ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs´te ve Şam taraflarında yaşamış büyük velilerden. İsmi, Ebu Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebu Abdullah´tır. İbn-i Ârâb-î ve Şeyh-i Ekber diye meşhur olmuştur. Ailesi meşhur Tayy kabilesine mensuptur. Cömertliğiyle meşhur Adiy bin Hatem´in kardeşi Abdullah bin Hatem´in neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs´teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638) senesinde Şam´da vefat etti. Kabri Şam´da olup sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.
Küçük yaşında ilim tahsil etmeye başlayan Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î, sekiz yaşındayken babasıyla birlikte İşbiliyye´ye gitti. Pek çok alimin ilim meclislerinde bulunup, ilim öğrendi. Keskin zekası, kuvvetli hafızası ile dikkatleri çekti.
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î pek çok ilimleri tahsil etti. Filozof İbn-i Rüşd´le görüştü. 1194 (H.590) senesinde Endülüs´ten ayrılarak Tunus´a, 1195´de Fas´a gitti. Karşılaştığı birçok alimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199 senesinde tekrar Endülüs´e dönüp Kurtuba´ya geldi. 1201 senesinde tekrar Endülüs´ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus´a geçti. Hacca giderken Mısır´a uğradı. Oradan Mekke-i Mükerreme´ye giderek hac farizasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke´de kalıp, Medine-i Münevvere´ye geldi ve sevgili Hz. Peygamber (sav) Efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti.
Endülüs´te, Fas´ta, Tunus´ta, Mısır ve Mekke-i Mükerreme´de kaldığı zamanlarda hadis ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü´l-Ferec ibn-il-Cevzî, İbn-i Sekine, İbn-i Ülvan, Cabir bin Ebu Eyyub gibi büyük alimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük alimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek suretiyle, fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.
Tefsir, hadis, fıkıh, kıraat gibi pek çok ilimlerde büyük alim oldu. Tasavvufta, Ebu Medyen Magribi, Cemaleddin Yunus bin Yahya, Ebu Abdullah Temim, Ebü´l-Hasan ve Seyyid Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin ruhaniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhur oldu. Mekke´de bulunduğu sırada Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserini yazdı.
Gavs-ül-a´zam Seyyid Abdülkadir Geylâni Hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden Cemaleddin Yunus bin Yahya´yı yanına çağırarak; “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddin isminde, Allah (cc)´ın çok sevdiği evliyasından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” buyurdu. Yunus bin Yahya, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î´ye, hocasının vasiyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î hazretleri, zamanında, ilminden ve feyzinden istifade etmek için kendisine müracaat edilen belli başlı büyük alimlerden oldu.
Şam, Irak, Cezire ve Anadolu taraflarına seyahat etti. Konya´ya gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikram ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat tayin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde, hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i aliyyeden ve kelam alimlerinden olan Sadreddin-i Konevi´nin hocası ve üvey babası oldu.
Hocasının üstadı olan Abdülkadir-i Geylani Hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddin-i Konevi´ye giydirdi.
Konya´da bir müddet kaldıktan sonra Halep´e giden Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î Hazretleri, 1215 senesinde tekrar Konya´ya döndü. Aynı sene içinde Sivas´a, oradan da Malatya´ya gitti. 1230 senesinde Şam´a giderek oraya yerleşti.
Büyük alimler, Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î´nin hal, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu kabul ettiler. Evliyanın büyüklerinden Ebu Medyen Mağribi ona; “Ariflerin Sultanı” demiştir. Şeyh Safiyyüddin bin Ebu Mensur onun hakkında; “O, şeyhtir, imamdır. Hem de tam kamil ve hakîkâti bulanlardandır. Onu üstün irfan sahiplerinin başında saymak lazımdır. Öyle açık gönül alemi vardı ki, özüne erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşif alemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hallere gelince, ancak “Harika” diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak alemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velayet ahkamına dair tasavvuf deryasında pek uzun kulaçlar atardı. O ummanın da süratli bir yüzücüsü idi. Nihayet o, bu yolda vaz geçilmez bir zat idi. Böyle kabul edip, onun şanını bu şekilde yüceltmek ona layıktır.” derdi.
Talebelerinden Sadreddin-i Konevi şöyle anlatmıştır: “Hocam İbn-i Ârâb-î, geçmiş peygamberlerin ve velilerin ruhlarından istediği ile rüyasında veya uyanık iken görüşürdü.”
Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri kendinden nasihat isteyen bir kimseye buyurdu ki:
“Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Her şeyden önce sana lazım olan, sana kendi ayıp ve kusurlarını gösterecek, seni nefsine itaatten kurtaracak bir rehber, bir mürşid lazımdır. Şayet böyle bir zatı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana bazı nasihatlerde bulunayım. O zatı bulduğun zaman, huzurunda, edepli ol. Sakın hatırına o zata karşı itiraz gelmesin. Halini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzurunda, kölenin, efendisinin huzurunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyanı veya başka bir halini arz ettiğin zaman, ona cevabını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile beraber olma. Arkadaşlık etme. Mürşidini seveni sen de sev ve ona yardımcı ol. O zata, hiçbir işinde itiraz etme. “Bunu niçin böyle yaptın?” deme. Sana ne iş vermişse yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdar olduğunu unutma. Edebi asla terk etme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayayı azaltır, ona karşı hürmeti kalpten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak suretiyle göster. O zata yemek ve yiyecek takdim ettiğin zaman, diğer lazım olan şeyler ile beraber önüne bırak, kapının yanında edeple dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, itiraz etmeden ye. Başkasına verme.
O zatın denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bazen onlar, talebelerini denerler. Onunla beraber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zata karşı edebe uymayan bir husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu halde, sana müsamaha gösterdiğini, seni cezalandırmadığını görürsen, bil ki o seni denemektedir. O zat, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona, işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyan etme. Şayet seninle istişare ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvafık olduğunu söyle. Haddizatında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtaç olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle bir zatı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri razı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyan içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgul olmaktır.
Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemaatle beş vakit namaza ve evinde nafile namaza devam et. Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyayı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duaları oku. Tevazu ve huşu içerisinde, kibir halinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü haya ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hali üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabul eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabb´inin nimetlerini müşahede etmek için yıka. Sonra Allah (cc)´a hamd ü senada bulun. Hz. Peygamber (sav) Efendimize salat-ü selam oku.
Namaz kılarken, Allah (cc)´ın huzurunda durur gibi dur. Yüzün ile Kabe-i Muazzama´ya döndüğün gibi, kalbin ile de Allah (cc)´a dön. Kul olduğunu, Rabb´ine ibadet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbir al. Rükudan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allah (cc)´ın kudreti ile yaşadığını düşün. Selam verinceye kadar ve selam verdikten sonra bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.
Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Lokmayı ağzına koymadan önce Besmele-i şerife yi oku. Yemekten sonra Allah (cc)´a hamd ü senada bulun.”
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î Hazretleri velilik yolundaki yüksek derecesini ifade ederek buyurdu ki:
“Allah (cc) bana öyle nimetler ihsan etti, bildirdi ki, istersem kıyamete kadar gelecek bütün velileri, kutupları, isim ve nesepleriyle bildirebilirim. Fakat bazıları inkar ederler de, manevi kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.”
Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison´u (1847-1931) dahi “Üstadım” demek mecburiyetinde bıraktı. Fatih Sultan Mehmed Hanın İstanbul´u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim Hanın Şam´a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu´maniyye fi Devlet-il-Osmaniyye (açıklamasını yazacağımız) isimli eserinde; “Sin, Şın´a gelince, Muhyiddin´in kabri meydana çıkar.” buyurdu. Muhyiddin-i Ârâb-î hazretleri, Şam´da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabi´ul-ahir ayının 28. Cuma günü, yetmiş sekiz yaşında iken Şam´da fani dünyadan ahirete irtihal etti. Salihiyye´de defnolundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı Sultan Yavuz Selim Han Şam´a geldiğinde; “Sin, Şın´a gelince, Muhyiddin´in kabri meydana çıkar.” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î´nin vefatından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tespit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allah (cc)´a değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddin-i ibn-i Ârâb-î; “Arifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor. İslam alimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: “Allah (cc)´ı tanıyan kimse, beladan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, dert ve belaların sevgiliden geldiğini, O´nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet dua ederek, gitmesini söyler. Fakat, dua etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O´ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmayanları harap etmekte, onların belalarına sebep olmaktadır.”
Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i İbn-i Ârâb-î Hazretleri hadis ilminde sahib-i isnat ve fıkıh ilminde içtihat makamında idi. Buyururdu ki: “Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, “Hesaba çekilmeden evvel, hesabınızı görünüz.” emri ile, bazı meşayıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesaba çekiyor. Ben, hesapta onları geçtim ve işlediklerimle beraber, düşündüklerimde de hesabımı görüyorum.”





Resim

SIRR-I MEKTÛM-Ü MAHTÛM
(Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar)

Sırr-ı Mektûmu muhtevi olan ve üzerine Allah (cc) tarafından mühür vurulan zarftır.
İmâm-ül Evliyâ ârif-i billâh Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ârab-î, et-Tâî, el-Hâtimî, el-Endülûsî, Şeyh-ül Ekber Muhyiddin (ks) buyurdu ki ;
حَمِــدْتُ اِلــۤهـى وَالْمـقـا•مُ عَــظِــمٌ
فَـاَبــْد•ى سُرُورًا وَ الْفــُوا•دُ كَظِـيمٌ

“Ya Rabb´i Sana arz ve şükrân ettim. Makam-ı celâletin pek büyüktür. Ya Rabb´i bu şükrân ve sevinçe mahsûs izhâr ve kalbimde onu hazm etti.”

وَ مـَاعَجَبى مِـنْ فَـرْحَتى حِينَ قُورِنَتْ
بِتَـرْحَـةِ قَـلْبٍ حَـلَّ فِـيهِ عَظـِـمٌ

“Kudûret-i kalbiye ile beraber takrib ettirildiğinde, zât-ı azîm-uş şânın kalbe sığmasından mütehassıl ferah ve surura taacüb ederim.”
وَ لۤــكِـنَّـنى مِـنْ كَشْفِ بَحْرِ وُجُودِِه
عَـجِبْـتُ لِـقَـلْبـى وَ الْحَـقـا•يِـقُ هيِـمٌ

“Fakat hakîkâtler, gece gündüz amâ´da mestûr olduğu halde kalbimde ilahi vücûdun denizinde keşfine hayran kaldım.”
كَذَاكَ الَّذى اَبــْد•ى مِـنَ النــُّورِ ظَاهِـرًا
عَـلى• سَـرَفِ اْلاَجْـسـَامِ لَيـْسَ يُـقِيــمُ

“Nûr-u mahz (asıl nûr, safî nûr) olan Hakk uzaktan görülen hayal gibi ecsâm-ı ikâme ve idâme etmeyen bir nûr izhâr etti.”
وَ مـَاعَجَبى مِـنْ نُـور جِـسْمى وَ اِنَّــما•
عَجِـبْتُ لِنـُورِ الْـقَـلْبِ كَيــْفَ يَـرِيـــمُ

“Envâr-ı cismiyeme şaşmıyorum da, yalnız envâr-ı kalbiyenin nasıl temsil ve ikâmet ettiğine şaşıyorum.”
فَاِنْ كَانَ عَنْ كَشْفٍ وَ مَشـْهـَدِ رُؤْيــَةٍ
فــَنـُـورِ تَـــجَـلِّــــــيهِ عَـــلَـيْـــهِ مُقِـيــــــمٌ

“Eğer bu nûr-u mütemâyil, keşfen zâhir ve meşhed-i rû´yetten (görüş yeri) neb´ân (kaynayarak akıyorsa) ediyorsa o halde nûr-u tecelli-i ilâhî o kalbde mukimdir.”
تَفَطَّنـْتَ فَاسْـبُرْ عِـلَّةَ اْلأَمــْرِ يا• فَتى•
فَـهَـلْ رَئــْىُ خـَـلْقٍ بِالْعَـليـِمُ عَليِـــمٌ

“Dediğimi anladınsa ey delikanlı, işin esâsını tetkîk ve tecrübe eyle. Acaba halkın görüş ve fikri Alîm olan zât-ı bilebilir mi?”
تَعـَالى• وُجُودُ الذَّاةِ عَـنْ نَيـْلِ عِـلْمَنـَا
بِه عِـنْدَ فَضْـلى وَ الْـفِصا•لُ قَديــمٌ

“Ahâdiyyet-i zâti-ye bizim O´ndan ayrı bulunduğumuz zaman ilmimizin kendisine ittisâlinden münezzeh olduğu gibi bu ademi ittisâl kadîm ve ezelidir.”(sayfa 2)
فَـفُرْقَانُ رَبـىّ قَدْ اَتـاَنِـيَّ مُـخْبِـرًا
بِـتَـعْيِـينِ خَـتْـمِ اْلأَوْلِــيا•ءِ كَـريــمٌ

“Rabb´i Teâlâ´nın Rasûl-i Kerîmi Hâtem-ül Evliyâ´yı tâyin ile yani âhir zamanda İsa b. Meryem (a.s) in nüzûlü ve Deccâl-i katlini ve bunlarda nübüvvet hükmü ile değilde velâyet hükmü ile olacağını bana haber vermiştir.”
فَـقُــلْتُ وَ سِرِّ الْـبَيـْتِ صِفْ لى مَـقـا•مَهُ
فَــقَالَ حَـكِيـمـًا يَـصْطَــفِيـهِ حَـكِـيــمٌ

“Ben rûhâniyeti risâlet ve Esrâr-ı Beyt-ül Harâm (Kâbe) hakkı için bana o Hâtem´in makamını tavsîf ve beyân eyle dediğimde; O bir hükümdür. Hakîm olan Allah (cc) onu intihâb (birçok kimse içinden en iyisini seçmek) ve istıfâ (birçok kimse içinden en güzelini seçmek) etmiştir; cevabını verdi.”
فَـقُـلْتُ يَـرا•هُ الْـخَـتْـمُ فَـاشْـتَدَّ قَـائِـلاً
اِذا• مـا• رَا•هُ الْخَـتْــمُ لَـيْـسَ يَـدُومُ

“Zât-ı Akdese, onu Hatem olan görebilir dediğimde, şiddet îrâz ederek cevap verdi. Hâtemi Hakîkiden başkasının gördüğü devam etmez dedi.”
فَـقُـلْتُ وَ هَـلْ يَـبْـقـى• لَـهُ الْـوَقْـتُ عِنْـدَ مـا•
يَـرا•هُ نَـعَـمْ وَ اْلأَمـْرُ فِــهِ جَــسِيــمٌ

“Hatm-i velâyet Onu gördüğü zaman, zamanın zuhûruna vakit var mıdır? demiştim. Cevâben .........(500+5+400) vakit vardır. Hatem-i Hakîki hakkında ki ise çok büyüktür dedi.”
وَلِلْـخَـتْمِ سِـرٌّ لَمْ يَـزَلْ كُـلُّ عَارِفٍ
عَـلَـيْــهِ اِذا• يَسْـرى عَلَـيْــهِ يَـحُـومُ

“Hatmin mühim bir sırr-ı vardır ki, arif-i billâh olan her kâmil veli ona vakıf ve nafîz (nüfûz ederse) olursa, onun mühr-ü etrâfında devir eder.”
اَشا•رَ اِلَــيْـهِ الـتِّرمِزِىُّ بِـخَـتْمِـه
وَلَمْ يُــبْده وَ الْـقَـلْـبُ مِنْـهُ سَلِـيمٌ

“Meşhûr muhaddis Hakim Tirmîzî (ks) ona ömr-ü dünya ve silsile-i vilâyetin hatmi olduğuna işâret etmiş, fakat izhâr etmemiş olduğundan kalbler o hatmi mârifetden (bilmekten) salim yani hâli kalmıştır.”
وَ مـَا نـا•لــَهُ الصِّـدِّيـقُ فى وَقْتِ كَـوْنِـه
وَ شَـمْسُ سَــمـا•ءِ الْـقَــرْبِ عَـديــمٌ
“Cenâb-ı Sıddîk Âzâm bile sıddîkıyet makamında bulunduğu halde hatm-i bilmeye nail olmadığından semâ-î mağribin şems-i taban-ı (parlayan güneş) onun tarafından görülmemiştir. Çünkü hatm, Cenâb-ı Sıddîk´a mercuhtur (ondan üstün makamdadır). Sebebi de kendisinde hem nübüvvet ve hem de velâyet vardır. Yani İsa b. Meryem (a.s) dır.

مَـزَاقًا وَلۤـكِـنَّ الْفُــۤؤدَ مُـشَاهِــدٌ
اِلى• كُـلّى مـَا يُـبْدهِ وَ هُوَ كَــتُومٌ

“Cenâb-ı Sıddîk Âzâm (r.anh) zevken idrâk etmemiş, fakat hatm-in kendisi ketûm (gizli) olduğu halde izhâr ettiği her âsârı (eserler ve işaretleri) kalben müşâhede etmiştir.(sayfa 3)
بَـغـَارُ عَلـى• اْلأَسـْرَارِ اَنْ تَـلْحَـقَ الـثَّـرى•
وَ اِن تَـمْتَـطِيـهـا• الــزَّهـْرُ وَهـْىَ نُـجُـومٌ

“Safâyı esrârını gubâr alır olmaktan kıskanır. Şayet kendisine bir lem´â (ışık) munakis olsa (aksetse) oda lemât-ı kevâkib olabilir.”
فَـاِنْ اَبـْدَرُوا اَوْ اَشْمـَوُا فَـوْقَ عَرْشِـه
وَ كـا•نَ لَـهُـمْ عِنْــدَ الْــمَقَـامِ لُــزُومٌ

“Bu esrârın balâyı arşın (arşın üstünde) bir yerinde, tabân (dolunay) veya şems-i rahşan (parlak güneş) zuhur etse, makâm-ı hatim´de onda telâzîm ve iltisâk (lüzumlu olmuştur) etmiştir.”
فَـرُبـَّمـا• يَـبْـدُوا عَلَـيـْهِــمْ شُــهُـودُهـا•
فَـمِنـْهـُمْ نُـجـُومٌ لِـلْهـُـد•ى وَ رُجُــومٌ

“Bazan ashâb-ı esrâr-a o esrâr-ı muşâhede zuhûr eder ki, o esrârın bir kısmı rehber-i hidâyet-i râfia (yüksek hidâyet rehberi) diğer bir kısmı da efkâr ve akâid-i fasideye (bozuk akide) racmi şeyâtîn âsa birer mâniâdır.”
فَسُـبْحَـانَ مَـنْ اَخْـفى• عَـنِ اْلـعَـيْـنِ ذ•اتَـهُ
وَ نُـورِ تَـجَـلِّــيــهـا• عَـلَـيْـهِ عَــمِــيـمٌ

“Ahadiyyet-i zâtiyyesini nazarı cismâniyyeden ihfâ eden zât-ı akdesi tenzih ve takdîs ederim. Bununla berâber o zât-ı baht-ın (asıl zât olan) envâr-ı tecelliyât-ı kalb, zi-hayata (hayat sahibi) umûmîdir.”
وَ لۤـكِـنَّـهُ الْمَرْمُورُ لا•يــُدْرِكُ السَّـنـا•
وَ كَيـْفَ يَـر•ى طِـيبَ الْحَيـا•ةِ سَقيِمٌ

“Fakat şeb-pere(yarasa) çeşm (gözlü) olan kimseye ziyâ yaklaşamaz. Seâdet ve huzurlu hayatı hasta olan nerede görecektir.”
فَاَشْخـا•صُنـا• خَمْسٌ وَ خَمْسٌ وَ خَمْسَةٌ
عَلَـيْهِمْ نَـر•ى اَمْرَ الْـوُجُـودِ يَـقُـومُ

“Kendilerine nasb-ı nazar ettiğimiz şahsiyetlerimiz on beş kısıma taksim edilmiştir. Hâdiseler ve mevcûdat-ı kâinât bunlarla kıyamını görüyoruz.”(Bunlar: Rasül, Nebî, Âlim, Veli, mü´min- i ümmi—Aktâb, Evtâd, Vüzerâ, Havâs-u Abdâl, Nükabâ---Müslüman, Kâfir, Tâbî, Tâbî olmayan, Âsî)
وَمَـنْ قـا•لَ اِنَّـهُ اْلأَرْبــَعِـينَ نِهـا•يَـةٌ
لَـهُـمْ فَـهْوَ قَــوْلٌ يَــرْتَـضِيـهُ كَـلـِيمٌ

“Kırkların adetleri adet-i nihâyettir. Bu söz ile hükmedenler bu hükme rızâdâre olmuş olan müttefiklerdir.”
وَ اِنْ شِـئْتَ اَخْـبِـرْ عَنْ ثَـمـا•نٍ وَ لا•تــَزِرْ
طَريقَـتُـهُـمْ فَرْدٌ اِلَــيْـهِ قَـوِيــمٌ

“Arzu edersen sekiz tanesini say ve fazla söyleme. Bunların yolları da birdir. (Rasül, Nebî, Âlim, Aktâb, Evtâd, Havâs, Abdâl, Nükabâ)
فَسَـبْعَـتُـهُمْ فى اْلأَرْضِ لا•يــَجْـهَلُـونَهـا•
وَثـا•مِـنُـهـُـمْ عِــنْدَ النُّـجُـومُ لَـزِيـمٌ

“Yukarıdaki sekiz adetten yedisi herkesçe bilinir. Fakat sekizincisi tecelliyât-ı Rabbânîde gerekli ve devamlılığı olandır. Makâm-ı Hatm sahibidir.”
فَـعِِـنْدَ فَـنـا•ءِ خـا•ءِ الـزَّمـا•نِ وَ دا•لِـهـا•
عَـلى• ذ•اكَ مَدْلُــولَ الْـكَــرُومِ يَقُــومُ

“Dünyanın ömrü fena bulduğunda ve ahir zaman geldiğine zaman delâlet ettiğinde hadiseler ve hatm gelecektir.(sayfa4)
مَـعَ السَّـبْـعَةِ اْلأَعـلا•مِ وَ الـنّا•سُ غُـفُـلٌ
عَـلِــيمٌ تَـبْديــرُ اْلأُمــُرِ حَــلـِيـمٌ

“Bu sekizin içinden yedi müşahit kişi halk gaflete düşmüş iken zuhur edecektir. Onlar işlerini hilm ve sükûnetle işleri idâre edeceklerdir.”
وَ فى الـرَّوْضَــةِ الْـخَـضْـر•اءِ اِسْـمُ عُـد•اتِـه
وَ صـا•حِبُـهـا• بِـالْـمُـؤْمِــنِـينَ رَحِــيمٌ

“Şam şehrinde Ravza-i Hadrâ (yeşil bahçe) da Hatm´in düşmanları bulunacaktır. Fakat Ravza-i Hadrâ´ya mâlik olacak mü´minlere şefkatli merhametli Hatm´dir.”
وَ يَـخْــتَـصُّ بِالــتَّدبِــيرِ مِـنْ دُونِ غَـيـْرِه
اِذ•ا فـا•حَ زَهْــرٌ اَوْ يَـحُــبُّ نَـسِيـمٌ

“Hatm bir işi yapmak isterse veya bir emr-i mânevî aldığında, yukarıdaki kişilerden hiç birine kayıtlı olmayarak işleri dilediğince yapar.”
تَـر•اهُ اِذ•ا نـا•و•اهُ فى اْلأَمـْـرُ جا•هِـلٌ
كَـثِــيرُ الـدَّعا•وِي اَوْ يَكِـيدُ زَنِــيمٌ

“Cahil ona bir iş hususunda müracaat ettiği zaman sen O Hatm´i çok da’vâ eden veya hasım gibi görürsün.”
فَـظا•هِـرُ اْلإِعْـر•اضُ عَـنْـهُ وَ قَـلْـبُـهُ
غَـيُـورٌ عَلى• اْلأَمــْرِ الْـعـَزِيـزِ زَعِــيمٌ

“Zâhiren Hatm´i cahilden yüz çeviren olarak görürsün. Fakat temiz kalbi ölçülmeyecek kıymetli, işlere hâkim ve kefildir.”
اِذ•ا مـا•بـَقـى• مِـنْ يَـوْمـِه نِـصْفُ سـا•عَـةٍ
اِلى• سـا•عَـةٍ اُخْـرى• وَحَــلَّ حَــريـمٌ

“Hatm´in ömründe yarım saat kalsa, ondan diğer saata kadar mutlaka o akîde-i hal edecek ve işleri bitirecektir.[Yani İsa (a.s) gelecektir ki, Hatm O´dur. Çünkü geldiği zaman dünyanın sonu ve velâyetin bitişi olacaktır. Bunun için Hatm (mühür-son) dir.]
فَـبَهْــتَزُّ غُصْـنُ الْـعـَدْلِ بَـعْـدَ سُـكُـوتِـه
وَ يَـحْيى• نَـبـا•تُ اْلأَرْضِ وَهْـوَ هَـشِـيمٌ

“Hatm´in gelmesi ile adâlet ağacının dalları titremeye başlar. Yeryüzündeki ağaçlar ve bitkiler kurumuş iken hayat bulurlar.”
وَ يَظْـهَـرُ عَـدْلُ الله شَـرْقًا وَ مَـغْرِبـًا
وَ شَخْـصُ اْمـا•مُ الْـمُؤْمِـنِينَ رَمِــيمٌ

“İmam-ül Mü´min´in cesedi pakisi toprağa verilse de yine getirdiği Allah (cc)´ın adâleti doğudan batıya zahir ve intişar edecektir.”
وَ تَـمَّ صَـلا•ةَ الْـحَـقِّ تَـتْـر•ى عَـلى• الَّذى
بِـه لَـمْ اَزَلْ فـى حـا•لَـتـى اَهــيمٌ

“İşte burada yani bu işin sonunda Allah (cc)´ın beyanı salâtı kendisine hayat ve ölümde aşık olduğum zât-ı risâlete olsun.”Amin (sayfa 5)

[Kitabın başından başlayıp burada tamamlanan manzûmede Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri Efendimiz Hz. İsa (as) kelimesini, geliş zamanını ve Hatm´in ismi ile geleceğini ve yanındaki yardımcılarını kısmen işaret ve kısmen sarâhatle beyan ve ifâde buyurmuştur. Bundan sonra yine ve küçük bir manzûme ve bir tavsiyesi ile bu kitabı yazmaktan maksadı ne ise ona intikal edeceklerini izah etmişlerdir. Allah (cc) sırrını takdis, yardımını ve feyzini üzerimizde kılsın. Amin]

Hakk Teâlâ’ya arz edilen hamd ve senâyı mukaddem ve Sultân-ı Enbiyâ sallallâhü aleyhi ve selleme takdim edilen hitâmında bir olan salâttan sonra
فَـدَبِــّرْ اَيــُّهـا• الْـحَـبْـرُ اللَّبِـيبُ
اُمـوُرًا قـا•لَهـا• الْفِـطَنَ الْمـُصِيـبُ

Ey Fâzıl-ı akl! Rey saibe sahib olan ha….bu umûru muhimme hakkında söylediğimizi tedbir ve tefekkür ile;
وَ حَقِّـقْ مـا•رَمى• لَـكَ مِـنْ مَعـا•نٍ
حَـو•اهـا• لَـفْظُـهُ الْـعَزْبُ الْــعَـجِيـبُ

Elfâz-ı lutfiye ve acâibinin ihtiva ettiğini ve sana beyan edilen maânî münifeyi tahkik et.
وَ لا•تــَنْـظُــرْهُ فى اْلأَ كْوَانِ تَشْـقى•
وَ يَـتْـعَبُ جِـسْمُـكَ الْـفَــزُّ الْـغَـرِيبُ

Sırf mânaya ait olan o şeye nazar-ı kevnî ile bakma ki, yolu yanılırsan bu babda münferid kalan cismin yorulmuş olur.
اِذ•ا مـ•ا كُـنْـتَ نُـسْخَـتُهـ•ا فَـمـ•ا لى
اَرُومُ الْبـُعْـدَ وَالْـمَـعْـنـى• قَـريـبٌ

O umûru maneviye ve maânî acîbenin bir nushaî zi-hayatî olursan yani Letâif-i Rabbâniye halinde taltif edersen uzaklara gitmeye lüzüm görmem. Çünkü mâna garibdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Mesaj gönderen nur-ye »

Eserle ilgili nette bulduğum devamı niteliğinde açıklamalar;

“Hâtem’ül enbiya gibi müslümanlar arasında bir de “hâtem-i velayet” (velayetin mührü, veliliğin bitiş mertebesi, kişisi, sonu) tabiri, vardır ve Muhyiddin Arabî, Hâtem’ül evliya sayılır. Bu tabirde velilik de­nilen mertebe veya memuriyet kaç derece ise, Muhyiddin Arabî onun en sonuna kadar gitmiş ve hatmetmiştir, manasınadır. Yoksa velilik Muhyiddin Arabî ile son bulmuştur, ondan sonra büyük mikyasta veli yâni ilâhî mütefek­kir gelmeyecektir, demek değildir.” [6]

Velilik, nebilik gibi çalışma karşılığı olmayıp ilâhî bir lütuftur. Efendi Hazretlerinin Hatem’ül-Evliyalığı, O’na Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği hususî mertebesine göredir. Yok­sa O’nunla velayet bitecek manasına gelmemektedir. İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu’l-azîz Hatm (Son Halka) hakkındaki görüşü ile durumun hususîlik üzerine olacağıdır.[7] Yoksa bir mevzuda umumî hâtemiyet yoktur. Çünkü Efendi Hazretlerinden sonrada sayısız evliya gelmiş ve gelmektedir.

“Her vakitde hatmü’l-evliyâ birdir, bu vakitde Allah sübhânehu ve te’âlâ hatmü’l-evliyâ olmağı Mısriye virdi.” [8]

Belki, buradaki mana Efendi Hazretleri için takdir edilen tasarruf zamanı içerisinde ne kadar evliya gelecekse hepsinin O’nun kontrolünde olacağı, zahirî ve batınî durumunda O’nun gibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin makam-ı mâneviyesi üzere olacak birinin nâdiriyetine, kelâmın söylendiği niyet ve vakit ile makamı üzere biri bulunmayacağı manasına gelmektedir. [9]

“Geçen gün hocanın biri: Eski günler geçti... Biz iki kişi kaldık. Biz de gidersek dünyada âlim kalmayacak!”

Diyormuş. Bu çeşit sözler, Hakk’ın tecellîsini inkâr olur. Şu veya bu zamanda Allah Teâlâ’nın mevcudiyetini inkâr edebilir misin? O mevcut oldukça da isimlerinin icapları nasıl söner, mevcut olmaz? Bir ismin noksanı hiç düşünülebilir mi? Böyle bir şey olsa dünya yerinde kalmaz. Çünkü dünyadan maksat, Hakk’ın bütün esmasının zuhurudur. Hak, istediği vücuttan tecelli eder. Onun için iş sarıkta, kavukta değildir. Binâenaleyh Hakk’ın zuhuru kılık kıyafete bağlı değildir.” [10]

Bir başka mâna da, Efendi Hazretlerinin makam yönünden yüksek bir mertebede olmasına ve tasarrufunun Hakk’a yürüyüşünden sonrada devam edeceğine işaret etmesidir.

Binâenaleyh, Efendi Hazretleri aşikâre şu kişi “benim yerime otursun” dememiştir. Ancak bazı yerlerde “hizmet” kelimesi kullanmıştır. Bu yoruma açık bir kelimedir. İçeriği söylenen kişinin durumu ile ilgilidir. Toplumla direkt olarak ilgili olup olmadığı şahsın yorumuna aittir.

Efendi Hazretleri “Canım onların gittiği yola, şeytan dahi gitmeyecek” sözüyle bir kimsenin olmayan bir görevi var olarak gösterdiğinde durumunun kötü bir şekilde olacağını da ayrıca açıklamıştır.

Hatırlatılması gereken bir durumda âlemde bütün olan şeyler, Allah Teâlâ’nın emrinde ve hükmündedir. Evliyaya verilen tasarruf etme yetkisi de yine Allah Teâlâ’nın elindedir.

“Cümle irâde Hakk’ındır, lâkin Bârî Teâlâ irâdesini kimseye vermez.” “İrâde-i külliye insan-ı kâmil’de bile yoktur.”[11]

[1]— “Hatm” Arapçada “bir işi tamamlayıp sona erdirmek, bir şeyin so­nuna damga vurmak, bir yazı veya belgeyi mühürlemek” anlamlarına ge­lir. Hatem’ül evliya görüşünü ilk defa ortaya atan Hakîm Tirmîzî’dir (h.y.t.320/932).

[2]—İsa b. Meryem aleyhisselâm: Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin Hatm-i velayet yani sahibini görebilmek hususunda ki teminatına [henüz ona çok vakit vardır. Sen göremeyeceksin. Keşf ve şuhût âlemindeki görüşün hariçte devam etmez] cevabı verilmiştir. Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin keşfi şüphesiz keşfi hakîkidir, keşfi hayâlî değildir. Yalnız Hatm-in zamanı geleceğe bağlanmıştır. Buradan anlaşılan Hazreti Şeyh bu temenniyi Futuhât-ı Mekkiye’sinde önce beyan etmiş ve ondan sonra yazdığı rüyasına niyaz-etmişse de ömrü vefa etmemiştir.

[3]―Yani İsa aleyhisselâm gelecektir ki, Hatm O’dur. Çünkü geldiği zaman dünyanın sonu ve velâyetin bitişi olacaktır. Bunun için Hatm (mühür-son) dir.

[4]―Kitabın başından başlayıp burada tamamlanan manzûmede Cenâb-ı Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri Efendimiz Hz. İsa aleyhisselâm kelimesini, geliş zamanını ve Hatm’in ismi ile geleceğini ve yanındaki yardımcılarını kısmen işaret ve kısmen sarâhatle (açıkça) beyan ve ifâde buyurmuştur. Bundan sonra yine ve küçük bir manzûme ve bir tavsiyesi ile bu kitabı yazmaktan maksadı ne ise ona intikal edeceklerini izah etmişlerdir. Allah Teâlâ sırrını takdis, yardımını ve feyzini üzerimizde kılsın. Amin

[5]― Muhyiddin Ârâb-î, Ankâ-i Muğrib-Sırr-ı Mektûm-u Mahtûm (Üzeri Mühürlenmiş Gizli Sırlar), Yazma, Atatürk Kütüphanesi, Osman Nuri Ergin, 1700)

[6]—ERGİN, a.g.e. s. 281

[7]— “İbâdet sıfatında son mer­tebe hatmi sücûdladır ki, mahşerde feth-i bâb-ı şefaat olunduk da ol halde mütekeffil-i-saâdet-i dâreyn şefî’u’s-sakaleynden sallallâhü aleyhi ve sellem ve sâir şefaate me’zûn olanlardan vâki’ olsa gerektir. Pes ol secdeden sonra ibâdet-i zâtiyye kalır ki ona emir ve teklîf mukârin olmaz. Nitekim rûh-i izafi mufârakatinde dahî, hayât-i zâtiyye kalıp meyyitten emr ü nehy sakıt olur. Ve Kur’ân-ı Azîz’in hatmi, sûre-i beraat iledir. Zîrâ bu sûre makbul ve merdûd meyânını temyiz eder. Âhir nazil olan hüküm ise, ehl-i cennet ve nârı birbirinden temyizdir. Ve ahkâm-i şerâyi bizim şerî’atimizle hatm olunmuştur, Enbiyâ aleyhisselâm bizim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mahtûm oldukları gibi; Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûl-i tabi’iyyet ve bazı ahkâmı tağyîr-i taayyün-i Sâri’ iledir. Fe’fhem. Ve bizim şerîatimizin hükmü şemsin mağripten tulûuyla hatm olunur. Zîrâ şem­sin sûret-i âmme-i kevniyyeye nisbeti, rûh-i hayvaninin bizim beden­lerimize nisbeti gibidir. Ve kalem-i âlânın min-haysü’1-insân-i kâmile nisbeti bizim neş’etlerimizi müdebbir olan rûh-i ilâhînin; nisbeti gibidir. Onun için şems mağripten tulu’ ettikten sonra kimsenin îmân ü ame­line i’tibâr olunmaz. Rûh-ı insanînin tedbîr-i bedenden i’râzı ve rûh-ı hayvaninin mufârakati hâlinde i’tibâr olunmadığı gibi. Ve hilâfet-i ilâhiyye-i mutlaka mertebesinin hatmi Hz. İsâ aleyhisselâm iledir. Hilâfet-i Nebevîyye mertebesinin hatmi, Hz. Mehdî ile olduğu gibi. Ve velâyet-i Muhammediyye’nin min-haysü husûsi’l-mertebe hatmi arabdan bir hasîb ve nesîb racül-i kerîmle vaki’ olmuştur. Nitekim husus mertebe-i adi ve seyf âl-i Osman’dan Fâtih Sultân Muhâmmed (Rahimehu’l-Ehadu’s-Samed) ile hatm olunmuştur. Ve velâdet-i mutlaka Sîn’de bir mevlûd-i pâkize ile hatm olunur ki, ba’de ez-în dünyaya ukm sârî olur.

Nitekim, “İlim Çin’de de olsa onu arayınız.” (Keşfü’l-Hafâ, I, h. no: 397) ona işarettir. Ve saltanat-ı mutlaka, saltanat-ı Osmâniyye ile hatm olunur. Pes Âl-i Osman’ın devleti zamân-ı Mehdî’ye muttasıl olur. Velâkin husus üzerine kiminle hatm olacağı kimseye ma’lûm değildir. Eğerci ki, âhiru’l-aktâb bi-husûs malûmdur. Nitekim takrîr-i sabıktan fehmolunur. Ve hatm-i vüzerâ Ashâb-ı Kehf tir ki, vezâret-i Mehdî ile takallüd etseler gerekdir. Ve bunlar gerçi acemdir. Velâkin arabi tekellüm etseler gerekdir. Pes yediyüz bin lügatin evveli süryânî ve âhiri arabîdir. Onun için ehl-i cennetin dahî, lisâni arabîdir. Ehl-i nârın a’cemî olduğu gibi ve fârisî a’cemîden müstesna olmakla lisân-ı ehl-i cennete ilhak olunmuş­tur. Ve bâ (ب) ve cîm ( ج) ve zel( ذ) ve kâf ( ك )-i fârisiyye hurûf-i arabiyye ilhak olunduğu gibi. Onun için hurûf otuz ikidir derler. Ve fesâhat-ı arabiyye Sehbân ile ve fesâhat-ı tefsîriyye Cârullah ile ve Türkî-i mutlak , Şeyh Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz ile ve husus mertebe şeyh-i tarîkatimiz Mahmûd Hüdâyî el-Üsküdârî kuddise sırruhu’l-azîz ile hatm olunmuştur. Onun için cevâmî’-i kelime mazhâr ve kelimâtmda cemî’-i merâtibe işâret-i ve hafiyye müyesserdir. Eğerçi ki, ba’zı ehl-i ruûnet ve haset mezâya-ı kelâma mühtedi olmadığından duayı mücerrede hamleder. Ve lisân-ı tasavvuf Şeyh-i Ekber ve Şeyh-i Kebir’de kuddise sırruhuma’l-azîz hatmolunmuştur ki, cemî’-i erbab-ı tarîk onlardan Hakk’a müstefîddir. Onun için onlar tarîkat-ı mahsûsa mensûb değildir. Ve bu lisânda şey-heyn-i mezkûrînin birbirlerine nisbetleri lisân-ı Türkî’de Şeyh Yûnus ve Hüdâyi nisbetleri gibidir, fa’rif (bil). Ve şuyûh-ı kibar hakkında erbâb-ı kîyl ü kâlin halleri malûmdur. (İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfe-i Aliyye, Hzl: Şeyda ÖZTÜRK, İst., 2000, s.252)

---

Velâyetin kesbî mi yoksa vehbî mi olduğu konusunun ilk dönemden itibaren tartışıldığı bilinmektedir. Hakîm Tirmizî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz velilerin sahip oldukları zâhirî ve bâtınî özelliklerden de bahsetmekte ve zâhirde onların tanınmasını kolaylaştıran alametleri hakkında şöyle demektedir: “Birincisi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme sorulan bir soru üzerine verdiği rivayet edilen cevaptaki özelliktir. Kendilerine: Allah Teâlâ’nın velîleri kimlerdir? Diye sorulduğunda, şöyle demişlerdir: Görüldüklerinde Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” Mûsa aleyhisselâmın şöyle dediği nakledilmektedir:

“Yâ Rabbi! Senin velîlerin kimlerdir? Ona şu şekilde cevap verilmiştir: Onlar öyle kimselerdir ki, Ben anıldığımda onlar hatırlanır, onlar anıldığında Ben hatırlanırım.” İkincisi, onlarda hakkın gücü vardır. Bu güç sebebiyle hiç kimse onlara mukavemet edemez. Üçüncü olarak, onlar firâset sahibidirler. Dördüncü özellikleri, ilhama mahzar olmalarıdır. Beşincisi, onlara ezâ edenin çıldırıp kötü bir sonla karşılaşmasıdır. Altıncısı, onlara haset etmeyi alışkanlık haline getirenler hariç, diller onları övme hususunda birleşirler. Yedinci alâmetleri, dualarının makbul olması ve çok kısa sürede bir yerden başka bir yere gitme (tayy-ı mekân), su üstünde yürüme, Hızır aleyhisselâmla sohbet etme gibi değişik şekillerde keramet gösterebilmeleridir. Hızır, kendisiyle görüşmeyi arzulayan birilerini bulmak için dağları, ovaları, denizleriyle bütün yeryüzünü dolaşır.” (Hakîm Tirmizî, Hatmu’l-evliyâ, s. 361)

“Velilerin ve bulundukları makamların birbirine üstünlükleri hususunda onun esas aldığı ölçü nebîlerdir. Ona göre, nasıl ki enbiyânın bir kısmı belli özelliklerinden dolayı diğerlerinden üstün iseler velîlerden bazıları da sâir evliyânın önünde bulunmaktadırlar.” Hatmu’l-evliyâ, s. 337.

Hakîm Tirmizî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu görüşüne dayanak olarak sunduğu delillerden biri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme âlemde hiç kimseye vermediği hususiyetler bahşettiğini söyleyen Hakîm Tirmizî bunlardan bazılarını herkesin bilebileceğini ama geri kalanının yalnızca Allah Teâlâ’nın seçkin kıldığı kişilere açıldığını iddia etmektedir. Allah Teâlâ başka pek çok şeyin yanı sıra Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme hâtemu’nübüvveti de vermiştir. Bu enbiyâ içerisinde yalnızca ona ihsan edilmiştir. Burada Hakîm Tirmizî’nin hâtem ve hatm kelimelerini mühür anlamında kullandığını özellikle vurgulamak gerekir. Ona göre Allah Teâlâ nübüvvetin bütün cüzlerini bir araya toplamış, tamamlamış ve kendi mühürüyle de mühürlemiştir. Bu nokta önemlidir, zira bu mühür sayesinde şeytan ve nefs nübüvvet alanına sızmak için yol bulamazlar. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dışındaki enbiyânın böyle bir özelliği bulunmadığından, onlar nefslerinin kalplerine etki etmesinden emin olamazlar. Hatmu’l-evliyâ, s. 340.

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin bu özelliğinden hareket eden Hakîm Tirmizî hâtemu’l-evliyâ ile ilgili görüşünü şu şekilde ortaya koyar:

“Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ nebîsinin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ruhunu kabzettiğinde, onun ümmetinden kırk sıdık ortaya çıkar. Yeryüzü onlarla ayakta durur ve onlar onun ev halkıdır (âl-i beyt). Onlardan biri öldüğünde yerini bir başkası alır. Onların sayıları tükenip dünyanın sonu geldiğinde Allah Teâlâ bir velî gönderir. Allah Teâlâ onu seçmiş, ayırmış, kendisine yaklaştırmış, yakınlaştırmış, evliyâya verdiğini ona da vermiş ve ona özel olarak “Hâtimu’l-velâye”yi ihsan etmiştir. Böylece o, diğer velilere Allah Teâlâ’nın kıyamet günündeki delili olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de sıdku’n-nübüvvet bulunduğu gibi onda da bu mühür sebebiyle sıdku’l-velâyet bulunur. Ne Şeytan ona yaklaşabilir ve ne de nefs bu velâyetten kendi payına düşeni alabilir.” Hatmu’l-evliyâ, s. 344.

Tirmizî’nin buradaki ifadelerinden hatmu’l-velâye sahibi olan veliye atfettiği özelliklerin Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin özellikleri ile benzerlik arz ettiği ortaya çıkmaktadır. Bilhassa son cümledeki yaklaşımı onun değişik çevrelerden gelen eleştirilere maruz kalmasına sebep olmuştur. Ancak o bu yorumunu yol açabileceği tehlikeleri önceden tahmin ederek velâyetle nübüvvet arasındaki farka dikkat çekmiş ve bu doğrultuda açıklamalar yapmıştır:

“Nübüvvet ve velâyet arasındaki fark şudur: Nübüvvet, bir ruh eşliğinde vahiy olarak Allah Teâlâ’dan gelen kelamdır. Vahiy tamamlanınca o ruhla mühürlenir. Vahyin kabulü onunla olur. Bu şekilde tasdik edilmesi gerekir. Kim onu inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o Allah Teâlâ Teâlâ’nın Kelâm’ını reddetmiştir. Velâyet ise, Allah Teâlâ’nın başka bir yolla kendisine hadîs ulaştırmayı üstlendiği kişi için söz konusu olur. Böylece o hadîse nail olur. Bu hadîs Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’dan, sekîne eşliğinde hak lisanı üzere ayrılır. Muhaddesin kalbinde bulunan sekîne o hadîsi karşılar, muhaddes de bunu kabul eder ve onunla sükûn bulur.” Hatmu’l-evliyâ, s. 346.

Bu mesele bağlamında İbn Abbas radiyallâhü anhdan gelen bir rivayete dayanarak muhaddes dediği velîlerin de tıpkı nebîler gibi görevlendirilmiş olduklarını söyleyen Tirmizî şöyle devam etmektedir:

“Bununla onların insanlara gönderilmiş elçiler olduklarını kastetmiyorum. Demek istediğim onların Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ tarafından yalnızca elçi olarak gönderildikleridir. Allah Teâlâ’nın, işini üstlenip, seçip, Kendisi’ne ayırdığı her kişi dünyada elçidir ve gönderilmiştir. İsrailoğulları arasındaki kullarına bir ceza olmak üzere hazırladığı düşmanlarından bazılarını, Allah Teâlâ’nın nasıl zikrettiğini görmüyor musun? Şöyle buyuruyor: “Üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız”. ( İsrâ, 5)

Burada O, ceza ve kötülük için göndermiştir. Şu ayette zikredilenler ise hayır ve yardım için gönderilmişlerdir: “Senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermemişizdir ki…” Bu şu demektir: Biz hiçbir nebî göndermedik. Bir kavme nebî gönderilmiş midir? Şayet böyle ise o rasûldür. O halde nebî ile rasûl arasında ne fark vardır? Rasûl, (Allah Teâlâ’dan) haber veren, belli bir kavme gönderilip onları uyaran ve elçilik görevini yerine getiren kişidir. Nebî ise haber verir ama belli bir kavme gönderilmemiştir. Ancak kendisine sorulduğunda cevap verir. İnsanları Allah Teâlâ’ya çağırır, onlara nasihat eder ve rasûlün şerîati doğrultusunda yürümeleri gereken yolu açıklar.

Rasûle gelince, o Allah Teâlâ’dan getirmiş olduğu bir şerîate sahiptir ve insanları buna uymaya davet eder. Nebî ise elçi olarak gönderilmiş değildir. O kendisinden önceki rasûlün şerîatine tabi olur, halkı o rasûlün getirmiş olduğu şerîate uymaya davet eder ve onlara rehberlikte bulunur. Aynı şekilde muhaddes de söz konusu şerîat kanalıyla Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’ya çağırır ve rehberlik eder. Hak lisanıyla Allah Teâlâ’dan ona gelen müjde, destek ve nasihattir. Kendisine gelenler, şeriattan hiçbir şeyi neshetmez, bilakis ona tamamen uygunluk arz eder. İşte buna karşı çıkan vesvesecinin ta kendisidir. İbn Abbas radiyallâhü anh tilavetinde bu rasûl, nebî ve muhaddesi bir arada okumuştur. Çünkü onlar Allah Teâlâ katından gönderilmişlerdir. Allah Teâlâ onların her birinden ayrı ayrı söz almıştır (mîsak). Rasûlün mîsakı risâletiyle, nebînin mîsakı nübüvvetiyle, muhaddesin mîsakı velâyeti ile ilgilidir. Onların hepsi Allah Teâlâ’ya davet ederler. Bununla birlikte rasûlün risâleti şerîatle yerine getirmesi gerekir. Nebînin Allah Teâlâ’dan haber vermesi gerekir ki bunu inkar eden kafir olur. Muhaddese gelince, onun hadîsi rasûlün şerîati dâhilinde onun için bir destek ve ilave bir delildir. Şayet bunu Allah Teâlâ’nın kulları için kullanırsa bu onun Allah Teâlâ’ya yakınlaşması için bir rahmet ve vesile olur. Onu inkâr eden onun bereket ve nûrundan mahrum kalmış olur. Zira o Allah Teâlâ’ya çağırıp rehberlik eden olgun bir kişidir.” Hatmu’l-evliyâ, s. 352.

(Salih Çift, Hatmu’l-Evliyâ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 6 [2005], sayı: 15)

[8]—ÇEÇEN, Halil, Niyazî-iMısrî’nin Hatıraları, İst, 2006, s. 39

[9]—DURSUN GÜNEŞ (d.1948) Bayburt-Demirözü’lü Ali Haydar Efendi lakabı ile tanınan kişinin kendi hakkında verdiği bilgide geçen konu buna işaret olmaktadır.

”Efendim, seyahat döneminin öncesinde Dergâhı İzzette şöyle bir mana seyretmiştim; Hızır aleyhisselâm, İbrahim Garibullah manâmı açıp ruhumu alarak biz fakiri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna götürdüler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir kürsü üzerinde oturuyordu. Bana göre arka sağ tarafında Enbiya kürsüler üzerinde, sol tarafta da Evliyâullah ayakta durup bizi seyrediyorlardı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Hoş geldin evladım” diyerek elini uzattı. Elini Öptüm sonra ayağı kalkarak ellerini semaya açıp benim için dua eyledi. Enbiya, Evliya’da âmin söyledi. Dua bitince kürsünün sol tarafına bizi alarak, Hızır aleyhisselâm görevlilere, “Dursun Efendinin zamanında her ne kadar irşat olacak var ise, toplayın getirin” buyurdu. Biraz sonra sol taraf nebilerin ön tarafı mahşeri bir kalabalık oldu. Sırayla gelerek elimizi öpmeye başladılar. Anlayamadığım bazı haller oldu.

Bazen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle bir vücut olarak kürsüde oturuyor bazen sağında bulunuyor bazen soluna geçiyordum. Bu elimizi öpmeye gelenlere göre oluyordu. Sonra bu geçiş töreni bittikten sonra Hızır aleyhisselâm ve Garibullah’a dönerek “Götürün bunu temizleyip alın bana getirin” buyurdu. Onlarda alıp götürdüler. Bir merdiven başına getirdiler. Merdiven geniş aşağı iniyordu. Her basamak başında kapı vardı. Bu merdivenleri inerek bu odaları açıp görmemi söylediler. Bunun üzerine merdivenleri birer birer inerek odaları gezmeye başladım. Bu odalarda Silsile’yi Nakşibendî’ye de bulunan zatlar vardı. Hz. Şah Nakşibendî kuddise sırruhu’l-azizin odasına vardığımda odada bir tabut vardı. Şahı Nakşibend bana; “İşte evladım bu senin emanetindir”, “Zamanı gelince bunu taşıyacaksın” “Şimdi git odaları gez” dedi. En son basamağa odaya kadar gezdim. En son ki, odanın önünde Sivaslı İsmail İhramcızade Garibullah duruyordu.

“Hoş geldin evladım. Gel içeri” dedi. Ben sağa sola baktım. İbrahim Garibullah kuddise sırruhu’l-azizin odasını aradım. Pirzâde (İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretleri;

“İbrahim burada oda yapamadı. Artık buradan bizim odamızdan seyredeceksin. Senin mana ismin Ali’dir evladım “Ali evladım” dedi. Ve bir zaman o odada kaldım. Dört ay sonra İbrahim’in cennettteki mekânına iade edildim. İki sene onunla kaldım. Bir gün bana; “Sinemde ne var ise, sana emzirdim” dedi. “Bende artık bir şey kalmadı” dedi. Arkasında oturuyordum. Birden elini arkaya uzatarak omzumdan tuttu, üstünden aşırarak ileri fırlattı. Böylece yolumu açmış oldu pirlere ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize yürüdüm…” (Tevhid Gemisi Dergisi, İst. 2006, sayı 10, s.23–25)

[10]—Ken’an Rifâî, a.g.e. s.218

[11]—Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.41
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Mesaj gönderen nur-ye »


İbrahim Garibullah kuddise sırruhu'nun DUA beyti!

ARİF HUZURUNDAN AYIRMA BİZİ..

Gel ey kardeşlerim Hakk'ı bilelim
Gafletli dünyalar sarmasın bizi
Salati daim her dem kılalım
Nefsi şeytanımız almasın bizi

Dağlar gibi sarmış benlik günahı
Şu nefsin elinde eylerim ahi
Ey şu alemlerin sultanı şahı
Aklıselim ile yar eyle bizi.

Nefsimin elinden kapına geldim
Bir elime can günahımı aldım
Kurtar beni ya Rab isyana daldım
Feyiz deryalarından ayırma bizi

Nefsi bilen kişi Hakk'ı bilirmiş
Hakk'ın sırrına vakıf olurmuş
Allah'ı bilmeyen âmâ olurmuş
İki alemde dahi kör etme bizi

Hakikati sorma sakın vaizden
Şeriattan gayrı söylemez size
Nazar eylemezler aya yıldıza
Güneşten dahi men ederler bizi

Şu alem içinde veli gizlidir
Görürsen onları içden gözlüdür
Sorarsan kelamı doğru sözlüdür
Arif huzurundan ayırma bizi

İbrahim dertleri tükenmez bitmez
Gariplik hasretlik serimde gitmez
Bülbülün misali feryadım dinmez
Bahçenizde goncadan ayırma bizi

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


Resim '' Bir şeyin hayali O ŞEYe doğru götürüyor. Seni ÇEKEN gerçek, seni cezbeden gerçekten başka ŞEY değildir!..''

Şeyh-ul Ekber Muhiddîn İbn Arabî k.s
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: ŞEYH-ül EKBER MUHYİDDİN ibn ÂRÂB-Î (ks)

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim


Resim '' KELİMEler HARFlerden , HARFler HAVAdan , HAVA ise RAHMAN'ın NEFESinden meydÂNa gelir.''



Fütuhat c2 ,s33 - Şeyh-ul Ekber Muhiddîn İbn Arabî k.s
Resim
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön