Şems-i Tebrizi - Makalat(Konuşmalar) Birinci Bölüm

Muhammed Şemsüddin Tebrizî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Şems-i Tebrizi - Makalat(Konuşmalar) Birinci Bölüm

Mesaj gönderen Sufican »

Ön söz

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ

MAKALAT

(KONUŞMALAR)

GiRiŞ

Yıllardır, Makalât-ı Şems-i Tebrizî, ikinci adıyle Hırka-i Şems üzerinde çalışmaktayım. Bugünün diliyle Şems-i Tebrlzî, Konuşmalar diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle dolu bir elyazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı gibi, o çağın belli başlı şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması, hele Mevlânâ Celâleddin'ln karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini aydınlatması bakımından da bir hazine değerindedir.

Şems-i Tebrizî, Konya'ya niçin gelmiştir? Mevlânâ ile onun arasındaki ilişki nasıl başlamıştır? Mevlânâ'nın normal hayatını birdenbire altüst ederek ona coşkun ve taşkın yepyeni bir ruh aşılayan bu adam kimdir? İşte bu noktaları bize açıkça gösterecek çok Önemli bilgileri bu kitapta bulmaktayız. Kitabın gerçi çok çetin ve dikenli tarafları vardır ve bu özelliği, bugüne kadar bir çevirisinin yapılmasına engel olmuştur. Ancak mutlu bir raslantının bana bu eseri Türk aydınlarına ve tasavvuf meraklılarına tanıtmak fırsat ve cesaretini vermiş olduğunu söylersem, okurlarımın beni yadırgamayacaklarını sanırım. Bu çeviriye kaynak olan kitap, çok saygıdeğer dostum Mevlânâ torunlarından Prof. Dr. Ferudun Nafiz Uzluk tarafından vaktiyle bana armağan edilmiş olan elyazması bir nüshadır. Bu metin, 27x21 ölçüsünde ve 326 sayfadır. Nesih kırması, nesih, sülüs ve ta'lik gibi çeşitli yazı örnekleriyle temiz ve okunaklı bir şekilde yazılmış, üzerinde yer yer ufak tefek nüsha farkları işaret edilmiştir. Metnin bazı kısımlarının kenarlarına bol haşiyeler, açıklamalar eklenmiştir. Tarihi ve yazarı belli olmayan bu nüshanın, merhum Mevlevi arif meşahirinden Ayaşlı Şakir tarafından Dergâh müzesindeki iki nüsha ile karşılaştırılarak orijinal bir metinden kopya edildiği, sayfa kenarlarındaki haşiyelerin de sonradan eklendiği anlaşılmaktadır, işte üstad Prof. Dr. Uzluk'un himmetine borçlu olduğum bu kitabı her ihtimale karşı memleket kitaplıklarında bulunan başka elyazmalarıyle de karşılaştırmak lüzumunu duyduğum için önce Konya'dan işe başladım. Mevlânâ Müzesi Kitaplığı'ndaki 2144 ve 2145 sayılı iki yazma metinle yer yer karşılaştırdım. Daha sonra istanbul'da Beyazıd Kütüphanesi Kataloglarına baş vurdum. Veliyüddin Efendi Kitaplığından aktarılmış bir Makalât yazması buldum ama bu kitapçık ufak bir özetten başka bir şey değildi, istanbul Üniversitesi kitaplığında bulduğum 679 F.Y. numaralı metin de yine bir özetten ibaretti. Yaptığım bu araştırma ve incelemelerden sonra elimdeki nüshanın en doğru ve sağlam bir kaynak olduğu sonucuna vardım.

Kitabın bazı yerlerinde irkildiğim oldu. Bu yüzden, başlamış olduğum çeviri hayli gecikti. Son günlerde ikinci bir raslantı daha oldu. İran'da basılmış olan bir Makalât metni, yine aziz dostum Prof. Dr. Uzluk tarafından getirtilerek bana armağan edildi. Bu yeni fırsattan da faydalanarak yaptığım çevirileri bir de basılı metinle karşılaştırmak ve son kontroldan geçirmek lüzumunu hissettim. Türkiye'deki metinlerden alınan kopyalardan meydana geldiği anlaşılan bu kitabın, değerli bilgin ve araştırıcı İranlı Ahmed Hoşnuvis tarafından gözden geçirilerek üzerinde düzeltmeler yapıldığını, gerekli not ve haşiyelerle süslendiğini ve güzel bir baskı halinde irfan âlemine sunulduğunu görmekle de ayrıca mutluluk duydum. Kendi hesabıma, bu yeni baskıdan da hayli faydalandığımı inkâr edemem. Müellifine teşekkürlerimi sunmayı da bir borç bilirim. Ancak, benim çevirime esas olan nüsha ile yeni baskı arasında büyük ve önemli farklar buldum. Bendeki nüshanın birçok sayfaları basılı kitapta eksik kalmıştır. Hele yazma nüshanın 95'inci sayfasından 164'üncü sayfasına kadar olan kısım tamamiyle atlanmıştır. Daha başka yerlerde de hayli atlamalar görülmektedir ki kitabın ikinci baskısında bunların düzeltilmesi çok faydalı olacaktır. Şu hale göre Farsça metnin Türkiye'de kritik bir baskısını yapmak zorunlu görünmektedir.

Kitap hakkındaki araştırmalarımızı bu satırlarla özetledikten sonra, biraz da çeviri zorlukları üzerinde durmak isteriz. Kitaba esas olan elyazmalarını daha önce incelemiş bulunan İran'ın sayılı ilim ve fikir adamlarından rahmetli Furûzan Fer'in şu sözlerini aynen naklediyorum:

«Makalât kitabı, Şemseddin-i Tebrizî'nin bazı meclislerdeki sohbetleri sırasında, Mevlânâ ile konuşurken aralarında geçen bahislerden, müritler ve inkarcılar tarafından sorulan sorulara verdiği cevaplardan derlenmiş bir eserdir. Kitaptaki cümle ve pasajların kesik ve dağınık olması da gösteriyor ki bu eseri Şems kendisi kaleme almamış, belki o anılar her gün müritler tarafından kaydedilmiş ve son derece bir tertip bozukluğu ile de derlenmiştir. Ama inkâr edilemez ki, bize Mevlânâ'mn özel yaşantısını, onun hayat hikâyesini kapsayan bir çok gizli noktaları da gün ışığına çıkarmaktadır.»

Mevlânâ'nın, Şemseddin Tebrizî ile nasıl buluştuğunu anlatan ve o buluşmanın efsaneleşmiş yönlerini, iyi bilinemeyen, sebepleri anlaşılamayan taraflarını aydınlatmak gayreti gösteren birçok eski ve yeni menakıb yazarları, bu hikâyeleri ancak romantik bir kılıkta uzun uzadıya nakletmeye özenmişlerdir, işte Makalât kitabı bu gizli kalmış konular üzerindeki perdeyi kaldırdığı gibi, Mevlânâ'nın, Şems'e nasıl kapıldığına da bir dereceye kadar ışı tutmakta ve açıklık getirmektedir. Kitap, herkesçe bilinen halin aksine olarak Şemseddin-i Tebrizî'nin çok keskin görüşlü bir bilgin ve bir hakikat âşığı, mürşitlik mertebesine ermiş arif bir yol gösterici olduğunu öğretmektedir. İşte sadece bu nokta bile eserin önemini belirtmeye yeter.

Kitabın tarihî değerinden başka ayrıca, Şemseddin'le görüşmesinden sonra Mevlânâ'da yeni bir hayatın başladığım gösteren açık işaretler vardır.

Şems'in getirdiği yeni fikirler, prensipler ve öğretim sistemi konusunda araştırma yapmak isteyenler, aradıklarını Makalât kitabında bulacaklardır. Çünkü Makalât ile Mesnevi arasında kuvvetli bir bağlantı vardır. Nasıl ki Mevlânâ, Mesnevi'de geçen birçok fıkra, hikâye ve nükteleri Makalât'tan almıştır.

Kitap ayrıca gönül çekici deyim ve terimlerindeki üslûp güzelliği bakımından Fars Edebiyat ve Filolojisinin bir hazinesi değerindedir.

İşin zorluğunu belirtmek için yukarda saydığım sebepleri üstat Furûzan Fer de kabul ediyor. Ana dili Farsça olan bir ilim adamının bu görüşü, açık bir gerçeğin ifadesidir. Çevirinin zorluğunu artıran engellerin başında en çok diyaloglar gelmektedir. Konuşanla dinleyen, soran ve cevap veren; hatta üçüncü şahıs, aynı fiil ile ifade edilmektedir. Dedim ki, dedi ki yerine hep dedi fiili kullanılmıştır ki bu da şaşırtıcı sebeplerden biridir. Ama kitabı birkaç kere dikkatle, merakla ve sabırla okuyup da havasına girdikten sonra konu biraz daha aydınlanıyor. Kesik ve bağlantısız gibi görünen devrik cümlelerden sonraki cümle ve satırlardan bir mânâ çıkarmak mümkün oluyor, ama ne de olsa yine gramer kurallarına sığmayan sözler eksik değil. Bizi en ziyade ilgilendiren nokta, ele alman konuları herkesçe anlaşılabilir bir hale getirmek, Türk dilinin bugün benimsenmiş olan deyim ve terimlerine uygun fakat her türlü aşırılıktan, zorlama ve yapmacıklardan uzak bir çeviri örneği vermektir. İşte bu nokta üzerinde, gücümüzün yettiği kadar uğraştık. Konuşmalar kitabında, özellikle üstadın hayat hikâyesi, Mevlânâ ile aralarında geçen tasavvufî bahislerdeki görüş birliği, bazen düşünce ayrılığı, üstadın ağzından çıktığı gibi kayt ve zapt edilmiştir. Bu sohbet konuşmasından bazen değişik bir üslûp kokusu gelir; yer yer söğüp saymalar, öfke belirtileri, zamaneye göre ayıp sayılmayan bazı açık saçık nükteler de eksik değil. Ama bu özellik ve konulardaki değişik eda, okurları sıkmadan, onlarda derin bir ilgi ve merak uyandırmaktadır. Şimdi eserden müessire intikal yoluyle biraz da müellifin kısa bir biyografisini çizmeye çalışalım.



Şems-i Tebrizî Kimdir?



Büyük arif Melikdâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddln, yaradılışında üstün vasıflarla bezenmiş, Allah vergisi yüksek bir istidat ve kabiliyetle doğmuş Allah âşıklarından, ilâhî aşk şarabiyle başı dönmüş hakikat ve mânâ ehli erenlerdendir. Altıncı hicret yüzyılında Tebriz'de hayata gözlerini açmış, henüz çocukluk ve ilk gençlik çağlarında bile çağdaşı olan kuşağın çocuklarından bambaşka bir vasıfta yaratıldığını göstermiştir. Coşkun, hareketli, duygu ve düşünce bakımından daima ileriye bakan ve zamanının değer ölçülerini aşan bu harika çocuk, bize kendini şöyle anlatıyor:

«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı, 'Oğlum, dedi, ben senin bu halinden birşey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.' Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle benim babalık ve evlâtlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyle karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir göl kenarına raslarlar. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.»

Ahmet Eflâkİ'nin, sayın dostum Prof. Tahsin Yazıcı tarafından dilimize çevrilmiş olan Ariflerin Menkıbeleri adlı eserine göre Tebriz şehrinde Şemseddin'e Şems-i Perende yani Uçan Şems derlermiş. Bu lakabın ona, çok gezmesinden ve sık sık zamane ariflerini ziyaret için şehirler arasında dolaşmasından ötürü verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca ona manevî mertebesi ve ergin ariflerden sayılması dolayısiyle Kâmil.i Tebrizî de denilirmiş. Ama bunun, hem büyük arif Şemseddin Muhammed'in hem de başka bir Şemseddin'in lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Merhum üstat Furûzan Fer'in İran'da vaktiyle neşretmiş olduğu Menakıb-i Evhaduddin-i Kirman adlı eserde Evhaduddin şöyle anlatıyor: «Kayseri'de bulunduğum sırada Kâmil-i Tebrizî denilen bir zat vardı; bu, perişan halli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile vezirleri ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Batın ehli bir adam idi. Sultan yanında çok itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi red olunmazdı.» Şimdi Evhaduddin'in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük arif Şems-i Tebrizî'nin başka başka kişiler olduğunda şüphe etmiyoruz. Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı Evhaduddin'in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve Evhaduddin, Şems'in yüce mertebesini anlayamamıştır. Şu hale göre onun Kayseri'de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir yani Kâmil sözünün, o Şemseddin'in vasfı değil ismi olduğu anlaşılmaktadır.

Yine Eflâkî'nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında, Mevlânâ Celâleddin, yukarda sözü geçen ikinci Şems-i Tebrizî'den bahsederken, «Tebrizli Kâmil, Konya şehrinin aptalıdır, Fakih Ah-med'den birkaç derece daha üstündür,» demektedir. Bu Kâmil-i Tebrizî'nin, çok vakit zamane sultanlarının, devlet büyüklerinin makamlarına teklifsizce girip çıktığı, Saray kapıcılarının ona ses çıkarmadığı, hatta sultanın tahtına çıkıp oturduğu, meclislere vakitli vakitsiz girip çıktığı, meclislerdeki aletlerden herhangi birini alıp dışarı fırladığı halde hiç kimsenin ona engel olmaya cesaret edemediği anlaşılmaktadır. Bazı açık gönüllü büyükler, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'ye, Seyfullah yani Allah Kılıcı da demişlerdir. Bu Kâmil-i Tebrizî'nin adı, Makalât kitabında da aynen geçmektedir. İlerde görüleceği gibi Makalât' ın ikinci bölümü şöyle başlıyor:

«Pir Muhammed'e sordular: Tebrizli Kâmil'in hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş bir serçeye dönüyorsun sonra diyorsun ki, 'doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım. Çünkü o kendi hesabına yaşıyor»

Yukarıdaki sözlerden de anlaşılıyor ki bu Kâmil-i Tebriz başka bir Allah eridir. Evhaduddin'in Kayseri'de gördüğü, Mevlânâ'nm, «Fakih Ahmed'den birkaç kat daha üstündür,» diye bahsettiği zat da Kâmil-i Tebrizi'den başka birisi değildir. Çünkü bunun büyük arif Şemseddin Muhammed'e benzer bir tarafı yoktur. Zaten Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Mevlânâ Çelâleddin'in Şems hakkında kullandığı deyimler arasında da çelişki vardır. Mevlânâ, hiç bir zaman üstadını başka vasıfla övmemiş, onu Kâmil-i Tebrizî diye anmamıştır. Bu açıklamalardan sonra şimdi yine asıl konumuza dönebiliriz.

Büyük arif Tebrizli Muhammed Şemseddin, bazı yanlış görüşlü tetkikçilerin sandığı ve bize tanıttıkları gibi basit bir bâtınî dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği büyük mürşitler arasında üstün vasıflarla yaratılmış eşsiz bir ariftir. Böyle olmasaydı, Mevlânâ gibi zahir ve batin ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve müftülük mertebelerine yükselmiş seçkin bir insanı, Allahsal bir aşk ve iştiyak ateşiyle tutuşturabilir miydi? Mevlânâ'ya bütün normal hayatını bir tarafa iterek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin dışında başka bir âleme götüren; ona mânâ âleminin pencerelerini açan bu Tebriz güneşi, bu Türk velisi olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu yetenekte olan ulu bir arifin bayağı bir bâtınî dervişi olamayacağı; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve irşad kaynağı olduğu şüphesizdir. Makalât'ın incelenmesi, bize, Tebrizli Şemseddin'in, zamanında en yüksek islâmî bilgilerden, tefsir, hadis, fıkıh, felsefe ve kelâm bilimlerinde de yeter derecede ilerlemiş olduğunu ve dört mezhebin fıkıh esaslarına da âşinâ bulunduğunu ve bu cümleden olarak Şafiîlerin meşhur beş kitabında Tenbih adlı eseri de incelediğini gösteriyor. Şems'in, Arap edebiyat ve filolojisinde de üstün bir bilgiye sahip olduğunu anlıyoruz. Yıllarca Suriye'de Halep ve Şam gibi büyük şehirlerde yaşadığı, Araplarla ilişki kurduğu, onların dillerini gayet iyi bir şekilde konuşup yazdığı Makalât'taki yer yer Arapça pasajlardan anlaşılmaktadır. Bir aralık Erzurum'da ve Türk şehirlerinde öğretmenlik yapmış olan Şems'in Konya'ya nasıl ve niçin geldiği bahsine dönelim:

Makalât'ta şu satırları okumaktayız:

«Allah'a yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, 'Seni bir veliyle yoldaş edelim,' dediler. 'O veli nerededir?' diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu'da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada, 'Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,' dediler.»

Bu açıklama bize, Mevlânâ'nın da vaktin olgun velileri mertebesine yükselmiş kendisine muhatap olacak kuvvetli bir mânâ ehli bulamadığı için zahir bilgileri çerçevesi içerisinde kalmış olduğunu göstermektedir. Şems bunu duymuş ve sezmiştir. İçindeki coşkun hisleri aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlânâ Celâleddin'de bulmuştur.

Mevlânâ Celâleddin, gerçi mânâ âlemine ait bilgilerden yoksun değildi. İlk tasavvuf neşesini babası Sultanu'l-Ulemâ' dan, onun ölümünden sonra da Horasan erenlerinden babasının arkadaşı Tirmizli Seyid Burhaneddin'den almıştı. Ama Şems ile buluşması bambaşka bir hadise olmuştur. Bu hadiseyi Eflâkî, Molla Cami ve diğer tezkirecilerle Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled, çeşitli ve renkli dekorlar içerisinde anlatırlar. İlerde bu konuya dönmek üzere bir de Şems'in ilk üstatlarına -ve tasavvufla nasıl ilgilenmiş olduğuna dair elimizdeki bilgileri özetleyelim:



İlk Çağları

Şems, kendi ifadesine göre ilk nasibini Tebriz'de, Ebûbekr Sellebaf (Sepetçi Ebubekir) adında bir mürşitten almıştır. Eflâkî'nin Sultan Veled'den naklederek anlattığına göre bütün velîlik niteliklerini onda bulmuştur ama kendisinde, şeyhinin göremediği ve hiç kimsenin farkında olamadığı birşey vardı ki onu ancak Mevlânâ Celâleddin görebilmişti. Yine Şems'in Sultan Veled'e anlattığına göre çocukluk günlerinde Allah'ı, melekleri, yerlerde ve göklerde bir çok olayları görür, herkesi de kendisi gibi sanırmış. Ama sonradan anlamıştır ki bunları başkaları göremiyor. Şeyh Ebubekir de bunları herkese söylemesini yasaklarmış.

Hafız Hüseyin Kerbalayî'nin, Ravzatül Cinan (Cennet Ban. çeleri) adlı eserinde şu satırları okumaktayız:

Şems-i Tebrizî uzun süre Tebriz'de Şeyh Ebûbekr Selle-bafın hizmetinde bulundu. Büyük bir olgunluk ve erginlik mertebesine erdi ama onu daha fazla olgunlaştırmak Şeyhinin takati üstüne çıkınca Ebûbekr, insaf ve takdir yoluyla ona artık bu olgunlaşmanın daha ileri mertebesini başka yerde aramasını tavsiye etti; seyahata çıkmasına izin verdi. Şems önce Kirmanlı Şeyh Evhaduddin'in piri Şecaslı Şeyh Rükneddin'e, sonra da Tebrizli Şeyh Şahabeddln Mahmud'a gitti. Zamanın büyük mürşitlerinden olan o zatın hizmetlerinden de çok feyiz aldı. Daha sonra zamane şeyhlerinin önderi sayılan Cent'li Baba Kemal'e baş vurdu; ondan da hayli faydalandı ama Mevlânâ ile buluşuncaya kadar, ilk üstadı Ebûbekr'in hatırasını daima saygı ile andı; onu hiç unutamadı. Ebûbekr'in manevî mertebesini Şeyh Sadi de Bostan kitabında şöyle övmektedir:

«Tebriz taraflarında bir aziz vardı ki, daima uyanık gönüllüydü, geceleri uyumazdı. Gecenin birinde bir hırsızın dama çıkmak için kement attığını gördü. Adam o sırada, halkın sesini işitince o tehlikeli durumda sığınacak bir yer bulamadı; telaş ve korku içerisinde kaçmaya çalışıyordu. Bunu seyreden aziz derviş, mum gibi erimeye başladı, zavallı hırsızın çektiği korkuyu düşündü. Karanlıkta dama doğru yürüdü, başka bir yoldan hırsızın karşısına çıktı, 'Dostum gitme,' dedi. 'Ben sana yabancı değilim. Yiğitlikte senin ayağının toprağıyım.' Hemen kavuğunu, sarığını, yanındaki eşyasını yukarıdan hırsızın eteğine bıraktı ona çok özürler diledi ve 'Haydi çabuk şimdi buradan kaçıp canını kurtarmaya bak; duman gibi kendini yok etmeye çalış,' dedi.»

Cennet Bahçeleri'nin yazarı Kerbelâlı hafız Hüseyin, işte bu azizin Şems-i Tebrizî'yi yetiştiren Ebûbekr olduğunu; onun, eli vergili, cömert ve çok üstün yaratılışlı seçkin bir zat olduğunu kaydetmektedir.

Şimdi Mevlânâ'nın Şems'i nasıl gördüğünü, ona bağlanmasının nedenlerini tekrar araştıralım: Eflâkî şöyle diyor: «Hazreti Mevlânâ buyurdu ki 'Bir gün bana Melekût âleminin yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle Miraç etmek nasib oldu; dördüncü kat göğe kadar çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen sarayın sakinlerinden bunun sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, 'Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-i Tebrizî'yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık,' dediler.»

«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.»

Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems'in görüşlerini dinleyelim:

«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ'nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır; onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha lâtiftir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl uğraşsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî, Konuşmalar, M. 77.)

İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı sevgi ve saygıdan birer örnek alarak yukarda naklettiğimiz vesikalar bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan, biri birinden renk ve ışık alan iki irfan hazinesidir. Her ikisi de aşk ve hakikatla dolu; madde ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.



Şems'in Ailesi

Devletşah Tezkeresî'nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî İsmailiye mezhebi büyüklerinden Büzrükümid'in torunu Havend Alâeddin'in oğludur. Alâeddin, dedelerinin sapkın inançlarını bir tarafa atarak zındıklık yolundan ayrılmış baba ve dedelerinin kitap ve defterlerini yakmış, tam manasiyle islâm ve ehli sünnet inançlarını benimsemiştir.

Bazı tezkerecilere göre de Şems'in aslı Horasanlıdır. Babası ticaret maksadiyle Horasan'dan Tebriz'e gelmiş, orada yerleşmiş; Şemseddin de Tebriz'de doğmuştur. Devletşah diyor ki, «O, nerede doğarsa doğsun işin suretine değil manâsına bakmalıdır. Asıl zevk, ruh âleminin manasına erebilmektedir. Yoksa, bedenler nerede olursa olsunlar ne değeri var.»



Konya'ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma

Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü Konya'ya gelmiştir. (M. 48). O

Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin Nefahat-ül-üns'de ve bizzat Makalât metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle anlatılmaktadır: Şems yukardaki tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram bağlarında sayfiyede olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla Mevlânâ'nın yolunu gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve kendisine yaklaşmaktadır. Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen söyle bana,» der, «Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti Muhammed (selât ve selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne münasebet var?» Şems, «Ama niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde Bayezid, 'Beni ululayın şanım ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş, bir süre sonra kendine geldiği zaman Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün halvette kalarak hiç kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled sağlamıştır.

Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak yere yıkıldığını, büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti Muhammed (S.A.), cihan varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman da suya kandığından söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin ufacık penceresine kadar sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir ki, şüphesiz hep susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu her iki davacıdan Hazreti Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce hemen dolu verir ve daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha çok ilerler. Hakkın yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat gördükçe aşk ve hayreti artar ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu cevap karşısında Şems-i Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.

Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz, ibadet ve sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin'in ilmî konuşmalarından, irşad ve sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler söylemeye ve düşmanca hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı Bahaeddin Veled'in oğlu bir Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi,» diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir Tebrizlinin peşine düşmüş? Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,» diyorlardı. Bu dedikoduları işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer sevseydiniz onu öyle çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.



Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları

Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî benliğinde, onun velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek artık Şems'in pervanesi olmuştu. Dış âlemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık haline dönüşmüştü. Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini körüklüyorlardı. Şemseddin, hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun bardağı taşıracağını sezmiş ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya'dan ayrıldı; kayıplara karıştı. Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu ayrılıştan sonra onun Şam'a gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması Mevlânâ'yı eski hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin bozulmasına yol açtı. Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete kapanıyordu. Neredeyse o ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi. Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve kayıp hazinenin yeri belli olmuştu. Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:

«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her birinin ahvali sohbet sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri gönüllü bir dervişe rastladım. Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona sevgi nazarıyla bakar, saygı göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan bu eski dost Şam'a tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»

Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Onun bu üzüntü ve ıstırabını gören dostları devamlı olarak halvetten ayrılmayan, toplumla ilişkisini kesmiş ve sağlık durumu bozulmuş olan Mevlana'yı tekrar eski hayatına ve neşesine kavuşturmak için çareler aradılar, yaptıklarına pişman olduklarını söylediler, özür dilediler. Bunun üzerine Mevlana, Şems'e çok içli ve özlü bir mektup yazdı. Ona şu anlamdaki gazeli de ekledi:

Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allah'a ant içerim ki onun nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile cihan aşk ile âşıklarla, hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren hazinesi gizlendi. Senin ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce beden bir virane, can da o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine şahlandır; akşamım seninle aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!

Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli hediye, altın ve gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi. Söylediklerine göre iki bin dinar altını Şems'in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti. «Benden selâm götür, âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün ise şu gazeli de onun huzurunda irşad, et,» dedi.

Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana getirin!

Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru yürütmeye çalışın.

Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi atlatır.

Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.

Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allah'ın ne garip işlerini göreceksin.

Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü karşısında bütün ışıklar söner.

Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve sevgiler götür.

Sultan Veled, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı. Oraya varır varmaz, babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu, armağanlarını teslim ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile Konya'da beklediklerini anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar karşısında dayanamadı; Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde Şems'in önünde piyade olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına geldikleri zaman babasını müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve giysilerini çıkardı ve dervişe bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems'i büyük bir sevgi ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.

Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı sevgi ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona eskisinden daha çok saygı göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine kaynaşmışlardır ki artık ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:

Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;

vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.

Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,

ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!

Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!

Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!

Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek

arzusiyle aklım başımdan gitmişti.

Sence bilinen benim kalp sözlerimi,

hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.

Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki genç ve güzel kızı da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya, sövüp saymaya başladılar. Eflâkî'nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir hücrede halvete çekildiler. Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı. Yanlarına yalnız Kuyumcu Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu fırsat buldukça küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman katlandı, ses çıkarmadı ama artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak, «Artık bu halkın kötü davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu müddet içinde ansızın oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını bomboş bulunca dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek sesle, «Kalk Bahaeddin kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan yoksun kaldı,» diye feryada başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses çıkmadı. Mevlânâ artık gece gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam taraflarında aramak için yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada aylarca Şems' ten bir iz ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya döndüler. Bu olay, 645 hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki: «Bu sefer sırasında Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:

Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız. Rum Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah kâküllerinden Şam'da tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak güneşi Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.

Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına göre güya Sultan Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan Şems'i çağırır. Şems, hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi bilin ki madde ve mânâ âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan faydalanarak, hemen bir bıçak saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»

Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki bilgiler arasında büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O zamana kadar halkın hayal gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü vardır. Konya'da göz önünde geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in peşinden diyar diyar dolaşması, Şam'da aylarca Şemsi araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.

Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar kılmazmış; hep Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:

Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm sükûnete kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebrizi nakşını işliyor.

Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş olduğuna dair hiç bir işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık sarıyor ve matem nişanesi olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.



«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?

Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu tamamlayıcı bilgileri vermektedir:

«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli erenleri ziyaretten sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba KemaLi Cendi'nin tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı eseri olarak Lemeât sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya'mn tavsiyesi ile Baba Kemal'in tekkesine gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle, gazellerle ifade ediyordu; bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir gün, Şeyhi, «Oğlum Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi. Şemseddin, şu cevabı verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere ve bilgilere âşinâ olduğu için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor. Fakat bende bu cihet eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve son hakikatleri senin adına dile getirecektir.»

Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun kurucusu meşhur Necmeddin-i Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin anlattıklarına göre ibrahim Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn Sühreverdî'nin müridi ve daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek maksadıyle ayrılmış; dönüşte Şam'da bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh Şemseddin'le görüşmek fırsatını bulamamıştır.

İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık yaşlarında evini barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin dergâhına gitmiş, onun derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin İrakî'nin ününü duymuş onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:

Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.

Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,

onları bir araya topladılar adına aşk dediler.

Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.

Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?

Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan duygulanır, yaş dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından öperek, «Sevgili evlâdım, sen artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.

Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu çileye sokar, on gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli yazarak yüksek sesle okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik geleneklerine aykırı görür, Şeyhe şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona yasak değildir.»

Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems oldukça ileri bir yaşta idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de Hindistan'da yerleşmişti. Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in Dergâhına kadar ulaşması biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları öğrenip gece gündüz sayıklaması yolundaki masal ciddî sayılamaz.



Şemseddin'in Tarikat Bağlantısı

Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun müridi olduğunu söyler ve aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:

«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud, Maruf-u Kerhî'yi; Maruf, Serî-i Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed Gazalî'yi; o, Ahmed Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled, Seyyid Burhaneddin Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i irşad etmiştir. Oysa bütün tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki açıklamalarına göre asıl Mevlânâ Celâleddin'in, Şems-i Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle çelişmektedir. Nasıl ki, onun şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:

Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü tuzağından kurtulmak nasıl mümkün olurdu.

Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi mahvederdi.

Onun aşkının okşayışları, sevgisinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun sayesinde uzak kaldık,.

Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün zorluklarda bize yardımcı olmuştur.

Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık verdi.

Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.

Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile Hızır gibi bizi hep o pınara çağırır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr Sellebâf'a mürid olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl ki Konuşmalar'da da şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda yoktu.»

Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra tekrar sahiv yani ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine geçip sükûn bulması mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu sebeptendir ki onu zamanenin büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin, çağdaş pirlerden Kirmanlı Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir tekkesi vardı. Şemsin Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma devresini burada yaptığı sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar müellifinin verdiği bilgiye göre 606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat silsilesinin, Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî, Ziyaeddin Ebunnecip Abdul Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım Bin Abdullah Gürgânî'ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e; ondan, Ebû Ali Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî'ye; ondan Maruf-u Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye dayanmaktadır.

Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının başlangıcında, yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir Sühreverdî'nin halifesi olduğunu kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582 yılında olduğuna göre bu cihet gerçeğe daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in sohbetine eriştim; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali Kâtib' in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o, Habib-i Acemî'nin; o, Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz almıştır.» Evsafu'l - mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi Mevlânâ Celâleddin Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi'ye ondan da büyük mürşid Nec_ meddin Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği gibi, Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep) diye anılan koluna bağlanmakta ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o, Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu ilişki sağlanır. Necmeddin-i Kübra da yukarıda adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî'nin; o, Ebûbekr Nes-sac'ın; o da, Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Cüneyd'in; o, Serî-i Sakatî'nin; o, Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa Rıza'nın yetiştirmesidir.

Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da, tekrar Şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya bağlanmaktadır.



Şems'in Son Günleri

Şems'in büyük tarikat ve tasavvuf erenleri arasındaki mevki ve derecesini yukarıda adları geçen kaynakların ışığı altında belirttikten sonra bir de onun kayboluşu ve ölümü üzerindeki esrar perdesini açmaya çalışalım.

Şems'in, Konya'ya ikinci gelişinde Mevlânâ'nın, onu daha iyi bir rahat ve huzur içinde yaşatmak için, Kimya adındaki kızla evlendirdiğini; onunla zaman zaman anlaşmazlıklara, dargınlıklara yol açan, bir geçimsizlik devresi geçirdiğini biliyoruz. Konuşmalar'da bu anlaşmazlıklardan acı acı şikâyet etmektedir. Ferudun Ahmed Sipehsâlâr'ın anlattığına göre bu geçimsizliğe âmil olanların başında Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alâeddin gelmektedir. Alâeddin, Şems ile Kimya'nın özel harem dairelerine teklifsizce ve hiç bir izin almadan girer çıkar ve bu yüzden Şems'in haklı ihtarlarına uğrarmış. Gerek gördüğü bu hakaretlerden, gerek daha önce Kimya'ya gizli bir ilgi beslediği sanılan genç Alâeddin'in Şems'i bir düşman, bir engel gibi görmesinden dolayı araları çok açılmış. Şems, bunu Mevlânâ'ya sezdirmemek için çok tahammül göstermiş fakat son zamanlarda bardağı taşıran bazı olaylar olmuş. Şems'in ortadan kayboluşu hadisesinde onu yok etmek isteyen bir güruhun başında Alâeddin Çelebi'nin bulunduğundan bahseden bazı tezkereciler, şüphe yok ki sonradan uydurulan komplo masallarının tesiri altında kalmışlardır.

Şems'in kayıplara karışmasından bir müddet sonra Kimya, derd-i gerden (boyun ağrısı) hastalığından ölmüş. Alâeddin Çelebi de sayılı müderrislerinden iken genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Aziz arkadaşım Prof. Ferudun Nafiz Uzluk'un himmetiyle bastırılan Mektûbât-ı Mevlânâ'da, Hazreti Pîr'den zamane kadısına bir mektup görüyoruz. Bu mektupta, Fahru'l Müderrisin yani Müderrislerin Kıvancı Alâeddin'in terekesinin mirasçıları arasında taksimi istenmekte ve Alâeddin hakkında hiç bir küskünlük eseri sezilmemektedir. Şems-i Tebrizî'ye gelince, onun Konya'dan tekrar Şam'a döndüğü, oradan Tebriz'e gittiği ve Tebriz'de Hakkın rahmetine kavuşarak Geçil Kabristanı'na gömüldüğü, değerli bilginlerimizden merhum mütercim Asım Efendinin araştırmalarından anlaşılmaktadır.

Şimdilik sözlerimize burada son verirken beşeriyet icabı bazı hatalarımız varsa bağışlanmasını, düzeltilmesini sayın okurlarımızın yüksek müsamahasından bekler, ulu Allahdan başarılar dilerim.

12/12/1973, Ağın

Mehmed Nuri GENÇOSMAN


BİRİNCİ BÖLÜM

(M. 2) Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlar ve ondan yardım dilerim.

Bu kitap sevgili erenler sultanı Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin sözlerinden derlenmiştir. Allah bereketini üzerimizden eksik etmesin.

Ten'den geçer" de can'a erişirsen bir hâdis'e yani sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş olursun. Hak kadim'dir; başlangıcı olmayan varlıktır. Hadis, kadimi nerede bulur? Onu nasıl anlayabilir? Toprak nerede, her şeyi yaratan ulu Allah nerede?

Sende bulunan o kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin candır ama, canı koltuğuna aldığın zaman ne yapmış olursun?

Şiir:

Âşıkların sana can armağanı getirseler bile

Başın için hepsi de Kirman'a kimyon getirmiş olurlar.

Kirman'a kimyon getirmişsin ne değeri var? Ne yüz ağartır, kaç para eder? Bu gün orası öyle yüce bir saraydır ki, niyaz'sızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyaz götür ki, niyazsız olan o dergâh niyazı sever; sen de o niyaz yüzünden şu hadiseler arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Kadimden sana bir şey erişir. İşte o aşk'tır". Aşk tuzağı gelir ve seni sarar; nasıl ki Kuran'da, «Onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever,» (Mâide sûresi, 54) Âyetin tamamı şöyledir: «Ey iman edenler! Sizden dininden dönenlerin yerine Allah öyle bir toplum getirecektir ki, onlar Allahı sevecekler Allah da onları sevecek. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlüdürler, Allah yolunda savaşırlar. Kovucuların dedikodusundan çekinmezler. Bu Allahın bir vergisidir ki dilediğine verir.» (Mâide, 54) nükteleri, işte bu sevginin etkisine işarettir. O kadimden kadimi görürsün, «O, gözleri kavrar,» (En'am sûresi, 103) Âyetin tamamı şöyledir: «Onu (Allah'ı) gözler kavrayamaz, belki o gözleri kavrar; o latiftir, her şeyi bilici ve görücüdür.» (En'am, 103).O âyetindeki nükte de buna işarettir.

Kıyamete kadar sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan sözün tamamı budur.

Bana velî diyorlar. Dedim ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben bununla öğünürsem çok çirkin düşer, ancak Mevlânâ, Kuran ve hadiste yazılı vasıflardan anlaşıldığına göre velî'dir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum; bu bakımdan daha sağlamım.

Aynaya yüz kere secde etsen hiç yerinden oynamaz. Onda eğer sonradan olmuş bir çirkinlik varsa, kusuru kendinde bil aynayı kötüleme. Onun yüzünde gördüğün bu tek kusuru ondan gizle, çünkü o benim dostumdur. O hal diliyle der ki, «Bu elbette olmaz.»

Dedi ki: Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane bulamıyorum, sözünü kıramıyorum, ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana vermiyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki ihtimal vermezsin, eğer aynanın yüzü kusurludur desen daha beter olur. Sevgi bırakmaz ki bir bahane bulayım. Şimdi diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın yüzünde bir kusur görürsen onu aynadan bilme; aynada sonradan olmuş b:l! Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul! Bari benim yanımda aynaya bakma. Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın. Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanın sahibiyim. Aynayı kötüleme!

«Kabul ettim and içtim,» dedi, «aynayı getir artık sabrım kalmadı.» Tekrar gönlü razı olmadı, «Ey üstat,» dedi «tekrar bir bahane bulayım ola ki bu şarttan vaz geçersin.» Ayna işi ince bir iştir. Tekrar aradaki sevgi buna müsaade etmedi. «Şimdi o şartı bir daha tazeleyelim,» dedi. O da şu cevabı verdi: Şart ve sözleşme şudur: Her kusurunu gördükçe aynayı yere vurmayacaksın, onun cevherini kırmayacaksın! Cevheri kırılmaya elverişli olmasa bile bunu yapmayacaksın. «Hâşâ,» dedi «asla böyle bir kasıtta bulunmam ve bunu da düşünmem bile. Ayna hakkında hiçbir kusur düşünmem.»

«Şimdi aynayı bana ver ki bendeki edebi göresin; bendeki vefayı göresin!» Dedi ki: Eğer kırarsan onun cevheri şu kadar, bedeli bu kadardır. Buna tanıklar, deliller gösterdi.

Şimdi bütün bu sözlerden sonra aynayı eline verince kendisi kaçtı. Öteki kendi kendine, «Eğer bu ayna iyi ise, o niçin bırakıp kaçtı?» diyordu. (M. 3) Hemen kırmayı düşündü, yüzüne tuttuğu zaman yüzünde çok çirkin bir hayal gördü; istedi ki yere vursun. Ama bunu yapamadı. Dedi ki: Onun yüzünden ciğerim kan oldu. Şu suç ve ziyan karşılığı ödeyeceği paralar, bu iş için tutulan tanıklar sözleşmeler hatırına geldi. «Keski,» dedi «o şartlar, o tanıklar ve para cezaları olmayaydı. Ben de gönlümü hoş eder ne yapmak gerektiğini ona gösterirdim.»

O bunu söylerken ayna da hal diliyle ona şöyle çıkışıyordu: Görüyorsun ya! Ben sana ne yaptım? Sen bana ne yapıyorsun? Şimdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor. Çünkü kendini seven kimse nefsine saygı gösteriyor. Aynayı seven de her ikisinden vazgeçer.

Bu ayna, Hakkın kendisidir. O sanır ki ayna ondan başkasıdır. Bununla beraber aynaya dönenlere ayna da karşılık verir. Aynanın eğiliminden dolayı onun da aynaya karşı eğilimi vardır. O tersine olarak aynayı kırmış olsaydı beni de kırardı. «Ben gönlü kırıkların yanındayım,» buyurulmadı mı? Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi ve ihtiyat göstermesi imkansızdır. O bir mehenk taşı ve terazi gibidir; eğilimi daima hakka doğrudur.

Bir defa ona desen ki, «Ey terazi! Bu ağırlık azdır doğru oturmuyorsun! Doğru göster!» O ancak hak olan şeyi gösterir; iki yüz yıl düzen versen karşısında iki yüz kere secde etsen de faydasızdır.

Mevlânâ size çok teşekkür ediyordu; onu dinlemek ve dinlemekteki zevk, sizinle yanına gittiğimizde gösterdiği lütuf ve iltifatlar o kadar hoşumuza gitti ki, oradan ayrılmak istemedik. Şunu hatırla ki, bu halk ile iki yüzlü konuşursan hoşlarına gider; sen de onların sözlerini dinlersen hoş karşılarlar. Yoksa başka türlü konuşmaktan sıkılırlar. Bugün onlar bizimle iyi geçinmeseler bile yine doğru hareket etmek gerekir. Kendine ve dostlarına karşı daima doğru davranmak yaraşır. Nasıl ki ulu Allah Peygamberine, «Emrolunduğu gibi doğruluk göster!» (Hûd sûresi, 113; Şûra sûresi, 15) buyuruyor. Sen ki doğrusun, doğru kal! Doğruluk göster. Eğriye ne kadar doğru desem doğrulmaz. Adamın biri Padişaha nedim olmuştu. Bu adamın gerçek dostluğu Padişahın hoşuna gitti, onu daima okşardı. Padişahın işleri bu yeni nedimin günlerinde düzelmiye başladı; en zor işler kolaylaştı. Bu vaktin erleri ise bu yolda taklide giderler ve işi taklidin son kertesine götürürler. Bu iş ve bu konudaki düşüncemiz şudur ki, bütün bu sözler büyükler tarafından söylenmiştir. Remizler, işaretlerle bu sözlerin yorumları her taklittir. Hiç bir yerden başını çıkaramaz.

O ne yüce devletlidir ki kadı olmuştur. Kendimize bir kaç yol seçiyoruz ve onlardan yürüyoruz. Ama onun evinin kapısının Önünden geçmek istemiyoruz, sakınıyoruz, çok sağlam bir devlet sahibidir o. Bu kadar kö-tülükleriyle beraber silahtar oğluna kılıç çekti, kendi kendine dedi ki: Kötülükte böyle yüzlerce üstat vardır. O da dedi ki: Ey hoyrat çocuk bu sözü bir daha söylersen senin halin neye varır? Sen kendinden daha güzel değilsin, nasıl diyorsun ki bunu Çelebi bilir? Ben adamcağız kurtuldu dedim, «O söylüyorsa kanını dökeriz,» dediler. Ben de, o silahtar oğlu için, «O bilir» dedim, «o onu suçlandıramaz; kendi oğlu terbiyesine de gücü yetmez, soyu bozuktur her tüyü sayısınca kendini vermiştir.»

Her kalender ve zındık bu oklidis ilmini ve bu konuları iyi bilir. H, bugün bütün suçları işlemiştir, gönlüm ona yabancı kalamıyor. Bu Allah'ın işleri hep sebepsizdir, bununla beraber eğer ona söylersem derisini yüzer, «Senin ne işin var ki bu kadar yapamıyorsun?» derler. Mademki böylece birinin geldiğini gördün niçin karşılamıyorsun? Haşmet ve saltanat sahibi olanlara inciltmek yaraşır, onları her zaman işsiz bı rakıyorsun, bir temel üzerinde yürümek gerektir. «Sözü bugün söylemelidir,» diye şaka yaptığın için incindi. Bir gün diyorum ki, bu sözü ve bu aynayı'kırayım. Biri İmad'dır ki şöyle söylüyor: «Ben, Mevlânâ'nın senin kapında bir şey olacağına inanıyordum; halbuki şimdi sen ona inanıyorsun. Öyleyse sen de Mevlânâ da her ikiniz de bir şey değilsiniz!» tşte zor gelen bu söz ni-faksızdır. Doğru sözdür. Bu sözü tekrarlamak yine aynı sözdür. Bu tıpkı Cüneyd-i Bağdadî'ye gönderilen zındık mualimin işine benzer. Uzun yolculuklardan sonra Cüneyd'in makamına vardı, ona dedi ki: «Ey Cü-neyd, benden ayrıldığın günden beri her konup göçtüğün yerde senin bütün hallerini biliyorum. Ama burada kalalıdan beri sana söyleyecek bir şey bulamıyorum.» Nasıl ki şeyhin biri sofiye dedi ki; «Sen, Musa' ya yakın değilsin; seninle nasıl olur da sırlardan konuşabilirim? Bana bir sır söyle diyorsun; sana nasıl sır söyleyeyim? Açıkça söylesem bile anlamıyorsun, ya gizli söylesem nasıl anlıyabilirsin?»

Yavaş konuşulur, işitir; ancak bu sözden başka bir söz işitir. Ona yetişmek için uğraşırım ve, «Başka şeyler işitiyorsun derim,» ama ona sır söylersem nasıl takat getirebilir? Cüneyd'in şeyhi olan o zat ile yakınlığı yoktu. Şeyhlerin kuvveti başka başka olur. Onlar, küfür ve islâm bizim katımızda birdir derler, bununla beraber bütün kuvvetler iki kılıkta görünür. Dedi ki: Seninle hiç konuşulamaz; âlemin parmakla gösterilen adamı, cihanın maskarası olmuşsun. Bununla beraber bir zaman bu Cüneyd-i Bağdadî çokça üzüm yemişti, midesini gaz yapan şeylerle doldurmuştu, sıkıntısını gidermek için ayakyoluna gitti o üzümü demiyeyim, ancak ondan hasıl olan ve öteye beriye dağlan yeller', falan gibi yüz bin uğursuzdan daha iyidir.

Evhad, bu celâl ve ululuk sahibi Allah'ın temiz sıfatlarındandır. Onun mutlu sözlerindendir. Sen kimsin, senin sözün nedir; bu sözler Hakkın sözüdür ve bir hikmet üzerine söylenmiştir. Bu başka bir deyimde büyüklere işarettir. Evet o da vardır, seninki hangisidir? Ben kendi halimden bir söz söylüyorum hiç bunlarla ilgilenmiyorum; sen de de söz varsa bana söyle, anlat onları. (M. 4) Bir aralık ince bir söz açılırsa örnek göstermek için onu açıkla! Bu sözlere Mevlânâ' nm buyurduğu gibi Kuran ve hadislerden mühür vurmalıdır ki manası açıklanmış olsun; maksada uygun düşsün. Biri dedi ki: Onun güzel ve korkunç sıfatlan da vardır. Güzel sıfatları arasında utangaçlık, korkunç sıfatları arasında da öç alma sıfatları vardır. Ama korkunçluk tarafı güzellik tarafından üstündür; yalnız senin için şu var ki kinci değilsin. Bu sıfat binlerce sıfatlardan daha iyidir. O bir kaç gün seninle konuşmadığım zamanlarda niçin korku ve ürküntü içinde kaldın? Demek ki Allah korkusu duydun. İşte bu iyi bir alâmettir. Bir aralık ben sana, «Konuş,» dediğim zaman maksadım şu idi: Mana, kaplan huyludur dışarı çıkmaz, söze gücüm yeter; buna ister benim kuvvetim deyiver ister Allahsal kuvvetin eseri farz et. Kâh bir hile ile onu dışarı fırlatırım, kâh o söz gibi hiç çıkmaz olur. Sen konuştuğun zaman sanki benim sözlerimi konuşuyorsun, hele o dervişle konuşurken nasıl bir çok manalar sarf ettin; kapılar açıldı, güzel söz, geniş meydan açıldı.

Benim için diyordun ki: O son derece acizliği yüzünden gönderdiğim dostu sattı, harcadı, onun hiç bir şeyi, hiç bir işi yok. Belki gençlik etti yahut gençlerle düşüp kalktı diye hatıra gelir ama böyle düşünmek doğru değildir. Çünkü günahlar suçlar vardır ki, bunlar insanda gelip geçici şeylerdir. Olabilir ki gerçek bir suç da işleyebilir; mademki bana inanmıştır ve bugün daha çok bağlıdır. Gerektir ki bu dervişin sözü kabul edilsin, gerektir ki onun hatırına engel olan bu işi bir zahmet saymayalar. Ben biliyorum ki onda var mıdır yok mudur? Benim bunlarla bir alış verişim yok tur. Ancak undan, odundan, etten bir şeyler vermek suretiyle yardım edilsin.

Kışın üşümemesi için eskiden, giyecekten birşeyler gönderilsin. Sultan Alûeddin'in kardeşidir ama Sultan İzzeddin'in de bir himmeti yoktur. Alâeddin de bir cim ri idi. Onun ancak iki hüneri vardı ki, divan erleri bil selerdi kaparlardı. Ancak onun himmeti buna engel dir; bunlardan biri satranç öteki de ok atmaktır; baş ka bir işi yoktur.

Şimdi söylediğin sözden ve aracılık yaptığın hayır dan dolayı biri sana öteki de yapana ait olmak üzere iki hayır meydana gelir. Hadiste, «Hayra aracılık eden onu işliyen gibidir,» buyurulmuştur. Bu o demektir ki, aracılık ettiğin hayırdan meydana gelen iki sevabın biri sana, ikincisi de onu işleyene aittir.

İncinme, ben iki yüzlülük etmemeye söz verdim. Bundan dolayı dostlarımla doğru konuşacağım; çünkü söylemek istediğim sözü bekleyemediğin için söz elden gitti. Başka söz de hatırıma gelmiyor. Ne söylesen ve ne söylemek istesen nihayet sonraya bırakıyorsun ki sözü tamamlıyayım diye. Halbuki derviş sözü naziktir; şimdi elden gitti mi, söyleyeceğim söz artık o sözden başka söz oluyor. Allah erlerinde bu tecelli de ve rü-yet yani Allahsal belirti ve görüş, semâ (çalgılı zikir âyini) sırasında daha çok olur; onlar kendi varlık âlemlerinin dışına çıkmışlardır. Semâ, onları başka âlemlerden dışarı götürür, Hakka kavuşturur. Gerçi bir sema vardır ki, o haramdır ve yasaktır; ama Allah erlerinin yaptığı böyle bir semâ'a haramdır demek büyük bir küfürdür. O, ilâhî coşkunlukla harekete geç meyen el elbette cehennemde yanacaktır. Semâda yükselen eller ise elbette Cennete varacaktır.

(Bir semâ da vardır 'ki mubahtır.) Bu semâ riyazat ve perhizle yaşayan sofilerle zahitlerin semaidir ki, onlara göz yaşı, yufka yüreklilik getirir. Şüphe yok ki bunlar da cennete gireceklerdir.

Bir başka semâ da, yapılması farz olan semâdır. Bu da hal ehli erenlerin semaidir. Biri de, Farz-i ayn (yapılması Allah tarafından emrolunan) semâdır. Beş vakit namaz, Ramazan orucu nasıl farz ise, açlık ve susuzluk vaktinde yemek ve su ne kadar gerekli ise, bu semâ da hal ehli erenlere o derece gereklidir. Çünkü onların yaşama zevkini artırır. Semâ ehli erenler den biri Maşrık'ta semaa başlasa, öteki Mağrip'te harekete geçer. Bunların, biri birlerinin hallerinden haberleri vardır.

Biri dedi ki: Mevlânâ hep lütuf tur güzellik ve iyilik vasıflarıyle süslenmiştir. Mevlânâ Şemşeddinde ise hem lütuf hem de kahir sıfatları vardır ama onun zatı güzeldir. Başka biri de dedi ki: Herkeste böyledir. Benim sözüm ortaya atılınca o zaman gelir, yorumlar ve özür dileyerek der ki; «Benim maksadım onun sözünü red etmekti; yoksa size kusur bulmak değil.» Ey ahmak ben ne söyledim sen nasıl yorumluyorsun! Ne özür dileyebilirsin? O, beni Allah sıfatlarıyla vasıflandırıyor ve «Allah gibi hem lütfü hem de kahrı vardır,» diyor. O, onun sözü değildi. Ancak benim sözümdür; ne Kuran'dır ne de hadistir. Bu benim sözümdür ki onun dilinden çıkmıştır. Sen ne anladın ki benimle ilgili olan herkeste de lütuf ve kahır vardır? Ama bu vasıflar herkeste nasıl olabilir? Şimdi layık mıdır ki onlar bu akıl ve edep ile bir kaç gün içinde Bâyezid'e, Cüneyd'e, Şiblî'ye yetişsinler de onlarla aynı kâseden nimet yesinler? Eğer onun yanında o şeyhlerin hareketlerini anlatsalar, onların yaptıklarını yapmadan yalnız işitmekle akılları başlarından gider. Bununla beraber hepsi de Allahdan utanç duyarlar.

Dervişin biri onun mezarı başına gitti, dedi ki: Bu adamın Allah ile arasında bir perde kalmıştı; o perde de, 10 dervişin keremi idi; bunu başka bir dervişten sor. Mevlânâ'nın yüzü güzeldir. Bizim de hem güzel hem de çirkin tarafımız var. Mevlânâ bizim güzel tarafımızı görmüş, çirkin tarafımızı görmemişti. Bu se fer iki yüzlülük etmiyorum, çirkinliğimi gösteriyorum ki, beni olduğum gibi görsün. Hem güzellik yönümü, hem çirkinlik yönümü anlasın.

Benim meclisime yol bulan kimsede görülecek ilk etki, başkalarının sohbetinden soğuması, hoşlanmamasıdır. Hatta yalnız soğumakla da kalmaz, belki onlarla konuşamaz; onların sohbetine katılamaz. Bizim bazı dostlarımız esrarla neşeleniyorlar. Bu şeytan hayalidir; burada melek hayalinin bize yeri yoktur. Nerede kaldı ki şeytan hayali yer bulsun! Biz, melek hayaline bile razı değiliz. Şeytan hayali ne oluyor? Bizim dostlarımız niçin bizim o temiz ve sonsuz âlemimizden zevk duymasınlar? Bu âlem onları hiç farkına varmadan sarar, mest eder. Bu âlemin mubah olduğu hakkında halkın söz birliği vardır. Halbuki şarap haramdır.

(M. 5) Biri, «Şarabın haram olduğu Kuran'da yazılıdır ama bu esrarın haram olduğu hakkında Kuran' da bir işaret yoktur,» diye şüpheli bir söz söyledi. Dedim ki: Kuran'da bulunan her âyetin bir sebebi vardır. O, sebepten dolayı indirilmiştir. Bu esrarı Hazreti Peygamber çağında içmiyorlardı; eğer sahabe bunu kullansalardı, onların öldürülmesini emir buyururlardı. Her âyet ihtiyaca göre iner; âyetlerin inmesi bir sebebe dayanır. Nasıl ki sahabe Allah Resulünün yanında Kuran'ı çok yüksek sesle okudukları için müba rek hatırlarına perişanlık geliyordu. Bundan dolayı: «Ey iman eden müslümanlar, seslerinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz.» (Hücürat sûresi 2) mealindeki âyet indirildi.
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

Bütün Peygamberler biri birini tanımışlardır. Isa diyor ki: Ey Nasranîler (Hıristiyanlar,) Musa'yı iyi tanımıyorsunuz; gelin beni görün ki Musa'yı anlıyabi-lesiniz. Hazreti Muhammed de (S. A.) buyuruyordu: Ey Hıristiyanlar! Ey Yahudiler! Musa ile İsa'yı iyi ^a-mmıyorsunuz; gelin, beni görün ki onları iyi tanıya-bilesiniz. Peygamberler, hep biri birini tanıyan, tanıtan, gerçekleyen kimselerdir. Onların sözleri de, bir birini tamamlayan, açıklayan sözlerdir. Bundan sonra dostlar dediler ki: Ey Allah elçisi, her Peygamberin kendinden önce geleni tanıttığına ve senin de sonuncu Peygamber olduğuna göre seni kim tanıtacak? Buyurdular ki: «Nefsini bilen şüphe yok ki Allahsını da bilir.» Şu hale göre, benim nefsimi bilen benim Rabbimi de bilir. Bu konuda her kim daha erdemli ise dileğinden o kadar uzaklaşmıştır. Her ne kadar fikri daha ince ve olgun olsa da, o daha uzaktadır.

Mısra:

Bu gönül işidir, kafa işi değil.

Bu mesele tıpkı bir define planı bulan kimsenin hikâyesini andırır. Planda şöyle yazılı idi: Falan kapıdan dışarı çıkacaksın, bir kubbe vardır, arkanı o kubbeye, yüzünü kıbleye çevireceksin; bir ok atacaksın, okun düştüğü yerde hazine saklıdır.

Vaiz öğüt verir, aranılan sevgilinin nişanını bildirir, onu aramanın yolunu gösterir. Bu yolda yürüyenlerin niteliklerinden söz açar. Bunu anlatma ve nişanını gösterme bakımından henüz olgunlaşmamış olan şeyh ile şair de şiirler söyler; ama bunlar bilgin bir insanın karşısında kepaze olurlar. Nasıl 'ki, biri balıktan bahsederken başka biri, «Sen sus,» dedi. «Balıktan ne anlarsın? Bilmediğin bu konuda nasıl konuşabilirsin?» Adam, «Ben mi balığı bilmem?» dedi. Öteki, «Evet bilmezsin sen; biliyorsan balığın nişanım anlat!» dedi.

«Balığın şöyle iki bacağı vardır, deveye benzer.» Öteki, alaylı bir kahkaha ile, «Ben senin yalnız balığı bilmediğini sanmıştım. Halbuki şimdi sen öküz ile deveyi de biri birinden ayıramıyorsun,» dedi.

Şiir:

Lâle eğer şaşkınca gülmeseydi.

İçindeki karanlığı kim görürdü?

O her ne kadar kendi kanına bulanmıştır ama,

Bu da kara kalpli olmasının cezasıdır.

Evet bütün bu sözler oraya dayanır. «Halk ile konuşurken onların anlayışlarına göre konuşunuz,» buyurulmadı mı? Demek ki onların bu eksik anlayışları onlar için bin belâdır.

Şiir:

Akıl, kişilerin bağıdır, aşk bu bağları çözer

Akıl der ki, taşkınlık etme! Aşk da teklifsiz davran, der!

Çocukluk çağlarında bana garip bir hal gelmişti. Kimse bu halimi anlıyamadı. Babam bile ne olduğunu bilmiyordu. Bana diyordu ki, «Sen divane değils:n bilmem ki bu gidişin sebebi ne? Sende bu yola gitmek için gerekli olan ne terbiye var, ne riyazat var ne de başka bir şey.» Babama dedim ki: Şu sözü benden dinle! Sen ve ben öyle bir haldeyiz ki sanki bir kaz yumurtasını tavuğun altına koymuşlar; bu yumurtadan kaz yavrusu çıkmış; biraz (M.6) palazlaşınca bir su kenarına gelir, yavru hemen suya atlar. Ana tavuk etrafında çırpınır; ama o kümes kuşudur; onun suya girmesine imkân yoktur. İşte seninle ben de böyleyiz. Ey Babacığım! Ben kendimi yüzdürecek bir deniz görüyorum, benim yurdum o denizdir; halim de, deniz kuşlarının hali gibidir. Eğer sen benden isen gel! Yahut ben bu der'ya içinde senden değilsem git, kümes kuşlarına karış. Bu sözlerim sana armağan olsun!

Mısra:

Dosta böyle yaparsan düşmana ne yaparsın?

Evet bir zümre şüphede kaldılar; bir zümre de yakın mertebesinde. Bu bir topluluğun mertebesidu" diyorsun. Hallaç (Mansur), şüphe içinde gitti, bir zümre de şüphe ve yakin arasında kaldı.

Şehitlerin ruhları yeşil kuşun, müminlerin ruhları ak kuşun, çocuklarınki serçelerin; kâfirlerin ruhları da, kara kuşun kursağındadır.

Allah'ın has kullan için semâ helâldir çünkü onların kalpleri temizdir. Allah rızası için sever, Allah gayreti ile kin beslerler; gönülleri sağlamdır. Eğer benim sövüp saymam yüz yaşındaki kâfirin kulağına değse, imana gelir. Müminin kulağına ilişse velilerden olur; Cennete gider. Evvelce rüyamda sana demiştim ki: Benim göğsümle onun göğsü birleştiği zaman bu onun makamı olur; o bundan Önce de bir çok rüyalar görmüştür, nihayet müslüman gider, selâmet gider. Eğer Hazreti Muhammed'in ümmeti hakkındaki duası yani «Ulu Allahm ümmetime doğru yolu göster ki, onlar bunu bilmezler,» anlamındaki yalvarışı olmayaydı. Ebucehil nasıl olur da işkenbeyi o seçkin peygamberin arkasına bırakırdı; nasıl olur da .onun elleri kuruma-dı, veya şişip çatlamadı? Nihayet o Peygamber ki, on ların yolunda yürüyen tek bir atlıdır. Şu kadar var ki, ona karşı edepsizlik eden kimseye çarçabuk bir belâ yetişir. Öyle bir insan ki, onun karşısında bütün insanlar ve melekler merdivenlerini yere bırakır, onun yüceliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar, ip ve urganlarla hünerler gösteren, halkı şaşırtmak isti-yen hokkabazlar, onun ipinin kuvvet ve uzunluğu, onun kahramanlığı ve korkusuz savaşları karşısında şaşırırlar. Mucizelerini gören seyircilerin yürekleri yerinden oynar. Hele onu siyah bir aslana binmiş; aslanı tembel bir eşeği kamçılar gibi sürdüğünü görenler onu nasıl unutabilirler!

Bu unutkanlık iki türlüdür. Biri dünya yönünden olur. Nasıl ki dünyaya kapılanlar, ahireti anmayı unuturlar, tkinci unutkanlık sebebi de ahiret işleridir; insana kendini bile unutturur. Dünya ona göre kedinin elindeki fare gibidir. Allah kulunun yoldaşlığı ile ona öyle bir hal olmuştur ki, otuz yıl seccadede oturan şeyh bile bu mertebeye erişemez.

Unutkanlığın üçüncü sebebi Allah sevgisidir. O, sevgiye tutulan dünyayı da, ahireti de unutur. «Dünya ahiret erlerine, ahiret de dünya erlerine haramdır. Dünya ile ahir'etin her ikisi de Allah erlerine haramdır,» sözü de bu anlamdadır. Bana göre, sevgide sarhoşluk da vardır ayıklık da. Yani seven bazan unutur ama Mevlânâ'ya göre sevgide mestlik varsa da, ayıklık yoktur. Benim için Mestlik halinde unutkanlık olamaz.

Dünyanın ne değeri vardır ki bana perde olsun yahut benden gizlensin? (M. 7) Benden ötürü, yalnız şu kadar var ki o, dünyadan el çekmiştir. «Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bu halleri birleştirmiştir,» dediğiniz için hepiniz suçlusunuz. Bu ne hoş çekiştirme, bu ne güzel yoksulluk! Eğer bu adam cimrilik etmediyse Allahdan sorarım. O, bu sözü söyledi mi, söylemedi mi? Bundan sonra ya Allah ona, «Cimrilik ediyorsun,» der yahut da onu tutup, diyeyim ki, «Sen nasıl olur da kendi dileğinin benim dileğimin içinde olduğunu söyliyebilirsin?» O, der ki: Benim tarafımdan böyle yüzlerce tartışma uzayıp gitmiştir. Eğer bağışlarsan bir kere daha tekrarlanmaz. Başka türlü hiç mutluluk yüzü göremezler, kıyamette de beni bulamazlar, hatta cennette bile.

Demek oluyor ki, eğer o bir kaç kuruş olmasaydı, ben çıplak ve yaya olarak çıkar giderdim. Ama sizin haliniz neye varırdı? Benim için asla bir daha dönmek ümidi yoktur.

Şeyh dedi ki: Halife, semâyı yasak etti. Bu yasak dervişin içinde bir düğüm oldu. Hastalandı; onu çok uzman bir hekime götürdüler; nabzını tuttu ondaki hastalığın sebeplerini araştırdı. Okuduğu ve bildiği hastalıklardan hiç birine benzemiyordu; onda hiç bir şey göremedi. Derviş öldü, doktor dervişin mezarını açtı, göğsünü yardı, içindeki sert düğümü dışarı çıkardı; tıpkı akik taşı gibi olmuştu. Hekim, bu akiki, yoksul bir zamanında satmıştı. Elden ele dolaştıktan sonra Halifeye kadar dayandı. Halife bunu yüzük taşı yaptırdı. Bir gün bir semâ aleminde aşağı bakarken elbisesinin kan içinde kaldığım gördü. Kendini yokladı, hiç bir tarafında bir yara izi göremedi. Elini yüzüğüne götürdü, yüzüğün kaşı eriyip akmıştı. Bunu satanları aradılar, birer birer hekime kadar dayandı. Hekim de geçen hikâyeyi anlattı.

Şiir:

Bir yerde yer yer sızmış kanlar görürsen,

Bil k! benim gözümden damlamıştır.

Semâ ne yapar? Cisimle ilgili olan semâ yiyip içmektir. Onun azığı nefs ile olur, hep yenecek şeylerden ibarettir. Nasıl ki, «Kâfirler yerler ve faydalanırlar tıpkı hayvanların yiyip içmeleri gibi,» (Muhammed sûresi, 12) buyurulmuştur.

Biri dedi ki: Hiç Allahyla konuşur musun? Öteki, «Evet konuşurum,» dedi. «Senin yalanın şimdi açığa çıktı,» dedim. Yalan şimdi bu saatte meydana çıkacak. Onu sıkıştırdım, dedim ki: Şimdi o sana cevap versin. «Bu zor iştir,» dedi. Dedim ki: Bu önce de zor idi ama sen kolay dedin, sana önceden bunu söylemek gerekirdi. Nasıl ki, bir din bilgini Haccac Bin Yusuf ile tartışmasında âciz kalmıştı. Haccac ona, «Bu âciz halini daha önce niçin göstermedin?» dedi. Boğulacağını anlayınca, «inandım,» diyen Firavun gibi, ön sırada yürümek istiyenler daima işin sonunu önceden hesaba katmalıdırlar. Nasıl ki Şeyhin yüzü başka bir renge girdi çirkin göründü; niyazdan, hakka yalvarışlarından gece yarılarında gizli gizli inlemeden başka bir şey yapmıyordu. «Ey ulu Allahm şu hali bizden uzaklaştır, şu perdeyi bizim gözümüzün önünden kaldır,» diye yalvarıyordu. Nihayet o, hali gördü. Sana erişen o şenlik ve aydınlık da bir perde idi ki, başka bir renkte görülmüştü.

Aklı olan her bilgin şu dönen feleklerin bir döndürücüsü olduğunu bilir. Şimdi mademki bu perde açılmıştır, niyaz ateşi gerektir ki onu yakabilsin. Ta ki bizden, hiç bir şeyde hiç bir kimse beleş faydalanmasın. Ne din ne de dünya ile ilgili işlerde hesap kitap sormasın. Onun sorularına cevap verebilir misin?

(M. 8) Buyuruyorsun ki: Mevlânâ'nın kudreti, nuru ve ululuğu vardır. Nihayet, o ki asılsız şeylere, batıla inanır, onun arkasından yürür ve ona uyar, böyle bir insanda nasıl kudret ve nur olabilir?

Yine buyuruyorsun ki: Elli tane Allah velisi Mevlânâ'nın ardından yaya yürüse gerektir. Nihayet o, bir kör insanın arkasından nasıl yürür? Velilerin nişanları izleri vardır diyorsun. Sen kimsin ki, evliyanın nişanını bilesin? insan âciz kalınca, o acizlikten ya bir aydınlık ya da bir karanlık belirir. Çünkü İblis acizliği yüzünden karanlıkta kaldı; melekler ise yine acizlikleri dolayısiyle aydınlığa çıktılar. Mucize de böyle yapar; Hakkın âyetleri de böyle olur. Âciz kalınca secdeye kapanırlar.

«Ben insanı ilk görüşte tanırım,» diyen kimse büyük hata içindedir. O ve onun gibileri ne bulmuşlardır ki, ona güvenmiş, onunla sevinçli ve mest olmuşlardır? Bu ateşle ilgili ve ateşten bir bakıştır. Sen kendi iç âleminde yürümeye bak, ondan da ileri geçmeye çalış ki, o zaten havadan ibarettir. Benim şu âlemde bilgisiz halk ile bir işim yok; onlar için gelmedim. Âlemde Hakka yol gösteren bu insanlar üzerine baş parmağımı basarım.

Kelâm bilgini Şahap Herive, Şam'da bütün mantıkçılar arasında sayılırdı, ama kadın ve şehvet yolunda çok düşkün olduğu için zayıf düşmüştü ve derdi ki, «Aklın fetvası budur.» Muhammed Güyani ona demişti ki, «Fetvada akıl hiç hata etmez.» Diyordu ki, «Hayır akıl fetvada hataya düşmez ancak hataya düşen başka bir şeydir.» Dedim ki: îmanın zevki gelip gitmesinde değildir. Zeyneddin Sadaka'yı da kaçmış gördüm; başını çöllere çevirmiş, bir at gibi koşarak kayıplara karışmış. Bu Imad hiç olmazsa ondan daha iyidir. Nahiv'den (Sentaks), lügattan anlar.

Şahabeddin Sühreverdi'nin torunu bana, «Şüphe sevmektir,» dedi. «Ey kaltak bacılı,» dedim, «bari seninki öyle değil.» Yahya Peygamberi Kuran'da veli diye okumuş, çok ağlamıştı. Ben olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o, suçsuz idi; ağlamayayı gerektiren şey ise ancak günahlardır. Bu veli kimdir? Gel söyle! Peygamberler için Kuran'da asla veli denilmemiştir. Orasını Allah bilir.

Benim halimden haberi olmayanlar, diyorlar ki: Bekle de Şam'dan kervan gelsin yolların ahvalinden bilgi versin; ondan sonra gidersin. Eğer benim sözlerim şeyh sözleri; hadis ve Kuran yorumları veya karşılıklı konuşma ve tartışma yolu ile olsaydı, ne o bu sözleri işitebilir ne de benden faydalanabilirdi. Eğer niyaz yoluyla aydınlatma yoluyla olsaydı ki (bu gelmek ve dinlemek niyaz sermayesidir) ona faydalı olacaktı. Yoksa bir gün değil on gün değil belki yüz yıl konuşsa biz elimizi çenemize koyar dinlerdik.

Bir cevheri çirkin bir kap içine koyarak kara bir mendille sarsalar, on kat örtü içinde gizleseler, üstüne bezler deriler örtseler ki görünmesin. Bunda, şaşıla-<cak bir şey yoktur. Nasıl ki, Efendimize ruhun kokusu ve ruhun güzelliği eriştiği zaman henüz kendi ruhunu görmemişti.

(M. 9) Ruhun güzelliğine erişmek, ruhu görebilmek uzak bir mertebedir. Ruhu gördükten sonra da Allah yoluna gitmek gereklidir ki, Allah gözle görülebilsin. «Bu hayatta ve bu dünyadayken,» görür demiyorum. Dünyadaki cevherlerin birer perdeleri varsa da her cevherin bir de ışığı vardır ki dışarı vurur. Olgun görüşlü olanlar, dışarıya vuran bu ışığı görürler. Ama dışarıya vurmayan ışığı görüp bilmemelerine de şaşılamaz. Ancak dışarı vuran, avuçlarının içinde ve karşılarında bulunan ışığı göremiyenlere şaşılır. Yoksa Sokrat'ın Bokrat'm (Hipokrates), îhvanı Safa derneğinin, Yunan filozoflarının söz ve fikirleri Hazreti Muhammed'le (S.A.), onun evlâdı, torunları, can ve gönülden ona uymuş olan kimselerin sözlerine benze mez. Hatta sudan ve topraktan yaratılmış insanoğlunun sözlerine de benzemez. Bunlar, «Allah hazırdır,» derler.

Hazreti Ömer, bir gün Tevrat'tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S. A.), Ömerin elindeki kâğıdı çekti. «Tevrat kendisine indirilmiş olan zat (Musa) sağ olsaydı, benim izimden yürür idi,» buyurdular.

İbrahim Ethem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini türlü ibadetlerle yoruyordu. «Ne yapayım?» diyordu, «Ne yapmak gerek ki kendimde bir gönül açıklığı bulayım.» Bir gece taht üzerinde uyumuştu. Fakat içi uyanık gözleri uykuda idi. Bekçiler davullara tokmaklar, çubuklar vuruyor, neyler üflüyor, gürültüler koparıyorlardı. ibrahim Ethem kendi kendine dediki, «Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz? Düşman benimle birlikte uyumaktadır. Biz Allah'ın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız; sizden ne güvenlik gelebilir? Bize onun lütfü sığınağından başka bir yerde kurtuluş yoktur.» Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başım yastıktan kaldırmış, tekrar yatmıştı.

Şiir:

Şaşarım seven insan nasıl uyur?

Âşıka her türlü uyku haramdır.

Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık yürüyüş yapıyordu. Ayak sesleri köşkün her tarafında yankılanıyordu. Şah kendi kendine, «Bu bekçilere ne oldu? Nerede kaldılar?» dedi. «Görmüyorlar mı ki bu kalabalık dam üstünde koşuyor?» Sonra bu gürültü ve ayak sesleri onu tekrar şaşırttı, dehşete düşürdü; sanki kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, silâhlı nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu. Bu arada biri köşkün damından başım aşağı uzattı, «Ey taht üzerinde oturan zat sen kimsin?» dedi. İbrahim Ethem cevap verdi: «Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?» «Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında arıyoruz.» ibrahim Ethem, «Divane misin?» dedi. Adam cevap verdi: «Divane sensin İbrahim Ethem!» «Deve sürülerini köşkün damında mı kaybettin? Burada deve aranır mı?» Adam şöyle cevap verdi: «Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allah'ı burada mı arıyorsun?»

İşte o saatten sonra İbrahim Ethem'i kimse göremedi. O gitti; canlar da onun arkasından gitti. Kendisinden bir haber çıkmadı; genel olarak bu iş çok zor görünür. O kendisini, tamamiyle bir şeye verse idi, o zorlukta kalmazdı.

Veliliğin manası nedir? Askerleri, tacı tahtı olan kimsede velilik yoktur; belki nefsinde velilik olan kimse velidir. Sözünde, susmasında kahir (M. 10) yerinde kahır, lütuf yerinde lütuf göstermesinde isabet olan kimse velidir. Arifler, «Biz âciz kimseleriz, o kudretlidir,» demezler. Gereklidir ki sen, kudret sahibi olasın; her sıfatta güçlü kuvvetli olasın; susacak yerde susasın; cevap verecek yerde, cevap veresin; kahır ve şiddet zamanında sertlik gösteresin; iyilik ve yumuşaklık gereken yerde iyilik edesin. Yoksa öyle bir insanın sıfatları kendisine belâ olur, azap olur; insan mahkum olmazsa hâkim olur.

Sahte felsefecilerden biri ölümden sonraki kabir azabını yorumluyor, bunu akla uygun bir yoldan anlatıyordu. Diyordu ki: Can, buraya kendisini olgunlaştırmak için gelir, olgunluk sermayesini bu alemden toplamaya çalışır. Bu âlemden gittikten sonra da, artık onun bir hasreti kalmaz. Şimdi gerektir ki, suretten manaya gelelim: Ten, can ile kaynaştıktan sonra suretle meşgul olur. Can, ten ile kaynaşırsa belâya düşer. Canın, o genişlik ve şenlik tarafı kalmaz. O tarafta mal görür, saygı görür; beri tarafta cana yakın kadınlar, dostlar elde eder. Türlü zevkler bulur. Şu halde bu tarafa döner yanında ölümden konuşmak onun için bin ölüm demektir. O, dileklerini öteki alemden bekleseydi, oraya gitmek için çırpınırdı. Bu gidiş onun için ölüm değil, belki hayat olurdu. Hazreti Mustafa (S.A.) buyuruyorlar ki: «Müminler ölmezler, belki bir alemden öteki aleme göçerler.» Şu hale göre, göçme başka, ölüm başkadır.

İnsan daracık ve karanlık bir evde istediği gibi gezinemez, böyle bir yerde rahatlık ve şenlik göremez, hatta serbestçe ayağını uzatıp oturamaz. Ama o daracık evden geniş bir eve, büyük bir saraya göçer; içinde bahçeler1, akar sular vardır. İşte o göçmeye ölüm denmez. Bu söz ayna gibi parlaktır. Sende de zevk ve iç aydınlığı varsa, ölüme âşık olursun. Allah, bunu sana mutlu kılsın; bizi de duadan unutma! Eğer sende böyle bir nur ve zevk yoksa, şu halde hazırlıklı ol, çalış! Kurar» haber veriyor: Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nasıl ki Allah, Kuran'da haber veriyor. Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nitekim Allah Kuran'da, İnkarcı Yahudiler için şöyle buyuruyor: «Eğer gerçek müminlerden iseniz, ölümü dileyiniz.» (Cuma sûresi,6) Şu var ki, gerçek Allah erlerinden, imanlı kişilerden ölümü arayanlar olduğu gibi gerçek inançlı, sağlam imanlı kadınlardan da ölümü arayanlar eksik değildir. Bu parlak bir aynadır ki, halinin açık ifadesini onda bulursun. Her halinde ve her işinde ölümü sorarsan, o iş iyi bir iştir. Şu halde, te reddüt halinde olduğun iki iş arasından birini seçmek için bu aynaya bakarsın. O iki işten hangisi ölüm tarafına yakın ise onu seçersin. Gerektir ki, ölüme hazır, saf bir nur gibi onu bekleyesin. Müçtehid (din bilgisiyle uğraşan kimse) içtihadında yani çalışma konusuna giren şeylerde bu hale erince, sanırsın ki o kendi işinden lezzet almış, dünyaya hasreti daha azalmıştır. Doğrusuna bakılırsa, onun dünya hasreti daha çok artmıştır. Çünkü bu âlem ile daha çok kaynaşmıştır. Nasıl ki kabir azabı bahsini açıklarken Suret ve Misal cihetinden yürütülen mütalaaları söylemiştik. Ben bunu sana ancak mana yönünden anlattım.

Sultan Mahmud (Gazneli), perdeciye bir mücevher vermişti. Perdeci, vezirin vekilidir. Padişahtan, veziri hakkında çok övgüler ve hoşnutluk sözleri işit-miştir. Perdeciye sorar, ona bir mücevher gösterir: «Bu iyi bir mücevher midir?» «İyi demek de söz mü? Bu konuda söz söylemek bile edep dışı olur. Yüz bin kere iyi bir mücevher! Nasıl ki, şahımız hakkında sadece iyidir demek onun yüceliğini belirtmeye yetmez. Edep dışı bir söz olur.» Şah emreder: «Öyle ise kır şu mücevheri!»

«Nasıl kırayım bunu! Vezir diyor ki, Şahın bütün mülkü, bu mücevherin dörtte birini bile değmez. Bu şimdi hazineye yaraşır.» Sultan, «Peki, hâlâ hazineye yaraşsın öyle olsun,» dedi ve perdeciye kaftan kaftan üstüne giydirerek okşadı. (M. 11) Bu öyle bir imtihandı ki, eğer Saray'da böyle düşünen başka bir kimse varsa anlaşılsın diye yapılıyor ve iş Ayaz'a kadar dayanıyordu. Şah içinden, «Olmaya ki üzerine titrediğim Ayaz da böyle söylesin,» diyordu. Tekrar diyordu ki: «Şayet o da ötekiler gibi yaparsa ne yapalım gözdemizdir. Dilediği gibi söyler.» Mücevher beri tarafa geldi, bu taraf Ayaz'ın bulunduğu taraftı; yanına kimsenin yaklaşmaması için bir perde ile ayrılmıştı. Padişah, mücevheri alması için Ayaz'a işaret ederken, «Olmaya ki o da ötekiler gibi söyler,» diye korkuyor, titriyordu. Ayaz, Padişaha bakarak, «Niçin titriyorsunuz,» der gibi, onu süzüyor, «Şahın heybetinden titremek, Ayaza yaraşır,» demek istiyordu. Onun Sarayında yetişmiş, edep terbiye öğrenmiş, hakikatte gönlü Sultanın sevgisiyle dolmuştu. Sultan, Ayaz'a dönerek âdeti dışında, «Ey Sultan şu mücevheri al,» dedi, ama «Ey köle al şunu,» demedi. Halbuki, bu «köle» sözünde Ayaza göre bin kere «Sultan» demekten daha samimî bir iltifat gizli idi; bu ona bin kere daha hoş gelirdi. «Sultan» sözünden gücenirdi.

Ayaz, mücevheri aldı. Padişah, «Nasıl, güzel mi?» dedi. Ayaz, hiç bir kelime katmaksızın «Güzel» cevabını verdi. «Hoş mudur?» deyince de, yine fazla bif söz katmadan, «Hoştur,» dedi. Sultan, «O halde, kır bunu!» dedi. Ayaz, daha önce rüyasında gördüğü bu olay için iki taş hazırlamış, kolunun içinde saklamıştı. Vurduğu gibi mücevheri parça parça etti. Her taraftan ahlar, feryatlar yükseliyordu. «Ahin, feryadın ne yeri?» var dedi. «Böyle değerli bir mücevheri parçaladın,» dediler Ayaz şu cevabı verdi: «Şahın emri bu cevherden daha değerlidir.» Bu cevap üzerine mecliste bulunanların hep birden başlan öne eğildi. Bu kere de içlerinden yüz bin feryad kopardılar. «Eyvah ne yaptık!» diye küstahlıklarını anladılar. Şah çavuşlarına emretti: «Cellâtları çağırın, şunlarm yakalarından yapışsınlar! Etrafımızı sarmış olan şu ahmakları temizlesinler!» Ayaz atıldı, «Ey yumuşak huylu Sultan, en uygun hareket bağışlamaktır,» dedi.

Şiir :

Bir gün hayalin bana geldi vuslatinin şarabiyle mest oldum

Uzun bir gece boyunca sarılarak yattık, sabahın yüzü parlayınca ayrıldık.

Bütün varlığım senin varlığına feda olmuş, benliğim senin benliğinle dolmuştur.

Tanrıyı aramaya o zaman koyulursun. Öyle bir Allah ki, içinde aklın, hayalin kaybolduğu şu gönülleri yarattı. Bir yıldızı bile anlamak mümkün olmuyor. Bu konuda, filozoflar, gök bilginleri, tabiat bilginleri ne demiş olurlarsa olsunlar, iş onların dediği gibi değildir. O, yıldız şimdi öyle bir âlemden var olmuştur ki, bütün bu varlıklar da o âlemden gelmiştir. O, nasıl bir âlemdir?

Gübre içinde kımıldayan bir böcek bile ister ki Allah'ı görsün ve bilsin. Bu yolda başları dönmüş, ciğerleri parça parça oluncaya kadar canlarını feda etmiş olanlar, o âlemden aşağı inmişler. O âlem de, böylece onları seyretmektedir. Bunlar isterler ki, ölüm çağına erişsinler de Allah kendilerine taze bir hayat versin. Bazılarının da karınlarına kan dolar; Allah onları bu âlemde öldürünce mülk, mal can ve bütün varlıklarından vazgeçer, Rey Şehri padişahı İbrahim Ethem gibi başka bir hayata kavuşurlar.

Mevlânâ, Hak yolunu arıyordu. Bir kadına veya bir gence âşık olan kimse, bir gün dükkânını, tezgâhını terk eder; işini gücünü bırakır. Öyle bir insana, «Seni asacaklar,» deseler, «Zaten ben de onu arıyorum, asın beni,» der. Âşıkta can korkusu yoktur, malın mülkün de değeri yoktur. O, bekası olmayan fâni bir sevgili için ölür; her ikisi birlikte toprağın altına giderler. Şu halde başlangıcı ve sonu olmayan her türlü eksiklerden arı, tertemiz ulu Allah'ın âşıkı olun, onu sevin ki, o ölümsüzdür.

İbrahim Ethem, çok mal feda etti. Bu ebedî sevgiliye kavuşmak için gördüğü dervişlere can bağışlardı. Elbisesinin altından sert palaslar giyerdi. Gündüzleri gizlice oruç tutar, gizli halvetlerde ilâhî sohbetler ederdi. Sonra gönlü daralır, hiç bir gönül açıklığı gelmiyor diye üzülürdü. Dervişe halkın somurtkanlığından bir ziyan gelmez; bütün âlemi sular kaplasa, denizler tassa kazın ne umurunda? Niçin veliler, «Ey Allahm, beni besle ve beni başarılı kıl!» derler Nebiler, «İnandık ve gerçekledik,» demekle yetinirler. Burada, ince manalar vardır. Nebiler, bir dilek dilemediler ancak «İnandık,» dediler. Ama veliler, Haktan bir istekte bulundular. «Beni besle, işlerimde başarı ver!» diye yalvardılar. İşte bunu söylemek, nebilerin işi değildir. Allah erlerinin sözü ancak benzetmeyle bilinir. Onların bunlardan haberi olsaydı sözleri değişik olmazdı. Onlar, ancak nazım ve kafiye yönünden ve başka yollardan giderler. «Nebilerin haline (M. 12) nasıl erişebiliriz? Belki velilere ulaşabiliriz,» derler. Evet, «Bu beni besle ve beni başarıya ulaştır!» yolundaki dua insan için ayıptır. Bazan insanda bir ayıp olur ki bin hünerini örter; halbuki bir hüner gerekir ki bin ayıbı örtsün.

Bir insan da vardır ki, hiç bir eksik tarafı yoktur ama kincidir. Bu hal bütün hünerlerini örter. Sonunda, «Sana lanet osun!» hitabına hak kazanır. İyi adamın gözü ayıbı görmez. Şeyhin biri bir leşin yanından geçerken orada toplanan halkın burunlarını tutarak yüzlerini öte tarafa çevirdiklerini, oradan acele acele geçtiklerini görür. Şeyh ne burnunu tutar ne yüzünü çevirir, ne de adımlarını sıklaştırır. Kendisine, «Ne bakıyorsun?» diye soranlara da, «Ne beyaz, ne güzel dişleri var!» diye onu övmeye başar. Leş ona hal diliyle şöyle söyler: «Sizin amel defteriniz değişiktir. Bu değişiklik de Cebir yönündendir; yani alın yazınız böyledir.»

Değişik, renk renk yazılar yazmamaya bak. Nihayet bu Cebriye'yi bu taife iyi bilir (Cebriye (Determinizm) görüşüne göre kul, hareketinde, işinde mecburdur. Yaptığı şeyler önceden tespit edilmiş olan bir plana bağlıdır; alınyazısıdır ve değişmez. (Ç.)). Eğer sen, bu Cebriye düşüncesiyle görürsen çok şeyler kaybedersin. Zaman zaman bir köye gider, yatarız; bakalım Allah ne buyurur, diye bekleriz. İyi adam kimseden şikâyetçi olmaz, gözü ayıp ve kusur aramaz. Şikâyet eden çok kere kötü adamdır. Boğazını sıktığı zaman kusurun kendisinde olduğunu açığa vurur. O, bir taraftan şikâyet eder; bu, öteki taraftan. Her iki taraf da kendi hesabına başka düşünür. Kendi tarafına gelince Kaderiye'den (Kaderiye, görüşüne göre, kul, yaptığı işin yaratıcısıdır. Hareketleri hiç bir zorunlukla kayıtlı değildir, serbesttir. (Ç.)), dostu tarafına gelince Cebriye'den olur. Cebriye inancının iç yüzünü bu taife (sofîler taifesi) bilir. Başkaları ne anlar? Cebriyede de, bir gerçek Cebriye, bir de taklitçi Cebriye vardır. Taklit olana ne bakarsın? Gerçek tarafına niçin bakmazsın? Sen bize hizmeti artır ki, biz de duayı artıralım. Nasıl ki iyi ameli ağır basanlar kurtuluşa ermişlerdir.

Şiir:

Senden ayrıldığımdan beri gözlerim karardı

Gözlerimin bulutlarından yağmurlar gibi yaşlar aktı.

Aşıkların sohbetinde şu yönden bir heybet vardır ki, insan, «Acaba bendeki, kendi kendini ayıplayan nefsimin hakikatine kanmış bir hale gelmesi için gösterdiği gelişme arttı mı; belirmeye başladı mı?» diye düşünür. Gerçek aşk için söylüyorum, yine gerçek araştırmadan bahsediyorum. O anma ve araştırma ki, bir dilekten ibarettir. Senden, Hakkı arama hususunda yükselmiş bir ses değildir. Yani, «Keski olsaydı, yahut nerededir o?» gibi sadece bir anmadan ibaret olur. Gerçek bir âşıkın eski pabuçlarının tozunu, bu zamana şeyhlerinin, âşıklarının başına değişmem. Gece oyuncuları gibi perde arkasında hayaller gösterenler, o sahtecilerden daha iyidirler. Çünkü onların hepsi hokkabazlık yaptıklarını söylerler; oyunlarının bir yalan olduğunu gizlemezler. Ekmeklerini 'kazanmak için, yoksulluktan ötürü bu işi yaptıklarını açıkça söylerler. Bu yönden, bu oyuncular, ötekilerden üstündürler. Ona bir yol ile bir söz söyledim ki, bunu başkalarına söylesem incinirler di. O diler ki, heva ve heves kendisini yukarıdan ve aşağıdan, her tarafından sarsın; işte o zaman ondaki parlaklık ve sözlerindeki güzellik nevadan gelmiştir. Ondan ayrılan her heva dalgacığı yine kendisine döner. Bu söz ona erişince hoşlanır. O, heva tekrar alçalınca onu da alçaltır. O, bu sözden de hoşlanır, işine gider, kendi sözü kendisine senet olur. Gerektir ki, ona Medreseden bir nasip olsun da sevgisi ve muradı yerine gelsin. O, artık herkesle şakalaşır; üstü başı yenilenir, bazı ululara ve yabancılara karşı fenalık düşünür, Dervişlere karşı saygı göstermez, onları gözetmez olur. Benden daha akıllı kim vardır? Ben (M. 13) Siraceddin'den bilgi öğrendim, bana kim akıl öğretebilir? Allah'ı arama yükünü başında taşıyabilecek benden daha yetkili kim olabilir? diye kuruntulara kapılır. Başta gelen şeyhlerden bize varıncaya kadar gelip geçenler, bir takım sınıflara ayrılırlar, îşe baştan başlamak gerek. Heva ve heves bahsinde kalmıştık. Buna, çeşitlidir denilemez. Senâi başka, Seyyid başka, o başka demek imkânsızdır. Bunu bir divane bile söylemez. Hatta daha kötü bir divane bile bundan bahsetmez. Nihayet, bir yıl bu huyunu terk et; yalvarmalar ve niyazlarla sırtına bir hırka geçir, seni genç bir Ermeni kölesi gibi satarlar. O havadan geçinmeyi bırak. Sen heva ve heves için yaratılmadın. Bu öğütü canında sakla. Olmıya ki, bunu kırık dökük sözlerle halka söyleyesin, de onları incitesin!

Sevgilisine kavuşan âşık naz eder. Ama sevgiliye kavuşmadan önceki naz hoşa gitmez.

Yukarıda sözü geçen vezir, «Bu mücevheri nasıl kırayım?» dedi. Şah, «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Nasıl kırabilirsin?» Gözüne bir buse kondurdu. Şimdi bu ha-raketiyle, yani vezirin gözünü öpmekle, aradığı gafil adamı bulduğunu gösteriyordu. Halbuki yaptığı denemede akıllı bir adam arıyordu. Biri mecliste çok hareketli olan bir adama iltifatlar göstererek sordu: «Kendi kendinize hep alıp veriyorsunuz. Bu hal icabı mı olsa gerek?» Dedim ki: Hareket iki türlüdür. Biri işkence edilen bir adamın çırpınması, sopadan kıvranması gibidir. Öteki de lâle bahçelerinde, reyhanlar, yabanî güller arasında gösterilen canlı hareketlerdir. Sen de her hareketin arkasından koşma!

Şiir:

Muma koşan pervane de bu sevdadan gitti,

O nura koştu ama ateşe düştü.

Şimdi mademki o bir ateştir, onun çırpınması da ateşten ileri gelmektedir. Allah erleri hakkında da böyle düşünmek gerektir.

Şiir:

Nergis gözlerime kötü bakışlarla bakıyordu,

Onu kendi varlığının çemberinden görüyordu.

Bilmiyor ki bu iş tersinedir. Ateşe gider ama nura düşer. Kendini andığın dosta o nazarla bakma:

Rubai:

Bırakmıyorum ki, gönülde düşünce olasın,

İstemiyorum ki, gözlerde değersiz kalasın;

Seni canımda saklıyorum; gözümde gönlümde değil

Tâ ki son nefesime kadar bana yâr olasın!

Kahır, kendi gözüyle lütfa bakarsa hep kahır görür. Bu Allah kulu bir kâfire dedim ki, «Sen de Alla-hın kulusun ben de. Fakat sen onun kahır sıfatından, ben ise lütuf sıfatından yaratılmışız. Lütuf sıfatı, kahır sıfatından üstün gelir. Kahırdan vazgeç de lütfa bağlan onun tadı daha hoştur.»

Yani bu Peygamber, ümmetine olmayan bir şey bıraktı. Belki o vardı da önüne bir perde çekilmişti. Büyü yaparlar, konuşurlar uğraşırlar ki, bu perdeyi kaldırsınlar. Bütün Peygamberlerin öğütlerinin özeti .şudur: Kendine bir ayna ara! Şimdi cevap vereceksen uygun söyle, yani nasıl ki kanatlı bir kapının karşılıklı her iki kanadı iyi takılınca biri birinden ne eksik ne fazla gelirse sen de öylece soruya uygun karşılık ver.

Padişahın biri, diyor ki; «Bana gelen kimsenin ben konuşmadıkça söze başlamamasını istiyorum. Ben bir şey sorunca da uygun cevap versin, hiç fazla söz söylemesin.» Bir ziyaretçiye sordu: «Karın var mı?» «Bir karımla üç çocuğum var,» dedi, Şah hiç iltifat etmedi, «Buna yol verin,» dedi. Ziyaretçi Şaha bir kâğıt yazdı ve dedi ki: «Allah Musa Peygamberden, 'Elindeki nedir?' diye sordu, o da, 'Bu sopamdır, üzerine dayanırım, bununla koyunlarımı sürerim,' diye sözü uzatmadı mı?» Şah, kâğıdın altına şöyle cevap yazdı: «Musa'nın sözü uzatmasında başka bir hikmet var idi, ama akıllı kişi soruya uygun cevap verendir.» Birine sordum: (M. 14) Sen nerede oturuyorsun? «Külhanlarda,» dedi. Bu yalandır, gerçeğe uygun değildir; Oturduğu yer tek bir külhandan başka değildir. Bir yerin aynı zamanda iki kimse tarafından işgali imkânsızdır.

Bu büyükler ve ergin kişiler ki, şu varlık alemi onlar için var olmuştur. Onlar için de bir perde vardır. Bundan dolayıdır ki bunlar zaman zaman sırlardan bahsederler. Allah ile birlikte, şaşkınlık ve iztıra-ba düşmezler. Başka bir vakitte perde yoktur. Sırlardan bahsediyorum, söz söylemiyorum. Acaba bu büyükler nasıl olur da söze de yer verirler? Bunlar arasında Bayezid, o gibi kimselerden değildir. Halbuki Peygamberler, kitap getiren Resuller bunlardandır. Meğer sözden mest oldular, uzaktan bu hallerini saklayamadılar, yazamadılar. Yüz bin küp dolusu şarap, Allah sözünün verdiği neşeyi veremez. Kuran'ı bilenler çok dar bir yerdedirler. Önce sözü anlayan ve bilenler, Kuran'dan bir çare bulur, dar yerde kalmazlar. Çünkü daha önce Kuran'dan aldıkları neşe ve geniş ilham ile Kuran'ın manasını açımlayabilirler. Nasıl ki, şair şöyle demiştir:

Şiir:

Geceye dedim ki uzan uzanabildiğin kadar.

Şimdi o dolunay uykudadır.

Yani gece her ikisi ile başkaları arasında perde olduğu için yahut bir utancı varsa kendisi ile sevgilisi arasını perdelediği için geceye böyle hitap etmiştir.

Biri dedi ki: «Ey Allah Peygamberi ben o karanlık ve soğuk iki yüzlü Araba senin Peygamberliğine yaraşan sıfatları nasıl söyleyebilirim?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Gerektir ki sana bütün Araplar perde olmasın. Bu Arap sana perde mi oldu?»«Ama, ey Allah resulü o inkarcı ve düşmandır,» dedi. Hazreti Peygamber bu sefer şu cevabı verdi: «Senin bu kötülemenin ona ne faydası var? Ancak hak sözü ile onun başını kaldırabilir, ona bir sevgi aşılıyabilir-sin, ola ki gerçek sözün ona bir faydası olsun.» Geceye uzan dedim...

Bizim o çömezlerimiz, o yarım işte, onun perde-sidir, onun gecesidir. Aranızdaki kıskançlıkların inadına Allah'a af dileklerimizi uçuruyoruz. Allah'a şükürler olsun; madem ki uçuruyoruz gider. Gücün yeterse düşmana hoşgörürlükle, sevgi ile bak! Bir kimsenin kapısına muhabbet yönünden gidersen ona hoş gelir. İsterse düşman olsun. Çünkü o senden ancak kin ve sertlik umarken sevgi görürse hoşuna gider.

Biri dedi ki: «Ey Allah elçisi! Herkesi bana gönderiyorsun, bu arada sahabenin işlerini niçin buyur muyorsun?»

«Evet,» buyurdular, «Sen güvenli adamsın, senin inanılır bir kişi olduğun açıkça bellidir. Ben bu halkı kıyamet gününden uzaklaştırmak istiyorum.»

Sahabe sizi taklit etmeyi göz önünde tutmuş ve sizi bizzat gözüyle görmüştür. Size kıyamet işlerinden bir şey elbette bildirilmiş, önünüze serilmiştir. Başka insanlar için bu haberleri işitme ve hikâye yoluyle öğrenmeye imkân yoktur. Çünkü sen o insan değilsin ki, zamanede bir eşin daha bulunsun. Senin zamanından bir şey açıklanırsa, o sırrı herkese duyurmak bakımından çok sakınırlar belki de söyledikleri şeylerde yanlışlığa ve şüpheye düşerler diye çekinirler. Belki o tek ve eşsiz varlık seninle halvet olmayı arzular.

Şiir:

Konuk sahibi herkese ziyafet çekti

Âlemlere rahmet olsun diye cihanı doyurdu.

Çok tatlı yemekler en ağır konuklar için saklanır. Allah'ın, «Ey inanmış ve kazanmış olan nefis! Rabbi-ne dön!» (Fecir sûresi, 28) hıtabiyle işaret buyurduğu gibi sen, bu ilâhî nimete yabancı olan kimselerden değilsin.

Şeyh Muhammed dedi ki: «Söz alanı çok uzun ve geniştir, herkes dilediği gibi konuşur.» Ben de dedim ki; Söz alanı pek dardır ama mânâ alanı geniştir. Sözden daha ileri geç ki, genişlik güresin! Bu alanı sey-redesin! Bir bak ki, sen nasıl bir uzaksın, yahut uzak olan bir yakınsın!
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

«Siz iyi biliyorsunuz» dedi. «Bizim söz ile işimiz yok,» dedim. Sen ne isen osun, ancak suret yönünden daha ileri bak ki «topluluk rahmettir.» Eğer seninle konuşmaya gelmezlerse bundan ürkme ve kaçınma çünkü suret arkasından konuşurlar; benimle tarikat sırları hakkında bir şey konuşmazlar. Çünkü hem dışarıda hem içerde yabancılar vardır. Sen ancak yalnız kaldığımız bir zamanda gel! (M. 15) Güzel huylu isen, sende kincilik, hayinlik, hırsızlık yoksa. Ama bu insan vücudunda gizli hiyanet ve hırsızlıklar da vardır. Nasıl ki Davut Peygamber zamanında adalet zinciri göklere kaçmıştı. Bu, hiç kimsenin bilmediği gizli hırsızlıklardan ileri gelmişti. Ama zincirin kaçtığını görünce herkes bildiki, bunda bir sebep vardır. Bütün adalet olmasa dünyada gönül aydınlığından, zevkten ve saf adan ne varsa ortadan kalkar ki, bu da sebepsiz değildir. «Allah bir topluluğa verdiği nimetini, o topluluk nefislerinde bir bozukluğa bir değişikliğe uğramadıkça ellerinden almaz.» (Enfal sûresi, 54).

Eğer sen kendi temizliğini, iyliğini gözetir, o gizli hayinliklerden içini arıtırsan, sendeki iyil:k ve temizlik daha da ileri gider. Ey hak yolunun gerçek yolcusu gönlünü hoş tut! Çünkü gönüller okşayan o ulu Tan rı senin işini onarmaya uğraşıyor. «O, her gün başka bir işle uğraşmaktadır.» (Rahman sûresi, 29). O, ya arayanın, ya aranılanın işiyle meşguldür. Bu ikisinden başka her kim ne söylerse ahmaklık etmiş olur. Öyle bir kimse her ne kadar kendi ahmaklığını görmez; ancak ilâhî görüşe sahip ve her şeye Allah miriyle bakan erenlerdendir ki, hünerin ve ince görüşün ne olduğunu anlar ve bilir. İlâhî görüşlerden uzakta kalan gözlerde ancak ahmaklık ve perde vardır.

Şimdi ey gerçek dost! Yüce Allah senin işini başarmak ve onarmakla meşguldür; hem görünürde, hem görünmez âlemde sizinle uğraşmaktadır. Sizi hiç ihmal etmez, şu âyette buyuruyor ki: «Siz ancak Allah dilerse isteyebilirsiniz,» yani o irade etmedikçe bir şey isteyemezsiniz; «Allah bilgin ve bilgedir.» (Dehr sûresi, 30). Yani ey Mustafa (S.A.) sen ne istersen o bizim isteğimizdir! Nefis değildir, heva değildir. Bazı kimseler de derler ki: Buradaki isteyemezsiniz sözü, sahabeye ve ümmete söylenmiştir. Yani siz isteyemezsiniz, doğru yolu aramasını da bilmezsiniz; ben ki Allah'ın elçisiyim; ben isterim.

Beyit:

Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için,

Muhammed'in (S.A.) elinden ve gönlünden başka bir anahtar yoktur.

Allah'a ant içerim ki, halvete çekilmiş hak erenlerinin, bu sözün suretinden bile başları döner. Ya bu sözün manası nerede kalır?

Diyelim ki benim bir şiirim yok, bir eserim yok ki, bundan neşeleneyim; kendimden, kendi sözümden zevk ve heyecan duyayım. Öyle bir şaircik henüz dünyaya' gelmedi. O, halde ben kim oluyorum? Allah beni yalnız yaratmış, tek başıma dışarı fırlatmış, yalnızca bir dağ başına bırakmışlar. Anam babam öldüğü için kurtlar, kuşlar beni besleyip büyütmüşlerdir. Nihayet söz alanı geniş ama o, geniş alanda mana daralıyor. Bu darlaşan mana alanının ötesinde başka mana olmayınca yazı ve söz alanının genişliği de kalamaz. Yazının kaleme gelmeyen sesi kısılır, harfler silinir. O zaman susmak, mana eksikliğinden değildir, belki de mânanın parlaklığındandır. Bu tıpkı Dişayil adındaki şeyhçiğin, cevher ve yün çuvalı arasındaki tartışmayı beğenmemesine, onu yermesine benzer. Ben şu sözlerimle yünü cevhere karıştırmak istemiyorum ki kokmuş ve bulaşık yünlerle onu yola getireyim. Benim sözümü onun sözü tarafına sürüklemek ve onu kendi sözü ile bağlamak istemem.

İsâ Peygamber, doğar doğmaz konuştu. Hazreti Muhammed (S. A.) de kırk yıl sonra söze başladı. Bu onun eksik oluşundan değil belki olgunluğundandır. Çünkü Hazreti Muhammed (S. A.), Allah'ın sevgilisiydi. Kula, «Sen kimsin?» diye sorarlarsa, «Ben, Allahın kuluyum,» der. Ama Sultana, «Sen kimsin?» diye sormazlar. O eksik düşünceli cahil, hep kendi mektubunu okur. Dostunun mektubunu okuyamaz. Eğer bir satırcığını olsun okuyabilseydi, bu sözleri hiç söylemezdi. O, yalnız ve hâlâ o mektubu okur; işte o kadar. Halbuki onun eski mektubundaki eğri büğrü satırlar, karanlık ve bâtıl sözler, hep kendi kuruntuları, kendi hayalleridir. Nasıl ki o, kendi eliyle yaptığı puta kul olur; onun bekçisi ve kapıcısı olur. Şu zamanda, bazı kadın tabiatlı kimseler de tıpkı o putlar gibi konuşurlar. Ey kendilerinden habersiz insanlar! Siz bizde kutluluk arıyorsunuz; halbuki biz de aynı şeyi aramaktayız. Sizin bize bakmanızı istiyoruz ki, günün (M. 16) günlüğü, saatin saatliği, cansız varlıkların cansızlıkları kalmasın hep bir olsun.

Âşık olmayan bir saz sanatçısı, dertli olmayan bir ağıtçı dinliyenlere soğukluk verir. Halbuki, saz ve sözden maksat başkalarını coşturmaktır. Hele derneğin bozulması, dostların dağılması, hep birbirlerini gözetmemelerinden ileri gelir. Gerektir ki, birbirleriyle öylesine kaynaşsınlar ki, ayrılmaz bir vücut gibi olsunlar. Allah, «Benim velilerim, dostlarım, kubbelerim atındadır. Onları benden başkası bilmez.» (Kutsal hadis) buyuruyor. Bu, «Benden başkası bilmez,» sözünün iki anlamı vardır. Biri dosdoğru anlam, öteki de, bu, «başka» sözüyle «yabancılar» demek istediği anlamdır.

Mana aleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiç bir şey anlayamadılar. Hak yolunun yolcuları söğüt dalı gibi titrerler ki o elifi anlasınlar. Gerçi bu yolcular için çok sözler söylendi; Hak ile Halk arasında, yedi yüzü parlak, yedi yüzü de karanlık olan çeşitli perdeler konusunda çok açıklamalar yapıldı. Ama hiç biri gerçeğe yol gösteremedi. Ancak bir topluluğun yolunu kestiler ve onları, bu perdelerin ötesine nasıl geçeceğiz diye umutsuzluğa düşürdüler. Bütün perdeler tek bir perdedir. Bu perdeden başkası da yoktur. O perde ise, bu varlıktır. Kendi kendime konuşabilirim yahut kendisinde kendi benliğimi gördüğüm herkesle konuşabilirim. Sen niyaz gösteriyorsun. O niyazsız ve yabancı görünen sen değilsin. O senin düşmanın idi, sen o olmadığın için onu incittin. Nihayet ben seni nasıl incitebilirim? Ayağına bir öpücük kondurayım desem korkarım ki kipriklerimin dikeni ayağına batar da rahatsız eder.

Demişler ki: «Mevlânâ (Celâleddin) dünyadan el çekmiştir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bunu yapmamıştır.» Mevlânâ da onlara şu cevabı vermiş: «Siz Mevlânâ Şemseddin'i sevmiyorsunuz; eğer sevseydiniz, size öyle sevimsiz ve çirkin görünmezdi.»

Şiir:

Hoşgörürlük, gözü ayıpları görmekten körleştlrir

Öfkeli bakışlar her kötülüğü açıkça görür.

Bir şeyi seven, ona karşı kör ve sağır olur, yani sevilenlerin eksik tarafı görülmez ve işitilmez. Sevgisini kaybeden hemen kusur görmeye başlar. Görmez misin, anne yavrusunu çok sevdiği için çocuğunun yatağını kirletmesini bile hoş görür; ondan tiksinmez, ona «Afiyet olsun,» der. Bu söz, onun çocuğuna karşı düşkünlüğünü gösterir.

Mevlânâ Şemseddin buyuruyor ki: Bu cevabı önce Mevlânâ söylemişti. Şimdi de benden dinle. Biri topal bir eşeği tavlaya çeker, iki gün iki gece yem verir. Eşek durmadan sahibine pisler, bu başka mesele, öteki de arapatma binmiştir. At onu her türlü tehlike ve belâlardan, yol kesen haydutların şerrinden kurtarmıştır. İşte bu misal, o sırrın kuvvetini göstermektedir. Nihayet insanı taşıyan bineğin de hakkı ortadadır.

Bizi hiç bir istek bir yere götüremez. Ancak niyaz ehlinin niyazı, yalvarışı bize yoldaş olmalıdır. «Şüphe yok ki sadakalar yoksullar içindir,» buyurulmuştur. Bize de ancak yalnızlık suretinin yalvarışı gerektir. Ancak suret ve mana onun öyle bir niyazıdır ki, somurtkan ve ekşi suratlı şeyhin yanında olamaz. «Ey ekşi yüzlü efendi! Sen bizimle cenk ediyorsun diye bize çıkışmışın,» dedim. «Hayır,» dedi, «însan, ekşiliği öyle birine karşı gösterir ki, ondan incinmiştir. Başka biriyle de hoş geçinir, gülüşür.» Yani evvelkini görür suratını ekşitir, bunu görür gülümser ve bundan hiç bir sıkıntı görmeyince hep hoşlanır. Eğer bir cefa ve bir ziyan görürse, bu da nefsine ait bir cenkleşmedir. Yüzünü kendi tarafına çevirir, somurtur. Yüzünü bu dost tarafına çevirince de (M. 17) gülmeye başlar. Bunu bilmek bir olgunluktur. Bunu bilmemek de, olgunluğun olgunluğudur.

Bir kimsenin davasını onun manası için, bir kimsenin manasını da, davası için öğrenmek isterim.

Şaha dediler ki: «Seyis senin atına binmiş,» Şah şu cevabı verdi: «Eğer ben atın üstünde olsaydım o başımın üstünde oturacaktı, ancak ben şimdi attan inmiş bulunuyorum. Tekrar binecek olsam, seyis bilir, çarçabuk ahıra koşar. Bu gün ben karıyı bile boşayacak olsam gine o bilir.» Dedi ki: «Sizin derneğinizde bulunacak değerde olmadığımız için hizmette kusurumuz var.» Bu kimseler' ki büyüklerin yanına gaflet içinde giderler, bunların onlardan haberleri yoktur. Çünkü onların yanına hazırlıksız gitmişlerdir. Yolda yürüyen bir adam, bir ırmağa rastlar. Hep sert akan bu suya girecek olsa derindir, boğulacak. Üstünden atlayıp geçmek istese geniştir, içine düşecektir. O halde şu zorluğu ortadan kaldırmak lâzımdır. Kuran'da, «Nefislerinizi öldürünüz,» (Bakara sûresi, 54) buyurul-madı mı?

Hazreti İbrahim, o dört kuşu öldürdü, hemen dördü birden dirildi. Ama burada o dört kuş hemen diril-mez, ancak başka yönden dirilir. Çünkü velilerin iç yüzü de bu dört kuş gibidir. O dört kuş ölmüştü, ama başka yönden dirildiler. Nasıl ki, nefsiyle yaşıyanlar başka, kalbiyle yaşıyanlar başkadır. Kalbiyle yaşıyanlarla, Rabbiyle yaşıyanlar da başka olur. Çare yoktur, çünkü yol budur.

Kuran'da, Allah'a güzel amellerinizle ödünç ve rin,» (Müzemmil sûresi, 20) buyuruluyor. Allah'ın ne ihtiyacı olur ki, ona ödünç veresiniz? Yine Allah Musa'ya buyurdu ki: «Ey Musa acıktım. Beni doyurmayacak mısın? Kapına gelirsem beni nasıl karşılarsın?» Musa, «Ey Ulu Allahm, sen böyle şeylerden arısın,» dedi. Allah yine tekrarladı: «Ey Musa ya kapına gelirsem?» Her ne kadar Musa, Allah'ın bu cilveleşmesine karşı, «Nasıl olur,» diye düşünüyordu, ama Allah da ona karşılık, «Eğer gelirsem ne yaparsın?» diyordu. Nihayet dedi ki: «Çok acıktım. Tartışmayı bırak, git yemekler hazırla ki, yarın yine gelirim.» Erkenden yemekler hazırladı; baktı ki, bunların hepsi hazır ama su eksik. O sırada bir derviş geldi, «Allah rızası için bana ekmek ver,» dedi. Musa, «Hoş geldin,» dedi; eline iki su testisi verdi, «Su getir,» dedi. Derviş, «Başüstüne,» dedi. Suyu getirdi. Musa da ekmeği dervişin eline uzattı. Derviş saygı ve teşekkürle ayrıldı. Şimdi Musa'nın Allah yolunda bu zorluklara düşmesi nasıl olur? Musa kimya bilgisini iyi biliyordu. Çünkü ona, «Tevrat'ı altın suyu ile yaz!» diye emir verilmişti. Vakit gecikti, Musa beklediği yemekleri komşulanna dağıttı. Fakat, «Bu ilâhî cilvenin sırrı nedir?» diye düşünüyordu. Meğer bunun sırrı, bu topluluğa bir genişlik vermek yahut anlattığım şekilde, içten kulluk etmekmiş.

Neşeli bir zamanında Musa sordu: «Ulu Allahm! Söz verdin ama gelmedin!» Allah buyurdu ki: «Geldim ey Musa! Geldim ama sen bize iki testi su taşıtmadan nasıl oldu da ekmek vermedin?»

İki bilgin birbirleriyle övünme ve tartışma yoluyla konuşuyorlardı. Marifet sırlarından, ariflerin meclislerinden ve sohbetlerinden söz açmışlardı. Biri diyordu ki; «Eşeğe binmiş olduğu halde yanıma gelmekte olan zat Tanındır.» öteki de, «Hayır, bana göre onun eşeği (hâşâ) Allahdır» (Vücut (Varoluş) birliği taraftarlarına göre, Allahdan ayrı bir varlık yoktur. Dervişlerin konuşması bu nükteye işarettir. Yani her varlık Allahdan bir görünüş, bir eserdir ama Allah'ın kendisi değildir, ama ondan başkası da değildir. Çünkü o zaman vücut ikileşmiş olur. (Ç.)) diyordu. Nihayet bunlar, bu sözleriyle, cebriye görüşünün çukuruna düşmüşlerdi.

Bâyezid ve başkaları gibi büyük ariflerin sözlerinden anlaşılıyor ki, onların sözlerinde başka bir mana vardır. Bu sözlerle uğraşmak bir perdedir. Bu gidiş başka bir gidiştir. Dediler ki: «Bu niçin başka bir şey olsun?» Ben de cevabı verdim: Diyelim ki, sen bizim sözümüzü dinlerken yüreğine soğukluk geldi. (M. 18) îşte o, böyle bir şeye perde olur. Onlar hulul inancına yakın bir yoldadırlar. Ruh alemine mensup erenlerin sözleri canlara işler; heva ve hevesle dolu olan sen nasıl anlayabilirsin. Bu şehvet hevasından bahsetmek istemiyorum. Nihayet bundan önce de heva bahsini yorumlamıştım. Heva şehveti ve arzuları yok eder demiştim. Aşk ve sevgi öyle bir şeydir ki, kımıldadığı vakit, karşına yüz huri getirseler sana duvar kerpici gibi cansız görünür. Ne zaman bir hikmet sözü işitir veya bir düşünceye koyulursan, o aşk ve sev* gi harekete geçer. Nihayet nur perdelerinin ışığı olan aşk, «Allah'ın nurdan yetmiş perdesi vardır,» anlamındaki hadis ile işaret buyurulan kat kat perdelerin nurudur. Şimdi sen aşka batmış olduğun halde nurun ışığından nasıl söz açabilirsin? Eğer söz açarsan o bütün heva olur.

O sofî îmad sarhoş olur, başını sallar. O baş salma heva olur. Heva nerede, Allah nurunun parıltısı nerede? Zaman zaman bize, «Nasılsın?» diye sor. Ben sizin kulunuzum. O Allah kulları mal bakımından bir hizmette bulunursa bir muhabbet uyanır. Onların işleri o muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği yüz bin dinardan değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o kapalı kapıyı dost vergisi açar. Şeyhin bu güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasında bir şey gizlidir. Onu isteyin. Onun iki sözü vardır. Birini iki yüzlülükle, ötekini de dosdoğru söyler. Ama iki yüzlülükle söylenmiş olan sözü bütün velilerin canları, ruhları özlemekte ve bunu istemektedir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'yi bulmak ve onunla sohbet etmek arzusundadırlar. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır. «Keski onun zamanında olaydık, onun sohbetine ereydik, onun sözlerini işiteydik!» derler. Şimdi bari siz bu fırsatı kaçırmayın ve bu gözle bakmayın. Ona öyle bir gözle bakın ki, Peygamberlerin ruhları da aynı gözle bakmakta, ona hasret teraneleri yollamaktadır. Nasıl ki bir gün Harunnurreşid, «Şu Leylâ'yı getirin bir kere göreyim. Mecnun onun aşkı ile bütün belâlara düşmüş; Doğudan Batıya kadar, onun aşk destanlarını âşıklar kendilerine örnek tutmuşlardır,» dedi. Birçok masraflar ve kurnazlıklarla Leylâ'yı getirdiler; Halifenin sarayında halvete koydular. Halife erken sabah mumlan yaktırdı, onu dikkatle gözden geçirdi. Saatlerce başını önüne eğdi, düşündü. Kendi kendine, «Bükere de onu konuşturayım belki söz söylerken yüzündeki güzellik daha çok belirmeye başlar,» dedi. Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu: «Leylâ sen misin?» «Evet Leylâ benim. Ama Mecnun sen değilsin. Mecnu'nun başında olan o gözler senin başında yok.»

Şiir:

Başkalarına baktığın gözle, Leylâ'yı nasıl görebilirsin?

Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!

Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,» buyurulmuştur. Fakat buradaki eksiklik onların Allah'a sevgi gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allah'a bilgi yönünden bakarlar, irfan ve felsefe yönünden bakarlar. Ama sevgi yönünden bakmak başka bir iştir.

Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine söylerim ki, onu kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum. Ama ben sende kendimi göremiyorum. Sende başkalarını görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse (M. 19) üç ihtimalin dışında değildir. Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç türlü ziyaretçiden hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir insan olduğum sizce belli midir?» dedi. «Evet belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir, ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben değilim,» dedim. Bana dedi ki: «Mert odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet eğer açıklanır ve bende velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı. Ama alemin böyle olması Allah'ın kanunu değildir. Uzun söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç yüzümün dışarıya vurmuş olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.

Bayezıd'ın halvet hikâyesini anlatmaya başladı. «Bu, Muhammed dininde uydurma bir şeydir. Uydurmacıların sözünü bırak,» dedim. Bana, kadıdan örnek verdi. O sakat hükümleri, düşünceleri tekrarlardı. Onunla Tokat'ta yaptığımız tartışmalardaki hükümleri ve araştırmaları anlattı. Artık başka hiç bir karşılık vermedim. «Kalk git! Bir daha böyle şeyler yapma! Başkalarını dinliyorsun, bir takım sözcülerin sakat ve yanlış haberlerini, Allah kullarına getiriyorsun,» dedim.

Bazıları daha ileriye sıçrayabilmek için geri geri giderler ki suyun öte tarafına atlasınlar. Bunların geri gidişleri, daha ileriye atlamak için olursa iyidir. Eğer başka bir niyetle gemleniyorlarsa sonu düşkünlüktür. Şüphe yok ki, bu ırmağın suyu geçilecektir. Kâfir, Müslüman, Yahudi bunu geçecektir. Bundan geri kalırsan, haydutlar seni zebun düşürür. Suyun öte tarafında haydutlar sana saldıramaz. Öte tarafında sana kuvvet gelir; yardım ve kolaylıklar görürsün. Bugün suyun öte tarafına atlamak için daha çok gerilenirsen çok geçmeden yorulursun; ancak öyle bir sıçrayış sıçra-malısın ki, iki ayağın birden karşı tarafa bassın. Eğer ayağının biri suya değer ve su da sert akarsa, öteki ayağın da kayar içine düşersin!

Biri diyordu ki: «Sen eğer fıkıh bilgini olaydın, ne ince konular bulurdun!» Öteki Hıristiyan da dedi ki: «Eğer sen Hıristiyan olaydın, dinin ışığı olurdun; Hıristiyanlığa parlaklık verirdin.» Yahudi de bundan daha iyisini söyledi: «Eğer bütün müslümanlar böyle olsaydı, Muhammed'in dini ne mutlu bir din olurdu,» dedi. Nihayet benden şunu diledi ve dedi ki: «Mademki sen bu kadar iyi bir adamsın, söyleyeceğim hatırayı yazmaz mısın?» Onun kulağını doldurmak gerek. İlim, içten ve dıştan bir anlayıştır. Eğer iç alemine ait olursa ona hikmet, felsefe derler. Dedi ki: «Bir kere düşün bu nereye sığar? Ev doludur, iğne atacak yer yok.»

Diyordu ki; «Sabredersen, cefadan şikâyet etmezsin.» O düşünce nereye sığar? Gönül evinde nasıl yer bulur ki, bu ev iğne sığmayacak derece dopdoludur. Bir külhan ambarını getirmiş, «Buraya yerleştir!» diyor. Nereye yerleştireyim? Yer kalmadı. Dünyada Allah'ı aldatmak nasıl olabilir? Bu, bayağı bir şeydir. Evet, Allah kulu nefsinden nasıl umutsuzluğa düşebilir? Bir sedef içinde bir inci vardı ki, bütün âlemi dolaşırdı; bir çok incisiz sedeflere rastladı. Ona sedef ve cevher hikâyesini anlattılar; o da onlara, sedef hikâyesini anlattı. Ötekiler dediler ki: «Bizim onda bulunduğunu işittiğimiz o sedefler, sendeki inci ve sedeflerin hikâyesi midir?» Dedi ki: «Vallah ben de senin işittiğin kadar işittim.» «Ey dolapçı, yankesici! O sende, ama bizi yanıltmak istiyorsun,» dediler. Cevap verdi: «Hayır, ant içerim ki o sedef bende yok. O, öyle bir yüce âleme gitti 'ki, bir gün eşsiz bir inci bulsun.» Ne söyledi ise söyledi. Kuran'da, «O, Allah'ın kuluna bildirdiği şeyi bildirdi,» (Necm sûresi, 10) buyurulmadı mı?

Ona sedef desen bile buna sedef deme! Bir sedef ki, içinde Allah surlarının öz cevheri coşup köpürmeye başlamıştır, öteki çömlek parçaları ile nasıl eşit sayabilirsin? Her kim senin yanında iyilikten bahseder yahut senden bir kimsenin iyiliğini sorarsa, senin iyilik hakkındaki düşünceni öğrenmek istiyorlar demektir. Böylece bir kimsenin aleyhinde konuşurlarsa, bil ki Hak seni iyilik ve kötülük yönünden sorguya çekecektir. Sen de bu hususta (peşin hüküm vermekten) sakın.

(M. 20) Nişabur şehrinde, bir çocuğu doğruluğa alıştırmak, terbiye etmek istediler. Önce ona sordular: «Falan çocuk hakkında ne dersin? Bize hoş görünüyor. Güzel huylu bir çocuk mudur?» Eğer, «Evet, güzel huyludur, fena değildir,» derse, kend si de öyledir; eğer, «Bu vasıflardan uzaktır,» derse, «O halde şimdi sen nasılsın?» diye soracaklardı. Bazıları vardır ki, öğüt dinlerken içleri müslümandır, fakat vaiz meçlisinden çıkınca ateşten çıkmış kalay gibi donar kalırlar. Bazıları da vardır ki hem vaızda yumuşak huylu olurlar, hem de başka şeyle yumuşatılabilirler. Kimisini de çetin araçlarla ve bazen de daha etkili bir şeyle yumuşatılır. Nasıl ki, görünüşte her şeyi yumuşatmak bir âlet yardımı ile olur. Bizim yakınımız, semâ vaktinde hırkasını atan ve bir daha dönmeyen adamdır. O hırka, her ne kadar bin cevher değerinde olsa bile, o semâda ve o halde aldanmış bulunsa bile, bir kere ben o zevkin o hırkaya değdiğini sandım ve vermiş bulundum. Şimdi tekrar görüyorum ki, aldanmı-şım. Değmez. Bu söz bir zümreye acı gelir; ancak o acılığa karşı dişlerini sıkarlarsa bir tatlılık belirir. Şu halde acılık zamanında gülen kimse şu sebepten gülmüştür ki, gözleri sonunda gelecek tatlılığı görmektedir. Demek ki, sabrın manası bu bakıma göre işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa görüşlü olmaktır, îlk saf daima, işlerin sonunu iyi bilenlere kalır.

Katır, deveye sordu: «Niçin ben çok kere katarın başında gidiyorum da sen arkada yürüyorsun?» Deve dedi ki: «Ben yokuşun başına geldiğim zaman ileriye bakar sonuna kadar görebilirim. Çünkü yüce başlı yüce himmetliyim, parlak gözlüyüm, bir bakışla yokuşun sonuna, bir bakışta da ayağımın önünü görürüm.» Burada deveden maksat şeyhtir. Çünkü o olgun görüşlüdür, ona daha önce yetişen herkes onun huyunu kapar. Şüphe yok ki, kiminle düşer kalkarsan onun huyunu kaparsın; hangi tarafa baksan sana olgunluk telkin eder. Yeşilliğe güle baksan sana incelik duygusu gelir; çünkü yoldaşların seni kendi âlemlerine çekerler. Bu yüzdendir ki, Kuran okumak gönüle sefa verir. Peygamberleri dile getirirsin, onların ahvalini öğrenirsin; onların suretleri senin ruhunla birleşir; sana yoldaş olur. Ben, o büyük ölümsüz ve sonsuz cevherle öyle sıkı ve sıcak bir bilgi edindim, onunla öyle kaynaştım ki, içim onun ateşiyle doldu. O cevher, yumuşaklığa ve güzel huyluluğa başladı. Dedi ki: «Nasıl istiyorsan öyle yapayım.» Ben de imkân bulunca, «Bana falanca cevhercinin cevheri gerektir» demeye başladım, «isterim ki dileğimi kabul edesin ve bunu geciktirmiyesin.» O öfkeye ve sertliğe başladı; ben de yumuşak davrandım aşağıdan aldım. Çünkü o benim kızgınlığımı yatıştırdı, yumuşattı. Ben de onun öfkesini yumuşak hareketimle karşıladım. Dedim ki: «Hele tartışmayı bıraktım, hiç bir şey istemiyorum, hüküm senindir.» Tekrar tutturdu, «Sana ne lâzımdır?» dedi. «Sen bilirsin,» dedim. «Hayır, söyle,» dedi. (M. 21) Dedim ki: «Sebep aynıdır; eğer barış yapmak istiyorsan barıştım.» «Hayır, açık söyle söz nedir?» dedi. Bu sefer de, «îş, sözden'daha sağlamdır. Ben söyledim sen bırakmadın,» dedim. Tekrar etti: «Senin sözün bizim için senden daha iyidir, yapacağın işi söyle.» «Bildiğin gibi değil,» dedim. Onu vurmadıkca bir faydası olmaz sana teslim olmuştur. Sana dünya ehlinin sohbeti ateştir derler, ibrahim gerektir id ateş onu yakamasın. Nemrut, dışarıdan bir ateş yaktı İbrahim de bir ateş yaktı. «Göreceksin ateş kimi yakacak,» dedi. «Ey Nemrut! Sen kahırdan doğmuşsun, ben de rahmetten yaratılmışım, görelim kim kimi yakar?» Allah, «Rahmetin öfkemi geçti,» diye buyurmadı mı?

İbrahim dedi ki: «Ders meydanda, imtihana ne lüzum var?» Öteki, «Hayır, hayır, ancak iş gerektir,» dedi. İbrahim, «Bismillah!» dedi. Rahmetin ayağı kahrı tepeler; bu takdirde rahmet, kahrı ve öfkeyi yok eder. Rahmetin ayağı böyle olur. Evet, dostları sınamak gerektir. İbrahim dosttur. Nasıl ki, «Dosta böyle yaparsan, düşmana ne yaparsın?» .derler. O, dostu ateşe fırlattı gitti, hali ne olacak diye sınadı. Onun halini, onu ancak fırlatıp atan bilir.

Çalgıcıya dediler ki: «Ne nazlanıyorsun, çal! Yoksa ricamızı iki kere mi işitmek istiyorsun?» Şöyle cevap verdi: «Hatırlıyorum, filan kimse de böyle niyaz ediyordu.» Yani sizde böyle yapın. Öteki, içinden bunu kabul etmiyordu: «Nasıl olur da bir adam bu ka-darcık hüneriyle öğünebilir? Filan adam bana böyle saygı gösterdi, rica ve niyazda bulundu,» diyebilir. Ben öğünmüyorum, ben yol gösteriyorum. Gösterdiğim yol da niyaz, yalvarma yoludur. Şah ise niyaz ile doludur.

Diyorlar ki: Ariflerden biri Bağdat'ta yüz hıyarın bir pula satıldığını işitir. Feryada, dövünmeye başlar; kendinden geçer ve hastalanır. O arif bizlerden değildir. Onun sözünü ve halini bize nasıl örnek gösterebilirsin? Biz de o hal yoktur. Bize göre Hak yolcusu birdir. Yüz hıyar nereden geldi? öteki dedi ki: «Sen Hak yolcusuna nasıl diyorsun ki hıyarı bir pula satmak küfür değildir. Bunu niçin söylüyorsun,» diye ona çıkıştı. Hayır, o niçin çıkışsın? O, onları bu gibi şeylerden kurtarmak istedi. «Bunu bizim sözümüze niçin benzetiyorsun,» demek istedi. Diyelim ki, denizde bir girdap vardır; korkunç bir girdap. Bütün denizciler bundan kaçarlar. Herhangi birinin bundan sakınmayarak buradan geçerim demesi ne demektir?

Şimdi cansız varlıkların konuşmasından ve onların işlerinden söz açacağız. Bilgeler bunu gerçeklemezler. Şimdi bu gördüğüm şeyleri nasıl söyleyeyim? İnliyen direk hikâyesini nasıl anlatayım. Bu, kişi dilinin kıvrımlarında gizlenmiştir. Hazreti Ali buyurdular ki. «Bir insan konuşurken kim olduğunu aynı saatte anlarım. Konuşmasa, üç günde anlarım; ancak yeter ki halinde susma olmasın da, dinleyenlerin anlayışına göre konuşsun.» Yine Hazreti Ali buyurmuştur ki «Perde açılsaydı yakîn yine artmayacaktı.» Eğer onun hali öyle olsaydı, bu ikinci söz haline uygun düşmezdi.

Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya işlerinden feragat gerektir ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler niyazda, armağan sunmakta ağır davransalar bile, yine ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu göremiyorum ki, pişmanlıktan önce uyanmış olsunlar.

Müşteriden bir pul haraç alan bakkal, kavgaya tutuşmuş, öfkelenmişti. Tablaları dökülmüş, dirhemleri başına atılmış, halk gelip ayınncaya kadar (M. 22) elli dirheme yakın bir ziyana uğramıştı. Sonunda yaptığı işten çok üzüntü duydu ama o saatte öfkesi ona öyle galip gelmişti ki. Bu hal şimdi senin başına gelseydi, «Hiç kimseyle tartışmadan korkmam,» demiş olmana rağmen, «Aman ateş geliyor, beni içine alacak,» derdin. Gerçi bazı kimselerle tartışırım. Onlarda bir ateş vardır.

O saatte, ona öyle bir ateş gelmişti ki, sana gelseydi o gün hamama girmişe dönerdin. Sana ne zaman öfke ateşi gelse sadece Hak uğrunda değildir. Bu ateş her kime yakın gelse, bil ki yüce Allah buyurur ki, benim tarafımdan ancak cefa kapısını kapamaktan başka bir şey baki kalmadı. Bir hizmet etmek gerekir ki, o cefa unutulsun. Bağışlamayı unutmak gafleti unutmak demek değildir. Bir iş yaparken o cefaları hatırlıyorsun. Bu öyle bir girdaptır ki, bu girdaptan herkes kaçar. Ancak yüzücü kaçmaz. O b'le kendisini bu girdaptan geçmeye sakınır. Çünkü geçeceği yol girdabın içindedir. Ancak başkalarını da yakalar, birlikte geçerim diye suyun etrafında toplarsa, öteki sanır ki kendisini döndüren girdaptı. Denizde ve girdabın içinde bir damar ve o arada incecik bir yol da vardır ki, oradan geçilebilir. Çünkü şüphesiz bu girdabın bir yolu olacaktır. Şimdi seri nasıl söylüyorsun ve bana niçin diyorsun ki, «Düşmanı altetmek tartışmaya engel olmaz, belki çok hoşuma gider, gam çekmem.» Mademki gam çekmiyorsun, «Ben dünyaya tapanlara söyledim,» diyorsun; dünyaya tapanları benim sözüme örnek getirebilirsin. Dindar kişiler bile bu nükteler içine sığmaz. Mademki gam çekmiyorsun. Bakkalın biri, bir pabuçcunun karşısında otururdu. Bu bakkal, her gün hurma yerdi; çekirdeklerini de pabuç-cuya atardı. Pabuçcu bu hurma çekirdeklerini topladı; onu taş gibi inciten o çekirdekleri bir araya koydu. O gün kendi kendine dedi ki: «Allah, fenalığın cezası misli iledir, buyuruyor. Bu adam bütün bu ce-fasiyle beraber eğer bu gün bana hurma çekirdeği atmazsa ötekileri af edeceğim.» O gün, bakkal yine hurma yemeye, çekirdeklerini eskisi gibi pabuçcuya atmaya başladı. Bütün çarşı halkının bu işten haberi vardı. Diyorlardı ki: «Eğer bu gün de aynı terbiyesizliği yaparsa kendisini alaşağı edelim. Şaha da haber göndererek bunu astıralım.» Şaha haber gönderdiler; kunduracı bıçağını aldığı gibi eline indirdi; ikinci bir darbeye lüzum kalmadı. Padişah, vezirine dedi ki: «Pabuçcuyu ziyarete gidelim.» Veziri dedi ki: «Padişahım, onun için teklif tekellüf yoktur. Aşağı in, dükkânın köşesine otur, onun hoş beş etmesini bekleme: iltifat göstermeyişi oraya yol olmamasından, oranın yasak olmasından değildir. Bütün külhan sakinleri onun huzuruna yol bulmuşlardır. Kerem ve cömertlik alanında, doğan gibi uçar.» Şah, vezirin anlattığı şekilde pabuçcunun ziyaretine geldi. Vezir, «Başka suretle ziyarete imkân yoktur,» demişti. İkinci bir küstahlıkta da bulunmuş, elini istemiş ve öpmüştü. Beraber oturup konuştuktan sonrıa geri döndü. Bu hikâye henüz âleme yayılmamıştı. İster yayılsın, ister yayılmasın maksat bir öğüttür. Cefaya karşı tedbir almak gerektir. Biz hem tedbir alıyoruz hem yol gösteriyoruz. O yol da dünyayı feda etmektir. Allah, «Nefsinin cimriliklerinden korunmuş ve arınmış olanlar; işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Haşr sûresi, 9) buyuruyor. O cefaya karşı tedbir almak için öylesine çalış ki, ilerideki ayrılık gününü korumak için işe yarasın. «Onu göz önünde tutarsan ortada bir şey kalmaz,» di-yesin. İşte bu insan sıkıntı günlerinde Haktan yüz çevirir. Nimet günlerinde de, ona saygı gösterir.

Sevgili der ki: «Ben hoş konuşurum, sen de hoş konuşur musun? Ben sıkılırım sen de sıkılır mısın?» Bu o kadar önemli değil; asıl işin özeti o sıkıntıdadır. (M. 23) Bu sıkıntı tatlılıktır; bu yolun geri dönüşü işte böyledir. Bu öfke yumuşaklıktır. İşin hoş tarafı benim zındıklıkla birleşmiş olnnamdadır. Benim İslâmlık tarafımda o kadar hoşluk yoktur. Cefa vaktinde söylediğim sözü ayrılık günlerinde, o cefanın b'.ttiği zamanlarda da söylerim. Aynaya bakar, onu karşımda tutarım. Kabul edersen yazarsın; gramere vurursun. Şimdi görüyorsun ki, söz başkaları içindir*. Çünkü o sözün, o öğüdün sonucu ondan sonra ona aykırı bir halin meydana gelmemesindedir. Bu mesele elli kere dünyanın her tarafını gezerek denizleri, karaları dolaşan mücevher tüccarının hikâyesine benzer. Bu adam bir in-•ci arıyordu. Geldiğini haber alan inci dalgıçları birbiri ardından koşardı. Ama aranılan incin'.n nasıl ve nerede olduğu, tüccar ile dalgıçlar arasında gizli kalmıştı. Tüccar, inciyi rüyasında görmüş; o rüyaya inanmış ve güvenmişti. Nasıl ki, Yusuf Peygamber (S.A.), rüyaya inandığı ve kendisine Ay'ın, Güneş'in ve yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek bunun yorumunu bildiği için kuyuya atıldığı, zindana tıkıldığı günlerde bile gecelerini hoş geçiriyordu.

Şimdi dalgıç Mevlânâ'dır; cevahir tüccarı da ben, yani Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî Allah bereketini sonsuzlaştırsın inci de ikimizin arasındadır. Diyorlar ki: «inciye giden yol sizin aranızdadır. Biz ona yol bulalım.» «Evet,» dedim, «Fakat yol budur: Ben sana bir şey verin demiyorum, ben Allah yoluna gelin diyorum.» Niyaz yoluyla ve hal diliyle biri sordu: «Allah yolu hangisidir? Söyler misin?» Ben, «Allah yolu budur,» diyorum. Elbette Aksaray'a gidilirken bir köprüden geçilecektir. Hakka giden yolun köprüsü de Kuran'ın, «Onlar, malları ile, nefisleriyle savaştılar,» (Tevbe sûresi, 21) âyetinde buyrulduğu gibi önce malını saçmaktır. Ondan sonra yapılacak işler çoktur. Ancak önce Aksaray'a uğranılacaksa, bu yoldan başka geçit yoktur. Aksaray'dan sonra da (yolda) ıssız ovalara saparsan yine yolunu şaşırırsın. Kurtlar, gulyabaniler seni görünce yayından fırlamış ok gibi ardından yakalar bir lokma yaparlar; alaşağı ederler. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Ne vereceksin Allah yoluna? Gönlündeki nedir? Ne düşünüyorsan, söyle. Eğer bir engelin varsa bana anlat ki, o engele karşı yol öğreteyim de sana kolaylık olsun. Ben yolu senden daha iyi bilirim. Ben inci hikâyesini anlatıyordum; sen bunu bir pula bile almıyorsun. Şimdi ikiyüzlülük mü yapayım? Yoksa dosdoğru mu konuşayım? Bu Mevlânâ Ay'dır; benim varlığımın Güneşine gözler erişemez. Ancak Ay'a erişilebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe baba-maz. O Ay güneşe erişemez, ama Güneş Ay'a yetişebilir. Nasıl ki yüce Allah Kuran'da, «Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar, (En'am sûresi, 103) buyuruyor.

Bu ok kimin okudur? Bu söz kimin okluğundan fırlamıştır? Hakkı, kemâl mertebesiyle bilen onun kudretini anlayan kimdir? Bu okun sonu yoktur, Kuran'da, «Söyle ki, eğer deniz Allahmın yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, Allahmın yarattıklarının sayısı bitmeden önce deniz tükenirdi. Denizi bir kat daha artırsak bile yine yetmezdi.» (Kehf sûresi,109), anlamındaki âyet, bunu göstermiyor mu? Mutlu odur ki, bu ok kendine isabet eder; onu vurur. Bu ok Hakkı bilenler içindir. Okluğumda daha nice oklar var ama bunları atamıyorum. Attığım ve atmakta bulunduğum oklar geri tepiyor. Oklukta kalanların da başka işleri var. Bari nerede olursan ol bizden yüz çevirme. Bizi bırakıp gitmekten dem vurma! Bulunduğun hal içinde, her neyin varsa ver. Bir şeyin yoksa kazanmaya bak ve çalış ki, bu yüzden başka dostları da yanına toplayabilesin! Azıcık bizi de gözet; sana vermiş olduğumuz ödünce karşı bir iki lekis hazırla (ayrılık masrafı boştur kişi verilen sözden sorumludur).

(M. 24) Allah ile olan sözleşme nasıl olur? Borcumuza karşı her şeyden bir parça olsun saklamayı ihmal etme! Eğer bir lekis kadar olursa (ki ben ondan zengin sayılmam ve onsun da yoksul kalmam) ancak sana bir şeyler açılır. Nihayet bütün bunlardan el çekeceğin zamana kadar sana görünmeyen âlemden ansızın bir doğuş olacaktır. Böylece bizim tarafı da bir hamlede unutma! Diyelim ki, akıl bir şey buyurur. Heva ve heves onun aksini ister. Bu şuna benzer ki, efendi, «Turşu getir,» der; uşak «Hayır,» der; «tatlı getirin. Tatlı daha iyidir.» Bu uygun bir iş değildir. Gerektir ki uşak önce efendinin istediğini getirmiş olsun. Çünkü gerçekte, turşu efendinin istediğ dir. Sonra efendi, «Ben falan yere gidiyorum,» der. Uşak, «Allah yoldaşın olsun git, ben gelmiyorum,» der. «Niçin gelmi-yorsun,» deyince, «Dönüş zamanında gelirim, şu saatte mazeretim var,» diye cevap verr. Bu doğru değildir. Bu ters anlama, işin aksini öğrenmedir. Halbuki bu yolda söz birliği, iş birliği gerektir. Aksilik yaraşmaz. Hayır, sen bana uyuşmazlık öğret, ben sana söz birliği öğreteyim! Yani sen bana naz öğret, ben sana niyaz öğreteyim. Nasıl ki adamın biri, bin din bilginine şöyle bir teklifte bulunmuştu. «Sen bana Yasin öğret ben de sana savaş öğreteyim.» Bilgin de savaşçıya şöyle dedi: «Sen bilimsel tartışmadan anlar mısın? Yoksa bundan yoksun musun? Tartışma sevdasında değil misin?»

Şeyh Muhammed bunlardan hangisidir? Beni gerçekledi, tartışmadı. Ama tartışmada bulunsaydı çok faydalanırdı. Çünkü benim onunla tartışmam gerekliydi. Eğer sahabe, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılıklı konuşsalardı onlar için çok faydalı olurdu. Şimdi bu hangi nevi dendir ki bahsetmiyorsun? Bu manevî fayda kendine erişir. Ancak tartışma ile elde edilen bu fayda nedir? Eğer konuşurlarsa siz çok faydalanırsınız. İşte ben sizin hakkınızda bunu düşünüyorum. Siz de bana böyle yapıyorsunuz. Kederliysen tazelenmek; yaşlı isen gençleşmek gerek. Başıyla, kulağiyle, akliyle oynamak gerek ki nasip alasın; hem mana isitesin, hem yiyesin. Yani hem ince manalar dinleye-sin, hem başka bir iş yapasm. Şimdi, «Bu saatte başka işim var,» diyorsun. İki iş'bir arada nasıl olur. Gerek ki iki işi bir arada yapasm. Ulu Allah'ın bana öyle bir vergisi var ki birbirine aykırı yedi sekiz işi bir arada yüklenir, altından çıkabilirim. Allah her şeyden üstündür.

Bazı veliler aceleci oldukları için sana gal'p görünürler, ama o derece galip değildirler. Bazı veliler de yumuşak görünürler ama çok hareketli ve galip olurlar. Onların diledikleri biraz gecikir. Davacının davasından vazgeçeceği zamana kadar uzar; onların nişanı, marifetleri kalmamış olmasıdır. Bir marifetten bahsedemezler. Bizim sözlerimiz arasında söz karıştıran Şeref Lehaverî, gibi kimseler, bulanık suda boğulmuşlardır. Rüyasında büyük bir bulanık suyun içine daldığını; iki parmağını oynatarak, «Aman Şem-şeddin-i Tebrizî elimi tutsun,» diyerek imdat istediğini görmüştü. Bu rüya ona yeter derecede bir öğüt olmadı. Tekrar benim yanımda nebilerin mucizeleri ile velilerin kerametleri arasındaki farkı anlatmaya başladı. Nebiler her ne zaman dilerlerse mucize gösterirler diyordu. Velilerin sözleri nerede, sen nerede? Sonra, bazı rafızîler devamlı bazıları da devamsız olurlar, bazıları da ihtiyarsız olurlar; bir kısmı da ihtiyar-lanyle rafızîlik ederler diye tutturdu. O, veliyi kendi haliyle kıyaslayarak tasvir ediyordu. Onun sözlerinden ve işinden (M. 25) yüz çevirince de, «Beni kıskanıyor, bana hıncı var» diyor. Halbuki benim öyle bir huyum vardır ki Yahudilere bile dua ederim. «Allah hidayet versin, onları doğru yola yönetsin,» derim. Bana şovenlere de dua ederim. «Ulu Allahm, ona bu halinden daha iyi bir hal ver ki sövüp sayacağı yerde bir teşbih okusun, seni ansın ve ilâhî âlemle meşgul olsun!» derim.

Onlar bana nereden çattılar da, «Bu velidir veya veli değildir,» diye tartışmaya başladılar? Ben veli olayım, olmayayım sana ne? Nasıl ki Çuha'ya «Hele şu tarafa bak dediler, tepsiler götürüyorlar.» Çuha şu cevabı verdi: «Bize ne?» «Ama sizin eve götürüyorlar,» deyince; «O halde size ne?» dedi. Ben de şimdi «Size ne?» diyeceğim. İşte bu sebeptendir iki halktan çekinmekteyim.

İçimden birçok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam. Bir iki kere açıkladım: Bende, geçim hayatımdan bir tecrübe kaldı. Bir muhabbet vardır ki asla soğumaz, fakat bu dostluğun değerini kimse bilmez ve takdir etmez. Halbuki benim Mevlânâ'ya açıkladığım sevgi arttı ve eksilmedi, doğrusunu söyleyemiyorum. Ben doğruluğa başladıktan sonra beni dışan attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir hamlede bütün şehirlerden sürer, kapı dışarı ederlerdi.

Az çoğu gösterir, yani söz az mâna çok olmalı. Diyelim ki oraya bir çuval şeker koymuşlar, ondan azıcık bir örnek getirmişler; işte bu azıcık örnek o bir çuval şekerin delilidir. Onu 'anlatmaya yeter. Kişinin de biraz doğruluk göstermesi, onun doğru olduğuna delildir. Yine biraz eğrilik ve ikiyüzlülük de sahibinin eğriliğini gösterir.

Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın doğruluğundan ve doğru sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi. Ancak çok içerlemişlerdi.

Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç alalım, diye geçiyordu. Adam, Hazreti Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece doğru sözlülükte devam etti. Artık dayanamadılar, «Ona bir darbe vuralım,» dediler; «Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken, bu gürültülerin sesi bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya başlamıştı. «Bu adam azizlerdendir, Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden sürgün ediyorsunuz,» diye bağırıyor, onlarla kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen niçin kendi kendine bunlara çatıyorsun. Allah'ın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine çekiyorsun!» Kadın kendi kendine, «Evet» dedi, «Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar, şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar. Hazreti Peygamber, 'Ümmetim sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun,» dedi. Doğru sözlü adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi ediyorlar, sen fena etme!» dedi.

Cüneyd'e tavsiye ettikleri Ahmed-i Zındık'ın hikâyesi de şöyledir: Ona denildi ki, falan şehirde bir Ahmed-i Zındık vardır. Senin karşılaştığın zorlukların düğümü onsuz çözülmez. Sen yüz çile de çıkarmış olsan yine onsuz yapamazsın! Cüneyd, Bağdat'tan kalktı, o şehre yollandı, kendi kendine Ahmed-i Zındık'ın evi nerededir diye sorsam her halde edebe yakışmaz dedi. Adım tevil ederek (değiştirerek) Ahmed-i Sıddık diye sordu, içindeki irfan buna (M. 26) engel olmuştu. Ona rüyasında tevilsiz dosdoğru bir söz söylemişlerdi. Ama o bunu teville yani değişik şekilde dinlemişti. Bu yüzden altmış gün o şehirde derbeder ve başıboş bir halde dolaşıyor; rastgelene Ahmed-i Sıd-dık'ın evi neresidir diye soruyordu. Kendisine dosdoğru öğret len bu adı değiştirmiş olmanın yarattığı uğursuzluk yüzünden bir türlü onu bulamıyordu. Nihayet hatırına ansızın bir çare geldi. «Hele şu yıkık mescidin kapısından geçeyim,» dedi ve oradan geçerek yürümeğe başladı. O sırada kulağına bir Kuran sesi geldi. Hemen yüreği yerinden hopladı. Yıkık mescitten bir delikanlı çıkıyordu. Artık «Adamı kendi adıyla sorayım,» dedi ve sordu. Delikanlı: «Şu okunan Kuran' m sesini işitiyor musun,?» dedi Cüneyd bir nağra atarak kendinden geçti ve yere düştü. Delikanlı ayağına kapandı. Cüneyd doğru sözlülüğünün mükâfatım görmüş, dileğine kavuşmuştu. Kendine geldiği vakit yıkık mescide girdi. Uzakta bir yere oturdu. Ne Cüneyd selâm ve kelâm vermek suretiyle bir teklifsizlik gösterdi, ne de o buna imkân ve meydan verdi. Uzun müddet bu şekilde kaldıktan sonra Ahmed-i Zındık merhamete geldi ona tekrar bakarak söze başladı: «Hoş geldin Cüneyd!» dedi. Cüneyd içinden, «Benim Cüneyd olduğumu nasıl anladın?» diye düşünüyordu. Ahmed gülümsedi, «Nasıl bilmem,» dedi. «Beni aradığın ilk günden beri o zorluklar içinde kıvranarak bu bilmecenin düğümünü çözmeğe uğraştığını görüyor ve etrafında dolanıyordum. Bana gelirse kendisiyle ne konuşayım diye düşünüyordum. Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, şimdi sen konuşacak bir konu varsa üzerine parmağını bas ki konuşalım. Bir şeyler anat ki dinleyelim.»
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

Cüneyd söze başladı, bir şeyler anlatıyordu. Ahmed-i Zındık bir kaç kere çarh vurdu. Kutsal canlar, etrafım sararak, «Eğer böyle bir kaç çarh daha vurursan bu çarhın ipini koparacaksın,» dediler. Ahmed ki-zararak yerine oturdu.

Bu öteden beri bir töredir. Doğru bir söz söylersin, onu yorumlamak istersin, biraz gülerler, çok kere de içlenir ve zevk duyarlar. Hoşa gider o söz, ama yorumlamadan söylersen ne kimse duygulanır, ne de hoşlanır. Meğer ki, Allah'ın doğruyu söylemek için yarattığı seçkin insanlar tarafından söylenmiş sözler olsun. Bu makamda onlara soru sormak gerekmez. Halk onlara nasıl sorabilir ki, bu sözü söyleyen bile şaşkınlık içindedir. «Ben ne söylüyorum kiminle konuşuyorum,» diye kendi kendine hayret eder. «Bunlar n'çin anlamıyorlar?» diye düşünceye dalar. Bir adamın evinde biri saz çalıyordu. Başka biri dedi ki: «Bu evde kimse yoktur, bu çalgıyı kime çalıyorsun?» Adam şu cevabı verdi: «Sus, herkes Allah için tekkeler, kervansaraylar yaptırıyor. Ben de Allah yolunda saz çalıyorum. Ben bunu Allah için yapıyorum. Sen niçin soruyorsun? Seninle biz bilir misin neye benzeriz: Adamın biri, ney çalarmış. O arada, bir taraftan da yellenirmiş. Adam neyi arkasına götürerek eğer sen daha iyi çalacaksan 'al da çal der. Sana yol yürümek gerek. Sana yol yürürken bir şeyden bahsetmek gerekmez. Yolunu yürü ey eşek! Sen, ne o köprü geçen eşeklerdensin, ne de bir günde bir konak gidip geri dönen Mısır eşeklerindensin! Sen binlerce dedikoduların ve koşuşmaların sonucunda günde yarım konak bile gidemezsin.»

Ulu Allah buyuruyor ki: «Bir toplum kendi nefişlerindeki özelliği değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimetleri değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 12). Şikâyeti, feryadı kendi nefsinden et! Allah yine Peygamberine, «Şüphe yok ki, sen, sevdiğin kimseyi doğru yola yöneltemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola yöneltir. Allah hidayete ermişleri en iyi bilir,» (Kasas sûresi, 56) buyurdu. «Bunu biliyorum,» dedi. «Bu halin gerçekliği de bana çok şiddetli geldi.» «Ne söylüyorsun,» dedi, «Bana senden fayda gelmeyecek.» «O halde hangi niyetle bu işin etrafında dolaşıyorsun,» dedim. «Hiç bir niyetim yoktur,» dedi. Ben bu karışık işleri çok yaptım, doğru sözü evirdim çevirdim şiir söylemeye başladım. (M. 27) Bundan içlendi, ağlamaya başladı. «Ah şu benim kötü nefsim,» diyordu. Ben «Yoksun kalmasın,» dedim ve ilâve ettim. «O şöyle söyledi, ben şöyle söyledim gibi dedikoduların şimdi yorumlamasını dinle: Padişahın özel konuk yurdunda olan kimse bir lokma bulur yer, elbette aç kalmaz. Şimdi böyle b:r adam nerede, köpekler için sokağa dökülen ekmek kırıntıları ve kemik parçalarıyle geçinenler nerede? 'Yer ve göklerim beni kavrayamadı, ama bir mümin kulunun gönlüne sığdım,' anlamındaki Allah sözünün yorumunu anlat,» dedim. «Bu nükte, 'Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara gösterdik. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan çekindiler. Halbuki insan bunu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve bilgisizdir,' (Ahzab sûresi, 72) anlamında bulunan âyetle aynı manadadır,» dedi. Yani Allah bilgisidir, bu bilgi de derecelere ayrılmıştır.

Yukarıdaki kutsî hadisin manası da bununla ilgilidir. «Sizce bu hadisin manası hakkında başkaca söylenecek bir şey var mı?» diye buyurdu. «Buna gerçekten güç yetmez,» dediler ve susmadılar. «Bu konuşulacak bir konudur,» dediler. Ama bu noktadan kaçıyorlar. Eğer bu cihet konuşulacak olursa faydası çok olur. Dünya fenadır, ama bu dünyanın ne olduğunu bilmeyen kimselere göre değil. O, dünyanın ne olduğunu nasıl bilsin? Onun dünyası yok ki; ama o, «dünya nedir?» diye sorar. Öteki, «Ahiretten başka olan âlemdir,» der. «Peki, ahiret nedir?» Öteki, «Yarın,» cevabını verir. Peki ama, «Yarın nedir?» Hülâsa söz çok darlaşmıştır; dil daralmıştır. Bütün bu din savaşçılarının, pek dar olan dil bağından kurtulamamaları bu sebeptendir. Onlar sıfatlar âlemine giderler. Allah'ın kutlu sıfatları için acaba ne diyorlar. Kelâmcı-lar, «Sıfatlar, Allah zatının aynı mı yoksa ondan gayrı mı?» diye tartışırlar. Bu nokta üzerinde söz birliği edebilirler mi? Hayır edemezler. Çünkü âlem binbir renge girmiştir; çeşitlidir. Söz, tek bir ton ile konuşulmaz. Nasıl ki Hakîm Sanaî'yi ziyarete gidip gelen dervişten biri sordu: «O dönek ne söyledi sana?» Derviş, başını önüne eğerek, «Âlem halkının sözünü söylüyor,» dedi. Meğer bu dönekliklerden kendini kurtarmış olan kimse yavaş yavaş evinin yolunu tutar, uzaklara gitmez. Yoksa âlem çok dönektir. Biri Yahudidir, öteki yıldıza tapar, beriki ateşe tapar.

Mutezile (Mutezile, Ehli Sünetten ayrılan ve Vasıl Binata'nın yoluna sapanlardır. Bunlar Hasan.i Basrî'nin kanaat ve içtihadına aykırı hareket ettiklerinden dolayı bu ismi almışlardır. Lügat mânası «dernekten ayrılmış kimseler* demektir. Bunlar Eşarî ve Maturidî mezheplerine karşı oldukları için Ehli Sünnet nazarında sapkın bir zümre olarak tanınmışlardır. (Ç.)) diyorlar ki: «Mademki Allah kelâmının başlangıcı yoktur, o halde bu âlemin de bir başlangıcı olamaz.» Bu yol, Mutezile yolu değildir. Bu yol gönül kırıklığı, üzüntü ve çaresizlik yolu, kıskançlığı ve düşmanlığı bırakma yoludur. Sana bir sır açıklandı ise, gerektir ki onun şükrünü yerine getiresin. Şimdi bu şükrün anlamım ikiyüzlülük yönünden mi, yoksa doğruluk yönünden mi söyliyeyim? Allah'a şükürler olsun. Umutsuz olma! Yüzün saf aya, temiz ışığa dönmüştür. Doğruya, huzura, rahata kavuştun. Karanlık, bulanık günler geçmiştir, insanların hayırlısı halka faydalı olanıdır. Kayırın ne olduğunu bilmeyen nasıl hayır işliyebilir? Yılın ne olduğunu bilmeyenler, ömrün ne olduğunu anlamayanlar birbirlerine nasıl uzun ömürler dileyebilirler? Bir gönül ehlinin el.ne geçen bir akça, bir nefis düşkününün eline geçen bin akçadan hayırlıdır. Bunu sana açıklayamam; çünkü senin nefsin diridir, ayaklanmıştır. Eğer bunu sana söylersem sen de bin söz söylersin; aramızda ayrılık baş gösterir. Belli ki bu pirlerin düşünceleri halk arasında pek yaygındır. Mimberlerde, derneklerde onların sözleri dolaşır. Bir de Allah'ın gizlenmiş kulları vardır ki, o şöhretli pirlerden daha olgun, daha sevilmiş kimselerdir.

Bazan da, halk arasında bunlardan daha şöhretli erler vardır. Çünkü onların (M. 28) dilini halk anlar. Mevlânâ sanıyor ki, o insan benim. Ama benim inancım öyle değil. Ben aranan ve istenilen bir kimse değilsem bile, arayandanım. Arayanın maksadı da aranılanlar arasından baş gösterir. Bana göre arayan Allahdır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiç bir kitapta meşhur olmadı. Tarikatlerin, derneklerin anlattıkları şeyler arasında da bunlar yoktur; bu sözler, hep yolu anlatmak içindir. Bunu yalnız bir kişiden dinliyoruz, başka hiç kimseden duymadık. O gün Cüneyd' in, «On hıyar bir pula satılıyor, biz kaça satılacağız?» ded'ğini anlatmıştım. O, bu haldeydi. Nasıl ki, on hasta bile bu sözden dolayı onun düştüğü anıklık derecesine yetişemez; bu bize göre küfürdür.

Ona dedim ki: O değirmeni satma, hem de vakıf yapma! O iki bin dirhemi bana ver ki, senin hesabına döndüreyim. Öyle döndüreyim ve öylelerine vereyim ki, tarife sığmaz. Görüyorsun ki, bir hasta neler yapar! Yüz riyazat bile bunu arzusu ile yapamaz. Bana dedi ki; «Bununla alçak gönüllük derecesine erişir» ve ilâve etti: «O alçak gönüllükten bahsetmiyorum.» Belki, bir yolda kâfirin biri su götürür, onun da suya ihtiyacı vardır. Su ona erişince hiç dönüp bakmaz, ancak onun içi o sudan rahatlaşır. O kâfir kıyamette yüz bin müslümanın elini tutar. Allah'ın işi sebepsizdir. Bir adam vardır ki, devrişler için iki yüz dirhem sar-feder hiç bir tesiri olmaz. Başka birinin verdiği beş dirhem daha faydalı olur. Bu manaları, öğrenmekle, tartışmayla anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid ile Cüneyd'in yüz yıl Fahri Razî'ye çömezlik etmeleri gerekirdi. Bazan tefsirde bazan Kuran'da ona yetişmeye hasret çekerlerdi. Derler ki: Fahri Razî, tefsir ve Kuran bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış olduğunu söylerler. Halbuki yüz bin Fahri Razî, Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka, kapıya asılır ama o kapı da evin içini göremez ve anlayamaz. Halka kapının dışındadır, evin iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O kapının halkası değil, penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki, sen bunu ilim yoluyla öğrenmek istiyorsun. Halbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir. Diyelim ki, yüz yıl Halep ve Şam yolundan söz açmışsın; Halep mallarını asla buraya getiremezsin. Tâ ki yol zahmetine, tehlikelere katlanacaksın, malını haydutlara kaptırmak korkusu ile üzüleceksin ki, bu işi yapabilesin. «Bilgin önce tartışma yolunu mu tutmalı ki o zaman o yolda yürümek kolaylaşsın?» diye sordu. Cevap verdi: «Sana Aksaray yoluna gitmek hikâyesini anlatayım ve bilgi vereyim. Gitmeden o tarafın ahvalini soruyorsun. Ben de diyorum ki, oraya kadar git, ben seninle beraberim. Bundan sonra dikkat et ki, hangi taraf güvenlidir; hırsızdan, kurttan, hayduttan ve başka tehlikelerden hangi taraf daha korkusuzdur. Ya Malatya yolu, ya Elbistan yolu nasıldır?»

Mal, bir çok kimsenin kıblesidir. Yolcular onu feda ettiler. Dünyaya tapanlara göre bir pul, tatlı canlarından daha değerlidir. Sanırsın onların canı yoktur. Eğer canları olsaydı nazarlarında mal canlarından daha değerli olmazdı. (M. 29) Allah'a ant içerim ki, dünyaya tapanların katında bir pul, kıble'dir. ibrahim'in Belâya uğraması hikâyesi, meleklerin gayre-tindendi. Yoksa kıskançlık ve inkâr yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, İblis olurdu. Belki şuna hayret ettiler ve dediler ki: «Biz nur cevheriyiz, nasıl olur da cisimden ibaret olan bir ayak, Allah sevgisinde bizden ileri gidebilir? Dedi ki: «Bunlar sevdadan vazgeçtiler.» Ona dediler ki: «Veliler için maldan, sürüden birçok arzulara kapılma sebepleri vardır. O ise bundan vaz geçmiş ve temiz kalmıştır.» «Evet, inandık ve gerçekledik,» dediler. «Fakat bu hayret edilecek bir şeydir, imtihan edin,» dediler. Bu imtihanda başka bir sır daha açıklanır, sizden hangi sebepten daha ileri gider? «Ben sizin bilmediğinizi, bilirim» dedi Allah. «Size ufak bir sır daha açıklanır. Ey Cebrail! Sen bir taşın arkasında gizlen ve Sübbu, Kuddus diye teşbih oku!» buyurdu, ibrahim Halil Peygamber bunu işitince etrafına bakındı, kimseyi göremedi. «Bir daha söyle,» dedi. «Bunu bütün koyunlar sana tekrar etsin.» Cebrail, taşın arkasından çıktı, kendini gösterdi: «Ben Cebrailim,» dedi. «Benim koyunlara ihtiyacım yok.» Halil de, «Ben öyle bir sofiyim ki, önce nereden kalktımsa yine oraya dönerim,» dedi. Bazı melekler bu hareketten ibrahim Halil Peygamberin halini anladılar ve dediler ki: «Az çoğa, delalet eder.» Bazıları da henüz anlayamadılar. Dediler ki: «Mal işi kolaydır, bir kere de oğulları ile sınayalım.»

Behlûl karıya taş vurdu, «Niçin, vuruyorsun,» dediler. «Çünkü karı yalan söylüyor,» dedi. Bu sözden, şehre bir fitne düştü. Halife, Behlûl'ü yanına çağırdı. «Ben onun yüzünden bahsediyorum,» dedi. «Sözünden değil.» Halife sordu: «Bu nasıl sözdür? Onun sözü yüzünden nasıl başka olur?» Behlûl cevap verdi: «Eğer sen Halife isen emir verirsin ve yazarsın ki, falan semtin gençleri bu fermanı işitince hazır olsunlar, hiç vakit geçirmeden gelsinler.» Ulak bu ferm'anı oraya götürür okur ve her gün okurlar ama gelmezler. Okumak hususunda gerçektirler. «İşittik, itaat ettik» demekte de yine doğruluk gösterirler. «Sayısı elli bin sene olan bir günde,» buyurulduğu gibi Kuran'm işaretlerini anlamıyorsun. Ne yapayım eğer bu elli bin senenin zahiri ifadesine uyarsan oraya cennet kokusu götürürsün. Eğer, nebiler âlemi hangisi, veliler1 âlemi nasıl olduğu konusunu düşünürsen başın döner, yuvarlanır düşersin. Ancak o yoldan yürüyen ayaklara el vur. «Beni bir adım geçti,» dediğim zaman, adımdan adıma, karıştan karışa, dizden dize fark vardır, iki adım sonra erişir dersin ama Hazreti Muhammed'e (S. A.) yaraşan adım sende yok. Sende Firavun baş kaldırdı, sonra Musa geldi, o gitti. Sonra tekrar Firavun gelince Musa gitti. Bu dönekliğe delalet eden haller ne zamana kadar sürecek? Musa'yı da böylece farzet. Firavun bir daha gelmezse bu döneklik işten değildir. Kuran'da, «O kimselerdir ki Rabbimiz Allah tır derler, sonra doğruluk gösterirler,» buyurulduğu gibi onlar bu âlemde böyle söylediler, öte tarafta gafiller diyecek olsa ki, «Bizim Allahmız yoktur,» onlar hiç değ siklik göstermeden sözlerinde dururlar.

Onları kıyamet gününde getirdikleri vakit, mezarlarının yanına götürdükleri gibi yüz bin nur ışığı görürler. Ölüm meleği ne gezer, onlar için hayat meleği vardır. Mezar nerede? Onlara göre kurtuluş; mezardan ve zindandan kurtulma vardır.

(M. 30) Dünya müminin zindanıdır. Birine deseler ki: «Bu zindandan dışarı çıkarsan Sultanın dostu olacaksın, onun yanında, onunla birlikte taht üzerinde oturacaksın.» Adam gelir gırtlağıma s'arılır, «Bu zindandan kurtulacağım,» diye boğazımı sıkar. Eğer gerçek müminlerden iseniz ölümü dileyiniz. Onları kıyamet meydanına getirseler, kıyamet ne hale döner. O gün gizli işlerin açıklandığı gündür. Onların gizli sırları haktır, hak ise açıklanır. Kıyamet nerede kalır? Onları nurdan zincirlerle bağlarlar ki, kıyamet meydanına gelmesinler. Her ne yaparlarsa bunlarla yaparlar. Cennetlik olanları cennete, cehennemlik olanları cehenneme götürürler. Onlar zincirler'ni koparırlar ki kıyamet meydanına gelsinler. Fakat, nurdan başka bir zincirle bağlanırlar, en son vakte kadar bağları çözülmez.

Şimdi söz, iş içindir; iş söz için değil. Bilir misin ki iyi geçinmek dervişler derneğindedir. Abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur. Olgunlaşmış olan (öz) bazı dış kabuklardan kurtulur. Bir zümre onları takdir eder, bir zümre de etmez. Başka bir zümre de, «abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur,» derler. Onlar önderliğe yaraşmazlar, ama bunlar âlemin ve âlem halkının sığınağı ve güvencidirler. Şüphe yok ki içteki pisliği temizlemek gerektir, îç âlemimizdeki pisli ğin bir zerresi bile dıştaki pislikten yüz bin kat daha berbat ve fenadır, içteki o pisliğ. hangi su temizler? Ancak bir kaç damla gözyaşı, ama her gözyaşı da değil. Belki bir şey görebilen gerçek bir gözün akıttığı saf ve temiz gözyaşı temizler. Bundan sonra o kimseye güven ve kurtuluş kokuları erişir, artık uykudan uyanır; onda uyku başka türlü, uyuklama başka türlü olur. Ama niyazsız gözyaşı, n'yazsız namaz, mezar başından daha ileri gitmez. Mezar başından geri dönenlerle birlikte geri döner. Ama niyaz ve yalvarma ile kılınan namaz, mezarın içine birlikte girer. Kıyamette de sah biyle beraber olur. Böylece ta cennete ve Hakkın yüce katına kadar gider. Eğer böyle b r gönül uyanıklığı elde etmişse uyuyamaz. Eğer gönlü uykuda ise, sel yatağında bile yatsa yine iş kolaydır. Biri yanına vurunca uyanır. Uzaktan gelen seli gösterince de korkudan ürperir; acılarını unutur, onun ayağına kapanır, teşekkür eder. Ama bir de çok derin uykuda olanlar vardır ki, düşman gelip boğazını yarı buçuk kesse bile gözünü açamaz. Gözünü açınca da boğazının geri kalan sağlam tarafı da kesilmiş olur. Şaka söylüyorum. Mevlânâ, Hak ehlidir. Onun derneğ'nde güzel söz konuşmak yaraşır. Görmüyor musun ki, şimdiye kadar hep sevgiye ait sözler konuşuyoruz. Dünya halkının önünde korkutucu sözler de söylemelidir ki biraz uyansınlar. Şöyle bir hikâye anlatırlar: İki kişi arkadaş olur. Bunlardan birinin yanında altın Vardır; öteki de onu uyutarak öldürmek ve parasını kapmak sevdası ile fırsat kollamaktadır. Paralı arkadaşın uykusu hafiftir. Çünkü arkadaşının niyetini sezmiştir; hep uyanık durmak zorundadır. Yoksa kendini korumak işi güçleşir. Bunlar böylece başka bir yere gittiler. Kötü niyetli arkadaş artık bu işten umudu kesti. «Adam daima uyanıktır,» dedi. «Eğer şu uyanık ha linde ona saldırırsam bir çaresini düşünür, bari işi ondan saklayayım da onunla biraz şakalaşayım.» Şöyle dedi: «Arkadaş, niçin uyumuyorsun?» Öteki cevap verdi: «Niçin uyuyayım? Niçin uyuyayım? Ne olur ne olmaz!» dedi.

«Uyu ki başına bir taş vurayım, kafanı kırayım da seni öldüreyim, şu altınlarını alayım.» Altın sahibi, «Arkadaş, doğru söylüyorsun; işte şimdi gönül rahatlığı ile uyayabilirim!» dedi. Şimdi biri yolda bir tehlike içinde uyumuştur. Allah kullarının biri gelir onu uyandırır. Fakat o uyuyan adam, ona göre yine uykudadır. Eğer bu uyuyan adamın hallerini sana anlatırsam, kendinden umut kesersin. Bari söylemeyim 'ki kendi nefsinden umutsuzluğa düşmeyesin. Umutsuz olma ki, çok umutlar vardır, insan yaşlandı mı çocuklaşır. Ama bu sözüm herkes için değil. Nebiler ve veliler bundan ayrıktır. Büyük Mevlânâ'mız da bu gibilerden değildi. Sultanul'l Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, seksenden fazla yaşadığı halde her gün daha ergin, daha bilgin görünürdü. Hiç bayağılaşmadı. Bu sözü yalanlamam, belki 'açmak isterim. «Şaşarım seven nasıl uyuyabilir?» Bil ki âlem fakirin gözü önünde perdedir, fakir ise aşk cevheridir (Mevlânâ Celâleddin buyurur ki: Fakr. cevherdir. Fakrdan başka her şey araz'dır. Fakr, şifa; fakrdan başka şeyler de maraz'dır. Bütün âlem ancak baş ağrısından ve aldanıştan başka bir şey değildir. Fakr ise âlemden beklenilen sır ve garazdır. Yani âlemin maksadı ve gayesi fakr mertebesindedir. (Ç.)). Aşk cevheri, ezelden beri vardır. Âlem daha dünkü varlıktır. Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazreti Peygamber (S. A.) rüyada bir hırka verdi. Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya bulaşık silinecek hırkalardan değildir. Belki sohbet ve yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet. Aşkın zevk ile, bugün ve yarın ile ne ilgisi var. Biri dese ki, «Cenabı Peygamber uykudan uzaktır veya âşık değildir.» Bu sözden Yahudiler bir kaçamak yolu bulur, umuda kapılırlar. Bu söz ona yaraşmaz. Benden «Hazreti Peygamber âşık mıydı?» diye sorarlarsa, «Hayır,» derim. O maşuk ve sevgili idi. Ama akıl, sevgiliyi anlatmakta ve onu kavramakta ş'aşırır; başı döner. Şu halde ona âşık dersem bu, maşuk yani sevilen manasmdadır. Nasıl ki, efendinin biri bir adama sordu: «Sen Yahudi misin?» «Hayır, din bilginiyim,» dedi. «Keski, Yahudi olaydın,» dedi, öteki, «Niçin böyle söylersin?» dedi. «Bana kibrit lâzım da onun için.» O memlekette Yahudiler, kendilerine eziyet etmeyi sevap sayan Müslümanların vereceği zahmetten korkarak vakitli vakitsiz sokağa çıkmazlarmış. Aksine kibrit ve benzeri şeyleri de bunlar satarmış. Din bilgini sordu: «Bana bunun için mi Yahudi dedin?»

Yani, zamanın yürüyüşüne göre suret ve surete bağlı olan şeyler değişir. Bazıları derler ki, «Büyükler manaya bakarlar; oradan herkesin kımıldanışı onadır.» Çömlek içinde olanı sızar. Şimdi o pirin derneğinde sorgu olmaz. Sanki ağacın meyvesini dökmek için onu sallar, zaman olur ki ağacı sallamaktan vaz geçer ve meclise gelmez. Her zaman için gelmez. Yapılacak şey ancak sükût ve teslim olmadır. Ama her ağaç bu surette değildir. Burada hiç başka yol yoktur. Ancak susmak ve teslim olmak vardır. «Kuran okunduğu vakit dinleyiniz ve susunuz,» (Araf sûresi, 203) buyurulmuştur. Diyelim ki, konuşan biri söze başladı, bir nükte söylemek istiyor. Buna hiç itiraz edilemez, tâ ki o nüktenin arkası gelsin; sözü başından sonuna kadar anlayıp toparladıktan sonra ondan bahsedebilirsin. Eğer gönlünde bir şüphe varsa onu açıklayabilirsin. Ancak yarı bir anlayışla o nükteden bahsetmek âdet değildir; yanlış bir harekettir. O âdet doğru olmaz. Olgunluk bunu gerektirir. Olgunluk odur ki, bin defa da söyleseler, fikrin hiç değişmesin. Diyelim ki, o olgunluk görünüşte başka bir surettedir. Yine olgunluk odur ki, anlayış eksikliğini kendinde bilesin ve «Tam anlayamadım, bahsi kavrayamadım,» diyesin. Bu hususta soru sormakta da faydalar vardır. Ama ilk sözün zevkini kaçırmış olursun. Nasıl ki, fakire sorulan, «Meclislerin bereketi niçin kaçtı?» nüktesinde işaret edilen .ilk sözün bereketi kaçmış olur. (M. 32)

Rubai:

Yüreğim aşk ateşinden kebap olmuştur.

Çehremin rengi ciğer kanındandır.

Dostun dudağının suyu şarabımdtr.

Artık beni kınamayın; bana akıl öğretmenin ne yeri var?

Burada fayda, ancak bir lokma yiyebilmektedir. Ne kadar sabırlı olursan o lokmanın faydasını görür sonra başka bir lokma daha yersin. Hikmet budur. Ama derdi ve ıstırabı olan bir insan vardır ki, çabuk çabuk yemek ister; o başka meseledir. O bil:r ama bizim yemeğimizi sınamaz. Eğer Allahsal bilge, bu zahir bilimlerini öğrenmeye başlasaydı, bir ders okumadan, başka bir derse başlamazdı. Meselâ bu bahsi bir kaç kere okuyunca bu nükteyi anlamakta Mevlânâ'nın buyurduğu gibi zorluk çekmez ve fazla konuşmazdı. Çünkü bu fikirle yoğrulmadıkça bütün faydaları ve zorlukları âdet haline getirebilirdi. Gerekirdi ki, yarın asla başka bir derse başlamasın ve aynı dersi tekrar etsin. Bir kimse bir meseleyi iyice kurcalarsa iyi bir sonuca varmak onun hakkıdır. Onun arkasından da bin mesele çıkar. Bazısı gelirken, bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor?

Şiir:

Dikkat et ki, onun vuslatı herkesin eline geçmez

Şeriat kadehinden sarhoşlara süt vermezler.

Orada dünya heveslerinden geçmiş erenler dem çeker

Kendine tapanlara tek bir yudum bile vermezler.

Bir zaman îmad ağlıyordu, çünkü Nasirüddin'in mektubunu okuyordu, istedim ki, bana bakasın da ne söylüyorum diye anlayıp dinleyesin! Görülüyor ki o, merhamet ve yufka yürekliliğinden, belki de mevki ve. makam sevgisi tesiriyle ağlıyor. Ben konuşurken söz arasında şiir söylediğim zaman, bahsi iyice açar ve onun manasındaki sırrı söylerim. Sen de vazın sonunda sözden kesiliyorsun. Bugün bazıları vardır ki, mana galebesiyle dilleri tutulur. Mevlânâ'da böyle bir hal yoktur. Onda bu hal nerede olsun? Hele bende hiç yoktur. Mana galebesi ve bazen de mana kıtlığı! Bende bunlardan hiç biri yoktur. Bu halk, benim sözlerime ahşamamakta haklıdır. Bütün sözlerim kibriyâ (ululuk) yönünden gelmektedir. Herkes iddia eder ki Kuran ve Hazreti Muhammed'in (S.A.) sözleri hep niyaz yani dilek yolu iledir. Şüphe yok ki, her manada görünürler, söz dinlerler, ama, dilek ve istek yolu ile değil. Bakacak olsan külahını başından düşürecek kadar erişilmez bir yükseklikten dinlerler. Fakat bu ululanma Allah hakkında utanç verici bir şey değildir. Nasıl ki «Allah Mütekebbirdir,» derler. Doğru söylerler, bunda şaşılacak ne vardır?

Nihayet sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yolu ile konuşmaktan, ikiyüzlülükten hoşlanırlar. Doğru sözden sıkılırlar. Birine desem ki: «Sen çağı mızın tek büyük adamı, biricik şerefli insanısın,» şüphe yok ki hoşuna gider, ellerimi yakalayarak, «Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur,» gibi iltifatlarda bulunur. Halbuki geçen sene onunla dosdoğru konuşmuştum, bana düşman oldu. Bu şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ile ikiyüzlülük yönünden geçinmek ister. Tâ ki, onlarla birlikte hoşlukla vakit geçiresin. Ama böylece doğruluk yolunu tuttun mu dağlara, kırlara kaçmak gerektir. Eğer o sözü kabul edersen, sana o gün bir acıma hali gelir; sana bir çok devlet ve saadetler yüz gösterir. Çünkü onu ulular, niyaz ve yalvarma yolu ile dinlersen, bu meclis hoşuna gider. Dervişin hayalinde bu dernek hoş görünür; her vakit onu hatırlar, gönlü ona yönelir ve o meclisten ürkmez, gönül rahatlığına kavuşur.

Senin soru sormak ve.konuşmaktan maksadın hem gönüllerin onu kabul etmesi hem de senin gönüllerde şirin görünmen içindi. Ama iş tersine olup da bundan yüreklere bir üzüntü gelince ve bu üzüntünün ıstırabı da sana ait olunca gönül buna razı olmuyor. Nasıl ki, Hazreti Muhammed (S.A.), «Okuma olmadan namaz olmaz ve yine kalp huzuru olmadan namaz olmaz,» buyurdular. (M. 33) Bir zümre sandılar ki, surette gönül hoşluğuna erenlerin artık namaza ihtiyaçları yoktuf. Onlar dediler ki: «Maksat hasıl olduktan sonra artık ona ermek için sebep aramak yersizdir.» Onların sandıkları gibi bunu bir an için doğru farzedelim; onlara hakikat tamamiyle yüz göstermiş ve onlarda velilik, gönül hoşluğu kalp huzuru baş göstermiş diyelim. Bütün bununla beraber namazın zahirde terkedilmiş olması onlar için bir eksikliktir. Sana gelen bu kemal ve olgunluk hali önce Allah resulü Hazreti Muhammed'e de gelmişti. Her kim, «Böyle değildir,» derse onun boynunu vurur, öldürürler. «Evet bu gönül hoşluğu hali Hazreti Peygamberde de hasıl oldu,» diyene sorarım: «O halde niçin ulu Peygambere uymuyorsun? O büyük kerem sahibi, müjdeleyici ve korku verici eşsiz Peygamberin, o parlak hakikat ışığının izinden niçin yürümüyorsun?»

Eğer burada Allah velilerinden biri olsaydı, onun veliliği hiç şüphe götürmez bir şekilde dürüst olurdu. Bu Filaneddin ki, onun veliliği henüz açıklanmamıştır; o, dış görünüşü, zahiri korur. Ben o Fılaneddin'in arkasından mı yürüyeyim? Buna selâm bile vermem.

Bundan sonra yüzünü Mevlânâ Selâhaddin Zerkub'a çevirdi. «Nasıl konuşuyorum?» dedi. Mevlânâ Selâhaddin, «Hüküm senindir, her ne söylersen bizden bir cevap ve itiraz yoktur» dedi. Bir halet de yoktur. O köşecikte bir kervansarayda idim. öteki sordu; «Tekkeye gelmiyor musun?» «Ben kendimi tekkeye lâyık görmüyorum,» dedim ve bilmiyorum. Tekkeyi öyle insanlar için yapmışlardır ki, onların pişmekten ve iş görmekten pervası yoktur. Onların zamanları değerlidir. Ama ona yetişemezler. Ben onlardan değilim. «Peki, medreseye gelmez misin?» dediler. Ben tartışmaya gireceklerden de değilim. Söz arasında onları anlayabilsem de bahse ve tartışmaya girişmek bana yaraşmaz. Çünkü kendi dilimle konuşursam bana gülerler, «Kâfirdir,» derler, beni küfürle damgalarlar. Ben garibim, garibin yeri de kervansaraydır.

Kapıyı açmak için anahtar istiyorsun. Anahtarı hırsızlara mı vermelidir? Hırsızlarla dostluk etmenin hoş olacağına inanıyor musun? Kendine güvenen evi hırsızlara bırakır; mertçe ve uyanık davranır; ancak evi gözetler. Zındıklarla yoldaşlık hoştur. Çünkü onlar zındık olduklarını bilirler. Muhammed Güyanî, mümin kişidir. O, kendi imanı ile doludur. Ama bendeki feragat onda yoktur. Eğer söz ona kalırsa, bütün ömrü bo yunca ve kıyamete kadar ona yeter. Hattâ kıyamette de, Sırat köprüsünde de, tâ Hakka kavuşuncaya kadar. Eğer bu onda kalmazsa, onun sözü kendi aslına döner. Bu söz de kendi yerine gider. Nasıl ki, bir adamı bekçiler yakalamışlar. Adamcağız kendi kendine der ki: «Eğer beni döverlerse buna dayanamam, bir şeyimi alırlarsa iş daha berbat olur.» Dervişten bir pul almak onu öldürmek demektir. Adamcağız bekçilere der ki: «Ben sizi, elli kişinin toplandığı bir meclise götüreyim. isteyeceğinizi onlardan isteyin. «Bekçiler de, «Bu adam doğru söylüyor. Bize bu dervişten ne fayda gelir?» derler. Sonra, «Gel göster o adamları nerede?» derler. O ana kadar bekçilerin tutsağı olan derviş, bu sefer onları tutsak eder. Onlarla önce dost olur, evinin kapısına kadar götürür. «Siz burada oturun, ben gideyim de onları göreyim, ama hiç bir şey konuşmayın. Eğer ses çıkarırsanız onlar şüphelenirler; acaba ne konuşuyorlar diye ürkerler» der. Adam içeri girer, bütün pencereleri ve kapıyı kapadıktan sonra, dama çıkar, oturur. Bakar ki hiç gitmiyorlar, aşağıda bekliyorlar, aşağıya seslenir: «Söylediğim adamları bulamadım.» Bekçiler, kızgın: «Alçak adam bize yapacağını yaptın, biz de sana yapacağımızı yaparız,» derler. Adam cevap verir: «Artık başınızı duvara vurun. Ben evime geldim. İster o tarafa gidin, ister bu tarafa!»

(M. 34) Söz dinlemeye kabiliyetli kimse bulunmazsa, o söz geldiği yere gider, başını damdan aşağı sarkıtan o dervişin dediği gibi olur. Sözü dinleyen başkalarının sözünü de dinlemeye kabiliyetli olduğunu söylerse; o, söz söylemekten de, dinlemekten de acizdir. Acizlerin sözü bizim sözümüze uymaz, öyle istiyoruz ki bize, bilgisizlik yönünden karşılık vermesin!

Halka, kurtuluş ve müjde sözleri boş geliyor; on lara cehennemliklerin sözü daha tatlı geliyor. Bir söz ki, onda kurtuluş müjdesi vardır, onların hoşuna gitmiyor. Halbuki kurtuluş doğruluktadır. Şüphesiz ki, bize cehennemi öyle anlatıyorlar ki, dinleyenlerin korkudan ödleri patlasın.

Fatıma (Allah ondan hoşnut olsun) bilgin değildi ama zahide idi; kullukta ileri bir hatundu. Sık sık Peygamberden cehennemi sorar, ondan bilgi edinmek isterdi. Adamın biri her güreştiği pehlivana yenilirdi. Bir Yahudi bile onu fırlatır, yere atardı. Bir gün Al-lahtan olacak ki, bir zavallıyı yere vurdu. Bu, biçarenin biriydi. Bir tesadüfle oradan geçiyordu, ömründe hiç kimseyle dövüşmemişti. Yalancı pehlivan, bu zavallıyı yere vurunca dayanamadı, hemen yerinden sıçradı, adamcağızın gırtlağına yapıştı. «Ben onu öldüreceğim,» dedi. Sordular, «Bu adam sana ne yaptı ki?» dediler ve ilâve ettiler: «Sen her nerede güreş tuttunsa bütün cihan seni yendi. O zavallı çaresiz kaldı diye onu niçin öldürüyorsun?» «Hayır, öldüreceğim onu,» dedi. «Ama niçin öldürüyorsun?» «Ben, bütün ömrümde ancak bir adamı yere vurdum. Onu niçin öldürmeyeyim?» Nihayet Padişaha gittiler. Çünkü Padişahın ona teveccühü vardı. «Allahaşkına, şu miskinin başım şu adamın elinden kurtar,» dediler. Padişah, «Onu bana getirin!» dedi. Adamı getirdiler. «Kendisinden yüz dinar al da onu bırak,» dedi. Pehlivan, cevap verdi: «Bu adamın her azası bin dinar değer.» «Bugün kaç azası var?» dediler. Şu cevabı verdi: «Niyaz yolundan giden adamın değeri belli olmaz.» Çünkü insanoğlunda iki sıfat vardır. Biri niyazdır ki bu sıfattan umutlan! Bekle ki, muradın çehresi sana görünsün. İkinci sıfat da niyazsızlıktır. Niyazsızlıktan ne umarsın? Niyazın sonu nedir? Niyazsızı bulmak. Arayanın sonu nedir? Aranılanı yakalamak. Aranılanın sonu nedir? Arayanı anlamak. Biri dedi ki: «Ben kâfirim!» Sen müslümansın! Müslümanlık kâfirde de vardır. Ama âlemde kâfir nerede? Ona secde edeyim. «Ben kâfirim,» de ki, sana buseler vereyim. Bunlar beni tanımıyorlar. Şu halde bu âlemde kime tapıyorlar? «Bana burhan göster!» diyorsun. Benden burhan ve delil istiyorlar; burhandan Hakkı arıyorlar, ama Haktan burhan istemiyorlar. Sen nasılsın? Bu söz hoşuna gitti mi? «Hoşum,» diyorsan daima hoş kal! Mertlik odur ki, başkalarını hoş etsin. Bir adam da vardır ki, kendi nefsini hoş eder. Evet Allah kulları hep kendilerini hoş edebilirler. Ama başkalarım hoş etmek Allah'ın işidir.

Diyorlar ki: Bize Mevlânâ Şemseddin'den gönül açıklığı gelmiyor. Benden gönül açıklığı istiyen ancak bir Mecusîdir. O beni bulur ve benden gönül hoşluğu arar. Sen o Mecusî değilsin. Müslümansın, müminsin. Müslüman insanı incitmez, ayıpları örter. Meselâ bir keşiş, bir Müslümanı öldürse; senin evine sığınarak, kendisini arayanlardan kaçtığını söylese ve «Ben ancak sığınacak yer olarak seni buldum. Beni koru!» dese, ona karşı, «Müslüman, Müslümanı (M. 35) öldürse bile aman verilmez,» demezsin; ancak onu korursun. Ola ki, o da Müslümanlığa heves eder. Sen gerçi Müslümansın fakat bu kadarcıkla yetinme, daha da Müslüman ol! Her Müslümanın bir zındığı, her zındığın da bir Müslümanı olmak gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var? Lezzet küfürdedir. Bazan Müslümandan hiç bir Müslümanlık nişanı ve yolu bulamazsın. Ama bir zındıktan, Müslümanlık yolu bulursun. «Aranılanın son merhalesi arayandır,» demişlerdir. Ama ondan daha yüksek bir söz söylemek gerekir. Ancak onlar bizim konuşma tarzımızı bilmezler. Başları döner.

Bütün bu söylediklerimizle beraber, mürit, yani hak yolunun yolcusu olgunlaşmadıkça hevasına uymaktan kurtulamaz. Şeyhin gözünden uzak olmak onun için uygun düşmez. Çünkü soğuk bir nefes onu o anda soğutur; bir ejderhanın nefesi gibi öldürücü bir zehir olur. Her neye değerse karartır. Ama mürit, bir kere olgunlaştı mı, onun şeyhinden ayrı düşmesi zarar vermez.

«Uzun gecelerde Allah'ı teşbih et,» buyuruldu. Yani, mürit ile mürşit arasına perde girince o gece demektir. Mademki karanlık başlamıştır, gerektirki bu zamanlarda onu ciddi olarak anasın ve o perdenin aradan kalkması için çalışasın. Ne zaman karanlık artar ve mürşit sana çirkin görünürse, ona yaklaşmaya daha çok çalış. Gam çekme, tasalanma, umutsuzluğa düşme! Karanlığın uzamasından, uzun gecelerden sonra aydınlık günler başlar. «Bir adam dinini kuvvetlendirirse belâsı da artar. Dinini incelten, zayıflatan adamın da belâsı hafifler,» derler. Nasıl ki, Emir Kabus da: «Yücelikler, ancak çekilen zahmetler ölçüsünde elde edilir,» demiştir. Hicap ve perde olmadığı zamanlarda, o zevk ve nur kendiliğinden harekete geçer. Her ne bulursa, Ulu Allah'ın kutlu kitabında buyurduğu, «Ona ruhumdan üfledim,» nüktesinin aydınlığı ile bulur. Yani ona perdelenmek ve yabancılık yüzünden öyle bir hal gelir fei, halden habersiz olur ve nefsini idare etmek yolunu tutar. O sevgiden ve aydınlık âleminden söz açamaz. Her ne kadar nefsini başka türlü göstermek istese de. Sen kendini aptal yerine koy, çünkü, «Cennetlik kulların bir çoğu gafillerdendir,» buyurulmuştur. Cehennemlik insanların çoğu da bu filozoflardan ve bilginlerdendir. Çünkü onların çok uyanık ve akıllı olmaları, kendilerine perde olmuştur. O bilgi ve düşünce erlerinin her hayalinden, on hayal doğar. Onlar Ye'cuc nesli gibi, ya yol yoktur derler, yahut da yolun uzak olduğunu söylerler. Evet yol uzaktır ama bir kere yürümeye koyulunca son derece coşkunluk ve neşe içinde yolun uzaklığı görünmez olur. Nasıl ki, «Cennet kötülüklerle çevrelenmiştir,» buyuruldu. Cennet bahçesi çepeçevre dikenliktir. Ama burnumuza gelen cennet 'kokusu sevgi-linin haberini âşıka ulaştırınca, o dikenlik pek hoş olur. Cenhennemin çepeçevre dikenliği, hep gül ve reyhan kokar, ama burunlara ateş kokusu gelir.

O lâtif yol uygunsuz görünür. Eğer bu yolun hoşluğunu tefsir edecek olsam parlak düşmez.

Alaeddinoğlu sordu: «Hoşluk nedir?» Dedim ki: «Şimdi sizin yanınızda bir tanıtma yapacağım.» «înşallah cennetlik olurum,» diye bağırdı. Dedim ki: «Benim karşımda inşallah demek yoktur. Çoktan beri bana her şey malûm olmuştur. Hattâ malûm olmaktan da ileri giderek, bana hal olmuştur.» Ama yeni çömez ki henüz yola çıkmıştır; o, sebeplere ve işaretlere bağlanmıştır; ansızın gamlanır. Hoşa gitmeyen haberler duyarsa gevşer, sonra ansızın ona bir gönül açıklığı, bir neşe gelir. Onun getirdiği müjde hoştur. Ona ne desen içi coşar. Bunu o çömez için söylüyorum ki hararetlensin, çünkü o soğumuştu. Eğer bu pir onu an-lasaydı bu yalancı şahitliği niçin yapardı? Ben görüyorum ki, onda coşkunluk yoktur. Ateşi de bana erişmemiştir. Ola ki, o şeyh, bilgi eksikliğinden söylemiş olsun. O sanır ki, çömez bu sözlerle coşar, hararetlenir. «Olabilir ki, o bundan ürkecektir,» diyecekler. Hak yolcusu, (M. 36) «Bu imamlar, Kuran'ın zahiri manasını doğru söylemiyorlar. Çünkü Kuran'ın zahiri manası da iman nuru ile bilinir, görünebilir. Yoksa neva ve heves ateşi ile değil. Onlarda iman nuru olsaydı nasıl olur da binlerce para verir, kadılık ve mansıplar satın alırlardı?» diyebilir.

Adamın biri bir etek altın vererek yılancıdan bir yılan satın alır. Ama öyle zehirsiz yılanlardan değil, belki zehir saçan bir dağ yılanı. Kadılıktan ve mansıptan, mevkiden kaçan kimse Allah için kaçar. Başka sebepten değil, iman nuru dolayısiyle kaçar. Yılanı anlayan dostu da onu tanır.

Şiir:

Hazret! Kuran'ın gelini, ancak iman ülkesinin savaştan

Korunmuş olduğunu görürse peçesini açar.

Bu nükteyi söyleyen adam, pek ergin bir adam olmalı. Kendinden söylediği o söz, Allah kelâmıdır. Allah kelâmı da tam ve kâmil olur. Henüz olgunlaşmamış olan üzümü güneş ile bulut arasında korumak gerektir. Tâ ki, kavrulmasın, ama olgunlaşınca ona güneşten hiç bir zarar gelmez. İyice tatlılaşıncaya kadar bağ bekçisi onu kıştan korur. Ama iyice olgunlaşınca kar altında bile beslenir. Bu kemal mertebesine eren kimse de Allah nuruna batmış, Hakkın lezzetiyle mest olmuştur. Ona kılavuzluk gerekmez. Çünkü sarhoştur; başkalarını nasıl ayıltab'lir? Fakat bu sarhoşluğun ötesinde bir ayıklık vardır. Nasıl ki önce de anlatmıştık. Bu ayıklığa erişen kimselerin lütfü kahırdan üstün olur. Ama mest olup da o ayıklığa eremeyen-lerin lütfü kahrıyle beraberdir. Fakat onun benliği hep iyilikle dolu olunca bu takdirde lütfü galip olur.

Peygambere, Cebrail ile de vahiy gelirdi, kalp yoluyla da. Velilere ancak bir yoldan gelir. Nasıl ki Hazreti Peygamber, bu vahiy sırasında, «Aramıza, ne bir kitap sahibi peygamber, ne de yakın meleklerden biri sokulabilir,» buyurmuştur.

Ben yolda söz söylemem. O Ermeni diyordu ki: «Ne mutlu o kimseye ki hep seninle beraberdir.» Başka bir gün de başka bir kâfir diyordu ki: «Bu senin söylediğin söze göre, bütün bu halk ve bizler hep öküz, eşek gibi dört ayaklı hayvanlardan sayılırız.» Allanın Hazreti Ömerin lisaniyle söylediği gibi, denize düşen kimse yüzmek bilmezse, el ayak oynatmazsa, aslan bile olsa deniz onun kuvvetini kırar ve öldürür. Deryanın âdeti, dirileri batırmak ve öldürmektir. Ama boğulup öldükten sonra da onu üstüne çıkarır ve ona hammallık eder. Şimdi önce onu öldürmesinde ve sonra da su üstüne çıkarmasında şu nükteye işaret vardır: Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek istiyen varsa, Ebubekr-i Sıddık'a baksın. Kara topraktan filizlenmiş, güzel, cana can katan bir su ile beslenmiştir. O deniz, Allanın kullarından bir kuldur. Eğer bütün bunlar senin için olağan şeyler değilse, bazıları sence olağan şeylerdendir. Bugün, bu saatte olmasa bile gelecek bir zamanda olacaktır. Benim vücudum öyle bir kimyadır ki, bakır üzerine dökmeye hacet yoktur. Bakırın önünde benimle beraberdir, hep altın olur. Kimyanın kemali de böyle olmalıdır.

Allahın öyle kulları vardır ki, bir kimsenin iyilik tarafına yöneldiğini görünce onun iyi olacağına hükmederler. Birinin sırtında hırka, başında külah görünce de, onun yoldan çıktığına karar verirler. Başka bir (M. 37) zümre de vardır ki, onlar Allahm celâl sıfatının nuru ile bakarlar. Bedir çenginden gitmişler, renk ve kokularını kaybetmişlerdir. O birinin hırkasını soyarsan, cehenneme yaraşır. Cehennem ondan utanç duymaz. Sonra aba altında gizlenmiş bir adam vardır ki, abasını çıkaracak olsan, cennete lâyık bir adam görürsün. Eğer bir kimse mihrapta namaza durmuş, fakat kafası dünya işleri ile meşgul ise, meyhanede zina eden adamın yaptığı iş onun işinden farksızdır. Zina edenlere dosdoğru sopa atarlar. Bunlar tövbe ederlerse, «Allah onların kötülüklerini iyi amellerle değiştirir.» (Fürkan sûresi, 70) Ama iş böyle olunca, gıybet eden kimse riyazatla hafifleşerek havada uçsa bile kurtulamaz. Eğer bir kimsede, hem iyilik libası hem de manevî olgunluk olursa o zaman nur üstünde nur olur.

Senin gönlünde kendimi evvelce gördüğüm gibi göremiyorum. Allah gönlünde bizi şirin göstersin, dua edelim. Dostlara da tavsiye edelim ki, dua etsinler. Bundan sonra işimiz bu olacaktır. Öğüt vermek mümkün olmayınca, elimizi duaya kaldıralım. «Selâm sana, Allahdan senin için mağfiret dileyeceğim,» (Meryem sûresi), buyurulmadı mı? Hazreti İbrahim'in babası oğlunu azarladı. «Bana bir daha böyle öğütler vermeye kalkışma. Eğer bu öğüt verme sevdasından geri durmazsan, seni taşlattırırım,» dedi.

Ariflerin sözünü söyledim. O derviş der ki: «Biz her vakit ariflere âşığız.» O halde, «Maruf ve maşuk kimdir?» dedim. «Bugün maşuk sensin,» dedi. «O halde, maşuk üzerine hüküm erişmez,» dedim. «Sen nasıl hükmediyorsun?» Cevap verdi: «Ben hükmü manen falan üzerine verdim, sana değil.» «Öyle ama, bir gün sen demiyor muydun ki, ben onun üzerinde bir tüy bile değildim,» dedim. «Evet orası öyledir. Ama bu daima beni sorguya çekiyor,» dedi. Her kim tyizim dostumuz olduysa, gerektir ki daha önce yaptığından fazla ibadet etsin. Ama sohbet için söylemiyorum. Sadakanın en makbulü başkaları görmeden verilendir. En az sadaka da, başkalarının görebileceği şekilde verilmiş olandır. Çünkü veren derhal onu kıskanır. Şeyhin yaptığı iş, sayılmış ceviz gibi hesaplıdır. Elbet-de fayda verir ve şaşmaz. Bazıları da bu işleri yapar, lar ama bir faydasını göremezler ve kusuru şeyhe yükletirler. Kendiliklerinden bir iş yaparlar, sanırlar ki kendilerine havale edilen işi daha çabuk başarırlar. Halbuki o çabuk başarılacak işi, yüz fersah uzaklaştırmış olurlar. Bir yavaş davranış ve aldırış etmemek, o işin başlangıcında gösterilecek bir ihmal, yüz fırsatın elden gitmesine sebep olur. Çocuk, çocukluk ettiğini bilseydi bunu asla yapmazdı.

Şiir:

Mademki nefsini bilmekte herkes gafil,

Ne olurdu bilseydim kimlerdir cahil!

Şiir:

Diyelim ki, şüpheden kurtuldun en sonunda,

Taptığın şüphe putu yerinde durmaktadır!

Kendini başkalarından üstün gören, bundan hoşlanan kimse, tıpkı, «Ölen filan kadın, teneşirde gülüyordu,» diyen zavallıya benzer. O filan kadının kendisine güldüğüne hükmeder ama bilmez ki orası gülecek yer değildir. Ben sana «Bir emir verdim niçin yapmadın?» diye sordum. Bana dedi ki: «Ben mazeretimi söyledim.» Ben o mazereti kabul etmedim, iki yüzlülük ettim, îçimden gelen bir ses bana diyordu ki, «Benim söylediğim şeyleri yapmış olsaydın ıstıraptan kurtulurdun.» Gerçi biz seni bu âlemde o elemlerden kurtarsaydık hoşuna giderdi. Ama öteki âleme yarın zevk ve neşe ile gitmene nasıl yardım edebilirdik? Herkes orada kendi ıstırabı ile kapıda kalır.

(M. 38) Şeyh, vaiz ederken biri diyordu ki: «Bu ne öğütlerdir? Mimberden bir kaç terane söyler, bir kaç curcuna çalar, ama kendi nefsine hiç öğüt vermez. Niçin kendi çocuklarına bunu anlatmıyor? Böyle yapsaydı onlar da böyle olmazlardı. Hâşâ karısına niçin bir şey söyleyemiyor.» Şeyhlik feragattir. Vaiz da, Hakkın, Hak ehli kişilerin şefaatine işaret etme li. O zaman Şeyhin vaızda söylediği sözler, taşa bile tesir eder. Hekime deseler ki: «Şu hastayı tedavi ediyorsun, ama daha önce niçin ölen babanı ve oğlunu tedavi etmedin?»

Hazreti Muhammed'e (Allah'ın selât ve selâmı üzerine olsun), dediler ki: «Niçin amcan Ebulehebi o sapkınlık zindanından aydınlığa çıkaramadın?» Şöyle buyurdular: «Hastalıklar vardır ki tedavisi mümkün değildir. Hekimin böyle bir hastayla boşuna uğraşması cehalet olur.» Hastalıklar da vardır ki, derman ve tedavi kabul eder. Onu ihmal etmek de merhametsizlik olur.

Çiftçinin biri toprağa birşeyler ekiyordu. Ona,. «Niçin evinin bitişiğindeki yerleri ekmiyorsun?» dediler. «Orası çoraktır, ekin ekilmeye lâyık değildir,» dedi. Benim o sözlerimin de hiç bir ziyanı yoktur, belki faydası vardır. Ama hangi fayda? Bir âlemde ki,, bir zümre ondan mahrum değildir. Nil nehrinin suyu bir gün Kıptiye kan görünürse, bundan Nil suyunun ne suçu var? Davut Peygamberinin tatlı sesi anlamayanın hoşuna gitmez, ona çirkin gelirse, bundan o sesin değerine bir eksiklik gelir mi?

Şiir:

Güneşin ışığına bir zarar gelir mi hiç!

Göremezse ne çıkar kör Yahudinin gözü?

Eğer bugün benim sözlerim hoşuna gitmiyorsa, bu halden sakın, sözlerime saygı göster ki sen de saygı göres:n! îman ve itikattan kendinde bulunduğunu iddia ettiğin şeyleri kuvvetlendirmiş olasın. Kendi görüşüne ve babalarının görüşüne tanıklık etmiş olasın. Önce yapmış olduğun hizmetler, göstermiş olduğun saygılar hep körlüktendi. Başkalarını da yoldan çıka rıyordun; aksine olarak edepsizlik ediyordun. Beni kötülüyor, düşürüyordun. Bu suretle kendini de düşürmüş oldun. Çünkü körlüğüne ve tembelliğine tanıklık etmiş oluyordun ki, düşkünlüğün, alçalmanın netice-.si budur.

Onu niçin bu kadar yükseltiyorlar? Ben şundan korkuyorum ki, bu saatte sen ayrılık eleminden gafil, şefkat gölgesinde hoşça uyumaktasın. Öyle bir hareket yapıyorsun ki, şefkat sona ersin. Sonra da bu hali rüyada görüyorsun, ama Şeyhi görmüyorsun. Çünkü Şeyhi görmek onun isteği olmadan mümkün değildir; ne rüyada, ne de uyanıkken onu göremezsin. Nihayet çürük bir umut kalır sende. Yani bütün umulacak şeylerden uzak kuru bir umut. Nasıl ki bir adam Allah'ın kendisine bir çocuk vermesini umar, çünkü genç bir erkektir; genç bir kadını vardır. Ama sen o umudu bu umutla nasıl karşılaştırabilirsin? Bu ilk zavallının umutsuzluğu, Şeyhin kendisine karşı beslediği şefkatin arkası kesilmesinden ileri gelmiştir. Yazıklar olsun o hastaya ki, işi Yâsin'e kalmıştır. Yani •o Şeyhten, ancak kendisiyle nifak üzere olmasından, ikiyüzlü konuşmasından, yumuşak ve tatlı sözler söylemesinden zevk duyar; bundan hoşlanır. Halbuki, korkunun bu noktada olduğunu bilmez. Ama padişahın hiddet ve şiddetle kendisine sert sözler söylemesinden korkusu yoktur. Eğer böyle sözler söylerse, o Padişahlığa yaraşan bir konuşma tarzıdır.

Şiir:

Aslanın dişlerini açık gördüğün zaman

Sakın gülüyor sanma sana, o korkunç aslandır.

(M. 39) Sen şahlardan ancak onların ikramlarını gördüğün zaman kork. Rüyada bir söz konuşuyorum. :Şeyh, onları birer birer bana anlatıyor. Yine de Şeyhi gerçeklemiyorlar. Ne sözünde, ne işinde ona inanmak istemiyorlar. Sebep açıktır, şefkatin kesilmesidir. Acaba hangi maksatla onu gerçeklemiyorlar? O maksadı bir avcunun içine koysun, Şeyhten umduğu şeyi de öteki avcunun içine. Sonra bir kıyaslama yapsın! Hangisi hangisinden daha değerlidir? Şeyhin zevk dolu bir âlemi vardır. O daima meşguldür. Müridin son haliyle meşgul olmaz mı? Böyle bir hayat içinde bu uygunluktan, bu şefkatten daha fazla ne yapılabilir? Bu, tıpkı içlerinden biri bir Mecusî kızına âşık olan on sofunun hikâyesine benzer. Âşık, bütün gününü sevgilisinin çevresinde dolanarak geçirir, tapınakta, her yerde onu kovalardı. Mecusî kızı bir gün sordu: «Sen benim etrafımda niçin dolaşıyorsun?» Âşık halini anlattı. Sevgilisi dedi ki: «Biz kendi milletimizden başkalarını bir ejderha gibi görürüz, onlardan daima kaçınırız. Benim sana lâyık olacağıma nasıl umutlanabilirsin?» Âşık çaresiz kaldı. Çarçabuk arkadaşlarının yanına gitti, onlara veda edecekti. «Hayırdır inşallah, bu ne hal?» dediler. Derviş hikâyeyi anlattı, «Artık gidiyorum,» dedi. «Bir zünnâr satın alayım, belime bağlıyayım.» Arkadaşlar, hep birden, «Biz de bunu uygun görüyoruz. On tane zünnâr alalım, hepimiz birden belimize bağlayalım. Nihayet bizler ayrı ayn vücutlarda tek bir ruh değil miyiz?» dediler. Mecusî kızı bunları görünce birlikte gelmelerinin sebebini sordu. Bunlar hikâyeyi anlattılar ve dediler ki: «Bizim aramızda birlik ve beraberlik vardır.» Mecusî kızının gönlüne bir ateş düştü, kendi zünnârını koparıp attı, onlara dedi ki: «Ben o toplumun kuluyum. Çünkü aralarında böyle bir vefa ve bağlantı vardır. Ben bu vefayı hiç bir millette görmedim.» Kızın babası ve yakınları toplandılar, onu kınamaya başladılar. «Sen so filerin büyüsüne kapılarak nasıl kendi dinini yıkıyorsun?» dediler. Kız cevap verdi: «Benim gördüğümü siz de görseydiniz! Nice yüzlerce insan bunların âşığı olmaz mı?»

Her kimin aslında mutluluk varsa öğüt ona cila verir, onu aydınlatır. Her kimde mutsuzluk varsa, öğüt sözleri onu karartır. Aynasındaki pasları artırır. O öyle aynalardandır ki cilâlandıkça pası artar. Ancak onun zannına göre:

Şiir:

Ey can bana bir görün bitmeden son nefesim,

İşimi çabuk bitir, artık kesilsin sesim!

Bir âşık gerektir ki, bu sırrı onunla birlikte öğrenelim. O diyordu ki: «O gün kuyuya bir taş attım. Aksaray yolunun başına, o kervansarayın yanına gittik. Hatırlıyor musun?» «Ben çok iyi hatırlarım. Söylediklerini onlara helâl ettim. Maksat sen idin, benim onlarla ne işim var?»

Misafire iki kere ikram etmek gerek, ikinci defa, gitmek zamanında. Yani bu sonuncu ikram, önce ettiğin ikramın, bundan sonra da sonuna kadar devam edeceğini gösterir. Tövbe edersin ama acaba senin her gün tövbe etmek âdetin var mı?

Kardeşi ahlâksız olan adamın hikâyesi gariptir. Bu adamı her gün kötü bir iş üzerinde yakalarlar, şehrin etrafını dolaştırır, kardeşinin eşeğinin yükünü indirerek onu eşeğe ters bindirirlermiş. Kardeşi nihayet dayanamamış. Bir gün, «Kardeşim, madem ki sen daima bu kötülükte sebat edeceksin artık sana bir eşek satın almak gerektir,» demiş. Şimdi, bizimle büyükler arasındaki fark şudur ki, bizim içimiz ne ise dışımız da odur. Allah bana yabancılarla geçinebilmek için sabır ve tahammül vermiştir. Ama dost ile düşüp kalkmak (M. 40) daha uygun olur. Bir kimse belirli bir yoldan bir 'kazanç elde ederse o yola sıkı sarılır, işinde şaşıran kimsenin de bir ip ucu yakalaması iyi olur. Yani hemen tecrübe edilmiş yolu tutar ve arkadaşlarıyle dürüst geçinir. Yoldaşlarını bilgisiz ve aptal görmez ve öyle bir zanda bulunmaz.

Rebap üstadı Ebubekr, Cuha'nın şöhretini duymuştu. Bir gün her ikisi de birbirlerini gördüler ama tanıyamadılar. Her ikisi de bir adamın eşeğini, elbisesini, kesesini çalmışlardı. Malı çalınan adam, sıkıntısından boynuna bir tabla astı. «Beni soydular!» diye sızlanıyordu. Bu tablayı da çaldılar. Böylece her ikisi de birbirleriyle yoldaş oldular. Sanatlarını karşılıklı olarak birbirlerine gösterdiler. Her ne zaman biri bir elçabukluğu gösterse, öteki de aynı yankesiciliği ve elçabukluğunu gösterir ve arkadaşının hünerine karşı daha üstün gelirdi. Nihayet bir gün biri ötekine sordu: «Yahu sen kimsin? Bu kadar elçabuk-luğıınu nereden öğrendin?» «Ben Cuha'ymı,» dedi. Öteki, «Yaa! O halde doğru söylüyorsun!» Böylece gönül ehli iki derviş yoldaş olurlar. Bunlardan biri ötekine daima saygı gösterir. Çünkü emellerine bu yoldan erişmiştir, öteki onun ne söylediğini bilir ve ona çok cefa eder. Çünkü mutluluk yolunun cefaya dayanmak olduğunu bilir. O mutluluk yolunu Güneş yuvarlağından daha aydın görür ve bilir. Cefadan kaçan insan bir kör gramerciye benzer. Kör gramerci bir gün bir pislik çukuruna düşer. Biri yanına gelir, «Ver elini,» diye seslenir. Bu hitap gramer kurallarına uygun olmadığı için gramerci kızar, «Geç!» der, «Sen bizlerden değilsin.» Başka biri gelir, o da aynı şekilde, «Elini uzat!» der. Gramerci onu da aynı sözlerle savar. Böylece bir sözcükteki gramer bozukluğunu o kadar dik katle gören adam, düştüğü pislik çukurunu göremez. Bütün gece sabaha kadar o berbat yerde çöplükler içinde bekler de kimsenin elini tutmaz. Gündüz olunca biri karşısına çıkar. «Ey Eba Ömer sen pislik içine düşmüşsün!» der. Gramerci, «öyleyse tut şu elimi, sen bizlerdensin,» der. Ama adamın kuvveti yetmez; ötekinin eline yapışınca her ikisi birden çukuru boylarlar. Üçüncü bir adam, o sese kulak verir. «Bu ses filanın sesine benziyor,» der. Hakikatte onun sesini bilmez. Öteki de uyuşma yolunu tutar ama uyuşmanın ne olduğunu bilmez. Nasıl ki yine bir gramerci, şarkıcıdan bir nağme dinler elbisesini parçalar, nağralar atar. Halk etrafına toplanır. Orada bulunan kimselerle beraber kadı bu halden hayret ederler. «Bu adam böyle adamlardan değil,» derler. Zavallı şarkıcı da zanneder ki sesi adamın hoşuna gidiyor. Şarkısını tekrar eder. Gramerci yine nağralar atar, halka işaret eder, «Dinleyin ey Müslümanlar!» der. Halk, «Ona ga-yıp âleminden sesler geliyor, bize onu anlatmak, bizi uyandırmak istiyor,» diye düşünür. Geç vakitlere kadar bu hali seyrederler. Gramerci üstünü başını parçalamış, öteye beriye savurmuş, çırılçıplak bir haldedir. (M. 41) Herkes etrafına toplanır, üzerine sular ve gülsuyu serperler. Biraz sakinleşince, kadı adamın elinden tutar, halvete çeker, ona, «Canım başım hakkı için doğru söylüyorsun. Sana bu aşk ve neşe hali nereden geldi?» der. Adam cevap ver?r: ««Nasıl aklım başımdan gitmez ki! Nuh devrinden, ibrahim Peygamber zamanından Hazreti Muhammed'in kutlu çağına kadar Fi edatı isimleri cer eder, esreyle okunur. Halbuki bu şarkıcı harfi-cerden sonra gelen kelimeyi üstün okudu.» Şimdi, herkes, bozuk bir maksat uğruna bu kadar gayret sarfedeceğine, var kuvvetini ebediyet ülkesini kazanmak uğruna, hakikat yolunda har casa onun zevki ne büyük olur. O kuvvet bir serma> yedir. Nasıl ki bir kimse muhtaç olmadığı bir şeyi satın alırsa sonunda muhtaç olduğu şeyleri satmak zorunda kalır. Birinin gözünde biraz sulanma vardı, toz kaçmıştı. Aman şu gözüme bir ilâç koyun diyordu. Herkes, «Bizim işimiz var, eski pabuçlara pamuk mu tıkayacağız,» diye geçip gidiyorlardı. Ey hoca! O köhne yırtık pabuçları bir zaman hamamda giyerdim, benim dileğim budur. Demiyorlar ki, o dilek aşikârdır. Vaizin biri halka öğüt verirken onlan evlenmeye teşvik ediyor, bu konuda birtakım hadisler de anlatıyordu. Kadınlara da mimberin önüne giderek koca istemeleri için ayrıca teşvikte bulunuyor, hatta evli erkekleri arabuluculuğa, çöpçatanlığa davet ediyor, bu babta hayli hadisler naklediyordu. Kalabalık arasından biri kalktı. «Sofu vaktine bağlı bir insandır, ben garip bir adamım. Bana bir kadın gerektir ki, evleneyim,» dedi. Vaiz yüzünü kadınlar tarafına çevirdi. «Ey avratlar, aranızda bu adamı isteyen var mı?» dedi. «Vardır,» dediler. Kadının biri ayağa kalktı, «Ben varım,» dedi. «O halde ileri yürü buraya gel!» dedi. Kadın mimberin önüne yürüdü. Vaiz, «Şu halde aç yüzünü! Çünkü evlenmeden önce bir kere yüzünü görmek Peygamberin sünnetidir,» dedi. Kadın yüzünü açtı. Vaiz erkeğe dönerek, «Bak yüzüne delikanlı!» dedi. Genç, «Evet gördüm,» dedi. «Nasıl beğendin mi?» diye sordu. «Beğendim!» Vaiz tekrar kadına dönerek, «Ey hatun kişi! Dünyalıktan neyin var?» Kadın cevap verdi: «Bir eşekciğim var, su taşır. Değirmene buğday götürür, odun taşır; ben de ondan aldığım paralarla geçinirim.» Vaiz, «Ama, bu delikanlı kişizade bir gence benziyor. Onurludur. Eşek sürücülüğü yapamaz,» dedi. Tekrar kadınlara döndü: «Daha başka istekli var mı?» «Var!» dediler. O da evvelki gibi ileri yürüdü, yüzünü açtı. Delikanlı, «Beğendim!» dedi. «Pekâlâ senin neyin var?» Kadın, «Bir öküzüm var, kâh su çeker, kâh çift sürer, kâh dolap çevirir; onun kazancıyle geçinirim.» dedi. Vaiz, «Bu delikanlı onurludur, öküz çobanlığı yapmak ona yaraşmaz,» dedi ve devam etti: «Daha başka isteklisi yok mu?» «Var,» dediler. «O halde kendini göstersin.» Üçüncü bir kadın göründü. Vaiz sordu: «Çeyizden neyin var?» «Bir bağım var,» dedi. Vaiz delikanlıya döndü: «Artık bunlardan birini seçmek sana düşer,» dedi. «Hangisi daha uygun ise onu kabul et.» Delikanlı kulağının dibini kaşımaya başladı. Vaiz, «Ama, çabuk kararını ver, hangisini istiyorsun?» dedi. Delikanlı şu cevabı verdi: «Hocam ben istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ yolunu tutayım.» «Evet doğru ama, sen de o kadar nazenin bir şey değilsin ki, her üçünü birden kafese koyasın!» dedi vaiz.
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

Hak yolunun yolcusu bir sofî yıllarca çileler doldurur, şeyhine ve başkalarına hizmet eder. Fakat umut bulutunun yağış vakti henüz gelmemiştir.

Şiir:

Her işin belirli vakti gelip çalmadıkça,

Dostların sana yâr olmasından bir fayda göremezsin!

İhtiyarlık ve umutsuzluk günleri gelip çattıktan sonra, bir gün mezarlıktan (M. 42 )dışarı çıkmıştı. Eski umutlarını hatırladı ve çok ağladı. Başının altına bir kerpiç koyarak uykuya daldı. O uykuda sofinin işi tamam olmuş, muradına ermişti. Hemen kalktı kerpici Öptü, başına koydu, onu her nereye gitse daima beraberinde taşımaya başladı. Misafirlikte, mescitte, ayakyolunda, hamamda, kırda, semâ âyininde, pazarda, hulâsa her yerde yanından ayırmadı. O lâtif ve arık derviş bütün gün o kerpici saklardı. Sordular: «Bunu niçin bir köşeye bırakmıyor, yanında saklıyorsun?» Sofî şu cevabı verdi: «Bu mezarda da benimle beraber kalacak. Çünkü ben bir şey kaybetmiştim. Yıllar yılı umutsuz kalmış, beklemiştim. Tekrar umutlarıma kavuşmuş, fakat tekrar umutsuzluğa uğramış ve böylece yüzlerce binlerce bu kararsızlık içinde çırpınmıştım. Bir gün başımı bu kerpiç üstüne koydum ve beklediğimi buldum. Nasıl ki Hazreti Peygamber, «Her kimin kendisine uğur getiren bir şeyi varsa onu yanından ayırmasın» buyurmuştur. Her ne kadar, «Beni ara sıra ziyaret et ki, sevgi artsın,» anlamında bir hadis daha vardır. Ama biliyoruz ki, bu hadis Eba hüreyre hakkında ve onun gibiler için buyurulmuştur. Çünkü bunlar Peygamberin sohbetinde edep dışına çıkmışlar, onların nazarları Hazreti Peygamberi bıktıracak bir hale gelmişti. Ama bu hadisi bilhassa Hazreti Ebubekr hakkında buyurmadılar. Çünkü onu gazalarda bile yanından ayırmak istemezler, onun gazayla meşgul olmasını arzu buyurmazlardı. Bir gün bir harp sırasında, kâfirler tarafından bir cenkçi pehlivan meydana atıldı. Müslümanlar ona karşı çıkmak istemediler. Hiç kimse buna cesaret edemiyordu. Sordular: «Sebep nedir? Âyette buyurulduğu gibi, sağlam duvarlara benzeyen îslâm fedaileri, serdengeçtiler, ölümü dileyenler nerede kaldı? Şairlerin kafiyeyi, hastanın ilâcı, mahpusun hürriyeti ve mektep çocuklarının tatil gününü aradığı gibi şerefli ölümü arayan o fedailer nerede? Bu korku ve çekingenliğin sebebi nedir? Bunlar kimden çekiniyorlar?» Cevap verdiler: «Bu can korkusundan değil, ancak meydana fırlayan o pehlivan, Ebubekr'in gözbebeği oğludur. Müslüman gaziler onun karşısına çıkmaktan utanç duyuyorlar da ondan.» Bu söz Ebubekr'in kulağına vardığı sırada o, Hazreti Muhammed'le taht üzerinde birlikte oturuyorlardı. Uzaktaki gürültünün sebebini sordular. «Senin oğlun hamle etmiştir,» dediler. Ebubekr, derhal yerinden fırladı meydana doğru yürüdü. Oğlu babasının yüzünü görünce hemen geri çekildi. Hazreti Ebubekr de geri döndü. Hazreti Peygamber mübarek ellerini Ebubekr'in omuzuna koydular ve buyurdular ki: «Ya Sıddık! Nefsini bizim için sakla!» Yani, senin nefsinin sana göre değeri yok ama bizim için büyük bir kıymeti vardır. Onu sen biz'm için koru. Sen hiç harbe girme, gazada dışarı çıkma, bizim sahbeti-mizden ayrılma. Hazreti Peygamber nasıl olur da Ebubekr'e «Beni arasıra ziyaret et,» der? Gaza, öteki müminler hakkında farzdır ama Ebubekr hakkında günahtır. Ebrar için iyilik sayılan ameller, mukarrebin yani Allah'a yakın erenler için günah sayılır. Kale, bir âsinin eline geçince onu harap etmek vacip olur. Yıkanlara da kaftan giydirmek gerekir. O kaleyi onarmak ( o sırada) hıyanet ve günah olur. Fakat kale, âsiden alınıp da Padişahın bayrakları gelince, artık kaleyi yıkmak ve harap etmek için sebep kalmaz. O zaman böyle bir hareket hıyanet olur, hatta kaleyi yeni baştan onarmak farz olur; bir nevi ibadet ve vatan hizmeti olur,

Şiir:

Zabitliğin düzeni, teşbih ile, din ile, mabetledir.

Zünnâr, küfür ve meyhane de aşkın sağlamlığını gösterir.

İman küfür, küfür de iman olmadıkça,

Hakkın bir kulu, hakkıyle müslüman olamaz.

(M. 43) Söz ustalarının yanında, söz söylemek edebe uygun değildir. Ancak belirli bir düşünceyi anlatmak için olursa bir şey denemez. Nasıl ki parayı sarrafa götürürler, «Kalp akça varsa onlan ayır,» derler. Ama eğer sarraf âşık ise, konuşanın dostu veya müridi ise, (dostun çirkinlikleri güzel göründüğü için) kalp parası geçer akçe gibi gelir. «Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur,» derler. İşte dost da, konuşanın tatlı sözlerine âşık olur. Buna cevap olarak deriz ki: Bütün âşıklar böyle olmaz, her âşık çirkini güzel görmez. Âşıklar vardır ki, her şeyi olduğu gibi görürler. Çünkü onlar hakkın nuru ile görürler. Nasıl ki, «Müminler Allahın nuru ile bakarlar,» buyurulmuştur. O mutlu âşıklar asla başka âşıkları kınamazlar. Nasıl ki Hazreti İbrahim, «Ben, batan, kaybolan şeyleri sevmiyorum,» demişti.

Şiir:

Gelip geçici güzelliklere erenlerin gönül bağlaması imkânsızdır.

Âlemde görünen her bozukluk, hep halkın biribiri-ni taklit etmek suretiyle inanmasından, yahut taklit ile inkâr etmesinden doğar. Bir azize bir elem erişir. Bilmezler ki, o ancak taklit yoluyla aziz olmuştur. Onu takdir etmekle bir an için pek hararetli, diğer bir anda da pek soğuktur.

Mısra:

Taklit ehlini müslüman saymak nasıl olur?

Ona nasıl olur da bir elem ve ıstırap erişir? O kendi nefsinde azizin azizidir. Âlemin viran olmasına sebep olur. Nasıl ki Kuran'da «Rablerinin Peygamberine isyan ettiklerinden, onları şiddetli azap ile alıp helak etti,» (Elhâkka sûresi, 10) buyurulmuştur. Bu iyi ama şu da var ki bir kimse önce inanmış olsa bile taklit onu şüphe perdesine götürür. Nihayet perdeyi kaldırır, O itikattan vaz geçinceye kadar kalkan perdeler çoğalır ve o itikadı öldürür. Ama onun niçin öl düğünü açık söylemez ki, halkın kendi hakkındaki zannı değişmesin. Onun yeterliğine karşı beslediği güven eksilmesin. Dedi ki: «Eğer bunu açıklamazsa bu, halkı sapkınlığa düşürmek olur.» Yine dedi ki: «Nasıl açıklayabilir; onun kendine güveni kalmamıştır, îhlas ehli odur ki, itikadımı öldürdüm diye işi açıklasa da bunu yorumlar, açıklamasa da.»

Dervişin biri şöyle dedi: «Görüyorsun ki, geçen geçti. Mademki mecliste söze başlıyorsun bu ne gevelemektir? Görüyorsun ki salah, dürüstlük ancak senin dışındadır, içinde değil; yoksa benim dostum olurdun. Eğer bu makama baş koysaydın. Bu makam Öyle bir Allah erinin makamıdır ki, onun milleti ve onun yolu bütün milletlerin ve yolların en iyisidir.»

Yahudiye sorsan ki: «Hıristiyan mı iyidir, yoksa Müslüman mı?» Muhakkak, «Müslüman iyidir,» der. Bu soruyu Hırıstiyana da sorsan o da aynı cevabı verir. Bunları öğrenmek şu sebeple gerekir ki, senin doğru inançlı millet hakkındaki itikadını artırır. Bu da onun için iyi bir talihtir. Kuran'da «Herkes su içeceği yeri bildi,» (Bakara sûresi, 60) Duyurulmuştur.

Şiir:

Dosta erişmek için durmadan koşuyorum,

Ömrüm sona yaklaştı ben hâlâ uykudayım.

Diyelim ki kavuştum nihayet sevgiliye

Ya o geçen günleri ben nerede bulayım?

Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki, nebilerle velîler bu yoldan yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahade ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş, kötülüklerden içini temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir?

Kuran'da, «Sizin yaratılmanız, tekrar dirilmeniz, bir nefsi yaratmak ve diri kılmak gibidir. Allah işitir ve görür,» (Lokman sûresi, 28) buyuruluyor. Bu nüktenin benzeri, hadislerde de var: «Müminler tek bir vücut gibidir,» buyurulmuştur.

Peygamberlerin, ümmetleri hak yoluna çağırmaları, onlara karşı, «Ey yabancı kişi! Surette sen benden bir parçasın, bundan niçin haberin yok? (M. 44) Ey parça gel, bütünden habersiz yaşama! Bunu anla ve bana yaklaş, benimle tanış,» demektir. Ama onlar derler ki: «Hayır, kendimi öldürürüm de yine sana yaklaşmam, seninle kaynaşmam.» Hülâsa o açık halvetlerde ne kadar ileri gitse hayâl gücü de o kadar artar bir çok hayâller görür, ileride oturur. Bu uyarlık yolunda ne kadar ileri giderlerse hakikat hakikat üstüne, tecelli tecelli üstüne gelir. Sordular: «Televvün (değişiklik) bu mudur ki, bir saat ibadetle meşgulüz, bir saat de yiyip içmekle? O, nefsin riyazatıdır. Bu da nefsin terbiyesi.» «Hayır, bu nebiler ve velîler içindir,» dedi. Kalktı ve dedi ki: «Nebiler ve velîler yemek yerken de ibadet halinde ruhlarını terbiye ederler. Nefislerini değil. Nasıl ki, cenkte geri çekilmek ileri atılmak içindir, derler. Bunda bir uygunsuzluk yoktur. Sen kendini onların kötülükleri hakkında bir zanna kaptırma! Çünkü onlarda kötülük olsaydı işte ve ibadette, hal ve keşif hususunda bir fenalıkları görülürdü. İnsaf et ki insaf seni bir mertebeye eriştirsin. Sağlığı korumak, sağlık aramaktan; günahtan korunmak da tövbe istemekten daha kolaydır.»

Bir hastalığa tutulduğun zaman hele perhizi ter-kettikten sonra sabır yolunu tutarsın. «Niçin bu kadarcık sabretmedim?» diye kendi kendine söylenirsin. O, zaman bu kadarcık sabrın neye yarar? «Bizim için sefer etmek gerekmez,» diyebilirsen bu kendi işin ve kendi maslahatın içindir, îş bu yaptığımız yolculuk meselesine varınca hoş olur. Çünkü ben sana bu yolculuğu buyurmak niyetinde değildim. Bunu kendi kendime yapayım, sizin işinizi yoluna koymak için yola çıkayım, dedim. Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilir ki, o kadar emirler, nehiyler ne oluyor? Niçin yapmadım, bu ayrılık meşakkati karşısında o kolay şeyi niçin düşünmedim? Söylediğim sözlerde nifak, ikiyüzlülük yapıyordum. Her iki tarafın da hatırlarını koruyor, muamma söylüyordum. Halbuki açık konuşmak gerektir. Bu işin ne değeri var. Ben senin işin için elli sefer yolculuk yapayım. Yapacağım yolculuklar da sırf senin işini yoluna koymak içindir. Yoksa benim için ne fark var? Rum ülkesinden Şam'a gideyim, yahut Kabe'de veya istanbul'da olayım, aynı şeydir. Ancak şu vardır ki, ayrılık insanı pişirir, düzeltir. Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep ayrılıktan pişmek mi? Kavuşma halinde pişmiş olan kimse, gözünü nereye açar? Her yerde dışarda kalan kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir? O daima perde içinde oturanlara benzer mi? Söylediğin şeylerden âşığın tarifini ve şahitliğini dinlemezler. Çünkü, aşkın özelliği şuradadır id, ona karşı ayıplar hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur, derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem âşık olsun hem de onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın? Dediler ki: «Biz aşktan bunu istemiyoruz ki insan tamamiyle kendinden geçmiş ve mağlup düşmüş olsun.» Ben de dedim ki: «îmkâna karşı durmak mümkün değildir. Bu meselede metotcula-rın fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye ve üç bölümdür. Biri vacip'tir ki, hakkın kendi âlemi ve sıfatlarıdır, ikincisi muhal, yani imkânsızlıktır, iki zıddın birleşememesi gibi. Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki tarafa yönelebilir'. Olabilir de, olamaz da. Bu üçüncü bölüme giren herkes, kurtuluşa erer. Nasıl ki, Âdem'in dışarı atıldığı cennet, yükseklerde bir ormanın başında ve yerin üzerindeydi. Ama bu cennet, müminlere vâdolunan ve feleklerin en yüksek noktasından nişan veren cennet değildir.

Ona dedim ki: «Sen bana hep felsefeden bahsettiğimi söylüyorsun. Bir kere felsefeye başlayan sensin.» Köylünün biri tarlada çift sürüyordu. Çift demiri bir engele takıldı. Öküzler yürümeye imkân bulamayınca köylü öküzü dövmeye başladı. Ama yürütmek mümkün olmadı, öküzler yüzükoyun düştüler, övendi-re yarasından perişan bir hale geldiler. Çiftçi demirin takıldığı yeri bir daha yokladı, bir kaç taş çıkarınca demiri gördü. Meğer büyük bir güğümün kulpuna takılmış. Demirin ucunu yakaladı, ama bir türlü yerinden çıkaramadı. Her ne kadar onu yerinden kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de bunu bir türlü başaramadı. Adama dedim ki: «Madem ki demiri yerinden çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını kopar!» Her ne kadar çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olamadı. «Acaba bu bir çapul mudur? içinde gümüş para saklı bir define midir?» diye söyleniyordu. Ama adamın hayali altın tarafına hiç işlemiyordu. Çünkü köylü idi. Nihayet demiri kopardı: Güğümün içi altın dolu idi. Bir avuç para çıkardı. Sevinçle avucunda tutarak baktı: «Vallah ki altındır,» dedi.

Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı. Çiftini sürüyor, bir iş yapıyordu. Ama o saatten sonra âlemin hayalleri, sevdalan başına toplandı. Nasıl edeyim de bu işi başarayım diye düşünmeye başladı. Filân yere mi yoksa doğruca Padişaha mı götüreyim diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta pek sıkıntılı bir halde avdan dönmekte olan Padişahı gördü; paraları teslim etmek için bağırmaya başladı. Bu sesi işiten iki çavuş koşarak geldikleri sırada köylü, önce verdiği karardan pişman olmuştu. Adamlar, «Bizi niçin çağırdın?» diye sordular. «Bari bir su ver de içelim!» dediler. Köylü, «Şehrin, yolunu sormak için çağırdım sizi,» dedi. Çünkü onlar gelinceye kadar evvelki fikrinden vaz geçmişti. Sıkıntısını onlara açıklayamamıştı. Adamlar gülerek, «Şehrin yolunu bizden mi soruyorsun? îşte şehrin yolu şu taraftadır,» dediler. Yolu işaret ettikten sonra geçip gittiler. Çavuşlar uzaklaşınca köylü yine pişman oldu. Bu sefer gerçekten bir daha çağırdı. Çavuşlar, «Ne istiyorsun?» diye tekrar geldiler. Fakat köylü yine pişman olmuştu. «Göstermiş olduğunuz şehir yolunu unuttum da tekrar sorayım dedim; bu tarafta mı, yoksa şu tarafta mı?» dedi.

Çavuşlardan biri köylüyü dövmek istedi, öteki elini tuttu. Tekrar dönerek Padişahın yanına gittiler, oturdular. Fakat birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Köylünün saçma sözlerinden bir şey anlayamamışlardı. Halbuki Padişah, çok öfkeliydi. Çavuşların her ikisinin de öldürülmesini emretti. İçlerinden çok yumuşak huylu biri Padişahtan aman diledi: «Ey cihan şahı! Bir kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar. Allah aşkına bizi dinleyin!» dedi. Hikâyeyi olduğu gibi anlattılar. Padişah, «Eğer doğru ise gidin köylüyü buraya getirin,» dedi. Çavuşlar koştular, köylü bunları görünce korktu. «Yallah bunlar bana doğru geliyorlar,» dedi. Çavuşlar, «Haydi! Padişah seni istiyor,» dediler. Köylü kendi kendine, «Yahu, parasız olursun bir dert, paralı olursun bir dert. Ama altına kavuşup da derdin olmak daha iyi!» dedi. Bence parasız dert daha iyidir, çünkü can korkusu yoktur. Bu söz bir hikâyeden meydana çıktı. Bu insanlarla şakadan konuşmak, ciddî konuşmaktan daha uygun olur. Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği vardır.

Şiir:

Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,

Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.

(M. 46) Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir. Ama ciddî sözden o kadar heybet gelmez. Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.

Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırıl çıplak soydular ki, elbisesini satsınlar. Onu ahmak yerine koyarak, çamaşırlarını ortaya attılar. Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem Peygambere varıncaya kadar fütüvvetleri nasıl oldu? diye sordular. Fütüvvet, Âdeme gelince nasıl oldu? ibrahim'e gelince nasıl oldu? Müminler ulusu Ali'ye gelince nasıl oldu? Her biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi. Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse bir şey söylemedim. Söylemiyordum. Orada bir derviş vardı, başını önüne eğdi, hiç konuşmuyordu, içimden onunla konuşmak arzusu geldi bana. Dedim ki: cÂdemoğlu gerektir ki ömründe bir kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin. Babasının geleneğine uyarak, Allahdan mağfiret dilesin. Babasına benzeyen zulmetmez,» dedim ve Âdem'in günahını ve onun özür dileyerek tövbe etmesini anlattım. Bana sordular: «İnnâ Fetahnâ' sûresinin indirilmesindeki sebep ne idi?» Dedim ki: «'Benimle ve sizinle ne yapacaklarını bilemem,' anlamındaki âyet indiği vakit onlar bu âyetin zahir mânasından başka bir mânası daha olduğunu anlayamadılar. Şu suretle söylenmeye baş laddar. Dediler ki: «Yüzünüzü öyle birine çevirin ki o kendisinin ve kavminin ne işe yaradığını bilmiş olsun. İşte bunun üzerine Fetih sûresi indirildi.» Tekrar sordular: «Bu onlara nasıl bir cevap oldu?» «Sözün gelişi böyle olur,» dedim. Sözü geçen âyetteki 'bilmiyorum' sözünde cehalet veya şaşkınlık yoktur. Belki şu mânaya gelir: Acaba bana Padişah ne kaftan giydirecek veya hangi mülkü bağışlayacak? Bir daha sordular: «Bu sözde de yine bir şüphemiz var,» dediler1. «Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat giydirileceğim bilememesi bir noksan değil mi? Mademki ona bazı kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl olur da bilemez? Çünkü az çoğu gösterir.» «Bu, bilgisizlik değildir,» dedim. Belki, o ihsanın büyüklüğünü ve sonsuzluğunu belirtmek içindir. Nasıl ki başka bir yerde de, «Bilir misin? Geçit nedir?» (Beled sûresi, 12) ve ayrıca, «Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?» buyurulmuştur. Bu sözün hakikati onlara erişmez, ancak mânası erişir ki onların renkleri başkalaş-sm. İnsanın değişmesinde bir sebep vardır. Her ne zaman onlara anlatmak için sözü tekrarlasan, hakkında kötü düşünürler. «Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur,» dediler. Onlara dedim ki: «Bu ancak sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size anlatmak zordur. Yüz kere de söylesem her defasında başka bir mânâ anlaşılır ve o asıl mânâ böylece el değmemiş bir mânâ olur.» îşte bu diyordu ki: «Söz meydanı çok geniştir.» Ona cevap vermek istedim ve dedim ki: «Belki mânâ alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır.» Onunla ancak nifak yönünden konuşuyorum. Şu sebeple ki, nifakı da bilmediğini anlasın! Ona, «Bu sözü başka bir kulakla dinle,» dedim. «Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla dinleme! Bu sözün konuşulduğu yerde Bayezid-i Bistamî'nin ve onun, 'Kendimi takdis ederim, sânım ne yücedir!' gibi sözlerinin ne yeri var?»

(M. 47) Müslümanın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı. Gâvur kızı, «Ben kâfirim, sen müslümansın, bu olmaz; benim dinime gir,» dedi. Adam gâvur oldu bundan sonra ona kâfir yahut Müslüman kâfir dediler. Bunun tersine olarak bir kâfir de, ay gibi güzel bir müslüman kızına âşık olmuştu. Kız, «Eğer benimle evlenmek istersen Müslüman ol,» dedi. Adam Müslüman oldu. Ona her kim, «Müslüman değildir,» derse kâfir olur, yani ona, «Bu kâfirdir,» diyen kâfir olur. Ondan niçin bahseder?

Bu gün dünya, güzel bir dilberdir. Kâfir, Allah'ı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahiret oldu. Şeytanını, Müslüman etti. «Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır,» sözü gerçeklendi. Nefis, yavaş yavaş müslüman olayım, der; artık iyi insan olayım, der. Bu, çilenin ve arıklık yolu aramanın tam kendisidir. O arıklaş-mıştır, başka çaresi yoktur, artık yaltaklanmaya başlamıştır. Nasıl ki hadisde Nefsi Mutmainne'nin yani ha-kikata kanmış olan nefsin Nefsi Levvame'den yani kendini kınayan nefisten daha hayırlı ve daha aziz olduğu buyurulmuştur. Şu halde Allah, niçin Nefsi Lev-vame üzerine yemin ediyor? Ve «Kendini ayıplayan nefisle yemin ederim,» (Beled sûresi, 2) buyuruyor da daha yüce olan Nefsi Mutmainne ile ant içmiyor? Onu bahis konusu etmek istemiyor, son derece gizli tutuyor. Nasıl ki, biri şöyle der: «Ey şah ayağının toprağı hakkı için!» Eğer onun cam aziz ise başka bir cevap söylenir. Nasıl ki şu, «Allah dilediğini rahmetine idhal eder, zalimlere de elemli azap hazırlamıştır,» (Dehir sûresi, 31) anlamındaki âyetin tefsirinde, o Şeyh, Tebriz'de diyordu ki: «Bunu cenazenin önünde ne diye söylerler?

“Ben ölmeyen o diri Allahı kutlarım. Onlar zannederler ki yüce Allah adına söylüyorlar. Halbuki Allah öyle bir ulu Allahtır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.” Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri ölün ki, bir daha ölmeyesiniz! Gün ışığı parladığı zaman aramızı birleştirir. Hangi nimet vardır ki, zamane onu bulandırmasın? Şeyh diyordu ki: «Müslümanlık gerektir Müslümanlık!» Halbuki kendisinin hiç de Müslümanlıktan haberi yoktu. Müslümanlığın dış yüzünü bile bilmiyordu. Diyorlar ki: Filânın sözü serttir. Bir ay, iki ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir koku alamazlar. Hele bir takım başı boş sözler' de söyler o. Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir, yahut Allahtan öyle büyük bir şey bulmuşum ki, bunu bilmiyorlar. Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler. Halbuki biz diyoruz ki, Allah bize pek az bir şey vermiştir. Buna delil de gösteriyoruz. O, Mevlânâ'ya diyor ki: «Ben, seni seviyorum; başkalarını da senin hatırın için seviyorum.» Buna, Mecnun'un şu şiirini tanık getiriyor:

Şiir:

Onu sevdiğim için bütün karaları seviyorum,

Onun sevgisi ile kara köpekleri bile seviyorum.

Bunu, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için seviyorsan çok iyi olur, benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin, «Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider,» diyorsun? Bu böyledir. Sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler'. (M. 48) Dedi ki: Dervişin birisinin bir hırkası vardı. Bu hırka kendisiyle konuşurdu. O da, hırkasıy-la meşveretlerde bulunur, ona sorular sorardı. O, Allah'ın ilâhî kanunudur, dilerse insandan başkalarını da konuşturur. Peygamberlerin mucizeleri tevatürle sabit olmuştur. Şimdi, sen ki insan oğlusun, nasıl olur da sen de konuşmazsın? Dile gelmezsin? Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri; Arap şiirleri! Hep bu! Şimdi kendi sözlerin nerede?

«Bu, fakirlik icabıdır,» dedi. Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün, kutup, kutuptan önce de falan şey. Şunları söylemek istedim: «Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey anlattın mı? Bu fakirlik mertebesi için o gafil şeyhlerden bir haber getirdin mi? Dünyanın en büyüğü, âlemin ve Âdem'in ulusu Cenabı Peygamber, 'Âdem ve başkaları benim sancağımın ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim; fakirlik mertebesinin benim için bir öğünç vesilesi olması ile de öğünürüm;' buyurmuştur. Sen bu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun ki, onu bir şeyhden daha geri bir sıraya atıyorsun?» Ama hiç bir şey söylemedim, onun cevabı da sadece susmak oldu. Sonra dedi ki: «Eğer onlar diken gibi oldularsa içlerini ateşlemek lâzımdır.» «Nuh'a mı uyacaksın, yoksa Mustafa'ya mı?» dedim. Çünkü Nuh Peygamber, «Yarabbi, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma!» (Nuh sûresi, 26) diye yalvardı. Hazreti Mustafa (S.A.) ise, «Allahım ümmetimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» buyurdu. Bu çile dolduranlar Musa'ya uyanlardır. Çünkü onlar Hazreti Huhammed'e uymaktan bir zevk duymazlar. Hâşâ, belki de Muhammed'e uymayı şart bilmezler ise Musa'ya uymaktan da pek az zevk duyarlar ve onun yolunu tutarlar. Diyorsun ki: «Veli tek bir insandır, daima onların nazarı dünyayadır.» Yani onunla herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar. Nasıl ki, bazıları Padişahın kapısını hor görürler, ona bayağı bir süvari gözüyle bakarlar. Ama ases başının makamını daha yüce sayarlar. Çünkü önünde, arkasında değnekçileri vardır.

Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin (Allah Bereketini Ebedî Kılsın) 642 Senesi Cemaziyel - Ahir Ayının Yirmi Altıncı Pazar Günü Sabahı Konya'ya Gelişi

Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından döneklik ettiğini göstermez. Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister; ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu pabucun bir tarafı yırtılır. Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez. Burada, özür dilemek gerçektir. Çünkü karanlık vardır. Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lâzımdır. Nasıl ki, köylüler dürüst insanlardır. Sofuların âdetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer. Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın, sıkılganlık yüzünden kimse aç kalmasın diye, hep teker teker" yerler.

Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti. Herkes kendi azığının başına oturup yemeye başladı. Bu arada ansızın bir Türk atlısı çıkageldi. Türkler cesur, konusever ve 'kaynaşık insanlardır. Bunlara sordu: «Niçin ayrı ayrı yiyorsunuz? Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?» Adamlar, «Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir,» dediler. Atlı kamçısını kaldırdı, «Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de! Çarçabuk yemeklerinizi toparlayın, birlikte yiyin,» dedi. Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler. Köyün ihtiyarı onların diliyle, «Eğer ekmeklerinizi birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğim seçip yiyeni af etsin, ötekileri değil!» diyordu.

Bir zümre vardır M, seci'li, kafiyeli sözlere değer verirler. Hep öyle konuşurlar. Bir zümre, hep şiir söylerler. Bir başkası da daima nesir söyler. Bunlardan her biri kelâm'ın bir parçasını, bir dalım seçerler. Allah kelâmı ise küllî'dir, bütündür. Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun. Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün elden gitmesi tehlikesi vardır.

(M. 49) Birinin evinin kapısında, bir ağaç peydan oldu, serpildi. Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını korusun; bütün dalları da onun olsun, gövdesi de. Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar; o dalın kırılmasında tehlike vardır. Dal elden giderse kök de gider.

Dedi ki: İblis'in mânası hadis yani sonradan meydana gelmiş değildir. Her ne kadar İblis'in sureti hadis ise de, manası kadîm'dir. O dedi ki: «Bu küfürdür.» Öteki, «Hayır, küfür değil bilâkis îslâmdır. Çünkü ben, İblis'in mânası kadim'dir sözü üzerine ne söyleyebilirim? Şunu demek istiyorum ki, İblis'in varlığı ilâhî bilgide mevcuttu.» dedi. O dedi ki: «Hayır, ilâhî ilimde senin vücudun da mevcut değildi. İlâhî bilgide ancak onun bir gün var olacağı malûm idi. Her halde İblis'in mânası, onun yaratılmasından daha önce; onun suretinden evvel var idi.» Nasıl ki, Âdem oğullarının ruhları da onların suretlerinden önce yaratılmıştır. Ruhlar toplanmış ordulardır. Allah ruhlara hitaben, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (Araf sûresi, 172) diye buyurdu. Onlar da, «Evet, Rabbimiz-sin,» dediler. Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden önce idi. Şimdi Hazreti Mustafa (S.A.) ne buyuruyor? «İblis, âdemoğullarının damlarlarında dolaşır, damar içinde dolanan kan gibidir,» diyor. İblis sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damar larında nasıl dolaşır? İblis'in insanoğlunun damarına girmesi reva değildir. O, dervişin sözüne göre gelmez. Ama nihayet, konuşan derviş değildir. Bu mahvolmuş bir derviştir. Söz öte baştan geliyor. Nasıl ki keçi derisini tulum (gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan her ses artık senin sesindir; keçi sesi değildir. Gerçi keçi derisinden çıkar ama, burada keçi aradan çıkmış, fâni olmuştur. Keçiden çıkardığın sesin mânası da fâni olmuştur. Böylece o deriyi davul da yaparsın. Davul da çalarsın ondan; yine bir sos çıkar. Halbuki, hayvan sağken bu deriye vursaydın ondan ancak keçi sesi duyardın.

Beyit:

Bunu ancak akıllı kişi bilir,

Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?

Bu misâl zaruret yönünden söylendi. Çünkü kemâle ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur. Bugün derviş sözüne nasıl itiraz olunur. O dedi ki: «Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur.» Ona dedim ki: «Tam bir anlayışa sahip olan kimse bilir ki, bu kemâle, Allah yönünden eksiklik gelmez. Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.» Nihayet, bu 'lenterâni!' (Beni göremeyeceksin!) teranesi, Musa'nın sabırsızlığından ileri geldi. Biraz daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu. Cevabı dinlemesen ve gelmezse mânâ kime gelir? Sabır dinleyene kuvvet verir. Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap söyleyesin. Bundan sonra yüz cevap söyler; o meclis de hoş olur. Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir. Onun o topluluğa karşı ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar; yemişler verir. Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte ta-raftanmış. Allah'ın lütfü ile öte tarafın öğretilmesi bu tarafa düştü. Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte ifade edilebilir? Allah, «Onu gözler kavrayamaz,» buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, «O gözleri kavrar,» buyurdu. Bu da tam umut yönüdür. Görüşün hakikati Musa'ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu. «Kendini bana göster,» dedi ve Allah diliyle cevap aldı: (M. 50) «Beni göremeyeceksin!» Yani böyle (dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin! Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin. Daha nasıl diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir? Allahın sevgilisi, onun konuştuğu Peygamberi ki, Kuran'ın birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki, bir kimse bir şeyi severse onu çok anar derler. Allah da Musa'ya beni göremeyeceksin dedikten sonra, «Dağa bak!» dedi. O dağ, Musa'nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz sebatı dolayısiyle Allah ona, «Dağ» dedi. Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir. Bu, «Nefsini bilen Rabbini bilir», nüktesine de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Musa da kendine baktı, Allahsını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu. Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Allah Musa gibi kendisiyle konuşan bir Peygamberin duasını reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin? Musa ondan sonra: «Yarabbi! Sana tövbe ettim,» dedi. Yani seni göreyim derken içinde boğulduğum günahlardan ve seni görmek istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.

Allah erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tanı kendisidir. Çünkü öyle şeyler vardır ki, uyanıklıkta insana gösterilmez, inceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin. İnsan Kâmil olunca da, ona artık perdesiz gösterirler. Biri sordu: «Kuldan Allahsına giden yol ne kadarda?» Dedim ki: «Allahtan kula giden yol kadar.» Buna otuz bin yıl da dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur. Ölçüsüz bir şeyi ölçü ile ifade etmek, sonsuz bir şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, bâtıl sözdür. Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha uzak olduğunu bilmek de yersizdir. Bütün bunlar sözün suret yönüdür. Sonsuzlukla ilgisi yoktur. Her nerede söz varsa, orada Allah vardır. Söz, bilinen o belirli güne kadar uzayıp gidecektir. Derviş söze başlayınca itiraz gerekmez ona. Evet kaide budur ki, medresede söylenilen her sözün, medresede öğrenilen her düşüncenin bahse de, tartışmaya da faydası çoktur. Ama o söz bu faydadan bu konudan uzaktır, bu bahisle ilgisi yoktur.

Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti. Ona, «Bu Hint kılıcıdır,» dedi. Arkadaşı sordu: «Hint kılıcı nasıl olur?» Beriki cevap verdi: «Her vurduğu şeyi iki parça eder.» Adamcağız da ona şu karşılığı verdi: «Sofî vaktini kaçırmaz, onu tecrübe için şu dikili taşa bir vuralım, sınayalım,» dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu. Ama tersine kılıç iki parça oldu. Arkadaşına dönerek şöyle dedi: «Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça etmektir diyordun?» Arkadaşı, «Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint !kılıcı idi ama taş ondan daha hünerli imiş,» dedi. Musa, Firavundan daha kuvvetli idi. Firavun veli idi ama Musa veliden daha üstündü. Dedi ki: «O halde onun sureti ne idi?»

Hazreti Muhammed (S. A.), «Ah kardeşlerimi ne kadar özledim!» buyurdu. Sahabe: «Ey Allah resulü!» dediler. «Biz kardeşlerini mi arzuladın?» «Hayır, sizler benim dostlanmsınız,» buyurdular. «Ama senin kardeşlerin, (senden önce) gelip geçmiş peygamberlerdir ki onlar da şimdi dünyadan göçmüşlerdir,» dediler. Hazreti Peygamber, «Hayır, o kardeşlerimi de istemiyorum, ancak benden sonra gelecek olan nazenin kulları (Allah velilerini) özledim,» buyurdular.

Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamiyle erginleşmemiştim. Bu aşk üzerinden otuz kırk gün geçtiği halde hiç bir şey yemek istemiyordum. Biri, Hemadan şehrinde vaiz ediyordu: «Herkes Allahı, varlıklardan birine benzetiyor,» diye eleştirmeye girişmişti. Şehrin vaizi geldi, kürsüye çıktı ve teşbih ile ilgili âyetleri sıralamaya başladı. «Rahman Arş üzerine istila ve galebe ile hakim oldu.» (Tâhâ sûresi, 5); sonra yine «Allahın sizi yere geçirmeye-ceğinden emin mis'hrz?» (Mülk sûresi, 16); daha sonra «Rabbın gelip melekler sıra sıra dizildik de,» (Fecr sûresi, 22); ve yine «Üslerindeki Rablerinden korkarlar.» (Nahil sûresi, 50) gibi âyetleri kürsünün önünde okumaya başladılar. Vaiz da teşbih inancasına sapmış kimselerdendi. Bu âyetlerin manalarını teşbih yönünden söylemeye başlamıştı. Hadisler de rivayet ediyordu: (M. 51) «Rabbınızı gece dolunayı seyreder gibi göreceksiniz,» «Allah Ademi kendi sureti üzerine halk etti,» «Rabbimi kırmızı bir elbise içinde gördüm» gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor, teşbih yönünden manalarını söylüyordu. «Vay o kimselere ki, Allah'ı bu sıfatları ile teşbih etmez ve bu suretlerle bilmezler! Onlar ibadet etseler bile yine cehennemlik olurlar. Onların ibadetleri kabul olunmaz,» diyordu. Bu bahs ile ilgili âyet ve hadisleri anlatırken, bir kısım halk, Allah'ın mutlak varlığını, onun mekânsızlığım da ileri sürerek sorular sordular. Vaizin sözlerine itirazda bulundular. «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,» «Ona benzer bir şey yoktur,» mealindeki âyetleri de hep benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları hep teşbih noktasında birleştirdi. Tenzih yani Allah'ı noksan sıfatlardan arı bilmek hususunda çekingen davrandı. Cemaat evlerine gittiler. Bunları çoluk çocuklarına anlattılar ve hepsine şöyle tavsiye ettiler: «Allahı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı sarkıtmış bir halde kürsüye oturmuş, şehir vaizinin dediği gibi melekler de arşın etrafını çevrelemiştir. Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı yoktur. Vay onun ölüsüne, vay onun mezarına, vay onun son haline!» Bir hafta sonra garip bir Sünnî vaiz geldi. Hafızlar, tenzih âyetlerini okudular. «Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar onun eliyle durulmuştur,» mealindeki âyetlerin tefsirine başladı. Teşbihçilerin derisini yüzmek gerektiğini söyledi. «Her kim teşbihten bahsederse kâfir olur, her kim suretten söz açarsa cehennemden kurtulamaz. Allaha mekân isnad edenin vay dinine vay mezarına,» dedi. Teşbihe benziyen âyetleri de hep tevil etti; birer birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi yaptı ve korkuttu ki, her kim suretten söz açarsa onun ibadeti ibadet değildir, imanı iman değildir, demeye getirdi. «Allanın, mekâna muhtaç olduğunu söyleyen zavallının vay haline! Vay onun sözlerini dinliye nlere!» dedi.

Sünnî vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler. Bunlardan biri evine geldiği zaman iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına aldı, çocuklar gibi ağlamaya başladı. Çoluk çocuk etrafına toplandı. Fakat bunları yanından kovdu, bağırarak tersledi. "Çocuklar annelerinin yanına koştular. Kadıncağız adamın karşısına oturdu. «Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemiyecek misin? Çocukları dövüyorsun, beni kovuyorsun, nedir bu hal? Hep ağlıyorlar,» dedi. Adam, «Çekil karşımdan! Artık bana ilâhî sesler gelmiyor, içime ateş düştü,» dedi. Kadın ona tekrar sordu: «Kendisine umut bağladığın Allah'ı mı bir tarafa bırakıyorsun? Bu ne haldir? Sen sabırlı bir erkektin, şimdiye kadar başına bir çok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla atlattın. Allah'a bel bağladın; Allah da bütün o zorluklardan seni kurtardı, gönlünü hoş etti. O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine Allah'a havale et, işe boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın.» Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı. «Ne yapayım? Bizi âciz hale getirdiler, canımız boğazımıza geldi. Geçen hafta âlimin biri tutturdu, 'Allahı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş üstünde bilmeyen kâfirdir, ölürse kâfir olarak ölür,' dedi. Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı, 'Her kim, Allahı arş üzerinde bilir ve böyle bir şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o kimsenin ameli ve ibadeti kabul olunmaz. Çünkü Allah, mekândan münezzehdir,' dedi. Şimdi, bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım? Nasıl yaşıyalım? Nasıl öMim? Âciz 'kaldık!» Kadın dedi ki: «Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme! Allah ister arş üzerinde olsun, ister1 arştan uzak olsun, ister bir yerde (M. 52) otursun, ister yersiz olsun, her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun olsun, devleti sonsuz olsun. Sen kendi dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir.»

Arap dilinde ant içmek için kullanılan harfler üçtür: Vav, Be, Te. Her üç harf ile ant içerim ki, vallahi, billahi, tallahi, şu medreselerde tahsil görenler, hep bir mansıp sahibi olalım, bir medrese elde edelim, derler, îyi duygularla hareket etmek gerekirse bunlar o derneklerde bir yer tutmak için çabalarlar. Halbuki bunlara sormalı: Dünya lokması için ne diye ilim tahsil edersin? Bu ip insanı o kuyudan çıkarmak içindir. Yoksa yapışıp da başka kuyulara inmek için değil. Sen daima, acaba ben kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu anda neredeyim, yüzümü nereye çevireyim? Mevcut olmayanı anmak gıybet etmek demektir. Hazırda olanı anmak da yabancılıktır. Şimdi zikreden, Allahı anan kimse, bu halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Eğer gaip ise onu anan kimse gıybet etmiş olur, hazır ise ona yabancılık karıştırır. Nasıl ki, Sultanın önünde oturan kimse, Sultan şöyle buyurdu veya Sultan şöyle yaptı, diye bilir. Ama gıybet .ederse büyük günahlardandır. Yani gıybet, çirkinliği dolayısiyle başka günahlardan ayrı sayılan dört büyük günahtan biridir. Sözü geçen dört büyük günahın başında gıybet gelir. İkincisi bühtan (iftira), üçüncüsü kan gütme yani adam öldürme, dördüncüsü de zulüm'dür. Bunları düşman taraf helâl etmedikçe azaptan kurtulma çaresi yoktur. Padişahın gizli sırlar söyleştiği kimseye bu iltifat cismin gıdası sayılır. Ruh da, bizim nasibimiz henüz erişmedi, diye bekler. Bu bizim nasibimiz değildir, bu bizi bırakmaz, boğazımızdan yakalar. Biz nereye gidelim, nasıl kurtulalım? Bir ayranın içine düşmüşüz ama öyle bir ayran ki, ucu bucağı yok. Bir kâse içinde değil ki bir kenarı olsun. Ayrandan kurtulur, ykıe düşer; «O, baldır,» der. Her ne kadar kurtulmak için kanat çırparsa da o kadar derine gider.

Ebû Necip (Allah onun ruhunu kutlasın), bir çetin iş dolayısiyle çileye girmişti. Bir kaç defa rüya sında, bu çetin işin, o olmadan başaramayacağım yani, filan şeyhi görmesi gerektiğini söylediler. «Onu ziyarete gideyim. Ama acaba kendisim nerede göreyim?» dedi. Bir ses geldi: «Sen onu göremezsin?» «O halde ne yapayım?» Cevap geldi: «Çileden çık, camiye gel, saflar arasında niyaz ve huzur içinde dolaş! Ola ki, o seni görür, onun gözüne ilişirsin.» Şimdi Ebû Necibin hali böyle olunca, ben şeyhsiz kalsam bile, kalmamış olurum. Ettiğim o muhalefet, başka bir itimat ile oldu, başka bir şeyi öğrenmiş oldum.

Adamın biri ölmüştü. Nevvahe (kiralık ağlayıcı) getirdiler. Ölü sahiplerinden sordu: «Merhumun hünerlerini söyleyiniz. Bilgisi var mıydı?» «Hayır,» dediler. «Zâhid, âbid bir adam mı idi?» «Hayır.» Nevvahe yüzünü kıbleye çevirerek tekrar sordu: «Fakire, fıkaraya, yoksullara, bakış görüş eder mi idi?» «Hayır,» dediler. Hülâsa her ne sordu ise «hayır» dan başka bir cevap alamadı. Sorduğu şeylerden de bir nişan bulamadı. Şöyle bir ezgi ile ağlamaya başladı: «Ey şaşkın gelip şaşkın giden zavallı!»

Bir gün dervişler, tekkede semaı bir türlü tutturamıyorlardı. Şeyh dedi ki: «Aman dikkat edin, bizim dervişler arasında bir yabancı var.» Etrafı yokladılar, «Hayır yabancı yok,» dediler Şeyh tekrar etti: «O halde pabuçları yoklayınız.» «Evet, yabancı bir pabuç var,» dediler, «öyle ise, o yabancı pabuçları dergâhtan dışarı atınız!» Dışarı attılar. Derhal semâ âyini düzene girdi. Akıl dergâha kadar yol bulur, ama evin içinde yol çıkaramaz. Orada akıl perdedir. Gönül perdedir, sır perdedir.

(M. 53) Adamın biri berbere: «Bıyıklarımdaki şu beyaz kılları ayıkla,» diyordu. Berber, adamın bıyıklarında beyaz kılların siyahtan daha çok olduğunu gördü, önce sakalını makasla keserek eline verdi ve «Artık bunu sen ayıkla! Çünkü benim işim var,» dedi.

Sen aslı yakala! Elbise, yiyecek, düşmandan korunma için seçtiğin şeyler nedir? Nasıl, «Beni, hor görüyorlar, yahut filan bana yabancı geliyor,» dersin? Sen dalı budağı bırak da asıl ve kök için ağla. Aslı düşünerek üzüntü duymaya bak! İnle, feryat et ki, o dal ve budağın filizlendiğini, ayağına serpildiğini gö-resin. Bütün büyüklenmeler, ululuklar, başkanlıklar, her fende başta gelen üstatlar, senin önünde başlarını yere koysunlar. Sen onlara hiç dönüp bakma! O zaman, onları yanından kovsan bile artık gitmezler. Ama sen bu dallara budaklara yapışırsan, aslı ve kökü elden kaçırırsın. Dallardan da bir şey elde edemezsin.

İstiyorum ki öğütler vereyim, ama kaç kez öğüt verdimse bazıları bundan hoşlandılar, bazıları da incindiler. Onların incinmeleri bana da sirayet etti ve beni içlendirdi. Dedim ki: Bir yerdeki öğüt uygun düşmez, gerektir ki tekbir çekenlere, âcizlere duaya baş-lıyalım. Ta ki, ses çıkarmadan buna yanaşsınlar. Her dalın arkasından ağlıyorsun. Nasıl ki, ayağıma kapanan bir Ahî delikanlısı, ben, «Filanın peşinde bütün varlığımı kaybettim, her işten el çektim,» dedi ve ilâve etti: «Artık umudum senin bir selâmındadır. Bunu söyle de tekrar evime döneyim. Yahut da böylece bize bir nazar eyle.» Ona dedim ki: «Ben senin söylediğin şeylerden hiç birini yapamam. Niçin onun gibi bin tanesi senin hizmet kemerini beline bağlamasın.» «O halde ne yapayım?» dedi. Ben şu cevabı verdim: «Asılla beraber olmalısın, herkesin aradığı aslı bulmalısın. Bütün asılların aslını, bütün üstatların üstadını aramalısın! Ama bir gün çürük bir dal gibi elinde kalacak aslı değil. Onu aramakta bütün gücünle çalışmalısın. Kalbine zahmet veren, seni gayeden uzaklaştıran her şeyi önemle hesaba katasın. Eğer bunu elde etmeyi kolay sayarsan gaye senin nazarında hor görünür.» Âyette, «Kör için güçlük yoktur, topala da güçlük yoktur,» (Fetih sûresi, 17) buyuruluyor. Bunları isterse, öğüt, imanlı kimse içindir. Çünkü ona nisbetle hepsi kör ve topaldır. Çünkü gören odur ve hoş yürüyüşlü olan da odur ki, Cebrail onun adımına yetişemez. Cebraile, «Gel!» der. O da, «Hayır gelemem eğer bir parmak daha yaklaşırsam yanarım,» cevabını verir (Miraç'daki rüyet ve müşahede'ye telmih ediliyor: Kabe' den (Kavseyn) sonra Ev (Ednâ) mertebesinde, Cebrail. Hazreti Muhammed'i (S.A.) yalnız bırakmış, «Daha llert gidemem çünkü kanatlarım yanar!» demişti. ). Gerçekten sağlam olan da odur. Dürüst renk ve dürüst mizaç ordadır. Bundan dolayı kendisi söyler kendisi dinler, hiç kimseyle beraber değildir.

Bu yorumlama nasıldır? Bizim cehennemimizde hep arifler, bilginler yanar. Bizim cehennemimiz böyledir. Biri vardır ki, cehennem ondan feryat eder. O cehennem geldi diye inler; cehennem de onu görünce, «Cehenneme geldi!» diye feryat eder. Cehennem müminleri arzular ve ona, «Geç ey mümin, nurun ateşimi söndürecek!» der. Hikâye ederler ki: Büyüklerden biri bir azizin mezarı başına gelir. Onun dünyadan gizlenmiş olduğunu görür. Kırk gün oturur, o mezarın başını bekler. Tâ ki, işi tamam olsun. Şimdi gel de söyle: Bu gündoğusu, feleklerin dönüşü senin düşüncene göre nasıldır? Müneccimlerin anlattıkları şeyler Kuran'ın zahirinden nasıl anlaşılır? Gel de araştıralım. (Mümin araştırıcı olur.) Bugün yıldızlar bilgisinden akla uygun olanları kabul etmek gerektir. Diyelim ki, ben şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey buldum ki, benim işim onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur. Bu arif benim halimi hep bilir, işittiği her söze güler ve bunun hangi makamdan söylendiğini de bilir. O kimseyi ve her birinin makamlarını görür ve şükreder ki, Allah onu o makama bağlamamıştır. (M. 54) Ondan geçmiştir ve onun bir çok kulları vardır. Her birinden bir mana ve hikmet istemiştir, öteki arif ise herkesin halini bilir ve onlar da ona malûmdur. Bu arifi bilen başkaları da onu görür ve onda Allahdan başka birini görmezler.

Dedi ki: Dün anasının karnından çıkmış, «Ben Allah'ım!» diyor. O falandan doğmuş olan Allahdan çok üzgünüm. Allah Allahdır. Diyordu ki: Filan kimse uzun bir yolculukla filan Şeyhin şöhretine koşar. Ona varınca Şeyh sorar: «Niye geldin?» «Allah'ı aramaya,» deyince Şeyh ona şu cevabı verir: «Allah, erkeklik aletini kaldırmış, bir kancıkla birleşmiştir.» Adamı geri çevirir. Ben, «Soğuk söz söylemiş, küfür etmiştir,» dedim. O zaman ben de soğuk sözlere ve sövüp saymaya başladım, kovdum. Ama ne Necmeddin-i Kübra'yı, ne Harizm'i ne de Rey şehrini kurtarabildim. Ne üzüleyim!

Ulu Allah kendi sırrını bu kulundan esirgemedi. Hangi sırrı esirger ki? Ama dünya sırlarını kapalı olarak söyler, ondan dolayı bir korku yoktur, işte bu sebepten dolayı Hazreti Muhammed, «Ben sizin din işlerinizi en iyi bilirim; siz de dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!» (Lokman sûresi, 34: Önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey şunlardır: 1. Kıyamet günü, 2. Yağmurun ne zaman yağacağı, 3. Ana karnındaki çocuğun cinsi, 4. insanın yarın ne kazanacağı, 5. Kişinin nerede öleceği.) buyurmuştur.

Onun da bir sebebi vardır bunun da. «Bir insan yarın kazanacağı şeyi önceden bilemez,» buyurulmuştur.

O Şeyh diyordu ki: «Filan şeyhin güzel kokusu, Allah kokusundan da üstündür.» Dedim ki: «Bu koku belki senin karından ve onun oynaşından geliyor.» Bu ne eşektir ki, eşekliği yönünden söylemiştir. Bir başkası da şöyle söyledi: «Bir gemide idim güneş gibi bir cevher parladı hemen denize baktım nerede ise gözlerimin ışığını kapacaktı. İki elimle gözlerimi kapadım.» Daha sonra temaşalardan, denizin garip hallerinden bahsediyordu. Ona şöyle dedim: «Temaşaya mı gitmek istiyorsun? Temaşa mı arzu ediyorsun? Gel benim içimi seyret! Sen hep kendi âlemini temaşa ediyor, kendi içini görüyorsun. Gel de benim âlemimi, benim içimi seyret!» Öteki de sanmıştı ki, bizim halimizde eksiklik başladı. Diyordu ki: «Bize düşman olan dostlarımızı görüyor musun? Himmetimizi nasıl kırdılar?»

Ey kara yüzlü! Himmetin ne olduğunu sen ne bilirsin? Git abdest al, namaz 'kıl tövbe et! De ki: «Kâfir idim imana geldim. Küfürden vaz geçtim.» Git otur yerinde. Pamuğunu eğirmeye bak! Sen kim oluyorsun? Erkekler içinde mert olanlar istiyorlar ki, kapıma iki desti dolusu su getirsinler. Kuran'dan üstün kitap yoktur; Allah kelâmından üstün söz yoktur. Ama bu Kuran ki toplum için gelmiştir, emirler ve yasaklarla, halka yol gösteren âyetlerinde başka zevk vardır. Allah erenlerine açıklanan âyetlerinde daha başka zevk bulunur. En doğrusunu Allah bilir.
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

Alıntıdır : semazen.net

Zevkle okuduğum bir eser umarım beğenirsiniz...Allah'a emanet olun...Saygı selam ve dua ile
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

ŞEMS

Mesaj gönderen aNKa »

Şems, Mevlana'nın gönlünü yakan aşkın güneşi.
Şems, Bir şehri yakıp yıkan gerçek bir defineci.
Şems, Aşıkların sevgilisi.
Şems, Aşkın odağı.
Şems, Mevlana'ya başını feda eden aşkın şehidi...
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

EY ŞEMS (ks)!..

Uçan kuşla - açan çiçek
Düşen yaprak-ağlayan göz
Sende senden sana gerçek
Ehl-i hâlin hâlidir söz…

Resim

Sen söyleme sus gönlüm
Can gözü olanlar ağlar
Doğumla-ölüm düğünüm
Sûret sîretimi bağlar…

Resim

Aşk ü cezbe meczubuyuz
Aşktır Mezheb ü Dinimiz
Şehr-i Şam’ın Şems’usuyuz
“Bir”ini buldu binimiz…

Resim

Aşkın kokusun süründük
Can verdik gönül bağladık
“Ayn”ıyız “Gayr”ı göründük
Damlada coştuk çağladık…

Resim

Hızır ile Musa gibisi
Leylâ’da Mecnun sevgisi
Göz yaşlarımız kavuşsun
Tükensin hasret türküsü

Resim

Dönüşsüz davetin duyduk
Yerde bir kaç kan lekesi
Son nârân:”ALLAH!...” mış uyduk
Bu ses “Ben”de “Sen”in sesi…

Resim

Duman renkli bir sarık sar
Başına bulutlar ağsın
Ne huzur kalsın ne karar
Yüreğine esrâr yağsın…

Resim

Mâşuğun aşk kemerinden
Âşığın tevhid Tasması
Külhan külahı serinden
Çıkmaz… İhvâni yosması…


07.11.1995 10:15


Hazreti Şems (ks) :

1244 : Ekiminde Konya’ya geldi
1246 : Martında ilk ayrılışı Şam’a gidişi
1247 : Konya’ya dönüşü
1247 : İkinci ayrılışı Şam’a gidişi
1247 : İkinci dönüşü Sultan Veled’le
1247 : Kimya hatunla evlenmesi.
1247 : Aralık ayı şehâdeti. 7 kişiydiler…


Ehl-i hâl : Hâl Ehli olanar.

Sîret : Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.

Cezbe : Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.

Meczub : Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun

Mezheb : Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı müctehidlerin yolları. Müctehidlerden, kendilerine tâbi olunanların seçtikleri meslekleri. Füruatta Hanefi ve Şâfii; ve Akaidde Mâturidi ve Eş'ari gibi.
Resim
Cevapla

“►Şems-i Tebrizi◄” sayfasına dön