AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

Nitekim Suudîye son gidişimizde eskiden beri mütemadiyyen na-hoş kelimeler kullandıkları yetmezmiş gibi bu seferde “tanassur ettiniz, Hristiyanlaştınız” dediler.
Gerçekten Allahü Zülcelâl biliyor ya insan bu gibi sözlerden hiçte hoşlaşmıyor ve çok üzülüyorum. Ne demek “tanassur ettiniz” demek?
Yâni, “küfre girdiniz, siz hepinizde kâfir oldunuz” diyor.
Gayretim razı olmadı da kendilerine dedim ki: “Siz Saddam’la karşı karşıya gelince kuzu haline gelirsiniz çâre bulamayıp da hemen Amerikayı çağırır onun sultasında yaşarsınız. Siz kendi işinize ve halinize bakın. Çünkü Türkiye İslam diyarından daha fazlasında da hakimiyet yapmış asil bir devlettir. Zillete düşmemiş istiklâlini vatanını ve dinini korumuştur tek başına” diye kendilerine söyledim.

Yok Türkiye tanassur etmiş de ale’l küfre gitmiş de... Suudî, kendisini İslamın lideri sanıyor.
Halbuki, vallahi hem inanç ve i’tikadları hem de halleri çok bozuktur.
Muâmelâtlarına gelince insanlığa yakışır bir halleri yoktur bırakın islam dinini.
Bakınız adam şurdan burdan oraya gitmiş 20-30 senedir orada çalışıyor.
Çalışıyor ama sadece kölelik yaptırıyorlar. Kölelikten başkada eline hiçbirşey geçmiyor.
Yâni, 40 senedir orada çalışıyor da bir ev alacak olsa kefaleti altında bulunduğu Suudî cinsiyetli kişinin üzerine tapu alabiliyor. Gerisi o Suudînin insafına kalıyor ki, insafları da ortada.
Bir iş yeri açacak olsa yine işlemler o Suudînin üzerine yürüyor ve ne kazanırsa hiç bir emeği vs. yokken ona her ay pay veriyor. Hatta bir lokantada garsonluk yapabilmek için bir ikametgâha 15.000 riyal verilmiştir. Bir ikametgâh için bu parayı alıyorlar rüşvet olarak.
Kefâlet adını koyup zavallı müslümanları bu şekilde sömürüyorlar. Adamcağız 30-40 senedir çalışıyor hala hiçbir esâmesi yoktur. Dünyanın hiçbir ülkesinde siz bu şekilde hiç duydunuz mu?
Yahudi, Nasrani, gayri müslim, müslüman ya da başka dinden hiç böylesi bir ülke duydunuz mu? Böylesi bir sistem hangi dinde hangi millette ve hangi ülkede vardır?
Sonra İslamın lideri imiş! Bilakis bu son gidişimizde gördük ki faiz almış vermiş. Faiz işlemektedir. Halbuysa bunların idaresi Cumhurda değil, kırallıktır. Kral yönetmektedir “faiz yasak” dese derhal durur. Kimse karşı gelip konuşamaz bile. Türkiye gibi serbestlik yok ki.
Herkes kendi davasını müdafaa edip faizciler çıkıpta faizi savunsun.
Demek ki kralın kendisi faize müsaade ediyor. Ama sorsan şeriatın dünyadaki membağı kendilerindeymiş, öyle derler.

Bahusus Aleyhisselâtü ve’s selâm ve evliyâlara karşı açıkça cephe almışlar.
Cennetü’l- Bakiye giriyorsunuz Mübârek zâtları ziyâret etmek için hemen “şirk, şirk” diye bir şey öğrenmişler, durdurmazlar ve rahat da bırakmazlar.
Halbuysa, şirk denilen şey vaktiyle müşriklerin tapanakları vardı da bu tapanaklara karşı derlerdi ki: “Bizim bunlara ibadet etmemizin sebebi bunlar bizi Allaha yaklaştırsınlar diyedir”
Biz, hâşâ böylesi müşriklerden değiliz, herhangi bir tapanağada ibâdet etmiyoruz ve böyle bir yola da başvurmuyoruz ki...
Dinimizi bu şaşkınlardan öğrenecek de değiliz ki...
Allahü Zülcelâlin Habibi sallallahu aleyhi ve sellem olmasaydı bu kâinat olmazdı.

Kâinattaki tüm varlık esâsen Onun nuruna muhtaçtır. Onun nurundan var olmuştur. Onun için bu kadar mesâfelerden gelmişiz, Peygamberimize sallallahu aleyhi ve sellem bir saygı duymayalım mı, bir selâm vermeyelim mi?
Aleyhisselâtü ve’s selâm ise selâm verenin karşılığını vereceğini va’detmiştir.
Bir şehid için bile “Siz sanmayın ki ölmüşlerdir. Hayattır, yerler içerler ama siz şuur etmiyorsunuz” buyururken Allahü Zülcelâl, Onun Habibine sallallahu aleyhi ve sellem bu kadar bir mertebeyi bile çok mu görüyorlarda, “ölmüş gitmiş” diyorlar. İşte bu inanç Mu’tezilenin i’tikadıdır…

Haricîye kısmı ise, “namaz kılmıyorsa mürteddir, bir kimsenin şirki ile imanı arasındaki ölçü namazdır” derler.
Elbette vaktiyle Mekkede Müşrikler, Medinede de Mü’minler vardı.
Mekkedeki Müşrikler hiç namaz kılmaz, Medinedeki ehl-i iman ise namaz kılarlardı.
Bir kimseyi namaz kılarken görürseniz, demek ki müşrik değilde imana girmiş kimse derdiniz.
Ama bugün böylesine bir müşriklik yok ki, namaz kılmıyorsa müşriktir diyesin.
Ayni memlekette herkesin tanıdığı müslüman insanlardan gelen, bir küfrünü de bildirip ilân etmemiş müslüman şahsiyetlerdir.
Namazı sürekli kılmıyor diye nasıl müşriksin diyebiliyorlar?
Şirk kelimesi nasıl kullanılır ehl-i tevhid birine şirk şirk diye tutturanlar; Maide sûresinin 44. üncü âyetini esas alıp;

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون
Resim---Kim Allahın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” diyorlar.(Mâide / 44)

Mu’tezile bu âyeti öne sürmektedir.
Halbuki bu âyetin sonu kâfirun diye biterken aynı âyetin başka yerlerdeki sonları zâlimun ve fasikun diye bitenleri de vardır.

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظالمون
Resim---Kim Allahın indirdiği ile hükmetmetse işte onlar zâlimlerdir.”(Mâide/45)

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الفاسقون
Resim---Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır." (Mâide/47)

Ama onlar hemence kâfirun olana yapışıp diğerlerini yok sayıyorlar. Evet, hükmü inkar ederse kâfir olur.
Karşısındaki bir mazluma zülmederse zâlimun olur.
Namaza inanıyor ama yerine getirip işlemiyorsa fâsıkun olur.
Namaz kılmıyorsa hemen müşrik ve kâfir olmaz ki.
Zâten bunu ileri süren Haricîye Fırkasıdır. Vehhabîlerde oradan almışlardır.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat olan Fırka-i Nâciyye bu i’tikadın dışındadır ve namaz kılmayan müşrik ve kâfir değil, fâsıktır.

Namaz kılmayan mürted kabul edilince islam mezarlığına defnedilmez, bıraktığı miras malı devlete kalır, kendi miras hakları elinden alınır ve bir köpek leşi gibi bir çukura atılır.
Mürtedlik ağır bir suçtur ve ağır cezası vardır. Rastgeleye hükmedilemez.

Suudîler birçok devrelerde el kesmişlerdir. Ancak ben bir Suudînin elinin kesildiğini ne duydum ne de gördüm.
Çünkü eskiden onların radyolarını çokça dinler ve vâkıa’ları bilirdim.
Ne zaman ki derbeder ve garib birisi bir yerlerden oralara gitmişte bir yerlere uğramışsa işte şeriat o zavallıya uygulanıyor ve elini kolunu kesiyorlar.
Böyle olabiliyor ama asla bir Suudînin eli kolu kesildi diye duyulmamıştır. Gerçek olan budur…


Resim

Tenassur: tanassur. Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.
Sulta: Baskı, otorite.
Muâmelât: (Muâmele. C.) Muameleler.
Mu’tezile: Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir.
Haricî: Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından her biri.
Fısk: Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. * Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.
Fırka-i Nâciyye: Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder.
Mürted: İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir.

Resim

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Resim---İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ(kalîlen) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûn: Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.” (Mâide 5/44)

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Resim---Ve ketebnâ aleyhim fîhâ ennen nefse bin nefsi vel ayne bil ayni vel enfe bil enfi vel uzune bil uzuni ves sinne bis sinni vel curûha kısâs(kısâsun) fe men tesaddeka bihî fe huve keffâretun leh(lehu) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humuz zâlimûn: Biz onda, onların üzerine yazdık: Can'a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (Mâide 5/45)

وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فِيهِ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Resim---Vel yahkum ehlul incîli bimâ enzelallâhu fîh(fîhi) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul fâsıkûn: İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.” (Mâide 5/47)

Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »


Hülasa kardeşlerim; hakikaten Allahü Zülcelâlin hududuna tecavüz etmiş ve emrini yerine getirmedi ise fâsık olabilir. Bir kimseye hakkını vermedi ise zâlim olabilir. Ama hemence doğrudan doğruya kâfir ya da mürted oldu demeye asla cevâz yoktur. Mürtedinde müşrikinde kim olduğu dinimizde açıkça bellidir. Bunda düşünüp de karar verecek bir şey yok ki. Her ikiside açık ve bellidir. Namazın farz olduğuna inanan ehl-i tevhid birisini namazını kılmıyor diye mürtedliğine hükmedip köpek leşi gibi sürümek bu hale düşürmek bir müslüman için feci’ bir haldir. Hiç de hafsalaya sığmaz. Bununla ilgili pek çok hadisde vardır.

Hadis-i Şerif:
لاايمان لمن لاامانة له ولادين لمن لاعهدله
Resim---Hadis meâli: “Eminliği olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.”
Bu hadis böyle buyuruldu ancak, emin olmayan ve emânete hiyanet eden, imanı yoktur demek hiç imanı yok değilde, bunları kâmil bir iman sahibi yapmaz demektir.
Beşerdir pürüzleri vardır ama müslümandır ve çareleri de vardır.
Aynı hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm “ahdine sahib olmayanın dini yoktur” buyuruyor.
Yoktur demek tamamen yoktur değil de eğer kâmil imanı olsa idi, dinine” imanına; ciddiyeti, samimiyeti ve sadakatı olsa idi ahdine hilaf etmez ve emânete de hiyânet etmezdi demektir.
Ama müslüman olarak etmiş ise imanında ve dininde gidermesi gereken pürüzleri vardır demektir. Yoksa imansız ve dinsiz demek değildir.

Bu ve benzeri hadislerin zâhirine bakıpta doğrudan doğruya her ahdine uymayan dinsiz her emânete hiyânet eden imansız olur olsaydı İslam dairesinde hiç kimse kalmazdı.

İşte ehl-i sünnet ve’l cemaatın en güzel tarafı bu yöndedir elhamdülİllâhi Teâlâ. Beşerdir fıskü-fücürü vardır ama müslümandır kâfir diyemezler.

Türkiyemizde daima ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı var ola gelmiştir.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat, ya Maturidî ye ya da Eşarî ye dayalıdır:
Ülkemiz Zâhiriye Mezhebinde de değildir. Zâhiriye, (zâhirine bakıp hemence hüküm çıkaran bir mezhep olup) devamından Teymiyyecilik ondan da Vehhabîlik i’tikadları oluşmuştur.
Türkiyemizin bu mezheblerle ilgisi olmamıştır ve olmayacakta İnşallah.
Biz Türkiye olarak Fırka-i Nâciye yolunda ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadındayız.
Ne tefrit ne ifrat ortadaki i’tidal yolu olan Fırka-i Nâciye üzereyiz.
Hâşâ adam namazını kılmıyor diye ehl-i tevhid iken mürted bilmeyiz.
İmam-ı Rabbanînin buyurduğu gibi iman kalbden ancak küfürle çıkar.
Hata, noksanlık ve ibadet etmemiş diye, inkar etmediği sürece ihmâlkarlık yapmış diye imandan çıkmaz.
Ancak bu iyi olmayan halleri kalbi üzerinde bir leke bir perdelenme yapar da imanının nuru fazlaca yaygın olamaz.
Ampülün içinde elektrik var ve yanıyor, ancak ampülün dışı leke içinde ışığı az veriyor gibi. Böyle olup böyle gözükünce sanılıyor ki imanında noksanlık vardır!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Âdeta iman öyle ki, ay’ın üzerine bir bulut gelirde bir bakarsın ki sanki ay yok olmuş ama bulut geçip gidince ay apaçık gözükür. İmanda böyledir. Yaramaz işler yapmak, yarar olanları yapmamak bulut gibi perdeler ama gereken tedbirler alınınca tekrar parlar. Bu sebeple insanın hata ve günahlarından dolayı kalbi üzerine perdeler gelebiliyor ama imanın nuru kalbin içinde durmaktadır. Perdeden dolayı az nur var veya hiç nur yoktur sanılmaktadır. Oysa küfredip inkâr etmedikçe iman kalbdedir ve vardır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Bir mü’mine bakıyorsunuz ki ayak parmaklarından başına kadar bir parça nurdur. Bazende bakarsın âdetâ kapkara durumdadır. Aslında imanı hep yerindedir ve gitmiş gelmiş de değildir. Buna sebeb âmelleridir.
Anlattığımız gibi kalb perdeleri imanı gizlemektedir.
Görüntüsü olmayıncada sanki imanda bir noksanlık varmış gibi sanılmaktadır.
Esasen i’tikadda mezhebimiz olan Maturudî bu şekilde kabul ediyor. “İmanda bir azalma veya çoğalma olamaz, ya vardır, ya da yoktur” diyor.
İman dediğimiz 100 mumluk bir ampül düşünelim. Ama ampül üzerine lekeler oluşur ve perdelerse içinde 100 mumluk nur vardır ama dışarda ışık görüntüsü 50 muma da düşer daha aşağısına da düşer.
Perdelerin kesafet durumuna bağlıdır. Halbu ise içerdeki nuru yine 100 mumluktur.
Ancak, kalb üzerine oluşan perdelerden dolayı böyle az nurlu gözüküyor. Hatalardan dolayı kalbdeki nurun dış görüntüsü haliyle azalıyor.

İşte Türkiyemizin i’tikadda mezhebimiz İmam-ı Maturudî’nin, âmelde mezhebimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin iman hususundaki hükmü ve kararı böyledir.
Yani İman standarttır asla değişmez. Ya vardır ya da yoktur.

Hatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “Eğer kalbinizin üzerindeki bu perdeyi yok etseniz; gök âlemini de Melekût âlemini de rahatlıkla seyredebilirsiniz.” Çünkü bu bâsirettir. Baş görüşü basardır. Kalb görüşü bâsirettir. Baş basarı ile dünya maişetimizi (geçinme) görürüz. Kalb bâsireti ile kalbimizdeki bu nur sayesinde ise Allahın izni ile melekût âlemini dahi rahatlıkla seyredebiliriz. Zirâ, âyet-i celilede:

فإنـها لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور
Resim---Baş gözünün görmemezliğine körlük denilemez, kalb bâsireti kör olursa o zaman o, körlüğün beteridir.”(Hac / 46)

Kardeşlerimiz, bu devremizde dinimizi fesada uğratan çok yanlış te’viller pek çoktur.
Âdetâ milleti sapıklığa ve küfre sevketmek için çok şeyler açıkça söyleniyor ve yapılıyor.
Bu günümüzde de Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘ın sünneti seniyyesini hadislerini bir çırpıda inkâr edebiliyorlar.
Hadislere bağlanmıyor onları kabul etmiyor da güya “sadece Kur’ân-ı Kerim yeter” diyor.
Hâşâ ve kella bu Kur’ân-ı azimü’ş şan böylesi rastgele insanların elinde bir âlet midir bu şekilde istedikleri gibi yorumlar çıkarsınlar. Allah kelâmıdır haddi ve hududu yoktur.
Zâten böylesi yaptıkları gibi kendi keyfine ve arzuladıkları minvâl üzere te’vile kalkışmak açıkça küfürdür. Ama küfrü kim dinliyor ki...

Kardeşlerim; malûm bir kimse var ki Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet ve hadisini açıkça kabul etmiyor. Ama “müslümanım” da diyor.
Peki bu kimsenin hali bu iken acaba kendisini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetliğe kabul edecek mi? Bunu düşünün bir kerre.
Elbette bu şekilde olup da bu hallere düşenler tabidir ki bedbahtlardır. Allah bizleri muhafaza etsin. Âmin!.
Allahü Zülcelâl bahusus Gayyurdur, gayretkeştir.
Ve Habibine sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân-ı azimü’ş şanda vermiş olduğu yetki ve salahiyetleri her yönüyle anlatacağız inşaallahü Teâlâ.

Kainatın var oluşundan beri bir tek ferd Allahın Habibidir.
Milyarlarca kimse kendisine ümmet olmuştur.
Anlattığımız sapık kimse gibi birisi, ha ümmeti olmuş hada olmamış ne çıkar canı cehenneme gitsin. Artık kendi düşünsün sonunu.
Çünkü Aleyhisselâtü ve’s selâmın böylesi bir kimseye ihtiyacı da yoktur.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Nitekim Suudîye son gidişimizde eskiden beri mütemadiyyen na-hoş kelimeler kullandıkları yetmezmiş gibi bu seferde “tanassur ettiniz, Hristiyanlaştınız” dediler.
Gerçekten Allahü Zülcelâl biliyor ya insan bu gibi sözlerden hiçte hoşlaşmıyor ve çok üzülüyorum. Ne demek “tenassur ettiniz” demek?
Yâni, “küfre girdiniz, siz hepinizde kâfir oldunuz” diyor.
Gayretim razı olmadı da kendilerine dedim ki: “Siz Saddamla karşı karşıya gelince kuzu haline gelirsiniz çâre bulamayıp da hemen Amerikayı çağırır onun sultasında yaşarsınız. Siz kendi işinize ve halinize bakın.
Çünkü Türkiye İslam diyarından daha fazlasında da hakimiyet yapmış asil bir devlettir.
Zillete düşmemiş istiklâlini vatanını ve dinini korumuştur tek başına” diye kendilerine söyledim.
Yok Türkiye tanassur etmişte ale’l küfre gitmişt de... Suudî, kendisini İslamın lideri sanıyor.
Halbuki, vallahi hem inanç ve i’tikadları hem de halleri çok bozuktur.
Muâmelâtlarına gelince insanlığa yakışır bir halleri yoktur bırakın islam dinini.
Bakınız adam şurdan burdan oraya gitmiş 20-30 senedir orada çalışıyor.
Çalışıyor ama sadece kölelik yaptırıyorlar. Kölelikten başkada eline hiçbirşey geçmiyor.
Yâni, 40 senedir orada çalışıyor da bir ev alacak olsa kefaleti altında bulunduğu Suudî cinsiyetli kişinin üzerine tapu alabiliyor.
Gerisi o Suudînin insafına kalıyor ki, insafları da ortada.
Bir iş yeri açacak olsa yine işlemler o Suudînin üzerine yürüyor ve ne kazanırsa hiç bir emeği vs. yokken ona her ay pay veriyor.
Hatta bir lokantada garsonluk yapabilmek için bir ikametgâha 15.000 riyal verilmiştir.
Bir ikametgâh için bu parayı alıyorlar rüşvet olarak.
Kefâlet adını koyup zavallı müslümanları bu şekilde sömürüyorlar.
Adamcağız 30-40 senedir çalışıyor hala hiçbir esâmesi yoktur.
Dünyanın hiçbir ülkesinde siz bu şekilde hiç duydunuz mu?
Yahudi, Nasranî, gayri müslim, müslüman ya da başka dinden hiç böylesi bir ülke duydunuz mu?
Böylesi bir sistem hangi dinde hangi millette ve hangi ülkede vardır? Sonra İslamın lideri imiş!
Bilakis bu son gidişimizde gördük ki faiz almış vermiş. Faiz işlemektedir.
Halbuysa bunların idaresi Cumhurda değil, kırallıktır.
Kral yönetmektedir “faiz yasak” dese derhal durur. Kimse karşı gelip konuşamaz bile.
Türkiye gibi serbestlik yok ki. Herkes kendi davasını müdafaa edip faizciler çıkıpta faizi savunsun.
Demek ki kralın kendisi faize müsaade ediyor.
Ama sorsan şeriatın dünyadaki menba’ı kendilerindeymiş, öyle derler.

Bahusus Aleyhisselâtü ve’s selâm ve evliyâlara karşı açıkça cephe almışlar.
Cennetü’l- Bâkiye giriyorsunuz Mübârek zâtları ziyâret etmek için hemen “şirk, şirk” diye bir şey öğrenmişler, durdurmazlar ve rahat da bırakmazlar.
Halbuysa, şirk denilen şey vaktiyle müşriklerin tapanakları vardı da bu tapanaklara karşı derlerdi ki: “Bizim bunlara ibadet etmemizin sebebi bunlar bizi Allaha yaklaştırsınlar diyedir”
Biz, hâşâ böylesi müşriklerden değiliz, herhangi bir tapanağada ibâdet etmiyoruz ve böyle bir yola da başvurmuyoruz ki...
Dinimizi bu şaşkınlardan öğrenecek de değiliz ki...
Allahü Zülcelâlin Habibi sallallahu aleyhi ve sellem olmasaydı bu kâinat olmazdı.
Kâinattaki tüm varlık esâsen Onun nuruna muhtaçtır. Onun nurundan var olmuştur.
O’nun için bu kadar mesâfelerden gelmişiz, Peygamberimize sallallahu aleyhi ve sellem bir saygı duymayalım mı, bir selâm vermeyelim mi?
Aleyhisselâtü ve’s selâm ise selâm verenin karşılığını vereceğini va’detmiştir.
Bir şehid için bile “Siz sanmayın ki ölmüşlerdir. Hayattır, yerler içerler ama siz şuur etmiyorsunuz” buyururken Allahü Zülcelâl, Onun Habibine sallallahu aleyhi ve sellem bu kadar bir mertebeyi bile çok mu görüyorlarda, “ölmüş gitmiş” diyorlar.
İşte bu inanç Mu’tezilenin i’tikadıdır.

Haricîye kısmı ise, “namaz kılmıyorsa mürteddir, bir kimsenin şirki ile imanı arasındaki ölçü namazdır” derler.
Elbette vaktiyle Mekkede Müşrikler, Medinede de Mü’minler vardı.
Mekkedeki Müşrikler hiç namaz kılmaz, Medinedeki ehl-i iman ise namaz kılarlardı.
Bir kimseyi namaz kılarken görürseniz, demek ki müşrik değilde imana girmiş kimse derdiniz.
Ama bugün böylesine bir müşriklik yok ki, namaz kılmıyorsa müşriktir diyesin.
Ayni memlekette herkesin tanıdığı müslüman insanlardan gelen, bir küfrünü de bildirip ilân etmemiş müslüman şahsiyetlerdir.
Namazı sürekli kılmıyor diye nasıl müşriksin diyebiliyorlar?
Şirk kelimesi nasıl kullanılır ehl-i tevhid birine şirk şirk diye tutturanlar; Maide sûresinin 44. üncü âyetini esas alıp;
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون
(Mâide / 44)
Resim---“Kim Allahın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” diyorlar.

Mu’tezile bu âyeti öne sürmektedir.
Halbuki bu âyetin sonu kâfirun diye biterken aynı âyetin başka yerlerdeki sonları zâlimun ve fasikun diye bitenleri de vardır.
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظالمون
(Mâide/45)
Resim---“Kim Allahın indirdiği ile hükmetmetse işte onlar zâlimlerdir.”

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الفاسقون
(Mâide/47)
Resim---“Kim Allahın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır."

Ama onlar hemence kâfirun olana yapışıp diğerlerini yok sayıyorlar.
Evet, hükmü inkar ederse kâfir olur. Karşısındaki bir mazluma zülmederse zâlimun olur.
Namaza inanıyor ama yerine getirip işlemiyorsa fâsıkun olur.
Namaz kılmıyorsa hemen müşrik ve kâfir olmaz ki.
Zâten bunu ileri süren Haricîye Fırkasıdır. Vehhabîlerde oradan almışlardır.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat olan Fırka-i Nâciyye bu i’tikadın dışındadır ve namaz kılmayan müşrik ve kâfir değil, fâsıktır.

Namaz kılmayan mürted kabul edilince islam mezarlığına defnedilmez, bıraktığı miras malı devlete kalır, kendi miras hakları elinden alınır ve bir köpek leşi gibi bir çukura atılır.
Mürtedlik ağır bir suçtur ve ağır cezası vardır. Rastgeleye hükmedilemez.

Suudîler birçok devrelerde el kesmişlerdir.
Ancak ben bir Suudînin elinin kesildiğini ne duydum ne de gördüm.
Çünkü eskiden onların radyolarını çokça dinler ve vâkıa’ları bilirdim.
Ne zaman ki derbeder ve garib birisi bir yerlerden oralara gitmişte bir yerlere uğramışsa işte şeriat o zavallıya uygulanıyor ve elini kolunu kesiyorlar.
Böyle olabiliyor ama asla bir Suudînin eli kolu kesildi diye duyulmamıştır.
Gerçek olan budur…

Resim

Mütemadiyen: Devamlı surette.
Tenasur: Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme.
Sulta: Baskı, otorite.
İ’tikad: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak.
Muâmelât: (Muâmele. C.) Muameleler.
Nasranî: Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan
Menba’: Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
Bahusus: Hususiyle. En çok. Hele.
Mu’tezile: Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir.
Haricî: Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye âsi olan fırka-i dâlle ashabından herbiri.
Fâsık: (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.
Vâkıa’: Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş.

Resim

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Resim---İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ(kalîlen) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûn: Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah'ın Kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide 5/44)

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Resim---Ve ketebnâ aleyhim fîhâ ennen nefse bin nefsi vel ayne bil ayni vel enfe bil enfi vel uzune bil uzuni ves sinne bis sinni vel curûha kısâs(kısâsun) fe men tesaddeka bihî fe huve keffâretun leh(lehu) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humuz zâlimûn: Biz onda, onların üzerine yazdık: Can'a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (Mâide 5/45)

وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فِيهِ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Resim---Vel yahkum ehlul incîli bimâ enzelallâhu fîh(fîhi) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul fâsıkûn: Biz onda, onların üzerine yazdık: Can'a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.”
(Mâide 5/47)



Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Hülasa kardeşlerim;
hakikaten Allahü Zülcelâlin hududuna tecavüz etmiş ve emrini yerine getirmedi ise fâsık olabilir.
Bir kimseye hakkını vermedi ise zâlim olabilir.
Ama hemence doğrudan doğruya kâfir ya da mürted oldu demeye asla cevâz yoktur.
Mürtedinde müşrikinde kim olduğu dinimizde açıkça bellidir. Bunda düşünüp de karar verecek bir şey yok ki.
Her ikiside açık ve bellidir.
Namazın farz olduğuna inanan ehl-i tevhid birisini namazını kılmıyor diye mürtedliğine hükmedip köpek leşi gibi sürümek bu hale düşürmek bir müslüman için feci’ bir haldir.
Hiçte hafsalaya sığmaz. Bununla ilgili pek çok hadisde vardır.

Hadis-i Şerif:
لاايمان لمن لاامانة له ولادين لمن لاعهدله
Hadis meâli:
“Eminliği olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.”
Bu hadis böyle buyuruldu ancak, emin olmayan ve emânete hiyanet eden, imanı yoktur demek hiç imanı yok değilde, bunları kâmil bir iman sahibi yapmaz demektir.
Beşerdir pürüzleri vardır ama müslümandır ve çareleri de vardır.
Aynı hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm “ahdine sahib olmayanın dini yoktur” buyuruyor.
Yoktur demek tamamen yoktur değil de eğer kâmil imanı olsa idi, dinine” imanına; ciddiyeti, samimiyeti ve sadakatı olsa idi ahdine hilaf etmez ve emânete de hiyânet etmezdi demektir.
Ama müslüman olarak etmiş ise imanında ve dininde gidermesi gereken pürüzleri vardır demektir. Yoksa imansız ve dinsiz demek değildir.

Bu ve benzeri hadislerin zâhirine bakıpta doğrudan doğruya her ahdine uymayan dinsiz her emânete hiyânet eden imansız olur olsaydı İslam dairesinde hiç kimse kalmazdı.

İşte ehl-i sünnet ve’l cemaatın en güzel tarafı bu yöndedir elhamdülİllâhi Teâlâ.
Beşerdir fıskü-fücürü vardır ama müslümandır kâfir diyemezler.

Türkiyemizde daima ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı var ola gelmiştir.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat ya Maturidî ye ya da Eşarî ye dayalıdır:
Ülkemiz Zâhiriye Mezhebinde de değildir. Zâhiriye, (zâhirine bakıp hemence hüküm çıkaran bir mezhep olup) devamından Teymiyyecilik ondan da Vehhabîlik i’tikadları oluşmuştur.
Türkiyemizin bu mezheblerle ilgisi olmamıştır ve olmayacakta İnşallah.
Biz Türkiye olarak Fırka-i Nâciye yolunda ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadındayız.
Ne tefrit ne ifrat ortadaki i’tidal yolu olan Fırka-i Nâciye üzereyiz.
Hâşâ adam namazını kılmıyor diye ehl-i tevhid iken mürted bilmeyiz.
İmam-ı Rabbanînin buyurduğu gibi iman kalbden ancak küfürle çıkar.
Hata, noksanlık ve ibadet etmemiş diye, inkar etmediği sürece ihmâlkarlık yapmış diye imandan çıkmaz.
Ancak bu iyi olmayan halleri kalbi üzerinde bir leke bir perdelenme yapar da imanının nuru fazlaca yaygın olamaz.
Ampülün içinde elektrik var ve yanıyor, ancak ampülün dışı leke içinde ışığı az veriyor gibi.
Böyle olup böyle gözükünce sanılıyor ki imanında noksanlık vardır!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Âdeta iman öyle ki, ay’ın üzerine bir bulut gelirde bir bakarsın ki sanki ay yok olmuş ama bulut geçip gidince ay apaçık gözükür. İmanda böyledir.
Yaramaz işler yapmak, yarar olanları yapmamak bulut gibi perdeler ama gereken tedbirler alınınca tekrar parlar.
Bu sebeple insanın hata ve günahlarından dolayı kalbi üzerine perdeler gelebiliyor ama imanın nuru kalbin içinde durmaktadır.
Perdeden dolayı az nur var veya hiç nur yoktur sanılmaktadır. Oysa küfredip inkâr etmedikçe iman kalbdedir ve vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
Bir mü’mine bakıyorsunuz ki ayak parmaklarından başına kadar bir parça nurdur.
Bazende bakarsın âdetâ kapkara durumdadır.
Aslında imanı hep yerindedir ve gitmiş gelmiş de değildir. Buna sebeb âmelleridir.
Anlattığımız gibi kalb perdeleri imanı gizlemektedir.
Görüntüsü olmayıncada sanki imanda bir noksanlık varmış gibi sanılmaktadır.
Esasen i’tikadda mezhebimiz olan Maturudî bu şekilde kabul ediyor. “İmanda bir azalma veya çoğalma olamaz, ya vardır, ya da yoktur” diyor.
İman dediğimiz 100 mumluk bir ampül düşünelim. Ama ampül üzerine lekeler oluşur ve perdelerse içinde 100 mumluk nur vardır ama dışarda ışık görüntüsü 50 muma da düşer daha aşağısına da düşer.
Perdelerin kesafet durumuna bağlıdır.
Halbu ise içerdeki nuru yine 100 mumluktur.
Ancak, kalb üzerine oluşan perdelerden dolayı böyle az nurlu gözüküyor.
Hatalardan dolayı kalbdeki nurun dış görüntüsü haliyle azalıyor.

İşte Türkiyemizin i’tikadda mezhebimiz İmam-ı Maturudî’nin, âmelde mezhebimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin iman hususundaki hükmü ve kararı böyledir.
Yani İman standarttır asla değişmez. Ya vardır ya da yoktur.

Hatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “Eğer kalbinizin üzerindeki bu perdeyi yok etseniz; gök âlemini de Melekût âlemini de rahatlıkla seyredebilirsiniz.”
Çünkü bu bâsirettir. Baş görüşü basardır. Kalb görüşü bâsirettir.
Baş basarı ile dünya maişetimizi (geçinme) görürüz. Kalb bâsireti ile kalbimizdeki bu nur sayesinde ise Allahın izni ile melekût âlemini dahi rahatlıkla seyredebiliriz.
Zirâ, âyet-i celilede:

فإنـها لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور
(Hac / 46)
“Baş gözünün görmemezliğine körlük denilemez, kalb bâsireti kör olursa o zaman o, körlüğün beteridir.”

Kardeşlerimiz, bu devremizde dinimizi fesada uğratan çok yanlış te’viller pek çoktur.
Âdetâ milleti sapıklığa ve küfre sevketmek için çok şeyler açıkça söyleniyor ve yapılıyor.
Bu günümüzde de Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘ın sünneti seniyyesini hadislerini bir çırpıda inkâr edebiliyorlar.
Hadislere bağlanmıyor onları kabul etmiyor da güya “sadece Kur’ân-ı Kerim yeter” diyor.
Hâşâ ve kella bu Kur’ân-ı azimü’ş şan böylesi rastgele insanların elinde bir âlet midir bu şekilde istedikleri gibi yorumlar çıkarsınlar.
Allah kelâmıdır haddi ve hududu yoktur.
Zâten böylesi yaptıkları gibi kendi keyfine ve arzuladıkları minvâl üzere te’vile kalkışmak açıkça küfürdür. Ama küfrü kim dinliyor ki...

Kardeşlerim; malûm bir kimse var ki Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet ve hadisini açıkça kabul etmiyor. Ama “müslümanım” da diyor.
Peki bu kimsenin hali bu iken acaba kendisini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetliğe kabul edecek mi? Bunu düşünün bir kerre.
Elbette bu şekilde olup da bu hallere düşenler tabidir ki bedbahtlardır. Allah bizleri muhafaza etsin. Âmin!.
Allahü Zülcelâl bahusus Gayyurdur, gayretkeştir.
Ve Habibine sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân-ı azimü’ş şanda vermiş olduğu yetki ve salahiyetleri her yönüyle anlatacağız inşaallahü Teâlâ.

Kainatın var oluşundan beri bir tek ferd Allahın Habibidir.
Milyarlarca kimse kendisine ümmet olmuştur.
Anlattığımız sapık kimse gibi birisi, ha ümmeti olmuş hada olmamış ne çıkar canı cehenneme gitsin. Artık kendi düşünsün sonunu.
Çünkü Aleyhisselâtü ve’s selâmın böylesi bir kimseye ihtiyacı da yoktur.


Resim

Tecavüz: Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Fâsık: (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Fıskü-fücür: Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.
Kesafet: Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Maişet: (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
Te’vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir.
Minvâl: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz.
Gayyur: Gayretli kimse.


**
Ebu Mansur el-Matüridî:

Ebu Mansur el-Matüridî (Tam künyesi: Muhammed bin Mahmud Ebu Mansur al-Semerkandî el-Matüridî el-Hanefî), (Arapça: محمد بن محمد بن محمود أبو منصور الماتريدي السمرقندي الحنفي) Hanefi mezhebinden olanların itikad (inanç) imamı, ünlü âlim. Kurucusu olduğu kabul edilen mezhep Matüridilik olarak anılır.

Hayatı:
Bugünkü Özbekistan'ın Semerkand şehri yakınındaki Matürid köyünde doğmuştur. Matüridî'nin asıl adı 'Ebû Mansur Muhammed bin Mahmud el-Hanefî Alemü’l Hüda el-Mütekellim el-Matürîdî es-Semerkandî'dir. Türk kültür muhitinde yetişen ve en çok Türkler arasında isim olarak bilinen fakat görüşleri kısmen de olsa ihmal edilen Türk din bilginidir.
Hayatı hakkında fazla bilgiye rastlanmayan Matürîdî’nin kesin olarak bilinmemekle birlikte doğum tarihi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşlerden birine göre 862 yılı civarında vefat eden Muhammed bin Mukatil er-Razî’ye talebelik yapması dolayısıyla, ona talebelik edebileceği asgari yaş sınırının on civarında düşünülerek 852 civarında doğmuş olabileceğidir. Vefat tarihi olan 944’ten hareketle, yüz yıl civarında yaşadığı düşünülerek 844’te doğmuş olabileceği de ileri sürülmektedir. Vehbi Ecer de ise 863 yılında doğduğunun tahmin edildiğini iddia etmektedir . İmam Matüridî’nin Te’vilat’ını inceleyen İbrahim ve Seyyid Avazayn kardeşler, araştırmaya yazdıkları önsözde, İmam Matüridî’nin, Abbasi halifesi el Mütevekkil zamanında, yani hicri 232 – 247 tarihleri arasında doğduğunu iddia etmişlerdir.
İmam Matürîdî, Abbasî hilafetinin iktidarının zayıflayarak müstakil beylikler dönemi denilebilecek bir çağda, Samanoğulları’nın Maveraünnehir’de hakim oldukları devirde yaşamıştır. Kaynaklar İmam Matürîdî’nin nasıl bir eğitim aldığı konusunda yeterli bilgi sunmasa da tespit edebildiğimiz kadarıyla Ebu Bekr Ahmed b. İshak b. Salih el-Cüzcânî (III. Asrın ortaları), Ebû Nasr Ahmed b. El-Abbas el-İyâzî (ö. IV. Asrın başları), Muhammed b. Mukatil er-Râzî (v. 862), Nusayr b. Yahya el-Belhî (ö. 881), Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed b. Recâ el-Cüzcânî hocaları arasındadır . Yine kaynaklardan elde edilen bilgiye göre öğrencileri olarak Ebu’l-Kasım İshak b. Muhammed b. İsmail el-Hakim es-Semerkandî (ö. 951), Ebu’l-Hasan Ali Saîd er-Rüstüğfenî (ö. 956), Ebu Ahmed b. Ebi Nasr Ahmed b. Abbas el-İyâzî (ö. ?), Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (ö. 1000) görülmektedir.
Matüridî, Ebu Hanife'nin yolunu izlemiş, ölümüne kadar Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmamıştır. Cenazesi Semerkand'ın Cakerdize mahallesindeki bilginlerin gömüldükleri mezarlığa defnedilmiştir. 2005 yılında kabri üzerine türbe yaptırılmıştır.


Akaid (İnanç ilkeleri) ile ilgili metodu:
Matüridî'nin inanç ilkeleri (akaid) ile ilgili en kapsamlı eseri Kitab üt-Tevhid'dir. Bu esere göre dinin öğrenilmesinde başvurulacak "vasıtalar iki olup, biri nakil, diğeri akıl" dır. Nakil'den maksat Kur'an ve Sünnet'tir. En başta 'Kur'an' gelir ve Kur'an'ın anlaşılması konusunda Matüridî'nin Selefiyye, Mutezile mezheplerinden ve filozoflardan ayrılan metodu vardır. Selefiyye, nakli akıldan önce tutar ve Kur'an'ın ancak hadis ışığında açıklanmasına izin verir, felsefi ve te'vile dayalı yoruma izin vermez. Mutezile, Kur'an ve akıl birbiriyle çelişirse nakli yani Kur'an'ı bırakır, aklı esas alır. Filozoflara göre gerçek yalnız akıl ile bilinir ve bulunur, Kur'an genellikle aklî verilere göre yorumlanır. Daha önce de belirtildiği gibi Matüridî'ye göre dinin kaynağı olarak nakil (Kur'an) ve akıla aynı oranda itimat etmek gerekir. Matüridî, İslâmın evrenselliğine zarar vermeyecek biçimde, itici olmaktan çok kucaklayıcı bir yaklaşımla dini anlatır. Bu sebeple Matüridî, dinin "özünü" ilgilendirmeyen görüş farklılıklarını hoş görür, onların sahiplerini dinden çıkmış saymaz. Kendisiyle aynı görüşte olmayanları zorlamaz. "Akıl" ile "nakli" dengeli bir şekilde kullanır. Akıl, bilgi kaynaklarından biri, insana verilmiş ilâhi bir emanettir. İnsanlar akılları sayesinde güzellik ve çirkinlikleri tanır, kendi üstünlüklerini onun sayesinde anlarlar. Kulun kusur işlemesi aklını kullanmayışı yüzündendir. "Allah'ın emirleri akıllı olana hitabendir". Allah'ın emirlerini anlayacak akıl seviyesine sahip olmayanlar, ilâhi emirlerin dışında kalır, sorumlu olmazlar.
Matüridî'ye göre insan "Fizyolojik yapıyla beraber aynı zamanda akla da sahip kılınarak yaratılmış; yaratılmışları (mahlûkat) yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, her türlü zorluğa katlanarak, onların üstesinden gelmek için aklı devreye sokmakla mümtaz kılınmıştır. Zira akıl, temyiz kabiliyetinin en güçlü silâhıdır"
Netice olarak Matüridî dine; akıl, ilim, hoşgörü ve taassuptan uzak bir tavırla yaklaşır. İnancın ana ilkelerini ilgilendirmeyen (esasa müteallik olmayan) eylem ve ibadet farklılıklarını hoşgörü ile karşılar, kelime-i şehadet getiren, Kıble'ye yönelen herkesi mü'min olarak değerlendirir. Ancak Allah-u Teala Kur'an'da, sadece Allah'a ulaşmak isteyenlerin 'Hak Mümin' olduğunu, sadece bu insanların tevhid'i oluşturan takva sahipleri olduğunu ve sadece Allah'a ulaşmak isteyenlerin cennete gireceğini açık bir dille anlatmıştır. Açık bir yalanlamada (inkâr) bulunmadıkları sürece insanların ibadet ve işlerine karışılmaması gerekliliğini savunur. Bu, eylemin amele dahil edilmemesi anlamını taşır. Yani, Matüridî insanları, Mutezile ve Hariciler gibi kendi prensip ve görüşlerine uymaya zorlamaz. "Dinde zorlama yoktur" yaklaşımını esas alır.


Fıkıhla ilgili metodu:
Matüridî, "Irak fıkıh mezhebinin pîri" kabul edilen Ebu Hanife (Öl.767) nin yolu ve metodunu benimsemiştir. Ebu Hanife'ye göre fıkıh "Ma'rifet ün-Nefsi ma lehâ ve ma aleyhâ" dır. Anlamı, fıkıh ilmi içine insanın lehinde ve aleyhinde olan her şey girer, demektir. İnsanın inanç meseleleri de, eylemleri de fıkhın konusunu oluşturur. Bu sebeple ebu Hanife kelâm (ilâhiyat) kitabına el-Fıkıh ül-Ekber adını vermiştir. Ebu Hanife'nin öğrencisi sayılan Matüridî de hem inanç (iman) ve Tanrı bilimi, hem de insan eylemleri (ameli) yönlerini fıkhın içinde mütalaa eder. Bu sebeple "Matüridî"; fıkıhta akıla, kıyas'a önem veren ve fıkıh tarihinde re'y taraftarları diye anılan guruba dâhildir. Daha sonraları dinin füruuna (ikinci derecede önemli olan) ameli hayata (dünyada yapılan eylemlere) ait bilgi ve kararları kapsayan bilim dalının adı olmuştur.
Matüridî, fıkıh alanında bağımsız hareket eden bir müçtehid değil, Hanefi mezhebinin âlimidir ve görüşlerini hep bu çerçeveye sokmuştur. Ebu Hanife'de olduğu gibi, o'na göre de bilgi edinme yolları; duyular, akıl ve nakil (haber)dir. Fıkhın kaynakları da; Kitap (yani Kur'an), Sünnet, İcmâ, kıyas, istihsan (güzel bulma, beğenme), geçmiş şeriat, "sahabe sözleri"dir.


Müfessirliği (tefsirciliği):
Matüridî'nin tefsirle ilgili mufassal bir eseri vardır. Bu eserin adını Kâtip Çelebi, "Te'vilat ül-Maturiyyeti fî Beyani Usuli Ehlis-Sünneti ve Usul it-Tevhid" adıyla verir. Eserini, Te'vilatu Ehl is-Sünne adıyla ananlar da vardır. Biz kısaca "Te'vilat" adını kullanacak, belli başlı özellikleri üzerinde duracağız.
Matüridî'ye göre dinin öğrenilmesinde "başvurulacak vasıtalar iki olup, biri nakil, diğeri de akıl'dır." 'Nakil'in başında Kur'an gelmektedir. Kur'an'dan dinin bilinmesi konusunda Matüridî'nin Selefiyye'den, Mutezile'den ve filozoflardandan ayrılan bir metodu vardır, demiştik. Filozoflar için gerçek akıl ile bilinir ve bulunur. Matüridî, Kur'an'ın tefsiri ile ilgili olarak bizlere bıraktığı Te'vilat ül-Kur'an adlı tefsir kitabında ilk defa dirayet metodu nu kullanmıştır. Ancak Matüridî bu Kur'an tefsirinde tefsir kelimesini değil, te'vil kelimesini kullanmıştır. O'na göre tefsir Allah'ın kelâmından murad edilen şey hakkında kesinlikle hüküm vermektir. Fakat te'vil, kelimenin (lafzın) ihtimallerinden birini tercih etmektir. Burada Allah'ı şahit gösterme ve kendi görüşlerini Allah'ın muradı gibi sanmaya yer yoktur. Temelde mutlaklık değil, izafilik (görecelik) söz konusudur.


Matüridî'nin tefsirinde izlediği yolu M.Ragıp İmamoğlu ve Yrd. Doç. Dr. Muhammed Eroğlu'nun çalışmalarından özetle sunarsak:
1. Matüridî ayetleri ayetle tefsir etmiş ve bu metodu yaygın biçimde kullanmıştır. Ayeti ayetle tefsir ederken, ayetler arasında ilişki kurmuş, asılsız haberlerden, rivayetlerden kaçınmıştır.
2. Kıraat ve mushaf farklarıyla tefsir yapmıştır.
3. Ayetleri hadislerden yararlanarak tefsir etmiştir. Ancak, hadislerin sıhhati üzerinde titizlikle durmuştur.
4. Ayetlerin lügat anlamlarına başvurulmuştur. Şiirlere az yer verilmişitir.
5. Arapça olmayıp da Araplaşmış (muarreb) kelimeleri de tefsir eder. Belâgat (düzgün anlatım san'atı, retorik) bilimine hakimiyeti görülmektedir.
6. Ayetlerin nüzul (iniş) sebeplerine yer verilmiş ve onlardan yararlanılmıştır. Nüzul sebepleri ile, hükümle sebep arasında ilişki kurmuştur.
7. Gramer tahlilleri çok azdır.
8. Hanefî mezhebine bağlı olduğu için ahkâm ayetlerinin tevilinde Hanefîliğin esaslarını ön plânda tutmuştur

İmam Maturidî :

İmam Maturidî, İmam-ı Azam’ın öğrencileri zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Azam’dan nakledilen itikat bilgileri, önde gelen öğrencisi İmam Muhammed Şeybanî kanalıyla Ebu Bekir Cürcanî’ye, ondan Ebu Nasr Iyad’a, ondan da Ebu Mansur Maturidî’ye ulaştı. İmam Maturidî İmam Azam’dan hareketle kendi sistemini kurdu. (İsimleri zikrolunan bu alimlerimizin hepsinden Mevlâ razı olsun, onlara rahmet eylesin.)

Asıl adı Muhammed b. Muhammed olan İmam Ebu Mansur Maturidî, 238/862 yılında Semerkand yakınlarındaki Maturid köyünde doğdu. 333/944 yılında Semerkand’da vefat etti. Birçok eser kaleme aldı. Bunlardan “Kitabu’t-Tevhid” ve “Te’vilâtu’l-Kur’- an” adlı eserleri çok kıymetlidir.

İmam Maturidî, akılla nakil arasında esaslı bir denge kurdu. Dinin hakikatini anlayabilmek için aklın gerekliliğine inandı. Dine aykırı olmayan noktalarda aklın hükmünü esas kabul etti. Sistematik hale getirdiği önemli esaslar şunlardır:
İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. İmanın yeri kalptir. Kalpteki imana hükmetmek kimsenin iktidarında değildir. İslâm ise Allah’a teslim olmak ve O’nun emirlerini yerine getirmektir. İslâm, Allah’ı keyfiyetsiz bilmektir, bunun yeri göğüstür. İman, Allah’ı Allahlığı ile bilmektir, bunun yeri de kalptir, bu ise göğsün içindedir. Marifet, Allah’ı sıfatları ile bilmektir, bunun yeri ise gönüldedir, bu da kalbin içindedir. Tevhit, Allah’ı birliği ile bilmektir, bunun yeri sırdır, bu ise gönlün içindedir. Bu dört şey birbirinden ayrı gayrı değildir. Dördü birleşince din olur.
İman bir bütündür, artıp eksilmesi söz konusu olmaz. Ancak kuvvetlenir ve zayıflar. Amel imandan bir parça değildir. Yani günah işleyenin imanı gitmez. Ancak zayıflar ve azaba müstahak olur. “İnşallah müslümanım” değil, “elhamdulillah müslümanım” demelidir.
Kur’an Allah kelâmıdır. Allah’ın kelâm sıfatının ifadesi olduğu için kadimdir. Yani sonradan yaratılmış değildir. Ancak Kur’an’ın yazıldığı harfler ve ifadeler yaratılmıştır.

Bilgiyi elde etme yolları akıl, beş duyu ve yalan söylemesi mümkün olmayan kalabalık bir topluluğun verdiği mütevatir denilen haberlerdir.
Allah’ın birliğini ifade eden sayısız ayet vardır. İmam Maturidî Allah’ın birliği noktasında aklî delil olarak, alemdeki düzenin bozulmadan işleyişini gösterir.
Allah bütün kemal sıfatları ile muttasıftır. Bu sıfatlar olmaksızın onu düşünmek imkansızdır. Allah, ahirette müminler tarafından keyfiyetsiz olarak görülecektir.
Peygamberlik, Allah’ın emirlerinin ve yasaklarının bilinmesi açısından gereklidir. Peygamberler, kavimleri içerisinde çocukluklarından beri tertemiz ve örnek şahsiyetlerdir. Bu yüzden kendilerine peygamberlik gelince insanlar onları kabul etmeseler bile onlara karşı mazeretleri kalmaz. Ayrıca mucizelerle desteklenirler. Peygamberlikte zirve Hz. Muhammed s.a.v.’dir.
Her şeyin ve bu arada insanın fiillerinin yaratıcısı Allah’tır. Ancak insan, iradesi ile o fiilleri kesb edendir (elde eden, kazanandır). Bu haliyle insan, yaptığı fiillerinden sorumlu olur. Ahiretteki durumu da bunun sonucuna göre belirlenir.
Görüşlerini bu şekilde özetlediğimiz İmam Maturidî’nin mezhebine en çok hizmet etmiş olan alim, Ebu’l-Muin Nesefî rh.a.’dir. Hakim Semerkandî, Ömer Nesefi, Nureddin Sabunî, Maturidî ekolüne mensup İslâm bilginlerinin önde gelenlerindendir.
İmam Maturidî, fıkıh’ta Hanefî mezhebine bağlı olanların itikattaki imamıdır. Başta Türkler olmak üzere pek çok müslüman Maturidî mezhebine bağlıdır.


İmam Eş’arî :
Ebu Hasan Eş'ari: Ebu Hasan Eş'ari, (873 - 935) (Arapça: ابو الحسن بن إسماعيل اﻷشعري), Asıl adı Ebu’l-Hasan Ali El- Eş’aridir. Eşarilik itikadi mezhebinin kurucusudur. Ehl-i Sünnetin itikattaki iki imamından biridir. Hicri 260 veya 266 (m. 879 yılında Basra'da doğdu, 324 veya 330 (m. 941) da Bağdat'ta vefât etti.
İmam Eş’arî, İmam Şafiî rh.a.’in öğrencileri zincirinde bulunmaktadır. Asıl adı Ali b. İsmail olan İmam Eş’arî 260/873 yılında Basra’da doğdu. 324/ 935 yılında Bağdat’ta vefat etti. Ünlü sahabi Ebu Musa el-Eş’ari r.a.’ın soyundandır.
İmam Eş’arî, Mutezile mezhebinin Ehl-i Sünnet’e saldırılarını yoğunlaştırdığı bir çevrede yetişti. Kendisi de Mutezilî bilgin Ebu Ali Cübbaî’nin öğrencisi ve üvey oğlu idi. Ancak 40 yaşında iken Mutezile mezhebinden ayrıldığını açıkladı ve Ahmed b.Hanbel rh.a.’in yolunu tutan “hadis ehli” zümresine katıldı. Daha sonra, ayrıldığı Mutezile’nin metodunu kullanarak onlara karşı Ehl-i Sünnet’in zaferi için çetin bir mücadele verdi.
İmam Eş’arî rh.a.’in Ehl-i Sünnet’e tabi olmasının sebebi, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’i üç defa rüyasında görüp Ehl-i Sünnet’in başarısı için çalışma emri almasıdır. Diğer bir sebep de, hocası Cübbaî ile arasında geçen “üç kardeş meselesi”ne ait tartışmadır.
İmam Eş’arî 200’e yakın eser yazdı. “Makalâtu’lİslâmiyyîn”, “el-İbane”, “el-Luma”, “Risale fi İhtihsani’l- Havz fi’l-Kelâm” ve “Risale ilâ Ehli’s-Sağir” adlı kitapları bize kadar ulaşmıştır. Üzerinde durduğu önemli esaslar özetle şunlardır:
İman, marifet ve kalple tasdiktir. Büyük günah işleyen imandan çıkmaz, fakat fasık olur.
İmam Eş’arî, Allah’ın varlığına delil olarak insanın yaradılışını gösterir. Böylelikle, insandan Allah’a ulaşmada Batılı filozof Descartes’tan öncedir.
Allah, yarattıklarına benzemez. Eğer benzediği kabul edilirse, onun hükmü yarattıklarının hükmü gibi olur. Bu da Allah hakkında düşünülemez.
İmam Eş’arî de Allah’ın birliğine, İmam Maturidî gibi alemin nizamının bozulmadan işleyişini gösterir. Allah cisim değildir. Kemal sıfatları vardır. Ahirette müminlere cemalini gösterecektir.
Allah’ın melek aracılığı ile vahiy gönderdiği kişilere nebi, yeni bir şeriatla gönderilen nebilere de rasul denir. Nübüvvet ve risalet, kemal mertebesinde Hz. Muhammed s.a.v.’de bulunmaktadır.
Peygamberin şefaati haktır. Peygamberlerin mucizesi, velilerin kerameti vardır.
İnsanı ve fillerini yaratan Allah’tır. Kesb, insanın iradî fillerine verilen isimdir. Kesb, fiil olma yönünden insana, yaratma yönünden Allah’a aittir.
Ölümden sonra dirilme ve ahiret hayatı haktır. Mutezile inkâr etse de, kabir hayatı vardır.
Dört halifenin imameti gerçektir. Bütün Sahabe-i Kiram hak üzeredir. Aralarında anlaşmazlık gibi görülen olaylar kendi ictihadları sonucudur.
Görüşlerini bu şekilde özetlediğimiz İmam Eş’arî’nin mezhebini kendisinden sonra Bakıllani, Cüveynî, İmam Gazalî ve Fahreddin Razî gibi alimler devam ettirmişlerdir. (Zikrolunan bu alimlerimizin hepsinden Allah razı olsun, onlara rahmet eylesin.) Fıkıh’ta Şafiî ve Malikî mezhebine bağlı olanlar ile az sayıda Hanbelî, Eş’arî’yi itikatta imam olarak kabul etmişlerdir
.


Resim

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
Resim---E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr: Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.” (Cuma 22/46)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim


Hülasa kardeşlerim;
Hakikaten Allahü Zülcelâlin hududuna tecavüz etmiş ve emrini yerine getirmedi ise fâsık olabilir.
Bir kimseye hakkını vermedi ise zâlim olabilir.
Ama hemence doğrudan doğruya kâfir ya da mürted oldu demeye asla cevâz yoktur.
Mürtedin de müşrikin de kim olduğu dinimizde açıkça bellidir.
Bunda düşünüp de karar verecek bir şey yok ki. Her ikiside açık ve bellidir.
Namazın farz olduğuna inanan ehl-i tevhid birisini namazını kılmıyor diye mürtedliğine hükmedip köpek leşi gibi sürümek bu hale düşürmek bir müslüman için feci’ bir haldir.
Hiçte hafsalaya sığmaz. Bununla ilgili pek çok hadisde vardır.

Hadis-i Şerif:
لاايمان لمن لاامانة له ولادين لمن لاعهدله

Hadis meâli:
Eminliği olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur.”
Bu hadis böyle buyuruldu ancak, emin olmayan ve emânete hiyanet eden, imanı yoktur demek hiç imanı yok değilde, bunları kâmil bir iman sahibi yapmaz demektir.
Beşerdir pürüzleri vardır ama müslümandır ve çareleri de vardır.
Aynı hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm “ahdine sahib olmayanın dini yoktur” buyuruyor.
Yoktur demek tamamen yoktur değil de eğer kâmil imanı olsa idi, dinine” imanına; ciddiyeti, samimiyeti ve sadakatı olsa idi ahdine hilaf etmez ve emânete de hiyânet etmezdi demektir.
Ama müslüman olarak etmiş ise imanında ve dininde gidermesi gereken pürüzleri vardır demektir. Yoksa imansız ve dinsiz demek değildir.
Bu ve benzeri hadislerin zâhirine bakıpta doğrudan doğruya her ahdine uymayan dinsiz her emânete hiyânet eden imansız olur olsaydı İslam dairesinde hiç kimse kalmazdı.
İşte ehl-i sünnet ve’l cemaatın en güzel tarafı bu yöndedir elhamdülİllâhi Teâlâ. Beşerdir fıskü-fücürü vardır ama müslümandır kâfir diyemezler.

Türkiyemizde daima ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı var ola gelmiştir.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat ya Maturidî ye ya da Eşarî ye dayalıdır: Ülkemiz Zâhiriye Mezhebinde de değildir.
Zâhiriye, (zâhirine bakıp hemence hüküm çıkaran bir mezheb olup) devamından Teymiyyecilik ondan da Vehhabîlik i’tikadları oluşmuştur.
Türkiyemizin bu mezheblerle ilgisi olmamıştır ve olmayacakta İnşallah.
Biz Türkiye olarak Fırka-i Nâciye yolunda ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadındayız.
Ne tefrit ne ifrat ortadaki i’tidal yolu olan Fırka-i Nâciye üzereyiz.
Hâşâ adam namazını kılmıyor diye ehl-i tevhid iken mürted bilmeyiz.
İmam-ı Rabbanînin buyurduğu gibi iman kalbden ancak küfürle çıkar.
Hata, noksanlık ve ibadet etmemiş diye, inkar etmediği sürece ihmâlkarlık yapmış diye imandan çıkmaz.
Ancak bu iyi olmayan halleri kalbi üzerinde bir leke bir perdelenme yapar da imanının nuru fazlaca yaygın olamaz.
Ampülün içinde elektrik var ve yanıyor, ancak ampülün dışı leke içinde ışığı az veriyor gibi. Böyle olup böyle gözükünce sanılıyor ki imanında noksanlık vardır!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Âdeta iman öyle ki, ay’ın üzerine bir bulut gelirde bir bakarsın ki sanki ay yok olmuş ama bulut geçip gidince ay apaçık gözükür. İmanda böyledir.
Yaramaz işler yapmak, yarar olanları yapmamak bulut gibi perdeler ama gereken tedbirler alınınca tekrar parlar.
Bu sebeple insanın hata ve günahlarından dolayı kalbi üzerine perdeler gelebiliyor ama imanın nuru kalbin içinde durmaktadır.
Perdeden dolayı az nur var veya hiç nur yoktur sanılmaktadır.
Oysa küfredip inkâr etmedikçe iman kalbdedir ve vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Bir mü’mine bakıyorsunuz ki ayak parmaklarından başına kadar bir parça nurdur. Bazende bakarsın âdetâ kapkara durumdadır. Aslında imanı hep yerindedir ve gitmiş gelmiş de değildir. Buna sebeb âmelleridir.
Anlattığımız gibi kalb perdeleri imanı gizlemektedir.
Görüntüsü olmayınca da sanki imanda bir noksanlık varmış gibi sanılmaktadır.
Esasen i’tikadda mezhebimiz olan Maturudî bu şekilde kabul ediyor: “İmanda bir azalma veya çoğalma olamaz, ya vardır, ya da yoktur” diyor.
İman dediğimiz 100 mumluk bir ampül düşünelim.
Ama ampül üzerine lekeler oluşur ve perdelerse içinde 100 mumluk nur vardır ama dışarda ışık görüntüsü 50 muma da düşer daha aşağısına da düşer.
Perdelerin kesafet durumuna bağlıdır. Halbu ise içerdeki nuru yine 100 mumluktur.
Ancak, kalb üzerine oluşan perdelerden dolayı böyle az nurlu gözüküyor.
Hatalardan dolayı kalbdeki nurun dış görüntüsü haliyle azalıyor.

İşte Türkiyemizin i’tikadda mezhebimiz İmam-ı Maturudî’nin, âmelde mezhebimiz İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin iman hususundaki hükmü ve kararı böyledir.
Yani İman standarttır asla değişmez. Ya vardır, ya da yoktur.

Hatta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “Eğer kalbinizin üzerindeki bu perdeyi yok etseniz; gök âlemini de Melekût âlemini de rahatlıkla seyredebilirsiniz.”
Çünkü bu bâsirettir. Baş görüşü basardır. Kalb görüşü bâsirettir.
Baş basarı ile dünya maişetimizi (geçinme) görürüz.
Kalb bâsireti ile kalbimizdeki bu nur sayesinde ise Allahın izni ile melekût âlemini dahi rahatlıkla seyredebiliriz.
Zirâ, âyet-i celilede:

فإنـها لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور
(Hac / 46)
Resim---Baş gözünün görmemezliğine körlük denilemez, kalb bâsireti kör olursa o zaman o, körlüğün beteridir.”

Kardeşlerimiz,
Bu devremizde dinimizi fesada uğratan çok yanlış te’viller pek çoktur.
Âdetâ milleti sapıklığa ve küfre sevketmek için çok şeyler açıkça söyleniyor ve yapılıyor.
Bu günümüzde de Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘ın sünnet-i seniyyesini hadislerini bir çırpıda inkâr edebiliyorlar.
Hadislere bağlanmıyor onları kabul etmiyor da güya “sadece Kur’ân-ı Kerim yeter” diyor. Hâşâ ve kella bu Kur’ân-ı azimü’ş şan böylesi rastgele insanların elinde bir âlet midir bu şekilde istedikleri gibi yorumlar çıkarsınlar.
Allah kelâmıdır haddi ve hududu yoktur.
Zâten böylesi yaptıkları gibi kendi keyfine ve arzuladıkları minvâl üzere te’vile kalkışmak açıkça küfürdür.
Ama küfrü kim dinliyor ki...

Kardeşlerim; malûm bir kimse var ki Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet ve hadisini açıkça kabul etmiyor. Ama “müslümanım” da diyor.
Peki bu kimsenin hali bu iken acaba kendisini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetliğe kabul edecek mi?
Bunu düşünün bir kerre. Elbette bu şekilde olup da bu hallere düşenler tabidir ki bedbahtlardır.
Allah bizleri muhafaza etsin. Âmin!.

Allahü Zülcelâl bahusus Gayyurdur, gayretkeştir.
Ve Habibine sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân-ı azimü’ş şanda vermiş olduğu yetki ve salahiyetleri her yönüyle anlatacağız inşaallahü Teâlâ.

Kainatın var oluşundan beri bir tek ferd Allahın Habibidir.
Milyarlarca kimse kendisine ümmet olmuştur.
Anlattığımız sapık kimse gibi birisi, ha ümmeti olmuş ha da olmamış ne çıkar canı cehenneme gitsin. Artık kendi düşünsün sonunu.
Çünkü Aleyhisselâtü ve’s selâmın böylesi bir kimseye ihtiyacı da yoktur.


Resim

Fâsık: (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.
Mürted: İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir.
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Hafsala: zihin, akıl.
Hilaf: Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek.
Fıskü-fücür: Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek.
Fırka-i Nâciye: Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder
Kesafet: Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak.
Sünnet-i seniyye: Hz. Peygamber'in (A.S.M.) sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.
Ferd: Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. Bîhemta olan.


Resim

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
Resim---E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr: (Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (Hacc 22/46)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »


Aziz kardeşlerim;

Bu şekilde düşünmeleri ve söylemeleri yeni bir şey de değildir.
Böyle söyleyenler kendilerinden öncekilerin sözlerini aktarmaktadırlar.
Biliyorsunuz ki 73 fırkadan 72 si sapık sadece 1 tanesi Fırka-i Nâciyedir.

Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

ان هذا صراطى مستقيماً فالتبعوه ولاتتبعوا السبل فتفرق بكم عن سبيله ذالكم وصاكم به لعلكم تتقون

Bir gün yere ortaya düzgün bir çizgi çizmiş “İşte bu dosdoğru yol benim yolumdur” buyurup sonra bu düz çizginin sağ ve soluna başka çizgiler çekmiş ve “Benim yolumdan çıkış yapıldığı takdirde ister sağından ister solundan her gittikleri yolun başında da bir şeytan vardır” buyuruyor.
Artık, Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem yolunun, düstûrunun ve nizamının dışına çıktığı takdirde işin içinde mutlaka şeytan vardır.

Kardeşlerim;
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadisine ve sünnet-i seniyyesine kendisine bağlı saymayan ve bağlanmayan bir kimse Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinden olarak Onu Allahü Zülcelâlin nebîsi ve Rasûlü olarak tanımadıktan sonra acaba ona karşı ne yüzle çıkacaktır? Bir şey söyleyecek dili olur mu?
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem nizamnâmesine kendisini bağlamıyor, kendisini hiçte tasdik etmiyor, sünneti seniyyesini ve buyurmuş olduğu hadislerini tamamen saf dışı ediyorsa bu kimseye ne diyeceğiz biz?
Yâni, bu kimseye bir künye verecek durumda değiliz. Verecek bir künyede bulamıyoruz. Birşey söyleyemiyoruz.
Ümmet-i Muhammedin mensubu desek, öyle ise o zaman Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem getirdiği sünneti seniyyesine ve buyurduğu hadislerine bağlanması şarttır. Biliyorsunuz ki Yahudi ve Nasaraların hepsi de bir nebînin ümmetleridir.
Nebîlerini çok sevenleri olmuş da hatta “Allahın oğludur” demişler.
Halbuki müslümanda olduğunu iddia eden bu kimse ise kendi resûlünü sevmek şöyle dursun rafd ediyor (reddedip bırakıyor) tamâmen saf dışı edip kendisini rasülüne bağlamıyor.
Peki, Âdemden aleyhisselâm bu ana kadar geçen sürede gelen her insanın bir dini ve bir peygamberi vardır umumiyetle.
Bir i’tikadı vardır, bir bağlılığı vardır mutlaka.
Evet bazen aşırı gitmişlerde ifrat edip “Allahın oğludur” demişler.
Fakat böylesine rafdedip, kıymet ve değeri yokmuş gibi hâşâ yapmamışlar.
Bu kimse ve benzerlerine bakıyoruz da hiç çekinmeden açıkça Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem saf dışı edip kıymet ve değer vermiyor. Getirdiği yasa ve İslam Dininin muhteviyatına kendisini hiçde bağlamıyor ve dışında kalıyor.

Diyeceksiniz ki bu profesör, Kur’âna da sahib çıkıyormuş.
Peki, Kur’âna sahib çıkıyormuş da hâşâ Allahü Zülcelâl Kur’ân-ı azimü’şşanı Habibine sallallahu aleyhi ve sellem değilde bu şaşkın kimsenin kendisine mi vermiş?
Kur’ânı yine Cenâb-ı Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem yoluyla almamış mıdır?
Bu şekildeki inancı ile “Kur’âna bağlıyım” demesi aslında ona hiç bir yararda getirmez.
Bir kerre Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadislerini tanımadıktan sonra onun yoluyla gelen Kur’ânı tanımanın ne anlamı olur? Kur’ânda Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem aracılığı ile olmuştur.
Onun aracılığı ile gelen Kur’âna sahib çıkmış da Onun kendisinden gelen sünneti seniyyesine ve sözleri olan hadislerine sahib çıkmıyorsa ne denir bu kimseye?
Esâsen ayni söz ve ayni kelâmda Rasûlullahın fem’-i Şerifinden (ağzından) çıkıp meydana gelen bir Kur’ânı azimü’ş şandır. Allahın kelâmıdır.
Yoksa bu kimsenin kendisine doğrudan doğruya başka bir kur’ân mı gelmiş de ona mı sahib olmuş?
Sanki babasından miras kalmış da “Ben otururum, okurum ve aklımla birşeyler çıkarırım vs.” deyip âdetâ kitabımızı bir oyuncak haline getirmiş. Allahü Zülcelâl bu sapıkların şerlerinden cümlemizi muhafaza buyursun. Âmin!.

Bu hususda Kur’ânı azimü’ş şanı kendi akıl ve mantıkına göre te’vile kalkışanların varacağı yer mutlaka cehennemdir.
Kelâmullahı hâşâ oyuncak haline getirmişler de kimisi Fâtihayı bestelemiş çalıp çığırıyor.
Kimileri çıkıp “ben Kur’ândan aklımla birşeyler çıkarıyorum, yorumlar yapıyorum mesajlar alıyorum” deyip; sanki, Cenâb-ı Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bizzât yaptığı Kur’ânın muhteviyatını ve inceliğini hadislerle anlatıp halkı tenvir etmesi gibi; bu misilli dangalaklar da ortaya çıkıp, ayni tezi bir nebî gibi kullanarak Kur’ândan tahliller yapacak ve halka yeni bir din gibi anlatacaklarmış! İşte böyle yapmak istemektedirler.
Bunun ise ne demek olduğunu biliyorum ve çok şaşırıyorum bunlara.
Evet, Rafizîler nübüvvet davası güdüyorlar.
Ama herhangi bir şahıs adına değilde, nübüvvetin İmam-ı Aliye radiyallahuanhu olmasını dava ediyorlar.

Aslında bu şaşkın kimseler esâsen Kur’ân-ı Kerime hakikâten bağlı bile değiller.
Kur’âna bağlı oldukları iddiaları dahi müsbet değildir.
Çünkü, Kur’ânı azimü’ş şanın bir çok âyetlerinde Allahü Zülcelâl, Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem bağlı olmayı, sünnetine uymayı ve itaat edib isyankâr olmamayı emreder. Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem emrini ve itaatini kabullenmek şartı vardır bir kerre. “Allahü Zülcelâli seviyorum” diyorsa O’nu sevmesi Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem sevmesine bağlıdır.
Kesinlikle Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem sevmeyen Allahü Zülcelâli de sevmez. Bu olacak iş ve vâkıa’ değildir.
Çünkü, Allahü Zülcelâlin göndermiş olduğu elçisine saygı duymayan, sevmeyen, getirdiği hükümleri tanımayan ve uygulamalarını kabul etmeyen kimseye nasıl olur da Allahü Zülcelâl sahib çıkıp kulum der?
Bu hal içinde bulunurlarken Allah bizi sever mi sanıyor bu ahmaklar?
Hâşâ ve kellâ. Teşbih olmasın ama, bir devletin bir elçisi bir ülkeye gönderildiğinde o elçiye gösterilen ihtimâm, verilen kıymet ve değer elçinin gönderildiği devletin vakarıdır.
Allahü Zülcelâlin elçisi olan Aleyhisselâtü ve’s selâm hem de resûllerin resûlü iken.
Diğer nebîler Onun devresinde gelseler idi Onun naibi olurlardı ve müstakil risâlet ve nübüvvet davasına kalkışmazlardı.
Hazreti İsâ aleyhisselâm teşrif edeceğinde yine niyâbet makamında gelecek ve resûl olarak Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem bağlı olup onun düstürunu yürütecektir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir taneciktir.
Rabbımız onu bir tâne yaratmış ve “Habibim” buyurmuş, iman dahi onun nurundan var olmuştur. Kâinat ona muhtaç ve medyundur. Kainattakilerin tümünün ona saygı duyma mecburiyetleri vardır.
Onun varlığıyla var oluyor herşey ve herkes. İnanın ki ilk olarak onun nurundan var olmuş ne varsa.
Bu husus Fırka-i Nâciye adlı kitabımızda iyice anlatılmıştır.

Fakat şimdilik bize düşen görev şudur ki; anlattığımız şekildeki Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesine, hadislerine ve nizamnâmesine bağlanmayan bu kimseler bir künye aramaktadır.
Bunlara mesnede dayalı bir künye bulmalıyız.
Öyle ya İsevî desek değiller, Musevî desek değiller.
Şu değil, bu değil de peki ne olmalı künyeleri?
Asla Muhammedî de değiller. Hadislerini ve sünnetlerini beğenmiyen,
Ona bağlanmayan, sözünü ve emrini dinlemeyen, getirdiği yasasını tanımayan bu kimsenin demek ki Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem bağlılığı yok ki nasıl Muhammedî diyelim? Bu kimse açıkca saf dışı olur İslamdan. İşte olacağı budur.

Çünkü, mâdem ki Allahü Zülcelâl subhânehü Teâlânın Kur’ânından bahsediyor ve kabul ettiğini söylüyor eğer sözünde ciddiyet ve samimiyet olmuş olsa idi, O Kur’âna iyi kulak verirdi eğer kurşun dökülü değilse.

Vaktiyle Yahudiler Aleyhisselâtü ve’sselâma gelip: “Ya Muhammed biz Allahı senden çok daha fazla severiz ancak seni Resûl olarak tanımıyoruz” derlerdi. Allahü Zülcelâl ise Kur’ânında cevab veriyor: “Onlara deki Habibim, eğer gerçekten Allahı seviyorsanız bana tabi’ olun

قل إن كنتم تحبون الله فاتبعوني

Hakikaten Allahü Zülcelâli seviyor ve bunu isbat etmek istiyorsanız bir kerre evvelâ resûlüne tabi’ olunuz. Tabi’ olunuz ki, sevdiğinizin isbatı budur.
Onun için buyuruyor: “Habibim onlara söyleki gerçekten Allahü Zülcelâli seviyor iseniz bana tabi’ olun ki Allahda sizleri sevsin.” İşte esas mesele budur. Bizim Kur’ânımızın hükmü budur. Bu yolunu şaşırmışlar ne diyecekler?


Resim

Fırka: Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük. * Tümen.
Düstûr: f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
Nizamnâme: İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide ler tümü.
Nasara: Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.
İ’tikad: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak.
Rafdedip: Rafa kaldırmak.
Te’vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek.
Muhteviyat: İçindekiler. Kapladığı şeyler.
Teşrif: Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
Medyun: Borçlu. Vereceği bulunan.
İhtimâm: Özenmek, fazla dikkat etmek. Gayret ve dikkat etmek.
Niyâbet: Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği.
Fırka-i Nâciye: Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder.


Resim

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Resim---Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yagfir lekum zunûbekum, vallâhu gafûrun rahîm: (Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân 3/31)


Resim

Resim---İbn. Mes’ud (ra): “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bize düz bir çizgi çizdi ve:'' “Bu rüşd yoludur.” dedi. Sonra bunun sağından ve solundan bir çok çizgiler daha çizdi: “Bunlar da bir takım yollardır ki herbirinde bir şeytân vardır, ona (kendisine) çağırır!”'' buyurdu ve En’âm 6/151-153 Âyetlerini okudu.” dedi.
(Buhârî, Rikak 4;Tirmizî, Kıyâmet 22; Ibn. Mâce, Mukaddime 1; Darimî, Mukaddime 23)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem tebâiyyet muhabbet saygı ve getirdiği emirlerine ve uyguladığı sünneti seniyyesine uymak şarttır, şart...
Bunun dışına çıkanlar isteseler de istemeseler de islamdan saf dışı olanlardır.
Allahü Zülcelâl böylelerine asla sahib çıkmaz.
Dünyada âhirette hayrda görmezler esâsen.
Bedbaht insanlardır. Yahudilere gelen cevabdan bir hisse kapsalar bâri...

Rasûlullah, Allahü Zülcelâlin elçisidir ki; Ona saygı duymamak, sünnet ve hadislerine uymamak, risâletini inkara yeltenmek Allahı inkardır ve Ona inanmamaktır.
Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hâşâ kendisinden birşey söylemiyor ve kendisinden birşey söylemediğinin isbatı şudur ki; Allahü Zülcelâl Habibini bu gibi töhmetten iftiradan kurtarmak için Kur’ânı azimü’ş şanında:

وما ينطق عن الهوى { إن هو إلا وحي يوحى
(Necm / 3-4)
Resim---O arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.

Arzu ve hevesine göre konuşmaz buyurup habibinin hevâsından konuşmadığını tasdik ediyor.
Söylediği sözler ve hadisler kendi nefsinden hevâsından değildir. Tamamen vahy kısmındandır.
Allahü Zülcelâl Habibini sallallahu aleyhi ve sellem burada be’rat ettiriyor.
Bu gibi töhmet ve iftiralardan kurtarıyar. Asla kendi hevâyi nefsiyyesinden konuşmuyor.
Mutlaka Allahü Zülcelâl tarafından mâlûmât veriliyor.
Ama Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla ama doğrudan doğruya vahy yoluyla geliyor da konuşuyor.
Kendisinden hükümler çıkarıyor da değil.
Kur’ânı Kerim kendisine nâzil olmuş ise de, Kur’ân mücmeldir. (Kısa ve az sözle anlatılmış, öz) Mufassal (uzun açıklanmış) değildir. Tafsilâtlı değildir.

Hatta bazı kimseler “Biz, Kur’ânda buluruz” demişler. Kur’ânda hangisini bulacaksınız?
Mesela; öğlen namazının teferruatını, rekatlarını, yapılması gerekenleri, oruç, hac, zekât vs. hakkındaki teferruatın hangisini bulabiliyorsunuz?
Kur’ânda bulunda gösterin bakalım. Bulabiliyor musunuz ki “Bize sadece Kur’ân yeterlidir” deyip de sünnetine ve hadisine bağlanmıyorsunuz? Bu nasıl mümkündür?
Üstelik Allahü Zülcelâl bizzâtihi Habibinin sallallahu aleyhi ve sellem yetkili ve salahiyetli olduğunu bildirirken.
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem her emri mutlaka yapılır nehyide asla yapılmaz. Neden mi? Bakınız Allahü Zülcelâl ne buyuruyor?

مااتاكم الرسول فخذوه ومانهكم عنه فانتهوا
Resim---Rasûlüm sizlere ne getiriyorsa ne emrediyorsa hemen sahib olunuz yerine getiriniz emrine itâât edib işleyiniz. Bir şeyi de yasaklayınca ictinab ediniz ve asla yapmayınız.

Yâni söylediklerine harfiyyen uyunuz.
Dikkât ediniz Allahü Zülcelâl Habibi Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem mertebesini, kıymetini, değerini ve hukukunu açıkça ilân edib hakkında bize açık seçik malûmât veriyor.
Bunda şüphe edecek şudur, budur diyecek bir şeyde asla yoktur.
Habibine karşı saygılı ve edebli olmayı getirdiği emir ve nehiylere sahib olmayı emrediyor ve ilân ediyor.
Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiç bir şeyi kendi nefsinden hevasından getirmiyor. Allahü Zülcelâl tarafından gelmektedir.
Diyebilirsiniz ki peki, birileri çıkıp da dinlemezse Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem safdışı görürse hadislerini vs. yok sayarsa ne olur?
Ne mi olur, bakınız âyet-i celilede:

ومن يعص الله ورسوله ويتعد حدوده يدخله نارا خالدا فيها
(Nİsâ / 14)
Resim---Kimde Allaha ve peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, Onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar, Onun için rüsvay edici, aşağı düşürücü bir azab vardır.”

Allahü Zülcelâl kendisine ve Rasûlüne karşı isyankâr olan hududunu aşan kimsenin varacağı yeri ilân etmiştir.
Allahü Zülcelâlin ve Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hududlarını çiğneyen ve aşan bir kimse ki ister inkâr edip isyan etsin ama aşırı gidip azgınlık yapsın, herhangi halde olursa olsun cehennemde ebedî olarak sonsuz kalırlar.
Halidine (sonsuz daim, ebedi) cehenneme girip de hiç çıkmayacak kimseler olurlar.
İşte Kur’ân hükümleri.

Kardeşlerim, bu kimseler gerçekten Kur’âna değer vermiş ve kendisini ona bağlamış olsaydı zâten Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadis ve sünneti seniyyesi dışında kalmazlardı.
Çünkü, Allahü Zülcelâl elçisi olarak gönderdiği, emir ve hüküm ve salahiyetler verdiği resûlünü dinlemeyen kimseye yâr olur mu?
Bu mümkün mü, hâşâ ve kellâ...
Habibi sallallahu aleyhi ve sellem yetkili resûlü olarak gelmiştir ve tabi’ olmakta keyfî değilde mecburi ve şarttır.
Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem tanımayanın sonu mutlaka esfel-i safilindir.
Başka hiçbir yolu yoktur bunun.

ومن يشاقق الرسول من بعد ما تبين له الهدى ويتبع غير سبيل المؤمنين نوله ما تولى ونصله جهنم وساءت مصيرا
(Nİsâ / 115)
Resim---Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.

Muşakkaka yâni, muhalefet yapacakları takdirde doğru cehennem...
İster Allahü Zülcelâle ister resûlüne isterse ikisine isyan etsin aynı şeydir ve doğrudan cehennemi boylar.
Allahü Zülcelâlin gönderdiği Habibim buyurduğu resûlüne saygı duymayıp da Allahü Zülcelâle saygı duyuyormuş bu geçerli olur mu?

Allahü Zülcelâl Gayyurdur Habibine sallallahu aleyhi ve sellem karşı olan na-hoşluk hallerini asla kabul etmez.

ان الله غيور يحب الغيور
Resim---Şüphesiz ki Allah gayyurdur ve gayyurları sever.

Böylesine elçisini gönderecek te beşerriyetin içinden seçilmiş tek Habibi olarak na-hoş şeyler söylenmesine hâşâ rıza mı gösterecek sanıyorlar?
Evet, diğer elçileri de harika şahsiyetlerdir ayrı güzellik ve özellikleri vardır.
Ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beşerriyet içinde bir tâne olup emsâli yoktur. Çünkü, risâleti umumîdir.
Yâni Âdemden (sa) kıyamete kadar gelip geçecek olan tüm insanlık aynı vakitte gelmiş olsalar Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hükmü altına girerler.
Diğer Resûl ve nebîlerde Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem tabi’ naibler olurlardı.
Biz söylemiyoruz Kur’ân ilân ediyor. Ama nerede insaf ehli olup da araştıracak?

Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem emirlerine muhalefet etmeme hususunda âyet-i celilede:

فليحذر الذين يخالفون عن أمره أن تصيبهم فتنة أو يصيبهم عذاب أليم
(Nur / 63)
Resim---Bunun için, peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten yahud kendilerine acıklı bir azab İsâbet etmekten sakınsınlar.”

Hazer etsinler, sakın ha sakın emirlerine muhalefet etmesinler diye Allahü Zülcelâl uyarıyor ki eğer emirlerime muhalefet ederlerse hem fitney-i âzimeye dûçar olup düşerler hem de şiddetli ve elim bir azabı çekmeyi hakederler.
Zira, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanların tümüne Resûl olarak gönderilmiştir.
A’raf sûresi 158. inci âyetinde de risâletinin umumî olup, nasın kâffesine gönderildiğini ilân eder.
Resim---De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir, o öldürür. Öyle ise Allah’a ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki O, Allah’a ve O’nun sözlerine inanır.- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.”

Başka bir âyet-i celilede ise:

وما أرسلناك إلا كافة للناس بشيرا ونذيرا
(Sebe’/28)
Resim---Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve yarıcı olarak gönderdik...

Senin risâletinin nasın tamamına hatta ki Rasûlullah Resûlü’s sakaleyn olup insanlara ve cinlere de resûldür.
Çünkü yarın mahşerde de genellikle Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem tezi yürür.
Ve herkes Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem muhtaçtır.
Cinlerde yaratılmış ve onlarında müslüman olanları vardır.
Ahkaf ve Cin sûrelerinde anlatılıyor.

Onun için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Cinlere Er-Rahman sûresini okudumda kendilerinde bir acayiblik, coşkular ve ağlaşmalar ve feveran etmeler oldu.
Sizlere de okudum da sizlerde öylesine bir heyecan göremedim.”
Buyuruyor.
Demek ki cinler çok daha fazla heyecanlanıp bilhassa “öyle iken rabbınızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız” geldikçe acayip hallere düşüp ağlaşmışlardır.

Bu hususlarda da hadis pek çoktur ama hadise kendilerini bağlamıyorlar ki, evvela İslâm dairesine girebilmeleri için Allah ve Rasülüne birlikte inanmaları şarttır.
Hadisi şerifte de öyle buyuruyor. “Bir kimsenin Allah ve Rasûlullaha olan muhabbeti öyle bir muhabbet ki karşısına ateşi koyupta ya bu ateşe girersin ya da Allah ve Resûlünü sevmiyorum dersinde kurtulursun deseler ateşe atlamayı tercih etsin” buyuruyor
Aleyhisselâtü ve’s selâm.
İnsan gerçekten hakiki iman ve ciddiyet sahibi olunca düşünmez bile.
Nitekim Müseylemetü’l- Kezzab bir müslümanı yakalayıp soruyor: Lâ ilâhe İllâllah Muhammede’r- Resûlullah ”sözümü duyuyor musun?”
“Evet duyuyorum”
“Lâ ilâhe İllâllah Museylemetü’r Rasûlullah sözümü duyuyor musun?”
“Hayır, asla duymuyorum” diyor.
İyice işkence yaptıktan sonra ateş yakmışlar ve içine atmışlar.
Buna rağmen Hak, Haktır ki yanmamış Allahın izni ile. Ale’l hak olan hak yanmaz elbette.
Allah ve Rasûlune karşı bu şekilde ciddiyet, samimiyet ve fedakârlıkla muhabbet sahibi olanı Allahü Zülcelâl ateşinde yakmamıştır.
O zaman etrafındakiler “bunu buralarda durdurma yoksa çok kimseler senin davandan vazgeçerler” deyince hemen onu Yemame’den çıkarmıştır.
Zaman geldi Hazreti Ömer radiyallahuanhu devresinde bu kişiyi göstermişler ve anlatmışlar.
O zaman Hazreti Ömer radiyallahuanhu: “Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki Halilü’r Rahman’ın ateşe atılıp yanmadığı gibi ümmet-i Muhammedden de onun tezini uygulayıp inancı uğruna fedakârlık yapana kurban olayım” diyerek onu sevmiştir.

Kardeşlerim, bu hususta isbat delilleri pek çoktur. Kur’ân mı dersiniz?
Hadis mi dersiniz, sayısız deliller var. Bağlılığı varsa bir tanesi bile yeter.
Ancak i’tikad ve inancı bozuk ve başka ise çuvalla olsa bile fayda vermez.
Allahü Zülcelâl saptırdı ise ona kim hidâyet edecek?

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: و من خالف جماعة المسلمين شبرا فقد خلع رقبة الاسلام

Hadis meâli:
Resim---''Kim ki müslüman câmiasına bir karış muhalefet yaparsa islam hukunun dışına çıkmıştır. Boynundan çıkarıp atmıştır. Artık o hukuka sahib değildir.''

Hadis-i Şerif:
يجيئ قوم يميتون السنة ويغلون فى الدين فعلى اولئك لعنةالله ولعنة اللاعنين والملئكة والناس احمعين

Hadis meâli:
Resim---Bir kavim gelecek ki benim sünnetimi yok etmeye çalışacaklar. Niyetleri tamamen yok edib öldürmektir. Dine pek çok dalalet ve küfürde karıştıracaklardır. Hem sünnetlerimi öldürmek hem dinde bir muhalefet yaratıp bilinmedik şeyleri ortaya atacaklardır. Müslümanları sapıklığa ve küfre sevketmeye çalışacaklardır. Bu misilli kimseler Allahın, meleklerine ve insanların tamamının la’netlerine mûcib ve müstehak olsunlar.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: المتمسك بسنتى عند فساد امتى فله اجر شهيد

Resim---Hadis meâli: Ümmetimin fesada uğradığı bir devrede sünnetime sımsıkı sarılıp da onun muhafazasına ve işlenmesine çalışan bir kimseye şehid sevabı vardır. Allahü Zülcelâlin kendisine bir şehid ecri vereceğini va’dediyor.

İşte Aleyhisselâtü ve’s selâmın sünnetine karşı olan sevgi ve saygının ve sünnetiyle âmil olan kimsenin ödülü budur.
Bazıları çıkıp sünnetleri öldürmek isterken karşılarında Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetlerini ihya ve muhafazaya çalışan kimselere şehid ecri verileceğini ilan ediyor şükürler olsun.
Allahü Zülcelâl bizlere hayatamızın sonuna kadar ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak Fırka-i Nâciye’de kılsın. Âmin!.


Resim

Mücmel: Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
Mufassal: Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
Tafsilât: (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
Nehy: Nehiy. Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
Salahiyet: Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek.
Esfel-i safilin: Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.
Naib: (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen.
Kâffe: Hep. Bütün. Cümle.
Müseylemetü’l- Kezzab: (Adı: Müseylemet-ül-kezzâb olan) Yalancı Müseyleme, Arabistan'da Asr-ı Saadette Yemame'li bir yalancı, peygamberlik iddia ederek maskara olmuş, Hicri onbirinci yılda öldürülmüştür.
Ale’l hak: Hak üzere.
Mûcib: (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
Müstehak: Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.


Resim

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Resim---''Ma efaallahu 'ala resulihi min ehlilkura felillahi ve lirresuli ve liziylkurba velyetama velmesakiyni vebnissebiyli key la yekune duleten beynel'ağniyai minkum ve ma atakumurresulu fehuzuhu ve ma nehakum 'anhu fentehu vettekullahe innallahe şediydul'ikabi: Allah'ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.” (Haşr 59/7)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz kardeşlerim;
Bu haldeki kişilerle cidâli hadisle yapmak geçersizdir.
Çünkü kendisini hadis bağlamamaktadır.
Gûyâ, Kur’âna karşı bağlılıkları varmış, eğer bu sözleri doğruysa saygısını isbat etmesi lâzımdır.
Kur’ân için ise, bu kişi bakınız neler söylüyor:
Bir tanesi Allahü Zülcelâlin halife kılacağına dair:
انى جاعل فى الارض خليفة

Sordukların da ise cevabı: “Yanlış tefsir böyle birşey olmaz” diyor.
Halife kelimesi bizâtihi Allahın kelâmıdır tefsir değil ki.
Allahü Zülcelâl melâikelerine buyuruyor ki; “Yeryüzünde bir halife kılacağım.” Peki, bu böyle iken yanlış tefsirdir deyince ne oldu o zaman?
Kur’ân-ı azimü’ş şana karşı olup onu doğrudan inkârdır.

Hadis-i şerifde Kur’ânın bir âyetini inkâr edenler için:
من جحد اية من القرأن فاقتلوه (فقد كفر)
Gerçi buna da hadisdir deyip bağlanmayabilirler.
Kur’ândan bir âyeti bile doğrudan doğruya inkara kalkışan küfre gider ve katline cevaz veriyor. Çünkü cühûd inkârdır.

Başka bir mevzu’da bize sorulan duyduğumuz bir şey:

تبت يدا ابى لهب
İle ilgili Ebi Leheb’in yerine daha güzel birşeyler konursa olurmuş.
Peki eğer Ebi Leheb’i Kur’âna yakıştırmıyorsanız Kur’ânda bu hususda çok benzeri vardır.
Daha beteri Firavun vardır. Var, var...
Kur’ân Allah kelâmıdır ve Âdemden aleyhisselâm kıyamete kadar bize malûmat vermiştir.
İbret alsınlarda yarar-zarar ona göre bir ayar yapsınlar diye hepsinden bahsetmiştir.
Kıyamet, mahşer âlemi, cennet ehli, cehennem ehli anlatılmıştır.
Kâfirlerin ebede’l- ebedi cehennemde kalacakları “ebada”buyurulmuştur.
İmanları sebebiyle cennete girenlerin de خالدين فيها ابدًا sonsuz kalacakları anlatılmıştır.
Âdemin aleyhisselâm durumunu ve hadisesini, zürriyetini, evlâdlarının birbirlerini öldürmesini, Nuh’un aleyhisselâm tufanı, İbrahim aleyhisselâm devresinde Hud kavmini, Semûd kavmi, Lût kavmi, Şuayib kavmi, ve Firavun’un hallerini anlatmıştır.

O zamanlar nebîleri uyarırlardı, dinlerlerse dinlerler, dinlemezlerse Allahü Zülcelâl helâk ederdi.
Öyle cereyan etmiştir ve vâkıa’ budur.
Onun için Kur’ânda Musâdan aleyhisselâm bahsediliyorsa mutlaka Firavun da anlatılmıştır.
“Ebi Leheb”kelimesini Kelâmullahında kullanan Allahu Zülcelâldir.
Bu şaşkınlar Ebi Lehebi beğenmiyorlarsa yarında Firavunu beğenmez ve istediğini yaparsa Kur’ânı da yok eder.
Demek masiyet işleyen Ebi Leheb’i, Firavunu vs. Kur’ândan çıkaracaksın sonra da dönüp “Kur’ânda yok ki” diyeceksin.
Bunları Kur’ânın dışına at ve sonra “Kur’ânda bulun getirin”de!.
Kendisini müctehid zanneden bu zavallı adam, bir de kalkıp:“Kur’âna bağlıyım Kelâmullahı kabulleniyorum”diyebiliyor!
Allahü Zülcelâl bizlere şuûr versin!.
Çünkü şuûr olmadı mı ne söylediğini ne yaptığını bilmez.
Ne demektir ki “Ebi Leheb kelimesini kaldırıp daha güzel bir kelime gelsin”demek?
Kur’ândan bir âyet inkâr etmiştir ve:
الجدال باالقرأن كفر
“Kur’ânda cedelleşmek küfürdür.”
Allahü Zülcelâlin kendisine ait olan Kur’ân-ı azimü’ş- şanın bir kıymet ve değeri vardır.
Allahü Zülcelâl baştan sona her hadiseyi, kıyametten sonrasını dahi anlatır.
Cennete cehennemde, kâfir de mü’minde, yalancıda sadıkta, hepsi de gelir.
Musâda aleyhisselâm geçer Firavunda geçer.
Ancak hepside Allah kelâmı olduğu için hepsinede harf başına 10 sevâb verir.
Cömerd olan Allahü Zülcelâl kullarına böyle harf başına 10 sevâb veriyor ki okusunlar yararları olsun diye.
Kelâmının okunması için bir tergibtir bu 10 sevâb.

Bu kişiler bazı kelimeleri Kur’âna yakıştırmıyorlarsa bu cühûddur ve küfre girerler.
Kur’ânı azimü’ş şanda Zakirûn-Mezkûrun vardır.
قل هوالله احد
Dediğin zaman hem Allah kelâmı oluşundan sıfatıdır.
Hem de içinde Allahın zâtı zikredildiğinden dolayı iki faziletlidir bu âyet.
Ebi Leheb’i okursan sadece Allah kelâmı oluşundan bir fazileti vardır.
İkisinde de Zakirun zikreden Allahü Zülcelâldir. Ama zikredilenler farklıdır.
Birisinde Allahü Zülcelâlin zâtından, diğerinde ise bir müşrikten bahsedilmekte dolayısıyla mezkûrun değişiktir.
Her ikisinide okuyunca harfleri başına 10 sevab alırsın. Rabbımızın va’di budur. Yeter ki Allah, Lİllâh için oku.
Hatta kıbleye karşı oturur abdestli olarak saygılıca okuyacak olursan İmam-ı Ali kerremullahiveche nin buyurduğuna göre 25 sevâb alırsın.
Eğer mânâsını fehmedib, tefekkürle inceliğini, hükümlerini harikalıklarını inceden inceye düşünerek dilinle ve kalbinle olursa o zaman 40 sevâb alırsın...
Namazda okunan Kur’ân’a ise harf başına 100 sevâb alırsın.
Bu hususda bin incelik vardır ki, bir kimse mânâsından bi haber bilemiyor, ayni zamanda acemîdir okurken kekeleyerek okuyabiliyor, mâhirde değil ve müşkilât içinde heceleyerek okuyorsa ama Allah lillâh için okuyorsa mâhir olandan daha fazla sevab verir ona.
Çünkü zahmeti daha çok çabası ve ciddiyeti vardır.
Bazı kimseler vardır ki “İyice okuyamayanlar Kur’ân okumasın yanlış olursa olmaz”derler.
Bu zümreler isterler ki Kur’ân okunmasında kendi kitablarını okusun halk.
“Mânâsını bilmeden Kur’ân okunmaz” diye kararlar verip düzgün okumayanlara hiç cevâz vermezler.
Maksadları kendi zümrelerinin kitabları satılsın okunsun ve halk sömürülsün.

Halbuki Aleyhisselâtü ve’s selâm Allahü Zülcelâlin büyük bir lütfûnu haber verip buyuruyor ki:
Kur’ânı azimü’ş şanı düzgünce okuyan okur.
Ancak Kur’ânı okumaya aşk-ü-şevki olup yanlışlarla da olsa okumaya çalışıyor, eğitim alamamış ve dili alışmamış yanlışlarla da olsa okuyor.
İşte o zaman görevli bir melek Kelâmullahdan yanlış okunan kelimeleri düzeltip inzâl olduğu gibi huzura çıkarıyor.
Kimse, çıkıpta; “yanlış okursan hiç okuma zarar gelir”diyemez.
Çünkü, “okumak istiyorum ama yanlışlarım var”diye Allahın kelâmından uzaklaştırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Kur’ânı düzgünce okuyorsa mesele yok.
Ama yanlışları olursa Allahü Zülcelâl lütfen ve merhameten melekler halketmiş onların işi yanlış okunan Kur’ân kelimelerini noksanlıklarını giderip fazlalıklarını çıkarıp huzura düzgünce çıkarır.
Bu böyledir ama bahsedip durduğumuz ma’lum şahıs gibileri çıkarda bizi hadisler bağlamaz derse ve hadislere inanmazsa sözümüz inananlaradır.

Bu kimseler gibi rastgele çıkıpda kelâmullahı tâhrif etmek kimsenin haddi ve hukuku değildir. Bir âyet dahi olsa cühûd eden kâfirdir. من جحد اية من القرأن فقد كفر
Hatta tevbe istiğfar etse dahi katli had olarak gereklidir bir âyeti bile inkâr ederse...


Resim

Gûyâ: f. Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet. * Söyleyen.
Cühûd: Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek. * Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler.
Vâkıa’: Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
Tergib: Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
Zâkir: Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.
Mezkûr: Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan.
Mâhir: Becerikli, hünerli, san'atkâr.
Müşkilât: Zorluklar, çetinlikler.
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
İnzâl: (Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden meninin çıkması.
Tâhrif: (Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek.


Resim

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn: Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.(Bakara 2/30)

وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ فِي جَهَنَّمَ خَالِدُونَ
Resim---''Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn: Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.” (Mü’minûn 23/103)

وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim---Ve beşşirillezîne âmenû ve amilûs sâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihel enhâr(enhâru), kullemâ ruzikû minhâ min semeretin rızkan kâlû hâzellezî ruzıknâ min kabl(kablu) ve utû bihî muteşâbihâ(muteşâbihan), ve lehum fîhâ ezvâcun mutahharatun ve hum fîhâ hâlidûn: İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.(Bakara 2/25)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

Kardeşlerim,
Kur’ân Allah kelâmıdır ve azizdir.
Böyle canlarının istedikleri gibi yanlış te’vil ve benzeri şeylere asla gelmez.
Hâşâ bir âlet gibi oynamalarına Allahü Zülcelâl razı gelmez.

من فسر القرأن برأيه فليتبوأ مقعده من نار
Kur’ânı Kerimi kendi rey’ine göre tefsire kalkışan cehennemde yerini hazırlamış olur.”

Allah kelâmını bu şudur, şu budur gibi hadis vs. ye başvurmadan kendi akıl, mantık, tasavvur ve rey’ine göre te’vile kalkışmak asla olamaz ve Kur’ân böylesi bir kişinin inhİsârına giremez.
Kur’ânı azimü’ş şan öyledir ki; denizler tamamen mürekkeb olsa ağaçlarda kalem olsa Meleklerde yazıcı olsa künhünü (aslını, hakikatını) esâsen yazamazlar. Çünkü Kelâmullahdır.

En son duyduğumuz bir şey daha...
Namazda Fâtihayı bilmiyorda Arabça okuyamıyorsa meâl okusun” diyor.
Hâşâ ve kellâ. Fâtiha öyle bir fâtiha ve o kadarda kıymetli ki, Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki; “Fâtihayı bir kefeye koysan, Fâtihasız Kur’ânı da Elif-Lam-Mim’den Nas’a kadar olan kısmı 7 kerre karşı kefeye koysan dahi Fâtihanın dengi olamaz.”
Fâtiha ümmü’l- Kur’ândır. Fâtiha bir acayibtir. O kadarda oyuncak haline getirilemez.
Fâtihada Allahü Zülcelâl ile kulu arasında bir harikalık vardır.

Hadis-i Şerifte:
قسمت الصلاة بينى وبين عبدى نصفين فنصفهالى ونصفها لعبدى ولعبدى ماسئل فاذاقال الحمدلله رب العالمين قال الله حمدنى عبدى فاذاقال الرحمن الرحيم قال الله اثنى على عبدى فاذاقال مالك يوم الدين قال الله مجدنى عبدى فاذاقال اياك نعبد واياك نستعين قاالله صدقت عبدى اوكذبت عبدى

Allahü Zülcelâl Fâtihayı kuluyla aralarında ikiye ayırdı.
Kul “Elhamdulillâhirabbi’l âlemin” deyince Allahü Zülcelâl: “Kulum bana hamdeddi
Kul: “Errahmanirrahim” deyince; Allahü Zülcelâl: “Kulum beni senâ etti
Kul: “Maliki yevmiddin” deyince; Allahü Zülcelâl “Kulum beni temcid etti
Kul “iyyake na’budu ve iyyâ keneste’in” deyince ise;
Eğer kul sadakatla söylemiş ise Allahü Zülcelâl: “Sadakta ya abdi, doğru söyledin ey kulum” buyurur.
Kul doğru söylemiyor ise “kezebte, yalan söyledin” buyurur.
Eğer “Sadakta ya abdi” buyurduysa arkasından gelecek istek için Allahü Zülcelâlin va’di vardır.
Kul ne ister?
اهدنا الصراط المستقيم
Kul, kendisininde sırat-ı müstakim ehlinden olmasını diliyorki; Allahü Zülcelâlin ni’metiyle şereflenmiş olan kişilerin yolu olsun,
صراط الذين انعمت عليهم diyor ve
غير المغضوب عليهم ولاالضالين
Diyerek gazabına uğramış ve dalalete düşmüş kimselerin yolundan olmasın diliyor. Olmayayım diyor.

İşte Fâtiha böyle bir Fâtiha olup dururken okunsun mu okunmasın mı ne demek?
Böyle bir Fâtihayı besteleme meselesi nedir ve acaba bu kimselerin vicdanları nasıl kabullenmiştir?
İ’tikad ve inançlarının Allahü Zülcelâle bağlı olduklarını söyleyenler haram olan bir çalgı ile söyleyip çalabiliyorlar.
Çalgılar içinde sadece tef’e ve delbek’e cevaz verilmiştir.
Oda ilan etmede kullanılmıştır. Diğerleri tamamen muharramattır.
Ben 60 küsur sene evvel Erzurum ile Muş arasında bir beldeye ki adını söylemiyeyim bir düğünde bizâtihi Fâtihayı bu şekilde okuduklarına şahid oldum.
Hem çalgı çalıyorlar hem de “En’amte aleyhim” kısmını söylerken “Hadicetu’l kûbrâ, Fatimetü’z Zehrâ” diye söylüyorlar.
Ne zaman ki “Gayri’l Mağdubi aleyhim veladdalin”e gelince “Ebu Bekir ve Ömer’e” dönüştürüyorlardı.
İşte böylesini de dinledim. Nasıl oluyor da bunlar olabiliyor?

Onun için kardeşlerim;
Aziz olan Kelâmullahın bazı kişilerin ellerinde ve dillerinde çeşit çeşit âlet edavat durumunda olması hiç yakışıyor mu?
Herkes güya aklına göre birşeyler yapıyor. Meydanda boş ya!.
Halbu ise dinimizde akıl ve mantık diye bir şey yoktur.
O ancak Hazreti İsâ aleyhisselâm devresinde Sokrat ve benzerleri: “Bizim risâlete ihtiyacımız yok biz, akıl ve mantıkımızla buluruz!” demişlerdir.
Nitekim bizde de günlerce dinledik ki: “Bizim dinimiz akıl ve mantık dinidir” diyerekten kürsülerden hem de din adamı geçinenler ilân etti durdu.
Halbuki bizim dinimiz “mesned” dinidir.
Düşünün bir kerre Allahü Zülcelâl bizleri ayni sistem mi yaratmıştır?
Hiçbir tanemiz diğerine benziyor mu?
İcabında ikiz doğuyorlar asla tıpatıp benzer olamazlar.

Çünkü Allahü Zülcelâlin yaratışı fabrikasyon değil ki, bir fabrikadan çıkmış gibi tıpatıp akıl ve mantıklarımız eşit olur mu?
Ne kadar insan varsa o kadar akıl ve mantık var.
Peki o kadar çok sayıda da din mi olsun yani!..
Âdemoğlunun çok büyük kıymet ve değeri vardır.
Onun için bir parmak izi dahi hiç biri diğerine benzemiş değildir bu ana kadar.
Bu Allahü Zülcelâlin bir hikmeti ve azametidir.
Onun için her bir kişinin aklıyla mantıkıyla Kur’ânı te’vile kalkışmak kesinlikle yasaktır.
Aslında onları küfre eletir başka da bir şey olmaz.

Nitekim İmam-ı Ali kerremullahiveche Abdullah ibn-i Abbas’ı radiyallahuanhu Haricîlerle münazaraya gönderirken: “Amucaoğlu Kur’ân ile mücâdeleye girme. Çünkü Kur’ân sonu olmayan bir şey. Muayyen bir şeye bağlanacak durumda olmaz. Kur’ân bu, Allahın kelâmı, ilmi sonsuzdur. Onlar derler ki bizimki doğru, sende dersin ki bizim ki doğru, her ikinizde zarara girersiniz. Ama sünnet yoluyla olacak olursa o zaman onları mağlub edersin!.”
Buyurmuşsa da Haricîler sünnetle münazarayı kabul etmemişler: “İllâ Kur’ânla olacak” demişlerdir.
Güya Haricîlerde Kur’âna bağlanıyorlar.
Bakın bakalım Haricîler kimdir ve nasıl Kur’âna bağlanıyorlar güya...
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Haricî zümresi ateşin köpekleridir” “Kilabu’n- nar” buyuruyor.

Hülasa kardeşlerim;
Kur’ânı azimü’ş şanın o kadar kıymet, değer ve azameti var iken, “namazda nasıl olursa olsun, okuyabilirsin!” diyebiliyor.
İster meâl oku, ister esas duruşta dur!” bize böyle elettiler.

Halbuysa:
لا يمسه إلا المطهرون { تنـزيل من رب العالمين
(Vakıa/79-80)
“Ona ancak temizler dokunabilir. O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.”
Bu ancak mutahhar, tertemiz kimselerin tutabileceği bir kitabdır.
Cünûb ya da benzer halde elle tutmayı kesinlikle yasaklıyor. Mutahhar kimdir?
Namaz kılacak halde olandır. Mutahhar olmazsa namaz kılamıyor çünkü,
Kur’ân okuyamıyor. Cünûb olan kimse Kur’ân okuması mümkün olmayınca namazda kılamıyor.
Halbuki cünübkende meâl okuyabilir. Bu apaçıktır.
Rabbi’l âlemin tarafından gelen bir kelâmıdır Kur’ân-ı Kerim. Kudsaldır ve bu şekilde basit bir kitab gibi kullanılamaz hâşâ ve kellâ.
Kur’âna karşı olan saygısızlık sahibine karşı saygısızlıktır.
Onun için kim bu cür’eti gösterip de buna kalkışacaksa artık gelecekte mâliyetinin ne olacağını kendi düşünsün!..

Gelelim namaz hususunda anlattığımız gibi Allahü Zülcelâlin Habibine sallallahu aleyhi ve sellem buyurduğu hadis-i Kudsîsinde: “Namazda Fâtihayı kulum ile benim aramda iki bölüm kıldım, biri benim biri de kulumundur”, buyuruyor.
Allahü Zülcelâl Fâtihanın okunmasından çok hoşlanır. Çünkü Ümmü’l- Kur’ândır.
Ehli olanın Fâtihadan çıkarabileceği çok çok mânâ ve muhteviyat vardır.
Namazda Kur’ânın okunması ittifakla farzdır.

Namaz Kur’ânsız asla olamaz ve böyle bir fetvâ asla verilemez. Kur’ânsız namaz olsa olsa oyuncak olur.
Müslümanları kandırıpta bu hale düşürmeye hiçbir kimsenin hakkı da yoktur.
Meâli kim yapmış meâl halabanın işidir.
Hâşâ Allahü Zülcelâlin kelâmının yerini tutabilir mi?
Allah aşkına düşünün bir kerre tutar mı? Düşünün de insafa gelin. Kimin bu meâl? Kim yapmış bunu?
Velevki Buharî bile olsa Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadisleri olmasına rağmen kelâmullahın yerinde onun eşiti olamaz.
Namazda Kur’ân yerine hadis bile okusa olmaz iken sen nasıl olurda rastgele birisinin meâli ile namaz olur dersin?
Kimbilir kimin meâlini söylüyor onu da bilemiyoruz?
Esasen halabanın birisinin. Cür’etkârlık yapıp söylemiştir yazmıştır ve kendi aklına, mantıkına, davasına ve mensubu olduğu fırkasının inancına göre uydurmuştur muhakkak.
Onun için böylesi bir namaz İslam namazı olmaz.

Hatta, bir zaman güvenilir bir şahsiyet diyor ki:
Bir kimse gelmişte “Efendim Fâtihayı bilmiyorum” demiş. O da: “O halde meâl oku!” deyince o kimse: “Meâlde bilmiyorum” demiş.
O zaman meâlde bilmiyor isen hazır ol durumuna gelde şöyle bir dakika durup beklersen namazın olur!” diyor.
Vallahi eğer namaz kendisine kılınıyor ise bu sapık adam, tabi ki kendisi kabul edebilir. Kendisi için saygı duruşu yetebilir.
Fakat, Allahü Zülcelâl için yapılacak olan bir namazda ise harfiyyen yapılması gerekenden çıkamaz ve bir açıklık da verilemez. Nasıl gerekli ise öyle kılınır.
Namazda mutlaka Kur’ânın olması lâzımdır.
Kur’ânda Fâtihanın okunması farzdır diyen iki mezheb vardır.
Diğer ikisi ise vâcibtir derler.

Kardeşlerimiz, biz bu acayiblikleri ne duyduk ne de gördük.
Nasıl ki, Ebrehe Kâbenin varlığını çekemedi de Yemendeki kendi yerinde bir benzerini inşa’ etti.
Fakat halk ayni seviyede bilmeyip yine de Kâbeye hücûm edince Mekke’deki Kâbeyi yıkmaya azmetti.
Bu kimselerde İslam dinini bu minvâl üzere yıkmaya saldırıyorlar.
Bunların hıncı; Allahü Zülcelâle mi, Rasûlullaha mı sallallahu aleyhi ve sellem Sünneti seniyyesine mi, Hadis-i şeriflerine mi, İslam dinine mi bilemiyorum.
Hınçları nereden neyesine geliyor da neleri alt üst etmek istiyorlar?
İnanınki böylesi bir fitne ve fesada daha böylesi kimse cür’et etmemiştir.

Allahü Zülcelâl bizleri şerlerinden muhafaza etsin, şuûr versin, mûîn olsun, tevfikatıyla refik eylesin, cümlemizi hüsn-ü-hatimeler ihsan eylesin. Âmin!.

Etraflıca düşününce görüyoruz ki esâsen dinde tâhrifat için gönderilmiş başkada işi olmayan birisidir.
Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, Ebrehede, Kâbeye gelen gidenin çokluğunu çekemedi, müşerref ve kudsal bir yer oluşunu hafsalasına sığdıramadı da yıkmaya karar verdi geldi ve esfeli safiline gitti.
Bunların da sonu böyle olur!.

Hali hazırda durum budur.
Dinimizi yıkmak tamamen yok etmek için akla hayale gelmeyen, bu ana kadar duyulmamış, geçmişte de o kadar fesad, felâket ve feciatlar olmuş ama böylesi hiç görülmemiş yollara başvuruyorlar.
Esâsen neden ve kime karşı yaptıklarını bir türlü fehmedemiyoruz.
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetlerini tamamen yok sayıp hadislerine hiç bir yer bırakmamış bir kimsenin kendisi hangi fırkadan ve kimin ümmeti gerçekten belli değil.

Bu kimse Allahın kuluyum dese, o zamanda Allahü Zülcelâlin kelâmını oyuncak haline getiriyor ve saygı duymuyor. Fâtiha yerine meâl oku diyor.
Kendisinin mi kimin ise meâli, Allah kelâmı yerine oku diyor.
Kul sözü ile Allah kelâmını eşit duruma getirebiliyor.
Öyle görüp öyle hükmediyor ve elbette şirk koşuyor.
Allaha namaz kılacakmış da meâl okuyacakmış hâşâ ve kellâ.
Bu kadar da dinimizi hafife almak yakışır mı düşünün bir kerre Allah aşkına!..

اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا الاتباعه وارنا الباطل باطلا وارزقنا الاجتنابه
سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لا اله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك آمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ارحمنا.

**

MuhaMMed SıDDıK kaddesallahu sırrahu Hocamızın Sohbet sonu Duası:

اللهم ارنا الحق حقا وارزقنا الاتباعه وارنا الباطل باطلا وارزقنا الاجتنابه
سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لا اله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك آمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ارحمنا.

Allahumme!
Erine’l- Hakkan Hakka verzukne’l- etbâ’ıhı.
Ve erine’l- bâtılan bâtıla verzukne’l- ictenâbihu!
Subhâneke Allahumme ve bihamdike eşhedu en lâ ilâhe illâ ente vahdike, lâ şerike leke estagfiruke ve etubbi ileyk!
Âmine Yâ Erhame’r- Rahîmîn, Yâ Erhame’r- Rahîmîn, Yâ Erhame’r- Rahîmîn İrhamnâ!


Allahım!
Bize hakkı, hak olarak hakkan göster ve ona uymakla rızıklandır!
Bize bâtılı, bâtıl olarak bâtılan göster ve ondan çekinip, sakınıp uzak olmakla rızıklandır!
AllahımSen SubhÂNsın!
Hamdin ile şehâdet ederim ki Senden başka el İLÂH yoktur, SeN Vâhid-TEKsin, ortağın olamaz, Sana tevbe istigfar edip Sana dönüyorum!
Kabul buyur yâ merhamet edenlerin en merhametlisi, yâ merhamet edenlerin en merhametlisi, yâ merhamet edenlerin en merhametlisi, bize merhamet et!..


Resim

Te’vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır.
Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânasına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi)
Temcid: Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz.
Va’d: Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. Bir şeyi yapmak veya bir şey için söz vermek va'ddır. Hayır işlenecek iş için masdar "va'd" veya "vaide" dir. İşlenecek şey şer ise; ev'ide denir. Masdarı "Îâd: $ " dır. Va'd hayırda, îâd ve vaîd şerde kullanıldığına göre; vaîd: $ masdarı şerre niyet ettiğini, korkulacak iş işleyeceğini haber vermekle korkutmaktan ibarettir.
Cevaz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Edavat: âlet vs gerekli malzeme.
Mutahhar: Temiz. Pâk. Kudsi, pâklanmış. Tâhir kılınmış. Mübârek. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismi.
ÜMM: Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey.
Ümmü’l- Kur’ân: Kur’ânını ANAsı. Fâtiha Sûresi.
Fetvâ: Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi.
Halaba: Kendini bilmez câhil ahmak adam.
Cür’etkâr: f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek.
Minvâl: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
Fitne: İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey. * Muhârebe. * Azdırma. * Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu. * Küfr. Fikir ihtilâfı. * Şikak. Kavga. * Delilik. * Mihnet ve beliye. * Mal ve evlâd. * Potada altın ve gümüşü eritmek. * İmtihan ve tecrübe etmek.
Fesad: Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek.
Mûîn: Yardımcı. Muâvin. İane eden.
Tevfik: Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
Refik: Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş.
Hüsn-ü-hatime: iyi-güzel sonuç..
Tâhrifat: (Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar.
Hafsala: Zihin, akıl,,
Feciat: (C.: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia.
Fehm: (Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış.


Resim

denizler tamamen mürekkeb olsa:

وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِن شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِن بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَّا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Resim---Ve lev enne mâ fîl ardı min şeceretin aklâmun vel bahru yemudduhu min ba’dihî seb’atu ebhurin mâ nefidet kelimâtullâh(kelimâtullâhi), innellâhe azîzun hakîm: Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.” (Lokmân 31/27)

لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
Resim---Lâ yemessuhû illel mutahherûn: Ona ancak temizlenenler dokunabilir.(Vâkıa 56/79)

تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Resim---Tenzîlun min rabbil âlemîn: O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.(Vâkıa 56/80)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz Kardeşlerimiz;

Aslında Fırka-i Dalle olan yoldan çıkmış fırkalar hakkında Kur’ân ve hadis yoluyla malumât verip açıklamak azmindeyim Allahın izni ve inâyetiyle.
Çünkü, günümüz çok kritiktir. Efkâr (fikirler) bozukluğu i’tikad bozukluğu beter hale gelmişir.
Hiç olmazsa imkanlarımız nisbetince anlatalım da inanan inanır, inanmayanlar da kendileri bilir.
Hidâyet Rabbımız Allahü Zülcelâle aittir. İnanmayanlarda bizi ilgilendirmez artık.
الهادى هوالله “Hidâyeti verecek olan Allahdır.” Kimseye diyeceğimiz bir şey kalmıyor.
Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: انا الدليل والهادى هوالله “Ben delilim hidâyeti verecek olan Allah” Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem i’tiraf ediyorki, hidâyet ve imân ancak ve ancak Allahü Zülcelâlle alâkalıdır.
Kimsenin bunda bir tasarruf hakkı yoktur.
Çünkü tasarruf imkânı olsaydı Aleyhisselâtü ve’s selâma çok candan emeği geçmiş olan amucası Ebu Talib için hidâyet ve imanı çok arzuluyor idi. Fakat, kader kaderullah, başka şey.
Onun için bir çok hadislerinde “Tevhid kelimesini amucama arz ettim eğer söylese idi kurtuluşu olurdu ama bir türlü söyletemedim.”
Hattaki sormuşlar da: “Ya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem senin şefaatin ebeveyninede olmuş mudur?”
Zâten babası ve anası fetret ehlidir. Ve kendi vaktinde gelmemişlerdir. Sorumlu da değillerdir. Bunda şek ve şüphe yoktur.
Eğer amucası Ebu Talib gibi kendi devresinde gelmiş olsalarda ilân edildiği halde risâletine inanmamış olsalardı o zaman evet, ale’l- küfre giderlerdi.
Fakat babası zâten doğmadan vefât etmiştir. Annesi ise 6 yaşında iken vefât etmiştir.

İşte sormuşlar da cevâben: "Elhamdülİllâh anama, babama, bir de süt kardeşim vardır. Hâlimetü’s Sadiye’de iken bir süt kardeşim vardı. Ona da yardımcı oldum da Oda Allahın izni ile bağışlandı. Oda ehli iman oldu” buyuruyor.
Amucası için sorduklarında da Aleyhisselâtü ve’s selâm buyurur ki: “Evet Onada şefaatim yetişti” “Nasıl yetişti? Ya Rasûlullah imana geldi mi?”
“Hayır, ancak cehennemin en hafif azabına dûçar olacak. En ehven azab nedir cehennemde? Ayaklarında bir takunya giydireceklerde başında olan dimağı kaynayacak. İşte cehennemde en ehven olan azab budur. Eğer benim şefaatım olmasaydı cehennemin gamaratına (ıssız-virâne) düşerdi. Daha esfeline düşerdi” buyurmuştur amucası hakkında.
Her türlü ihtilaf çıkarmak isteyen bozguncu ve sapık fırkalar pek çoktur.

Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem انا الدليل والهادى هوالله “Ben delilim Hadi Allahdır” buyururken âyet-i celîle de:
وكذلك أوحينا إليك روحا من أمرنا ما كنت تدري ما الكتاب ولا الإيمان ولكن جعلناه نورا نهدي به من نشاء من عبادنا وإنك لتهدي إلى صراط مستقيم
(Şûrâ / 52)

“İşte böylece sana da emrimizle Kur’ân’ı vahyettik. Sen, kitab nedir, imân nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisi ile doğru yola eriştiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.”

Habibine sallallahu aleyhi ve sellem mâlûmat veriyor ki: Kitabda bilmezdi, imanda bilmezdi ancak elçisi olunca her türlü ihtiyaç duyacağı hususda mutlaka malümat ve tâlimat vermiştir. Allah tarafından bir elçi olmasa zâten nuru da imanı da ve kitabı da bilemezlerdi.
İşte Kur’ân nuru, iman nuru, hidâyet nuru hepside eğer Allahü Zülcelâl bir hidâyet verecekse iman nuru kalbdeki aydınlıktır ve bir hidâyettir. Sırat-ı Müstâkim olan doğru yolda bu aydınlıktır.
İşte bundan dolayı dilediğimiz kullarımıza hidâyet sebebi vesile olur buyuruyor.
Ve “ancak sen ya Habibim sen halka doğru yola hak yola delil olup gösterirsin ve anlatırsın” buyuruyor.

Esâsen va’az-ü-nasihat eden gerçek âlimlerin hepisi de Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem mirasçılarıdır. العلماء ورثة الانبياء “Ülema enbiyânın mirasçılarıdır” Mutlaka böyledir.
Elbette halkın hepisi mâlümat sahibi değildir. Fi’l hakika birbirimize her halükârda ihtiyacımız vardır.

Onun için Aleyhisselâtü ve’s selâm; müşriklerin devresinde kudsal Kâbenin üzerinde bir sürü tapınaklar var iken acayib bir vahşet olmasına rağmen Aleyhisselâtü ve’s selâm teşrifiyle hak ve hakikatı ortaya getirmiştir.
Kendisine Allahü Zülcelâl sahib olmuştur. Ve elçisi kılmıştır, Habibi kılmıştır.
Bu minval üzerine artık bu bir nimeti azimedir. Allahü Zülcelâle şükürler olsun.

Kardeşlerimiz, iyice bir düşünün Allahü Zülcelâl vallahi Âdemden aleyhisselâm Aleyhisselâtü ve’s selâmın teşrifine kadar onun ayarında bir Resûl ve nebî göndermemiştir. Beşerriyet içinde bir tâne olup üstünlüğü vardır.
Onun için öbür âlemde de aynı hünerini gösterecektir. Allahü Zülcelâl kendisine düstûrlar vermiştir.
Şu günümüzde de böyle bir şahsiyeti bizlere nasib ettiği için Allahü Zülcelâle binlerce şükürler olsun.
Ne yapmamız lâzım bu Ni’met-i Azime karşısında?
Elbette, şükrünü bilmemiz ve hukukuna riâyet etmemiz lâzımdır. Geleceğe inanan herkes için bu böyledir.
Öldükten sonra tekrar dirileceğine, mahşere, cennet ve cehennemin hak olduğuna inancı varsa o zaman tek yapışacak olduğu Aleyhisselâtü ve’s selâmdır.
Mutlaka Habibullahın sallallahu aleyhi ve sellem yolunda yürümesi şarttır. Şart.

Allahü Zülcelâl;

لئن شكرتم لأزيدنكم ولئن كفرتم إن عذابي لشديد
(İbrahim / 7)

“... Eğer şükrederseniz, elbette size (ni’metimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”

“Eğer ni’metlerime karşı şükreder şükrünü öderseniz çoğaltırım amma nankörlük yaparsanız o zaman azabım şiddetli olacaktır” diye ilan ediyor. Onun için vallahi bu ni’metin üzerinde hiçbir ni’met yoktur.
Çünkü bu ni’met sadece burada değil de gelecekte cennete varıncaya hatta oradada devam edecek bir ni’mettir. Cennete varsa dahi şefaatı o yönde de vardır.
Onun şefaatı sayesinde daha yüksek kâdemeye daha elverişli cennetlere ki cennetler muhtelif olup eşit değildir.
Onun için cennette bile makam yükselmesi Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem şefaatı sayesindedir ve gereklidir.
Cehennemden çıkıp cennete girmeye yine Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem şefaatı gerekli.
Sıratı geçerkende Onun şefaatı gerekli ve: “Allahümme sellim, Allahümme sellim “ diyen yine Aleyhisselâtü ve’s selâmdır.
Bu sayededir ki çabukça geçilebilir. Mizânı ve daha birçok mesele ve hadiseleri yine Onun şefaati hallediyor.
Nehr-i Kevser’e varabilmemiz yine Onun sayesinde olabiliyor. Esâsen onun tasvibiyle varabiliriz ve ondan nasibimiz bu şefaatle olabilir.
Ayni zamanda mahşer âleminde Onun Livaü’l- Hamd sancağı altında beraberce olabilmemiz dahi onun rızasını celbetmek şartiyledir.
Hülasa şefaatleri sayılmayacak kadar olup pek çoktur. Biz ise bu hususlarda bir parça malümat vermek azmindeyiz.
Dalle olan sapık fırkaları Allahın izni ve inâyetiyle anlatım ki; ümmeti Muhammed hazer etsin şerlerinden.

Resim

Fırka-i Dalle: Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan grup.
İnâyet: Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak.
Fetret: Uyuşukluk, zayıflık. * Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman. * Vukuu âdet halinde olan şeyin kesilme zamanı veya kesilmesi. * İki vakıa arasındaki geçen zaman. Terakki ve teâli devirleri arasındaki hareketsiz, sükûnetli geçen devir.
Minval: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
Düstûr: f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.
Livaü’l- Hamd: Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.


Resim

وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِن جَعَلْنَاهُ نُورًا نَّهْدِي بِهِ مَنْ نَّشَاء مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Resim---''Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ, mâ kunte tedrî mel kitâbu ve lel îmânu ve lâkin cealnâhu nûren nehdî bihî men neşâu min ibâdinâ, ve inneke le tehdî ilâ sırâtın mustekîm: Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip iletiyorsun.” (Şûrâ 42/52)

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ
Resim---''Ve iz te’ezzene rabbukum le in şekertum le ezîdennekum ve le in kefertum inne azâbî le şedîd: "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim 14/7)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Kardeşlerimiz;
Hep anlatmışız ki, Aleyhisselâtü ve's selâmın yolu bir tanedir.
Evet “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır” buyurmuştur.
Yahudiler 71, Nasara 72 fırka iken onlardan da fazla 73 fırka olmuştur.
Onun için 73 fırkadan sadece bir fırkası “Fırka-i Nâciye”olup 72 si sapık fırkalardır.
Fırka-i Nâciye ise Ehl-i Sünnet ve’l cemaattan olan kişiler için kurtuluştur.
Diğer fırkalar ya sapık ya da ehl-i küfür olan fırkalardır ve i’tikadları nisbetlerine göredir.
Cehenneme varacak olanları olduğu gibi sapıklık durumuna göre daha beriye daha beriye…
Yahutta cehenneme bir saatlik, bir günlük vs. girer çıkar.
Cehenneme giren kimse mutlaka i’tikadda bir küfrü sebebi ile girer. Yani hata ve günahlarından dolayı girmez.
Çünkü, Allahü Zülcelâl cehennemi küfrü yakmak için yaratmıştır.
Cehennem gazabındandır. Cennet ise rızasındandır ve rızasına bağlıdır.
Allahü Zülcelâlin rızasını sağlayabilen bir kimse cennet ehli olur. Allah cümlemize nasib etsin. Âmin!…

Cennet Allahın bir rahmetidir. Hatta âmel yoluyla cenneti satın almaya hiç kimsenin de böyle gücü asla yoktur.
Eba Hüreyre radiyallahuanhu nin rivâyet ettiği hadisi şerifde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Hiçbir ferdiniz âmel yönüyle cennete giremezsiniz. Ya Eba Hüreyre, dünya ve muhteviyatı ile cennetten bir karış yer dahi satın alamazsınız ve karşısında bir kıymet ve değeri olamaz”
Yani bir karış bile olsa bu böyledir.
Ancak ve ancak Allahın Rahmeti ile cennete girilebilecektir.
Eba Hüreyre radiyallahuanhu: “Ya Rasûlullah sende mi âmelinle girmeyeceksin?” diye sorunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ولااناالاان يتغمدنىالله برحمته “Ben isem dahi âmelimle değilde Allahü Zülcelâlin güçlü olan rahmetine güvenerek rahmetiyle girebilirim” buyuruyor.
Cenneti âmel yoluyla satın alabilecek bir gücümüz yoktur bir kerre. Biz beşerîz.
Orada olan nimetler ve bu gün bu dünyada olan ni’metlerinde şükrünü ödeyemiyoruz.
Bir Me’mur iken çalışmadan bir iş yapmadan ma’aşı alabiliyor musun?
Hiç oturduğun yerde sana bir şey veriyorlar mı?
Hayır. Onun için hele bilhassa şükretmeyip de ters gidecek olursan o zaman peki kim sana sahib çıkar acaba söyle bakalım.
Rahim olan Allahü Zülcelâl ref’etini, şefkâtini ve rahmetini esirgememiş her yönüyle vermiş:
إن الله بالناس لرءوف رحيم
(Hac / 65)
“Allahü Zülcelâl insanlara hem rauftur hem rahimdir.” Bu eğer böyle olmamış olsa hâlimiz felâketti. Düşünün şu hayatımızdaki nimetleri sayılabilir mi?
وإن تعدوا نعمة الله لا تحصوها إن الإنسان لظلوم كفار
(İbrahim/34)
“Allah’ın ni’metini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.”

Bu ni’metleri sayacak olursanız asla haklayamazsınız. Gerçekten insan zâlim ve nankördür.
Evet, nefsine de zülmediyor esâsen nankör geliyorda bu sebeble ni’metlerin hakkını ödeyemiyor.
Kendisini Allahü Zülcelâlin emirlerine bağlayamıyor.
İnsan şu yaşantısına bakıpta yeyip içip ve gezdiğine bakmıyor.
Halbuki değil yeryüzü gök âlemi ve melekler dahi bizim hizmetimizdedir.
Her bir ferdimizi şeytanlardan koruyabilmek için 360 melek görevlendirilmiştir. Muhtelif muhtelif görevleri vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Yaz devresinde bir çanakta pekmez olsa sineklerin ona hücum ettiği gibi şeytanlarda Âdemoğlunun üzerine öylesine saldırırlar.” Çünkü, düşmanlarıdır.
İblis kendisini bu hale düşüreni Âdem aleyhisselâm bildiği için Âdemoğluna çok zıddır. Yapabildiği sürece elinden geleni yapacaktır. O sebeble:
وكذلك جعلنا لكل نبي عدوا شياطين الإنس والجن يوحي بعضهم إلى بعض زخرف القول غرورا
(En’am / 112)
“Böylece biz, her Peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.”

İnsanlarda bazı şeytanlaşma durumu vardır.
Fakat Allaha şükürler olsun ki Melekler daha çoktur da şeytan ve avanelerinden korurlar.
Anlatmışızdır, ama burada da kısaca anlatalım. Melekler, şeytanlar, insanlar ve cinler vardır.
Melekler masiyetten ma’sumdurlar ve asla şer işleyemezler. Şeytanlar kesinlikle keferedir ve onlarda asla hayr getirmezler.
Melekler nurdan, şeytanlar ise ateştendirler. Ateş tabi mutlaka zarar getirir. Bundan dolayı şeytanlardan bir hayr beklenmez. Melekler ise nurdan oldukları için onlardan da şer beklenilmez.
İnsanlar ve cinlerin durumları ise âmellerine göre değişik olur. Ale’l küfre de gider, ale’l imana da gidebilirler.
Her ikiside ins ve cin, sorumludurlar. Cennetede, cehennemede girecekler.

Kardeşlerimiz Melekler – şeytanlar – cinler ve insanlar hepsi bu dört nesne bir araya gelseler:
Melekler 9/10 unu temsil ederler. Kalan 1/10 un 9/10 unu şeytanlar, kalan 1/10 un 9/10 unu cinler, kalan 1/10 unu ise insanlar teşkil ederler. Kolay anlaşılsın diye bu dört nesnenin toplamına 1000 dersek kısaca:
900/1000 ü melekler, 90/1000 ını şeytanlar, 9/1000 unu cinler ve kalan 1/1000 ni de insanlar teşkil ederler.
Melekler o kadar çok insanlarda o kadar azdır kainatta. İnsanlar hepsinden az ama hepsinden de efdaldir ve faziletlisidir.
Biliyorsunuz ki Allahü Zülcelâlin mahlukatı içinde Habibinin sallallahu aleyhi ve sellem seviyesinde hiç bir kimse olmamıştır.
İnsanoğlu kıymetli ve değerlidir. Zira Allahü Zülcelâl:
ولقد كرمنا بني آدم وحملناهم في البر والبحر ورزقناهم من الطيبات وفضلناهم على كثير ممن خلقنا تفضيلا
(Isra / 70)
“Biz hakikâten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.”
Böylece Allahü Zülcelâl insanoğlunun mükerrem ve mahlukatın en üstünü olduğunu ilân eder.

لقد خلقنا الإنسان في أحسن تقويم {ثم رددناه أسفل سافلين
(Tin / 4-5)

“Andolsun ki biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.”
Hakikaten Allahü Zülcelâl insanoğlunu ahsen-i takvim, en güzel kıvamda yaratmıştır.
Fakat, kıymet ve değerini takdir edemediğimiz ve bu da nankörlük olduğu, ni’metinin şükrünü ödemediğimiz ve muhalefet yaptığımızdan dolayı esfeli safiline indiriyor..


Resim

İ’tikad: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak
Şefkât: Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.
Avane: yardımçılar, yardakçılar.
Kefere: (Kâfir. C.) Kâfirler.
ale’l: Üzeriene. Ale’l küfre: küfr üzeriene. ale’l imana: iman üzerine.


Er Raufu :
Resim

er RahîM:
Resim

Resim

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem kumu düzleyip âsâsı ile ortaya bir dikey çizgi çizdi ve: “Bu ALLAH’ın yoludur.” buyurdu. Sonra, o çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdi ve: “Bunlar yollardır ve her yolun başında oraya çağrıda bulanan bir şeytân vardır!” buyurdu.
(İbni Kesir, 2/190)
Sonra da şu âyeti okudu:
وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Resim---''Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûh(fettebiûhu), ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum an sebîlih(sebîlihi), zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn: “Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur. Bana uyun. (Başka) yollara uymayın. Zirâ o yollar sizi ALLAHın yolundan ayırır. İşte sakınmazın için ALLAH size bunları emretti.”” (En’âm 6/153)

Resim---İbn. Mes’ud (ra): “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize düz bir çizgi çizdi ve: “Bu rüşd yoludur.” dedi. Sonra bunun sağından ve solundan bir çok çizgiler daha çizdi: “Bunlar da bir takım yollardır ki herbirinde bir şeytân vardır, ona (kendisine) çağırır!” buyurdu ve En’âm 6/151-153 Âyetlerini okudu.” dedi.
(Buhârî, Rikak 4;Tirmizî, Kıyâmet 22; Ibn. Mâce, Mukaddime 1; Darimî, Mukaddime 23)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Yahudiler 71 fırkaya ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Hristiyanlar 72 fırkaya ayrıldı, birinden başka hepsi cehennemdedir. Ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır, birinden başka hepsi cehennemdedir. “O bir tane kurtulan fırka kimlerdir yâ Rasûlullah?” sorusuna: “Onlar benim ve ashabımın üzerinde gittiğimiz yola gidenlerdir.” buyurmuştur.
(Ebu Dâvud, Sünnet 1; Tirmizî, Îmân 18; Ibn. Mâce, Fiten 17; İ. Ahmed II/332)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:”Ümmetimden bir fırka hak üzere galib olup duracaklardır: Velâ tezâlü taifetün min ümmetî zâhirine alâ’l-hakki.”” (Buhârî, Tevhid 29; Müslim, Îmân 247; Ebu Dâvud, Cihâd 4; Tirmizî, Fiten 51; Ibn. Mâce, Mukaddime 1)

Resim

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاء رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
Resim---''Ve kezâlike cealnâ li kulli nebiyyin aduvven şeyâtînel insi vel cinni, yûhî ba’duhum ilâ ba’dın zuhrufel kavli gurûrâ(gurûran), ve lev şâe rabbuke mâ fealûhu fe zerhum ve mâ yefterûn: Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak.(En’am 6/112)

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
Resim---''Ve lekad kerremnâ benî âdeme ve hamelnâhum fîl berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesîrin mimmen halaknâ tafdîlâ: Ve andolsun ki; Âdemoğlunu kerem sahibi (şerefli) kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helâl şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık.(İsrâ 17/70)

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
Resim---''Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm: Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ
Resim---''Summe redednâhu esfele sâfilîn: Sonra aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tîn 95/5)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Hülasa kardeşlerimiz;

Piyasaya bakarsanız herkes kendi davasının hak üzere ale’lhak olduğunu söylüyor. Ama işin hakikatı nedir?
İşte bu hususlarda bir miktar mâlumat vermek sorumluluğumuz vardır esâsen.
Sağ olursak inşaallah anlatmaya çalışacağız.
Rabbımız ahseni ne ise ona muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin!…

Biliyorsunuz ki, öteden beri “Lâ ilâhe İllâllah” diyen birisi cennetliktir diyorlar.
Hadisleri dinleyin ve okuyun da kim cennetlik kim cehennemlik imiş ona göre kararınızı verin.

Hadis-i Şerif:

لايسمع بى احد من هذه الامة يهوديا ولانصرانيا ثم يموت ولم يؤمن باالذى ارسلت به الاكان من اصحاب النار

Hadis meâli:

Aleyhisselâtü ve’sselâm buyuruyor ki: “Muhammedin nefsi yed’-i kudretinde olan Allah hakkı için, beni Allahın Habibi ve Rasûlü olarak duyduktan sonra ve bildikten sonra ister Yahudi ister Nasranî kim olursa olsun getirdiğime iman etmez ise cehennem ehlidir. Ashabu’n nardır.”

Rasûllulah sallallahu aleyhi ve sellem Allahın elçisi olarak gönderildikten sonra
Yahudi de olsa Nasara da olsa diye ilân etmesinin sebebi; onlar: “bizim kendi nebîlerimiz var, Musâmız var, İsâmız var onlarla yetiniriz!”demesinler diye ilan etmiştir.
Hadisde buyuruyor ki; Ümmetimden hiç bir kimse teşrifimden sonra gelenler dışarda kalmaksızın risâletimi duyan herkes Yahudi de olsa Nasranî de olsalar ummumiyyetle sorumlulukları vardır. Geçmiş dinler nesholunmuştur bir yarar getirmez ve hükümsüzdürler. Buna rağmen risâletimi duyupta benim getirdiğim ile kanaat etmeyip i’tikadını bu yönde bağlamaz ve inanmaz ise o zaman ashabu’n- nardır. Cehennem ehlidir. Başka yol ve yönleri de yoktur.
Hadisi; Müslim ve İmam-ı Ahmed Ebu Hüreyre (r.a)’den rivâyet etmişlerdir.

İşte bundan anlaşılıyor ki sadece kendi ümmeti değil de diğer Musâya aleyhisselâm ve İsâya aleyhisselâm olan bağlılıkları da kaldırmıştır.
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem teşrif ettikten sonra kendisine bağlanmışlardır.
Ümmet-i Muhammedin mensublarıdırlar. Her milleti dahiline almıştır.
Geçmiş tüm nebîlere bağlılıkları ibtal edip, Allahü Zülcelâl Habibine sallallahu aleyhi ve sellem bağlamıştır.
Tabi, vaktiyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gelmeden o nebîlere tabi’ olmaları hak idi ama Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem teşrif edince onların hükümleri geçersiz kılınmıştır. Hadis sağlıklı sıhhatlidir.

Hadis-i Şerif:

والذى نفسى بيده لايؤمن احدكم حتى اكون احب الناس اليه من والده وولده

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kasemle, nefsim yed’-i kudretinde olan Allah hakkı için hiçbir kimse kâmil mü’min olamaz buyurup şart koşmuştur. Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem karşı olan muhabbeti ve bağlılığı hiç bir teraziye girmemeli başka kimselere olan bağlılıklarıyla kıyaslanmamak, eşit olmamak ve ana baba evlâd da dahil insanların tamamından çok sevip bağlı olmak şartıyla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tercihlidir.
Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellemi tercih etmedikçe kâmil bir mü’min olamaz.
Düşünün bir kerre Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem gösterilmesi gereken saygının kıymet, değer ve önemini.
Acaba saygımızın sadece dille olması yeterli midir?
O’na muhalefet yapıp getirdiklerine değer verilmez ve âdeta bir düşman gibi görülürse, sevgi, saygı ve bağlılık gösterilmeden rafd (safdışı) etmeye çalışılırsa böylesi sevgi, saygı ve muhabbetin aslı astarı ve alâkası var mıdır muhabbetle?
Onun için bir kimse seviyorum dediği zaman Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuyor ki;

من احب شيئا اكثر من ذكره

“Birşeyi seven ekseri onu zikreder.”
Bir kimseyi seven onu çokça anar. Fikrinde dilinde ve kalbinde o vardır.
Bunun tam tersine olup; Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ın muhabbetini bırakın O’nu saf dışı etmeye kalkışıp, getirdiği hükümlere sahib çıkmayıp ve hadislerine hiç bir değer vermeyenin muhabbetine inanılır mı?
Hâşâ ve kellâ, böyle muhabbet mi olur?

Muhabbeti iyi anlamak isterseniz; sporcuları, siyasetçileri ve okeycileri düşünün. Nasıl gece gündüz akılları fikirleri oralarda, hep onlardan bahsedip onların peşinde canları bahasına koşuyorlar.
Muhabbet ehliyim diyenler yanlış da olsa onların sevdiklerinin her zaman her yerde ve her halde nasıl yanında ve emrinde olduklarını görsünlerde bir ibret alsınlar.
Allahü Zülcelâl bizleri islah etsin, şuûr versin. Âmin!.

سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لااله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك

Aziz kardeşlerimiz;

Sizlere bir hadisi daha anlatmak azmimiz vardır.
Bu hadisden faydalandırmasını Rabbımızdan diliyor ve inâyetine sığınıyoruz.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: انتم اليوم على بينة من ربكم تأمروف باالمعروف وتنهون عن المنكر وتجاهدون فىالله ثم يظهر فيكم السكرتان سكرة الجهل وسكرة حب العيش وستحونون عن ذالك فلا تأمرون باالمعروف ولاتنهون عن المنكر ولاتجاهدون فىالله القائمون يومئذ باالكتاب والسنة لهم اجرخمسون صديقا قالو يا رسول الله منا اومنهم قال لا بل منكم

Hadis meâli:

Aleyhisselâtü ve’s selâm ashabına irşad ediyor.
Hoş kelimeler kullanarak kendilerinin ale’l hayr (hayr üzere) olduklarını Emri bi’l- ma’rufu (iyiyi emretme) yaptıklarını, nehy-i ani’l- münker (kötüden yasaklama) yaptıklarını ve bunların mevcûd olduğunu, cihadlarınında Lİllâhi Teâlâ Allah için,
Allah rızası için ve iman ve islamın yayılması için candan olduğunu belirttikten sonra kendilerine şöyle buyuruyor:
Sizden sonra gelecek olan kimseler iki sarhoşlukla karşı karşıya kalacaklar ki; birisi cehâlet sarhoşluğu, diğerisi de mâişet (geçinme) sarhoşluğudur.
Dünya sevgisi ve yaşam yönünden adeta bir sarhoş (sükran) durumları olacaktır.
Dünya sevgisi ve cahilliği sebebi ile dünya geçimini her şeyin üstüne çıkaran bir kimse yetiremediğinde ve denkleştiremediğinde ne olur?
Başka bir kimsenin karşısına çıkıpda, “sakın rüşvet yeme, şunu yapma, bunu etme” diyebilir mi?
Kendisi yapıp durmaktadır esâsen.
Veya kendileri de men edip yasakladıkları işin içinde bizzâtihi olanlar nasıl iyiyi emredip kötü olanı yasak edecek ki.
Cehalet ve mâişet sarhoşlukları o hale geliyor ki, bu kimselerin yollarını tamamen tersine çeviriyor.
Böyle oluncada ne emri bi’l ma’ruf ne de nehyi ani’l münker işlenebîlir.
Cihad ise zâten yapılamaz. Neden?
Zirâ, artık inanç ve i’tikadları değişmiştir.
Ciddiyet ve ihlasları değişmiş olup islaminki ile alâkası yoktur.
Öyle olunca ne iyiyi emredip kötüden sakındırabilirsiniz ne de cihadı ihlasa bağlayabilirsiniz.
İşte o zamanda biraz önce anlatılmış olan sahabelerin hal ve durumlarının tersine dönülmüş olur.
Böyle bir hal ile karşılaşıldığında cehaletin her tarafı kaplayıp bürüdüğünde ve insanların kendilerini tamamen dünya mâişetine bağladıklarında; Allahü Zülcelâlin kitabına ve hükümlerine, Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet ve hadislerine ve hükümlerine sahip çıkıp elinden geldiği kadar emredileni yapmaya yasaklanandan da uzak durmaya gayret edersiniz.
Böylesine Kur’ân ve sünneti kendisine medâr eden ve muhalefet etmeyen kimse ki, her taraf fesada uğramış, emribi’l ma’ruf ve nehyiani’l münker kalmamış ve herkes tamamen cehalet ve dünya mâişeti derdine düşüp bunlara bağlanmışlar iken hak yolda (Fırka-i Naciye) olan için;
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Onların hallerine düşmeyip kendini koruyabilen kimseye 50 sıddık ücreti ve sevabı verir”
Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem soruyorlar: “Bizim devremizdeki kişilerin 50 si mi? Yoksa onların devresindeki 50 sıddık ecri mi?”
“Hayır sizin devrenizdeki olan 50 sıddık ecri ve sevabı verilir.” buyuruyor.

Resim

Hülasa: Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.
Yed’-i kudret: Kudret eli.
Nesh: Ist: Şer'i bir hükmü yine şer'i bir emirle kaldırmaktır.
Ashabu’n- nar: Ateş ehli.
Mensub: Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan.
Mâişet: (Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Hadis-i Şerif:

سألت ربى فيما يختلف فيه اصحابى من بعدى فأوحى الى يا محمد ان اصحابك عندى بـمنـزلة النجوم فى السماء بعضها اوضيا من بعض فمن اخذ بشيئ مماهم عليه من اختلافهم فهو عندى على هدى


Hadis meâli:
Rabbıma ümmetim arasında olacak olan ihtilafları sordum ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu ihtilafları zâten bilmekte idi. Ma’lum olduğu inkar edilemez.
Zirâ, kıyamete kadar olacak fitneleri birer birer ortaya koyup işaretler vermiştir.
Ashabı arasında ilerde olacak vakıa’ları tamâmen sormuş ki halleri nice olacak?
Karşılığında cevaben:“Ya Muhammed, bu yönden hiç endişe etme senin sahabelerin benim katımda gökteki yıldızlar gibidirler. Evet bazısının şavkı çok ya da az olabilir ama netice olarak yıldızdır. Hepsi yıldız olunca bir na-hoşluk olmaz ki. Demek ki hepside birer nur sahibidirler. Fazlalıkları olabilir ama hepside nur sahibi. Aralarında vuku’’ bulacak olan hadiselerde hangi tarafı tutarlarsa tutsunlar “ala hudu” yani, hidâyet yolunda hidâyet üzere olduklarını kabul ederim.”Hadisin ravisi Hazreti Ömer radiyallahuanhu dir.
Yeter ki ashab-ı kirâm rivâyet etmiş olsun. Onların rivâyeti, tezi, nizamı ve söyleyişleri olduktan sonra Rabbımız tamamen hoş görüp hidâyet üzere olduklarını bildirmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sarahaten bildirmiştir.

Hadis-i Şerif:

لقد شرفك الله وعزمك والمؤمن اعزم حرمة منك الكعبة


Hadis meâli:
İşte kardeşlerim bu hadisi şerifin hükmüne göre şu anda piyasada bu milleti suçlu suçsuz demeden kendilerine uymamış, ya da istediklerini vermemiş vs. diye hemen tekfir edib öldürmeye teşebbüs ederler. Asla buna hakları yok iken.
Bir mü’minin kıymet ve değerinin büyüklüğünü her zaman anlatıyoruz.
Allahü Zülcelâl katında bir mü’minin öldürülmesi dünyanın altüst olmasından daha ağır bir suç ve cürümdür.
Bir mü’min haksız yere asla öldürülemez. Dünya yok olsa bile bundan daha hafif ve basittir.
Hadisi şerifte de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Kâbeyi tavaf ederken karşısında durup; Ey Kâbe evet, Allahü Zülcelâl şan ve şeref ve azamet vermiştir. Hem azimsin, hem de müşerrefsin. Buna rağmen bir mü’minin hürmeti esâsen senden daha fazladır. Kâbeye yapılandan da azim saygı ve hürmet mü’mine yapılması şarttır.
Çünkü, Kâbenin bir haramiyeti bir hürmeti vardır ki, saygı duyulacak, yıkılmayacak, Allahın evi bilinip hürmeti edilecek...
Tâbi ki Kâbeye teaddilik (aşırılık, azgınlık) yapmak sahibine yapmak demektir. Ona yapılmış olur.

Kardeşlerim, hali hazırda emri bi’l ma’ruf, nehyi ani’l münker yapılamadığı için fitneler çok ve yaygın olup herc-ü-merc, katl-ü-kıtal devresinde, 72 fırkada sanki meydandalar ve iyice sapmışlardır.
Sadece Fırka-i Nâciye ki; böylesi fitneler devresinde o yola sahib olana, 50 sıddık sevabını Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müjdelemiştir.
Az ya da çok sapan ya da tamamen küfre eleten 72 fırka içinde ehl-i Fırka-i Nâciye’nin kıymet ve değerini bir düşünün.
Allahü Zülcelâl hidâyet verip koruyacağında da korur.
Kâbenin bir hürmeti olmasına rağmen Ebrehe ve Fil sahibleri helâk olup gitmişlerdi. Ne idi gayeleri?
Sadece Kâbeyi yıkmaktı ve bunun için gelmişlerdi. Ve bu hale dûçar olmuşlardı.
Bir de günümüzü düşünün ki, yevmiye kaç insanımız herc-ü-merc içinde katlediliyor canice.
Diğer taraftan Allahü Zülcelâle ait olup bize bildirilen ve aziz olan dinimizi, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yoluyla gelen bu ilâhi nizamı tâhirf edip (bozup) yıkmaya çalışanlara ne dersiniz!
Nice nice fitneler ve Allahın kullarını elef telef etmeler haksız yere.
İnsanoğlu Kâbeden de kıymetli iken bu cânilerin yaptıkları Ebrehe’nin yaptığı ile kıyas kabul eder mi?
Ebrehe’den kat be kat beter esâsen.
Çünkü Ebrehe ve etrafındakiler sadece Kâbeyi yıkmak istedilerde o hale düştüler.
Kâbe ve insan mukâyesesinde Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde 3 diğerinde 4 hürmeti vardır insanoğlunun buyuruyor.
Nedir buyurduğu; Mü’minin canı, malı, ırzı ve hatta hakkında su’izân beslemek (kötü düşünmek) haramdır.
Ona karşı hüsn-ü zan sahibi olmak ve su’i zân beslememekde şarttır.
Bir mü’mine su’i zân da haramdır. Allahü Zülcelâl bunu da kabul etmiyor.
İşte bu şekilde Kâbeyi yıkmayı isteyene bu yapılırken Kâbeden 4 kat daha haram olan bir mü’mini öldürmek ne demektir iyice bir düşününde ne günlere gelmişiz anlayın.
Artık Rabbımızn inâyetine sığınıyoruz.
Bizleri muhafaza etsin başkada diyeceğimiz yok.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: تركت فيكم شيئين لن تضلوا بعدهما كتاب الله وسنتى ولن يتفرقا حتى يلد على حوضى


Hadis meâli:
Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki:
Sizlere emânet olarak iki nesne bırakıyorum. Bunlara sahib olursanız asla Fırka-i Nâciye’den sapmazsınız. Sapıklık olmaz ve yolunuz dosdoğru yolum üzere olur. Nedir bunlar?
Kitabullah ve sünnetim. Kur’ân-ı Kerimi ve hadislerimi sünnetlerimi bırakıyorum.
Kitab ve sünnetim size emânettir. Sahib olun dalale (sapıklığa) düşmezsiniz.
Hatta sadece dünyaya değil öbür âlemde dahi havz-ı kevserimi buluncaya kadar bunlar sizinle berâber olacaktır.
Evvelâ, Kur’ân-ı Azimü’ş şan, Rabbımızın kararı ve hükmüdür. Bir de Aleyhisselâtü ve’sselâmın sünnet-i seniyyesi.
İşte bu iki berâber oldu mu asla tefrika ve ayrıcalık yoktur.
Zirâ, bunlar Allahü Zülcelâlin ve Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hukuklarıdır.
İkisinin hukukları bir arada; Havz-ı kevserime ulaşıncaya kadar bu iki hak memzüc (mecz olmuş-ayrılamaz) durumdadır.
Bu ikisi ile havz-ı kevserime varabilirsiniz.
Bu iki hukuka bu âlemde ciddiyetle ve samimiyetle sahib olanların akîbleri budur.

Kardeşlerimiz, Celâleddin Suyutî devresinde bir meclisde bir kimse“Hadis yoluyla hüccet (delil) olamaz”diye ilân ediyor.
“Hüccet mutlaka Kur’ân yoluyla olur”diyor.
Meclisinde böyle söylenince İmam-ı Suyutî “Artık, cevab vermek sorumluluğumuz oldu”buyuruyor.
Bu yönden kendisine gereken hükümler çıkardıktan sonra ilân eder: “Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünneti seniyyesi ve sağlıklı sıhhatli hadislerinin inkarı kesinlikle küfürdür.
Hem de istediği kefere zümresine dahil olabilir farketmez”
buyuruyor.


Resim

İhtilaf: (Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak.
Şavk: Işık, parıltı. * Şevk.
Müşerref: Şereflenmiş, şerefli. Herkesce kıymetli.
Teaddi: Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
Herc-ü-merc: f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
Ebrehe: Peygamberimizin (A.S.M.) doğumundan elli gün kadar evvel Kâbenin tahribine gelen Habeş Ordu Kumandanının ismi.
Dûçar: f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış.
Su’izân: Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme
Fırka-i Nâciye: Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyeye sıkı sıkıya bağlı olup Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan ayrılmayan müslümanlar. Bunlar kıyamete kadar lütf-u İlahî ile devam eder. Tefrika: Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

İmam-ı Şafi Hazretleri de, yine ayni şekilde bir gün va’azında bir hadis okuyup bitirip “Sahihdir” kelimesini kullanınca bir kimse ayaklanıp kabarmış: “Ya Eba Abdullah sen buna sahih mi diyorsun?” demiş ve acayibine gitmiş.
İmam-ı Şafi Hazretleri diyor ki:“ O zaman farkettim ki bu kişi rafizîlerden zındıklardan birisidir” ve “Kendisine sen benim kiliseden çıktığımı mı gördün; kuşağımda zünnar mı gördün, Veyahutta kefere, küfür kelimeleri mi kullandım da bu hadis-i şerif acayibine gitti? Sahih olmayıp da nasıl olacak?
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadisini söylüyorum, sünnetini söylüyorum ve sahihdir diyorum. Sende bunun karşısında mı oluyorsun?”
der.
Sonra malumât veriyor ki: Esâsen bu misilli kimselerin hadislere karşı ve allerjilerinin oluşları şudur ki; Rafizîlerin fırkaları çok ve i’tikadları da değişik değişiktir. Zâten bunlar zındıklardır.
Bir fırkaları şunu iddia ederler: “Nübüvvet esâsen Ali’nin olmasına rağmen Muhammed kendisine sahiplenmiştir. Ali’ye zülum yapmıştır. Cebrâil de Muhammede getirmiştir o sebeble haindir.”derler. Hâşâ ve kellâ. İşte bu fırkaların hadislere karşılığı ve zıddıyetleri bu i’tikadlarından dolayıdır. Hadisleri benimsememelerinin gerçek sebebi budur.

İkinci olarak başka fırka varki; “İmam-ı Ali radiyallahuanhu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dünyadan göçtükten sonra kendisine bir hak taleb etmemiş ve arkasına düşmemiştir. Halbuysa hak Ali’nindir.” deyip bizzâtihi işin arkasına düşmediğinden ve lâkayd davrandığından dolayı imam-ı Ali’ye radiyallahuanhu kâhirleniyorlar ve O’ndan hoşlanmıyorlar.

Bazıları ise sahabe-i kiramdan gelen hiçbir söz ve haberi kabul etmiyorlar. Hadisleri bundan dolayı rafd (saf dışı) etmişlerdir.
Çünkü “Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem sonra hilâfet hakkı Ali’nin radiyallahuanhu iken O’na zülmettilerde kendilerine aldılar” diye onlar yoluyla gelen hadislere kesinlikle sahib çıkmıyorlar. Yâni Zıddıyetlikleri vardır.

Bakınız, halbuysa Allahü Zülcelâl Habibini sallallahu aleyhi ve sellem hiç ayırmamış ve لااله الاالله محمد رسول الله birlikte zikretmiş ve zikredilmesini emretmiştir.
Kelimeyi şehâdette, ezanda, arşın üzerinde de cennet kapısında da her nerde olursa olsun bu لااله الاالله محمد رسول الله birliktedir. Birlikte olması mutlaka ve mecburidir. Tek taraflı da değildir şehâdet. Allah ve resûlü.
Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem Rabbımızın gönderdiği Kur’ân yanında O’nun sünneti seniyesi de mutlaka birlikte işlenmedikçe iman sahibi olunamaz. Birisini inkâr etti mi, cehennemliktir ve kâfirdir esâsen. Zira âyet-i celîlede:

ياأيها الذين آمنوا استجيبوا لله وللرسول إذا دعاكم لما يحييكم
(Enfâl 8/24)

“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resûlüne uyun.” İcâbet ediniz ki bu zarurîdir. Keyfi değildir. Dâvet ettiklerinde her ikisinin dâvetini de kabul edib emre itaat şarttır. İster Kur’ân yoluyla, ister sünnet yoluyla. Her ikisine de behamahal şarttır icâbet. Zirâ emir veriyor Allahü Zülcelâl:

وما آتاكم الرسول فخذوه وما نـهيكم عنه فانتهوا
(Haşr 59/7)

“Peygamber size neyi veriyorsa alınız, neden nehyediyorsa ondan uzak durunuz.”
Bu ise Aleyhisselâtü ve’s selâmın kıymet ve değerinin ölçüsüdür.
Esâsen Allahü Zülcelâl Kitabullahında emrediyor ki; Habibi sallallahu aleyhi ve sellem ne getirdiyse ne emirler verdiyse sahib olunmasını nehyettiklerinden de kaçınılmasını emrediyor.
Kendi şahsiyetine, zât-ı celle ve âlâ celle celâlihu kendisine nasıl itaat gerekiyorsa itaat-i resûlünde ayni şekilde olmasının şart olduğunu ilân ediyor.
Ve yine buyuruyor ki:

لقد من الله على المؤمنين إذ بعث فيهم رسولا من أنفسهم يتلوا عليهم آياته ويزكيهم ويعلمهم الكتاب والحكمة
(Âl-i İmrân 3/164)

“Andolsun ki içlerinden, kendilerinin Allah’ın âyetlerini okuyan (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah bir gün mü’minlere büyük bir lütûfta bulunmuştur.”

Esâsen âyet-i celilede geçen kitab tabi ki kur’ândır.
Hikmete gelince ise o Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesidir. Bu ülemânın ittifakıyladır.
Ehl-i tefsir ve ehl-i üsûl bu hikmet kelimesini Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetleri ve hadisleri olarak bildirmişlerdir.
Allahü Zülcelâl ilân ediyor ki; kendi Kur’ânı Kerimine nasıl bağlılık gösterilmesi şart ise, Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem gelen O’nun verdiği hikmete de bağlılık şarttır ve birlikte yürütülüp işletilmesi de şarttır.
Kelâmullah bir hüküm olarak gelmiştir, ancak mücmeldir (kısa ve öz). Mufassal (açıklayıcı) değildir.
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ânın emir ve hükümlerini açıklamasına tafsilât vermesine mutlaka ihtiyaç vardır. Onun içinde hadisler mecburi zarurî ve şarttır.
Çünkü sünnet-i seniyye olan hadisler mufassalattır.
Kur’ân ve sünnet iki birlikte tamamlayıcı ve tekmildir.
Eğer İslam dairesinde olacaksa ikisini de kabullenmesi şarttır ve Allahü Zülcelâlin emridir.
Ümmet-i Muhammede dahil olanlar için bunlar şart olup başka bir yolu da yoktur bunun.
Zirâ, sadece Kur’âna bağlanacak olsa aradığını bulamaz ki.
Bu mümkün değildir bir kerre. Yok eğer “ben kendi aklımla mantıkımla Kur’ândan birşeyler bulurum hadise vs. ye gerek de yok” derse o zaman zındıklığa gider. Kur’ân rastgeleye te’vil edilemez. Şartı şurtu vardır.
Ancak ve ancak Kur’ân sahibinin getirmiş olduğu hükümler ve ma’lumâtlar geçerlidir.
Öyle birileri oturup da kendi akıl mantık ve davasına göre rastgele te’vile kalkıştı mı, küfrün beteridir. Feci’ durumdadır.

Bu hususlarda Celâleddini Suyutî geniş ma’lumâtlar vermiştir.
Biz kısaca değindik, çünkü günümüzde, hadislere karşı olmak, na-hoşluk göstermek, kabülenmemek, müslümanların kafalarını karıştırmak istemek ve esâsen düpe düz hadisleri inkara kalkışmak oldukça yaygın olup zındıkların ve rafizîlerin işleridir.
Ümmet-i Muhammed mensubu olan kimse asla bu işe bu şekilde cür’et edemez bir kerre.

Aziz kardeşlerimiz;
Hem bu dünyada hem de âhirette saadeti arıyorsak Rabbimiz, Habibullahı sallallahu aleyhi ve sellem şerif kılmış, âlâ kılmış, elçi kılmış ve habibi kılmıştır.
Onun için Allahü Zülcelâle yapılan saygı ve bağlılık mutlaka O’nun elçisi olan Habibine de yapılması mutlaka mecburidir.
Allahü Zülcelâlin rızasını böylelikle elde edebiliriz.
Yoksa Habibi ve elçisine sallallahu aleyhi ve sellem hasımlık ve terslik yapmaya cür’et edenler asla iflah olmazlar.
Azıcık akıl sahibi olanlar düşünsünler ki mutlaka böyledir...

Onun için Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hadisleri mutlaka Kur’ânın teferruatı, tafsilâtı, açıklayıcısı ve tamamlayıcısı olup zâten Kur’ânın dışında da değildir.
Kur’ânı nasıl tanıyorsak hadisler ve sünnet dahi öyledir.
Hepsine de muhtacız başka bir yolumuz da yoktur inananların. İnanmayana sözümüz zâten yoktur.

Allahü Zülcelâl cümlemizi hüsn-ü-hatime nasib etsin. Rasûlullahın sevgi ve şefaatına muvaffak ve müyesser eylesin.
Allahü Zülcelâlin rızası ve Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem hoşnutluğuna cümlemizi nâsib ve nâil eylesin.
Âmin!.
اعوذباالله من الشيطان الرجيم
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمدلله رب العالمين والصلاة والسلام على عبده ورسوله نبينا محمد صادق الأمين وعلى اله واصحابه والتابعين لهم باحسان الى يوم الدين. اما بعد
فان سنة رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: وحى اوحىالله الى نبيه محمد صلىالله تعالى عليه وسلم وهى مع كتاب الله العزيز اساس الدين الاسلامى ومصدره وهمامعا متلازمان تلازم شهادة ان لااله الاالله وشهادة ان محمدا رسول الله ومن لم يؤمن سنتى لم يؤمن باالقرأن


Resim

Sahih: Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade.
Mücmel: Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
Mufassal: Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış.
Tekmil: Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz.
Hüsn-ü-hatime: Neticeyi iyi bir halde bitirme. * İman ile âhirete gitmek. Kelime-i şehadet söyleyerek ölmek.


Resim

لَقَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَى الْمُؤمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْ أَنفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُواْ مِن قَبْلُ لَفِي ضَلالٍ مُّبِينٍ
Resim---''Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn: Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Âl-i İmrân 3/164)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Resim---''Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va'lemû ennallâhe yehûlu beynel mer'i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn: Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfâl 8/24)

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Resim---''Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum, ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh(vettekûllâhe), innallâhe şedîdul ikâb: Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.” (Haşr 59/7)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz kardeşlerimiz,
Bu hutbe Celâleddini Suyûtî Hazretlerinin olup Allahü Zülcelâle hamd-ü-senâ ve Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem selât-ü-selâm getirdikten sonra Kur’ân-ı azimü’ş şan ile Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinin de vahyi olduğunu, kendisine vahiy yoluyla geldiğini ilan eder.
İkisi de vahiy yoluyla ancak, vahyin gelişinde değişiklik var.
Kur’ân-ı azimü’ş şan vahy yoluyla gelmiştir, ancak mücmel olunca hadislere dayanarak açıklanması ve muamelâtta faydalanabilinmesi için sünnet-i seniyyeye mutlaka lâzımdır.
Kur’ân ve sünnet beraber olmadıkça esâsen tekmil olmaz.
Nasıl ki şehâdette “Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah ve eşhedü enne Muhammede’r- Resûlullah” denilmedikçe kâmil olmadığı gibi...
Risâletine iman hususunda Rasûlullah ilan etmiştir ki; teşrifinden sonra her kim risâletine, sünnetine ve hadislerine değer vermez: “Eşhedu enne Muhammade’r- Resûlullah” demezse ashabü’n- nardır. Yani cehennemliktir.
“Biz Yahudi ya da Nasranîyiz bizim tezimiz başka vs.” demelerinin hepsi geçersizdir ve mensuhtur.
Hal bu iken, hem Ümmet-i Muhammed olmayı bulmuşken, inkâra kalkışanlara ne demeli. Allah akıl versin, şuûr versin bizlere.
Teşrifinden sonra Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem bağlanmayı Allahü Zülcelâl Kur’ânın her yerinde ilân ediyor:

أطيعوا الله وأطيعوا الرسول وأولي الأمر منكم

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin.”
İtaat Allaha ve resûlüne olmakla beraber Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem şuraya buraya tayinle gönderdiği kişilere dahi itaat mecbur görülmüştür.
Görülüyor ki, Sünnet-i seniyyesine inanmıyorsa Kur’âna da inanmamış oluyor.
Ancak, Kur’ân ile sünnet arasındaki fark nedir?
Kur’ân Kelâmullahdır. Kelâm doğrudan doğruya Allahü Zülcelâlindir.
Sünneti seniyye ise Allahü Zülcelâlden direkt vahiy yoluyla veya Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla gelen hükümler tâlimâtlar olup uygulanmasıdır.
Kur’ân mücmel olup tafsilâtlı gerektiriyor.
İşte bu tafsilât ise sünnet-i seniyye ve hadislerdir.
Bu tafsilât olmadan kamâlat olamaz noksanlık kalır ve tatbikat hükümleri bilinemez.
Rafizîler sorarlar: “Neden Kur’ândan söylemiyorsun biz Kur’ândan gayrisini tanımıyoruz, Kur’ânda var ise tamam vs.”derler. Gayrisini saf dışı ettiklerini sanırlar.
Şimdi şöyle iyice bir düşünün bakalım, Kur’ân-ı azimü’ş şan ile sünnetin âlâkası nedir?
“Sen öğle namazının teferruatını Kur’ânda okuyabiliyor musun? Namazın muhteviyât ve muamelâtı anlatılmış mıdır? Haccın, zekatın, orucun teferruatı var mıdır?”
Hayır, hayır. İşte mesele de budur. Onun için sünnet tafsilâttır.
Her ikisi birbirini tamamlarlar. Bu ise mecburî olup sünnet olmadı mı teferruat kısımları hiçte bilinemez.

İmam-ı Şâfiî Hazretleri devresinde olan vâkıa’da bir vakitte hadis okuyan bir kimseye denk gelmiş ve hadisleri serdettikten sonra diyor ki: “Bu hadislerin hepsine değer vermemiz için ancak ve ancak Kur’ânla karşı karşıya getirdiğimizde lafzı lafzına hükmü hükmüne uygun olursa kabul edin, değilse reddedin.”deyip bazı delillerde gösteriyor ki bu hadis: “Kur’âna arzediniz benziyor ise sağlıklıdır değil ise reddedin” olup.
İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Ahmed böyle bir hadisin aslı yoktur diye bildirmişlerdir.
Yâni, hadisi Kur’âna arzedeceksiniz de benzeri âyet var ise kabul yoksa red.
Böyle bir hadis ise mevcûd olmayıp kendi uydurmalarıdır.
Bunun karşısında İmam-ı Şâfiî Hazretleri şöyle buyuruyor:

فاردت ان اوضح للناس اصل ذالك وابين بطلانه وانه من اعظم المهالك

“İstedim ki bu söylenenleri ibtaline çalışayım. Çünkü, bunların hiçbir dayanakları yoktur. Zirâ, Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sağlıklı bir hadisini reddeden; küfre eletir. Hadislerimi kur’âna arzedin bakınız, ölçünüz diye bir hadisin aslı yoktur. Esâsen bu gibi hadislerin butlanını (çürüklük, batıllık, beyhudelik) anlatıp ibtaline çalıştım ki ümmet-i Muhammed tehlikeye düşmesin. Zira bu en azim tehlikedir.” buyuruyor.
Birisi çıkıp Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem en sağlıklı hadisini uydurma bir hadisle durduracak ve aslı olmayan bir sözü de hadis diye ortaya getirecek.

İmam-ı Şâfiî devamla:

قال الشافعى رحمه الله تعالى:فاعلموا رحمكم الله ان من انكر كون الحديث النبى صلىالله تعالى عليه وسلم قولا كان اوفعلا بشرطه المعروف فى الاصول حجة كفر

Bir hadis ki, kavlen ve fiilen hadis şartlarına uygun mesnedler sağlam ve sağlıklı şartları tamamen tekmil bilinen muhaddislerin nezdinde hüccet olarak görülmüş iken reddedilmesi küfürdür kesinlikle.
واخرج عن دائرة الاسلام O zaman reddeden İslam dairesinden çıkmış olur.
مع اليهود والنصارى Böylesine sağlıklı ve sıhhatli bir hadisin ibtaline çalışıp red kelâmı konuşursa Yahudi ve Nasranîlerle birlikte olur Mahşer gününde... اومع من شاءالله من فرق الكفرة Ve yahutta onlarla bulunmadı ise mutlaka diğer kefere fırkaları arasında olacaktır. Ravisi İmam-ı Şâfidir.

Sufyan-i Sevrî ise: لااعلم شيئا من الاعمال افضل من طلب الحديث لمن حسنة فيه نيته
“Tüm ibâdetler arasında hadislerle meşguliyetten daha üstün bir ibâdet görmedim. Halisâne bir niyet sahibi olmak şartiyle en azim ibadet olarak hadisle meşgul olmayı gördüm”

Abdullah İbn-i Mübârek ise:
عن عبدالله ابن مبارك قال: مااعلم شيئا افضل من طلب الحديث لمن اراد به الله عزوجل

“İbâdetler arasında hadis talebinde bulunan ve hadisle meşgul olan kimseden daha üstününü görmedim ancak ve ancak Rabbımızın seçmiş olduğu kullarından ola.''

İmam-ı Zührî ise:
قال الزهرى قال كان من مضى من علمائنا يقولون الاعتصام بسنتى نجاة هذه الامة

Esâsen hadise dayanarak ve bu şekilde sünneti seniyyesine âmil olan kimseler için âlimlerimiz devrelerinde şöyle derlerdi: “Ümmet-i Muhammedin necatı (kurtuluşu) esâsen buna bağlıdır. Sünnet-i seniyyesine kavlen ve fiilen sahib oluşlarıdır.”

İmam-ı Beyhakî ise şöyle buyuruyor:
من الاحاديث والاثار الدالة على وجوب الاعتصام بسنتى وفرض اتباعها

“Sünneti seniyye ve hadislerin eserlerinde tebaiyyet (bağlılık) göstermek sûretiyle i’tisâm (tutunma) mümkündür ve buna bağlıdır. Ayni zamanda hadislerin ve sünnetleri öğrendikten sonra bağlılık göstermek farzdır. Dışında kalınamaz.”

Hadis-i Şerif:

اخرج الشيخان عن انس ابن مالك وعن ابن عمر رضىالله عنهما قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من رغب عن سنتى فليس منى

Hadis Meâli:
Buharî ve Müslim'in Enes ibni Malik’ten radiyallahuanhu ve Abdullah İbn-i Ömer radiyallahuanhu dan rivâyet ettikleri hadisde Aleyhisselâtü ve’sselâm buyuruyor ki: “Kim ki, benim sünnetime ihtiyaç duymazda lâkayd davranacak olursa benden değildir.”
Yani ümmetimden değildir. Sünnetime ilgi duymayıp kendini ona bağlı kabul etmeyen ümmetinden değildir.
Allah muhafaza etsin. Âmin!..


Resim

Muamelât: (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
Sünnet-i seniyye: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözlerine, emirlerine ve harekâtına dâir en yüksek ve kıymetli hâller, tavırlar, hareket düsturları.
Tekmil: Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz.
Mücmel: Kısa. Öz. Muhtasar. Sözü az, mânası çok olan. Hülâsa edilmiş. Müfesser olmayan söz.
Tafsilât: (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.
Muhteviyât: İçindekiler. Kapladığı şeyler.
Butlan: Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.
Kavlen: Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak.
Mesned: Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
Nezd: f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki "ind" mânâsındadır)
Hüccet: Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
İ’tisâm: Günahlardan sakınmak. * Pâk olmak. * Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak.
Lâkayd: Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.


Resim

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Resim---''Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum, fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhir(âhiri). Zâlike hayrun ve ahsenu te’vîlâ: Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.(Nİsâ 4/59)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

Hadis-i Şerif:
عن عبدالله ابن عباس رضىالله عنهما قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم اللهم ارحم خلفائى قلنا يارسول الله ومن خلفائك قال الذين يأتون من بعدى يرغبون احاديثى ويعلمونهاالناس

Hadis meâli:
Abdullah İbn-i Abbas radiyallahuanhu dan rivâyet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: “Allahım benden sonra gelecek olan hulefama (halifelerime) rahmet kıl” diye rahmet dilemiştir. Sormuşlar “Ya Rasûlullah halifelerin kimlerdir acaba?” Şöyle buyuruyor: “Benden sonra gelirler benim hadislerime sahib olurlar, hem hadislerimi meydana çıkarırlar revaçta tutarlar, okuyup ilân ederler, hem de halkın ta’limine öğrenmesine çalışırlar. İşte halifelerim bunlardır.”

Hadis-i Şerif:
واخرج الطبرانى فى الاوسط بسند صحيح عن على رضىالله عنه قال قلت لرسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان نزل بنا امر ليس فيه بيان امر ولانهى فماتأمرنا فقال تشاوروا فقهائكم والعابدين ولاتجعلونه برأى خاصة

Hadis meâli:
Tabaranî’nin Evsat’ında sened-i sahihle Ali radiyallahuanhuden rivâyetle Aleyhisselâtü ve’s selâm’a buyuruyor ki: “Ya Rasûlullah bir hadise ile başbaşa kaldığımızda, sizden duymadığımız bir emir veya nehiyle karşılaştığımızda ne yapmamız lâzımdır?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Fakihlerinize, abid ve müttaki olan kimselere başvurunuz. O zaman halledebilirsiniz. Fakat, sakının ki rastgeleye bir kimsenin hükmüne hemen kapılmayın. Bir kişinin re’yine kapılmayın” buyuruyor. Hadis sağlıklıdır.

Abdullah İbn-i Abbas radiyallahuanhu dan yine ayni sistem sormuş da Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem: “Senden bir hüküm ve emir bulamadığımız bir durumla karşı karşıya kalırsak ne yapmamız lâzımdır?” Cevaben: “Şura (istişâre)” buyurmuştur. Abidin ve fukahayı bir araya getirin böylece kendi kendinize bir karar verebilirsiniz. Allahü Zülcelâl bir kolaylık verir. Halisâne olduktan sonra esâsen ahsenini (en güzelini) bulmuş olursunuz. Esâsen bir kişinin rey’ine asla kapılmayınız.” Buyurmuştur.

Hadis-i Şerif:
عن عبد الله ابن عمر رضىالله عنهما قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: اكثرما اتخوف على امتى من بعدى رجل يتئول القرأن يضعه على غير موضع

Hadis meâli:
Abdullah İbn-i Ömer radiyallahuanhu dan rivâyet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm şöyle buyuruyor: Benden sonra ümmetimi en fazla dalalete sevkedecek olan ve en fazla korktuğum şudur ki; bir kişi çıkarda, Kur’ân-ı azimü’ş şanı kendi rey’ine göre te’vile kalkışır, tefsir verir ve halka anlatır ancak, kendisi gerçekte ise muhaliftir. Zirâ, mânâsının ve hükümlerinin dışındadır. Te’vilide tefsiri de uygun değildir.
Ümmetimi helâka sürükleyen ve ençok korktuğum budur. Çünkü Kur’ân; kendi re’yine ve davasına ve çıkarlarına uygun olacak tarzda te’vile kalkışan bir kişinin elinde hâşâ oyuncak haline gelir. Allah muhafaza etsin. Zirâ, tefsir yönü, çok ağırdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashab-ı kirâm radiyallahuanhu ve seçkin tefsir erbabının eserlerine baş vurmadan kafadan olacak iş değildir. Kur’ân-ı azimü’ş şan tabiki Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem ve ashab devresinde gelmiştir. Onun için de ve elbette vâkıa’ların hepsini, âyetlerin sebeb-i nüzülünü, vürûdûnu, nasıl, neden kimin hakkında, leylî mi, neharî mi, Mekkî mi, Medenî mi, seferî mi, vs. gibi durumları kendi vakitlerinde geldiği için biliyorlardı. Kendi devrelerinde ve yaşamları içinde inmiştir. Ayni zamanda kendi lügatlarıyla gelmiştir. Sahabenin fesahat ve belagatta daha emsâlleri gelmiş de değildir. Onun için kelâmullahı onların lügatına uygun olarak göndermişti ki okusunlar bilsinler diye. Başkalarına göre muğlaktır. Ama onlara göre gâyet vecizdir. Zira fesahat belagat ve şiirde çok mâhir durumları vardır. Her âyetin iniş sebebini biliyorlar çünkü kendi devrelerindedir.

Bazı sahabeler derler ki: “Ya Rasûlullah Kur’ânı biz okurken bir çeşit geliyor sen okurken bir çeşit haller oluyoruz” dediklerinde “Siz okurken Kur’ânın zâhirinden okursunuz ben ise bâtınından okurum, çünkü Kur’ânın zâhiri de vardır, bâtını da vardır. Tulûatı da vardır haddi ve matla’ı da vardır. Allahın harikâ bir kelâmıdır”. Kelâm, Kelâmullah. Mu’cize, esâsen Allahü Zülcelâlden Habibine sallallahu aleyhi ve sellem... Başka bir beşere Kelâmullah, doğrudan doğruya hiç gelmemiştir. Kelâmullah ancak Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem lâyıktır. O’na nazil olduğu için muhteviyatını ve mâhiyetini ancak o bilir. Behamâhal Kur’ânın tefsirini Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem ashab-ı kiramına radiyallahuanhum, onlardan da tebaine ulaşmıştır. Bizde onlara dayanarak söyleyebiliriz. Yoksa 1400 sene önce gelmiş olan Kur’ân-ı Kerim’i bu kadar müfessirler gelip geçmişken ashab devri, tabiinler devri, müctehidler devri vs. bu güne kadar meydana getirdikleri ulûmu’l Kur’ân ortada iken birilerinin tek başına hangi davanın hizmetçisi olduğu meçhul aklıyla tefsir ve te’viline mi kaldık!.. İtkan ve benzerleri o kadar çok ki. Nâsuh, mensuh sebeb-i nüzûl, tecvid, İ’câz vs. ûlumü’l- Kur’ân bitmez tükenmez binlerce eser. Zâhiri bâtını olan bir Kur’ânı azimü’ş şanı basit bir kitabmış gibi aklına göre bir şeyler yapacakmış!.. Bir şeyler çıkaracakmış! Çıkaracakları nedir? İşte, Fâtihayı bestelemişler âlet edâvat edip çalıp söylüyorlar!. Hazreti Âdemin aleyhisselâm halifeliğine yanlış tefsirdir derler vs. işte yaptıkları. Allah böylelerinin şerlerinden ümmet-i Muhammedi korusun. Âmin!. Bu feci’ bir durum esâsen. Kur’ânı oyunbazlık âleti yapmışlar hâşâ. Hadisi hiç kabul etmezken Kur’ânı da keyfince te’vile kalkışıyor. Halbuki;
من فسر القرأن برأيه فليتبوأ مقعده من نار
Kur’ânı kendi re’yine göre tefsire kalkışınca cehennemde yerini hazır etmiştir.

Kardeşlerimiz; Kur’ânı azimü’ş şanın ilmi sonsuzdur. Allahü Zülcelâlin bir sıfatıdır. Habibine sallallahu aleyhi ve sellem göndermiştir. Künhünü ancak ve ancak O bilebilir. Sahabeler O’ndan, Tabiinler sahabelerden duyarak öncekilerden sonrakilere aktarma olmuştur. Böylece birbirine dayanarak olur, yoksa kendi başına kendi aklıyla rastgele bir kitab gibi te’vile kalkışırsa bu kişinin küfrüne fetvâ verilir bir kerre...
Allahü Zülcelâl bunlara izân versin cümlemizi ale’l hakka muvaffak ve müyesser eylesin. Âmin!.

Hadis-i Şerif:
عن معاذ ابن جبل قال: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: اذظهرة البدع فى امتى وشتم اصحابى فليظهر العالم علمه فان لم يفعل فعليه لعنةالله والملئكة والناس اجمعين قال اظهار السنة-

Hadis meâli:
Mu’az ibn-i Cebel radiyallahuanhu’dan rivâyet edilen hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: “Benim ümmetim içinde bi’datlar çıkacak ve fazlalaşacak. Hattaki, ashabıma da sebbedecekler (sövecekler). O zaman ilmi olan bir kimse mutlaka ilmini izhar etsin açıklasın ortaya koysun behamâhal ketmetmesin gizlemesin. Eğer ilmini izhar edib onlara karşılık vermezse, Allahın meleklerinin ve insanlarının tamamının lânetleri üzerine olsun.”
Mübârek üzüntüsünden lânet kullanmıştır. Bundan dolayı bugün için ilmin ketmine kesinlikle cevâz yoktur. Hatta sormuşlar ki: “Ya Rasûlullah ilmin izharı nasıl olacak, hangi ilimle neyesine karşılık verecek veya mücadele edecek?” Aleyhisselâtü ve’s selâm: “Sünnetimi izhâr etmek” Hadislerini, sünnet-i seniyyesini ortaya getirmek bir kerre. Demekki apaçık bir şekilde bu günümüzü ve bu hâlimizi bildiriyor. Bu günleri görerek bu şekilde uyarmıştır.

Hadis-i Şerif:
عن ابى هريرة رصىالله عنه عن رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: من حفظ على امتى اربعين حديثا فيما ينفعهم فى امردينهم بعث يوم القيامة من العلما

Hadis meâli:
Eba Hureyreden radiyallahuanhu mervi’ hadisde Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: Kim ki; ümmetimin yararı ve faydalanması için ve muhafazası için 40 hadisi ezberlerse bilsin ki yarın mahşerde ülemâ zümresinden olacaktır. Sanki bu günkü i’tikad bozukluğunu görürcesine anlatmıştır. Onun için ümmet-i Muhammed’in dinini sağlayacak, koruyacak, münazara yapabilecek şekilde 40 hadis ezberleyene bu müjdeyi vermiştir Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem..


Resim

Revaç: Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
Şura: Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme.
İstişâre: Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak.
Dalalet: İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.
Tulûat: (Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar. Matla’: Tulu’un DOĞuş yeri. Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi.
Tebain: Sahabileri takib edenler…
İtkan: Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak.
Künh: Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi
Te’vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir.
İzân: Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ).
İzhar: Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
Ketm: Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.


Resim

Resim---Abdullah ibn-i Abbas (Radıyallahu anh)’den rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kim Kur’an hakkında ilme dayanmadan söz söylerse yani, Kur’an-ı kendi kafasına göre yorumlarsa cehennemdeki yerini hazırlasın” buyurmuştur.
(Tirmizî, Tefsir:1, No:2951)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz Kardeşlerimiz;

Hepinizde biliyorsunuz ki bazı kimselerin hadislere karşı allerjileri vardır pek kabul etmiyorlar.
Bu şekilde hadislere zıd oluşları benim çok acayibime giderdi ve sebebini bilmezdim.
Allahü Zülcelâl denkleştirince Allaha şükürler olsun Celâleddini Suyutî’nin hadis bakımından 700 eseri vardır.
Bahusus nakletmiş olduğu da İmam-ı Beyhakî’dendir. Delail-i Nübüvvenin ve Sünen-i Kübra nın birer medhali vardır. Medhal dediğimiz İmam-ı Beyhakî seçmeleridir bunlar.
Bu eserlerde bu gibi zındıka ve Rafizîler hakkında hadisleri peşinen buyurmuş Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem...

Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu dünyayı terk edib gittikten sonra İmam-ı Ali kerremullahiveche devresinde Muaviye ile aralarında bir mesele çıktı. Sonra İmam-ı Ali kerremullahiveche nin karşısında Haricîler ve benzerleri vâkıa’lar. Artık herc-ü-merc başlamıştır.
Zirâ Abdullah İbn-i Mesud öyle buyuruyor:“Vallahi Nuh aleyhisselâm dan bu yana mütemadiyen ordu bozanlık yapan zındıkadır. Bu öteden beri mevcûddur. Her nebîde de olmuştur.”
Celâleddini Suyutî; Zındıka ve Rafizîleri 12 fırkaya kadar çıkarmış ki gaye, niyet, akide ve fikirleri değişik değişiktir.

Bir fırkası nübüvvet Alinin radiyallahuanhu davasında olup Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın nübüvveti gasbettiğini savunurlar.
Hatta ezanlarında dahi: “Eşhedü enne Aliyyün resûlüllah ya da Aliyyun veliyullah” derler.
Gerçi bazı beldelerde “Aliyyun Veliyullah”ı normal ezana ekliyorlar.
Çünkü Rasûllullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yerine koysalar Ümmet-i Muhammed karşısında güçleri yoktur.
Bunu bildiklerinden dolayı doğrudan “Aliyyun Resûlullah” demezlerde “Muhammeder-Resûllullah” deyip hemen arkasından “Aliyyun Nebîyullah”ı eklerler.
Normal bir müslüman şehâdeti bilir ve bunların söylediklerini asla kabul etmez.

Diğer inançları ise: Mâdem ki Ali kerremullahiveche nübüvveti alıp kendisine mâl etmediğine göre şu halde vâsisidir.
Ve hilafet kendisinden sonra Ali’nin radiyallahuanhu olması lâzımdır.
Cibrile aleyhisselâm de hain diyebiliyorlar. İşte bu ve benzeri fikirler zındıka fikirleridir.

Başkacada, Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem dünyadan intikal edip Ebu Bekir Sıddık radiyallahuanhu’a mübaya’ edilince Rasülullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem vâsisi olan İmam-ı Ali radiyallahuanhu hakkını aramadı diye ona kahredip ondan tiksindiler, hakkına sahib çıkmadı diye zıddiyet ortaya koydular.

Hazreti Ali’ye radiyallahuanhu oğlu Hasan radiyallahuanhu soruyor: “Baba, dedemden sonra vazife kime geçer onun yerine kim olacaktır.”, deyince: “Oğlum, Ebu Bekir Sıddık radiyallahuanhu
Baba, Ebu Bekir-i Sıddık’tan sonra kim olur?” “Ömer bin Hattab” diye buyurunca Hazreti Hasan radiyallahuanhu bizâtihi i’tiraf ediyor ki: “Baktım ki, babam kendisine mâl etmiyor o zaman ben kendisine doğrudan doğruya Ömer’den radiyallahuanhu sonra sana mı geçer, sen misin?” dedim.
Mübârek İmam cevaben: “Oğlum, ben mü’min kardeşlerimin aralarında mü’min bir kişiyim bunlardan bir farkım yoktur.” Buyuruyor.
Hatta bazı rivâyetlerde Hazreti Osman’ı radiyallahuanhu da ilân etmiştir.

Hülasa kardeşlerimiz;
Hâşâ İmam-ı Ali’nin (k.v) nübüvvete asla bir dahli yoktur.
Nübüvvet doğrudan doğruya Rasülullah’a sallallahu aleyhi ve sellem aittir. Çünkü O’nun ayarında hiçbir kimse yoktur.
Gelelim kâdeme yönünden Ebu Bekiri Sıddık radiyallahuanhu ilk olarak iman eden bir kişidir.
İlk oluşundan dolayı İmam-ı Ali radiyallahuanhu de diğer ümmet-i Muhammed’de kim iman etti ise Hazreti Sıddık’ın radiyallahuanhu bir hasenesidir.
Çünkü Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Ebu Bekir-i Sıddık’ın imanı terazinin bir kefesine konulsa ondan sonraki kıyamete kadar gelecek ve iman edecek olan ümmet-i Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem imanları da diğer kefeye konulsa “Ebu Bekir’in radiyallahuanhu imanı racih gelir .” Hazreti Ali (k.v) dahi Ebu Bekir’in radiyallahuanhu bir hasenesi sayılıyor.
Hatta “Hazreti Ömer radiyallahuanhu nasıldır?” diye sormuşlar da “Ömer, Ebu Bekir’in bir hasenesidir” buyuruyor.
Çünkü, Cenâb-ı Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
من سن سنة حسنة فله اجرها واجر من عمل بها الى يوم القيامة
“Sünnet-i hasene işleyen bir kimse kendisinden kıyamete kadar kimlerki kendisini taklid ederde ayni şeyi yapacak olurlarsa kendisine de aynı şeyi yazar.”

Onun için Sıddık radiyallahuanhu ilk olarak iman eden bir kimse olduğundan dolayı kim ki iman ederse aynı Ebur Bekir’in radiyallahuanhu terazisine ve sahifesine konur. Aynı tartış ve ağırlığı verir.
Tüm iman edenler bir kefede, öbür kefede de bunlar olmakla beraber bir de Ebu Bekir Sıddık’ın radiyallahuanhu imanı olunca ağır gelir ve racihtir. Hazreti Ebu Bekir radiyallahuanhu ile iman yönünden ölçüşecek birisi olamaz.

Hazreti Ömer radiyallahuanhu da adalet yönünden faziletlidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Benim yeryüzünde iki vezirim vardır ki, Ebu Bekir ve Ömer’dir.” buyurmuştur. Birisi sağında birisi solundadırlar.
Gerçi Rasülullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sağı solu yoktur.
Zira, “Namazda ben görüyorumki saflarınızın arasına şeytanlar kara oğlaklar gibi girmekteler. Onun için saflarınızı bir kitle haline getirin.” Buyuruyor.
Hülasa Hazreti Sıddık radiyallahuanhu kulak, Hazreti Ömer radiyallahuanhu ise göz mesabesindedir.
Hazreti Sıddık radiyallahuanhu iman mesabesindedir. Çünkü görmeye değil de duymaya bağlıdır. İman görmediğimiz bir şeye inanmaktır. Gördükten sonra zâten iman eder.
Hazreti Ömer ise göz mesabesinde olup İslam meselesidir. Hazreti Sıddık radiyallahuanhu, Hazreti Ömer radiyallahuanhu gelip gittiler. Hazreti Ali radiyallahuanhu gelince ve hadiselerden sonra O’na kahrettiler.
Kendi hakkına sahib çıkmadı ve herhangi bir şeye başvurmadı dediler. Sahabenin düzgünce yürümelerine bakıp safraları kabardı. Bir türlü hazmedemeyip Sahabe-yi Kirâm’ı tekfire, sebbetmeye v.s başladılar. Hâşâ...

Tabiki o devirlerde doğrudan yapamadıklarını yavaş yavaş yapmaya ve Sahabe yoluyla intikal eden hadislere şu yanlıştır bu yanlıştır demeye başladılar. Sahabeyi güya düşmanları bilip hadisleri hafife almaya başladılar.
Halbuki Aleyhissalatü Vesselâm: “Yer yüzündeki iki vezirim Hazreti Sıddık ve Hazreti Ömer olmakla beraber gök âleminde de iki vezirim Cebrail ve Mikâil olup hizmetlerime koşarlar” buyurmuştur.
Hal böyle iken gide gide sahabeye sebbetmeye başladılar ve İmam-ı Ali’ye (k.v) ayrıcalık çıkardılar.

Kardeşlerimiz, İmam-ı Ali radiyallahuanhu, Hazreti Fatıma’dan radiyallahuanhu dolayı damadıdır.
Çok kıymetlidir denilecek olursa evet, gerçekten de çok kıymetlidir.
Fakat, Hazreti Osman radiyallahuanhu da Rasülullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem iki kızı vardır. Eğer bu ölçü dersek...
Evet İmam-ı Ali kerremullahiveche Fatımaya radiyallahuanhu sahib olmuştur.
Hazreti Osman radiyallahuanhu ise Rukiye radiyallahuanhu ve Ümmü Gülsüme radiyallahuanhu sahib olmuştur.
Hazreti Ali kerremullahiveche damadıdır ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem babası durumunda denilirse Hazreti Sıddıkın radiyallahuanhu ve Hazreti Ömerin radiyallahuanhu değeri daha fazla olabilir.
Gelelim Hazreti Fatımaya radiyallahuanhu. Esâsen Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem evlâdları kalmayışı, arkasından nebî gelmeyeceği için Kasım radiyallahuanhu olsun, İbrahim radiyallahuanhu olsun vefât ettiler.
Hatta buyuruyor ki: “Eğer İbrahim sağ kalsa idi nebî olması lâzımdı ama arkamdan gelecek nebî yoktur” diye kesin hüküm verilmiştir. Kalsaydı zâten kendi evlâdları kalırdı.
Zâten müşrikler ve münafıklar diyorlardıki: “Kendisinin arkasında kimsesi yoktur. Nasıl olsa kendisi de gelir geçer, öldükten sonra ise arkasından gelecek kimsesi kalmaz ve sonu kesintiye inkitaya uğrar” diyorlardı.

Onun için oğlan evlâdı kalınca nebî olması lâzımdı. Oğlan evlâdı olmayınca da zürriyeti kesilecekti.
Rukiye radiyallahuanhu, Ümmü Gülsüm radiyallahuanhu ve Zeynebîn radiyallahuanhu hiç evlâdları da olmadı.
Burada Allahü Zülcelâl kimseye yapılmayan bir sistemi işleterek Hazreti Fatımayı radiyallahuanhu seçti ve zürriyeti O’ndan gelmektedir.
Nasıl ki bir kişinin kendi erkek evlâdından nesebi hasebi devam ediyorsa burada da sadece Hazreti Fatımaya radiyallahuanhu has olarak O’nun yoluyla Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem zürriyeti nesebi devam ede gelmektedir.
Burada hüner Hazreti Fatımadadır radiyallahuanhu. Hazreti Ali radiyallahuanhu nin değildir.
Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem kızı olduğundan dolayı kendilerine seyyidlik, şeriflik verilmekte ve Hazreti Fatıma radiyallahuanhu yoluyladır.
Yoksa İmam-ı Ali kerremullahiveche Fatıma radiyallahuanhu nın vefâtından sonra da başka hanımlarla evlenmiş evlâdları olmuştur. Ne var ki Muhammed İbn-i Hanefi Seyyid değildir ve çokda evlâdları vardır.
Hazreti Fatıma radiyallahuanhu Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem 6 ay sonra vefât etti.
Hazreti Ali radiyallahuanhu nin sonradan aldığı hanımlardan nice evlâdları vardır fakat hiçbirisi yoluyla seyyidlik devam etmiyor. Burada hüner Hazreti Ali kerremullahiveche dolayı değildir. Esâsen bu hüner Fatıma radiyallahuanhu dandır.


Resim

Medhal: Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme.
Zındıka: Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
Rafizî: (Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan.
Herc-ü-merc: f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
Mübaya’: biat etmek, tâbi olmak.
Hasene: İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri.
Racih: Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf.
Tekfir: Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma.
Sebbetmek: Söğmek, sövüp saymak.
Neseb: Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri.
Haseb: (Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik.


NOT: ben bu kitabı ses bandlarından yazıya dökerken Değerli Sıddık Hocama bahsedilen hadislerin kaynağını sorduğumda “Yusuf Nebhanî Kitabında yazmakta” demiş, ve ben de bu görüşlerinin kaynağı olmadığını ya da sünnî görüş ve bazı tarikatlarca uydurma olduğunu kendisine söylemiş, kesin kaynağı olan Ali kerremullahi veche hadislerine i’tibarın hak olacağını demiştim. Hocamın yetişme tarzı bu yöndeydi.. kul ihvÂNi
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Kardeşlerim,
Bugün hemence Ali kerremullahiveche diyen herkes Seyyid değildir hâşâ. Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem sülbünden olan kimse bu nesebini inkâr ederse kendisi için felâkettir.
Fakat nesebi böyle değil iken kendisinden Seyyid diye bahsederse bu halde de Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem zürriyetine yanlışlık yapılmıştır.
İftirâdır. Dünya ve âhirette asla hayır görmez. Dünyada birşeyler bulursa olabilir. Zirâ Firavunda yaşamıştır ama âhirette asla...
Rasûllahın sallallahu aleyhi ve sellem hasebi nesebi gâyet pak ve temizdir.
Başkaca karma şeylerin girmesini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem asla hoş görmez. Çok iyice tahakkuk etmek lâzımdır.
Bugün Seyyidlik Hazreti Hüseyinden radiyallahuanhu Şeriflik ise Hazreti Hasandan radiyallahuanhu gelmektedir.
Kime bağlı ise onun namıyla anılırlar. Her ikisi de güzeldir.
Ancak, şunu iyice bilmek lâzımdır ki, ana seyyid de, baba seyyid değilse bunlardan gelecek evlâdların seyyidlikle alâkaları yoktur. Kesinlikle kesiktir.
Çünkü bu özellik sadece ve sadece Hazreti Fatımaya radiyallahuanhu verilmiştir.
Şahsına mühnasırdır. Ana yoluyla dededen seyyidlik alabilecek sadece Hazreti Fatıma’dan gelen iki evlâdıdır. Başka hiç bir kimseye verilmemiştir.
Mutlaka babanın seyyid olması lâzımdır. Eğer baba seyyid ise ondan gelen tüm evlâdlarıda seyyiddir.
Baba seyyid değilde ana seyyidse inkitaya uğrayıp seyyidlik kesilir. Seyyid olamazlar.
Karışıklık olmadan sülbünü düzgünce Rasûlullaha sallallahu aleyhi ve sellem iletebilmek ve onun şerefini devam ettirebilmek bir meseledir.
Çünkü çok karmalar vardır. Kimisi hemence Hazreti Alinin kerremullahiveche evlâdı gibi.
Ali kerremullahiveche nin evlâdı değil de, Hazreti Fatımatü’z zehra radiyallahuanhu nın evlâdı...
Fatıma radiyallahuanhu bu dünyada Huri mesabesinde idi. Hurinin sistemi ne ise onda mevcuddu.
Doğum yapıp evlâd meydana getirdiğinde hemen hiç vaktini geçirmeden gusl edip abdest alıp namazını kılabiliyordu. Başkaları gibi şu kadar gün beklemiyordu. Zirâ, gerekmiyordu. Hiç ana hali (hayz) görmemiştir. Zehrâ dediğimiz bu esâsen.
Çok harikadır. Allahü Zülcelâlin bir lütfûdur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sekarat haline gelince çok ağladı da Rasûlullah radiyallahuanhu: “Kızım ağlama, esâsen 6 ay sonra yanıma geleceksin benimle olacakın” buyurdu da beşaşet gösterdi.

Kardeşlerimiz,
Bu hususda anlatılacak çok. Bereket versin İmam-ı Alinin kerremullahiveche yeryüzünde bir kabri şerifini bulamıyorlar.
Gerçi Necef-i Eşref’de olduğunu söylerler ama değildir.
İmam-ı Ali’nin radiyallahuanhu kendisi vasiyet etmiştir ki: “Beni imkan varsa Medine’ye gönderin” diye.
Onun için Medine’ye yollamak üzere bir deve üzerinde bir heyetle yola çıkmışlar, haliyle yolda yorgunluk olup konaklayıp uyumuşlar. Kalktıklarında ne deve ne de cenâze var.
Onun için “Bazıları Ali kerremullahiveche sehabde (bulutta) dir. Veya gök gürlerse: “O’nun na’rasıdır”vs. derler. Derler, derler... Kayboluşu sebebiyle çeşitli uydurmasyonlar ortaya çıkarmışlardır.
Fakat fi’l- hakika esâsen Tayy Kabilesinde böyle üzerinde cenâze olan bir deve bulunmuş da tek çâresi defnetmişler. Nerden geldiğini bilmiyorlar. Eğer hayatta bilinen bir kabri olmuş olsa idi belki de tapmaya başlarlardı. Ve de: “Nübüvvet buradadır”da diyebilirlerdi. Esâsen kendisi de onların şerlerinden kurtuldu, arasalar da bulamıyorlar...

Kardeşlerimiz,
Bizim aradığımız husus şu ki, Hazreti Hasanın radiyallahuanhu oğlu Zeyd; etrafında çokça olan kimseleri sapık i’tikadlarından dolayı onları Rafd (رف ض) (rafz: kovmak) etti. Rafizîler denildi.
Onların yanlış tasavvur ve i’tikad sapıklıklarını kabul etmedi. Onları reddetti ve rafzetti.
Onlarda artık, Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem gelen hadis, sünnet ve benzerlerinin tamamen karşısında oldular.
Hadis, sünnet ve ashaba karşı zıddıyet içinde davalarını devam ettirdiler.

Hatta Aleyhisselâtü ve’s selâm bir gün: “Ya Ali sende bir İsâ aleyhisselâm misâli vardır ki, aynen senin başında da cereyan edecektir”
“Ya Rasûlullah nedir bu İsâ misâli?”
“İsâ geldiğinde Yahudiler çekemediler ve bundan dolayı da etrafta yaymaya başladılar ki: “Babasız olan bir kimsenin arkasına düşülür mü?”
Çok kimselerde bu yüzden İsâ’ya etraf olmadılar. Birisi budur.
Diğeri ise; İsâ göğe kaldırılıp gaib olduktan sonra “Eh demek ki Allahın oğludur ki yanına almıştır”dediler.
Bu iki fırkanın her iki de cehennemliktir. Sana da ayni iki fırka benzer şekilde deyip dalalete gireceklerdir.
Bir tanesi, basit bir hükümden dolayı küfrüne hüküm verirler, nitekim Haricîler Hakameyn meselesinde ortaya çıkardığından dolayı

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون
“Allahın hükmü ile hükmetmeyen kâfirdir” diyerekten Alinin radiyallahuanhu küfrüne hüküm verdiler ve karşısında oldular. Çok da telefiyât oldu biliyorsunuz.

İkincisi ise; güya İmam-ı Aliyi radiyallahuanhu çok sevdiklerinden dolayı sebeiyye fırkası:“Ali yer tanrısıdır”dediler.
Hatta bir kısmı da çıkıp “Cebrail haindir, Nübüvveti Aliye getirmedi” dediler.

Yani “Rasûlullahdan sallallahu aleyhi ve sellem sonra hilâfet ancak ve ancak Aliye radiyallahuanhu lâyıktır”dediler sevdiklerinden dolayı. Hazreti Aliyi radiyallahuanhu öne sürüp halkı çeşitli yönlerden küfre eletiyor ve çok zararlar veriyorlar. Bundan dolayı da her iki fırkada cehennemdedir.
İmam-ı Aliyi radiyallahuanhu sevdik diyenler o’nun bizâtihi işlediği inancını ve muamelatını da aynı şekilde seviyorlar mı?

Hayır, tam tersinedir. Hazreti Ali radiyallahuanhu hâşâ Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem sevmiyormuydu? Hadislerine karşı mı oldu? Sünnetlerini işlemedi mi? Hâşâ ve kellâ. İnsan sevdiği kimsenin tersine gider mi?
Muhabbeti bozulmasın diye harfiyyen tatbikine çalışır.
Rabia’nın söylediği gibi: “Allahü Teâlâ’ya bir taraftan isyan edersiniz, diğer taraftan da sevdiğinizi iddia edersiniz. İnsan sevdiğine mutlaka muti’dir. İtaat eder. İsyankâr olamaz. Esâsen muhabbetin terazisi budur”Onun için de:
لأن الحبيب لمـحبه مطيع
Zirâ, sevdikten sonra kendisine itaatkâr olur, isyankâr olamaz. İşte şartlar budur.
Gerçekten Rasûlullahı sallallahu aleyhi ve sellem sevenlerin sünnetini, hadislerini ve benzeri hususları da sevmeleri sevgi davalarının gereğidir.
Bunları candan kabullenip sevmektir bunun ölçüsü. Tersi ise, sapıklık ve zındıklıktır vesselâm...

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام على خير خلقة محمد
وعلى اله وصحبه اجمعين

Resim

Sulb: Sülâle, zürriyet.
Beşaşet: Açık yüzlülük. Güler yüzlülük.
Sehab: Bulut.
Defn: Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi.
Telef: Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak.
Fi-l-hakika: Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu.
Zındıka: Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail olan kimsedir.)
Rafizî: (Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan.


Resim

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Resim---İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), yahkumu bihen nebiyyûnellezîne eslemû lillezîne hâdû ver rabbâniyyûne vel ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevûn nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ(kalîlen) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul kâfirûn: Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kafir olanlardır.(Mâide 5/44)

وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فِيهِ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Resim---Vel yahkum ehlul incîli bimâ enzelallâhu fîh(fîhi) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humul fâsıkûn: İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.(Mâide 5/47)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz kardeşlerimiz,
Bu günümüzde fitneler çok yaygın durumdadır.
Allahü Zülcelâlin izni ve inâyetiyle biraz malümat vermeye gayret edeceğiz inşaallah. Teshilât Allahü Zülcelâldendir.

Hadis-i Şerif:
الحديث الشريف : ان بين يدى الساعة الهرج القتل ماهو قتل الكفار ولكن قتل الامة بعضها بعضا حتى ان الرجل يلقاه اخوه فيقتله ينـزع عقول اهل ذالك الزمان ويخلف لهاهباء من الناس يحسب اكثرهم انهم على شيئ وليسوا على شيئ

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Âhir zamanda kıyamet yaklaştığı zaman öyle bir devreye gelir ki Âdemoğlu; ne yaptığını bilmez de herc-ü-merc içinde debellenirler. “Ya Rasûlullah herc-ü-merc nedir?”
“Katl-ü-kıtaldır”
“Katl-ü-kıtal kimleredir?”
“Sanmayın ki kâfirlere, birbirlerinedir. Aralarında na-hoşluklar olurda, birbirlerini buldukları yerde öldürmeye çalışırlar. Hatta kardeşi bile olsa, o kadarda ahmaklaşırlar ki kardeşini dahi öldürürler.”

Biliyorsunuz ki, şu günümüzde de birbirlerini tekfir etmeye, tel’in etmeye ve katline âdeta müstehakmış gibi derhal karar verip uygular durumları vardır. Hepside sanıyorlarki ale’l-hak üzere yapıyorlar. Halbu ise, Cenâbi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu asla kabul etmez ve bir hakkiyette yoktur. Sadece zülûm ve ahmaklıktır. Yani, akılları alınmış durumdadır. Akılları kendilerne hizmet etmiyor. Öyle bir hale düşmüşler ki, karşılarına kim gelirse gelsin kardeşi bile olsa öldürüyorlar. Allahü Zülcelâl bu azgınların şerlerinden Ümmet-i Muhammedi korusun. Âmin!.
Hadisi İmam-ı Ahmed ve Sahih-i Muslim rivâyet etmişler ve senedi gâyet sıhhatlidir.

Hadis-i Şerif:
الحديث الشريف: قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان ناسا من امتى سيماهم التحليق يقرؤن القرأن لايجاوز حلاقمهم يخرجون من الدين كما يخرج السهم من الرمية ثم لايعود اليه هم شر الخلق والخليقة

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: İlerde benim ümmetimden bazı insanlar gelecekler ki onları tanıyabilmeniz için esâsen traşlı olurlar. Kelleleri traşlıdır. Kur’ânı çok okurlar fakat lafızlarını okurlar, ahkâmlarıyla hiç âlâkaları yoktur ve hiç işlemezler. Dinlerinden çıkışları âdeta okun atıldığı gibidir. Ve asla geri avdet edip dönmez. Bu şekilde dinsiz hâle gelince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Yaratılmış olan tüm mahlukatın hılkiyetinden en şerlisi onlardır. İmam-ı Ahmed ve Muslim Ebazeri’l Gifari radiyallahuanhu rivâyet ettiler. Senedi sahihtir.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ستكون بعدى اثرة وامور تنكرونها قالو يارسول الله فماتأمرنا قال تؤدون الحق الذى عليكم وتسئلون الله الذىلكم

Hadis meâli:
Cenâb-ı Aleyhisselâtü ve’s selâm ashabını uyarıyor: Bir zaman gelecek ki; na-hoş haller olacak ve inkârla bile karşı karşıya kalabilirsiniz.” Bu hoşlanmadığımız kerih hallerle karşılaştığımızda ne yapmamız lâzım, ya Rasûlullah?” Kendisinden bir emir bekliyorlar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Sizin üzerinizde olan devletin haklarını ödemeye çalışırsınız. Karşı gelmezsiniz. Devletten alacağınız bir hakkınız varsa Allah’dan isteyiniz. Devlete karşı gelip ayaklanmayınız demek istiyor. Ravisi İmam-ı Ahmed, Müslim ve Buharî rivâyet ettiler. Hadis sağlıklıdır.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: انه سيصيب امتى فى آخرالزمان بلاء شديد لاينجومنه الارجل عرف دين الله فجاهد عليه بلسانه وقلبه فذالك الذى سبقت له السوابق رجل عرف دين الله فصدق به

Hadis meâli:
Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: Âhir zamanda ümmetimin şiddetli bir beliyyeye (dinleriyle ilgili) dûçar olacaklarını haber vermiştir. Bu beliyye acaba yiyecek, içecek veya öldürmek vs. midir? Hayır, şiddetli beliyye dinleriyle âlâkalıdır. Bu beliyyenin dışında kalabilen o kişidir ki; ilim sahibidir dinini bilir, mücadelesini silâhıyla değilde diliyle yapar ve hakkıyeti halka târif eder. Kendi söylediğini kalbiyle de tasdik eder ve kendisi bizâtihi tatbik de eder.

Bu şekilde kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ve eliylede işlediği takdirde kendisi ile birlikte dinleyenlerde sayesinde kurtulmuş olurlar. Allahın izni ile böyle kimseler ve onları dinleyenler bu beliyyenin dışında kalırlar. Eğer söylüyor da tatbik etmiyorsa sözleri hiç tesirat bırakmaz. Söylediğini işlerse dinleyenlere te’sir bırakır ve kurtulmalarına sebeb olur. Demek ki, günümüzde de mücahede yapılacak tek yol, din fesada düştüğü devrelerde dil ile imkan nisbetinde mücahede etmektir. Demek ki büyük bir beliyye olacaktır. Bunu ilân etmiş oluyor Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bu şekilde diliyle mücahade edeni büyük bir övgü ile medh ü senâ etmiştir ki; “Öncülerin öncüsü olacaktır” buyuruyor. Öncülüğü, ama cennette, ama mahşerde, ama Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem livaü’l- Hamd sancağı altında, ama Nehr-i kevserinde veya benzeri sevab kısmından ön planda gelecek kişilerdir.

Hadis-i Şerif:
عن رسول الله عليه السلام قال: من اصاب دينار اودرهم فى فتنة طبع على قلبه يتبع نفاق

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizleri uyarıyor ki: “Fitne gününde herhangi bir kimsenin canında yani bedenen katl-ü-kıtal etmese de, malından dinar olsun dirhem olsun kendine mal edenlerin kalblerine münafık mührü vurulur.” Buyuruyor. Demek ki münafık olur...
Ebu Hureyre radiyallahuanhu rivâyet etti.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان بين يدى الساعة الهرج قيل وماالهرج قال القتل ماهوقتل الكفار ولكن قتل الامة بعضها بعضا حتى ان الرجل يلقاه اخوه فيقتله ينـزع عقول اهل ذالك الزمان ويخلق بها هباء من الناس يحسب اكثرهم انهم على شيئ وليسواعلىشيئ

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; “Kıyamet yaklaştığı devrede herc olur” buyurunca “Ya Rasûlullah herc nedir?” “Katl-ü-kıtaldır. Sanmayın ki katl-ü-kıtali küffara ederler, esâsen birbirlerine düşerler. Birbirlerine katlederler. Bu hale gelirler. Karşılarına kardeşleri çıksa dahi öldürecek derecede ahmakça hale düşüp ne ettiklerini bilmezler. Akılları başları dışında sanki. Akıllarını kaybetmişler gibidir. Bir anormallik içinde olurlar ve akıl ve idrakleri zayıf olup hebâ durumundadır. Hiç durumunda ne yapıp ne ettiklerini bilmezler. Yaptıklarını birşeyler sanırlar oysa sadece şuursuzluk ve ahmaklıktır.”
İmam-ı Ahmed ve Tabârani Musâ el Eşari radiyallahuanhu’dan rivâyet ettiler.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: يخرج اناس من امتى يمرقون من الدين كما يمرق السهم من الرمى يقتتلون فى جبل لبنان والخليل

Hadis meâli:
Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: Ümmetimden âhir zamanda bir kısmı okun yaydan fırlayıp çıktığı gibi dinlerinden çıkarlar. Dinlerine sahib olmazlar. Bunlar ümmetimden dirler. Fakat okun yaydan çıktığı gibi dinlerinden çıkarlar. Ve tâ’rif ediyor ki; Lübnan dağında ve Halilü’r Rahman şehri taraflarında katl-ü-kıtal yaparlar. Mukatelâ mevcûd olur. Lübnan dağında da Halilü’r Rahmanda da mukatele devam eder kesmezler. Ravileri Tabârani, Beyhakî ve İbn-i Esakir.

Hadis-i Şerif:

عن حزيفة )ر.ع( قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: ان الفتنة لتعرض على القلوب فأى قلب اشربها نقطة على قلبه نقطة سوداء فأى قلب انكرها نقطة على قلبه نقطة بيضاء فمن احب منكم ان يعلم اصابته الفتنة ام لا فلينظر فان رأى حراما ماكان يراه حلالا اورأى حلالا ماكان يراه حراما فقد اصابته

Hadis meâli:
Hüzeyfe radiyallahuanhu ma’lumât veriyor, Aleyhisselâtü ve’s selâm buyurdu ki: Fitneler o kadar yaygınlaşır ki pek çokları bu fitnelere giriş yaparlar. Kalbleri fitneler somuruyor durumdadır. Fitne kalbini somurunca mutlaka kalbinde siyah bir nokta peydah olur ve yayılır. Fitneye karışmayanın kalbinde beyaz tertemiz ve parlak bir nokta peydah olur ve fitnelerden uzak durur. Böyle fitne gününde kalbindeki nokta siyah mıdır, beyaz mıdır öğremek istersen; gâyet açık ve nurlu ise beyaz değilse zift gibi ise siyahdır ve basîreti kör hale getirmiştir. Denetleme için soruyor Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Dinimizin öteden beri haram kıldığı şeyleri helâl saymayı istiyor musun? Hoş görüyor musun? Evet diyorsan haramı mübah görüyorsan demek ki fitnenin içindesin. Değil ise dinimizin helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır diyorsan anla ki o zaman fitnenin dışındasın.” Fitnenin içinde olanlar zâten katl-ü-kıtalıda hoş görürler. Katl-ü-kıtal olmasada faizcilik, içkicilik vs. haram olmasına rağmen bunları da mübah görüyorsa âhirü’z- zaman fitnesinin içindedirler. Haramı helâl, helâlı haram sayan fitnenin içinde yaşıyor demektir. Katl-ü-kıtal ise Kâbenin yıkılmasından da feci’ bir şeydir ve asla mübah görülemez. Hakka tecavüzdür. Rüşvet vs. de fitnenin ta kendisidir. Kişi nerede olduğunu anlayabilir yeterki helâl ve haramı bilsin. Kalbimizin nurlu olması zift gibi olmaması için Allahü Zülcelâl bizlere şuûr versin.


Resim

Teshilât: (Teshil. C.) Kolaylıklar.
Tekfir: Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme.
Tel’in: Lânetlemek. Lânet etmek.
Müstehak: Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış
Ale’l-hak: hak üzere.
Avdet: Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
Beliye: (C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
Mücahede: (C.: Mücahedât) Cihad etme. * Din düşmanına karşı koyma. Çarpışma. * Uğraşma. Çalışma. Gayret gösterme.
Herc: f. Karışıklık.
Küffar: (Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler.
Mukatele: (A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş.
Mübah: (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: بادروا باالاعمال فتنا كقطع الليل المظلم يصبح الرجل مؤمنا ويمسى كافرا ويمسى مؤمنا ويصبح كافرا يبيع احدهم دينهم بعرض من الدنيا قليل

Hadis meâli:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Âmel yönünden elinizden geldiği kadar tedbirli olunuz, çalışınız. Zirâ akîbetinizde fitneler vardır. Fitne devresinde fazlaca iyi âmel işlemeyebilirsiniz. Belli başka hallere de dûçar olabilirsiniz.”
Bu âmellere ilerde çok ihtiyacınız olacaktır. Fitneler gelmeden çok ihtiyatlı olunuz. Fitne nasıl bir fitnedir? Adeta kapkaranlık bir gece çökercesine o kadarda fazlalaşıyor ki her tarafı kaplar. Kişi sabahleyin mü’min iken akşamleyin kâfir olmuş veyahutta akşamleyin mü’min sabahleyin kâfir kalkar. O kadarda acâyib ki sanki, sabahı akşamına, akşamı sabahına benzemiyorlar. İnsan böylesine küfre girmeye imandan çıkmaya ve fitneye koşuyorlar. Sabit bir imanda durmaya güç yetiremiyorlar. İşte o zaman küfre girmek basitçe olunca dinlerine de hiç sahib olmazlar dinlerini dünya malından basit bir nesne ile değiştirirler Allah muhafaza etsin. Âmin!.
Dini o kadarda basit hale geliyor. Dinini az bir dünya malı ile değiştiriyor. Dünyayı dinine tercih eder durumdadır. Hadisi Muslim, İmam-ı Ahmed ve Tirmizi, Ebu Hüreyre radiyallahuanhu’dan rivâyet ettiler.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: لا ترجعوا بعدى كفارا يضرب بعضكم رقاب بعض

Hadis meâli: Aleyhisselâtü ve’s selâm ümmetini uyarıyor ki: “Sakın geriye gitmeyiniz. Benden sonra sakın kâfirliğe düşmeyiniz. Küfre dönüş yapmayınız. Neden acaba? Çünkü, birbirinizi öldürmeye boyunlarınızı vurmaya çalışırsınız.” Ne kadarda önemli ki küfre dönüş yapmayınız diye uyarıyor. Hadis çok sağlıklı olup İmam-ı Ahmed, Buharî, Nesaî, İbn-i Mâ’ce, Cerir’den radiyallahuanhu bir yolla Buharî İmam-ı Ahmed, Nesaî İbn-i Mâce; Ömer radiyallahuanhu dan başka bir yolla Buharî ve Nesai; Eba Bekrete’den radiyallahuanhu, yine Buharî ve Tirmizi; İbn-i Abbas’dan radiyallahuanhu rivâyet ettiler.

Dikkat ediniz ki;
“Benden sonra küfre dönüp birbirinizi öldürmeye kalkışmayınız” buyuruyor. Çünkü, bir mü’mini haksız olarak öldürmek Kâbeyi yıkmaktan çok daha beterdir ki, bundan dolayı “küfre düşmeyiniz!” buyuruyor.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: والذى نفس بيده ليأتين على الناس زمان لايدرى القاتل فى أى شيئ قتل ولايدرى المقتول على أى شئ قتل

Hadis meâli:
Aleyhisselâtü ve’s selâm buyuruyor ki: Nefsim yed’-i kudretinde, kudret elinde olan Allah hakkı için öyle bir devre gelecek ki, millet tamamen sarhoş durumda sükran içinde olurlar. Cehalet içinde fitnelerle alt üst boğuşurlar. Bu devrede öldürene, “neye öldürdün” diye sorsan bilmez. Öldürülenede sorsan ki “Neden öldürüldün?” O da bilmez. Öldürende ölen de hangi gaye ile olduğunu bilemezler. O kadarda başı boş bir anormallik ve ahmaklık içinde sanki dinlerinden çıkmışlar gibi bir durum içinde olurlar. Bir mü’minin katli böylesine mübah görülebiliyorsa, haramlar helâl sayılabiliyorsa elbette küfre girerler.

Kardeşlerim, biliyorsunuz ki katillik öyle bir büyük hata ve cürüm ki üzerinde başkası yok. Âyet-i celîlede:
ومن يقتل مؤمنا متعمدا فجزاؤه جهنم خالدا فيها وغضب الله عليه ولعنه وأعد له عذابا عظيما

“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehemmendir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.”

Bu gibi tehdid hiçbir yerde yoktur.
Bunuda mübah görürse demek ki âle’l küfredir ve küfre girmiştir. Bir kimse katli yaparken bu günahdır derse inanırsa ve cürmü işlerse kâfir olmaz da fâsık olur. Ama katline cevâz verip o kişinin katlini câiz görür, müstehak olmuştur. Mübahtır diye haksız yere bir mü’mini katlederse kâfirdir.

Hadis-i Şerif:
ان من بعدى قوما يقرؤن القرأن لايجاوز حلاقمهم يقتلون اهل الاسلام ويدعون اهل الاوثان يمرقون من الاسلام كمايمرق السهم من الرمية لئن ادركتهم لأقتلنهم قتل عاد

Hadis meâli:
“Benden sonra ümmetimden öyle kimseler gelecekler ki Kur’ânı çok okurlar ancak Kur’ân boğazlarından ötesine geçmez. Demek ki kalblerine inmez ve Kur’ân ahkâmlarıyla bunların hiçbir âlâkaları da yoktur. Ne hükümlerini işlerler ne de Kur’ân bir te’sir bırakır. Te’sirin olmadığını Aleyhisselâtü ve’s selâm şöyle anlatıyor: Müslüman olan kimselerin katline çalışırlar sanki onları öldürmeleri kendilerine mübahmış gibi. Fakat ehl-i evsân yâni başka dinden olanlarla hiç alâkaları yoktur. Onların katline ve cihada girmezler. Sadece islam dininin mensubları düşmanlarıdır ve onları öldürürler. İslamları öldürüp vesen’i yâni putperestlere hiç dokunmazlar ve katletmezler. Okun yaydan çıktığı gibi dinlerinden çıkarlar. Eğer ben bunlarla karşı karşıya gelsem adi bir durumda bunları öldürürdüm.”

Hadis-i Şerif:
ان ناسا من امتى سيماهم التحليق يقرؤن القرأن لايجاوز حلاقمهم يخرجون من الدين كما يخرج السهم من الرمية ثم لايعودون اليه هم شر الخلق والخليقة

Hadis meâli: Aleyhisselâtü ve’s selâm ümmetinden öyle insanların geleceğini ve tanıyabilmek için kellelerini traşlı olup başlarınında saç olmayacağını buyuruyor. Esâsen Kur’ânı çokça okurlar, fakat boğazlarından ötesine geçmez. Çok çok okurlar ama ne te’sirat bırakır ne de hükümlerini işlerler. İslam dininden çıkışları ise yerinden fırlayan bir ok gibi olup geriye âvdet edip dönmez artık. Zira bu kimseler halkın ve mahlükatın en şerlileridirler.
Hadisi Müslim, İmam-ı Ahmed ve başkaları Eba Zer radiyallahuanhu dan rivâyet etmişlerdir. Sağlıklı ve sıhhatlidir.

Kardeşlerimiz, bu hususda pek çok hadisler vardır.
Fakat, inanana bir kaçı bile yeter. İnanmadıktan sonra ise ne kadar olsa fuzûlîdir.
Hadisleri basitten almak ise asla hoş olmaz. Onun için kıymet ve değerini bildikten sonra üçü de beşi de yeter.

Bir mü’minin katline cevâz verir, âdeta bir hayvan kadar bile kıymet ve değeri yokmuş gibi davranıp malına ve ırzına tecâvüz edenlerin elbette islamda karşılık olan ceza ve cevâzları vardır. Bir kerre bir mü’mini haksız yere amden öldüren karşılık olarak aynı şekilde katledilir. Bir kimseyi sebebsiz öldüren öldürülür. Canına malına ırzına tecavüz olunca bunların katline cevâz verilmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ben olsaydım “adi bir şekilde öldürürdüm” buyuruyor. Çünkü, saygı ve hürmet duyulacak bir hal ve durumları zâten yoktur.


Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: كيف انتم فى قوم مرجت عهودهم وايمانهم واماناتهم وصاروا هكذا وشبك بين اصابعه قالوا كيف نصنع يا رسول الله قال اصبر واوخالقوا الناس بأخلاقهم وخالفوهم بأعمالهم

Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor: Birinci fitne birbirlerini katletmeleri, ikinci fitne hem canlarını katletmek hem de mallarını gasbetmek, üçüncü fitne ise katl, gasb ve fühüş. İşte bu üç fitne ardı ardına gelecek diye malümât vermiştir. Gittikçe daha daha da artacaktır. İşte bu fitneleri çıkaranlara, teşebbüs edip içinde olanlara ve teşvik ve tâhriş edenlere nasıl muamele edilebileceğini buyurmuştur. Bunlardan öte başka bir yol var mıdır? Bir mü’minin canı malı ve ırzı mübahmış gibi kabul edip uygulanırsa. Keyflerine uymadı onların zümresine katılıp saçma sapan inançlarını paylaşmadı veya istediklerini vermedi diye müslümanlara bu cürümleri revâ görenlere nasıl bir isim verilecek, ne denilecek ve nasıl bir künye verilecek acaba?
Yukardaki hadis-i şerifde Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Öyle bir devre gelecek ki, insanlar bir şeye ahdederse yerine getirmezler, imanları zayıftır, emânete hainlik ederler. İ’tikadları bozuk, ahdine sadık değil ve emânete hıyanet ederler, emânete sahib olmazlar” buyurduktan sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ellerinin parmaklarını birbirine kitlemiş olarak “Bu hale gelirler” buyuruyor. Artık ele alınır durumları yoktur. “İmanı zayıf, ahdine vefâsız ve emânete haindirler” buyurunca soruyorlar: “Böylesi günle karşılaşınca o gün için biz nasıl geçiniriz ya Rasûlullah, ne gibi bir muamele yapabiliriz?” Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cevaben: Sabırlı olunuz, idâreci olunuz, o insanların ahlâklarıyla ahlâklanınız, ahlâklarına uyarcasına idâreci olunuz fakat asla amellerine uymayınız muhalefet yapmayınız. Âmellerini işlemeyiniz. Ravisi Nesaî.

Kısaca ahlâklarına karışmayınız fakat, fiillerini işlemeyiniz. Kişi âmelleriyle başbaşadır. Onlar işliyorsa bizde işleyelim diye birşey yoktur.


Resim

Sükran: sarhoş.
Mübah: (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer'an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Cürüm: (Cürm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Câiz: Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit.
Tecâvüz: Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Müstehak: Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.
Âvdet: Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'.
İ’tikad: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)


Resim

وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
Resim---Ve men yaktul mu’minen muteammiden fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ ve gadıballâhu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azâben azîmâ: Kim bir mü'mini kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır.(Nisâ 4/93)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: يأتى على الناس زمان وجوههم وجوه آدميين وقلوبهم قلوب الشياطين سفاكين الدماء لايرعون عن قبيح وان بايعتهم رابوك وان ائتمنتهم خانوك صبيهم عار وشابهم شاطروشيخهم لايأمر باالمعروف ولا ينهى عن المنكر السنة فيهم بدعة والبدعة فيهم سنة وذوى الامر منهم غاوين فعند ذالك يسلط الله عليهم شرارهم فيدعون خيارهم فلايستجيب لهم


Hadis meâli:
Aleyhisselâtü ve’s selâm şöyle buyuruyor: Bir zaman gelecek ki yüzlerine bakacaksınız karşınızdakilerin bazıları Âdemoğludur. Fakat kalblerine baksanız şeyatin. Zirâ, şeytanların çok arzuladıkları gibi onlarda kan akıtmaya, milleti kesmeye, öldürmeye ve katl-ü-kıtale çok heveslidirler. Aynı zamanda yaptıklarını hiç de kabahat saymazlar. Böyle bir fikirleri olmadığı gibi, yaptıklarını tam yerinde, sanki mübahmış gibi görüp uygularlar. Şeytanlarda bunu isterler zâten. Bunlarda âdemoğlu ama ne çare ki, iç âlemleri ve kalbleri şeytana dönüşmüş halde. Onun içinde yaptıkları cürümleri âdetâ tabii olarak görürler. Bunlara bir şey emânet edersen kesinlikle emin değillerdir ve hiyânet ederler. Verdikleri ahdi kesinlikle yerine getirmezler. Ve halkı daima kandırırlar. Çocuk ve gençler olsalar dahi bunlardan asla hayr gelmez. Çünkü, öyle ana babadan geldiler ki çocuklarından da gençlerinden de bir hayr beklenilmez ve onlardan ancak şer beklenir. Yaşlılarına gelince, ma’rufu (iyiliği) emretmezler ve münkeri (kötülüğü) nehyedip yasaklamazlar. Ayni zamanda sünnetler kendilerine bi’dattır. Kendi bi’datlarını ise kendilerince sünnetlerin yerine koymuşlardır. İşin tam tersine zıddını yaparlar esâsen.

Bu fırkalar ikidir. Birisi İmam-ı Aliyi radiyallahuanhu çok sevdik diyenler. Diğer ise Aliyi radiyallahuanhu hiç sevmeyenler.
Bir kısmı İmam-ı Ali radiyallahuanhu’nin hakkını vermedikleri için, diğer kimselerin şer-ri-şürûruna, şer vermeye uğraşırlar.
Güyâ İmam-ı Alinin radiyallahuanhu hakkını almaya hevesleri vardır.
Diğerleri ise ma’lum hakkını korumadı diye İmam-ı Aliye radiyallahuanhu kızanlar ve buğz edenlerdir.

Cenâb-ı Rasûlullahın sallallahu aleyhi ve sellem belirttiği gibi bu iki fırkada cehennemliktir.
Birisi İmam-ı Ali’ye radiyallahuanhu buğzlarından dolayı, diğeri ise aşırı sevgilerinden sapıttıklarından dolayı.

Baş tutanları şerden başka düşünmezler. Katl hevesleri vardır.

İşte bu hallar karşısında Allahü Zülcelâl, en şerli kimseleri baş başa bırakır da birbirlerine Musâllat eder. Birbirlerini hallederler. Şerli olanların başlarına da daha şerlileri Musâllat eder. İçlerindeki hayırlı kimseler ne kadar dua etselerde duaları geçersizdir.
Hadis İbn-i Abbas radiyallahuanhu ‘dan rivâyet edildi.

Aziz kardeşlerim, bu hadis karşısında: “insanın kalbi nasıl şeytan minvâli üzere olabiliyor?” diyebilirsiniz.

İnsanlarında, cinlerinde; şeytan kısımları vardır. Zâten her insanın beraberinde bir şeytanı vardır.
Onun için de şeytanın arzuladığını yerine getirip emir ve hükümlerine tamamen işlediği takdirde insan kalbi şeytanın seviyesine gelmiş olur esâsen. Çünkü, kalb ya Rahmanî ya da şeytanîdir. Galibiyet nisbetine göre hangisine galibse.
Onun içindir ki; mü’min bir kimsenin katline cevâz verilip uygulamak hiç de basit bir şey değildir.
Allah korkusu olan, Allah rızasını bilen ve Rasûlullahın ümmeti olmayı dileyen bir kimse şeytanın arzuladığı şeyleri ister mi?

Kur’ân-ı azimü’ş şanda:
إن المبذرين كانوا إخوان الشياطين
Zira böylesine saçıp sallallahu aleyhi ve sellem uranlar, şeytanların kardeşleridirler;”

İsrafçılar ki; mübezzir, aşırı derecede savurgan, yarar-yaramaz demeden gayr-ı meşru’ yollarda yapılan harcamalar ve israflara tebzir denilir. Böylesi mübezzir olan israfçılara Allahü Zülcelâl; şeytanların kardeşleri diye tâbir etmiştir. savurganlar için böyle buyurunca bu câni ve vahşî durumda olup katl ü kıtalle kan akıtmayı insanların canını malını ve ırzını helâl sayanlar şeytandan da beterdirler.
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir mü’minin katlinden dünyanın alt üst olması daha hafiftir.” buyururken.
Mü’minin katli böylesine şiddetli bir suç ve çok mühimdir.

Kur’ânı Kerim’de Mücadele sûresi 19 uncu âyetinde “Hiz bu’ş şeytan” ve 22 inci âyetinde “Hızbü’l-lah” mevcüddur. Ancak, yollarıda farklıdır.
Araştırınız ve dikkat ediniz ki insanlar hangi yollardadırlar. İnsan; i’tikadı ve fiilleriyle şeytanlaşmış olur.
الا ان حزب الشيطان هم الخاسرون “İyi bilin ki, Şeytan hizbinden olanlar hüsrandadırlar.
Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allahı anmayı unutturdu. İşe onlar şeytanın yandaşları (Hızbu’ş şeytan) dır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıpdadırlar.”

ألا إن حزب الشيطان هم الخاسرون
Halbuki Allah hizbinde olanlar iflah olanlardır.

Allaha ve âhiret gününe inanan bir toplumun –babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da lsa- Allah’a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmesin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desdeklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlarda Allah’dan hoşnut olmuşlardır. İşte, onlar Allah tarafında olanlar (Hızbu’llah) dır. İyi bilin ki kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır. (Mücadele /22)

Bunlar âyet-i celîledir. Tasvib etmeyene inkâr edene ne denir? Allahü Zülcelâl apaçık hizbullah ve hizbuşşeytan’ın inanç, i’tikad ve fiillerini bildirmiştir. Herkes istediğini seçip alabilir. Hepimiz biliyoruz ki fitne çok şiddetlidir. Allahü Zülcelâl:

والفتنة أكبر من القتل (Bakara / 217) / والفتنة أشد من القتل (Bakara / 191)
bizleri uyarıyor ki; fitne çok şiddetli ve katl den daha beterdir.


Hatta Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

الفتنة نائمة فمن ايقظها لعنه الله “Fitne uyur, uyandırana lâ’net olsun. Bundan daha büyük bir tehdid ve uyarı yoktur. Allah’ın lâ’netine de müstehak oluyor.

Hadis-i Şerif:
ان السعيد من جنب الفتن , ان السعيد من جنب الفتن
ان السعيد من جنب الفتن , ومن ابتلى فصبر


Hadis meâli:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: Bir beliyye ile karşı karşıya gelen bir kimse sabrını bilirse, o kimse saidlerdendir. Fitneden uzaklaşan saiddir. Beliyeye uğrayınca sabredene ve fitneden uzak durana saidliği tahsis etmiştir.

Hadis-i Şerif:
قال رسول الله صلىالله تعالى عليه وسلم: لاترجعوا بعدى كفارا يضرب بعضكم رقاب بعض


Hadis meâli:
Cenâb-ı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uyarıyor ki; Benden sonra küfre girmeyiniz. Birbirinizi kesip biçmeyiniz. Bu hallere düşmeyiniz. Fitne içine düşenler elbette birbirini elef-telef ederler. İşte bundan dolayı küfre dönüş yapmayınız” buyuruyor.
Hadis sahihtir. Buharî, Müslim, İmam-ı Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî’de mevcûd olup râvileride Ebu Bekir radiyallahuanhu, Ömer radiyallahuanhu ve diğerleridir.

Rabbımız bizleri bu hallere düşmekten korusun. Âmin!.

Hadis-i Şerif:
الحديث الشريف: والذى نفس بيده لأتين على الناس زمان لايدرى القاتل فى اى شيئ قتل ولايدرى المقتول على اى شيئ قتل

Hadis meâli: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; öyle bir zaman gelecek ki, yeminle söylüyorum, ölen ve öldüren ne sebeble öldürüldüğünü ve ne sebeble öldürdüğünü bilmeyecekler. Katil ve maktul sebebini bilmiyorlar. Ebleh durumda olurlar, ahmaklık ve şuûrsuzluk içinde ne yaptıklarını dahi bilmezler.

اللهم وفقنا لمافيه الخير والرضاء ياارحم الراحمين ياارحم الراحمين ارحمنا يا رب
سبحانك اللهم وبحمدك اشهد ان لااله الاانت وحدك لاشريك لك استغفرك واتوب اليك . اللهم انانسئلك ان تصلى على سيدنا محمد وعلى سائر الانبياء والمرسلين وعلى الهم وصحبهم اجمعين وان تغفرلنا مامضى وتحفظنا فيما بقى آمين

Resim

şeyatin: Şeytanlar.
Katl: (C.: Mekâtıl) Kesmek.
Kıtal: Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.
Cürm: (Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
Ma’ruf: Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf)
Emr-i bi-l ma'ruf: Hakkı ve Hayrı emretmek.
Münker: Allah'ın (C.C.) râzı olmadığı şey. * İnkâr edilmiş olan. * Şeriatın kabâhat ve haram diye bildirdiği şey. Makbul ve müstehab olmayıp, günah ve kabahat olan. * Mezardaki suâl meleklerinden birisinin ismi. Diğerinin ise "Nekir" dir.
Neh-yi ani’l- münker: Bâtıl şerden men’ etmek.
Şürûr: (şerr. C.) şerler. Kötülükler.
Musâllat: Rahatsız eden. Tasallut eden. Sataşan.
Hallederler: Ezerler, yok ederler.
Minvâl: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz.
Mübezzir: Müsrif, Sefih. Hesabsız sarfiyat yapan. Harcayan. * Çok söz söyleyen. Sırrı ifşâ eden.
Tebzir: Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek.
Beliyye: Felâketler. * Gamlar. Kederler.
Said: (Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar.
Telef: Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak.
Lâ’net: Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyet.
Müstehak: Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış
Tahsis: (Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak.
Katil: (A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan.
Maktul: Öldürülmüş, katledilmiş olan.

Resim

إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا
Resim---İnnel mubezzirîne kânû ihvâneş şeyâtîn(şeyâtîni), ve kâneş şeytânu li rabbihî kefûrâ: Muhakkak ki israf edenler (gereksiz yere savuranlar, haksızlık ve fesat çıkarmak için kullananlar), şeytanların kardeşleri oldular. Ve şeytan, Rabbine (karşı) çok nankör oldu.” (İsra 17/ 27)

اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَأَنسَاهُمْ ذِكْرَ اللَّهِ أُوْلَئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Resim---İstahveze aleyhimu’ş- şeytânu fe ensâhum zikrallâh(zikrallâhi), ulâike hizbuş şeytân(şeytâni), elâ inne hizbeşşeytâni humul hâsirûn: Şeytan onları kuşattı- istilâ etti. Böylece Allah'ın zikrini onlara unutturdu. İşte onlar, şeytanın taraftarlarıdır. Şeytanın taraftarları, gerçekten hüsranda olanlar, onlar değil mi?(Mücadele 58/19)

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Resim---Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn: Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.” (Mücadele 58/22)

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Resim---Yes’elûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîh(fîhi), kul kıtâlun fîhi kebîr(kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh(indallâhi), vel fitnetu ekberu minel katl(katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fîd dunyâ vel âhireh(âhireti), ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn: Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) Allah yolundan saptırmak (alıkoymak) ve O'nu inkâr etmek, (mü'minlere) Mescid-i Haram'ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke'den sürüp) çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.(Bakara 2/217)

وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِن قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Resim---Vaktulûhum haysu sekıftumûhum ve ahricûhum min haysu ahracûkum vel fitnetu eşeddu minel katli, ve lâ tukâtilûhum indel mescidil harâmi hattâ yukâtilûkum fîh(fîhî), fe in kâtelûkum faktulûhum kezâlike cezâul kâfirîn: Onları (size savaş açanları), bulduğunuz (yakaladığınız) yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Fitne (çıkarmak), (adam) öldürmekten daha şiddetlidir (kötüdür). Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat eğer (orada) sizinle savaşırlarsa (sizi öldürmeye kalkarlarsa), o taktirde (siz de) onlarla savaşın (onları öldürün). Kâfirlerin cezası işte böyledir.” (Bakara 2/191)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Aziz Kardeşlerimiz;

Her zaman söylüyoruz ki, Aleyhi's-selâtu ve’s-selâm her gelen sene geçenden, her gelen ay geçenden ve her gelen gün geçenden şerli olacağını buyurmuştur.
Enes İbn-i Mâlik’in Haccac devresinde buyurduğu gibi:


مامن يوم الاوالذى بعده شرا منه حتى تكون ربكم

Her gelecek gün geçmiş günden daha şerli olacaktır. Hatta ki, RABBınızı buluncaya kadardemek ki, anlaşılan, bir hayr beklenilmez, hayr azalıp şer çoğalacaktır.
Hele bilhassa i’tikâdî yönden. Millet bir çok yönden bir çok hususda tahvilât yapıyorlar ama bizi mahveden i’tikâdî olan değişikliklerdir. Çünkü, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem
Ümmetim 73 fırka olacak sâdece bir tânesi Fırka-i Nâciyebuyurunca soruyorlar da cevâben:

اناواصحابى عليها : “Benim ve ashâbımın bulunduğumuz minvâl üzere olanlarbuyuruyor. Bunun dışına çıkanlar inhirafta (hurafe, yalan, uydurma) dırlar. Bu 72 fırkanın bir takım pürüzleri vardır. Kimisi dalâlate, sapıklığa, kimisi de küfre eletiyor. Kaderiyye, Mürciyye, Mu’tezile vs. 72 fırka eşit değillerdir. Kimisi sapık, kimisi de kâfirdir.

İbn-i Teymiyye ortaya çıktığından beri bunlarla pek çok münâzara vs. yapılmıştır. O devrede aleyhinde ve lehinde yazılmış eserler çoktur. İbn-i Teymiyyenin fikrinin aslı Dâvud-u Zâhirî'nin zâhiriyye mezhebine meyyâldir. İnanç yönünden ise Mu’tezile ile ilgisi vardır. Devremizde olmadığı için Onun bu yönleriyle uğraşmıyorum. Fakat, içinde bulunduğumuz devrede etrâfımızda bulunanlar Teymiyyeciliğin ve Vehhâbîliğin aslı astarı ve hakikâtı nedir diye soruyorlar. Bizi dinleyen ve kabullenen kardeşlerimize, günümüzde inanç ve i’tikadımızı koruyabilmemiz için çok tehlikeli olan bu hususda malûmât vereceğiz. Baktığımızda ba'zılarının dillerinde küfür, şirk ve lâ’net dönmektedir.
Ba'zıları insanları küfürle ve sapıklıkla bilir bilmez suçluyorlar. Âdem aleyhi's-selâm dan Rasûlullaha sallallâhu aleyhi ve sellem kadar geçen milletler ki, Rasûlullah'ı sallallâhu aleyhi ve sellem görmediler ve bilmeyebilirler. Nebîleri bilmektedir, fakat devresi değildir. Onun için bizler Rasûlullahın sallallâhu aleyhi ve sellem ümmeti olarak sorumluyuz. Bizim için kendisi şefaat yönünden gereken gayretkeşliği de yapacaktır ve bundan hiç bir şüphemizde yoktur. Ama, şu günümüze bakıyoruz da bir kısım insanlar âdetâ Cenâb-ı Rasûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem düşmanı gibi hareket ediyorlar. Evet, dersiniz ki:
nasıl oluyor da böyle birden bire düşmanı gibidiyebiliyorsunuz?Nasıl olur da hem müslümanım der hem de peygamberine düşman gibi olabilir?Böyle düşünebîlirsiniz.
Size şöyle bir malümat vereyim: Biz daha böylesi Rasûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem karşı hasım olan bir toplum görmedik. Evet alevîlerde biraz vardır. Onunda sebebi,
Nübüvvet Ali’nin radiyallâhu anhu iken kendisine aldı veyâ Cebrâil aleyhi'selâm emin değil hâindir.
Ashâbı Kirâm’a ise; Hilâfet Ali’nin radiyallâhu anhu hakkı iken vermediler de zülmettilerderler.
Böylesi buğuzkârlıkları vardı ve bu haller mevcûddu. Fakat daha beteri olarak vehhâbîlik ortaya çıkmıştır. Bu Vehhâbîlik mezhebi çok, çok daha tehlikelidir. Nedir bu Vehhâbîlik mezhebi acaba?
Bu hususda elimizde Muhammed İbn-i Abdulvehhab’ın başlangıcından bu günümüze kadar yazılmış pek çok te’lifat ve risâleler vardır. Kendileri de yazmışlar ve cevâbı da yazılmıştır. Peki, Vehhâbîliğin büyük olan tehlikesi nedir?
Fazla tafsilâta girmeden, hâli hazır bunların sisteminin temeli şudur: Abdulvehhab’ın ortaya çıkışından itibâren İngiliz ajanlarının kendisine nasıl yardım edip planladıklarını yine İngiliz ajanları hatıralarında bizâtihi kendileri anlatıyorlar. Bize lâzım olan bu yönü de değil. Biz, i’tikadî yönden ele alacağız.
Bu kimse kendisine şiâr edinmiştir ki; Kur’ânda müşrikliğin ve kâfirliğin anlattığı ne kadar âyetler varsa hepsini ortaya çıkarıyor ve diyor ki;


Herhangi bir müslüman bunlara benzeyecek olursa müşriktir, kâfirdir, mürteddir ve katli de câizdir.

Âilesi, ayalı, malı mülkü ve neyi varsa mübahtırdiyorlar.
Adamı da öldürüp mürted kabul ettikleri içinde köpek leşi gibi bir çukura atıyorlar. Yâni, kendi mezheb ve tâlimâtına uymayan herkesin i’tikadını bozuk kabul ediyor, onları küfre eletip mürteddir diye katlediyor. Bu sistem ise şu anda Suûdî de mevcuddur. Nizâmları bu şekildedir. Onların i’tikadı dışında kalan herkesin canı da, malı da ırzı da ve herşeyi de mübah kabul ediliyor, el konuluyor ve öldürülüyor.

İşte İngilizlerin destekçiliği ile bu hale gelmişlerdir. Aslında bu İbn-i Abdulvehhab’ın babası olsun, kardeşi olsun çok dindar ve müttaki insanlardı. Fakat hocaları ve kendisi dar kafalı ve sapık kimselerdi. Hatta babası, karşı çıkmış ve kardeşi de aleyhinde eser yazmıştır ki
Haşiyetu’l- cema’t isimli eserdir. Kendisini uyarmış ve doğruyu haber vermiştir.

Ancak, hidâyet ALLAHu Zu'l-Celâl'indir. Vermedimi vermez.
Çünkü öyle buyuruyor Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
اناالدليل والـها دى اللهBen sâdece delilim, hidâyet ALLAH’dandır

Kardeşlerimiz;
Hâli hazırda bu zümre Kur’ân'da buldukları şirk ve küfür âyetlerini tamâmen ehl-i tevhide yöneltir ve hallederler. Kendi inanç ve i’tikadlarına uymayanlara hemence müşrik ya da kâfir kelimesini yapıştırırlar. Peki kendi i’tikadları nedir acaba?
Başta birincisi, Rasûlullaha sallallâhu aleyhi ve sellem fazla salavat getirmeyeceksin. Rasûlullahın sallallâhu aleyhi ve sellem kabir ziyâretine de gitmeyeceksin. Çünkü, meşru’ değildir. Sakın ola Rasûlullah'a sallallâhu aleyhi ve sellem’e:

Yâ Rasûlullah! demiyeceksin, böylesi bir istigase (meded dileme) etmeyeceksin. Bir de şefaatı asla kabul etmeyeceksin. Ne Rasûlullahın sallallâhu aleyhi ve sellem ne de başkasının şefaat edeceğine kesinlikle inanmayacaksın. Şefaati tasvib etmeyip, şefaat diye bir şey yoktur diyeceksin.
Bakınız ve iyi anlayınız ki ne diyorlar: Salavatı çokça getirmeyiniz. Öyla ya, eğer fazlaca anılırsa şirktir. Çünkü, Cenâb-ı Rasûlullahı sallallâhu aleyhi ve sellem ALLAHu Zu'l-Celâl'e yaklaştırmış olursunuz.
Nitekim; a’mâ bir müezzin; mübârek, coşmuşta minârede sâlât-u-selâm getirmiştir. Kendisini alıp Abdulvehhab’a getirmişler de yasağını dinlemedi diye katledip şehid ettiler.
Arkasından ise şöyle söylüyorlar:
Fahişe (zâniye) bir kadının evindeki çalgı âleti olan rubâbenin çalınmasından gelen günah, minârelerde peygambere salavat okuyanın günahından daha azdır.
Bu ise; Ahmed b. Zeyni’d Dahlan’ınEd Dureru’s- seniyye fi’r- reddi ale’l- Vehhabîye,Ebu Hamid bin Merzük’unBera’atu’l- Eş’ariyye isimli eserin 229 sâhifesindedir.

Bakınız ne yapıyor?
Mürteddir diye katledip murdar sayıp çukura atıyor ve her şeyine el koyuyor. Ne yapmış âmâ olan bu zât? Peygamberine salavat getirmiş. Ona ne yapıyor? Katledip mürted ve murdar kabul ediyor köpek leşi gibi bir çukura atıyor. Mirasına el koyuyor. Mürted ne demektir? Bir Yahudi veya Nasaranın kesdiği yenir de mürtedin kesdiği yenmez. Şer’an bu böyledir. Ancak, nasıl olurda bir müslüman salavat getirdi diye mürted ilan edilir ve uygulanır? Böylesine habis ruhludurlar bunlar. Onun için, kendisine tabi’ olmayan kendi inancını tanımayan pek çok insanları yok edip katlettiler. Çok canlar yakıp telefiyat vermişlerdir. Mal mülk ve namuslarına el koymuşlardır. Talan etmişler talan. Hali hazırda eğer “Ya Rasûlullah” der de istigase edip yardımını beklerseniz bu haliniz küfürdür şirktir ve mürtedliktir. Ayni zamanda dinden çıktınız çünkü
ALLAH’dan aracısız istemelisiniz derler.


Resim

Haccac: Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin Sakafi'dir. Haccac-ı Zâlim diye de anılır.
İ’tikâd: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak.
Tahvil: Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek.
Minvâl: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz.
Zâhiriyye: Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları.
Mu’tezile: Aklına güvenerek ve "kul, fiilinin hâlikıdır" demekle hak mezheblerden ayrılan bir fırka. Bunlar dalâlet fırkalarının birincisidir. Vâsıl İbn-i Atâ nâmında birisi buna sebeb olmuştur. Bu kişi Hasan Basri Hazretlerinin talebesi iken, günah-ı kebireyi işleyen bir kimsenin ne mü'min ve ne de kâfir olmayıp, tövbesiz âhirete giderse ebedi cehennemde kalacağını söyleyerek hocasından ayrılmıştır. İtizal etmiştir. Mu'tezile tâifesi: "İnsanlar kendi ef'âl-i ihtiyâriyelerini halkederler" diyerek, bu fiillerde kaza ve kaderin tesirini inkâr ederler. Kendilerine kaderiyeciler de denmektedir.
Kaderiyye: "Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır" deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası
Mürciyye: Ehl-i Sünnet mezhebine muhalif ve dalâlet ehli olan bir fırka.
Vehhabî: Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.
Te’lifat: Yazılmış eserler, kitaplar.
Şiâr: İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret
Mürted: İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir.
İstigase: Medet isteyiş. Yardım istemek.
A’mâ: Kör. Gözleri görmeyen.
Nasara: Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara "Nasara" ismi verilmiştir.
Telefiyat: (Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

ResimRÛHun şâd OLsun Hocam...

Nitekim, şu memleketimizde de günlerce duyduk durduk kiALLAH ile kul arasına hiç kimse giremez, aracı olamazdiye.Aracı yokturdendi durdu.
Evet, vaktiyle tasavvuf yönünden bazı mürşid bozuntusu şaşkınlar aşırı hallere kalkışıp sanki kendileri birşeyler yapıyorlarmış gibi bazı saçmalıklar ortaya koydular, böyle yaptıkları doğrudur. Bu haller, böylesi konuşmalara sebeb oldu ise de aslı bu değil ki. Evet, birileri böyle yapabilir ve saçmalayabilir.
Ama, İslam dininde
ALLAH ile kul arasına hiç kimse giremezdediğiniz takdirde tüm resûlleri tamâmen inkar etmiş olursunuz.
Çünkü, ALLAHu zu'l-Celâl hiç kimseye re’sen
(direkt olarak, doğrudan) konuşmuyor ki.
Her ferd kendisi bizzât nerde bulup nerde konuşacak bu mümkün müdür?
Nitekim en başta:


إني جاعل في الأرض خليفة

ALLAHu zu'l-CelâlÂdem'i yeryüzüne halife kılıyorum, yapıyorum ve gönderiyorumbuyuruyor.
Çünkü, her ferd doğrudan doğruya rastgele ALLAHu zu'l-Celâl ile konuşamaz ki. Bulamazda, böyle bir şey olamazda. Bu olmayasıya bir şey.
Onun için, insanın bir şey söyleyeceğinde aklına mantığına uygun ve olur mu böyle bir şey diye düşünerek konuşması gerekmez mi?
Güyâ din adamlarıdırlar ki, günlerce kürsülerden:
ALLAH ile kul arasında kimse aracı olamazdeyip durdular.Kimse ALLAH ile kul arasında olamazdiyorlar ama, imanın şartlarından olanÂmentünün tümünü de hemence inkar ediyorlar.


آمنت باالله وملئكته وكتبه ورسله

Âmentüye bakınız ve okuyunuz hepisi de Allah ile kul arasındaki aracılardır.
Aracı olan nebîler olduğu gibi, Melekler aracı olmasa nasıl gelecek, Melekler aracı olan kitabları getirmeseler Nebîler ne bilecekler. Nebîler aracı olmasa biz ne yapabileceğiz?
Evet ALLAHu zu'l-Celâl ilâhımız ve RABBımızdır. Ama, her ferd kalkıp da O’nunla doğrudan doğruya alış veriş yapacak bu hiç kimsenin haddi de değil hakkı da değildir. Ancak ve ancak nebîler gelirler ki resûllerdir, elçilerdir, kendilerine, melek yoluyla vahyeder ve bu olur esâsen. Ama, rastgele herkes kendi başına bulamazda bilemezde.
Biz nasıl ki;
Rasûller ALLAH’ın elçisidirdiye inanıyoruz, iman ediyoruz ve aracı olarak kabul ediyoruz. ALLAHu zu'l-Celâlin aracısı esâsen resûllerdir. Şimdi bunları inkara kalkışırsak ne olur? Nasıl,müslümanız!...diyebiliriz. Hâşâ.
Düşünmüyorlar ve durmadan akıl ve mantık diyorlar...
Dinimiz, akıl ve mantık dinidir.diyerekten pek tavırlı tavırlı ahkâm kesiyorlar. Fakat; dinimiz, akıl ve mantık dini değil de nakil ve mesned dinidir mesned!..
Sadece akıl ve mantıkıyla yürüyen kimse gitse gitse esfel-i sâfiline gider başkada hiçbir yol bulamaz!..

Onun için dinimiz, mesned dinidir. Çünkü İmam-ı Şâfiî Hazretlerinin buyurduğu gibi:


العلم ماقال الله وقال الرسول وماعداه قول الرجال

İlim, ALLAH ve Rasûlullah’ın kavlidir, gerisi insanların sözleridir.

İlimle öğrenecek olduğumuz, dinimiz; ALLAHu zu'l-Celâl’in âyetleri, Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem hadislerine dayanarak sünnet-i seniyyesidir. Gerisi ise şunun bunun sözleridir.
Bu minvâl üzere olup bundan bir değişiklik ve inhirafta olamaz.
Ama, aklımıza ve mantığımıza göre olacak olursa o zaman Hristiyan İsevîler gibi:
Uydur, uydur söyle, uydur uydur yap!.hâline gelir ki bu dinde İslâm dini denmez.
Bu yüzden İncil sayılamayacak kadar çok sayıda olup herkes kendi akıl ve mantığına göre yazmıştır. Birbirleriyle de alâkaları yoktur.

1400 sene geçmesine rağmen Kur’ân-ı Azimu'ş-şân yine aynı Kur’ân’dır. Aynı akide ve aynı dindir.
Meğer inhirafına
(yalan uydurma) çalışan kimseler her zaman çıkmış ve el an da var ise de onlar kendilerini teraziye koysunlar ve hallerine baksınlar!..
Onun için acayibimize giden şey şudur ki; Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem olan bu düşmanca zıddıyetleri acaba nereden geliyor, nereden doğuyor?
Vallâhi, İngiliz ajanlarının hâtıralarında okunmaktaki bu mezhebi nasıl meydana getirip nasıl çalışmışlar...
Hep acayibe giderdi ki bu müfsidlerin Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem karşı olan gılzâtlıkları
(kabalık, haşinlik) nedendir? diye...
Ne zararı oldu Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem bunlara?... Nelerine zarar verdi?...
Haydi ötekiler,
Ali’nin radiyallâhu anhu hakkını güya vermemişler, bu zülûmdür v.s.diyorlar...
Peki bunlara ne oluyor? Neden böyle yapıyor bu Vehhâbîler?...
Cenâb-ı Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem sâyesinde yaşıyorlarken bu nankörlüklerine ne demeli?...
Ama gel velâkin; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa hakkında Cenâb-ı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:


لاتشد الرحال الالثلثة مساجد

Yani,Bu üç mescide seyr-i sefer yapılması câizdir ve meşru’dur.buyuruyor.
Mescid-i Haram’da esasen Allah’ın Kâbesi yani, evi vardır diyerekten bir namaz karşılığı 100.000 sevabdır.
Cenâb-ı Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem Mescid-i Nebevî’sine gelince; Medine’de câmi çoktur ama, onun kudsal oluşuna sebeb orada Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem oluşudur. Onun içinde Mescid-i Nebevî’de kılınan bir namaz karşılığı 1000 kat sevab vardır.
Mescid-i Aksa’dan ise bazı nebîler gelip geçmişler ve bundan dolayı O’da şeref bulmuş ve orada kılınan bir namaza ise 500 kat sevab vardır.
Diğer mescidlerde ise bir namaz karşılığı 27 kat daha fazla sevap alır ve daha fazileti vardır.

İşte bu Muhammed İbn-i Abdulvahhab söylüyor ki:
[/color] “Mescid-i Nebevî’ye gidecek olan kimse eğer câmi ziyareti olarak giderde iki rekat tahiyyetü’l- mescid kılıp çıkarsa meşru’’ olan ziyâreti yapmıştır, bu kadardır ve bu şekildedir.
Mescid-i Nebevî’ye seyr-i sefer yapılmasına verilen cevaz bu kadardır.
Ama, niyetinde Mescid-i Nebevî değilde Rasûlullah’ı sallallâhu aleyhi ve sellem ziyâret etmek olursa bunu kabul etmiyor. Böyle yapana seferîlik hakkı da tanımıyor.

Yâni seferde iken farzları iki rekat kılmak, takdim-i te’hir v.s. teshilatları da kabul etmiyor. Ve böylesi seferi meşru’’da görmüyor. Yani, açıkça Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem ziyâretine gidilmesi meşru değildir, diyor.
Benim şahsen garibe ve acayibime gider ki; kâinatın aşkla şevkle muhtaç oldukları Aleyhi's-salatu ve’s selâm sâdece bu dünyâ da değil hele bilhassa âhiret âleminde muhtacı olduğumuz ortada iken bu gılzâtlıkları nerden geliyor!..
İşte ALLAHu zu'l-Celâl hidâyet vermedi mi vermiyor, verdi mi veriyor.
Nasıl müslümandırlar ki; Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem ziyâretini meşru’ saymıyor, ziyâretine giden bir kimse:
Ya Rasûlullahdese istigâse edecek ve saygısını sunup yardımını dileyecek olsa, veyâhutta ziyâretinde gelecekte ve kıyâmette şefaatını dileyecek olsa, bunların tümünü inanç dışı sayıyor. Ve ziyâretine varınca seni de mecbur tutuyor sapık inancına uymayı...
Şefaat; birisinin suçundan geçilmesi veyâ dileğinin olması için aracılıktır. Vehhabîler, şefaati asla kabul etmiyorlar.
Anlaşılan bunların mahşer gününde Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem ihtiyaçları yoktur. Artık kimleri bulurlarsa bulurlar.
Veyâ bu dünyâda hükümlerini geçirdikleri gibi âhirette de geçireceklerini, kabadayılık yapabileceklerini ve Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem ihtiyaç duymayacaklarını sanabilirler. Bu fikirde olabilirler.
Burada yaptıkları gibi orada da yapabileceklerini sanabilirler. Buna da diyeceğimiz yoktur.
Çünkü, her derdin devâsı vardır, ancak ahmaklığın devâsı yoktur. Ahmaklık derdine ilaç yoktur.

Aziz kardeşlerimiz;
Düşünün, düşünün ve dikkat edin ki; Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem karşı olan bu gılzât, buğz, garaz, kin ve nefrete bakın!.. Kabrini ziyareti, istiğaseyi ve şefaatını kabul etmeyip inanç dışında tutuyor.
ALLAHu zu'l-Celâl şerlerinden korusun. Âmin!...

Bizzât kendisi söylüyor ki:
Herhangi bir kimse MuhaMMed’i kabrinde ziyâret ederse, ondan bir menfaat umarsa ve âhirette de şefaatını umarsa ve inanırsa bunlar şirktir ve küfürdür.diyor ve ilân ediyor ki:Kanı akıtılır..diyor.
Lâmı, cimi yoktur hemen öldürülür, malına mülküne ve âilesine el konulup tasarruf altına alınır, diyor. Artık ne yapar ne ederler onlar biliyorlar!.. Bu ve benzeri sapık iddialarından dolayı kendisi ve yandaşları pek çok eser ve risâlelerle uyarılmışlardır. Ama ne çâre ki kader kaderullahdır.
Demek ki; ALLAHu zu'l-Celâl öyle yaratmış, ezelden bu dalâlet üzere bu âleme gelmiş ve böyle gelip geçmiştir...
Babası yalvarmıştır. Kardeşi eser yazmış uyarmıştır. Fakat böylesine bir müfsid olmuştur. Olabiliyor bu âlemde; bir yanda mü’min diğer yanda sapık... İnsanoğlunun başına hepsi gelebiliyor...
ALLAHu zu'l-Celâl cümlemizi hüsn-ü-hâtime ve imân-ı kâmil nâsib etsin. Âmin...


Resim

Re’sen: Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya
Bizzât: Kendisi, aslında. Kendi zatı ile. Binefsihi.
Esfel-i sâfilin: Sefillerin en sefili. Cehennem'in en aşağı tabakasındakiler.
Mesned: Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
Minvâl: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz
İnhiraf: Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir.
Gılzat: Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
Mescid-i Haram: Mekke-i Mükerreme'de ve içinde Kâbe'nin bulunduğu en büyük, mukaddes ibadet yeri. Kâbe..
Mescid-i Nebevî: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selemin Medine mescidi ve kabr-i şerifi..
Mescid-i Aksa: Kudüs'te çok eskiden gelen peygamberlerin (A.S.) yaptırdıkları mâbed.
Cevaz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Tahayyetü’l- mescid: Bir mescide veya bir camiye girildiğinde, sevab niyetiyle, oturmadan evvel kılınan namaz.
Teshilat: (Teshil. C.) Kolaylıklar.
Meşru’: Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan.
İstigase: Medet isteyiş. Yardım istemek.


Vehhabî: Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.

Muhammed bin Abdülvahhab:
Vahhabilik mezhebinin fikir babası ve İlk Suudi Devleti'nin iki kurucusundan biridir. 1703 yılında Nejd bölgesi'de Diriye civarlarında doğmuştur. Dedesi, günümüzdeki Suud kraliyet ailesinin aile babası kabul edilmektedir. Tam olarak nerede doğduğu bilinmemek ile birlikte Diriye çevreleri (Günümüzde El Kasım Bölgesi) olduğu sanılmaktadır. Gençliğinde Selefiyye akımını inciledi ve bu görüşü benimsedi. Çevre kabileler ile ilişkiler kurdu ve kabile şefliği yaptı. Yeğeni Diriyah prensi Muhammed İbn Suud ile birlikte Vahhabi davası için Bedeviler'den ve Ikhwan adı verilen, Hac kafilelerini yağmalamakla geçinen Arap çetelerinden oluşan düzensiz bir ordu kurdu ve kabileleri birleştirip bölgede denetimi sağladı. Bu gelişme ile birlikte İlk Suudi Devleti kurulmuş oldu. Osmanlı'ya karşı savaş emri verdikten sonra 1792 yılında 90 yaşında öldü. Ardından onun yerine geçen Diriyah prensi Muhammed İbn Suud, Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir yıpratma savaşı başlattı. Kısa süre sonra Şiîlerin kutsal mekânı Kerbelâ talan edildi (1801). Mekke ve Medine'yi ele geçirmek için hücuma kalktılar ve 1517 yılından beri Hicaz topraklarını elinde bulunduran Osmanlı, 1802 yılında bu topraklarıda kaybetti. Osmanlı'nın Zend Hanedanlığı ile savaşa girdiği için Arabistan'a birlik gönderilmedi. Bu fırsattan yararlanan Ibn Suud, ordularını güneye çekti ve Yemen-Umman imamlığının üzerine saldı ve bütün bir Arap Yarımadası denetimi altına girmiş oldu. Osmanlı iyice zor duruma girince Mısır Eyaleti'ni elinde bulunduran Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım istedi. Fakat Sudan'daki Func Devleti ile uğraştığı için en büyük oğlu Tosun Paşa'yı görevlendirdi. Osmanlı-Suudi Savaşları başladı ve Tosun Paşa kısa sürede Arabistan'ı Osmanlı İmparatorluğu adına geri aldı. Suudiler doğuya ve güneye çekildiler. Ardından İkinci Suudi Devleti'ni kurdular. 1891 yılında, Osmanlı'nın yarı müttefiki El Reşid Devleti, İkinci Suudi Devleti'ni yıktı. I. Dünya Savaşı ve diğer iç karışıklıklar neticesinde Hicaz Krallığı ve Nejd Sultanlığı ortaya çıktı. Bu karşılıkları İngiliz casus Arabistanlı Lawrence sebep olmuştur. Hicaz Krallığı ve Nejd Sultanlığı, Osmanlı'ya ayaklanan Abdülaziz El Suud tarafından zorla birleştirildi ve Üçüncü Suudi Devleti kuruldu. Bu devlet günümüzde daha çok Suudi Arabistan olarak bilinmektedir. Vahhabilik, günümüzde Suudi Arabistan'da resmi mezhep konumundadır. Günümüzün Suudi Kralı Abdullah bin Abdül Aziz'dir. Prens ise Sultan bin Abdul-Aziz Al Suud'dur. Aile, Muhammed bin Abdülvahhab'ın soyundan gelmektedir.

Amentu Duası:


آمَنْتُ بِاللهِ وَ مَلاَئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللهُ تَعَالَى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقّ ٌ اَشْهَدُ اَنْ لآ اِلَهَ اِلاَ للهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ


Okunuşu:
Âmentu billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihi min Allâhi teâlâ ve'l-ba'su ba'de'l-mevti hakkun, Eşhedu en lâ iâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve rasûluh.

Anlamı:
Ben, ALLAHu Teâlâ'ya, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin ALLAHu Teâlâ'nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben, şehâdet ederim ki, ALLAHu Teâlâ'dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhi's-selâm O’nun kulu ve Rasûlu'dur.


Resim

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve iz kâle rabbuke li'l-melâiketi innî câilun fî'l-ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfiku'd-dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn: Hani RABBin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. (ALLAH:) "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi.
(Bakara 2/30)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Kardeşlerimiz;
Benim şimdilerde hafsalama sığmıyor ki, neden acaba hutbelerde, kürsülerde salavât-ı şerifeyi getirmeyi fazladan görüyorlar ve fazlaca getirmeyin demelerinin sebebini bir türlü bulamıyorum. Bir zıddıyet var, Cenâb-ı Rasûlullah’a karşı...
Yâni, Aleyhi'salatu ve’s selâm’ı fazlaca anarsak şirk mi oluyor kendilerine göre?...
Öyle ya,
ALLAHu zu'l-Celâli çokça zikredinizbuyurulunca;


ياأيها الذين آمنوا اذكروا الله ذكرا كثيرا

Ey inananlar! ALLAH’ı çokça zikredin.

Ey îmân edenler ALLAH’ı çokça zikredin.Âyet-i celîlesi oluncaartık, salâvatta zikrullahla yarışmasın yoksa şirk olur mudemek istiyorlar bilemiyorum. Fikirlerindeki nedir acaba?.. Kafalarında böyle bir şey mi var?
Zira, dikkat ediniz ki; Cuma günü âma olmasına rağmen minârede ezanı okuyor da arkasından aşkından şevkinden bir salat-u-selâm getiriyor sâlâ veriyor.
Nitekim, Cenâb-ı Rasûlullah’da sallallâhu aleyhi ve sellem


اكثروا من الصلاة على يوم الجمعة

Cuma günü benim üzerime çokça salavat getirinizbuyurduğu için aşkıyla yanarak salâvat getirmiş...
Getirmiş ama, hemen alıp götürmüşler kendi mahkemelerinde bu suçdan katline cevâz verip hemen orada şehid etmişlerdir. Peki, neye dayanmışlar?
Ne bir mesned, ne akıl, ne mantık ne de din var...
Kabul edilecek mesele değil ve düpedüz zülûm...
İnanınız ki hiçbir dinde dahi benzeri yoktur. Peygamberine salât etti diye öldürmek...
Çok salâvat getirmiş diye kâtillik olur mu?
Böylesi bir vâkıa hiç bir devrede olmamıştır. Demek ki müşrik kabul etmişler...

ALLAH’a âit olan ezanın arkasından salâvat getirince Rasûlullah’ı sallallâhu aleyhi ve sellem ALLAH’a ortaklaşma yaptın ve böylece müşrik olmuş oldundiyorlar...

Evet,


ياأيها الذين آمنوا اذكروا الله ذكرا كثيرا

ALLAH’ı çokça zikredin diye emrediyor ancak, salavatı da çokça getirirseniz o zaman zikirle salâvat eş duruma gelir ki; o hal ise ortaklaşma ve şirk olur.diyorlar. Anlaşılan bu...
Peki, Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem bu kadar hasım ve zıddıyet içinde iseniz, adını ve salâvâtını fazla anmayın diyorsanız (hâşâ) o zaman ezândaki:
Eşhedu enne Muhammede’r- Resûllulahı da yok edinde kurtulun..
Bunu da yapın ki kurtulduk sanın ey ahmaklar!..

Ümmet-i Muhammed’in mensûbu olan bir mü’min nasıl olurda Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem karşı bu kadar zıddıyet ve nefret sâhibi olabilir. Bunu Müslümanım diyen düşünemez. Bu kadar gılzât nasıl olabilir?
Belki ilk yazılışlarında;


صم بكم عمي فهم لا يرجعون

"Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeble onlar geri dönemezler"

var ise ne diyelim?..
Bu kadar da gılzâtınız varsa, salâvat sizi rahatsız ediyorsa ki; çokça salâvat getirenden nefret ediyorsunuz ve ismini dahi duymak istemiyorsunuz anlaşılan... Demek ki mesele bu...

O zaman ne yapmamız lâzım?
Doğrudan doğruya dünyâdan çıkmamız mı lâzımdır. Hayır, dünyâdan çıkmayacaksınız.
Bakınız RABBımız ve RABBınız olan ALLAHu zu'l-Celâl ne buyurmuştur:


ياأيها الذين آمنوا صلوا عليه وسلموا تسليما

Ey mü’minler! Sizde O’na (peygamberinize) salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.
Buna ne diyeceksiniz söyleyin? Eğer gerçekten îmân ehli iseniz mutlaka buna uymanız gerekmektedir.

Zira ALLAHu zu'l-Celâl ilân ediyor ve teşviken ALLAHu zu'l-Celâl kendisi, melekleriyle birlikte Habîbine sallallâhu aleyhi ve sellem salât-u-selâm getiriyorlar.
Kendisi de getiriyor ve meleklerine de salât-u-selâm getirtiyor ki, bize örnek olup, teşvik ederek emrediyor. Artık ihmâl etmememizi buyuruyor. Tabiki ALLAHu zu'l-Celâl salât-u-selâm getirdikten sonra biz durur muyuz.
Rasûlunu sevip kıymet ve değer verdiğinden salât-u-selâm getiriyor ve ardından da:
Ey îman şerefiyle şereflenen mü’minler siz de çok çok salât-u-selâm getirindiye emreder. Hem emir, hem hüküm, hem tergib hem de teşviktir bu...
İşte ALLAHu zu'l-Celâl’in emri ve tasvibiyle Habîbi sallallâhu aleyhi ve sellem için emretmiş olduğu salât-u-selâmı yerine getirmek esâsen emri, hükmü ve rızâsıdır. Bunu nasıl hafife alıyorsunuz ey ahmaklar?
Dikkat ediniz ki;


التحيات لله والصلوات والطيبات السلام عليك ايهاالنبى ورحمةالله وبركاته

Et-tehıyyâtu lİllâhi ve's-selavâti ve't-tayyibâti es-selâmu aleyke yâ eyyuhe'n-nebîyyu ve rahmetullâhi ve berekâtuhu...
Buna ne dersiniz?
Bu kıymete karşı bir kıymet ve değer var mıdır? Esâsen bizim sevinmemiz lâzım eğer inanıyorsak!..
Daha, daha da peygamberimizdir, ümmetiyiz diye haz duymalıyız bundan.
Biz doğrusu bunun için ALLAHu zu'l-Celâl’e nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyoruz...
Cenâb-ı Rasûlullah’ı sallallâhu aleyhi ve sellem sevsenizde sevmesenizde O, ALLAHu zu'l-Celâl’in Habîbi’dir.
ALLAHu zu'l-Celâl’in Habîbi olunca O’na gereken kıymet ve değeri vermiş ve verecektir şükürler olsun.
Ne var ki; i’tikadınızda bir değişiklik varsa ve istikbâlde gelecek olan kabir ve mahşer ile ilgili îmânı olmayan fırkalardan iseniz varın gidin bu dünyâda ne yaparsanız yapın.
Çünkü, görüp göreceğiniz bu ve başkada kârınız yoktur. Olmuşu olacağı budur ve başka bir yolu da yoktur.
Nitekim Mu’tezile fırkası da bu yöne meyillidir ve Vehhabîliğin benzeridir.
Tenâsuha inanıp rûhun bedenden bedene aktarma olacağını kabul eder.
Ölenin rûhu başka bir bedene geçerderler!..

Onun için, geleceğini düşünmüyorsa, istikbâlini aramıyorsa ve
bu dünyâda ne yaparsak kârımızdırdiyorlarsa işte ona diyeceğimiz yoktur. O zamandünyâmız ma’mûr olsun da dînimiz vs. varsın harab olsundiyebilirler. Demek ki, kâle almıyorlar.. Eğer işlerinin bu dünyâda bittiğine âhiret vs. gibi gelecek olmadığına inanıyorlarsa o zaman ne diyelim.
Dünyâmız ma’mur olsun ve âhiretimiz viran olsun" derler demesine ama gerçekten tahammülleri olur mu bilmem?..
Böylesine basitten alan bir akaide ne denilir?..

ALLAHu zu'l-Celâl:


وإذا قيل لهم لا تفسدوا في الأرض قالوا إنما نحن مصلحون

Onlara: Yeryüzünde fesad çıkarmayın, denildiği zaman “Biz ancak islah edicileriz” derler.

derler demesine ama ALLAHu zu'l-Celâl:


ألا إنـهم هم المفسدون ولكن لا يشعرون

Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.

Salah değil de fesad getiriyorlar.
Ama şuûrsuz olduklarından belki yaptıklarını salah sanıyorlar.
Şuûrsuzluk, şuûrsuzluk her şeyi yaptırır. ALLAHu zu'l-Celâl izân versin.
RABBımız bizleri nefsimizle başbaşa bırakmasın. Âmin!..


Resim

Hafsalama sağmıyor: Aklım kabul etmiyor.
Şevk: Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman.
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma
Mesned: Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek.
Gılzât: Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik.
Tergib: Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
Akaid: (Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar


TENASUH Nedir:

Bir şeyin diğerini takib ederek yok etmesi, bir şeyi elden ele dolaştırmak, bir şeyin dolaşarak diğerinin yerini alması .

Dinler tarihinde, ölen insanların ruhunun bir hayvan ya da bir insan bedenine girmesi inancını dile getirir.

Türkçe'de ruh göçü denilir. Batı dillerinde bunun karşılığı,
"Reincarnation ve Tranmigratıon" dur. Tenasuhe inananlara da "Tenasuhiyye" denilir.

Tenasuh inancı, Hindistan'da Hinduizm'den doğmuş ve buradan Hint Adaları, Tibet, Çin, Kore, Japonya, ve eski Yunan'a yayılmıştır. Bu inanç, Hinduizm
(Brahmanizm) ile berâber, Budizm, Taoizm, Caynizm, Maniheizm gibi Asya'nın eski dinlerinde de görülür. Tenâsüh'ün en eski yazılı kaynağı, Hinduizmin kutsal metinleri olan Upanişad'lardır (M.Ö. 7-6 yy). Tenâsüh inancında manevi mükâfat ya da ceza, yaptığı kötülük veya iyiliklerin karşılığı olarak ruhunun bir hayvan veya bir insan cesedine girerek alçalması ya da yükselmesidir. Hinduizm'de ruhların bir bedenden diğer bedene göçüne Samsara adı verilir. Hindulara göre bir insanın ruh göçünün başlangıcı belli değildir. Ruh, daha önce bir bedendeki durumuna göre bir hayvan veya bir insan veyahud da bir tanrı olarak dünyaya gelebilir. Hindulara göre, tenasüh yalnızca insana mahsus değildir. Tanrılar da ölür ve yeniden başka bir kalıpta doğabilir.

Tenasüh inancı Hinduizm'in esasıdır. Ruhunun kalıbdan kalıba dolaşması insanı kemâle erdirebilir. İnsan ruhu, hayvan veya beşer bedenlerine girerek pek çok sayıda varoluşlar yaşadıktan sonra saflaşırsa
(temizlenirse) bu dünyâdan giderek saadete ulaşır ve yaratıcı tanrı olan Brahma'ya ulaşabilir. Veya Hinduizm'in bazı kollarına göre kâinatın ruhuna karışır. Budizm'e göre, bir ruh intikali en küçük böcekten insana varıncaya kadar bütün canlılara olur. Kurtuluş (Nirvana), insan varlığı safhasında ruhun bütün arzularını yenerek dünya ile alakasını kesince meydana gelir.

Tenasuh inancı, eski Yunan'da M.Ö. 6. asırda ortaya çıkan Orfizm
(Orfik dini) mezhebinde de görülür. Tenasüh fikri M.Ö 6. asırda yaşamış Pythagoras (M.Ö. 580-500) ve Eflâtun (M.Ö.427-347) tarafından da benimsenmiş ve geliştirilmiştir. Tenasuh inancı, Kelt ve İskandinav dinlerinde ve Yahudiliğin bazı batınî mezheblerinde de görülür.

Müslümanlar arasından çıkıp da İslâm dini ile alakası kesilmiş gulât-ı şî'a (müfrit şiîler) gibi bazı mezhebler de tenasuh inancını almışlardır.

Mutezile'den Ahmed b. Hâbıt, Ahmed b. Eyyûb, Ahmet b. Muhammed el-Kahtî, tenasuh inancını eski Yunan'dan alıp kabul etmişlerdir.

Ahmed b. Hâbıt'a göre, Allah insanların hepsini nimet yurdunda eşit olarak yaratmış, kendisine itaat edeni burada bırakmış, hiç itaat etmeyeni Cehennem'e atmıştır. Emrettiklerinin bir kısmında itaat edip bir kısmına uymayanları günahlarının miktarına göre böcek, kuş, ehli hayvan ve yırtıcı hayvan suretlerinde dünyaya göndererek imtihan eder. Bunların ruhları, isyan ve itaatlarına göre hayvan ve insan kalıblarına girer. Bu şekilde onların mükellef tutulması, muhtelif hayvan suretleri içerisinde devam eder. Ahmed b. Hâbıt, Allah'ın hayvanlara da peygamber gönderdiğini iddia eder. Ona göre canlıların hepsi tek bir cinstir. Hayvan kalıbları içerisinde günahlarından temizlenenler nimet yurduna, temizlenmeyenler ise Cehennem'e gider. Meşhur Abbâsî komutanı Ebû Müslim el-Horasanî'nin de tenasuhe inandığı rivayet edilir

(el-Bağdadi, a.g.e., 273, 276; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Kum 1394, 61-62).

Karmatiler, batınîlerin bir kısmı, Nusayriyye ve Dürzîler de tenâsuhe inanırlar. Nusayrîlere göre, Müslüman, Hristiyan ve Yahûdiler gibi Nusayrî olmayanların ruhları, eşek ve köpek gibi hayvanların cesedlerine girer. Ali'ye inanan gerçek Nusayrîlerin ruhları hareket yoluyla yıldızlar haline dönüşerek nurlar âlemine yükselirler. Dürzîler ahiretle ilgili cezâ, mükafât, cennet ve cehennemin bu dünyada olduğuna inanırlar
(E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhebleri, İstanbul 1986, 186, 200).

Dürzîlere göre akıl ile nefs cevherdir; cesed bir araz ve gömlektir. Nefsler, bir gömlekten diğer bir gömleğe intikat eder. Ölmek, gömlek değiştirmek ve kalıbtan diğer bir kalıba girmektir. Ölmek yok, göçmek var. İnsan gömlek değiştirir durur. Mahlukatın sayısı her zamanda, her mekânda birdir, ne artar ne eksilir...
(İzmirli İsmail Hakkı, Dürzî Mezhebi, Daru'l Fûnün İlahiyat Fak. Mecmuası, İstanbul 1926 Ağustos, 180).

Mutezile'den Tenasuhiyye ve diğer bazıları tenasuhu isbat etmek için Kur'an-ı Kerim'den şu ayeti delil getirmek istemişlerdir:
"Yerde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin emsalinizi (benzerleriniz) olan ümmetlerdir..."
(el-En'âm, 6/38)

Bu sapık fırkalar bu ayeti delil getirirken şöyle demişlerdir: "İnsanlar temiz ahlâk, doğru bilgi gibi özelliklere sahip iseler, ruhları meleklerin bedenlerine kadar nakledilir. Bazen de meleklere karışırlar. Ama şakî, câhil ve âsî olurlarsa, günahlarına göre çeşitli hayvanların bedenlerine naklonulurlar. Çünkü ayetteki "emsal" sözü zatî (öze aid) sıfatların hepsinde musâvatın (eşitliğin) husûlünü gerektirir. Musavatın husülünde, gelip geçici (arazî) sıfatların varlığına itibar edilmez. Sonra, hayvanların ruhlarının RABB'lerini bildiklerini, kendilerinde meydana gelen saadet ve şekavetlerini tanıdıklarını ve Allah'ın da onlara kendi cinslerinden peygamberler gönderdiğini iddia etmişler ve şöyle demişlerdir:

"Mâdem ki onlar da bizim gibi ümmetlerdir. Allah da
"Hiç bir ümmet yok ki aralarında bir nezîr (peygamber) gelip geçmemiş olsun"
(Fâtır, 35/24) buyuruyor."

Tenâsuhun aksini savunanlar ise şöyle derler: "el-En'âm, 38. ayette geçen "sizin benzerleriniz" (emsâlüküm), hayvanlar, yaratılışta, beslenme, rızıklarını arama, nesillerini devam ettirme, tehlikelerden korunma ve ölümde size benzerler demektir. Yâni onlar da can (ve nefs) sâhibi olup hayatlarını ve cinslerini devam ettirmede insanlara benzerler demektir. Tenâsühcülerin zikrettiklerini isbata delâlet eden bir şey yoktur"
(Fahreddirı Razî, Mefâtihu'l-gayb, İstanbul 1307-1308, IV, 57).

Hayvanlara, insana verilen ruh (nefs-i natıka) verilmemiştir.
Sorumluluk hissi taşıyan bu ruh yalnız insana verilmiştir. Hayvanlar mükellef tutulmamışlardır.


"Sonra onu düzeltip tamamladı ve ona (Âdem'e) rûhundan üfürdü"
(es-Secde, 34/9).

Tenâsuhiyyeden olan eski filozoflara göre, ruhlar kemâle erişip cismânî alakaların hepsinden temizlenince, bedenlerden sıyrılmış olarak kalır, kurtulur ve kudsî âleme varırlar. Fakat bilkuvve kemâlâtı eksik kalan ruhlar, insanlık bedenlerini dolaşırlar, ahlakî ve ilmî hususta kemâle varıp nihayete erişinceye kadar bir bedenden diğer bir bedene intikal ederler. Kemalini tamamlayınca da bedenlere taalluk etmekten mücerred kalırlar. Ruhların bu intikâline nesh derler. Buna göre ruh, bazen insan bedeninden vasıflarına münasib hayvan bedenine iner. Şücâ (cesur) kimsenin rûhunun asları bedenine, korkak kimsenin rûhunun tavşan bedenine girmesi gibi. Rûhun bu şekilde intikaline mesh denir. Ruhlar ba'zan da bitkilerin cisimlerine girerler, buna da resh derler. Ruhlar ba'zen mâden ve basit şeyler gibi cemâdata (cansız maddelere) âid kalıplara girerler. Buna da fesh denir.

Ruhların kalıblara inerek girmesi
(tenâzülâtı) onlara verilen ukubât (cezalar) mertebeleridir. İnsan rûhu, bir mertebeden daha kâmil mertebeye çıkınca, sıfatlarının hepsinde kemâle erdiğinden dolayı bedenlerden kurtulur, akıllar âlemi ile birleşir. Ruhlardan tam kâmil olmayıp mutevassıt olanlar, kemâle ermeye ihtiyaçları kaldığı için semâvi varlıklar ile bitişir: Nâkıs olan ruhlar da karanlık ve kirlerden kurtuluncaya kadar, kendi durumları ile münâsih hayvan bedenlerine intikal eder dururlar
(Tehânevî, Keşşâfü İstilahâti'l-Fünün. Kalkuta 1862; Seyyid Şerif Cûrcâni, Şerhu'l- Mevakıf, İstanbul 1239, 1239, 583).

Bütün semâvî dinlere göre tenâsuh inancı bâtıldır. Genellikle Tenâsuh ehli cismanî meâdi ve ba'si inkâr ederler. Tenâsuhe inanmak îmânla ve özellikle âhiret inancı ile bağdaşmaz. Bir insan bu dünyâda yaptıklarından sorumludur. Sorumlulukta rûhun bedeninin de payı vardır. Her bir insan bedeninin bir rûhu ve bir rûhunda tek bir bedeni vardır. Bir insanın rûhu sâdece kendisine mahsus bedenini ve nefsini idâre edip yönlendirir. Ruh sâdece kendisine mahsus tek bir beden ve bedenin canı (nefsi) ile iyi vasıflar (kemâlât) veyâ kötü vasıflar kazanır. Tenâsuhe inanılmakla tek bir insan ayrı ayrı pek çok sayıda hayvan ve insan olarak kabul edilmiş olunur ki bu da muhaldir. Bu inanca göre bir insan ruhunun yüzlerce bedeni olmuş olur. Halbuki ahirette her bir insanın bedeni diriltilecek ve ruhu buna iâde edilecektir. Meselâ bir insan rûhu 100 tane insan cesedine girmiş olsa, gerçekte bu cesedlerin tek bir ruhu bulunur, diğerleri ruhsuz kalmış oldukları için diriltilmez. Hepsi diriltilse, biri ruhlu olarak diğerleri ruhsuz olarak diriltilmiş olur. Ruhsuz beden ise insan değildir. İnsan kendisine aid rûhuyla insandır. Tenâsüh inancına göre bir insanın bedeni dünyâda iken yüzlerce defa diriltilmiş sayılır. Halbuki ayrı ayrı insanların bedenleri hiçbirisi eksik bırakılmaksızın âhirette diriltilecek ve ruhları bunlara iâde olunacaktır. Âhirette insan bedenlerinin aynen dünyâdakilerinin tam benzeri olarak diriltilmiş ve ruhları bunlara iâde edilmesi gerçeği, rûhun beden ve nefsiyle berâber tekliğine delildir.

Gerçek şudur ki, bir insanın bedeni, dünyâda hücrelerinin yenilenmesiyle değişse de yine aynı o insanın rûhuna âid beden olarak kalacak, öldükten sonra aâhirette ilm-i ilahîde bütün özellikleriyle mahfuz planına göre
(DNA=Deoksiribonükleik asidine göre) bu beden aynen iade edilecektir. Cesedlerin de sorumluluktan payı olduğu için bunun planı olan DNA'sı dağılmış bile olsa, ALLAH bunu aynen iâde edecek ve bundan eski bedeni aynen yaratacaktır (bkz. Maad mad.) Ahirette hiç bir kimse, "İâde edilen bu beden benim bedenim değildir, veyâ o suçu işleyen falan kimse ve bedenidir" diyerek imanla bağdaşmayan bir söz söylemeyecektir. Hayvanlarda can (nefs) vardır ve nefsi natıka denilen insanı ruh yoktur. İnsan ruhu, bir hayvan bedenine nakledilmek şöyle dursun, başka bir insanın bedenine de nakledilemez. Hattâ ileride bir insanın beynini başka bir insanın kafatasına nakletmek mümkün olsa, ruhunu nakletmek imkansızdır.

Ayrıca tenâsüh inancı, ruhların ezeli olduğunu kabul etmek gibi bir yanlışlığa götürür. Halbuki Cenâb-ı ALLAH'tan başka her şey hâdistir
(sonradan yaratılmıştır)

İnsanlar ölünce iyi kimselerin ruhları illiyîn'e kötü kimselerin ruhları ise Siccîn'e gidecektir. insan ölünce, sevap ve günah kazanma ameli kesilecektir. Ancak ölenlerin kabir de azablandırılmaları veyâ ni'metlendirilmeleri için ruhlarının cesedlerinin aslı cüzlerine bir çeşit taaluku olacaktır.

Tenâsuhün bâtıl olduğuna kat'î olarak delâlet eden naklî delillerden birisi de şu âyetlerdir:


"Nihâyet onlardan her birine (her bir insana) ölüm gelip çatınca şöyle diyecektir: 'RABB'im beni dünyâya geri gönder. Taki ben kaybettiğim ömrüm karşılığında iyi amel ve hareketlerde bulunayım. ' Hayır, aslâ. Onun söylediği bu söz Şüphesiz boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar, (dünyâya döndürülmelerine) bir engel vardır"
(el-Mü'minûn, 23/99- 100)

Tenâsuh, ferâizde de kullanılan bir ta'birdir. Fıkıh ve ferâiz ilimlerinde tenâsüh, mîras taksimi yapılmadan önce vârislerden birinin ölmesiyle ölenin mîrasının doğrudan doğruya buna mîrascı olarak kimselere nakledilmesidir. Buna münâsehâ da denilir. Münâsehâ yoluyla miras taksimi işleminin nasıl yapılacağı ferâiz kitaplarında anlatılmıştır. Ayrıca bununla ilgili olarak bk. Mîras maddesi.

Muhiddin BAĞÇECİ

*

Tenâsüh iddiasının bâtıl olduğunu gösteren deliller çoktur.
Tenâsüh Mantık ve Hukuk Açısından Tutarsızdır.
Tenâsüh Fıtrat Kânunlarına aykırıdır.

Kâinat düzenini ayakta tutan ve hayâtın devam ve bekâsı için va'z edilmiş bulunan sonsuz diyebileceğimiz kadar çok kânun vardır. Eşyâ arasındaki tenâsüh, ahenk, disiplin, tertip, muvâzene ve nizâm bunlarla sağlanmaktadır. Bütün kâinatı kuşatan bir ahengi ve bütün âlemi kapsayan bir dengeyi sağlayan bu kanunların koyucusu, ALLAHu Azîmu'ş-Şân'dır (c.c.)
Kâinatın her köşesinde, her cephesinde görülen ölçü, denge, acıma, rahmet, rızıklandırma, terbiye etme gibi kânunlar atomlardan yıldızlara kadar âlemde hiçbir şeyin başıboş olmadığını göstermekle, rûhun da başıboş kalamayacağına gösterir ve tenâsüh iddiasını reddederler.

Tenâsüh, Ölçü ve Denge Kânûnuna Zıttır.
Tenâsüh Hurâfesi İnsanın İrâdesine Zıttır.
Tenâsüh, İmtiyaz (farklılık) Kânûnuna Zıttır.
Tenâsüh İddiası ‘Rezzâkiyet Kânûnuna’ (rızıklandırma, besleme) da Aykırıdır.
Tenâsüh, İnsâniyetin Kıymet Ve Şerefini Hiçe İndirir.
Tenâsüh Safsatası ALLAH Celle Celâluhu'nun Emir ve İrâdesine Zıttır.

ALLAH celle celâluhu AÇIKça buyurur AKLı ve VİCdÂNI olan KULLarına:


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن سُلَالَةٍ مِّن طِينٍ

Ve andolsun ki Biz, insanı balçığın (nemli organik ve inorganik toprağın) özünden yarattık.
(Mü'minûn 23/12)


ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ

Sonra onu, mekin (sağlam) bir yerde karar kılmış (yerleşmiş) bir nutfe kıldık.
(Mü'minûn 23/13)


ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

Sonra da nutfeden (bir noktadan rahim duvarına bağlı) bir alaka yarattık. Sonra alakadan bir çiğnem et (görünümünde) bir mudga yarattık. Bundan sonra mudgadan kemikleri yarattık. Daha sonra kemiklere et giydirdik (üzerini et ile kapladık). Daha sonra da onu, başka bir yaratışla inşa ettik (şekillendirdik). İşte böyle ALLAH, Mübârek'tir, En Güzel Yaratıcı'dır.
(Mü'minûn 23/14)


ثُمَّ إِنَّكُمْ بَعْدَ ذَلِكَ لَمَيِّتُونَ

Sonra muhakkak ki siz, mutlaka meyit olacaksınız (öleceksiniz).
(Mü'minûn 23/15)


ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ

Muhakkak ki siz, kıyâmet günü diriltileceksiniz.
(Mü'minûn 23/16)


Resim

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا

Ey îmân edenler! ALLAH'ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin!
(Ahzab 33/41)


صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ

Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Artık onlar dönemezler.
(Bakara 2/18)


إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

Muhakkak ki ALLAH ve melekleri, Nebî'ye (Peygamber'e) salat ederler. Ey âmenû olanlar (ölmeden önce ALLAH'a ulaşmayı dileyenler), siz (de) O'na salat edin! Ve (O'na) teslim olarak salat edin!
(Ahzab 33/56)


وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın (başkalarını ALLAH'ın yolundan men etmeyin)!” denildiği zaman: “Biz sâdece ıslâh ediciyiz.” dediler.
(Bakara 2/11)


أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ

Gerçekten onlar, fesat çıkaranlar, onlar değil mi? Ve lâkin farkında değiller.
(Bakara 2/12)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: AHİR ZAMAN FİTNELERİ-Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur_umim »

Kardeşlerimiz;
Futûhat-ı İslâmiyye, Zeynid Dahlan onların devrelerinde yaşayan bir kimse ve aynı zamanda Mekke’nin de müftüsü durumundadır. Bunların devresinde yaşamıştır. Vehhâbîlerin ettikleri selef telefe de şâhid olmuştur. Bunlarda vicdan, insaf ve şefkat denilen şey asla yoktur. Bunlar işte böyle kişilerdir.
Taif’e girdiklerinde hiçbir şey bırakmamışlar öldürdüklerini öldürmüş, aldıklarını almışlardır. Harab hâle getirmişlerdir. Zilhicce ayı olduğundan Hac mevsimi diye cesâret edememişler, Mekke’ye girememişler ve Zilhicce'den sonra Mekke’yi de kendilerine mal etmişlerdir.
Muhammed ibn-i Abdülvehhab diyoruz ama bu ismine de yazıktır. Çünkü, Rasûlullah’a sallallâhu aleyhi ve sellem'e karşı bu kadar buğuzkâr ve hâin olanın bu ismin sâhibi olmaması lâzımdır. Fiiliyatına göre ismi de mutlaka değişecektir.
Şöyle söylemiş bu kişi:


من استغاث باالنبى صلىالله تعالى عليه وسلم اوبغير من الانبياء والاولياء والصالحين اوناداه اوسئله شفاعة فانه مثل هؤلاء المشركين


Hükmetmiş ki;
Bir kimse Rasûlullah veya başka nebîlere başvurup da herhangi bir talebde bulunursa, bir şey beklerse veya bana şefaat edin derse müşriktir.deyip âdeta gerçek müşriklerle aynı seviyeye getiriyor Müslümanları...
Yâni, Kur’ân’daki müşrik ve kâfir âyetlerinin hükmü altına sokuyor:
Böyle yapıp böyle derlerse bunlar da o müşrik ve kâfirler gibidirlerdiyor.
Tabi ki müşrik etti mi arkasından mürted hükmünü veriyor ve canını, malını ve ırzını bırakmıyor talan ediyor.

O zaman ki âlimlerin söylediklerine iyice dikkat ediniz:


فكيف يجوز لابن عبدالوهاب ومن تبعه ان يجعل المؤمنين الموحدين مثل اولئك المشركين الذين يعتقدون الالوهية الاثنام لجميع الايات المتقدمة وكان مثل الخاص باالكفار والمشركين لايدخل فيه من المؤمنين

İbn-i Abdülvehhab, ALLAHu zu'l-Celâl’in Habîbi ve Rasûlu olan Muhammed Aleyhi's-selâtu ve’s-selâm'a saygı duyan, Fırka-i ehli necât ve ehl-i sünnet olanların üzerlerine Kur’ân’da ne kadar müşrik ve kâfir âyetleri varsa haml edip kendilerini âdeta müşrik ve kâfir kabul eder. Nasıl olur da Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem ümmeti olan muvahhid bir mü’min hakkında müşrik, kâfir hükmüne cevâz verirsin? Nasıl oluyor da onların üzerlerine mürtedliği yakıştırıp yapıştırıyorsun?

ALLAH şerlerinden muhafaza etsin!.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat âlimleri, Vehhabîlerin bu itikadı zulmünden mü’minleri tenzih ediyorlar. Vehhabîleri uyarıyorlar. Ama ne çâre ki haklayamıyorlar.
Ehl-i sünnet ve’l cemaat burada bir hadis getirip mü’min olan bir kimsenin kâfir durumuna düşürülemeyeceğine delil getiriyorlar:


Hadis-i Şerif:


روى البخارى عن عبدالله ابن عمر رضىالله عنهما عن النبى صلىالله تعالى عليه وسلم فى وصف الخوارج انهم انطلقوا الى ايات نزلت فى الكفار وحملواها على المؤمنين


Hadis Meâli:
Buharî’nin Abdullah ibn-i Ömer’den radiyallâhu anhu rivâyet ettiği hadiste Aleyhissalâtu ve’s-selâm; Haricîlerin sıfatlarını belirtmiştir. Haricîler ne yapmışlar? Kur’ân'daki kâfirlerle alâkalı âyetleri mü’minlere haml etmişlerdir.
Biliyorsunuz İmam-ı Ali kerremullâhi veche; için Kur’ân’da,


ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون

(Maide / 44)
Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmez ise işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.
Hükmü dururken kendi kendine hüküm verip hakemeyni çıkardın diye küfrüne hükmettiler.

İşte Aleyhi's-salâtu ve’s-selâm’ın buyurduğu:
Bu kimseler (Haricîler) Kur’ân’da bulunan kefere ve müşrik âyetlerini onlarla alâkadar âyetleri tamâmen mü’minlere hamledip yüklerler...buyuruyor.

Başka bir rivâyete göre ise:


اخوف مااخاف على امتى رجل يتأول القرأن يضعه فى غير موضعه


Cenâb-ı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:Ümmetimin başına gelebilecek hallerden en korktuğum şudur ki: “Bedbaht olan bir kimse Kur’ân’ı okur da bu âyetleri (gayr-i mevda’ı) gerçek yerinde kullanmayarak kendi çıkar ve menfaatına uygun halde tevil ve tefsir etmesidir. Ümmetime en çok zarar verecek olan ve en çok korktuğum bu kimselerdir. En çok korktuğum Kur’ân-ı Kerim’i ve hadislerimi gerçek yerleri ve mânâları dışında kendi keyf ve arzularına göre yorumlayıp tevil ve tefsir edenlerdir.
Böylesi zındıklar, kur’ân’daki müşrik ve kâfir âyetlerini peygamberleri olan Muhammedi sallallâhu aleyhi ve sellem sevip saygı gösretiyorlar diye haksız yere insafsızca onların üzerlerine yükleyip yapıştırmaya çalışıyorlar.
Katl-ü-kitalleride çok çok olmuştur. Hele bilhassa Zeyni’d Dahlan buyuruyor:
Esâsen Medine ülemâsını haklayamadılar. Gel velâkin Vehhabîlerin onları haklayamadıkları yetmedi ki, i’tikaden Muhammed İbn-i Abdulvehhab, siyâseten Muhammed İbn-i Suûd birleşerek, İngilizlerin tefrika çıkarmak ve islamiyeti yıkmak için gösterdikleri her türlü destek ve tezgâhla onlardan da güç alarak Hicaz’ın her tarafını kendilerine mal etmişlerdir. Hicaz tamamen tasarrufları altına girmiştir.
Hatta Riyad kısmında Vehhabîlerin ellerindeki paranın bolluğunu, mebzul (çok bol) durumunda olduğunu
anlatır.
Bu kadar parayı nereden buldular diye benim acayibime giderdi hep.
Demek ki İngilizlerin işi imiş. İngiliz ajanları hatıralarını anlatıyorlar:
İslâm'ı nasıl yok edelim" “Hâtırat-ı Hampher. Nehir Yayınlarıve diğerleri.
Nasıl elde ettikleri iyice anlaşılıyor. Yoksa bir avuç kimse ile imkansızlık içinde böylesi yaygın hale gelmeleri imkansız idi.

Onun için böylesi âlimlere Aleyhi's-selâtu ve’s-selâm:
O devrelerdeki âlimlerin dünyâları dinlerinden tercihlidir. Yeter ki dünyâları için na-hoşluk olmasın da isterse dinlerinin yarısı olmasınbuyuruyor.

İşte bu günümüz için en uygun hadis Âhir Zaman ülemâsının dünyası herşeyin üstündedir. Dünyaları ma’mur olsun da isterse dinleri harab olsun. Kâle alıp umursamazlar bile.
ALLAHu zu'l-Celâl bizleri muhafaza etsin ve muîn olsun. Âmin!.

Bazı âlimler söylemişlerdir ki:
Ey İbn-i Abdulvehhab, kendini topla. Çünkü, sallallâhu aleyhi ve sellem adü’l- Azam olan İslam câmiasını haklayamazsınız ve bu şekilde de tekfir etmeye hiç de hakkınız yoktur. Eğer tekfir etmek gerekiyorsa senin gibi kişilere lâyık ve lâzımdır. Çünkü sen, hak yoldan çıkmış olan bir kimsesin. Olsa olsa tekfir sana lâyık olur!
Aynı zamanda da arkasından şu âyet-i celîleyi yapıştırıyorlar kendisine:


ومن يشاقق الرسول من بعد ما تبين له الهدى ويتبع غير سبيل المؤمنين نوله ما تولى ونصله جهنم وساءت مصيرا

( Nİsâ / 115)

Her kimde kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere aykırı harekette bulunur ve mü’minlerin yolundan başkasına uyar giderse onu döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisini cehenneme koyarız ki, o ne kötü bir dönüş yeridir.

Sevad-ı Azam (ulu topluluk) olan Ümmet-i Muhammedi ehl-i sünnet ve’l cemaatı haklayıp tümünün tekfirini kabul ettirebileceğini mi sanıyorsun? Tekfir ancak sana ve senin gibi zındıklara yakışır.

Çünkü yukardaki âyet-i celilede Rasûlullah'ın sallallâhu aleyhi ve sellem hükümleri arasında bir değişiklik getirmeye çalışan ve karşılaştırıp ayrıcalık arayan kimseler ki; mü’minlerin yollarına girmeyip ayrılıp karşı çıkarlar. Mü’minlerin yollarına tebaiyyet göstermeyip kendine mal etmiyorlar esâsen.
Bunlara, ALLAHu zu'l-Celâl dalâlet mührünü vurmuştur. Hattâ tekfiri de mümkündür.
Çünkü, bir kimse bir müslümana
kâfir, müşrik, mel’undediği takdirde bu kelimeyi hiç bir yer kabul etmez. Ağzından çıktıktan derhal kimin hakkında söylediği ise oraya gider, eğer o kimse hakikâten dediği gibi ise; kâfirse, müşrikse, mel’unsa üzerinde durur. Yok eğer değilse söyleyene geri döner, sâhibine avdet eder de söyleyen olur kâfir, müşrik veyâ mel’un.

Onun için cevab veren mübârekler:
Tekfire siz uygun ve lâyıksınızdiye söylemeleri bundan dolayıdır. Zira âyet-i celîlede deHidâyet olunduktan sonra Rasûlullaha (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhalefet yapmak, mü’minlerin yolundan başka değişik bir yol aramak istiyorsa o zaman varacağı yer belli ve cehennem ona lâyık olmuştur.
Bu âyet-i celîle kendilerine akîbetlerini bildirip ilân ediyor.


Resim

Müşrik: ALLAH'a ortak kabul eden, şirk işleyen. ALLAH'tan başkasına ibadet eden.
Şirk: En büyük günah olan ALLAH'a (C.C.) ortak kabul etmek. ALLAH'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.)

Mürted: İrtidad eden. İslâm dininden dönen.(İrtidat, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yâni: Esasen müslüman olan veya bilâhare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilâhare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale "riddet" de denir. Böyle bir şahsa da "mürted" denir.
Cevâz: Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek.
Vehhabî: Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i Teymiye'ye bağlıdırlar. Tarikatlarına Muhammediye ismi verirler.
Tefrika: Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak.
Tekfir: Birisine "kâfir" deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma.
Sevad: Ekseri insanlar.
Tebaiyet: Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme.
Mel’un: Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş.


Resim

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُواْ لِلَّذِينَ هَادُواْ وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُواْ مِن كِتَابِ اللّهِ وَكَانُواْ عَلَيْهِ شُهَدَاء فَلاَ تَخْشَوُاْ النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلاً وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

İnnâ enzelne't-tevrâte fîhâ huden ve nûr(nûrun), yahkumu bihe'n-nebiyyûne'llezîne eslemû lillezîne hâdû ve'r-rabbâniyyûne ve'l-ahbâru bimestuhfizû min kitâbillâhi ve kânû aleyhi şuhedâe, fe lâ tahşevû'n-nâse vahşevni ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlâ(kalîlen) ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu fe ulâike humu'l-kâfirûn(kâfirûne): Muhakkak ki Tevrat'ı Biz indirdik, onda hidayet ve nur vardır. Kendileri (Hakk'a) teslim olmuş peygamberler, yahudilere, onunla hükmeder. Rabbanîler (kendilerini Rabb'lerine adamış olanlar) ve Ahbar olanlar da (zahidler, yahudi âlimler, hahamlar) ALLAH'ın Kitab'ından korumakla görevli oldukları ile hüküm verirler ve onlar, onun üzerine şahitler oldular. Artık insanlardan korkmayın, Ben'den korkun ve Benim âyetlerimi az bir değere satmayın. Ve kim, ALLAH'ın indirdiği ile hükmetmezse, o taktirde işte onlar, onlar kâfirlerdir.
(Mâide 5/44)


وَمَن يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا

Ve men yuşâkıkı'r-resûle min ba’di mâ tebeyyene lehu'l-hudâ ve yettebi’ gayra sebîli'l-mu’minîne nuvellıhî mâ tevellâ ve nuslihî cehennem(cehenneme). Ve sâet masîrâ(masîran): Ve kim kendisine hidayet beyan edildikten (açıkladıktan) sonra resûle muhalefet ederse ve mü'minlerin yolunun dışında bir yola tâbî olursa, onu döndüğü yola çeviririz ve onu cehenneme yaslarız. Ve o ne kötü varış yeri.
( Nisâ 4/115)
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön