hayru bereketlerinden müstefid olur Arze Zemin, içlerinden müstesnâ olan müceddidi ahdu Hazin iftiharla söyleriz ki, Mürşidimizdir. Alâaddin Zülcenâheyn, Kad Vâkâ vesâra, mahzeni esrar Ali Hüsameddin. Velhamdulillahi Rabbil Aleymiyn...
Bir zaman rüyamızda Mübârek, âdeta mirkati (derece) yoluyla bizim bu yazmış oluğumuzun "Hikem tarzında olduğunu" buyurdu. Birde Siirtte Muhammed Abdü'lbâki'nin oğlu vardır. Rauf isminde ve çok muttâkidir. O da böyle bir şey yapmışmış, bilmiyordum ancak onun ki Gazali tarzında oup onun tezine uygundur. bizim yapmış olduğumuz Hikem tarzındadır. Yâni Mübârek Şeyhimiz bu eserden memnun kalmıştır. elhamdulillah...
İşte bu mübarek: Çocuk çağında şefkatli babasının has teveccüh ve mühabbetine mazhar olmuştur. Zirâ "Parlak bir istikbali var" diye söylemiştir. Fakat ne çare ki, kader gülmemiş, çiğer paresine altı yaşında iken, elvedâ etmiş. Ceddi Muhammed Mustafa'nın da (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yetim büyümesi, teselli için, ona örnek olmuştur.

Devam edecek inşallah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

"Biz Allah'ın kullarıyız ve biz ona döneceğiz" (Bakara 156)

Mürşidimiz, ilim tahsiline başlamış ve talebeler arasında seçilir olup, çok ibretli düşünür, derinden derine hikmetler sezer. Tâ ki, kendine bir yol intibap eder. Hem de acziyet ve zillet yolu. İşte, sâdâtlarımız, en kestirim hak yolu olarak bunu seçmişlerdir. Nefis mücâhedesi, beliyye, müsibet, hüzün keder, çile, zahmet ve meşakkat ile terbiye etmek. Velhasılı; "Zillet olmadıkça izzet olmaz, zahmet olmadıkça, rahmet olmaz." Bu cümleyi de kendisi teyid etmiştir. Şöyle ki;
Mübârek Şeyhimizin kendisi herhangi bir kimsenin işini görse veya baş vurulup da kendisine " Efendim zahmet oldu" filan dense cevâben: "Lâ hayır, lâ hayır zahmet olmadıkça rahmet olmaz." buyururdu. Fakat bir kimseyi kendi işinde çalıştırsa veya bir yere gönderecekse o o kimse geldiğinde : "Ne hakkımız var bu fakire bu kadar zahmet vermeye, Ümmet-i Muhammede zahmet vermeye ne hakkımız var?" diyerekten o kişinin keyfini arardı. Ama iş kendisine gelince hiç zahmet çekmesine falan aldırmaz: "Zahmet olmazsa rahmet olmaz" buyururdu. Çok acâibdi çoook...
Zahmet olmadıkça rahmet olmaz. Bu cümlenin misâli şudur:
Eba Yezid der ki: " Hak Celle ve âlânın meded ve inâyetine sığındım. Emir geldi. Nefsinden ayrıl. Yılan kabuğundan sıyrıldığı gibi, sende sıyrıl gel kapım açıktır. Ün ve şöhretinle gelirsen muhâldir diye buyruldu."
Ebu'l Haseni'l Şâzeli şöyle buyurmuş: Evliyanın bidâyeti, mihnet ve meşakkat ile başlar. Belâ ve musibet ile temizlenir. sonra onlar ile muâmele başlar. Adetullah böylece cereyan etmiştir."
Hülâsa: Bu mübarekin halini gören görmüş bilen bilmiştir. Cihadı Ekber ilân etti. Düşmanları yere serinceye kadar, çok çarpıştı. Tâ ki, Mürşidimiz hazretlerinin davetine mücub oldu. Gayemize mücmel bir ifade ile işâret edelim şöyle ki:
Mürşidin yanına, aşk ve şevkle varılır. İmtihan etmek değil yolunda kurban olmaktır esas olan...
Yani, Seyyid Taha Hazretleri gibi değil. Seyyid Taha imtihan için gelmişdi ya!... Mürşidimiz, mürşidinin yanına böyle değilde, yolunda kurbanlık gibi geliyor. İşte, gaye bu...
Mübarek vardığı zaman orada en meşhur ve serdar olan Seyyid Taha'dır. Seyyid Taha hazretleri eski varlığını tamamen terketmiş ve pirimize halife olmuştur. Halbuysa çok varlıklı idi. Köy sahibi bey bir adamdı...
Hem âlimdi hem de Kadı idi. Meşhurdu. Amcası kenndisinin kahyalığını yapardı da iki de bir işi gücü boş bırakıp bir yere giderdi. O zaman: "Amuca, bu olmaz böyle iki de bir gidiyorsun" dediğinde amcası: " Oğlum benim bir şeyhim vardır, oraya gidiyorum." Vallahi, senin bu gittiğin Şeyherin çoğuyla karşılaştık da alt ettik, habtettik, göründükleri gibi de değiller." Deyince: "yeğenim, benim Şeyhim olan zât senin bu anlattıklarıyın dışındadır" dedi.
Seyyid Taha'nın gayesi; gidip amucasının Şeyhini de halletmek ki, amucası bir daha gitmesin ve işini gücünü terketmesin . Bu minvâl üzere yola çıkıyor. Yolda Şeyh Ömer ile karşılaşıyor. Şeyh Ömer esasen Pirimizin amucasıdır. Şeyh Ömer Seyyid Taha'yı kendisine mâl etmek ister. Boş bir alanda karşılıklı birer kaya üzerinde oturuyorlar. Konuşularlarken Seyyid Taha, Şeyh Ömerin'in hoşuna gidiyor. Şeyh Ömer, Seyyid Taha'ya nazar edince , Seyyid Taha'nın oturduğu kaya peynir gibi şaka şak olup parçalanıp ufalanıyor...
Bu keramete rağmen Seyyid Taha: "Bu , beni tatmin etmez." diyor. Ve yollarına amcası ile devam ediyorlar.
Hz. Ali Hüsameddin'e varırlar. Kendisi için bir sohbet tertiplenmiş ve huzuruna varmış. Mübârek Ali Hüsameddin o gün sadece Emevilerin, Abbasilerin, Selçukilerin meselelerini baştan başa anlatmış.
Seyyit Taha ise: " Ben buraya tarih öğrenmeye gelmedim." diyor. Ama, acayibine gidiyor ki, çok güzel anlatıyor ve insanı cezbeden bir hali var.
İkinci gün de Osmanlılardan vs. bahsediyor.
Üçüncü gün vardıklarında, mübârek bir nazar ediyor ki sanki Seyyid Taha'nın her tarafı gümüş kesmiş. Bir başka nazarla sanki altın olmuş. Bunlar yetmiyorda bir başka nazarla bu sefer ülviyete varınca artık altının gümüşün ne önemi var. Gök âlemini seyrederken harikâları görünce kendisini tamamen bedhuş durumuna geliyor. Oturduğu yerde yükseliyor, alçalıyor...
Ellerini yere yapıştırıyor ama nâfile... "Aklımı kaybettim!..." diyerek ağlamaya başlar. Teftiş yapmaya "pes" der...
O zaman Hz. Pir (ks): "Seyyih Taha, korkma, eski halini mi yoksa bu halleri mi tercih edersin?" buyurur.
Elbette o âlemi görenin bu âlemin altın ve mevkisinde gözü kalmaz ve tamamen sıfıra düşer.
Seyyid Taha'da o zaman tam teslim-i külliye ile teslim olup ayağını öper, kabuliyetini dilediğini ilan eder.
Bir daha da memleketine asla dönmez.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Oradan mâlumât verdi ki, Efrad-ü ayali ne varsa "toplayın gelin" dedi. Bir daha oradan hiç ayrılmadı. İşte mübârek Seyyid Taha böyle bir zâttır. İlim sahibi, varlıklı ve kabadayı...
Mübarek şeyhimizin, Pirimize gelişi; Ebu Bekiri Sıddık (ra) tezindendir. Yolunda kurban olmaktır. Şeyhimiz Hazretleri vardığında Pirimiz Şeyhimizi Tekkede rabıta için orada burada tutmadan, halk içinde bırakmadan ve doğrudan doğruya özel olarak Seyyid Taha'ya teslim edip " Bu sana emanettir" buyurmuştur. Seyyid Taha'ya misâfir olarak bırakıyor. Daha önceden hiç bir kimseye burada böyle bir uygulama olmamıştır. Her gelen çileye giriyor. vs. Ve fakat o gece mübârek Şeyhimizin aklına gelen şey şu idi: "Mübârek Pir'in haline diyecek yok, çok harikalığı vardır. Debdebesi çok, şöhreti acayip şekilde almış yürümüş... Çok kalabalık bir tekke. Bunlara rağmen acaba babasından kendisine intikal eden şöhret sebebiyle mi bu hale sahip olmuş, yoksa kendisinin istiklâli sebebiyle midir bunlar." diye fikrine geliyor. Yani, "Halkı etkileyen ve bu varlığı ortaya çıkaran güç nereden geliyor? Kendisinin gücü mü? Yoksa, Dedesi Osman-ı Sıraceddin (ks) den mi almaktadır bu gücü ve te'siri" diyerekten düşünür. Halbuki, kendisine o kadar kıymet ve değer vermiş, çok iyi bir kimseye de teslime etmiş iken... Ve hemen o anda Hazreti Pir'den bir emir, bir ferman gelir ki: "Alaaddin musarrahdır, serbesttir, gidebilir" diye. Bu emir aniden bildirince Hz. Şeyhimiz sabaha kadar ağlamakla geceyi geçirmiş ve çok üzülmüştür. Seyyid Taha da kendisine teselli veriyor: "Alaaddin, üzülme iyi olur inşallah..." diyor. "İltica etmiş iken şimdi de gidebilir deniyor, bu nedir başıma gelen Allah aşkına!..." diye ağlaya ağlaya bir hoş olmuş ve neticesi sabaha kadar hiç uyumamış. Sabah namazına abdest tazelemek için dışarı çıkınca avluda bir samralık varmış oradan geçecekte ileride abdest alacak, samralığa bakıyorda: "Allahu Zülcelal'e her şey ma'lüm, keşke bu samralık (gübrelik) ben olsaydım da bu hale düşmeseydim. Samralık olsaydım huzurda olurdum. da bu hale düşmezdin. Ne olacak benim halim?" diyerekten kendi kendine samralık olmayı istiyor. Samralığı geçmiş abdesti alıp dönerken hiç umulmayacak derecede, umulmayacak bir devrede Ali Hüsameddin Hazretleri karşısına çıkıyor ve şöyle buyuruyor: "keyfe haluke ya nuri ayni" buyuruyor. Mübarek akşamleyin "Serbest, gidebilir" diyor. Sabah karşısına çıkıp: " Merhaba ey gözümün nuru halin nicedir, nasıldır?" buyurunca Şeyhimiz: "Hiç takatım kalmadı mest oldum ve duvara dayandım üç kere Elhamdulillah diyebildim" diyor. Bu minvâl üzere orada kalmış alacağını almıştır. İşte Hazreti Sıddık (ra) meşreblidir dediğimizin esası; Hz. Sıddık'ı (ra) Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem imana davet ettiğinde Hz. Ebu Bekirin (ra) her şeyi mükemmel bir zaman tereddüdü de olmamıştır. Ancak, Ebu Bekir'i Sıddık (ra) dahi: "Acaba iknâ edecek bir emmâresi var mıdır?" diye fikrine getirince Aleyhisselatı vesselâm : "Sen Şam'a giderken gördüğün rüyayı tabir eden kişinin ta'biri senin sandığında durmaktadır. Ya Eba Bekir..." buyurunca diyecek bir şeyi kalmamış ve kâni olmuştur. Bu hal karşısında Rasululah'ın (Sallallahu aleyhi Veslellem) risaleteni nasıl tasdik etmesin?... Hz.Sıddık (ra) İbrahim (as) meşreblidir. Hani, İbrahim (as) de: Ya Rabbi, her şeye kadirsin ama ölüleri nasıl diriltiyorsun, gösterde kalbimde mutmain olsun" demişdi ya... Görmüş ki, bir hayvan ölmüş de bir çok hayvan parça parça yiyor ve ölen dağılıp gidiyor "Yarın mahşerde, toprakta parça parça olan insanoğlu nasıl hayat bulur?" diye düşünürken Allahu Zülcelâl "Sen bana mutmain değil misin?" buyuruyor. İbrahim (as) da: "Ya Rabbi ben mutmâin olmak için gözümle bir göreyim de kalbim mutmâin olsun " diyor o zaman dört kuşu dört dağdan getirdiler. dördünü de ezip macun gibi yaptılar. her dağın başına birer parça atıp "davet et bakalım de gelsinler" deyince, dördü de geldiler. her birisi sağlıklı olarak her şeyiyle de gelip başlarıyla bitişip kalkıyorlar... İşte ibrahim (as)’ın mutmain oluşu ile Hz. Sıddık ve Mübarek Şeyhimizin mutmâin oluşu aynı meşrebden oluşlarındandır. Meşreb-i Sıddıkîyedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Bakınız Şeyhimizin vardığı gece; "Acaba bu zatın varlığı ve manevi tasarrufu, müstakil ve kendisine mi ait, yoksa ecdatlarından intikal eden bir şey midir?" diye düşünmesi makuldür (akla uygundur). Zirâ, her tabibe teslim olunamaz ki... Ama, öyle bir tabib ki hayalindeki tasavvurları keşfedip sert bir işaret ile uyarıyor. Uyanan Şeyhimiz ise pişman ve mahcub olup âcziyet ve fâkriyetle teslim oluyor. " Ah, ah, keşke bu yaramaz hale düşeceğime şu samralık (gübrelik) olsaydım da gelen giden çiğneseydi." deyince; bu lisânı tevazu'u karşısında samralık, olduğu yerde bir nur deryası kesilip dalgalanmaya başlar... Akşam ki işaret yerine, üstadı Pir Hazretlerinden sabah inâyet gelir. Elhamdulillah...
Ebu Bekir Sıddık (ra) da öyle idi; Cenabı Rasulullah (sallallahu Aleyhi Vesellem)e karşı son derece saygılı ve muhabbet vardı. Malını ve canını fedâ edercesine severdi ancak davetin vuku'u itiraz ve imtihan için değilde bir emmâre bir âlâmet istedi ki kalbi mutmain olsun diye. "Rüyan ve Şamdaki Rahibim tabiri yetmez mi?" tasdik ve teyid son zirvesine çıktı... İşte böylece Şeyhimiz Mevlana Alaaddin (ks)'in Sıddıki meşrebli olduğu ispatlanmış oldu.
Aziz Kardeşlerim;
Bu yazılan mevzu'lar hepinizce malum şeylerdir. Bizimkisi sadece hatırlatmak, zihnimizi çalıştırmak, vaktimizi hoş etmek, dillerimizi şenlendirmektir.
Umulur ki, sadatlarımızın şefkat ve merhamet nazarlarına vesile olur. Hadis-i Şerif'in mücibi ve mübareklerin mücâdelelerine güvenerek , "Sulahaların anıldığı yerde rahmetler yağar gibi yağar." İşte, bu vesile ile mühim bir noktaya temâs edeceğiz.
Aziz Kardeşler: Mürşidimizin işgal ettiği rütbe ve makamı bir lem'a kadar dahi olsa bildirmek faydadan hali değildir. Mücmel bir ifade ile ilan ediyoruz ki Mürşidimiz Hazretlerinin Kutb-u Azam Kutb-u Cam'i, Kutb-u Muhammedi, Gavsusakaleyn olduğuna dair izâhat şöyledir:
Allah'u Azimüşşan'ın kürre üzerinde umumi veçhile nazarı vardır Ayrıca has tecellisi de vardır. Her iki kısmında nev'ileri çoktur. Uzun izaha lüzum görmeden, has nazarının hülasası olarak sadece Kabe-i muazzama ya tayin ve tahsis etmiştir. Bu nazar lütfi ve camalî ile olan bir müteakiben, rahmetini bağışlar ki her yirmi dört saatte, yüz yirmi bölümlük rahmeti o noktaya tahsis eder. Altmışı tavaf edenlere, kırkı namaz kılanlara, yirmisi de Kâbe'ye nazar edenlere, Kâbe'yi kasdederek ziyâret etmek sahibini ziyaret gibidir. Zira, tayinden münezzehdir. Hacerül Esvede karşı durmak veya istilam etmek mübayaa ve ahdu misak yerine kaimdir. Hacerü'l Esved, halisâne gelenlerin paslarını kendine çekerken kendisi kararır. onları pâk eder, kıyamet âleminde şahitlik verir.
Kezalik bu muamele insanlar üzerinde de mevcuddur. Kademe kademe içlerinde tayin ve tahsis edilen, tecelliyata lâyık ve uygun olanlar vardır. Kâbe mesabesinde bir kutup vardır ki; mevcudiyeti Hazreti İsa'nın (as) nüzulüne kadar devam eder. Bu zata gelen yüz yirmi rahmetin altmışı; kalıbı, kalbi ve Ruh-u mukaddese'nin etrafına pervâne gibi dönenler veya mekşuf ve mest olanlar veya irtibat ve alâka gösterenlere mahsustur. Kırkı ise ehli tevhid olan Müslümanlara şamildir. Yirmisi diğer milletleredir. Bu zatın eline kavuşmak, istilam etmek mübâyââ ve ahd-ü misak vermek Hacrü'l Esvedin timsalidir. O'da "Hüccetullahı alel alemin"dir. Müyeser olanlara ne mutlu. Tevfik Allahtandır. Bu cümlenin müeyyidesi ise, Ebu Abbas Ahmet Şahabettin şöyle buyuruyor: "Eğer şeriatın muhalefeti olmasa, zamanın kutbunu mücacehet etmek, Kâbe'den hayırlı ve efdaldır diye hükmederim." diyor. Bu bir hakikattir. Zira Kâbe, Halil'in (as) yapısı, müminin kalbi ise Celil'in (Celle Celalehu) yapısıdır. Tecelliyâta daha lâyıktır.
Bakınız ne diyr Ebu Abbas Ahmet Şahâbeddin: "Lev lâ muhalefetu'l şeria... Eğer şeriata muhalefet etmiş olmasaydım, zamanın kutbuna mücâcehe kılmayı (yönelmeyi) Kâbeye muvâcehe kılmaktan daha faziletlidir diye hükmederdim" diyor. Bu sözler acayibe gidebilir ama Allahu Zülcelâl'in Kâbeye olan nazarı ve üzerindeki teveccühü esasen onun kendi sıfatıdır. Yâni, Kâbe Zâtı olamaz. Allahu Zülcelalin sıfatı olabilir. Arş dahi böyledir. Zirâ, Allahu Zülcelâl'in kendi nuru bile sıfatıdır. O sebeble zamanın Gavsı kâmil ve keşif ehli olunca teveccühü zatidir. Ve bu sebeble zamanın Gavsı Kabeden çok üstündür. Kâbe'nin mededi; Kâbe etrafında tavaf eden, namaz kılan veya dahilinde olup kâbeyi seyredenleredir. Halbuki Gavs için tahdid ve sınır yoktur. Dünya çapında bir mededi vardır.
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön