MUHİDDİN-İ ARABÎ > LÜBBܒL-LÜBB >ÖZÜN ÖZÜ

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

MUHİDDİN-İ ARABÎ > LÜBBܒL-LÜBB >ÖZÜN ÖZÜ

Mesaj gönderen mehrican »

MUHİDDİN-İ ARABÎ



LÜBBܒL-LÜBB

Resim

ÖZÜN ÖZÜ


Şerheden : İsmail Hakkı Bursevî
Sadeleştiren : Abdülkadir Akçiçek




Eser ve Yazarı
Düşündüklerim
İsmail Hakkı Bursevî





Takdim
Özün özü – Sırrın Sırrı
Kendini Bilmek
Hazret-i Hamse
Faydalı Bilgiler
Manevî Yolculuklar
Kaza-Kader Bahsi
Tekvin Hakkında
Hatime-Sonuç



[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

ESER VE YAZARI

Bu eserin aslına yazılan isim şudur:
Risâle-i Lübb’ül Lübb ve Sırrü’s-Sırr..
Türkçesi şudur: Özün Özü ve Sırrın Sırrı Risalesi..
Biz, kitap ismini uzatmamak için sadece:
“Özün Özü” dedik..

Eserden edindiğimiz bilgiye göre, Arapçası Muhiddin-i Arabî tarafından yazılmış, İsmail Hakkı Bursevi dilimize çevirmiş; eserin başına bir de takdim yazısı eklemiştir.
Bursevî Hz. bu küçük eseri, Muhiddin-i Arabi Hz. nin Fütuhat-ı Mekkiye’sinden almıştır.
O eserin yazılışı, Muhiddin-i Arabî Hz.'nin Mekke-i Mükerreme'deki ikameti zamanına rastlar.
Elimize geçen nüshanın, 1328 hicrî yılında basıldığı anlaşılmaktadır.
İsmail Hakkı Bursevî Hz. nin hayatını; ayrı bölüme almış bulunuyoruz.
Burada kısaca Muhiddin-i Arabî Hz. hakkında bilgi vermek isteriz. Esasen, hakkında hayli eserler neşredildiğinden burada uzun uzadıya yersiz görüyoruz.

Muhiddin-i Arabî, hicrî 560, milâdi 1165 de doğdu.
Hicrî 638, milâdi 1240 yılında vefat etti.
Hicrî tarihe göre 78, milâdi tarihe göre 75 yıl yaşamış oluyor.
Babasının adı Ali'dir.
Araplar arasında cömertliği, cengaverliği ile meşhur Taî neslindendir.
Bir göç esnasında İspanya'ya yerleşen bu aileden Muhiddin-İ Arabî Hz. dünyaya gelmiştir.
Hazret bir kaç defa evlenmiş; iki oğlan, bir de kız çocuğu olmuştur.
Beş yüze yakın eser vermiş olup üç yüz kadarını Mekke-i Mükerreme'de kaleme almıştır.
Kabri, Şam-ı Şeriftedir.
Bu büyük zâtın, kudsiyyetinin artmasını; himmetine nail olmamızı yüce Allah'tan niyaz eyleriz!


Abdülkadir AKÇİÇEK


Himmet : Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. * Tabiî şevk ve meyil ve heves. * Lütuf, yardım.


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



DÜŞÜNDÜKLERİM

Madde yoğunluğu arttıkça, benliğimiz bir yana itilmekte ve bu kalıbın özünde nelerin saklandığı bilinmemekte, sezilmemekte.. Neden bu varlığımızı yıkamıyor ve ötesinde parlayan nûra doğru yol alamıyoruz!
Neyimiz eksik?.
Aklımız var; düşünebiliyoruz.
Bir şeye kesin karar verince, elde ediyoruz.
Buna rağmen yaratılışımızdaki, bu âleme gelişimizdeki gayeyi, bir türlü idrâk edemiyoruz; hikmet-i vücudumuzu bilmek istemiyoruz.
Bizden beklenen ancak talep değil mi?
Ondan ötesi için gereken kudreti, kuvveti Allah yaratır.
Çevremiz madde ile sarılı.
Her şeye, görünürde güçlüyüz.
Yapıyoruz; yıkıyoruz.
Hele teknik alanda yaptıklarımız hayrete seza..
Dünyayı bir anda eritecek zerreler buluyoruz.
Bir çok demiri, bir araya getirdik mi, günlerce uzay boşluğunda dolaşabiliyoruz.
Yer yüzünde duruyor, bizden aylarca uzak, bir uzay yolcusunun sağlığını kontrol ediyoruz.
Telsiz, kablosuz, hattâ görünürde cereyansız konuşabiliyoruz. Bunlar nedir, ne oluyoruz?.
Hele bir soralım:
“Neyiz, ne yapıyoruz; neler yapmaya güçlüyüz, maddi gücümüz nereye kadar uzanacaktır?”
Evet, maddi gücümüz nereye kadar uzanacak?.
Elbet biz de yaratılmışız.
Yapacağımız işler sınırlıdır.
Bugün üzerinde yetki sahibi olduğumuz konular, elbet bir gün son sınırına varacak.
O zaman da karşımıza çıkan el, bize kendi gücünü tanıtacak.
O elin sahibi, bir işaret verecek ve:
“Aslına dön; ey insan!.” diyecek..
Bu sesi duymadan, işitmeden önce, kendimize gelsek daha iyi olur.

Yaptığımız işlerin hangi merkezden idare edildiğini sezelim.
Bir anda kâinatı toz haline getirecek kuvveti hangi akıl buluyor?.
Alınan gıdanın çeyrek gün içinde et, kan, damar, kemik vs. olmasını kim sağlıyor?.
Alınan her gıdanın kuvvetinden; binlerce kuvveti, hangi makina çıkarabiliyor?.
Bu işleri yapan, yalnız maddî yapımız değildir, ona can veren mânâ yapımızdır, insanlığımızdır.
İşte onu bilelim, bulalım..
O olalım; insan olalım,
Bırakalım bu kalıbı; biraz dalalım.
Kafamızı da alalım; o etten mamul makinayı inceleyelim.
O incecik damarlar.
Beyin ve içindeki hücreler.
Onlara yığılan cevherler!..
İyiliğe ve kötülüğe dair enerjiler..
Nedir onlar?.
Bütün beden yapımızı bir bir izleyelim:
Gözümüzü, kulağımızı ve bütün organlarımızı..
Onlara, yaptıkları işi kim belletiyor?.
Görevlerini kimden öğreniyorlar?
İnsan yapısını, tümden ele alalım ve öyle tefekkür edelim.
Bir yavrunun ilk hali, gelişmesi, ruhî, bedenî inkişâfı bu konuda incelenmeye değer.
İnsanlara iç ve dış yönden bakalım.
Bunları yaptıktan sonra halimizi görelim.
Her olup biteni tabiat gözü ile görmeyelim.
Allah'ın kuvvetini, kudretini, üzerimizdeki tecellisini sezmeye gayret edelim.
İnsanlığımızı tanımak, maddî yapımızın derinliğinde saklı âlemi bulmak için, bu lâzım..
Kendimizi tanıyalım.
Kimiz, neyiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?.
İşte bu eserin gayesi..

Bu eser; aşk, vecd içinde yanan, mânâ zenginliği ile dolan bir büyük zâtın eseridir.
Onun derinliği, bilinen bir gerçektir.
O aşk ile doğmuş, vecd ile yaşamış bir insandır.
Onun için madde hiçtir.
O, ölmeyen varlığı arayan ve daima hayır yüklü kafayı taşıyan olmuştur.
Kapısını çalan bir dilenciye, evini bağışladığı bilinir.
Madde, insanların putu olduğu gün; ayağını yere vurdu:
“İşte putunuz; onu bırakın!” dedi..
Maddî eşya onun için bir hiç..
Çünkü her şey, ezelî sahibinin elinde..
O bunu biliyor; ateşin yakmadığını, asıl yakanın, onun özünde saklı ilâhî kuvvet olduğunu isbat ediyordu.
Hakkın ona verdiği istidad, ona verdiği fikri kabiliyet, az kimsede görüldü..
Sanki ona sahibi hazinelerini açtı; şöyle emretti:
“Gör gör, söyle! Oku yaz, yaz!.”
O gerçekten öyleydi.
Yazdığı eserler, bir insanın ömrüne sığamazdı.
Ömrünün her saati için yüzlerce sayfa düşmekteydi.
O eserlerini verirken bir güçlük de çekmiyordu.

Resûlullah Efendimizi (s.a.v.) rüyada görmüş:
“Söyle, yaz!” emrini almıştı.
Bunun için söylüyor, bunun için yazıyordu.
Derler ki:
“Kitaplarını yazdığı kalemi dahi Resûlullah
Efendimizden (s.a.v.) almıştı!”
İşte o eserlerden meşhur olanın, biri Füsûs; diğeri Fütuhat-ı Mekkiye..
Ve Fütuhat-ı Mekkiye'den küçük bir bölüm olan bu eser..
Ve daha niceleri..
İşte bu zâtın adı şudur: Muhiddin-i Arabî..

Ey kardeş, içine dön!
Benliğini maddî görüşlerden temizle ve oku!
Arapça aslını, aynı kaynaktan ilham alan bir başka büyük, Türkçe'ye çevirmiştir.
Adını diyelim; İsmail Hakkı Bursevî..
Onların ruhaniyeti daim ve bâki..
Anlayamadığın yerlerde yardım dile; anlamaya çalış.
Ta ki, benliğini bulasın; insan olasın!

İşte insanlığın yolu: Yolculuğunu itmam eyle!
Bul, ol ve istediğini sen de söyle, yaz!..
Bulacağımız ve ereceğimiz âlemlerin yolunu onlar gösterdi; bizden devam..
Bir gün, biz de murada ereriz inşallah..



1 Ağustos 1963
Abdülkâdir AKÇİÇEK


Vecd : Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi.
İdrâk : Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.)
Seza : f. Lâyık, münasip.
Ruhaniyet : Madde âleminden başka olan ruh âlemleri, ruhaniler.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



İSMAİL HAKKI BURSEVÎ
(1652-1728)


İsmail Hakkı Bursevî, 30 seneden fazla Bursa'da ikamet ettiği ve nihayet orada öldüğü için, “Bursevî” namı ile tanındığı gibi; Mesnevi şarihi İsmail Ankaravî (Rüsuhî Dede) den ayırmak için de, “Ruh’ül-Beyan Müellifi” diye anılır.

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) yalnız 17. asrın değil, İslâm-Türk tarihinin en velûd mütefekkirlerinden, büyük âlimlerinden, bilhassa tasavvuf sahasında en mühim şahsiyetlerdendir.
50 senelik neşir hayatında yazdığı eserlerin toplamı 130 u aşar. Filhakika eserleri bu miktarı çok aşan âlimler vardır.
Fakat Bursevî 'nin Kitab'ûn-Neticesi 1400 sahifeyi, Ruh'ül-Beyan’ın ise 4630 sahifeyi aştığını söylersek ve bilhassa bu eserlerinin keyfiyet bakımından da daha üstün bir kıymet taşıdığını ilâve edersek, Ruh'ül-Beyan Müellifi’nin şahsiyeti hakkında bir fikir vermiş oluruz..

HAYATI

İsmail Hakkı (k.s.) 1652de Aydos' da doğmuştur.
On bir yaşında tahsil için, ailesi tarafından Edirne'ye gönderilen genç çocuk, zekâsı ve kabiliyeti ile, Müderris Abdülbâki Efendiye kendini tanıtmış ve ondan çok esaslı bir tahsil görmüş, sarf, nahv, mantık, fıkıh dersleri almış, kelâm ve tefsir sahasında da mühim eserler okumuştur.
16 yaşında sakal bırakan genç İsmail Hakkı, istikbale çok ümitler veren bir ilim âşıkıdır. Hocası Abdülbâki Efendinin tavsiye mektubu ile İstanbul'a gelen İsmail Hakkı, hocası olan Osman Fazlı Efendiyi bulmuş ve onun talebeleri arasına katılmıştır.

Diğer taraftan başka âlimlerden Farsça’yı pek az zamanda öğrenmiş ve şarkın büyük hükemâ ve mutasavvıflarının, müfessirlerinin, İran şairlerinin eserlerini tanımış ve bu arada musiki ile de meşgul olmuştur..
Aynı zamanda intisab ettiği Osman Fazlı Efendi, Hakkı'yı kendisinin mümessili olarak Üsküp’e göndermiştir.
Genç şeyh kendisine verilen zâviyede vaiz ve nasihatleriyle halkı irşada başlamıştır.
Bu devir, aynı zamanda eserlerini vermeğe başladığı devirdir.
Her büyük kıymetin ilk karşılaştığı müşkilât:
Cahil ve na-ehillerin hasedi, itirazlarıdır.
Genç vaiz, gerek onlarla, gerek Üsküp a’yanı ile hayli mücadele devirleri geçirmiş..

Diğer taraftan kendisinin ilmi, ahlâkı ve faziletini haber alan Usturumca ahalisinin ricâsı üzerine Usturumca’ya tâyini mümkün olmuş ve Usturumca'da ders ve vaizlerine devam etmiştir.
Bu nakiller, hep mürşidinin muvafakati, müsaadesi ile oluyordu.
30 ay sonra, o sırada Edirne'de bulunan Osman Fazlı Efendinin davetine icabet etmiş ve bir müddet sonra da yine mürşidinin emriyle Bursa' ya gitmiştir.

Mürşidi Osman Fazlı Efendi (Şumnu)'ludur.
Maddî ve manevî ilim tahsili aşkıyle İstanbul'a gelmiş, Zakirzâde Abdullah Efendiye intisab etmiş, ondan hem zahirî ilimleri ve hem de ilâhî maarif tahsil etmiş, çetin riyazetlerin imtihanından geçmiş ve etrafında toplanan büyük kitleleri irşada başlamıştı.
Bir gece gördüğü rüya ile yaya olarak İstanbul'a geliyor; vezir-i âzam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın himayesine mazhar oluyor.
Bu devir, Osmanlı Hükümetlerinin siyasî buhranlar devridir Osman Fazıl Efendi, büyük haksızlıklarla mücadele etmekte, hatta kendisini Edirne'ye davet eden hükümdar Avcı Mehmed'in huzurunda hükümeti ve adaletsizliği tenkitten korkmamak kadar celâdet sahibidir.
Bu mücadele nihayet onun (M. 1692) da Magosa'ya (Kıbrıs'a) sürgün edilmesine sebep olmuştur

İsmail Hakkı Magosa'dan kendisini çağıran mürşidinin davetine koşmuş ve 17 gün sonra yine Bursa’ya dönmüş, eserlerini yazmaya ve halkı irşada devam etmiştir.
İsmail Hakkı tıpkı Osman Fazlı Efendi gibi dinamik bir tasavvuf anlayışı ile cemiyetin dert ve ihtiyaçlarına hayatını adamış, Hakkın rızasını halka hizmette bulmuştu.
İkinci Mustafa'nın daveti üzerine Nemse’ ye padişahla gitmiş, orduyu tehyic etmiş, Elmas Paşa'nın bulunduğu muharebelerin hepsine iştirak etmiş ve birkaç yerinden yaralanmıştır.
Tarih: Milâdî, 1698.

Bu arada, Hakkı iki defa Hac vazifesini yapmış ve manevî bir işaret üzerine Şam'a giderek orada meşhur Kitab’ül-Hitab’ını yazmıştır. Bu eser onun 100. eseridir.
Bunu, Kitab'ün-Necat takip etmiştir.
Şam'da hasudların rekabet daiyeleriyle karşılaşınca 1720'de Şam'ı terketmiş ve İstanbul'a gelmiş ve Üsküdar'da yerleşmiş ve bu esnada 30 kadar eser yazmıştın Nihayet İstanbul'dan Tekirdağ'ına ve oradan artık vatan edindiği Bursa'ya dönüyor..

Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman 75 yaşında idi: 1728.
Allah'ın rahmeti üzerinden eksik olmasın!
Hicrî vefat tarihi:
“Hak Hak dedi azmeyledi Hakkı Efendi gitti cennete!”
Mısraının gösterdiği 1137. senedir.

İsmail Hakkı Bursevî (k.s.)'nin eserleri: 130 u aşar.
Tefsire ait eserleri : 8 adettir. En mühimmi Ruh 'ül-Beyan tefsiridir. 6 cilttir. Ve mecmuu 4637 sahifedir.
Hadise ait eserleri: 16,
Fıkh’a ait eserleri: 8,
Akaide ait eserleri: 6 eseri vardır.
Tasavvufa ait eserleri : 80 e yakındır, içlerinde en mühimmi Ruh '-ül-Mesnevi, Şerhi Muhammediye (Ferah’ür Ruh), Kitab'ün-Netice, Ki-tab'ün Necat, Lübb’ül-Lübb tercümedir-, Kenz-i Mahfi'dir. (Kenz-i Mahfi’yi Üsküdar'da, Milâdi 1719 da bitirmiştir.)

İsmail Hakkı (k.s.) büyük âlim ve mutasavvıf ve mütefekkir olduğu kadar yukarıda bilhassa bildirdiğimiz ve hayatının safahatında da gördüğümüz gibi dinamik bir tasavvuf anlayışıyla halkın hizmetine koşmuş, memleketin derdiyle hemdert olmuş, haksızlıklara karşı mücadele etmiştir.
1682-1688 aralarında memleketin düşman orduları tarafından çiğnenmesi ona çok gözyaşları döktürmüştü.
Yurdun müdafaası için harb sahalarına koşan ve birkaç defa yaralanan Şeyh, İslâm tarihinde aynı zamanda bir büyük mutasavvıf, müfessir, çehresiyle asla unutulmayacak bir simâdır.

Celâl EMREM


İkamet : Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi.
Müellif : (Ülfet. den) Te'lif eden. Kitab tertib eden, kitab yazan. Kitab meydana getiren. * İmtizac ettiren.
Şarih : Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden.
Mütefekkir : Düşünen, derin mes'eleleri düşünen. Tefekkür ve teemmül edici olan. * Kuvve-i bâtınayı sarfeden. Âlim. Çok bilgili. (Bak: Tefekkür)
Mümessil : Vekâlet eden. Bir şahsı bir topluluğu veya şahs-ı mâneviyi temsil eden. * Benzeten. * Kitap bastıran. * Vekil. * Rol temsil eden. Aktör.
İntisab : (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak.
İrşad : Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. * Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid)
Na-ehil : Ehli olmayan.
A’yan : (Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam.
İcabet : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz.
Celâdet : Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
Tehyic : Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma.
Hasud : Çok hased eden.
Daiye : Daiyan. (Dâi. C.) Dua edenler, duacılar.
Hemdert : f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri.
Sima : Şahıs.

[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




TAKDİM

Hamd, Yüce Yaradan’ın sultanlığına!..
Salât onun peygamberine olsun!

Sonra..
Bu risalenin meydana gelmesine, yazılmasına ve tanzim şekline, içten gelen davet şudur:
Kutupların kutbu ve mutlak bir mürşid olan Hazret-i Muhiddin-i Arabi'nin (Allah onun üstün sırrının kudsiyetini artırsın; dolayısiyle bizimkini de) Fütûhat-ı Mekkiye adlı eserinde yazılan, hakikata ve marifete dair bazı konuşmanın özünü teşkil eden birkaç mesele olmuştur.
O meseleler, çok değerli ve önemlidir..
Lâkin, Arap dili üzerine yazılması sebebi ile kardeşlerden çoğunun, ondan bir şey anlaması mümkün olmuyordu; dolayısiyle, o önemli hakikatlar bir gizli hazine gibi kalıyordu.
Muhalefetine kadir olmadığım, aziz efendimiz hazretleri; (Allah ona selâm ismiyle tecelli eylesin) o gizli hazineyi Türkçe'ye çevirmemi emir ve işaret buyurdu.
“Emre uyan hatalı olmaz” düsturuna uyarak, tercümesine başlandı
Tercüme esnasında münasip görüldüğü yerde, bazı faydalı sözler de kondu.
Hakikatte bu hakir ve elindeki kalem, atıcı ile elindeki ok misali olduğumuza şüphe olmaya, başka türlü olacağı akla gelmeye..
Mesela zahirde bir kadeh deviren, sarhoşluğu anında, rastgele birkaç kelâm etse:
“Onu bâde söyletti; bu sözler o içkinin eseridir!..” derler.
Ve baygından çıkan lâf için de:
“Onu cinler söyletiyor!..” denir..
Dolayısiyle o türlü sözleri dinleyenler onu mazur görürler.

Yukarıda anlattığımız gibi muhakkak evliya:
Hakk’ın kudret eli ve kudret dilidir.
Nitekim, bir kudsî hadiste şöyle buyurulur:
"Bir kulu seversem, onun eli ve dili dururum."

Hâl böyle olunca, bu hakir'in dilinden söyleyen O olsa şaşılır mı?.
Ayrıca:
"Attığın zaman sen atmadın; Allah attı." âyet-i kerimesi, bu mânânın açık şahidi ve sözcüsüdür.

Yine, Efendimizin işaretine binaen bu risaleye:
"Lübb'ül-Lübb ve Sırr'üs-Sır" ismi verildi.

Bu arada ümidimiz odur ki:
Hatalarımıza, af kucağı açıla..
Zira insan hata, nisyan dolu değil mi?.
Başarı temennim, Allah'tandır.
Ona dayanır ve O'na güvenirim!



Münasip : Benzer, uygun, lâyık, yakışır, yaraşır.

Ma’zur : Özürlü. Özrü olan.

Hakir : Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.

Temenni : Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek.

Nisyan : Unutmak, hatırdan çıkarmak.

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Fe lem taktüluhüm ve lakinnellahe katelehüm ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnellahe rama ve li yübliyel mü'minine minhü belaen hasena innellahe semiun alim : (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Enfâl 8/17)






[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



ÖZÜN ÖZÜ ve SIRRIN SIRRI

(RİSALE-İ LÜBB'ÜL-LÜBB ve SIRR’ÜS SIRR)


GİRİŞ

Hazret-i Şeyh'in Fütuhat-ı Mekkiye’sinde anlatmak istediği husustan bir tanesi şudur:
“İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı.”
Bu cümleyi açıklayalım; şöyle ki:
Bir irfan sahibi, zâtındaki varlığı, tam mânâsı ile anlar olsa, bir inanç içinde kısılıp kalmaz.
İman çerçevesini daraltmaz.
O bir heyula gibi olur; hangi şekil verilse, kabul eder.
Bu şekiller dışta olur ; iç âlemine, özüne değişiklik gelmez.
Kendi sınırında ârif-i billah, aslı ne ise, öyle kalır.
Her türlü itikadı kabul eder; ama, dışta çizilen, hiçbir itikadla bağlı kalmaz.
Zâtî olan ilim, yani: İlâhî bilgide yeri ne ise öyle kalır.
Cümle itikadın özüne vâkıf olur; dışını değil içini görür.
Özünü bildiği şey, dıştan hangi libasa bürünürse bürünsün; onu tanır.
Bu bâbdaki çerçevesi geniştir.
O itikadların dışta giydiği kisvelere bakmadan, aslına bizzât erer ve her yüzden müşahedeye koyulur.

Bir şiir:

Tecelliyât-ı Hûda İledir, her İki cihan;
Hak Cemâle nazar eyle, istediğin yandan.

Bir Hadis-i Şerifte şöyle anlatılır;
"Cennetlik kimseler, makamlarına kavuştukları zaman; Yüce Hakk, azametini ve kibriyâsını gizleyen perdeyi aralar ve:
“Ben sizin, Yüceler Yücesi Rabbinizim!” buyurur.
Daha açık mânâsı ile şöyle buyurur:
"Yıllarca ah görsem, diye arzulayıp sızlandığınız, Pek Yüce Rabbinizim!” buyurur.
Hakk’ın bu tecellisi, olmaz iş gibi gelir; inkâr ederler:
“Hâşâ ki, sen bize Rabb olasın!.” diyerek feryada başlarlar.
O anda tecelli üç defa değişir; her defasında onlar, yine inkâr ederler.
Sonra, Yüce Hakk onlara:
“Rabbinize dair aranızda bir işaret var mı?.” diye hitap eder.
“Evet var.” cevabını, hep bir ağızdan verirler.
Artık bundan sonra; herkese zannı, itikadı, anlayış kabiliyetini nisbetinde tecelli olur.
Bu tecelli sonunda:
“Sen bizim Yüceler Yücesi Rabbimizsin!..” deyip kabul ederler.

Bu müşahede için şu Hadis-î Şerif vardır:
''Siz, Rabbınıza mehtaba bakar gibi, bakıp seyre dalacaksınız."
Hâl böyle olmasına rağmen, ehl-i irfan, Yüce Hakkı ilk tecellide tasdik ederler.
Çünkü onlar, cümle itikadı benimsemiş; her tecelli için yetenek kazanmışlardır.
Bir şiir:

Bugün her kim görür yârin,
Gören onlardır yarın..
Orda ne anlar sevgiliden,
Onlar, burada körlerden..

Bu mânâyı biraz daha açalım..
Evet..
Hazret-i Kur'ân'da şöyle buyuruldu:
"Bu âlemde âmâ olan, Öbür âlemde dahi âmâ olur." (17/72)
Yani:
Her kim ki burada, mânâ gözünü açamadı: öbür âleme göçünce, aynı şekilde âmâ olur.
Dolayısiyle ilâhî tecelliyi görmek ona nasip olmaz.

Hak Tealâ Hazretlerinden beklediğimiz şudur ki:
Cümle kullarını, taklitten, gösterişten öteye geçemeyen itikattan saklaya; bu gibi şeylere bağlı kalmaktan koruya..

Burada şöyle bir soru sorulabilir:
“Marifet hâline yeteneği olana, kendi hakikatini anlamak ne şekilde olur?”
Bu soruyu şöyle cevaplandırmak mümkündür:
“Ona gerektir ki, kendi hakikatına vâkıf bir ârif bula. Onu bulduktan sonra, candan, gönülden bağlanıp huylarını huy edine.”
İrfan sahibinin aslını bulabilmesi için, bu yolu tutması gereklidir.

Şu Âyet-i Kerime, bu mânayı anlatır:
"Ona götürecek vesileyi arayınız." (5/35)
Bunun tefsiri şöyle olabilir:
“Beni bulmuş kullarım vardır: bana varmak dilerseniz, onları izleyiniz. Onlar, size bir vesile olur, bana ulaştırırlar.”

Hâl böyle olduğuna göre, o zâtlara hizmetle, kişi zâtına ârif olur. Nereden gelip, nereye gittiğini anlar, bulunduğu makamı da sezer.

Bu âleme gelmekteki gayeyi şu Kudsî Hadis, bize anlatır:
“Bir gizli hazine idim, bilinmek istedim; Halkı da bilinmem için yarattım.”
Bu emir böyle, ama, Hakkı bilmek kolay İş değildir; ta, kişi nefsine ârif oluncaya kadar..
Bunu da şu Hadis-i Şerif bize anlatır:
“Kim nefsini (kendini) bilirse yaradanını bilen o olur.”
Aksi dahi böyledir; ehli anlar..
Bu Hadis-i Şerife havas ve avamdan bir çokları akılları yettiği kadar, mânâ vermişlerdir.
Havas katında bir mânâ inşaallah beyan olunacaktır.
Yalnız bu makamda yedi şekil müşahede edilmiştir.
Aşağıda bunlar açıklanacaktır.


İtikad : İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)

Heyula : Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu hâlde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir)

Ârif-i billah : Mürşid, ermiş, evliyâ. Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen. Âlemi, hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli.

Zâtî : (Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel.

Vâkıf : Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran.

Libas : Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz.

Kisve : Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet.

Bâb : Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.

Avam : Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti.

Havas : Havâs. (Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zâtlar. * Zenginler sınıfı. * Kur'anî ve manevî sırlara ve hususlara vâkıf bulunan, ilim, ibadet, tâat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan Evliyâullah. Herkesin hürmet ettiği büyük zevât. * Manevî te'sir için okunan duâlar.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” buyurmuştur. (Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)

Cerir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:
"Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin)."
Cerir der ki: "Resulullah, sonra şu âyeti okudu: "Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et!" (Tâ Hâ 130).
(Buhârî, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554).)


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
“Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin : Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ya eyyühellezine amenüttekullahe vebteğu ileyhil vesilete ve cahidu fi sebilihi lealleküm tüflihun : Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5/35)

وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً
“Ve men kane fi hazihi a'ma fe hüve fil ahirati a'ma ve edallü sebila : Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” (İsrâ 17/72)





[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

KENDİNİ BİLMEK


I
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bir kimse, kendi cisminde, cesedinde olan cüz'i ruhunu anlarsa; ki buna:
“Konuşan Nefis” dense de olur.
Hâli böyle olan:
Birinci mânâ şekli içindedir.
Bu makama:
“Terakki” adı verilir.

Vahdet ehline göre; nefs, kalb, ruh, akıl ve sır hep birden, tek şeydir.
Ancak, değişik şekil aldıkça ayrı ayrı itibar edilir, birer isim verilir.
O konuşan nefsin, cismi ve canı yoktur.
Cesedin dışında ve içinde bir yönetici olur; tasarruf eder.
Fakat ne mekânı, ne de bir nişanı vardır.
Hiçbir özel yere sahip olmadan, nereye parmak basılsa, külli olarak orada var olur.
Ayrıca bölünme, parçalanma gibi şeyler onun için yerinde sayılmaz.
Şahsın elinde tutan, gözünde bakan, dilinde söyleyen, ayağında yürüyen, kulağında işiten ve her duygusunda tasarruf eden odur.
Beden parçalarının her parçasında bizâtihi tümüyle mevcuttur. Bütün bedeni kuşatmış olarak her şeyden münezzeh ve müberradır.
Bir parmak, el ve ayak kesilecek olsa, ona ne noksanlık gelir; ne de bir eksilme..
Her hâlde o, eskiden olduğu gibi merkezinde dâim ve kaim durur. Cesedin cümlesine fenâ gelse, ona ne yokluk olur, ne de zeval..
Bunu anlatabilmek için, had ve hesaba sığmayan mânâlar vardır.


II
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu ikinci şekilde olan kimse, ufuklara bakmalı..
Yani, afakta olan Küllî Nefs’e (bütüne) nazar eyleye..
Buna:
“Akıl, izafî olan küllî ruh” dahi derler.
Allah-ü Teâlâ'nın halifesidir.
Bu, cisim ve cisme bürünmüş değildir.
Yerin ve semanın dışında dahi değildir.
Bütün mevcudatı kuşatır; onlarda tedbir ve tasarruf eder.
Ona nisbetle, üstünlüğün en üstü ile, altın en altı eşittir.
Her mertebede Zâtı ile mevcut olur.
Parçalanmaya ve bölünmeye gelmez.
Gök yıkılsa, yer çökse onda bir hasar olmaz.

Meselâ:
Dünyayı aydınlatan güneşe, ne zarar gelir ki: âlemde ne kadar evler, saraylar yapılsa, hepsine ondan ışık hâsıl olur.
Ancak her ev bacasına ve her saray penceresine göre ışık alır.
O evlerin çökmesi, sarayların yıkılması ile güneşe bir şey olacağı akla gelmeyeceği gibi, ona da bir şey olmaz.
Hakk Teâlâ, her ne kadar insan ve hayvan yaratsa, o cümlesinde tedbir ve tasarruf edebilir.
Canlılardan ne kadarı ölürse ölsün, o izafî ruh, ne hâlde ise, o hâlde daim ve kaim olur.
İşte o ruha sahip olan, afâka nazar eyledikçe, bu hâlleri bilirse, ikinci şeklin ne olduğunu anlar.


III
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu makamda olan dahi; yükseliş elde ettikten sonra gerekir ki:
“Cüz’i” tâbir edilen ruhunu, Küllî Ruh’ta fâni ve yok görmek sûretiyle, İzafî Ruh’ta zinde ola..
Yani: Ruhun, Küllî Ruh; aklın küllî akıl olduğunu hakke’l- yakîn müşahede ede; sonra:
“Cüz’i..” deyimleri ata.
Her şeyin bütüne bağlı olduğunu anlaya..
İşte üçüncü şekil de budur.


IV
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Sonra o kimse bu makamda yükselmeye devam ede; kendi ruhunu İzafi Ruh’ta yok olmuş bula.
İzafi Ruh’u ise, Hakk’ın Zât’ında mahvolmuş göre..
Parçalardan ve bütünden dahi halâs ola.
Bunlar olunca bütün işleri Hakk’ın fiilînde; bütün isim ve sıfatı, Hakk’ın isim ve sıfatında, ayrıca bütün zâtları da Hakk’ın Zât’ında fenâ bulmuş ve yok olmuş göre..
Bu görüşünde sağlam olunca, ilme’l- yakîn tabir edilen, tam müşahede hâline erer.
“Ondan başka varlık yoktur!”
“Varlık cübbesinde ondan başkası yoktur!”
Mânâlarını da hâl edinerek, tadarak anlar.

Ayrıca:
“Bugün mülk kimin? Vâhidü’l- Kahhar olan Allah'ın..” (40/16)
Mealini taşıyan âyet-i kerimedeki mânâya da anlayış peyda ettikten sonra, dışta Hakk'tan gayri şeylerin mevcut olmadığını irfan yolu ile sezer ve anlar..

Buraya kadar dört şekil anlatıldı,.
Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
Zikri geçen şekillerden biri:
a) Enfüs : İç varlık.
b) Afak : Dış varlık.
c) Enfüs ve afakin bir olması..
d) Anlatılanların hepsi, Yüce Hakk’ın Zât’ında eridi ve yok olup gitti..


V
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Burası öyle bir makamdır ki, buraya kadar anlatılan dereceleri birleştirip, hepsini bir görüp müşahede etmek gerekir.
Bu dereceye erene:
“İbnü’l-Vakit” tâbiri kullanılır.


VI
İNSANİN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLÎ

Bu makamı bulan zât, her şeye ayna olur.
Bu makamın yolcusu, yolunda zâtından gayrını göremez ve her şeyi kendine bağlı bulur.
Ve:
“Cübbemin içinde Hakk'tan gayrı yok! İki cihanda O'ndan başkası olabilir mi?.” der.
Yani:
Her şey O'na ve her şeye O, bir ayna olur.
Belki, ayna ve aynadaki boya, yansıma dahi kendi olur.
Bundan önce, “İbnü’l-Vakit” makamında idi:
“Lâ mevcudâ İllâllah : Allah'tan gayri mevcut yok.” diyordu.

Bu makamı bulduktan sonra:
“Yalnız "Ben" var.”der.
Şimdi buna:
“Ebü’l-Vakit” tâbir olunur..


VII
İNSANIN KENDİNİ BİLMESİ İÇİN
VERİLEN MÂNÂ ŞEKLİ

Bu devrede sâlik, tam bir fenâ hâli ile yokluğa kavuşur ve sade bir hiçliğe erer.
Bundan sonra bekâ içinde bekâya varır.
Artık onun için, hâl ve makam lâfı edilmez.
Orada ne müşahede, ne de mârifet kalır.
Bunların tâbiri ve izahı da mümkün olmaz.
Zira burası, tam bir yokluk makamı sayılır.
Hattâ:
“Makamı” kelimesi dahi, anlatmak içindir.
Zira bu hâlin sahibi ne makam, ne de nişan bilir.
Ancak ehl-i zevk, tadış yoluyla anlar.
Allahım bu hâli, bizim için de kolay eyle!

Ârif bu makama erince, Cem -birlik- Âlemine geçmiş olur.
Ayrılma gerekirse ilâhî bir varlıkla süslenir.
Kendi hakikatini bilir ve dolayısiyle Hakk’ı anlar.
Bundan sonra, zâhirde anladığımız itikadların herhangi biriyle, bağlanıp kalmaz.
Anlatılmak istenilen mânâ da budur...

Bir şiir:

O olmayınca bulamadım yolu Hakk’a;
Orada oldum Hakk’la diri, buldum, bekâ.
Kendimi, kendim yitirdim; yine bulam kendimi;
“Hep” olursun, “Hiç” edince, kendi kendini…

Artık, ârif anlar ki, gerek enfüs'te, gerekse afakta; tecellî eden tek Zât, tek hakikattir; başkası yok..
Varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir.
Ama, hakikatın aslı, ne bölünmüş; ne de parçalanmıştır.
Zâhirde görünen cümle şeyler, onun tecellîgâhı ve âletidir.
Kâinatta bulunan cümle varlığın zerresinden, en büyüğüne kadar, hepsinde El Hakk (cc) esma ve sıfatı ile tecellî eder.
Bu tecellî herkesin itikadına ve anlayışına göre olur.
Her mahalde ve her makamda bir yüz gösterir.
İçte, dışta, varlığını gösterebilen; her şeyde sûret olan, her akılda makul, her gönülde mânâ, her kulakta işitilen, her gözde gören O’dur..
Bir yüzde tecellî ederse, öbüründen de bakar.
Bunların mânâsı, yine başta söylenen cümleye gider.
Taleb edilenle edilenin; âşıkla mâşukun; itikad edenle edilenin tek şey olduğunu bilen için mânâ şudur:
“Aslında, irfan sahibi itikadın tek olduğunu bilince; kendisini özel bir itikada bağlamaz.”

Üstteki mânâlara ışık tutan bir hikâye şöyle anlatıldı:
Birkaç âmâ bîr yerde otururlar.
Aralarında bir konuşma geçer;
“Biz, fili görebilir miyiz?” derler.
Sonra, fil çobanı bunları alır, filin yanına götürür.
Her biri filin bir yanını bulur; tutar.
Kimi, kulağına; kimi, ayağına; kimi, karnına; kimi, hortumuna yapışır.
Fili böylece bilip geçtikten sonra, kavgaya başlarlar.
Filin ayağına yapışan, direk gibi olduğunu, söyler.
Kulağına yapışan, sofra bezine; karnına yapışan da küpe benzetir.
Hâsılı hangi organa yapıştılarsa, onu bildiler, itikadları öyle oldu.

İşte taklid sûretiyle itikad sahibi olanların hâli budur.
Muayyen bir şeye saplanıp kalırlar.
O ölçülü hâlde mahpus olup dururlar.

Bir şiir:

Belli ölçüde kim kalırsa bugün mahpus;
Toprağa serildikte tümden olur me’yus..

Ne olursa olsun; irfan sahibi, kendini muayyen bir itikada kaptırmaz.
Çünkü o, kendi zâtına âriftir.
Bunu yukarıda da anlatmış bulunuyoruz.
Bahis açıldığı için yine tekrar ettik.
İrfan sahibinin; kendi hakıkatına da ârif olması, yani:
Kendi gerçeğini anlaması, özünü bilmesi için, saygı ile dinlemesi icap eden beş şeye ihtiyacı vardır.
İrfan sahibinin ermesi için bunların bilinmesi, bir zarurettir.
Bu sebeple onları sırası ile alıyoruz.
Onlara:
“Hazarat-ı Hamse” derler.


يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

“Yevme hüm barizun la yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar : O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.” (Mü’min 40/16)


Tasarruf : İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme.

Bizâtihi : Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.

Müberra : Beri. Müstesnâ. Fenalıktan uzak kalmış. Münezzeh. Temiz. Noksansız.

Münezzeh : (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.

Tâbir : Ta’bir. (Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.

İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek.

Afak : Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.)
Zinde : f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli.

Cüz’i : Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan.

Küllî : Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor.

Halâs : Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.

İbnü’l-Vakit : Vaktin oğlu. Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi.

Ebü’l-Vakit : vaktin babası. Vakit ve hâlin te'siri altında kalmıyanlar.

Sade : f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.

Bekâ : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. * Bâki olmak. Ebedîlik.

Enfüs : (Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar. İç âlem.

Mârifet : Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: İrfân)

Tecellî : Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi

Makul : Ma’kul. Akla yakın, aklın kabul edeceği.

Taklid : Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak.

Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.

Mahpus : Hapsedilmiş olan.

Me’yus : Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik.

İrfan : Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. * Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet.

Hazarat-ı Hamse : Beş önemli değer yargısı.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

HAZARAT-I HAMSE

(BEŞ MAKAM)


Şunun bilinmesi gerekir ki, Allah-ü Teâlâ'nın zâtına ve sıfatına bir son olmadığı gibi, âlemlerin dahi, sonu yoktur.
Zira âlemler, isim ve sıfatların zuhur yeridir.
Zuhur eden, sonsuz olduğuna göre, zuhur yerlerinin de sonsuz olması gerekir.
"O her an, bir şan alır." (55/29)
Âyet-i kerimesindeki mânâ icabı, Hakk’ın tecellîsine son yoktur.
Yüce Hakk’ın kudreti, tam, mükemmel hâldedir.
Bu yüzden, bir kula bir tecellîyi iki defa eylemez.
O, daima, yeni yeni tecellî eder.
Ve aynı tecellî şimdiye kadar, iki kula olmadığı gibi; bundan sonra da olmaz.
Onun kudreti yüce; şanı büyük ve ondan başka ilâh yoktur.

Hakk’ın tecellîsi için son bir nokta, tecellî yerleri içinde de bir bitiş olmamakla beraber; derler kî:
“Bütün olarak on sekiz; parça olarak da, on sekiz bin âlem var.”
Bu görüşlerini, İbn-i Abbas Hazretlerinden (Allah ondan razı olsun) rivayet edilen şu Hadisi Şerife istinad ettirirler :
"Allah-ü Teâlâ’nın on sekiz bin âlemi var; sizin şu dünyanız o âlemin ancak biri sayılır."
Bu âlemlerin cümlesi anlatacağımız:
“Hazarat-ı Hamse” tâbir edilen, beş bölümde toplanır.


I
GAYB-I MUTLAK


Bu makama:
“Mutlak Gayb
Lâhut Âlemi
Lâtaayyün Âlemi (hiçbir ölçüye, şekle sığmayan)
İtlak Âlemi
Mutlak Âmâ
Yalnız Vücud
Mutlak Varlık
Sırf Zât
Ümmü’l-Kitap
Mutlak Beyan
Engin Bir Nokta
Gayblerin Gaybi…” de derler.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerim de buyuruldu:
"Gayb'ın anahtarları onun katında olup onları ancak o bilir." (6/59)

Yukarıda zikredilen isimler, yalnız bir mertebenin adıdır. Dolayısiyle Yüce Hakk bu makamda tam bir izzet ve her şeye karşı istiğna ile anılır.
Aslında bu makama: İsim, şekil, sıfat ve sıfatlanan sözleri yaramaz.
Ne var ki, maksadı anlatabilmek için, bazı tâbirleri kullanmak icap ediyor.
Zira, bu makamda Zâtı İlâhî, her şeyden tenzih edilir.
Çünkü henüz esma ve sıfat dairesine tenezzül etmemiştir.
Bütün isimler, Yüce Hakk’ın Zâtında yokluğa gömülmüş ve istihlâk hâline geçmiştir.

Sunacağımız âyet-i kerimeler, bu mânâyı anlatır:
"Gerçekten Allah'ın âlemlere ihtiyacı yoktur." (3/97)
"İnsan üzerinden bir zaman geçmedi mi ki; o devirde insan, anılan şey hiç değildi." (76/1)
"Rabbin noksan sıfatlardan münezzehtir; vasfını ettikleri her şeye karşı bir izzete sahiptir." (37/180)

Gelelim Hadis-i Şeriflere:
"Allah-ü Teâlâ öyle bir hâlde idi ki. onunla beraber olan şey yoktu."
"Gizli bir hazine idim…"

Bu âyet ve hadislerdeki cümleler, anlattığımız makamın plânını çizer.
Ne olursa olsun; Yüce Hakk’ın zâtına arif, yani:
Anlayış sahibi olana değişen bir şey yoktur.
Evvel zaman ne idiyse, şimdi de öyledir.

Hazret-i Alî (k.v.):
"Allah-ü Teâlâ, öyle bir hâlde idi ki, onunla beraber olan şey yoktu."
Hadis-i Şerifi işitince:
“Şu anda dahi öyledir.” dedi.
Hazret, zikri geçen Hadis-i Şerifi âdeta tasdik eder gibi konuşmuş ve Hadis-i Şerifin bir başka yüzünü açıklamış ve şerhini yapmıştır. Allah ondan razı olsun.


II
ÂLEMİ CEBERUT


Bu makama:
“Ceberut Âlemi
Birinci Taayyün
Birinci Tecellî
İlk Cevher
Hakikat-ı Muhammediyye
İzafî Ruh,
Külli Ruh
Muzaf Olan Gayb
Kitabü’l-Mübin…” de derler.

Ümmü’l-Kitapta, her şey toplu görüldüğü hâlde,
Kitabü’l-Mübinde tafsilata geçilir.
Ümmü’l-Kitap, Zâttır.

Bu makama:
İsimler Âlemi
Ayan-ı Sabite
Mahiyet Âlemi
Büyük Berzah… dahi, derler.

Bunların hepsi birinci mertebenin ismidir.
Ama hepsi birer itibarla söylenir.
Ehli için gizli sayılmaz...


III
ÂLEMİ MELEKÛT


Burası melekût âlemidir:
“Misal âlemi
Hayâl Âlemi
Birincilik
İkinci Taayyün
İkinci Tecellî
Sidre-i Müntehâ
Emir Âlemi
Küçük Berzah
Tafsil Âlemi…” dedikleri dahi vakidir.

Özetle şu mânâ dahi verilebilir:
Ruhlara nefislere has olan gizli âlem..


IV
ŞÜHUD-U MUTLAK


Buraya:
“Şahadet Âlemi
Mülk Âlemi
Nâsut Âlemi
Halk Âlemi
His Âlemi
Unsurlar âlemi
Felekler Âlemi
Yıldızlar Âlemi
Mevaiid Âlemi…” de derler.

Bunlardan murad, madenler, bitkiler ve hayvanattır.
Arş-ı Azimi de bu makamdan sayarlar.
Cisimler âleminin hepsini bu makam kuşatır.
Bunlar, Şehâdet Âlemine ait tâbirlerdir.

Bu âlemlerin dışında kalanların cümlesine:
“Gayb Âlemi veya Emir Âlemi” olarak, iki isim verildiği de olur.

Ayrıca:
“Gayb ve Şehâdet.. tâbiri kullanırlar ve:
“Dünya işi, Âhiret işi..” olarak da anlatılabilir.

Aşağıda anlatılacak olan, dört âlem, dört derya mesabesindedir. Onlar şudur:
Mülk Âlemi
Melekût Âlemi
Ceberut Âlemi
Lahut Âlemi..

Bu dört derya, ezelî ve ebedî olup evveli ve âhiri yoktur.
Söze, işin başından başlayalım.
O, Zât Deryasıdır ve buna:
“Lâhut..” tâbiri kullanılır.

"Gizli bir hazine idim; bilinmemi istedim.."
Düsturuna göre; Zât-ı İlahî coşarak, Ceberut Âlemini zuhura getirdi; buna:
“İzafî Ruh..” dahi denir.
Âlem-i Ceberut coşunca da, melekûtu zuhura getirdi.
Melekût âleminin coşmasiyle mülk zuhur etti.
Burada coşmadan kasd, zâtî meyildir ve o zâtın iktizasıdır.

Bu anlatılan işler, göz açıp kapayacak kadar az bir zaman içinde olur; belki daha da tez olur.
Şu âyet-i kerime bu mânâyı daha güzel anlatır:
“İşlerimizin oluşu, bir göz işareti kadar az bir zamandadır; belki daha kısa bir zamanda.” (16/77)
Bu bir emir işidir.
Buna:
“ Kûn! : Ol!” emri denir.
Kainata, göz işareti anı gibi, az zamanda:
“Ol!..” dedi.
O anda (feyekûn) her şey oldu.
Olan işlerin hiç biri, yoktan zuhura gelmedi.
Hepsi bir zâtî inkılâbtan ibarettir.
“Yoktan oldu!” demeden kasd:
“Zâtı, zâtında saklı iken, isteği ile açığa çıktı.” demektir.
Zira ne var yok olabilir; ne de yok var olabilir.
Zât Deryasında meydana gelen inkılâb sayesinde âlemler zuhur etti.
Meselâ:
Denizleri düşünelim; birinin akıttığı su ile ikinci, ondan akanla, üçüncü sonrası da, dördüncü olur; böylece dört derya zuhur eder.
Hava, suya; su da soğuğa nasıl inkılâb ederse, bu hâller böylece olup gider.

Bu anlatılanlar bir nûrdur.
Her inkılâbında bir yeni şekil olur.
Ârifler katında öncesi ne idiyse, şu anda yine öyle...
Anlatılan âlemlerin cümlesi, bir nûr denizidir; daima dalgalanır ve yeni, yeni tecellîler olur.
"O her an bir şan alır." (55/29)
Düsturuna göre, o ilâhî dalga Zât’tan gelir; yine Zât’a gider.
Şu cümledeki mânâ da önemlidir:
“Her şey ondan geldi; yine ona gider.”
Bundan başka:
"İşlerin hepsi ona döner." (11/123)
"Allah, yerin ve semâların nûrudur." (24/35)
Âyet-i kerimelerindeki mânâ, maksadı anlatmak için kâfi gelir.

Bir şiir:

Cümle âlem Zâtmış;
Hikmet Deryasıymış;
Hakk’a vuslat imiş;
Allah var, ilâh yok..

Bir başka şiir:

Mutlak varlık, denizinde çıkınca dalga;
Gizli açık:
“Hak Ben..”
Sırrını söyler halka.

İşte bu denizin dalgasına:
“Masiv┠denir.
Derya için de:
“Ezelî ve Ebedî Varlık” denilmiş.
Dalgalar için de:
“Sonradan zuhura gelen hadiseler.” adı verilmiş..
Evvel âhir varlık, Yüce Hakk’ındır.
Var görünen masivâ ise, mutlak olan varlıkta sayılır.
Bütün mevcut şeyler, Mutlak Zât’tan zuhura gelir.
O varlığa can olan tecellî bir an kesilse, o anda hepsi yokluğa gömülür.


V
İNSAN-İ KÂMİL


Burada İnsan-ı Kâmil anlatılacaktır.
Anlatılan hazarat ve âlemlerin hepsini bu insan kapsar ve benliğinde toplar.
İnsan-ı Kâmil, birleştirici mertebeye sahiptir; İsm-i Azam makamındadır.
İsm-i Azam nasıl bütün isimleri özünde toplar ise, İnsan-ı Kamil de onun gibi, Mülk, Melekût, Ceberut ve Lâhût Âlemlerini toplar. Zâhirde olsun, bâtında olsun, İnsan-ı Kâmil’in kuşatmadığı hiçbir makam yoktur.
Zâtî olan bir sirayetle, hepsinde hükmünü geçirir ve hangi şey olursa olsun; onda ayniyle zuhur eder.

Nitekim, Hazret-i Ali şöyle söyledi:
“Sen kendini sandın bir parça, küçük;
Halbukî sende âlem var, en büyük.”
Yani, sen kendini ufak bir şey sanırsın; hâlbuki sende en büyük âlem saklı ve gizli..
Bir mürşide gider özüne karşı anlayış alırsan her şeyi sende ve seni her şeyde var görür; yakinen bilirsin.
İnsan-ı Kâmil’in büyüklüğünü, üstünlüğünü şöyle tasavvur edebilirsin:
On sekiz bin âlem; bir havan içinde döğülse, hamur hâline gelse, terkibi İnsan-ı Kâmil olur.
Bu İnsan; on sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreder.
Her âleme, o âleme has olan bir gözle bakar.
Duygular âlemini, duygu gözüyle; akılla sezilenleri akıl gözüyle, mânâları da kalb gözüyle seyreder.
Öbürlerini de buna kıyas et!
Duygu (madde) gözüyle, mânâları seyredeceklerini sanan gafiller, sadece bir ümit içinde erir.
Bu hâl ehline malûmdur.

Bir şiir:

Yürü, bir göz bul çare eyle;
Bu kez, ondan ona nazar eyle.

Gayb Âlemini, seyredebilmek için, Hakkanî bir göz gerek.
Âlemleri, on sekiz bin olarak hesap edenler için temel şudur:
Küllî akıl, küllî nefis -bunlara levh ve kalem de denir.
Arş, kürsî, yedi kat semâ, dört tabiat unsuru ve üç mevâlid; bunlar bütün olarak on sekiz eden teferruat itibariyle de, on sekiz bin olur.
Bir çok büyükler böyle der.
Gerçek durumda esas olan ise; âlemlerin, sayıya gelmeyeceğidir…


İtlak : Itlak. Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek.

Sırf : Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan.

Daire : Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal.

İstihlâk : Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak.

Tafsilat : (Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar.

Âma : Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları. Tasavvufta bilinemezlik âlemi.

Melekût : Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi.

Has : Hâss. (C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle karışık olmayan ve içinde bozuk bulunmayan. Tek, münferid. * Saf.

Mevaiid : (Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar.

Düstur : f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur.

İktiza : Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama.

İnkılâb : Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma.

Masivâ : Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler.

Mevâlid : (Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar.

وَعِندَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِن وَرَقَةٍ إِلاَّ يَعْلَمُهَا وَلاَ حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأَرْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
“Ve indehu mefatihul ğaybi la ya'lemüha illa hu ve ya'lemü ma fil berri vel bahr ve ma teskutu miv verakatin illa ya'lemüha ve la habbetin fi zulümatil erdi ve la ratbiv ve la yavisin illa fi kitabim mübin : Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm 6/59)

فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
“Fihi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahim, ve men dehalehu kane amina, ve lillahi alen nasi hiccül beyti menistetaa ileyhi sebila, ve men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemin : Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân 3/97)

هَلْ أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُن شَيْئًا مَّذْكُورًا
“Hel eta alel'insani hiynüm mined dehri lem yekun şey'en mezkura. : İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (İnsân 76/1)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesfun : Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.” (Sâffât 37/180)

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Ve lillahi ğaybüs semavati vel ard ve ma emrus saati illa ke lemhil besari ev hüve akrab innellahe ala külli şey'in kadir : Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” (Nahl 16/77)

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
“Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin. : Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma halindedir.” (Rahmân 55/29)
وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَن نَّفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
“Ve ravedethülleti hüve fi beytiha an nefsihi ve ğallekatil ebvabe ve kalet heyte lek kale meazellahi innehu rabbi ahsene mesvay innehu la yüflihuz zalimun : Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve «Haydi gel!» dedi. O da «(Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!» dedi.” (Yusuf 11/123)

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim : Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr 24/35)

Kudsî Hadis :

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hadis-i kudsi: “ALLAH (celle celâluhu): “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden âlemi yarattım.” buyurmuştur. (Aclunî II, 132)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Kânellahu ve lem yekûn mâahu şey’un: ALLAH vardı ve O’nunla birlikte hiçbirşey yoktu!” buyurmuştur. (Buhârî, Bedü’l-Halk1; El Hindî, Kenzu’l-Ummâl X-29850)


Azîz Efendim İmâmı Alî (keremullahi veche):
“Eyâ insan cirmike cirmis-sâgirun, ve fike intavâ âlemü’l-ekber...” buyurmuştur.
Tavâ kökü: elbiseyi, yatağı v.s. dürüp katlamaktır.
Mündemic: (dümûc’dan) indimâc eden, dürülüp sarılan, içine yerleşen, içine sokulması olup aynı anlamdadır.
“Ey insanoğlu! Cirmin (cisim, hacim) çok küçüktür, fakat âlemü’l-ekber sende intevadır, mündemictir. İçine sokulmuştur (o kadar da değerin var) !” buyurması ne hârikadır.






[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




FAYDALI BİLGİLER


Konumuza dair birkaç faydalı bilgi verelim.
Şöyle ki :
Yer yüzünde bulunan cümle yaratılmışlar.
Sular da yaşayanlar olanların ancak onda biri sayılır.
Yerde ve sularda yaşayanlar bir arada sayılsa, havadakilerin ancak onda biri olabilir.
Yerde, sularda, havada bulunan varlıklar bir arada sayılsa, birinci kat gökte yaşayan meleklerin ancak onda birini teşkil eder.
Yerde, sularda, havada ve birinci kat gökte yaratılmışlar toplansa; ikinci kat gökte olanların onda birini tutabilir.
Bu kıyas yedinci kat göğe kadar aynı şekilde devam eder.

Ve yedi kat yer derinliğinde, yedi kat gökte yaşayan melekler ve mahlukât ancak Kürsî’de olan meleklerin onda bir sayısını tutar. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
"Onun Kürsî’si yeri gökleri içine aldı." (2/255)

Kürsî’de, yedi kat yerde, yedi kat gökte ve denizlerde bulunanlar, Arş’ın bir köşesine sığınan meleklerin onda biridir.

Ve bu sayılanların cümlesi, Müheymin Melâikenin onda biri olabilir.
Müheymin melâike; yaratıldığı günden bu yana, Hakk cemâlinin hoşluğunu seyirden bir an bile ayrılmamış, o cemâlin seyrinde hayran olmuşlardır.
Ne kendilerini bilirler, ne de başkalarını.
Henüz âlemlerin yaratıldığından ve Âdem peygamberin yaratıldığından haberleri yoktur.
İblisin varlığını da bilmezler; bunlardan asla haberdâr değillerdir.



RUH ADLI MELEK


Sonra Yüce Hakk’ın ulu bir meleği vardır; başında hesapsız saç bulunur.
Ona nisbetle anlatılan melekler, arş, ferş; bir insanın eline veya saçının teline takılan inci gibidir.
Eğer Hakk Teâlâ, ona bir emir verseydi, cümle varlığı bir lokmada yutar ve boğazından zerre kadar bir şey geçtiğini bilmezdi.
Bunun adı şudur: Ruh..


İNSAN-I KÂMİL


İşte bahsi geçen cümle şeyler, melek ve felek İnsan-ı Kâmil’in kalbine konsa orada zerre kadar dahi tartı değmez.
Hazret-i Beyazid, bu makama varınca şöyle anlatmıştır:
“Arş ve ondakiler, milyon kere büyüse ve ârifin kalbinde bir köşeye konsa; orada bir şeyin varlığını duymaz.”
O gönül ki, yerlere ve göklere, arşa ve kürsîye sığmayan, Yüce Hakk’ın azamet ve celâlinin, cümle zât ve sıfatının tecellî yeri olmuştur; ona bu kadar büyüklük çok mudur?.


Bunu, şu Kudsî Hadis de teyid eder:
"Göklerime, yerlerime sığamam, lâkin mümin kulumun kalbine sığarım."
Burada müminden murad, İnsan-ı Kâmil’dir.
Kalbe sığmaktan murad ise, o kalbin Hakk Teâlâ cemâline ayna olmasıdır.
İşte şu Hadis-i Şerif bunu anlatır:
"Mümin, müminin aynasıdır."
Birinci müminden, İnsan-ı Kâmil; ikincisinden de, Yüce Hakk’ın Zâtı kasd edilir.
Açık mânâsı:
“İnsan-ı Kâmil Hakk’ın aynasıdır.”
cümlesi olur.

Büyük mürşid Muhiddin-i Arabî, Füsus'unda kalb azametini haber verirken; Bayezid Hz.nin beyanına da değinmiş, şöyle demiştir:
“Onun açıkladığı mânâ, ârifin, cisimlere nisbetle büyüklüğüdür.” Burada ben de şöyle derim:
Şu sonu olmadığı anlatılan varlık için; kendisini yaratana bakarak bir son bulunur.
İşbu hâli ile anlatılan varlık, İnsan-ı Kâmilin kalbine konmuş olsaydı, onun ağırlığını duymazdı.
Hazretin anlattığı azamet, sayı ve hesaba gelmeyeceği gibi; vehim ve kıyasa sığar cinsten de değildir.
O, zevke dayanır.
Allah-ü Teâlâ o zevkleri cümlemize nasip eyleye... Hû!.


Hazret-i Bayezid, bu makamda şu şiiri söylemiştir:

Sevgiyi, kadeh, kadeh aldım;
Ne şarap bitti; ne ben kandım..

Bu makamda anlatılan sevgi, aynen sevilendir.
Bu şiiriyle Hazret, kalb mertebesinden haber vermiş ve onun genişliğini anlatmıştır; ki bu, ehline malumdur.
Tefsir gerekirse, şöyle denir:
“Kalb aynam, ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve feyizlerine mazhar oldu, İlâhî feyizler, birbirini takip ederek inip gelmekte ve kalbim onu kabul etmektedir. Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi; tükenecek gibi de değil..”

Bunları anlatmaktan gaye, İnsan-ı Kâmil’in azametini ve mertebesini açıklamaktır, dolayısiyle Yüce Hakk’ın yüceliğini..
Bir şiir:

İnsan, keyfiyetini, bilemedikten sonra;
Nasıl ezel sahibi Cebbar Allah’ a vara!.

Cümle ağaçlar kalem, denizler, mürekkep, insanlar, bu gözle göremediğimiz melekler, cinler de kâtip olsa, İnsan-ı Kâmil'in hâllerini anlatıp bitiremezler.
Zamanları, dünya kuruluşundan, kıyamete kadar uzasa; bu faslın yüzündeki ince zarı dahi atamazlar.
Bu fasla işaret olarak; şu âyet-i kerimeyi zikredelim:
"Söyle; denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, Rabbımın kelâmı bitmeden tükenir; bir misli daha gelse, yine tükenir." (18/109)

İnsan-ı Kâmil’in bir adı (Elif-Lam-Mim) dir.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerim'in başında.
"Elif-Lam-Mim şu kitap var ya, onda şüphe yoktur." (2/1)
buyurulur.

Bir hadisi şerifte:
"İnsan ve Kur an ikizdir." buyurulur.
Burada insandan murad, İnsan-ı Kâmil’dir.
Burada ikizden kasd, aynı batında doğan ikiz kardeş mânâsına gelir.
Hâsılı..
Yukarıdan beri ne anlatıldıysa, hepsi birbirinin aynasıdır.
Lahût'un aynası ceberut;
Ceberûtun aynası melekût;
Melekûtun aynası mülktür.
Bunların hepsine ayna, însan-ı Kâmil’dir.

İnsan-ı Kâmil, Allah-ü Teâlâ'nın halifesidir.
Ve kendini gösteren bir aynadır.
İlâhî varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır.
İnsan-ı Kâmil’in özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur.

Elde olmayan sebeplerle söz uzadı; sadede gelelim.
Esas mevzu, Muhiddin-i Arabi'nin şu cümlesi üzerineydi:
“İrfan sahibi, eğer kendi özündeki gerçeği anlasaydı; belli bir itikada bağlanıp kalmazdı.”
İnsanın anlatılan hâle gelmesi, İnsan-ı Kâmil olması sayılır.
Buraya kadar saydığımız şeyler İnsan-ı Kâmil’in binde bir vasfını teşkil eder.
İnsan bu mertebeyi bulduktan sonra, mutlak surette Hakk’ın tecellîgâhı olur; ki, o hangi yönden kendisine tecellî ederse, kabullenir.
Bu mertebeyi bulana:
“İnsan-ı Kâmil” denir.
Hakk Teâlâ, bu mertebeye ermeyi cümlemize ihsan eylesin!
Amin!. Hû!.

Ey kardeş, insafla düşün!
Hakk Teâlâ bize büyük istidat vermiş.
Biz ise, bunu boşa gideriyoruz; lâyık mı?.
"Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın." (7/179)

Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümrenin derecesine kendimizi indiriyoruz.
Bize hayıf oluyor; bize yazık oluyor.
İnsan-ı Kâmil olmak kolay değil; ancak kâmil bir zâtı bulup elini tutmakla, ona hizmet etmekle kabil olur.
Yüce Hakk o istidadı herkese vermiştir; ama, insan kendini alt dereceye düşürür; istidadını yitirir.
Kendini bir kâmil mürşide teslim et!
Sen dahi bir insan ol!
Asıl kemâl, insanlığı, belli bir itikada bağlı bilmemektir.
Ama sanılmaya ki: İnsan-ı Kâmil mezhebsiz ve İtikadsız bir kişidir. Zira, onun mezhebi ve itikadı İlâhî dilekte ve İlâhî emrin varlığındandır.
Onların inanışı, mecazî mezheb ve itikad değildir.
Hak erenlerinden bazısına:
“Hangi mezhebtensin?” denince:
“Huda mezhebindenim!” derlerdi.

Bir şiir:

Bütün mezhepler kaydından beri ol!
Tüm yolcuların başta gideni ol!..

Bazı büyüklere şöyle sordular:
“Anlatıldığına göre, irfan sahibi özel bir inanışa bağlı kalmaz; lâkin halka uyar bir şekilde açığa çıkar.
Çünkü:
"İnsanlara, akıl erdirecekleri kadar konuşunuz." buyurulmuştur.
Eğer kalbindekini açığa vurursa, onu hemen öldürürler.
Durum böyle olunca, o irfan sahibi, münafık olmaz mı?”

Cevap şu oldu:
“Olmaz!
Zira münafık ona denir ki, gizli bir itikada sahip olur; bu itikadının aksine amel izhar eder.
Yaptığının yersiz olduğunu kendisi de bilir.
Ârif odur ki, hem izhar ettiği itikad Hak olur; hem de içinde olan itikada dışı zıt görünür; ama değildir.
İrfan sahibinin çerçevesi geniştir.
Onda iki zıt dahi birleşir.
Bu zıtlar zâhirdekilere göre olsa dahi, ona göre zıt olmaz.
En İyi bilen Allah'tır.



Müheymin : Mü'min. * Hazır. Sâdık. * Hâfız. Hıfz edici. Koruyucu.

Arş : Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir.

Ferş : Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer.

Feyiz : Feyz. (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. * Bir haberi fâş etmek. * İçindeki düşüncesini izhar etmek.

Saded : Asıl mevzu, maksad, asıl konuşulan şey, fikir. * Niyet, kasıd. Teşebbüs. * Yakınlık, civar.

Tecellîgâh : f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer.


اللّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
“Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum, la te'huzühu sinetüv vela nevm, lehu ma fis semavati ve ma fil ard, men zellezi yeşfeu indehu illa bi iznih, ya'lemü ma beyne eydihim ve ma halfehüm, ve al yühiytune bi şey'im min ilmihi illa bi ma şa', vesia kürsiyyühüs semavati vel ard, ve la yeudühu hifzuhüma, ve hüvel aliyyül aziym : Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2/255)

قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“Kul lev kanel bahru midadel li kelimati rabi le nefidel bahru kable en tenfede kelimatü rabbi ve lev ci'na bi mislihi mededa : De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (Kehf 18/109)

الم
“Elif lam mim : Elif. Lâm. Mîm.” (Bakara 2/1)

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera'na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a'yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en'ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun : Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf 7/179)


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




MANEVİ YOLCULUKLAR

(SEFERLER FASLI)

Şimdi, bilinmesi gereken bir şey var.
O da; irfan sahibinin başlangıcını ve dönüş yerini anlayıp nereden gelip ve nereye gittiğini bilmesidir..
Bu da aşağıda anlatılacak üç sefere, yani; Yolculuğa bağlıdır.
Dolayısıyle o seferleri, yani: Yolculukları anlatacağız. Buradaki sefer:
“İnsanın manevî yolculuğu” demektir.

Bu yolculuğun önü sonu yoktur.
Ancak seçtiğimiz bu üç sefer hepsini toplamıştır.
İnsan bu üç seferi, bitirmedikten sonra nefsini anlayamaz ve Yaradanına karşı irfan duygusunu bulamaz.
Ne kendisi olgunlaşır; ne de başkasına önder olabilir.


I
SEFER-YOLCULUK

Bilinsin ki, her şahsın, zât-ı ilâhîde bir gerçek yeri var.
O gerçeğin, Hakk Teâlâ şu duygu ve şehâdet âlemine gelmesini ve zuhurunu dilese, ilk şeklini Akl-ı Külde çizer; ki orası İlâhî Aynadır.
Ve Allah-ü Teâlâ’nın bilgi âlemidir.
O şekil; Hakk’ın dilediği kadar orada kalır; sonra Küllî Nefsi, sonra Arş ve Kürsî’yi aşar; gökleri, tabaka tabaka geçer, ateş küresine iner.
Sonra havayı, suyu geçer toprağa düşer.
Bundan sonra, madenlere, bitkilere, meleklere, insanlara ve cinlere uğrar.
İnsan mertebesine gelinceye kadar hayli vartalar atlatır.
Her mertebede hayli güçlükle karşılaşır.
Gâh yükselir, gâh alçalır.
Düşe kalka gelip insanda yerleşince, yarım daire, tamam olur.
Ki, buna:
“Esfel-i safilin” tâbir edilir.
Sonra burası, Akl-ı Küll, Âla-i İlliyyin mertebesidir.
Anlatılan işin başı şu âyet-i kerime ile tesbit edilmiştir:
"Biz insanı, yaratılışın bütün güzelliğine sahip olarak yarattık; sonra, esfel-i safiline indirdik. " (93/4-5)

Anlatılan bu mertebelerin hepsi; insanlık mertebesine ulaşıncaya kadar birinci seferi teşkil eder.
Eğer insan, geldiği ve döneceği yeri anlamadan bu yolculuğa katılır, sadece seyir ve sülukla meşgul olur, yalnız başlangıç noktasını bulursa Cem Âlemi’ni bulmaktan uzak kalır, ayrılıkta sayılır.
Buna işaret olarak:
“Cem Âlemi’ni bulmadan ayrılık, şirktir!” diye anlatıldı.
Şu âyet-i kerimede buyurulan:
"Onlar, hayvan sürüleri gibidir; belki daha şaşkın.." (7/179)
Zümreye dahil olup öyle haşr olur.


II
SEFER-YOLCULUK

Bunun için:
“Müşahede ve Terbiye Seferi..” tâbir edilir.
Bu ikinci seferde, bir Kâmil Mürşid’e yapışıp, Aklı Küll’e uçmak ve manevî bir yolculuğa girmek gerek…
Ki buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” dahi denir.
Pirlerin himmeti ve gayreti ile buna ulaşmak gerek..

Bu, özel bir vuslattır.
Ancak gerçek durumu ile insan; oyalayıcı şeylerden birer birer geçerken, kendi mertebesine gelinceye kadar, uğradığı her şeyden bir renk almıştı.
Her birinden yaramaz bir sıfat takınmıştı.
Bu yüzden:
"Onlar hayvan sürüleri gibidir, belki daha şaşkın.." (7/179)
Âyet-i kerimesi ile anlatılan zümreye karışmıştı.

İşte mürşid-i kâmile erince, o yaramaz ahlâk ve yaramaz huyların hepsini bir yana attı.
İlk hâli ne idiyse, yine öyle oldu. Esasen bu şekilde pak ve temiz olmadıktan sonra, küllî akla varmak kolay olmaz.
Bir Sâlik düşünelim, küllî aklı bulmadıktan sonra, Hakk Ehli katında yetişkin değildir.
Yetişkin olmak için, daha yolda iken Küllî Akla erişmek gerek:

İşte “Ve’l-…” Mertebesi bu makamdır.

Bir şiir:

Delile erenler, ergin olurlar;
Delili olmayanlar çirkin olurlar..

Sâlik, Külli Akl’ı bulunca Erler Mertebesi’ne erişir.
Buna:
“Hakikat-ı Muhammediyye” denir.

"Allah, ilk önce aklımı yarattı."
Buyurulan Hadis-i Şerif cümlesindeki mânâ budur. Sâlik yine bu makamda, renksiz olur ve vahdet bulur.

Bu mânâda güzel bir şiir:

Renksiz, rengi de esir eder,
Musa, Musa ile cenk eder..
Renge girmeyen hoş yol bulur,
Musa-Firavun hep dost olur..


Bu makamda Sâlikin;
Aklı, akıl bütünlüğünü bulur.
Nefsi, külli Nefs’e geçer.
Ruhu Mukaddes Ruh olur.

Bu makama:
“Ayrılıktan sonra birleşme..” derler.
Burası Hakk’a meczub olanların makamıdır.
Hayret, heyhat, vehim ve akıl burada olur.
Birçokları bu makamda sapıtır.
Nitekim, bu mânâda:
“Ayrılık olmadan birliği aramak sapıklık olur!” denilmiştir.
Hakk yolcusu bu makamda kalır.
İleri geçemez ise bir başkasını kemâle erdirmeye, irşad etmeye nail olamaz.

Haddizâtında bu makam son derece tatlı bir makamdır.
Hakk’ta ve Hakk’la yolculuk mertebesidir.
Çünkü, Hakk yolcusu Sâlik, burada varlık zerresini ummana atıp dağılmıştır.
Artık ne kendinden, ne de âlemden haberi vardır.
Ne de başkasından..
Bundan sonra her hangi bir şeyden zühd yolu ile kaçınamaz.
Şer'i emirlerle herhangi bir kayda giremez.
Ama, bu makamı da bırakıp geçmek gerek.
Allah'ın yardımı ile bu makamda Hakk’la yok olma hâlini bulup sonra da onunla Bekâ Âlemi’ne ermek gerektir.


III
SEFER-YOLCULUK

Bu yolculuk Hakk’tan başlar, aynı zamanda Hakk'la Bekâ Makamı’dır.
Yani, Hakk'tan halka yolculuktur.
Birlik Âlemi’ni bulduktan sonra, ayrılık hâline geçiştir.

Açıkçası:
Bu yolun yolcusu, irşad için, manevî bir inişle, beşeriyet kisvesine bürünüp bulunduğu makamdan halk arasına karışır.
Nitekim peygamberimiz;
"Ben de sizin gibi beşerim." buyurdu.

Bu makamda yemek, içmek, uyumak, nikâhla kadın alıp evlenmek vardır.
Ama hiçbirinde ifrat veya tefrit olmaz, tam itidal ve istikamet vardır.

Bir şiir:

Ne ifrat, ne tefrit olanda;
Doğru yol odur bu meyanda..

Bu mertebeye eren, iffet ve istikamet sahibi olur.
Dinî hükümlere zâhiren de bağlıdır; onlara tamamen uyar.
Ancak farz ibadetler dışında, bazı çeşitli ibadetlere bağlanıp durmaz.
Hem Kesret Âlemi’nde hem de Vahdet Âlemi’nde daimî salât içinde bulunur.
Dış alemi, halka yanaşık; iç âlemi ise, Hakk’a yapışıktır.
Bu zâtı anlamak, halk için hayli güçtür.
Zira bu halk, zâhirde kimin ibadeti çoksa, zâhirî zühdü ve takvâsı çoksa onu Kâmil bilir.
Hâlbuki Kâmil İnsan’ın olgunluğu, bu zâhirdeki duygu gözü ile görünmez.
Onu görmek için Hakk’a ulaşmış göz gerek.
Hasılı:
Kâmil olanı, yine kemâle eren görür ve bilir.

Bu daire, Cem Âlemi’nden sonra hâsıl olan fark dairesidir.
Hazret-i Ali (k.v.) şöyle anlattı:
“Cem âlemi olmadan fark, şirk;
Cem âlemi sonunda fark olmazsa zındıklık;
Cem'i, fark'ı bir bulmak da tevhid sayılır.” (1)
____________________________
(1) Hz. Ali (k.v.) bu cümlesi ile kanaatımızca şöyle demek istiyor:
-Birlik Âlemi’ni bulup hiçlik hâline ermeden, varlık iddiası ile irşad yolunu tutmak şirktir.
Bu âleme inişi kabul etmeyip Hiçlik Âlemi’nde kalmayı arzu, zındıklık;
Hiçlik ile varlığı birleştirmek tevhid olur. (Sadeleştiren)
_________________________________

Bu üç makam, anlatmak istediğimiz şeyin mânâsıdır.
Ayrıca ayrıntılara girmeye gerek yok..
Kâmil zâtın bu fark makamına inişi terakki sayılır.
Bu makama gelince, nefsine ârif olur.
Açıkçası: Kendini bilir.
Esas varlığa bağlı okluğu için, her hangi hususî bir itikada bağlı olmaz.
En iyisini Allah bilir.

Hâl böyle olmasına rağmen, Hz. Şeyhin anlattığı gibi, hiç kimseyi; beslediği itikad dolayısı ile sorguya çekmez, karışmaz, inkâr da etmez.
Çünkü, cümle inanışı benliğine sindirmiştir.
Açıkçası, İrfan sahibi, toplayıcı bir gözeyi anladı.
Bu yüzden toplayıcı hakikatin, her itikad bölümünde bir yüzü vardır.
Zira mutlak bir göze dedikleri o âriftir.
Kayıtlı bir yönü bulunmayan, hiçbir mutlak yoktur.
Bu sebeple, her neye ibadet edilse, mutlak o yüze çıkar.
Bu durumu, itikad sahibi ve ibadet eden bilse de, bilmese de böyledir.

Şeyh İrakî şöyle der:

“Hakk Teâlâ cümle eşyayı, Zâtının aynı kıldı.
Hikmeti ise, kendinden gayrına ibadet olunmaya, başkası sevilmeye..
İlâhî gayret (kıskançlık) bunu gerektirdi.”

Bir şiir:

Gayreti, yabana komadı Hakk’ın,
Şüphesiz O, aynı oldu eşyanın..

Bir başka şiir:

Hakk diledi ki, eşyayı yarata;
Özünden gayrı komadı arada.
Bu âlemde tapanlar ona tapa;
Ki, her yüzde görünen o, halk kapa.
Ki, insan iyi huyla kapabilir;
Ve dar gönüller onunla yapılır..

Yukarıda arz edilen hususlar, şu Âyet-i Kerimenin bilinen mealidir.
"Rabbın hükmü şu ki; kendisinden gayrısına kulluk etmeyesiniz." (17/23)
Daha açık mânâsı ile ifade edilen mânâ şudur :
“Ey Peygamber, Rabbın takdir ve hükmü şu ki :
Sevgide, övmede, senada ondan başkasını bilmeyesin, görmeyesin ve kul olmayasın.
Zâten, ondan başkasına ibadet, mümkün değildir.
Hatta puta tapanın tapışı bile sonuçta Hakk’a varır.
Çünkü onun varlığı da Hakk’ındır.
Bunu anlamak için cümle varlık, Hakk’ın olduğunu anlamak ve bilmek gerekir.”
Sözümüz onlara aynadır.
İşte irfan sahibi, bu mânâyı anladıktan sonra, ne muayyen bir itikada sahip olur; ne de diğer kimselerin itikadına sataşır, inkâr eder.
Zira: Cümleyi bir emir zincirine bağlı gördü; kendisinin de, emir ve iradeden başka bir şey olmadığını anladı. Mevcut, yalnız O…
Yine o irfan sahibi, herkesi mazhar olduğu isim tecellisi cihetiyle itikad ve edeblerini yerli yerinde gördü.

Bir şiir:

Bir zerrecik yerinden kayıp oynasa;
Alem harap olurdu, baştan ayağa..

İrfan sahibine:
"Her ne yana dönerseniz, Hakk’ın (tecelli) yüzü o yandadır." (3/115)
Âyet-i kerimesinin mânâsı zâhir olur.
Yani, zâhirde ve bâtında cephenizi nereye çevirirseniz, orada Hakk’a çıkan bir yol vardır.
Gerçekte:
"O, her an, bir şe’n alır." (55/22)
Kaidesine göre, makamlar ve mertebeler de bulunur.
Her makamda bir türlü, her mertebede bir başka yüz gösterir.
Her yüzde bir başka türlü güzellik, her güzellikte bir başka aşk, her aşkta bir türlü gamze, her gamzede bir türlü işve, her işvede bir türlü cilve, her cilvede bir türlü naz, her yerde de bir türlü başlama şekli vardır.

Bu yüzden aşka müptelâ olup inleyen zâtlar çeşitli hâllere düşerler.
Gâh, kabz ve celâl sıfatına mazhar olurlar.
Gâh, bast ve cemâl sıfatı tecellisinin mazharı olur; zevk alır, zevke dalar, safa bulurlar.
Gâh naza, gâh niyaza kapılırlar.
Bu sıfatlar, âşıkın nazarında türlü türlü hâller alır; fakat o âşık, hiçbirini itmez.

Hâl böyle olunca, ârif kendini nasıl muayyen bir itikada kaptırsın; gitsin!
Âşıkın sevdiği mahbub, hangi sıfatı takınsa, hangi libasa bürünse ve her ne şekilde tecelli etse, katiyetle gaflete düşmez ve tek yüzüne bağlanmaz.
Ayrıca her yüzden onun güzelliğini gördüğü gibi, tek yüze bağlanıp kalanları da mazur görür.
Dairesi geniştir.
İtikad faslında, tek yüze bağlanıp kalmanın da ilâhî şuûnattan biri olduğunu bilir ve ilâhî isimlerden birinin gereği olduğunu kabul eder.
Nitekim izzet sahibi Yüce Hakk şu âyetinde şöyle buyurdu:
"Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, Hakk onun nasiyesinden tutmuş olmasın; kesin olarak bilinsin ki, Rabbim sırat-i müstakim üzeredir. " (12/6)
Bu âyet-i kerime, Hud Nebi’nin dilinden anlatılır.

Herkes, bir ismin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur.
Celâl, Cemâl, Hâdî, Mudillü, bunların hangisi olursa olsun, onun doğru yoludur.
İtikad bahsinde de aynıdır.
Bir kimsenin itikadı, diğer şahsa göre ayrılık taşısa bile, aslında mazharı olduğu isme binâen, doğru yoldadır; onun müstakim sıfatı odur.
Meselâ, yayın doğruluğu eğri olmasından anlaşılır. Şaşkınlık, Hakk’ın Mudilli ismine göre doğrudur.
Hâdî ismi onu, eğri bilse de, yine doğru sayılır.
İşte, ârif kişi, bu mânâya vâkıf olduğu için, hiç kimsenin dinine sataşmaz..

Burada bir soru akla gelir.
O sorunun cevabını kader sırrına âşinâ olmayan vermeye kadir olamaz, ehli olana kolaydır.
Sual şudur:
“Cümle ibadet ve diğer bütün ahval, ilâhî esma tecellisi gereği oluyor ve kulun da onları yapıp yapmamakta bir seçme ehliyeti olmuyor.
Bundan da anlaşılıyor ki, herkes bulunduğu işi yapmaya mecbur.
Bu da cebre girer ve zülüm olur?”

Cevabı şöyle olabilir:
“Yukarıda sorulan sorunun tahkik neticesinde
iki durum hâsıl olur.
Bir defa Mâhiyetler, önceden yapılmış değildir.
İkincisi ise, ilmin, bilinen şeye tabi olmasıdır.
Bu iki duruma vukuf peyda olunca az da olsa, kader sırrına vukuf peydah olur.
Beyan edilen iki şeyi aslına uygun şekilde anlamak icap eder.
Onlara vukuf peydah olunca, Allah'ın yardımı ile kader sırrına da nüfuz peydah olur.
Çünkü bunlar anahtar mevkiindedir.

Yukarıda:
“Mâhiyetler” diye arz edilen kelimenin mânâsı şudur:
“Eşyanın İlâhî Bilgi Denizi’nde mevcut olan suretleri...”
Ama ilimle sınırlı suretleri..
Mâhiyetlerin bir adı da ayan-ı sabite, olarak anlatılır. Orada Hakk’ın ilmi Zâtının aynıdır.
Bu hâl, İnsan-ı Kâmil için dahi böyledir.
Diğer bir itibarla da, ilim Zâta aynadır.
O Mâhiyetlere Hakk’tan gelen feyz; yine onların Zâtında mevcut olan, istidat ve kabiliyete göre gelir.
İtikad ve diğer hâllerde, onun dışına çıkamaz.
İsyan, küfür, itaat bunların her biri, o Mâhiyetin, kabiliyetine göre istemiş olduğu şeylerdir.
İstidadı nisbetinde Hakk'tan ne diledi ise o verilmiştir.

Meselâ:
Buğdayda istidad, buğday olmak; arpanınki arpa, darınınki de darı..
Diğerlerini de var buna kıyas eyle…
Eğer arpanın dili olsa, ekene itirazla:
“Beni niçin buğday yapmadın?.” dese, ekinciden alacağı cevap:
“Senin istidadın, kabiliyetin buydu...” olur.
Ayrıca arpa, tohumunu ektikten sonra, buğday ummak ahmaklık sayılır.
Bu anlatılanlara göre, herkesin Mâhiyeti, ayan-ı sabitesi ezelde her ne hâl ve özellikte idiyse, hangi ismin tecellisi kısmetine düştü ise, bu âlemde onu gösterebilir.
Her şey ezelde verilen şekilde aşikâr olur.
İlâhî bilginin ona bir tesiri yoktur.
"İşleri yerli yerince yapıcılara yemin olsun." (79/5)
Mânâsını taşıyan âyetteki kurala göre, ârif olanlar bu sırra vâkıftır.
Haddizâtında, malûm olan bir şey ne hâlde ise, ilâhî bilgi onu ilgilendirir ve o esma ve sıfatın iktizası olarak zuhura gelir.
Ve:
“Bilgi bilinene bağlıdır...”
Demekten maksat da, bunu ifade etmektir.



Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Evvelü mâ halakallahu nurî, evvelü mâ halakallahu kâlemü, evvelü mâ halakallahu’l-akl: ALLAH’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur, ALLAH’ın ilk yarattığı şey kâlemdir, ALLAH’ın ilk yarattığı şey akıldır.”
(İ.Ahmed V/317; Keşfül Hâfâ I/311 (823,824,827); Hilyetül Evliyâ III-318)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) (Abdullah olarak): “Ben de bir beşerim, sıradan bir insanın sevindiği gibi sevinir ve gelişigüzel bir insanın gazablandığı gibi de gazablanırım.” buyuruyor. (Müslim, IV-2008; İmâm-ı Ahmed II-243; Ebu Dâvud, IV-298)


وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
“Ve lel'ahiretü hayrün leke minel'ula. Ve lesevfe yu'tiyke rabbüke feterda. :
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.” (Duhâ 93/4-5)

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
“Ve le kad zera'na li cehenneme kesiram minel cinni vel insi lehüm kulubül la yefkahune biha ve lehüm a'yünül la yübsirune biha ve lehüm azanül la yesmeune biha ülaike kel en'ami bel hüm edall ülaike hümül ğafilun :
Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf 7/179)

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta'büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima :
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. (İsrâ 17/23)

وَمَا يَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَلَن يُكْفَرُوْهُ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
“Ve ma yef'alu min hayrin fe ley yükferuh, vallahü alimüm bil müttekiyn :
Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” (Âl-i İmrân 3/115)

يَخْرُجُ مِنْهُمَا اللُّؤْلُؤُ وَالْمَرْجَانُ
“Yahrucu minhumellu'lu velmercanu. : İkisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahmân 55/22)

وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِن قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Ve kezalike yectebike rabbüke ve yüallimüke min te'vilil ehadisi ve yütimmü ni'metehu aleyke ve ala ali ya'kube kema etemmeha ala ebeveyke min kablü ibrahime ishak inne rabbeke alimün hakim :
İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Yusuf 12/6)

فَالْمُدَبِّرَاتِ أَمْرًا
“Felmudebbirati emren. : (1-5) Söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzdükçe yüzenlere, yarıştıkça yarışanlara, iş düzenleyenlere andolsun;” (Nâziât 79/5)


Zümre : Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins.

Müşahede : Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. * Muayene, kontrol.

Sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan.

Hadd-i zât : Aslında. Yaradılışında.

Nail : Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş.

İfrat : Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı)

Tefrit : Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı)

Meyan : f. Orta, ara, vasat, meyan.

İffet : Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak.

Terakki : İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş.

Binâen : ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.

Peydah : Peyda. f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.

Varta : Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara.

Göze : Göz, kaynak, pınar.

Mazhar : Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.

Şe’n : İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal.

Şûun : (Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis.

Şuûnat : Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler.

Müptelâ : Dertli. Hasta. Başı sıkıntılı. Rahatsız. Belâlı. Düşkün. Tutkun. Tutulmuş.

Mahbub : Muhabbet edilen. Sevilen.

Mazur : Ma’zur. Özürlü. Özrü olan.

Âşinâ : f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü.

Cebir : Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.

Tahkik : Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin hakikatına ermek, künhüne vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kur'an kıraat ıstılahında ise: Her harfin hakkını vermek, özel sıfatlarına riayet etmek, sesi tam mahrecinden çıkarmak, medleri gerektiği kadar uzatmak, hareke, ızhar ve gunneleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır.





[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




KAZA-KADER BAHSİ


Kazanın mânâsı şudur: Bütün eşya, Hakk bilgisinde, ne hâlde olmuşsa; toptan, o oluşan hâllerine göre verilen hüküm..

Kaderin mânâsı şudur: Her varlığın; istidadı nisbetinde parça parça, sonra yapılacak tafsil üzere his ve şehâdet âlemine zuhur ederek gelmesi..
O şeylerin zuhura gelmesi de, niçin ve kimde zuhur ediyorsa, onun istidadı nisbetinde olur.

Şöyle bir soru sorulabilir:
“Buraya kadar yapılan beyanlardan anlaşıldığına göre; olan her şey kişinin istidadına göre oluyor.
Olan hâller; küfür, iman, itikad, hayır, şer ve diğer çeşitlerdendir.
Bunların cümlesi; kimde zuhura gelecekse, onun hâl dili ile, Hakk'tan talebine bağlı oluyor.
Zâtında mevcut istidat ve kabiliyete göre zuhur ediyor.
Hatta söylediklerimiz dahi, Hakk’ın yarattığı ve yaptığı oluyor.
İstidadı veren dahi Hak'tır, bu da bir mecburiyet olmaz mı?”

Üstteki sorunun cevabı şöyle olabilir:
Bütün itikad faslını inceleyen zâtlar katında; istidat, yapılmış ve yaratılmış değildir.
Zira, bir şeyin mahiyetini yapma olmadığına göre onun zâtında var olan istidat ve kabiliyeti de yapma olmaması gerekir.
Mahiyet, ilâhî sûretlerine derler ki; onlarda, henüz
yapma ve yaratma faslı yoktur.
Herkesin, sabit durumu ne gerektirirse, onu yapmaya mecburdur.
İlâhî kaderin sırrı böyle iktiza eder.
Her şey istidada bağlı ve merbut olduğunu bilerek sabit olan durumu ne ise işlerini ona göre yapar.
Hâline muhalefet edemez.
Kendinde peşpeşe, zamanı geldikçe, olacak şeyler olur.
O zât, bu yoldaki istidadının noksan olduğunu sezerse sadece elem çeker.
Bu oluşma, kendi sınırı içindedir ve hiç cebir yoktur.

CEBİR


Cebir iki kısımdır.
Şöyle ki:

a) Makbul..

b) Merdud...

Birinci cebir :
İman sahibi, İlâhî emirlerin cümlesine yapışıp yasakları terk ettikten sonra, zâtına has bir kudret isbat etmeden cümle işleri Hakk'tan bilmeli ki bu iyidir.

İkinci cebir ise;
Kul, bütün hataları yapar, ne yasak bilir, ne emir tanır.
Bundan başka yaptığı bütün fesat işleri Hakk’a atarsa; bu, edep dışı bir hareket olur.
Bu türlü cebir gayet kötüdür.

Bu makamda, hayli sual ve cevap vardır; onlar da ehline malûm...
Bir eren kişiye:
“Hakk’a zulüm isnadından nasıl kurtuldun?.” diye sormuşlar; şu cevabı almışlar:
“Hakk’ın mülkünde zâtından başkasını bırakmadım.
Cümle mülk, onun olduğuna göre, zulmü kime yapar?.
Herkes mülkünü arzu ettiği gibi kullanır.”

Bu mevzuda söylenenler kâfi, geçelim.

Enes b. Malik (r.a.) bir rivayete göre on sene Peygambere (s.a.v.) hizmet etti.
Bunu Enes (r.a.) anlatırken şöyle diyor:
“Hz. Peygambere on yıl geceli gündüzlü hizmet ettim.
Yaptığım işler için bir kere olsun:
“Niçin yaptın? veya niçin yapmadın?.” gibi, bir söz işitmedim.”

Bu hâl, Hz. Resul’ün (s.a.v.) kader sırrına vükufu olduğundan ileri geliyor.
Üstteki mânâda Hazret-i Şeyh Muhiddin-i Arabî Nefahat’ında şöyle der:
“Hakk Teâlâ, peygamberlerinden yaptıkları davet zamanında bazı esrarı saklı tutar; bunlardan biri de kader sırrıdır.
Zira, istidadı küfre ve kötülüğe meyyal olana davetin yararı olmadığına vükuf hâsıl olunca, davet edemez; âciz ve mütehayyir olur.
Peygamberlere kader sırrı ancak davet son bulup kâfir, mümin, münafık, sâlih kişiler belli olduktan sonra bildirilmiştir.”

İrfan sahibi daima hâl değiştirir.
Bunu, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin şu sözleriyle anlatabiliriz:
“Sonra, irfan sahibi bütün itikadı câmi’ olan bir hâlde kalırsa, Rabb’la mukayyed bir hâl almasından korkulur.
Daima renk değiştirerek yürüyen ve bu hâle tam vâkıf olan kimse muayyen bir hâlde kalamaz.
Kalacak olursa mutlak Rabb ile olduğunu tahayyül eder.
Hâlbuki hayal hakikat değildir.
İçinde bulunduğu kendi zannıdır.
Yani, kendi tasavvurunda meydana getirdiği Rabb’ı ile olur.
Cümle Rabb’ların Rabb’ı ile olamaz.”

İrfan sahibi;
Her şeyin açık mânâsına vardığında,
İtlâk ve kayıtsızlığa geçtiğinde,
Hakk’ı o zannı olarak kabul edip ibadet ederek mukayyed'e geçebilir ki;
Bunda korku vardır.
Zira, itlâk hâline bağlanıp kalırsa korkudan emin olamaz.
Bu korkulu hâl, taa, Yakîn gelinceye kadar devam eder.
Yakîn ise, Zâtı ile, Sıfatı ile Hakk Teâlâ'dır.



YAKÎN..


Burada bir mikdar yakîn hâli üzerine bilgi verdim.
Bilinmeli ki, Ehl-i Yakîn olanlar, Yakîn hâlini üçe ayırmışlardır.
Şöyle ki:
Bilgi ile yakîn hâlini bulmak..
Görerek yakîn hâlini bulmak..
Gerçek yüzünü bularak, yakîn hâlini bulmak,.

Bunları örneklerle anlatalım, şöyle ki:
Bir kahramanlığın varlığını bilmek, o kahramanlığa bilgi ile varmak olur.
Bir başkasının kahramanlığını görmek ise, görme ile ona varmak kabul edilir.
Aynı kahramanlığı kendisi yaparsa, bizzât tadar; ne olduğunu gerçek mânâsı ile bilir.

İlâhî mârifet dahi bu usul üzerine devam eder; anlayan anlar.
Burada, her şeyi özüne alan hakikatin; itlâkının, takyidinin nasıl olduğunu anlatmak gerekiyor..
Korkudan kurtulup yakîn hâlini bulmak için ne gibi bir itikada sahip olmak icâb ettiğini de anlatacağız..
Ama önce bir mukaddime sunalım..
Bilinmeli ki, her şeyi özünde toplayan hakikat;
Hz, Şeyh Muhiddin-i Arabi’nin de yukarıda anlattığı gibi buna:
“Hakikat-ı Cam’ia” derler ki,
Bu çok isimle anılan müsammâdır.

Bazı ârifler bunu:
“Aşk...” olarak yorumladılar.
Şeyh Irakî'yi ve ona tabi olanları bu yorumu yapanlar arasında sayabiliriz.

Diğer bazı büyükler ise:
“Ezelî Kuvvet ve Nutuk..” olarak yorumladılar.
Bu yorumu yapanlar da;
Muhiddin-i Arabi, Sadreddin-i Konevî ve bunları izleyen zâtlardır.
Gerek Muhiddin-i Arabi, gerek Sadreddin-i Kunevî, gerek diğer zâtların bir muradı vardır; o da:
Tek Zât ve tek hakikattir.

Bir şiir:

Hüsnün tek, ama ibadetler çeşit çeşit,
Her şeyin o cemale işareti sabit

Bahsedilen hakikatin;
Arapçada tâbiri şudur: Vücud..
Türkçe tâbiri şudur: Varlık..
Farsça tâbiri şudur: Hestî..

Ama, hakikatte, o varlık hepsinden mü­nezzehtir.
Şu var ki, anlatmak için:
“Vücud, Aşk, Nûr, Nefs, Rahmân..” derler;
Hepsinden murad bir Zâtın ismidir,
O da şudur: Hakk Teâlâ.

Varlığı:
“Mutlak (bağımsız)..” diye yorumlayanlara gelince, onu bir kayda bağlamış olurlar.
İtlâktan ve itlâkla takyidin birleşmesinden o varlığın mânâsını çıkarmışlardır.
Ama, bu cümleden ve tenzihten, bir başka mutlak itibar etmişlerdir.
Ve tenzihten dahi tenzih etmişlerdir.
Hatta:
“O varlığı bir kayda iletirken bile yeni, tenzih gerektir.” demişlerdir;
çünkü bu, zevke dayanan bir iştir.

Bu duruma göre öyle bir zât mülâhaza olunmalı ki:
Vüs’atı en geniş ve her şeyi muhit ola;
Ayrıca bütün mertebeleri benliğinde birleştire;
Bu anlatılan mertebelerin hem aynı ola;
Hem de onların cümlesinden münezzeh ola;
Bu takdirce hem mukayyed, hem mutlak, hem cami, hem münezzeh olur.
İtlak hasebiyle izzet ve istiğna ile aziz ve her şeyden müs­tağni olur; ona ne naz, ne de niyaz erişir.

İşte bu mânâya delâlet eden âyetler:
"Allah, âlemlere muhtaç değildin" (3/97)
"Rabbın, onların yakıştırmaya çalıştırdıkları şeylerden yana tam bir üstünlük sahibi ve temizdir” (37/180)

Şu da aynı mânâları açıklayan bir Hadis-i Şeriftir.
"Allah, Allah idi; onunla eş olan ayrı bir şey yoktu."
Bu makamda ne isim, ne resim, ne naat, ne de sıfat vardır.
O, cümleden münezzeh, beri -ari itibar olunur.
Cümle mertebelerde seyreden ve tecellî eden odur; her mertebenin aynıdır.
Hepsini toplayı­cı bir vasıfta olması itibariyle; her isimle çağrılan, re­simle çizilen, çeşitli ad ve sıfatla anılan mevsuf odur.
O, her mertebeye tenezzül eder; onun tenezzülü dahi bir olgunluk nişanıdır.
Onun tenezzülünü şu kudsî hadis açıklar:
"Hasta oldum gelip sormadın; aç oldum, beni doyurmadın."

Hakk; sıfat, tenezzül ve mertebelerde zıdları ka­bul eder.
Çünkü ona göre zıd diye bir şey yoktur.
Hakk’ın hiçbir sıfatı yoktur ki, zıd ile karışmış olma­ya..
Bu mânâyı hastan da has olanlar anlar.
Burada anlatılanlar, irfan sahipleri için bir tenbih olur ki; bu kadarı onlara yeter.

İşte anlatılan mânâları daha açık ifade eden bir âyet-i kerime:
"Evveli O, Âhiri O, Zâhiri O, Bâtını O.. O her şeyi Zâtı ile bilir" (57/3)

İtlak ve takyidin ne olduğunu, mümkün olduğu kadar beyan ettik.
Bilinsin ki, ıtlakla bağlı kalınırsa; bu itlak, takyid gibi olur; hâlbuki onu; hiç bir hâle bağlamamak gerekir.
Çünkü Hakk, her mertebeyi kuşatmıştır.
İşte bunu beyan eden bir âyet-i kerime:
"Ne yana dönerseniz, Hakk’ın o yönde bir tecellî yüzü vardır." (21/15)
Bu hükme göre her mertebede bir tecellî yüzü vardır.
Birine inanıp, öbürünü inkâr etmekle, Hakk örtülmüş olur; bu da küfür sayılır.
Meselâ:
Puta ibadet eden ibadetini ona tahsis ettiği ve hâlini ona bağladığı için başkasını inkâr eder; dolayısıyle kafirlerden sayılır.
Bir müslüman,
Hakk’ın zuhur etmekte olduğu varlıklardan birini in­kâr ederse;
Din, ona: “Müslüman..” demez.

Bir şiir:

Küfr-ü batıl; mutlak Hakk’ı örtmüştür;
Küfr-ü hak, kendini Hakla örtmüştür.

Ey oğul, anlatılan mânâ:

"Rabbın hükmü şu ki; ancak ona ibadet edesiniz.'' (17/23)
Âyetinde saklıdır.

Bir şiir:

Cihanın yücesi, engini sensin:
Yerler ne bilmem, madem varlık sensin.

İtlak hâlinin özüne erene:
“Ârif, Velî ve Hak Ehli..” denir.
Bunlar için şu âyet-i kerime vardır:
"Ayık olunuz ki, Hakk’ın velî kullarına korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olamazlar," (10/62)
İrfan sahipleri, velî kullar, bu zümreye dahil olunca, korkudan ve tehlikeden halâs olurlar.
Allahım!
Bize o hâlleri nasip eyle!..

Muhiddin-i Arabî şöyle yazmıştır:
“İşte kendini yaratıcı tanıtanların da Rabb’ı olan Hakk Teâlâ'ya karşı irfan duygusu elde edenlerin son hâli budur.”
Yani, mutlak Hakk’a ibadettir.
Muayyen ve mukayyed bir varlığa ibadet edenler, kendi zihinlerinde can verdikleri bir puta taparlar.
Onların taptığı, çeşitli ilâhlardır.

Bu mânâda bir âyet-i kerime şöyledir:
"O çeşitli ilâhlar mı hayırlı; yoksa, Vahîd Kah­har Allah mı?." (12/29)
Elbette bir ve Kahhar olan Allah hayırlıdır.
Mülkünde zâtından gayrı kimse yoktur.
Onun suâline cevap veren yoktur.
Kendisi sorar, cevabını yine kendisi verir.
Gerçekten bunda önemli bir imâ ve işaret vardır ki;
O, Vahid ve Kahhar olan Allah, bir bendesine Kahhar sıfatı ile tecellî eylese, onun gözünde cümle eşya helak olur.

Sonra:
"Onun yüzünden gayrı her şey yokluğa dönük.." (28/88)

“Yeryüzünde olan her şey, fenâ bulacak; celâl ve İkram sahibi olan Rabb’ın yüzü kalacak." (55/26)

Meâline gelen bu âyet-i kerimelere göre, bu gün, peşinen ölmek gerek.
Bu ölüm, irade ile olmalıdır.
Bu ölüm hâli, kimde meydana gelirse..
Hakk'tan gayrı cümle eşyanın helakini görür ve kendisi de yok olur.
Bu yokluk , tam bir yokluktur.
Fenâfillah makamıdır.
Orada Hakk’ın cemâlinden baş­ka bir şey kalmaz.
Anlatılan makama çıkan kul, bu makamda hayli zaman kalır, büyük cezbeye kapılır.
Orada ne za­man vardır; ne mekân...
Ne felek olur, ne melek...
O zaman yalnız Hakk kalır.
İşte o zaman, Allah-ü Teâlâ, varlığında şöyle seslenir:
"Bu gün mülk kimin?" (40/16)
Bu hitap karşısında cevap veren kimse çıkmaz.
Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
"Vâhidü’l -Kahhar olan Allah'ın.." (40/16)
Bu hitap karşısında da cevap veren kimse çıkmaz.

Bu kez, yine Hakk Teâlâ kendi azameti ile Zâtından Zâtına şöyle buyurur:
İrfan sahibi, bu olan işlerde, yokluğa gömülüp gitmiştir.
Hâl böyle iken, Hakk kendi varlığından, ona bir varlık ihsan eder; ilâhî renge boyar.
İçinde ve dışında olan bütün vasıflar değişir.
Ve:
"O gün yer bir başka olur; semalar da öyle... Hepsi Vâhid ve Kahhar Allah'ın varlığı için meydana çıkarlar." (14/48)
Âyetin asıl mânâsı belli olur.

Bundan sonra Hakk Teâlâ o irfan sahibine ilâhî bir göz, kulak, dil verir; sual ve cevaba başlatır.
Böylece kul, yokluk hâlinden geçip, varlık âlemine erdikten sonra, Hakk varlığı ile var olur.
Asıl bilişi, anlayışı bundan sonra başlar.
Ama, o ilk tecellî anında ne ilim, ne mârifet, ne de şuur vardır.
Orası tam Yokluk Âlemi’dir.
Zikri geçen âyet-i kerime hâlle daha iyi anlaşılır.
Onun derin mânâsını bundan daha fazla dile getirmek doğru değildir; izin yoktur.
Onu okuyanlar; dil­siz, gönülsüz okur ve kulaksız işitirler.
Buna:
“İlme’l-Yakîn” denmez.
Çünkü bunda: “Ayne’l-Yakîn, Hakke’l-Yakîn” hâli vardır.
Kul bu makama vardıktan sonra, korkudan ve ümitten halâs olur. İlham hâlini veren O;
İrşad eden, hidayete erdiren Yine O..
Artık onun için hangi sıfatı dilersen söyle...

Muhiddin-i Arabî, devamla şöyle anlatıyor:

Ehli Keşfin bütün mezheplere ve makamlara karşı anlayışı vardır.
Onlar gerek ilâhî makamlara, gerekse yaratılmış ahvale karşı anlayış sahibidir.
Hiçbir şeye karşı bilgi yoksunu değildir.
Onların bilgisi her şeyi kuşatır.
Allah-ü Teâlâ hakkında ve yaratılmış hakkında, keşif sahipleri boş söz etmezler.
Sözünü ettikleri şeye karşı tam keşfe sahip olur; sonra söylerler..
O sözü eden, ne mertebeden ve ne makamdan söz ettiğini hangi kaynaktan aldığını bilir.
Sonra onlar herhangi bir yanlış söz edeni de ayıplamazlar.
Ma’zur görür, boşuna yaratılmış da saymazlar.
Zira, Hakk Teâlâ, boşuna bir şey yaratmamıştır.

İrfan sahibinin bu hâle gelmesi, birçok sebeplere dayanır.
Onların başta geleni, Hakk’ın cümle es­masına olan bilgisidir.
O bilir ki:
Cümle makamlar ve mertebeler, ilâhî İsimlerin gereğidir;
Cümle eşya ilâhî isimlerin mazharlarıdır.
Yine bilir ki:
İlâhî isim­lerin herhangi bir yerde zuhuru, o yerin istidat ve kabiliyetine göredir.

Hakk Teâlâ o irfan sahibine isimlerin derinliğinde saklı olan mânâların tefsir usulünü ihsan etmiştir.
Okur, anlar, açıklar, açıklar..
Dolayısı ile her şeyi varlığına alabilir.
Çerçevesi geniştir her şeyi kuşatır.

Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Bana ilk verilen, cevâm-ı kelimdir."
Bunun mânâsı şudur:
Az sözle çok şey anlatmak..

O irfan sahibi ise Hazret-i Resul'ün (s.a.v.) varisidir.
O Büyük Peygamber'in hakikatına vasıl olmuştur.
Hakk Teâlâ'nın dileğine uygun olarak bu söylenen şeyleri anla.

Muhiddin-i Arabî devamla şöyle anlatıyor:
İrfan sahibi ve kemâle eren olgun bir zât:
“O..” dediği zaman, o olur.
Ve bu sözü kemâl hafinde sarf ederse, kendisi arada kalmaz; O olur.
Şunu bilesiniz ki; burada anlatılan, mârifet hâlini bulma sırlarındandır.
Herkes bunu anlayamaz.
Hakk ehlinden, buna işaret eden dahi olmamıştır.
Sebebi: Ya bir çekimserlik, yahut bir korkudur.
Çünkü bunda tehlikeye düşme ihtimali mevcuttur.
Zira, bu ma­kamda kuldan tekvin sıfatı zâhir olur.
Çünkü:
“O..” dediği zamanda; kulun dilinden söyleyen, ilâhî kuvvet ve kudrettir.
Üstteki mânâ üzerinde biraz duralım.
Çünkü burada tekvin meselesi vardır ve o kulda bizzât Allahü Teâlâ'nın tekvin sıfatı tecellî etmektedir.
Sözlerin derinliğindeki mânâ budur.
Ama, bu makamda sözü biraz daha gerçeğe iletmek ve meramı açıklamak gerekir.
Her ne zaman kemâl derecesini bulan bir şahıs:

“O..” dese; bütün varlığını ifna etmesi yokluğa göm­mesi beklenir.
Bu bir ölümdür; ama:
"Ölmeden evvel ölünüz."
Hadis-i Şerifindeki mânâda bir ölümdür.
Kemâl sahibi; bunu yaptığı an, iradeye dayanan bir ölümle, zâhir ve bâtın varlığından eser kalma­dan, başsız ve ayaksız kendini:

“O..” dediğinin deryasına atar.
Boğulur, mahvolur; namı nişanı kalmaz.
Kendi de O olur.
Çünkü damla, deryaya düştü; aynı derya oldu.

Burada:
“O..”
Tâbiri ile anlatılan deryadan murad Vahdet Âlemi’dir, Aşktır, Mutlak Varlıktır, Nûr Deryasıdır.
Hazret-i Peygamber (s.a.v.) bizleri irşad için, duasında daima:
"Allahım beni nûr eyle.." dileğini sunardı.
Şüphesiz o nûrdu.
Duanın, bu şekilde olması bize öğretmek içindir; çünkü, kendini ona veren nûr olur.

Bu mânâda bîr şiir:

Varlığını Hakk’a ver; varlık Hakk’ın olsun hemin;
Sen çık aradan kalan yar ola; olasın emin..

Varlığını ona veren zâtın O olmasına, hayret mi edilir ki?...
Bir kimsenin ölüsü tuz gölüne düşse tuz olur; tuzda pak olur.
Buna göre, ifadeye dayanan bir ölümle onun tuz deryası misâli varlığına düşerler ve benliğini bırakanlar O olur, Nûr olur, temiz olurlar.
Bu oluş uzak görülmez ki; burada:
“O..” dediğimiz “Hû” dur.
“Hû” nun mânâsı:
“O kimse..” demektir..
Ama, bizim kastımız Hakk’ın Zâtıdır.

Açıkçası, irfan sahibi şöyle mülahaza eder:
Cümle varlık Hakk’ın; bende olan varlık dahi Hakk’ın..
Sonra cümle varlığı ve özünü Hakk’ın Zât Deryası’na salar ve Zâttan gayrı bir tek şey kalmaz; gerekli olan budur...
Burada “Hû” ismine devam edelim; bundan kasdın, müsemma olduğunu bilmesi gerekir.
Yani:
“Hû..” dediği zaman, arada: İsim, resim, zaman, mekân, nişan bırakmadan; o varlığın zâtında, yani müsemmada cümle varlığı ve kendini hiç bilmeli...
“Hû..” diyenin, tam varlığa karışıp “Hû” olması gerekir.

Bir şiir:

Evvel Âhir ne ki var “Hû” imiş;
Bâtın, Zâhir ne ki var, “Hû” imiş.

Anlatmak istediğimiz mânâ hâsıl olduktan son­ra, kul ister:
“O..” desin; ister:
“Ben..” desin; ister:
“Biz..” desin; ister:
“Onlar..” desin ve isterse:
“Siz..”desin; hepsinden murad O’nun Zâtı olur.

Muhiddin-i Arabî Hz. şöyle yazıyor:
“Anlatılması İstenen bu mânâya çoğu ârifler işaret bile etmemişlerdir; çünkü böyle icap eder.”
Cümlesine şöyle devam ediyor:
“Burada tehlike vardır.
En büyüğü kulun, Hakk’ı tekvin ihtimalidir.
“O..” dediği zamanda, halk tekvini, bunu takip eder.
Bazı yeri olmayan lâfızlar araya girer.
Sözün ger­çeği şudur ki:
“O..” diyen kimse, kâmil mürşide yetişip olgun olmuş değilse, burada bir hataya düşebilir.

Daha açık mânâsı ile anlatalım:
Gerçek sâki mürşid elinden aşk badesini içip Hakk’ın Zâtında fenâ bulmuş değilse:
“O..” dediği zaman, kendi zannı, tasavvuru, anlayışı ve takyidine göre söyler.
Hakk’ın varlığını hayale getirir ve ona bir nevi sûret verir.
Çünkü varlıktan soyunup itlaka varmamıştır.
Bu yüzden zannına, tasavvuruna göre Hakk’ı kayıt altına alır ve muayyen bir hudut çizer; dolayısiyle onu tekvin, yani: icâd etmiş olur.
Bunun sonunda kendi kendine peyda et­tiği yaratıcıya tapmış olur.
Gerçi:
"Ben kulumun zannına göreyim''
Cümlesinin delâlet ettiği mânâya göre, o Yüce Zât, kulunun icâdında dahi, bir yüz sahibidir; lâkin, kulun tekvini ile zannına girmiş ve zuhur etmiştir.
Ancak, ne de olsa bir gerçek tarafı yok değildir.
Zira, hiç bir mukayyed yoktur ki, onda mutlakın bir yüzü olmaya..
Burada, belki kendini tekvin ve icâd eden yine kendidir.
Ama, hüküm kulun itikadına göredir.
Zira, bu mâbud mukayyeddir; mutlak mâbud değildir.
“Bu hâlde tehlike vardır.” denilmesinden hikmeti, işte budur.


Asıl olgunluk şudur ki, kul:
“O..” dediği zaman; tamamen varlığından soyunup mahve ve fenâya ere..
Sonra; itikad, zan, kayıt tahsisi ile kendini bir şeye bağlamaya..
Yönlerinden hiç bir özel yöne dönmeye..
İşte bundan sonradır ki:
Mutlak İlâh’a, bütün ilâhlardan yüce olan Rabb’a tapmış, O’na ibadet etmiş olur..
Aksi hâlde, kendi zannında hayal etmiş olduğu mâbuda köle olur.
"Kendi hevesini ilâh tutanı gördün mü?." (45/23)
Âyet-i kerimesinin tehdidi altına girer ve teh­likeye düşer.


Beyan : İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat.

Fasl : (Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza.

İsti’dad : Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.

Mahiyet : Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı.

Merdud : Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş.

Vükuf : Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.

Tahayyül : (C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ)

Mukayyed : Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip bakan.

Yakîn : Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.

Vüs’at : Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer.


Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) : “Mütü kable en temutü: Ölmeden önce ölünüz!...” buyurmuştur. (Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
“Allah’ım!
Kalbimde bir nûr kıl!
Dilimde bir nûr kıl!
Kulağımda bir nûr kıl!
Gözümde bir nûr kıl!
Arkamda bir nûr kıl!
Önümde bir nûr kıl!
Üstümde bir nûr kıl!
Altımda bir nûr kıl!
Allah’ım! Bana bir nûr ver!..”
(Müslim, 765(191))

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah Teâlâ şöyle buyuracak:
"Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin."
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın!"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki Alemlerin Rabbisin?"
Rab Teâlâ diyecek:
"Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım."
Rab Teâlâ diyecek:
"Ey ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!"
Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!"
Rab Teâlâ diyecek:
"Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın bunu benim yanımda bulacaktın!"
(Müslim, Birr 43, (2569))

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Cevâmi’a’l-Kelime (az lâfız çok mânâlı konuşma) gönderildim.
Korku vermekle yardım olundum (düşman kalblere).
Ben uyurken yeryüzünün hazinelerinin anahtarı getirildi önüme konuldu.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan; Buhârî, Müslim, Nesâî)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“Peygamberlere altı şeyle üstün kılındım;
Bana Cevami’a’l-Kelime (az sözle çok şey anlatma) verildi.
Düşman kalbine korku salmakla zafere kavuşturuldum.
Bana ganimetler helâl kılındı.
Yeryüzü benim için hem temiz hem de mescid kılındı.
Bütün insanlığa gönderildim, Peygamberlerin sonuncusu oldum.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan; Müslim, Tirmizî)



فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
“Fihi ayatüm beyyinatüm mekamü ibrahim, ve men dehalehu kane amina, ve lillahi alen nasi hiccül beyti menistetaa ileyhi sebila, ve men kefera fe innellahe ğaniyyün anil alemin :
Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân 3/97)

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
“Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesfun :
Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.” ( Saffât 37/180)

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Huvel'evvelu vel'ahiru vezzâhiru velbatinu ve huve bikulli şey'in 'aliymun. :
O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd 57/3)

فَمَا زَالَت تِّلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّى جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ
“Fe ma zalet tilke da'vahüm hatta cealnahüm hasiyden haidin :
Biz kendilerini, kuruyup biçilmiş ekine, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu feryatları sürüp gider.” (Enbiyâ 21/15)

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
“Ve kada rabbüke elle ta'büdu illa iyyahü ve bil valedeyni ihsana imma yeblüğanne indekel kibera ehadühüma ev kilahüma fe la tekul lehüma üffiv ve la tenher hüma ve kul lehüma kavlen kerima:
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «of!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” (İsrâ17/23)

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun :
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus10/62)

يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَـذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ
“Yusüfü a'rid an haza vestağfiri li zembik inneki künti minel hatiin : «Ey Yusuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun» (Yusuf 12/29)

وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Ve la ted'u meallahi ilahen ahar la ilahe illa hüve küllü şey'in halikün illa vecheh lehül hukmü ve ileyhi türceun :
Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz.” (Kasas 28/88)

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
“Kullu men 'aleyha famin : Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak.” (Rahmân 55/26)

يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
“Yevme hüm barizun la yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar :
O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.” (Mü’min 40/16)

يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
“Yevme tübeddelül erdu ğayral erdi ve semavatü ve berazu lillahil vahidil kahhar :
Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir).” (İbrâhim 14/48)

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“Feraeyte menittehaze ilahehu hevahü ve edallehüllahü ala ilmiv ve hateme ala sem'ihi ve kalbihi ve ceale ala besarihi ğişaveh fe mey yehdihi mim ba'dillah e fe la tezekkerun :
Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye 45/23)

En son mehrican tarafından 10 Mar 2009, 15:41 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



TEKVİN HAKKINDA

Burada, bilinmesi gerekir ki:
“Tekvin..” Tâbirinin kısa anlamı şudur:
Olayları ortaya çıkaran tecellîler..

Kâmil kişi odur ki:
Nefeslerine dikkat ederek, âdeta gönül hazinesine bir bekçi ola.
Orada durup yabancı kimseyi içeri koymaya.
Gönül hazinesi Hakk’ın kütüphanesidir:
Oraya Hakk'tan gayrı fikirlerin girmesine yol vermeye.

“Allah'a giden yollar yaratılmışların nefes sayısı kadardır.”
Hükmü uyarınca: Her nefeste Hakk’a çıkan bir yol bulunur.
Buna göre irfan sahibine gereken; her aldığı nefesi bizzât Hak'tan alıp yine ona vermektir.
-Bu nefesi, nefis olarak, yorumlamak da caizdir.-
Buna göre insandan nefes -veya nefis- çıksa aslına döner.
Onda renk yoktur.
Kulun ameli, fikri ne ise nefes -veya nefis- o renge boyanır; o libasla açılır.
Herhâlde gönlü, Hakk’ın rızasına uymayan şeylerden temiz tutmak gerekir; kötü hatıradan pak eylemek icap eder.
Zira; kulun kalbi, Hakk’ın hazinesi ve kütüphanesidir.
İnsan dahi onun hazinedarıdır.
Hakk'tan gayrı her fikir ve düşünce hırsız ve çetedir.
Onlara gönül yolunu kapamak gerekir.

Nitekim, Hadis-i Şeriflerde şöyle anlatılmıştır:
"Müminin kalbi, Allah'ın tecellî yeridir.
Müminin kalbi, Allah'ın arşıdır.
Müminin kalbi, Allah'ın hazinelerindendir.
Müminin kalbi, Allah'ın aynasıdır. "

Buna göre; bir kimse Hakk’ın hazînesini çetelere kaptırır ve hırsızlara çaldırırsa hâli müşkül olur.
Zira, hain sayılır.
Hainlerin hükmünü de Allah-ü Teâlâ'nın onları sevmediğini şu âyet-i kerime bildirdi:
"Kesinlikle, Allah hainleri sevmez." (8/58)

Bir şiir:

Yarımca gönülde, Hakk’ın ışığı;
Kesilir ondan, hırsızın ayağı..

Hak yakınlığına ermiş kimselerde zihne gelen hatıralar; o hâli bulmamış olanlarda açık cereyan eden söz ve işler gibidir.
Hakk yakınlığına ermiş kimseler yersiz düşüncelerden de sorumludurlar.
Bir Hadis-i Şerifte beyan buyrulduğu gibi en ince konuyu dahi hatıra getiren kimse, aynı incelikle sorguya çekilir.
Bu yüzden iyilik yapan zâtların yaptığı birçok iyi iş, Hakk yakınlığına erenlere göre hata sayılır.
Gerçekten Allah-ü Teâlâ, kulunun gönlüne Zâtından gayrının girmesine razı olmaz.
Zira, orası İlâhî tecellînin yeridir.

Bunu izâh eden bîr Hadis-i Şerif şöyledir:
"Gönül ilâhî bir Kâbedir. Her kim oraya Hakk'tan gayrı düşüncelere yol verirse, kalbini putlarla doldurmuş olur."

Her ne kadar düşünceleri yaratan Allah-ü Teâlâ ise de, kul gafleti sebebiyle sorguya maruz kalır.
Bu bahsin tafsili şu âyeti kerimenin mânâsında da saklıdır:
"O her an bir başka iştedir." (55/29)

Bu kurala göre; Yüce Hakk, daima ve her zaman yeni yeni tecellîler gösterir..
Her tecellîden kullar üzerine Hakk’ın emri nazil olur, kullarına iner.
Onların kalblerini ziyarete gelir.
Hakk’ın emri, yani: Tecellîsi gizli bir misafirdir.
Hakk'tan gelir, müminin kalbine konuk olur.
O geldiği anda kulun kalbi Hakk’la dolu ise, o misafir gönülde Hakk’la karşılaşır; kalbde mevcut hakikatle birleşir.
Bu bahsi daha açık anlatan bir Kudsî Hadis alalım:
"Beni ne yerim, ne semam aldı. Lâkin mü’min kulumun, kalbi beni aldı."
Bu kudsî bir hadistir; mânâsını yorumlayan bir âşık şöyle bir dörtlük sunmuştur:

Hakk’a bakan parlak incidir gönül;
İsme, musemmâya mazhardır gönül...
Bir şahin, bir anka kuşudur gönül;
Zât-ı Hakk’ın varlığıdır gönül.

O ilâhî emrin, kalbdeki hoş mânâ ile birleşmesinden kudsî bir güzellik meydana gelir.
Mikdarsız ve şekilsiz, geldiği gibi Zât-ı Hakk’a gider..
Sözlerindeki hikmet yine Hakk’a döner ve vâsıl olur.
"Ondan geldi ve yine ona döner!" emri, anlatılan mânâyı ifade eder.
Bu geliş sadece ruh yolu ile değildir.
Her şeyden münezzeh bir inişle olur.
Gidiş dahi aynı şekilde olur.
Münezzeh bir geri dönüşle olur.
Bu geliş ve dönüşe ne feleğin aklı erer, ne de meleğin.
Ancak, görürlerse her şeyden münezzeh bir nur görürler, ötesini bilmezler.

Hakk’ın gizli misafiri olan tecellî geldiği anda kul kalbini zikir ve fikirle meşgul eder; yüce Hakk’ı düşünürse; o misafiri ağırlamış olur.

Şayet o tecellî geldikte, Hak fikrini orada bulamaz da, oradaki bir melekle karşılaşırsa, onların birleşmesinden meleklere has bir sûret hâsıl olur.
Ruhların geçtiği yoldan geçer, sidreye kadar uçar ve orada karar kılar.

Şayet, o Hak misafiri geldiğinde, kalbde şeytanî şeylerle karşılaşırsa bu sefer ateşli ruhanî sûrete benzeyen bir hâl ortaya çıkar.
Âdeta siyah kuş şeklinde şeytanların geçtiği yoldan gider; ancak ay altına kadar varır.
Onun için oradan öte yol yoktur..
Kıyamete kadar orada bekler.

Şayet, o gizli misafir geldiği anda bir güzelliği bulursa, o anda iyi bir şekil alır, sûret alır; iyi bir uçuşla uçar ve cennete varır.
Girdiği sûretin mizacına has nimet bulur ve orada sahibi gelinceye kadar kalır.

Tafsile lüzum olmayan daha birçok şeyler vardır.
Nüzul eden her tecellî kalbde ne ile aşılanırsa iyi veya kötü bir şekil alır ve gereken yere gider.
Bu sebepten insan, o tecellîyi iyi karşılaması ve iyi uğurlaması için daima iyi düşünceleri beslemesi gerekir.
İnsan, haddizâtında ilâhî bir iş evidir.
Hakk’ın Zâtı daima tecellî eder ve gerçek emirler kula iner.
Onun inişi, şekilsiz ve renksiz olduğu gibi, kendisi de öyledir.
Ancak, Hakk Teâlâ tecellîyi insan rengine, itikadına, içine ve düşüncesine göre çeşit çeşit, renk renk, sûret yaratır.
Bunları yapmaktan maksat, Hakk’ın tekvin sıfatı tecellîsini beyandır.

Olgun insan, her hâlde gafil olmamalı, O ilâhî tecellî, kendine nasıl şekilsiz ve tartısız geldi ise, yine geldiği gibi renksiz ve şekilsiz göndermeye gayret etmelidir.
Asıl mesele, onun hukukuna riayet edip geldiği gibi gönderebilmektir.
İnsanın gerek içinde, gerek dışında olan bütün işler, düşünceler, hareketler, inanışlar, tasavvurların, hatta bütün nefeslerin, bir zerresi dahi boşa gitmez.
İyi veya kötü olan her davranışın, kendine göre bir kabiliyeti ve istidadı vardır, onlar o hâllerine göre türlü türlü şekiller alır; öbür âlemde ise, burada aldıkları sûretle meydana çıkarlar.
O hareketlerin ve işlerin sahibi onlara verdiği sûret gereğince:
Ya nimet bulur hoşluğa dalar; yahut incinir azap çeker.
Burada saklı olan, orada aşikâr olur.
"Bir kimse, zerre kadar hayır yapsa, onu görecek; bir kimse, zerre kadar şer yapsa onu görecek..." (99/7-8)
Mealine gelen âyet-i kerimeler bunu anlatır.

Muhiddin-i Arabî Hz. devamla der ki:
“Bir haberde şöyle anlatıldı:
"Hakk Teâlâ kendi varlığını yarattı."
Ama bu mânâyı akıllar idrak edemediler, reddettiler.
Çünkü onlar, maddi şeyleri düşünebilen akıllar idi.
Maddiyata taalluk eden akıl yüce şeylerin anlayışında kusurludur.
Bunu anlamak için maddeyi geçip ötelere varan akıl gerektir.

Haddizâtında:
"Hak Teâlâ varlığını yarattı..." demek; dış bakımdan iyi görülmez.
Ama, mânâ cihetiyle gerçektir ve her şeyi âciz hâle getiren bir hâldir.
Bize gereken ise budur, yani mânâdır.
Akılların almadığı önemli bir mesele de şudur:
Her kim Hakk Teâlâ Hakk’ında bir kelâm etse, ona sûret vermiş olur.
İbadet dahi etse, o sûret verdiği şeye ibadet eder; o da Allah-ü Teâlâ'nın kendisidir, başkası değildir.
Hak Teâlâ kulun tasavvuruna, itikadına ve anlayışına göre kalb aynasında yüz göstermiştir.

Asıl meseleye geliyoruz.
Şöyle ki:
Bu tasavvurda ve düşüncede Hakk’ı elbetteki o kul yaratmadı; ancak, mutlak Hakk Teâlâ kendi varlığını yaratmış oldu.
Her şeyi yaratan, Allah-ü Teâlâ'dır; ondan başka yaratıcı yoktur.
O kulun itikadında zuhur eden dahi, Hakk’ın yarattığı eşya cümlesindendir; ki, onları dahi Hakk yaratmıştır.
"Hakk Teâlâ, kendi varlığını yarattı."
Cümlesinin derin mânâlarından biri de budur.

Bilinmesi gereken bir husus daha var; onu da anlatalım:
“Halk, Câal, İcâd, Sun' ve Tekvin” kelimelerinin her biri bir başka mânâya delâlet eder.
Şöyle ki:
Halk'ın mânâsı yaratmak;
Câal’ın mânâsı kılmak;
İcâd’ın mânâsı var etmek;
Sun’un mânâsı kudret eseri göstermek.
Tekvin’in mânâsı görünmeyen şeyi meydana çıkartmaktır.
Az, çok ayrı mânâ taşısalar dahi, hepsi aynı yola çıkar.
Hepsinden gaye Hakk’ın zuhuru ve tecelîsidir.

"Hakk Teâlâ kendi varlığını yarattı."
Cümlesine verilecek bir başka mânâ ise şudur:
“Düşünen kulun zannına ve düşüncesine göre varlığını izhar eder.”
Şöyle bir misal var:
Bir kimse aynayı karşısına alır, kendini orada var eder, görür ve bilir.
İnsanın aynada kendini bakıp görmesinde bir ayrı safha vardır.
Bu sebepten Hakk Teâlâ bu Âlemi ve Âdem'i yarattı ve bunları varlığına ayna kıldı.
Şu mühimdir ki:
Âlem aynasında kendi yaşayışını, Âdem aynasında ise, aynını görür ve seyreder.
Burada Âdem'den murad, İnsandır.

“O âlemi ve Âdem'i yarattı, varlığına ayna kıldı.”
Demekten murad ise, şudur:
“Zâtını ayna sûretinde izhar etti...
Cemâlini o aynada zâtına arzetti.
Bu yüzden bakar oldu.
Kendi güzelliğini görüp aşka düştü.
Hayran oldu, niyaza kapıldı.
Diğer yüzden maşuk oldu naz ve işveye girdi.
Kendi Hüsnünü yine kendine arzetti ve tecellî etti.
Burada bakan, bakılan ve bakmak ve ayna, tek şeydir.
Bu İnsan-ı Kâmil, öyle saf, öyle temiz mutlak aynıdır ki, mutlak cemâl olan Hakk, zâtını kayıtsız orada müşahede eder.
İnsan-ı Kâmil'in aynası, Hakk’ın tecellîsine göredir.
Diğerlerinde olan tecellî, kulun zannına, kabulüne ve istidadına göredir.
Gerçeği söyleyen Hak'tır ve doğru yola hidayeti o verir.


Tekvin : Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.

Tecelli : Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.

Sidreyü’l- Müneha : Mahlukat ilminin ve amelinin kendisinde nihayet bulup kevn âlemini hududlandıran bir işaret. Yedinci kat gökte olduğu rivayet edilen ve Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ulaştığı en son makam.

Riayet : İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.

Nüzul : İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları.

Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.


وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِن قَوْمٍ خِيَانَةً فَانبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاء إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الخَائِنِينَ
“Ve imma tehafenne min kavmin hiyaneten fembiz ileyhim ala seva' innellahe la yühibbül hainin :
(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez.” (Enfâl 8/58)

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
“Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin. : Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma hâlindedir.” (Rahmân 55/29)

فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Ve mey ya'mel miskale zerratin hayray yerah. Ve mey ya'mel miskale zerratin şerray yerah :
Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.” ( Zilzâl 99/7-8)
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



HATİME - SONUÇ

Muhiddin-i Arabî Hz. Füsus'un son kısmında, önce anlatılan mânâalara uygun şeyler söylemiştir.
Anlattığımız mevzu ile ilgili olduğu için, buraya kısmen alıyoruz.

Hazret, özetle söyle diyor:
Varlığına itikad edilen Allah, kulun zannına göre yapılan ilâhtır.
Bu bir sıfattır ki:
Kulun kendiliğinden yaptığı bir ilâh olup övgülerini de, ona göre yapar; Hakkı kendi dar çerçevesine sokmuş olur.
Bu sebepten kendi itikadına uymayan kimsenin itikadını kötüler.
Sebep: Hakk’ın arzusuna değil, kendi zannına uymayışıdır.
Eğer insafı olsaydı böyle yapmazdı..
O kul, böyle yapmakla kendine özel bir ma’bud yapmış olur ve kendine uymayan herkesi kötüler; çünkü câhildir.
Şayet Bağdadlı Cüneyd'in -Allah ona rahmet eylesin- dediği:

"Suyun rengi kabının rengidir."


Cümlesindeki mânâyı anlamış olsaydı; hiç kimse ile çekişme yolunu tutmazdı.
Her itîkad sahibine, itikadını teslim eden bir irfan sahibi olurdu.
Hakk Teâlâ'nın her sûrette tecellisini görür ve bilirdi.
O kendine özel bir ma’bud tasavvur eden kişi, sadece bir zan sahibidir.
Ne âlimdir, ne de ârif...

Bu sebepten Allah-ü Teâlâ:

"Ben kulumun zannına göreyim."
buyurdu.

Bunun mânâsı şudur:
“Kulum, beni ne şekilde düşünürse ona göre öyle var olurum.”
Bu, ister itlak, isterse takyîd olsun; değişmez.
Hakkında çeşitli itikad beslenen ilâh muayyen, mahdut ve sayılıdır.
Kulun kalbine sığan ilâh da odur.
Yani: Hakkın bir tecelli yüzüdür; başka ilâh değildir.
Ama, mutlak olan ilâh;
Celâl sahibidir ve ondan başkası bulunmaz; hiç bir yere de sığmaz, hatta gönüle bile sığmaz.
Nasıl sığsın ki, cümle eşyanın aynıdır.
Zâtından gayrisi yoktur, hatta gönülün dahi aynıdır.
Hatta:
“Kendi varlığına sığar veya sığmaz.” demek de caiz olmaz..
İş buna göre düşün ve anla.

Yukarıda anlattıklarımızın, kolay anlaşılması için, bir misal getirmek isteriz;
Şöyle ki:
Bir sevgilinin güzelliğine bakılsa ve onun etrafına yüz bin ayna konsa o sevgili kaç yüz bin görünür, ama aslında bir tanedir.
Öyle iken, aynaların kabiliyetine ve istidadına göre; kiminde parlak; kiminde kederli görülür.
Kiminde doğru, kiminde eğri büğrü olur.
Bu hâle göre bir kimse sevgilisinin bir aynada yüzünü görüp geri kalanları inkâr etse ârif olmamış olur.
Ârif olan, cümlesini ikrar eder.
Hangi aynada görürse tasdik eder; hatta aynasız olarak dahi görür.

Bir şiir:

Nice yüz bin göze gelen hurf sûretmiş aşikâr;
Kendi hüsnüne, yine kendisi olmuş talebkâr...


Bu gibi misalleri, fazla açıklamak gerekmez.
İrfan sahibi ne kadar düşünürse ve ne kadar zevk alırsa o kadar misal bulur.
Bir misal daha beyan edelim.
Şöyle ki:
Bir kimse güneşin ziyasını görmeden, hayli zaman karanlık bir yerde kalsa, günün birinde o yerin etrafı renkli ve çeşitli camlarla açılsa, sabah güneşi doğunca, o camların her birine ayrı bir ışık vurur.
Bu ışığın dokunduğu her cama göre içeriye bir renk düşer.
O zât ise:
“Güneşin rengi yeşildir; kırmızıdır..” diye türlü iddialara düşer. Hayal ve tasavvura kapılır.
Ama, irfan sahibi işin hakikatini bilir ve ona göre davranır.
O bilir ki: Suyun rengi, kabının rengidir.
Yine bilir ki: Eşyanın cümlesine ışık tutan Hakkın nurudur:
"Allah, yerin ve semaların nurudur." (24/35)
Ayet-i kerimesi bu durumu pek güzel anlatır.
İrfan sahibine göre, iki cihanın aynasından görünen tek yüzdür.
Hâl böyle iken, her ârif bir başka kemâle ermiştir.
Bir kısmı şöyle der:
“Sonunda, Allah zâtını görmediğim hiçbir şey yok.”
Bir kısmı da şöyle der:
“Allah'ın zâtını içinde görmediğim şey yok.”
Bir kısmı da:
“Her şeyden evvel onu görürüm.” der.
Bir kısmı da:
“Ancak. Allah.” der.
Bir kısım ârifler ise:
“Allah'ı ancak, Allah görür.” der.
Bu görüş meselesinden beş şekil hâsıl olur.
İrfan sahibi bu beş hâli bulup varlığında topladıktan sonra, beş şekil daha hâsıl olur ki, onun ayrıntılarına girmek uygun değildir; keşfi dahi haramdır.
Arzu eden kimse Kâmil İnsanın eteğine yapışıp ondan talep etsin. Zira:
“Tatmayan bilmez..”
Kaidesi esastır, yazı ile olmaz; vesselam.
Yardımcı Hak'tır...
Allahü Teâlâ'nın yardımı ile eser tamam oldu.



Hatime : Son. Nihayet. Son söz.

İnsaf : Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf.

İtîkad : İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam)

Takyîd : (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.

Huruf : (Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf)

Talebkâr : f. İstekli, talebli, arzulu.


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ


“Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim .:
Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” ( Nûr 24/35)


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

mehrican yazdı:

HATİME - SONUÇ

Ama, irfan sahibi işin hakikatini bilir ve ona göre davranır.
O bilir ki: Suyun rengi, kabının rengidir.
Yine bilir ki: Eşyanın cümlesine ışık tutan Hakkın nurudur:
"Allah, yerin ve semaların nurudur." (24/35)
Ayet-i kerimesi bu durumu pek güzel anlatır.
İrfan sahibine göre, iki cihanın aynasından görünen tek yüzdür.
Hâl böyle iken, her ârif bir başka kemâle ermiştir.
Bir kısmı şöyle der:
“Sonunda, Allah zâtını görmediğim hiçbir şey yok.”
Bir kısmı da şöyle der:
“Allah'ın zâtını içinde görmediğim şey yok.”
Bir kısmı da:
“Her şeyden evvel onu görürüm.” der.
Bir kısmı da:
“Ancak. Allah.” der.
Bir kısım ârifler ise:
“Allah'ı ancak, Allah görür.” der.
Bu görüş meselesinden beş şekil hâsıl olur.
İrfan sahibi bu beş hâli bulup varlığında topladıktan sonra, beş şekil daha hâsıl olur ki, onun ayrıntılarına girmek uygun değildir; keşfi dahi haramdır.
Arzu eden kimse Kâmil İnsanın eteğine yapışıp ondan talep etsin. Zira:
“Tatmayan bilmez..”
Kaidesi esastır, yazı ile olmaz; vesselam.
Yardımcı Hak'tır...
Allahü Teâlâ'nın yardımı ile eser tamam oldu.




Efendim,emekleriniz gerek dunyada gereksede ahirette Yemek olarak önünüze sofra olarak serilsin...Mükafatiniz ziyade olsun...

Tesekkürler paylasim icin...
...
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ


Bismillahirrahmânirrahîm



MUHİDDİN ARABÎ HAZRETLERİNİN MÜSLÜMANLARA

NASİHATLARI


TERCÜME EDENLER

ABDULLAH TOPRAK MÜNİR DERMAN
.
***************


ÖNSÖZ


İnsanı “İNSAN” insan yapar.
İnsanlık, inanmamak devrinin tam kemâlindedir.
Akıl hastalığı, bu gün eski önemini kaybetmiştir.
Çünkü, akıl hastası olmayan bu gün toplumlarda yok gibidir.
insanlar bu gün makinanın şuûrsuz hareketlerine buhar temin eden kömür vazifesini görüyor.
Bu kitabın önsözü yoktur. Okuyanın anlayışına bırakıyoruz... O kadar...

Münir DERMAN


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




Münir DERMAN’ dan



Seydişehirli Nakşibendi ve Şabinî Tarikatı şeyhlerinden Abdullah Efendi hazretlerinin Halife’si Şeyh Sadık Efendi hazretlerinin oğlu, Eskişehir Müftilerinden ve Vaızlarından Hacı Hafız Abdullah Toprak Efendi ile birlikte tercüme ettiğimiz bu kitabı; Merhum bana tashih ve tebyiz için vermişlerdi.
Kendileri Âlem-i Cemâl’e intikal ettiklerinden Sonra ancak bu gün tebyiz ve tashihi bitmiştir.
Pak ve temiz Ruhlarına, bu kitabtan istifade edeceklerden hasıl olacak ecir ve sevabı hediye etmek kasdiyle neşrine mübaşeret ettik.
HAKK’ın Rahmet ve Mağfireti temiz ruhuna olsun...



Münir DERMAN




İntikal : Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak.

Tebyiz : Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma.

Tashih : Daha iyi ve daha doğru hâle getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek.

Mübaşeret : Bir işe girişmek. Bir işe başlamak. * Karşılaşmak. * Başlamak ve devam etmek.



[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »



AÇIKLAMALAR



Muhiddin-i Arabî hazretlerinin hâl tercümesini yazmıyoruz.
Büyük İnsan. . .
Büyük Velî. . .
O kadar. . .


Büyük insanların şeceresini söylemeğe hacet yoktur.
O, olduğu gibi büyük insan’dır.
Büyük insan demek, âdemiyet hamulesiyle görünmek hünerinin sırrına ermiş insan demektir.
Dünya yüzünde çok büyük insanlar vardır.
Bunların heybeleri büyük bir fazilet ve hakiki insanlık tezahürleriyle doludur.
Onları örselemeden muhafaza etmek lâzımdır.
Örselememek de büyük bir edeb ve inanma kabiliyetidir.
Değişik bir kadere ve kimseye nasib olmayan meziyetlere sahip olanların etrafında görülen hayranlıklardan, kinden, hasedden ve itiraf edilmemiş arzulardan örülmüş bir boşluk, bir çember husule gelir..
Bu gibiler hakkında söylenen sözler, kimseye benzemeyen kaderleri, zamana hikâye hâlinde gelir, efsaneleşirler.. .
Nasip olmuştu.
Kabirlerini ziyaret etmiştim.
Şam’da Muhacirin Camisinde medfundurlar.
Onun gümüş parmaklıkla çevrili sandukasının altında yatan cesedi dünyaya gözlerini yummuş, göçmüş amma. . .
Çok şeyler fısıldar insana ...
Bu fısıltıyı duymağa çalışmalıdır.
Arabî hazretlerini az çok bilenler bu kitabı; okuyacaklardır.
Bu büyük Velî, Resûlü Ekrem’in hususi velâyetine mazhar olmuştur.
Bundan dolayı da “Fütuhat-ı Mekkiye” kendilerinden sudur etmiştir.
İşte Fütuhat-ı Mekkiye’nin son kısmına ilâve buyurdukları NASİHAT’lerini kudretimiz derecesinde tercüme ettik. . .
Yâni anlayabildiğimiz kadar Türkçeleştirdik. . .
Kalbleri Resûlü Ekrem’e selât getirenler okusunlar diye. . .
Bizden okuyanlara selâm olsun!..
Onlar da bize dua ederlerse memnun ve me’srur oluruz. . .
Bizim sözümüz bitti.
Şimdi Arabî Hazretlerinin vâsiyetleriyle sizleri baş başa bırakıyoruz. . .

“İlim bir noktadır. Onu çoğaltan Câhillerdir.”
Câhil, ALLAH’tan ve Resûlü Ekrem’den haberi olmayanlardır.
“EUZU” Buradaki “ELİF” Kovulmuş şeytandan ALLAH’a sığınırım. Besmele de “BE “ harfinden ibarettir.


Hamd kelimesinin Türkçede ve bütün diğer dillerde karşılığı yoktur.
Kur’âna ve İslama mahsus bir kelimedir.
Hamdın sırrına ermek çok güçtür.
Herkes bilirim der amma ...
Bilemez.

Hamdın Makamı,
1- Bitmez tükenmez nimetleri veren ALLAH’ın makamıdır
2- Bu makamdan faydalanmasını bilenin makamdır.
Bu da Resûlü Ekrem’in “MAKAM-I MAHMUD” udur.
Bu makamdan sonra Velîlerin, Âriflerin, Âlimlerin makamı gelir...
Bu makam, kendi kendini tanıma, nefsine hâkim olma sırrına erenlerin makamıdır.
“BEN İNSANIN SIRRIYIM, İNSAN BENiM SIRRIM” Kudsî Hadis’inin mânasına erişmiş olanların makamıdır.
Bu makamda Hamd’ın sırrına vardır.
Hamd etmek nasibine eren “LİVAİ’L- HAMD” altında toplananların, Şefaat-i Resûl’e kavuşacakların makamıdır.
EL HAMD, buradaki “EL” hani herkesçe bilinen veya bilinmesi lâzımgelen, insanlık âlemine ışık tutan O,meşhur “HAMD” var ya işte O asıl HAMD’dır...
Hamd ile insan cehennem azabından kurtulur.
Bu HAMD yalnız ALLAH’a mahsustur.
Bir salihin, yangında dükkânı yanmış, “HAMD” etmiş.
Otuz sene tevbe etmiş.
Burada şükretmesi lâzımdı.. .
HAMD, Ruhun muvakkat bulunduğu ve rızk alan cesedin haykırışıdır.
Toprağın HAKK’a hamd’ı vardır,
Bu Hamd’le Cehennemden kurtulunûr.
Şu Hamd’ı öğretmek için Resûlü Ekrem teşrif etmiştir.
Şükrü Ruh ezelden bilir.
Şükür doğrudan doğruya “ZATULLAH”’a râcidir.
Hamd onu tanıtan, Resûl’den ALLAH-ü Zül Celâl’e çevrilir.
Dünyadaki bu Hamd’ın ifadesi Şefaat-ı Resûlullah ile karşılanır
Kur’ân-ı Kerim “SIRAT-I MÜSTAKIYM” den bahseder, İslamın en büyük, en doğru yoludur.
Maddî varlık: El ile tutulan, gözle görülebilen, tecrübesi mümkün olan varlıklardır.
Manevî varlık: Akla ilk önce burada ruhlar, melekler ve bir de ALLAH gelir ...
Maddi ve mânevi varlık bir terazinin iki kefesi gibi bir birini tamamlar.
Refah ve saadet bu iki varlığın ahenk ve muvazenesinden doğar. Bu iki varlığı ALLAH’ın eseri olarak kabul ederek, bunları birbirine karıştırmamak en doğru yoldur.
Bu basit mânada Sırat-ı Müstakiym’dir.
İnsanları her iki âlemde refah ve saadete ulaştıran en doğru ve en kısa yol Sırat-ı Müstakiym’dir.
İmân, ilim ve âmel yoluyla bu yola girilir . ..
Kur’ân’ın gayesi, insanları iki âlemde de refah ve saadete kavuşturmaktır.
Konusu da Sırat-ı Müstakiym’dir.
Onun için islâm dininin temel prensipleri “EUZU” Besmele ve Fatiha’da derlenip toplanmıştır.
İmân, akıl hududu içinde olanların, akıl hududu dışında bir kaynaktan gelmekte olduğu şuûruna erebilmektir.
İlim, akıl hududu içindeki tabiî, ruhî ve içtimaî olayların kesin kanunlarını görebilmektir.
Amel, imâna ve ilme dayanan iradeyi harekete geçirmek, çalışıp çabalamak, gayeye giden yolda sarsıntısız yürüyebilmektir.
Bunlara insan ince bir anlayış, derin bir kavrayış, yüksek bir şuûrla varabîlir.
İşte bu, Sırat-ı Müstakiym’dir.
İmansız ilim insanı tahribe götürür.
İlimsiz yaşanabilir fakat imansız hayat mümkün değildir.
Bâzılarının ilme tapmaları bir dalalettir.
Bunları Cenab-ı HAKK hayatlarının sonunda elleri boş bırakır ...
İlim ve imân bir birini tamamlamak için yaratılmıştır.
Din demek, Cennet ve Cehennem demek değildir.
Cennet ve Cehennem sadece bir mükâfat ve mücazattan ibarettir.
Dinin amacı: ALLAH’ın nimetlerini, ALLAH’ın rızasını kazanmaktır.
Akıl hududu ötesindekilere akıl erdirmeğe çalışmak bir taşkınlık, akıl hududu içinde olanlara da akıl erdirmekten acze ve ümitsizliğe düşmek bir şaşkınlıktır.. .
Bunların her ikisi de uçurumdur.
Tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır:
Kur’ân dili ile birincisi dalalet, ikincisi cehâlettir.
Kitaplara inanmanın, imânın şartlarından olmasının sebebi:
Semâvî Kitapların akıl sınırı ötesinden Vahiy yoluyla haber getirmiş olmasındandır.
Esas olarak Dört Peygambere indirilen dört Semâvî kitap vardır:
1- Tevrat Musa aleyhisselâm’a,
2- Zebur Davud aleyhisselâm’a,
3- İncil İsa aleyhisselâm’a,
4- Kur’ân-ı Kerim Resûlü Ekrem sallALLAHü aleyhi ve sellem’e.


Ayrıca Âdem, Şit, İdris, İbrahim Peygamberlere sahifeler indirilmiştir.
İnsanların sorumluluğunun sebebi Peygamberler ve kitapları değildir.
Akıl ve şuûrdur.
En büyük kitap, Kitab-ı Kâinat’tır.
Semâvî kitaplar, insanlara hem akıl sınırı ötesinden haber getirmekte ve hem de ilim ve irfana verdiği önemle akla kılavuzluk etmektedir.
”Bize Peygamber gelmedi, bizim haberimiz yok!” gibi iddialar bir şey ifade etmez.
Kâinata bakan insan, şuûru ve aklı ile her şeyi bulur.

Öldükten sonra dirilmek:
Bu tamamen akıl sınırı dışında kalan, doğrudan doğruya Külli İrâdeyi ilgilendiren bir problemdir.
Bununla beraber bu fâni dünyanın sonu geleceğine, kıyametin kopacağına dair akla hitaben işaretler mevcuttur.
Ruhla can, ayrı ayrı varlıklar ve olaylardır.
Can fizyolojik bir olaydır.
Can hücrenin hareketini sağlar.
Ruh ise, fikir, duygu, irâde hayatı demektir.
Ruhlar ölmez ve yok olmaz.
Amma canlar ölür ve yok olur.
Âhirette bu yok olan canlar dirilecek, ruhlar da bu dirilen canlarla birleşecektir.
Can’a suâl yoktur.
Çünkü şuûru yoktur.
Cesette Ruhun durması için bir vasıtadır.
Hastalıklar bu cana arız olur.

Kader, ALLAH’ın takdir ve arzusudur.
Takdir, insanların akıl ve irade-yi cüz’iyyelerini şer veya hayır yolunda kullanmalarından sonra başlar. . .
Ve kullanmayı değerlendirmek için yapılır.
ALLAH’ın takdiri mutlaktır. Ve hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir. Şâyet bir kul, henüz buluğ çağına gelmemiş, akıl ve irade-yi cüz’iyyesini hayır ve şer yolunda kullanmağa başlamamış ise, ALLAH neyi takdir edecek, neyi değerlendirecektir.
Çocuk çağında ölenlerin masum sayılması, bir sorguya tabi’ tutulmaması işte bu sebebtendir.

Büluğ çağında olan kula, Cenab-ı ALLAH’ın öğrenmek fırsatını vermesi bir ikramdır. Ana ve babanın çocuklarına telkin yapıp, Dini anlatmamaları bundan suç sayılmaktadır.
Alın yazısı demek, kulların irade-yi cüz’iyyelerini nasıl kullanacaklarını, sonunun ne olacağını ALLAH’ın önceden bilmesidir.
ALLAH, ezeli de, hâli de, ebedi de bilir.
Amma kullarının akıl ve irâdelerini serbestçe kullanmalarına da asla müdahale etmez.
Müdahale ettiği takdirde sorumluluk sebebi ortadan kalkar.
Cennet ve Cehennem’in mânası kalmaz.
Şimdi Muhiddin-i Arabî hazretlerinin izniyle ben söylüyorum:
Bunlara karşılık asrımızın ideolojileri, madde ile ruhu birbirine düşman yapıp çarpıştırma çârelerini aramaktadır.
Yâni bu, HAKK’a isyandır.
Dünyada ahenksizliğin en önemli sebebi, Ruh ile maddenin birbirine düşman yapılmasından başka bir şey değildir.




Âdemiyyet : İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

Hamule : f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.

Meziyet : (Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.

Sanduka : Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu hâlde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç konarak üzerine kavuk, taç, sikke gibi sağlığında giydikleri başlık konurdu. Açık mezarlıklarda sandukalar taştan yapılır, baş ve ayak uçlarına taş dikilerek baştakinin üzerine kitabe yazılırdı. (O.T.D.S.)

Velâyet : Veli olan kimsenin hâli. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli)

Fütuhat : (Fütuh. C.) Fetihler, zaferler, galibiyetler.

Me’srur : Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.

Livai’l- Hamd : Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.

Makam-I Mahmud : (Şefaat-ı Uzmâ) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimizin (A.S.M.) kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen makam.

Mahzar : Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer.

Muvakkat : Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.

Sudur : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.

Teşrif : Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.

Râci : rücu’ eden, dönen. Ulaşan.

Sırat-I Müstakıym : En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah'ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek.

Muvazene : Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.

Tahrib : (C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma.

Dalalet : İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. ALLAH'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık

Mücazat : Cezâ. Suçlara karşı verilen karşılık. * Karşılık.

Mükâfat : (Kifâyet. den) Bir hizmet veya muvaffakiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık. * Berâberlik. * Takdirnâme.

Acz : Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması.

Külli İrâde : İrade-yi Külliye. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi.
İrade-yi Cüz’iyye : Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade.

Büluğ çağı : Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma.

Telkin : (C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.







[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »







BİR KUL

Hicri tarih:
Resûl, Mekke’den Medine’ye Emr-i İlâhi ile hicre etmiştir. Bu hicretle başlar.
Resûl’ün doğumu ile başlamaz. Burada ince bir hikmet vardır. Bunu hâllet sonra Bizi oku ...

Kul
TAVSİYELERİ
99. VASİYETİ


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

1. VASİYET

Muhiddin-i Arabî buyuruyor:

Bütün Müslümanlara, dinlerinde devamlı birlik ve bir gibi olmalarını, hiç bir sûretle Dinde ayrılık yapmamalarını vasiyet ederim. . .
ALLAH’ın yardımı birliktedir.
Müslümanlar ayrılığa düşmezlerse onları kimse mağlup edemez. . .
Dinin hükümlerini nefsinde ihlâs ile tatbik edeni kimse aldatamaz. Cin ve Şeytan o insana galebe edemez.
ALLAH, Esmâ-i hüsnâsıyla bilinir. Cenab-ı HAKK’ın âsârından. Kudret ve azametini düşün.
Zât ve mahiyetini düşünme. . .
Esmâ-i hüsnânın çokluğu bir merkezde düşünülürse Tevhid olur. Tevhid kuvvettir.
Daima ALLAH’tan başkasını unut! . .
Zâkir olursun...
Böyle olan kimse her yerde zâkir’dir.
Kalb ve lisaniyle ALLAH’ın zikrine devam edenlerin kalbine ALLAH Zâti Ahadiyetine karşı iştiyak nûru ilka eder.
Gözü açılana hayâ gelir. . .

Hayâ makamında Fetih başlar.
Fetih, kalb gözünün Tevfik-i Rabbanî ile açılmasıdır.
Bu göz açıldı mı Ahlâk, Fazilet, Doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur.
Onsuz yaşayamaz.



Vasiyet : Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek.

İhlâs : (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak

Âsâr : Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. * Âdetler.

Zâkir : Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden.

İştiyak : Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.

Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.

Takyid : (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.
Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




2. VASİYET

Muhiddin-i Arabî buyuruyor:

Bir yerde bir günah işlemiş isen oradan ayrılmadan birde iyilik, ibadet işle, bir elbise üzerinde iken işlemiş isen o elbiseyi çıkarmadan evvel bir de ibadet yap!. .
Vücudundan ayrılan sakal, bıyık, saç, tırnak , kir gibi şeylerde, senden ayrılırken tâhir bulun!
(Tırnak ve saçta sinir vardır. Fakat keserken duymaz.
Vücutta bâzı kısımların Ruhla alâkası vardır. Duyarlar.
Bâzı kısımlar da cesede, cana aiddir, duygu yoktur)

Ve ALLAH’ı zikret!
Çünkü onlara sahibini nasıl terkettin diye sorarlar. . .
Hiç olmazsa ALLAH’tan mağfiret iste! . .
ALLAH’tan af ve mağfiret istemen bir duadır.
Dua da ibadetdir unutma! . .

Abdestsiz kat’iyyen tırnak, saç, sakal kesme!
Abdest almadan yıkanma! . .
Cünub iken su içme, yemek yeme, hatta kelâm etme, konuşma! . .
Niçinini sorma!
Bana yanaşamazsın.
Vasiyetimi tut!
Sonun hayırlı olur...

Geçmiş günahlarından birini hatırlayınca hemen tevbe, istiğfar et! Ve ALLAH’ı zikret! Çünkü Resûlü Ekrem :
“Her işlediğin suçun peşinden bir de iyilik yap ki onu mahvetsin, zira Hasenat Seyyiati yok eder” buyurmuşlardır.



Tâhir : Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu isim verilmiştir.

Cünub : Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli. * Irak, uzak, baid.







[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

CENABI HAK RAZI OLSUN DEĞERLİ mehrican kardeşim...


Muhittin Arabi Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz.

Bu olay Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir.

Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zâta her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağrib’de birçok evliyanın himmetlerine başvurmuş, malesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde alamamış.

Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u ilâhi rastgelir ve ona der ki:

“Sana himmet ve inâyet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı A’zam Abdülkadir Efendimiz’den olacaktır. Hemen Bağdat’a git, Cenâb-ı Gavs’a müracat et. Zira şimdiki zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zât’ın sayesinde ihsan buyuracaktır.”

Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdat’a sefer eder ve şehre girince doğruca Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki:

“Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek
evlâdı bulup verebiliriz?”

Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pîr’den şöyle niyazda bulunur:

“Sultânım! Nasîbimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakk’ın izniyle her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi âciz bir insanın lûtuftan mahrum edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsân edilmesini sizinkereminizden istirham eylerim. Zira, İlahi sohbet yerine başvuranlar, ümitsiz olarak geri dönmezler.”

Gavs-ı A’zam bu ihlaslı adamın hatırını memnun etmek için:

“Yâ Muhiddin-i Arabi Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile sana bahşettim.” deyince, Muhiddin-i Arabi Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellîsini gösterir. Bir müddet sonra Muhiddin-i Arabi Hz.ü’ş-şüyûh (Muhiddin-i ArabiHz.lerin Muhiddin-i Arabi Hz.i) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri doğar.

Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i manevî Gavs-ı A’zam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkadir-i Geylani, diğeri de O’nun manevî evlâdı olan Kutbü’l-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabî’dir.

Bu iki Zât’ın evliyaullaharasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddesdir.Allah O’nlardan razı olsun.

Gavs- A’zam Seyyid Muhyiddin Apdülkadir Geylani Hz.’leri vefatından evvel arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: “Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda verin, o, Muhiddin-i Arabi’dir.”demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı Muhiddin-i Arabi Hz.’lerine vermişlerdir.

Muhiddin-i Arabi Hz.’leri de aynı hırkayı üvey oğlu,çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.’lerine vermiştir.

sevgiye ÖZE....
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

MUHİDDİN ARABÎ HAZRETLERİNİN MÜSLÜMANLARA NASİHATLARI

Mesaj gönderen mehrican »



Muhiddin-i Arabî buyuruyor:

Nerede öleceğini, ne vakit ruhunu vereceğini bilemezsin...
Onun için Rabbine her hâlinde hüsn-ü zan et. Sû-i zan etme.
Tâ ki Rabbine hüsn-ü zan ile kavuşasın. . .
Hadis-i Kudsî’de buyurur:
“Ben kulumun zannı üzereyim. Bana karşı hayır zan’da bulunsun.” Bu haber bir vakit ile takyid buyrulmamıştır.
Hatta zannın ilim derecesine çıkar! . .
De ki: “Rabbim affeder, mağfiret eder.
Günahlarımdan beni temizler!”
Günahkârlara :
“Rahmetinden ümidinizi kesmeyin; çünkü Rabbiniz bütün günahları yargılar.”
Bu âyet’tir.
Bir kavl-i şerifte hiç bir günah tahdid edilmeden mağfiret beyan buyrulmuş, bir de cemian ile te’kid edilmiştir.
ALLAH’ın Rahmeti gazabına galiptir.
Günahkârlara da kulum diye şeref bahşetmesi ne büyük lütf-u İlâhidir.
“Kul” kelimesi HAKK namına kelâm eden, konuşan demektir.
ALLAH’ımıza hudutsuz şükürler olsun! . .



Takyid : (Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma.

Kavl-i şerif : Şereli söz.

Tahdid : Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.


قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
“Kul Yâ ibadiyellezine esrafu ala enfüsihim la taknetu mir rahmetillah innellahe yağfiruz zünube cemia innehu hüvel ğafurur rahiym : De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! ALLAH'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü ALLAH bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer 39/53)

Cemian : Bütün, hep.

Te’kid : Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.

Hüsn-ü zan : (Hüsn-i Zan) Bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdâni ve iyi kanaat. İyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.

Su’-yi zann : Hüsn-ü zanın tersi, kötü zann.








[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »




SİZLERDEN DE ALLAH RAZI OLSUN MİNA KARDEŞ....
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

4. VASİYET

Muhiddin-i Arabî buyuruyor:
Gizli, aşikâr, tenhada, kalabalıkta ALLAH’ın zikrine devam et! ALLAH, siz beni anın ben de sizi anayım der.
“ALLAH’ ı çok zikreden erkeklerle, ALLAH’ı çok zikreden kadınlara pek büyük mükâfatlar hazırlanmıştır” buyrulur.
Zikir, dil ile olduğu gibi kalb ile de olur.
Hatta bütün azalarla olur.
Zikir, zikrettiği Zâtten başkasını tamamen unutmaktadır.
Daha doğrusu zikir, El Mâlik’i ceseden ve ruhan talep etmektir.
Zikir çok büyük bir ihsandır mü’minlere. . .
“VE LE ZİKRULLAHÜ EKBER”
ALLAH daima kendi Zât-ı Ecelli Âlâlarını tesbih ve zikreder.
En büyük zikir ALLAH’ın zikridir.
Buradaki âyette en büyük zikir HAKK ile zikre iştiraktir.
Sana senden yakın olanla. . .
Gafil olma! . .
Gafillerin sözüne bakma! . .
Onlar bana yetişemezler. . .


Zikir:
l- Kalben
2- Sırren
3- Fiilen.

l- Kalben, esmâyı sükûn ve huzur içinde dil ile zikirle elde edilir.
2- Sırren, Esmâda erimektir.. .
3- Fiilen, ki en kıymetli zikirdir.
Bu zikir ALLAH’ın emirlerinde gizlidir.
Resûlün sünnetlerinde yaptığı hareketlerde görünür. . .
Zekât, sadaka Er Rezzak esmâsını fiilen zikirdir.
Merhamet ve şefkat; Er Rahîm, Er Rahmân esmâlarının fiili zikridir.
Muzır diye telâkki ettiğimiz hayvanlara bile şefkat ve merhamet şâmildir.

Resûlü Ekrem fiili zikrin tam kendisi idi.
Ahlâkı ve bütün sünnetleriyle...
Bu zikre giren büyük bir tahdidat altındadır.
Resûl’e abdestli bulunmak, yerde yatmak, teheccüd namazı kılmak, misvak kullanmak farzdı.
Fiili zikir olmasa diğerleri bir şey ifade etmez.
Namaz da bir zikirdir.
Mi’raca gitmektir, ibadet bundan dolayı farzdır.
“Farz” demek mecburi demek değildir.
HAKK’a yanaşmak için muhakkak şarttır.
HAKK’a yanaşmanın edebidir, usulüdür bunsuz olmaz demektir...




وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللَّهُ لَهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا ...
“....vez zakirinellahe kesirav vez zakirati eaddelahü lehüm mağfiratev ve ecran aziyma : ..... Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb 33/35)

El Mâlik :Bütün mülkün hakiki mâliki olan Allah (C.C.)

İhsan : İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek

اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
“Ütlü ma uhiye ileyke minel kitabi ve ekimis salah innes salate tenha anil fahşai vel münker ve lezikrullahi ekber vallahü ya'lemü ma tasneun : (Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

Muzır : (Muzırra) Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.

Şâmil : Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.

Teheccüd : Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. (Bu namaz, nâfile namazların en çok sevablısıdır.)

Tahdid : Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
mehrican
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 297
Kayıt: 18 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen mehrican »

5. VASİYET

Muhiddin-i Arabî buyuruyor:

İşlenilen günahın günah olduğuna inanmak ve onun bir kabahat olduğunu bilmek tâattir.
Daha günahı işlerken içine ibâdet karışıyor demektir.
Bu ibâdetin karışması affa sebebtir. Bir de o günaha istiğfar ve tevbe edilirse, tâat tarafı kuvvetleniyor günaha galebe ediyor. Günahı günah bilmek ve işlerken günah olduğuna inanmak işlemenin sonunda nedamete (için yanmasına) sebep olur.
İşte bu hâller günahları yıkayan en iyi hâllerdir.
ALLAH’ın affı ve rahmeti çok vâsi’dir.
“ALLAH’a doğru bir karış gidene ALLAH’ın rahmeti bir arşın gelir. Bir arşın gidene bir kulaç gelir. Yürüyerek gidene koşarak gelir” meâlinde Hadis-i Kudsî vardır.
ALLAH’tan bize gelen feyizler, Ahkâm-ı İlâhiye’ye imân ile mütenasibtir, imânın ne kadar kuvvetlenirse feyz o kadar fazlalaşır. . .



Tâat : İbadet etmek. ALLAH'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek.

Nedamet : (Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek.

Vâsi’ : (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan ALLAH (C.C.)

Mütenasib : Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine mensub ve müşâbih olan.


[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/mihrican_1.jpg[/img]
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön