YÛSUF-İ HAKÎKÎ BABA (ks)

Yusuf-i Hakîkî Baba (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

YÛSUF-İ HAKÎKÎ BABA (ks)

Mesaj gönderen kulihvani »


YÛSUF-I HAKÎKΒNİN TASAVVUF RİSALESİ


Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
(Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fak., Türk-İslâm Edebiyatı Öğr. Gör.
[email protected])
]

ÖZET

Meşhur adıyla Somuncu Baba’nın oğlu olan Yûsuf-ı Hakîkî edebiyatımızda yeterince tanınmamış önemli bir kişidir.
Mahabbet-nâme adlı mesnevisinin, Hakîkî-nâme adlı divanının, Tasavvuf Risalesi adlı mensur eserinin hem zengin bir kelime hazinesine hem de zengin bir içeriğe sahip olması, üzerinde önemle durmamızı gerektiriyor.
Hacı Bayram-ı Velî’nin Somuncu Baba’nın öğrencisi ve halifesi olması, Yûsuf’un da Hacı Bayram-ı Velî tarafından yetiştirilmesi; onun halifelerinden olması, Türk tasavvuf ve kültür hayatı açısından göz ardı edilmemesi gereken bir konumda olduğunu gösterir.
Burada söz konusu edeceğimiz Tasavvuf Risalesi de onun, temsil ettiği silsilenin ve dönemin tasavvuf anlayışını ortaya koyabilmemiz açısından önemlidir.
Yûsuf, bu risalede tasavvufu ve tasavvufî hayatı nasıl algıladığını anlatırken kendi görüşlerinden ziyade meşhur mutasavvıfların görüşlerinden yararlanır ve onların eserlerinden alıntılar yapar.
Söz konusu görüşleri Kur’an ve hadislerden nakiller yaparak da desteklemeye çalışır.

Eser temelde şeyh-mürid arasındaki ilişki, iyi ve kötü şeyh ile mürid tanımlamaları, tasavvufun ne olduğu, bir şeyhe bağlanmanın gerekleri, şöhretin ne denli büyük bir bela olduğu ve müminin nasıl bir insan olduğu konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu ve benzer konular çerçevesinde tasavvuf hayatıyla ilgili olarak onun ulaştığı görüşleri şu şekilde ifade edebiliriz:
Kişi, iç dünyasını düzenlemek ve bazı ruhsal üstünlüklere erişmek amacıyla kâmil bir şeyhe bağlanmalı; fakat bir kez bağlanınca da nitelik araştırması yapmadan işine bakmalı, söylenenleri yerine getirmelidir. Çünkü bilinmeyen bir yola ancak bir rehber eşliğinde girilebilir.
Yûsuf’a göre tasavvuf; bir bilinmezlik içerisinde olmak; addan ve sandan arınmak, yüce yaratıcıya ulaşmaya çalışmaktır.
İyi bir müminin dayanağı Allah, rehberi ise Peygamberdir.
İyi bir mümin bal arısı gibi olmaktır.
İyi bir mümin bal arısı gibi sürekli başkaları için çalışır ve onlara bal verir.


Anahtar Kelimeler: Yûsuf-ı Hakîkî, Tasavvuf, Sofi, Hacı Bayram-ı Velî,

Giriş :

Yûsuf-ı Hakîkî, Somuncu Baba adıyla anılan Hâmid-i Aksarâyî’nin
(1) oğludur; dedesi de Mûsâ-yı Kayserî adıyla anılan meşhur bir zattır.
Aslen Türkistanlı oldukları bilinmektedir.
Kayseri’ye ne zaman geldikleri kaynaklarda belirtilmiyor ise de Şeyh Hâmid-i Aksarâyî’nin neslinin Yûsuf’la devam ettiği ifade edilir.
Yûsuf, Hakîkî-nâme adlı eserinde yer alan, “Zikr-i isnâd-ı Hırka” başlıklı şiirde ailesi ve tarikatı hakkında bilgi verir.

Yûsuf-ı Hakîkî’nin ne zaman doğduğu belli değildir, fakat babasının 815 (m.1412)’te öldüğü ve oğlu Hakîkî’nin eğitimini müridi Hacı Bayram’a havale ettiği
(2) düşünülecek olursa o sıralarda henüz bir çocuk olmalıdır.
Zira Mahabbet-nâme’nin Manisa nüshası müstensihinin, eserin sonunda verdiği tarih de bunu göstermektedir.
Mahabbet-nâme’nin Manisa nüshasının müstensihi eserin sonuna ilave ettiği ve kendisine ait olan on beş beyitlik “Târih” bölümünde yaşının 86 olduğunu söylerken kitabı temize çektiği tarihin de müellifin ölümünden bir sene sonra olduğunu ifade ederMahabbetnâme’nin Manisa nüshasının ketebe kaydı ise 894’tür. Milâdî takvime göre bu da 1488’dir; bir eksiği ise Yûsuf-ı Hakîkî’nin vefat tarihidir. Kabri Aksaray’dadır.
Evliya Çelebi ondan : “El-Hac Bayram Velî
(3) öğrencilerinden olup Ankara’da ledün ilmini tamamlayıp Aksaray’da Bayramî tarîkatinde öncü olmuştur. (4)” diye söz eder.
Osmanlı Müellifleri’nde ilim ve irfan sahibi bir zat olduğu, Hakîkî-nâme isminde iki cilt üzerine tertip edilmiş bir divanının, Mahabbet-nâme ve Metali’ul-İman adlı eserlerinin de olduğundan söz edilir
(5). Yûsuf-ı Hakîkî’nin, Türkiye kütüphanelerinde, hususî kütüphanelerde ve yurt dışında bulunan, kendisine ait olduğunu tespit ettiğimiz yedi eseri bulunmaktadır.
Bunlar:
Hakîkî-nâme adıyla anılan divanı;
Mahabbet-nâme isimli tasavvuf ve ahlâka dair olan mesnevisi;
Tasavvuf Risâlesi isimli, tasavvufa dair mensur eseri;
BabasınınHadîs-i Erbaîn’ine yazdığı bir şerh;
Tercüme bir eser olan Metâli‘u’l-İman;
Ayrıcaet-Tesnîm;
Ve er-Rahîk el-Mahtum isimli eserlerdir.
Son ikisi Kahire’de Hidiviye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır; ancak bu eserlerin katologda belirtildiği şekilde varlıkları, içerikleri ve hacimleri henüz tespit edilememiştir.

Burada Tasavvuf Risalesini içerik olarak günümüz Türkçesiyle vermeye çalışacağım.
Hayatı ve Eserleri ile ilgili daha geniş bilgi için Yûsuf-ı Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve İncelenmesi adındaki doktora çalışmamıza bakılabilir
(6).
Kaynaklarda Yûsuf-ı Hakîkî’nin Tasavvuf Risalesi’nin varlığından söz edilmez.
Eserin içinde de ismiyle ilgili herhangi bir bilgi bulamayız; ancak Süleymaniye, Hacı Mahmud, 2974 numarada kayıtlı Metâli‘u’l-Îmân’la bir arada bulunup 27a-57a varaklar arasındadır. Her iki eser de aynı hatla yazılmıştır ve eserin başında başka bir hatla “Yusuf Hakîkî’nin Tasavvuf Risâlesi” kaydı bulunmaktadır.

Tasavvuf Risâlesi’nde andığı isimler ve eserin içeriği de kültür çevresi bakımından bu eserin ona ait olduğu konusundaki düşüncemizi desteklemektedir.
Ayrıca bu eserdeki şiirlerinin bir kısmı “Hakîkî-nâme” adlı eserinde daha hacimli olarak yer almaktadır.
Tasavvuf Risalesi, Müellifin eserde andığı meşhur mutasavvıflar, onların sözlerinden nakiller ve bir takım yorumlar içermesi dolayısıyla tasavvuf tarihi bakımından önemli bir eserdir.
Bu itibarla günümüz Türkçesiyle, anlaşılır bir hâlde eserin içeriğini yayınlamayı düşündüm.

Eseri içerik olarak vermeye çalışırken aslında olan tekrarlardan burada kaçınmaya çalıştım.
Bir de çok sık yer alan Farsça şiirlerden ve çok az yer alan müellifin kendisine ait olan Türkçe şiirlerden birer ikişer beyit alabildim.
Metnin hacimli olması dergi ilkelerine göre basma güçlüğü doğurduğundan
Hakîkî’nin naklettiği hikâyelerin bir kısmını da kısaltarak vermek zorunda kaldık.
Bu da hâliyle bazı varakların hacimce daha az görünmesine sebep oldu.
Risalenin içerik olarak daha anlaşılır bir hâle gelmesi için risaledeki konuları her bölümün başında konu başlıkları olarak kullandım.
Şimdi risaleyi günümüz Türkçesiyle tanımaya çalışalım.


DİPNOTLAR :

(1) Hakîkî’nin babası, Somuncu Baba adıyla meşhur, aslen Kayserili Şeyh Hâmid bin Musa’dır.
Somuncu Baba Künhü’l-Ahbar‘da söylendiğine göre zâhir ve bâtın ilimlerinde şöhret sahibi olmuş, kendisini gizlemek için Bursa’da ekmekçilik yaparak geçimini sağlamış ve Şemseddin Fenâri kendisinin öğrencisi olmuştur.
Bayezid’in, yaptırdığı camide ona vaizlik vermesi ve halkın kendisine teveccühünün artması üzerine burayı terk etmiş ve Aksaray’a yerleşmiştir.
Zâhiren Şeyh Alî-i Erdebilî’den tarîk alıp Veysîlere dahil olmakla birlikte, bâtınen Bayezid-i Bistâmî hazretlerinin ruhaniyyetinden istifade etmiş olduğu ve Hazret-i Hızır’la sohbette bulunduğunun ehl-i keşfin şehâdetleriyle sabit olduğu da ifade edilir.
Hacı Bayram-ı Velî’nin mürşidi olan Somuncu Baba h.815’te vefat etmiş ve buna “Tâc-ı Ârifîne” terkibiyle tarih düşülmüştür.

Bu bilgilere ilave olarak Ali Rıza Karabulut, Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar isimli eserinde Somuncu Baba’nın mezarının Aksaray’da olduğunu ve bu hususta eski kaynakların hiçbir şüpheye mahal vermeyecek kadar ittifak içerisinde olduklarını kaydeder (Bak. Ali Rıza Karabulut Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar., s. 118, Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı Yay., Kayseri 1994)
Somuncu Baba’nın eserleri şunlardır:
1. Şerhu Hadis-i Erbain,
2. Risaletü’z-zikr (Bu eser de Ali Rıza Karabulut tarafından tercüme edilerek adı geçen eserinde nakledilmiştir.)
3. Silahu’l-Müridîn
4. Kâşifu’l-Esdâr an-Vechi’l-Esrâr ve ayrıca şiirleri de bulunmaktadır. (Bak. Ali Rıza Karabulut a.g.e.) (Bak. Hayrettin İvgin, “Somuncu Baba’nın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri”, Erciyes Yöresi 1. Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri, s. 55 Kayseri 1991)
Karamanlı Şeyh Şücâ, Sultan Şücâeddin de Hâmid-i Kayserî’nin öğrencilerindendir.
(Bak. Ali Rıza KARABULUT, Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar, s.64, Kayseri 1994)
(2) Ahmet AKGÜNDÜZ, Somuncu Baba, s.138
(3) Hacı Bayram-ı Velî: Tarîkat silsilesi için bak. Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, I. Hadâiku’ş-Şakâyık, Haz. Dr. Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay., c.1 s.64, İstanbul 1989;
Bak. Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, s.255, İstanbul 1981
(4) Evliya Çelebi, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, c.3, s.845, İstanbul (Tarihsiz)
(5) Bursalı M. TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, c.1, s.224, İstanbul (Tarihsiz)
(6) Ali Çavuşoğlu, Yûsuf-ı Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve İncelenmesi[/b]
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

YÛSUF-I HAKÎKΒNİN TASAVVUF RİSALESİ :

1. Giriş :

Besmele, Hamdele, Salvele

(27a) Bismillahirrahmânirrahîm
El-hamdu li’llahi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtu ‘alâ Resûlihî seyyidi’l-enbiyâ’i ve’l-mürselîn. Ve ‘alâ âlihî ve eshâbihî ecma‘în.


2. Hakk’ı Talep ve Bir Mürşide Bağlanmak :

Amma ba‘d. İyi bil ki Hakk’ı talep edenler bu yolda dünyayı ve nefislerini
terk ederek mesafe almışlardır. Bu yola gösteriş, iki yüzlülük ve gururla girilmez. Bu yola ancak bir mürşide bağlanılarak girilir; er-refîk sümme’t-tarîk
(7).
Allah buyurur: “Yâ eyyühe’l-lezîne âmenû’t-teku’llâhe ve’b-tegû ileyhi’l-vesîlete ve câhidû fî sebîlihî le‘alleküm tuflihûn"
(8).
Allah yine Mûsâ’ya: “Hel ettebi‘uke âlâ en tu‘allimeni mimm⠑ullimte rüşden”
(9), buyurur.
Necmü Dâye
(10) şöyle der:
“Mûs⠑aleyhi’s-selâm nübüvvet ve risalete sahip olduğu hâlde on yıl Şu‘ayb ‘aleyhi’s-selâma hizmet etti
(27b). Böylece Allah’la bizzat konuşma derecesine, “Ve kellema’llâhu Mûsâ teklîmen” (11) ve “ve ketebnâ lehu fi’l-elvâhı min külli şey’in ill┠(12)’ ulaştı.”
Saadete ulaşan kimseler kâmil şeyhlerin kontrolünde süluka girenlerdir.
Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmânî
(13) rahmetu’l-lâhi ‘aleyh buyurur: Herkes önce yoldaş arar / O zaman yola düşer (28a) Er dediğin kişi şeriate tam bağlanır ve kulluk makamında doğru yolu bularak şeyhine saygı içerisinde hizmet eder.(28b) Çünkü sâlikin kalbi zikre devam ederek temizlenir; ruh tecellîlerine kabiliyetli bir hâle gelir; “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” zevki ona yüz gösterir.
Şâyet bir şeyhin yardımı olmazsa aklı bunu anlayamaz, hulûl ve ittihâd belâsına düşer. Bu durumda imanının gitmesinden korkulur.
Necmü Dâye şöyle der:
“Eğer kerametlerini kendinden bilirsen Sen bir firavunluk ve Tanrılık iddiasında bulunmuş olursun”
Pek çok insan doğruluktan ayrılarak sapıtmışlardır. Bu anlamda Şeyh
Attâr
(14) şöyle buyururur:
“O senin için bir nûrsa da o ateşten başka bir şey değildir. Sen bu cılız gurur ışığında yürüme”
Hz. Peygamber de şöyle buyurur: “Şerrü’l-umûrı muhdesâtühâ ve küllü muhdesetin bid‘atün ve küllü bid‘atin"
(29a) dalâletün” (15).


DİPNOTLAR :
(7) Önce yoldaş, sonra yol.
(8) El-Mâ’ide 5/35 : “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, ona yaklaşmak hususunda vesile arayın, yolunda cihad edin ki felah bulasınız.”
(9) El-Kehf 18/66 : “Musa ona “Sana öğretilen rüşd ve hayır ilminden bana öğretmek üzere sana tabi olayım, olur mu?’ dedi.”
(10) Necmeddin Dâye: 1256’da ölen Necmeddin Dâye Râzî, Anadolu’da yaşıyordu ve o devirde Kübrevîliğin en büyük temsilcisi idi. Onun Mirsadu’l-İbad adlı eseri Alâeddin Keykubad adına yazılmıştır. Sadreddin Konevî ve Mevlâna ile sohbetlerde bulunan bu mutasavvıf Kübrevîliğin Anadolu’da yayılmasında büyük rol oynamıştır. Bu akımın bir temsilcisi de Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled idi (öl.1230).(Mehmet Bayraktar,
Davudü’l-Kayserî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara 1988, s.4)
(11) En-Nisa 4/164 : “... Allah Musa ile söz söylemiştir.”
(12) El-A’raf 7/145. “Biz, Musa için elvahta din ve dünya için muhtaç olan her bir şeyi..(mev’izeyi ve tafsilî ahkamdan hepsini) yazdık...”
(13) Anadolu’da İşrâkîliğin temsilcisi olan Evhadü’d-din-i Kirmânî İran doğumlu olup (ö.685/1238)’de ölmüş. Muhyiddin İbni Arabî ile Konya’da görüşmüş. Hayatı hakkında en önemli kaynak kendi adıyla anılan menakıb-namesidir. Malatya, Konya, Sivas’ta ikâmet etmiş, fakat çoğunlukla Kayseri’de kalmıştır. Mirsâdü’l-İbâd müellifi Necmeddin Dâye ile muhtemelen Sivas’ta görüşmüş. Horasan ve Maveraünnehir seyahati sırasında Necmeddin-i Kübrâ ile görüşdüğü rivâyet edilmektedir. Bir süre Erdebil’de kaldıktan sonra Şam’da İbni Arabî’nin sohbetlerine katılmıştır. Şehabeddin-i Sühreverdî’nin (634/1237)’de ölümü üzerine Bağdad’da Merzubâniyye Hankâhı’na şeyh tayin edildi. 21 Mart 1238’de vefat etti. Evhadüddin, Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini varlıkta temaşa etmeyi esas alan “Şâhid-bâzî” denilen tasavvufî meşrebe sahip bir sufîdir. Gençlerle sema etmekten büyük zevk duyduğu söylenmektedir. Bid’atçi olduğu gerekçesiyle Sühreverdî, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî tarafından tenkit edilmiştir.
(Daha fazla bilgi için bak. DİA.,c.11, s.519)
(14) Feridüddin Attâr(ö.618/1221); Horasan Selçukluları zamanında Nişabur’da doğmuş.
Gençliğinde attarlıkla uğraşmış; tasavvufî bilgiler edinmiş, şeyhlere hizmet etmiş. Kendisi bizzat peygamberler ve velîlerle ilgili pek çok kitap okuduğunu, otuz dokuz yıl müddetle tasavvufla ilgili şiir ve hikayeler topladığını söyler. Pek çok seyahatten sonra Nişabur’da inzivaya çekildi. Mevlâna, Mahmud-ı Şebüsterî, Sa’dî, Hâfız ve Molla Câmî onun önderlik ettiği kişilerdir. Özellikle Mevlâna, Attar’ı âşıkların önderi sayar. Eserlerinde Attar, Ehl-i beyte hürmet ve sevgide kusuru bulunmayan, müsamahalı ve taassuba karşı bir sünnîdir. Yanlış olarak ona şiilik isnad edilmiştir. Gazellerinde özellikle vahdet- i vücud düşüncesini işler. Kasidelerinde dünyanın geçiciliğinden bahsederek insanı hak yola davet eder. Attar, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat merhalelerini talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenâdan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Son makama çok önem verir: İnsan vücudu Hak’kın aynası ve cilvegâhıdır. - Farkına varmadan bazan ittihad, bazan hulul akîdelerine yaklaşmıştır.- Şiirlerinin yüz bin beyiti aştığı söylenir; en çok hikaye anlatımına yer vermiştir.
Eserleri arasında başlıcaları: İlâhî-nâme, 2. Esrar-nâme, 3. Musîbet-nâme, 4. Hüsrev-nâme, 5. Muhtarnâme 6. Mantıku’t-Tayr, 7. Divan, 8. Tezkiretü’l-Evliya
(Daha fazla bilgi için bak. M. Nazif Şahinoğlu, “Attar”, DİA., c.4,s. 95-98)
(15) İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir ve her sonradan konan bidattir ve bütün bidatler dalâlettir.

3. Müridlik ve İcâzet :

Hazret-i Resûl zamanından tâ bu zamâna dek meşâyihden ve hulefâdan hiç kimse icâzet olmaksızın meşâyih elinden diyerek lâ-‘ale’tta‘ yîn"
(16) ya da kendi adını anarak filan elinden diye tevbe vermemiştir.
Mürîdin şeyhten icâzet talep etmesi doğru değildir. Çünkü
(29b) mürid
tam teslimiyet içinde olmalıdır. "Aleyküm bi’s-sem‘-i ve’t-tâ‘ati velev kâne ‘abden habeşiyyen"
(17).
Necmü Dâye der ki:
“Mürîdlik Hakk’ın zatıyla sıfatlanmaktır. Hak Te‘âlâ bu sıfatla kula tecellî etmeyince irâdet nûru aksi kulun gönlünde zâhir olup mürid olmaz. Şâyet mürid kendi varlığını ortadan kaldıramazsa zillet vâdisine düşer ve imanı tehlikeye girer.”
Hak Te‘âlâ buyurur ki:
“Velâ tülkû bi-eydiyeküm ile’t-tehlüketi”
(18) (30a).
Bu sebeple icâzet talep etmek mürid için iflas demektir. İcâzet talep etmek küstahlığını ancak kendini beğenenler yapar.
Şeyh, müride “es-seyrü ila’l-lâhi”
(19) deki nefs menzillerinden ilâhî tecellîlerin başlangıcı olan kalb makamının sonuna ulaştığında icâzet verir.
İstidatları olmadığı hâlde icâzet talep edenlere de icâzet verirler, fakat bu
icâzet onlar için doğru yoldan sapma sebebidir. Ancak şeyh icâzeti kendi
isteğiyle verirse o başka.
(30b.)
Bu durum Yunus Emre’nin bir şiirinde dediği gibidir:
“Bir devlüngeç yuva yapar yürür ilden yavrı kapar

(31a)Dogan ileyinden sapar zîre elinde murdârı var”
Devlügeç’in kaptığı yavru nefsi emrde murdâr degildir temiz yumurtadır.
“Zîre elinde murdârı var”ın mânâsı şudur: Mürid, mürebbî huzûrunda ve meşâyih tarîkında iç yönünü güçlendirmeden iddia sahiplerinin kışkırtmasıyla dalalete düşerler; itikatları temizken murdar olur. Şeytanın vesveseleri zâhir azaya sirâyet eder. Böylece nefs ne şeriata itaat eder ne şeyhin emirlerine.

DİPNOTLAR :
(16) Gelişigüzel.
(17) Habeşli bir köle bile olsa size düşen, dinlemek ve itaat etmektir.
(18) Bakara 2/195 : “....ellerinizle tehlikeye atmayın, ....”
(19) Allah’a yürüyüş.

4. Nefsle Cihat, Kâmil Şeyhin Nitelikleri :

İmam Cafer-i Sâdık
(20) buyurur ki:
“El-mevtü hüve’t-tevbetü"
(31b) yani mevt tevbe getirmektir. Allah buyurur: "Fetûbû ilâ bâri’iküm fektulû enfüseküm" (21). Femen tâbe katle nefsehu (22).
Hz. Peygamber buyurur:
“Reca‘nâ mine’l-cihâdi’l-asgari ile’l-cihâdi’l-ekberi”
(23).
Bir başka hadiste:
“El-mücâhidu men câhede nefsehü femen tâbe ‘an hevâhu fekad hayye bihüdâhu” yani kim nefsin arzularından tevbe etti, yani kâmil bir şeyhin gözetiminde mücâhedât kılıcıyla nefsini öldürdü, hidâyet nûru ile dalâletten kurtuldu ve marifetle de cehâletten kurtulup ebedî bir hayat kazandı.
Allah buyurur: “Ve men kâne meyten feahyeynâhu, yani meyten bi’l-cehli feahyeynâhu bi’l-‘ilmi”
(24).
Derviş yüce himmetli olmalıdır
(32a), masivaya iltifat etmemeli ve ehil olamayan kişilere elini uzatmamalıdır.
Fakirlik dava edip meşayih giysisi içerisinde köy köy dolaşıp lafla şöhret kazanmaya çalışmak iş değildir.
Ne yular urılup yidil halka
Ne hımâr arkasında palan ol...
(ne kendine yular takılıp halkın çekip gitsin-Ne de bir eşek sırtında palan ol!)
“Tahallakû bi-ahlâki’l-lâhi”
(25) nûrlu emri cana ışık göstermeden âşık “Vallâhu ganiyyün ‘ani’l-‘âlemîne” (26) sıfatıyla sıfatlanmış ola.
Şöhret din için büyük bir belâdır.
“Eş-şöhretü âfetü evliyâ’illâhi”
(27).
“Elhumûlü râhatü evliyâ’i Hak”
(28).
“Cilbâb-ı kıbâb-ı evliya’i tahte kıbâbî lâ ya‘rifühüm gayri”
(29). (32b)
Şeyh Safî kardeşi Salahaddin-i Reşîd’i Şiraz pazarında peşinde yetmiş kadar çavuş ve başka kişilerle birlikte azamet içinde yürüken gördü. Derhâl yanlarından uzaklaşmak istedi, ancak izdihamdan dolayı şeyhin elbisesi Selahaddin’in elbisesine değdi. Şeyh derhâl elbisesini çıkarıp bir su kenarında yıkadı. İşte şöhret afetinden böyle kaçınmak gerekir.
“Senin elbisenin altında yüz putun varken
Nasıl olup da kendini halka sufî gösteriyorsun”
Bayezid
(30) den nakledilir ki; Bayezid Şâm’a varınca bütün Şamlıların kendisini karşılamak, izzet ve ikramda bulunmak için beklediklerini gördü.
Bayezid derhâl bir taş üzerine çıktı ve :
“Festekım limâ yûhâ innenî ene’llahu Lâ-ilâhe illa ene”
(31), âyetine kadar yüksek sesle okudu. Şamlılar bunu duyunca :
“Hey bu zındıkmış.”
(33a) diyerek yanından uzaklaştılar. O da böylece
şöhret belasından kurtuldu, kendi yoluna gitti.
Zü’n-Nûn
(32) der ki:
“Bana marifet ehlinden bir kişiyi anlattılar . Ben de Likâm dağında onu görmek için yola çıktım ve mahzun bir sesle kulağıma şu sözler geldi.
“Ey kalbimin dostu olan senin hatıranla
Senden başka isteğim yok”
Bu sesin sahibine selâm verdim, selâmımı aldı ve şöyle dedi:
“Kale Resûlu’llahi sallallahu ‘aleyhi ve sellem :
“İzâ erâde’llahu bi-‘abdin hayran a‘mâhu ve esammehu ve ahresehu ve echelehu ‘alâ gayrihî”
(33) "sadaka Resûlu’llahi “men lâ-yechelü ‘alâ gayrihî keyfe ya‘rifuhu” (34) Allah’tan başkasını bilen Allah’ı nasıl bilir; O’ndan başkasını işiten O’nu nasıl işitir; dilsiz olmayan O’nunla nasıl söyleşir! (33b)
Şiblî’ye, “summun bükmün ‘umyun”
(35)’den soruldu; dedi ki : “summun ‘an istimâ‘i’l-hakkı" yani sum’dur Hakk’ı istima’dan; bükm’dür tekellümden; Hakk’ile ‘umy’dur nazardan âhirete ve Hakk’a; “fehüm lâ yerci‘ûne” (36) ki onlar rücu‘ etmezler, nefislerinin emrinden ve dünyadan ukbaya dönmezler, ârif ve sıddîk bunların zıddıdır. “summun felâ yesme‘u gayre’lhakkı mine’l-hakkı, bükmün felâ yentiku illâ bi’l-hakkı ‘ani’l-hakkı li’lhakkı” (37),
Heyhât ehli dilin :
“a‘meyte ‘aynî ‘ani’d-dünyâ ve zînetehâ”
(38) dediği nerede ve “İllâ raeytüke beyne’l-cifni ve’l-hadakı” (39) buyurduğu nerede!
“Ârif ve sofinin nazarında
Tanınmış olmaktan başka büyük bir suç yoktur”
Meşayihten bazıları münacatlarında :
“Beni halka unutturdun, onları da bana unuttur, halk içinde gösterilmeye takatim yoktur.” derler.

DİPNOTLAR :
(20) Cafer es-Sâdık (ö.148/765); Şianın altıncı, İsmâiliyyenin beşinci imamı, Ca’ferî Fıkhı’nın kurucusu; baba tarafından Hz. Ali’ye ana tarafından Hz. Ebu Bekir’e ulaşmaktadır.
Tasavvuf tarihinde önemli bir yere sahiptir. Attar, Tezkiretü’l Evliya’sına onunla başlar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye, silsilelerinde ona yer verirler. Bayezid-i Bistâmî’yi onun müridi olarak görürler. Bir ekol olan Aşkıyye mensupları da silsilelerine Cafer’le başlarlar. Şia ise Cafer’in tasavvufla hiçbir ilgisi bulunmadığını iddia eder. Pekçok eseri bulunmaktadır.
(Daha fazla bilgi için bak. Mustafa Öz, Cafer-i Sadık, DİA, c.7, s.1-3)
(21) Bakara 2/54: “...Yaratanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün...”
(22) Kim nefsini öldürmeye yönelirse.
(23) Küçük cihattan büyük cihada döndük.
(24) Cehaletten dolayı ölü iken bilgiyle ilimle dirilttik.
(25) Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız.
(26) Âli İmrân3/97: “... (feinnellahe) Allah âlemlerden müstagnîdir.”
(27) Şöhret Allah dostlarının âfetidir.
(28) Şöhretten bütünüyle uzak durmak Hak dostları için rahatlıktır.
(29) Evliyanın örtüsü benim örtümün altındadır, onları benden başkası bilmez.
(30) Bayezid-i Bistâmî (ö.234/848(?) İlk büyük mutasavvıflardan; menkıbeleri, sözleri ve şathıyyelerine dair olup bunlar arasında hayatıyla ilgili pek az bilgi bulunmaktadır. Şiî kaynaklar Bayezid’in altıncı imam Cafer es-Sâdık’ın talebeleri arasında yer aldığını kaydederler. Bayezid, tasavvuf tarihinde sekr, fenâ, melâmet, tevhid, marifet, muhabbet, mi’rac ve îsâr gibi konulardaki sözleri ve şathıyyeleriyle tanınır. O, sâlikin kendinden geçip (sekr) benliğini yok ederek (fenâ) Hakk’a ermesi gerektiği düşüncesindedir. Heme ust (her şey O’dur) sözünü kullanmıştır. Sühreverdî-i Maktûl onu, İslâm öncesi İran manevî hayatının bir temsilcisi sayar. Dedesinin mecûsî olması da bu davayı doğrulamak için delil gösterilmiştir. Üstadı Ebû Ali es-Sindî’nin Hindistanlı olması, Bayezid’in vedaların ve Budizm’in tesirinde kaldığının bir delili olarak öne sürülmüştür.
Bayezid’in düşünceleri ile şiîlik arasında da kuvvetli ilişkilerin varlığından söz edilir.
İbnü’l-Cevzî Telbîsü İblis’te Bayezid’i şiddetle tenkit eder. (Daha fazla bilgi için bak. DİA., c.5, s.238)
(31) Tâ-Hâ 20/13-14: “... Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle, Tanrı benim benden başka tapacak yoktur...”
(32) Zü’n-Nûn İbn İbrahim el Mısrî, Ebu’l-Fayd (245/859). İsmi’nin Sevban olduğu, Zu’n- Nun’un lakabı olduğu söylenir. Kureyş’in mevlâsıdır. Âlim, müttakî bir zat idi. Onu, halife Mütevekkile çekiştirdiler. Mütevekkil, Zu’n-Nun’u Mısır’dan celbedip ifadesini aldı. Zu’n-Nun, Mütevekkil’in huzurunda va’z edince halife ağladı. İkram ve i’zaz ile tekrar Mısır’a gönderdi. Mütevekkilin huzurunda takva ehlinden bahsedilince ağlar : “Ne güzel adamdı Zü’n-Nun” derdi. Cize’de öldüğü zaman köprü izdihamdan yıkılır korkusuyla cenazesi sandal içinde taşınmıştı. Cenaze kabre konuluncaya kadar uçan yeşil kuşlar görüldüğü rivâyet edilir. (Bak. Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, Sönmez Neşriyat, İst. 1969, s.95)
(33) Allah bir kula iyilik etmek istediğinde onu kendisinden başkasına kör, sağır, dilsiz ve bilgisiz kılar.
(34) Allah’tan başkasına câhil olmayan Allah’ı nasıl tanır.
(35) Bakara 2/18: “... Sağırlar, dilsizler, körlerdir...”
(36) Bakara 2/18: “... Artık onlar tuttukları yoldan dönmezler.”
(37) Hak’tan başkasını dinlemez, dilsizdirler; Hak’tan Hak ile ve Hak için almanın dışında konuşmaz.
(38) Gözlerimi dünyadan ve nimetlerinden aldın.
(39) Gözümün önünde hep sen varsın.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

5. Tasavvuf Nedir? :

Biri de der ki: Kime yetiştimse ona tasavvufun ne olduğunu sordum;
biri bir şekilde tanımladı, başka biri başka bir şekilde. Bu tanımlamalar beni tatmin etmedi. Sonunda Hz. Peygamber’i rüyamda gördüm ve mübârek ayaklarına yüz sürerek sordum. Halk ile bilişmeyi terk et dedi. Daha dedim; halk ile bilişliği inkâr et dedi. Daha dedim; elinden gelirse öyle bir hâlde ol ki ne kimse seni bilsin ne de sen kimseyi bil dedi.


6. Gerçek Sofî Kimdir? :

Hadayıku’l-Hakayık’ta şöyle denir:
“Gerçek sofinin alâmeti, bilinirken bilinmez olmak; zenginken fakir olmak; izzet içindeyken mezelleti seçmektir; yalancı sofinin alâmeti ise bunun tam tersidir.
“Tıpkı mert adamlar gibi kendini aşağılamayı tercih et
(34b)
Şimdiki sofîlerin tanımı “tegayyürü’ş-şekli li-ecli’l-ekl”
(40) dendiği gibidir.
Şimdiki sofîlerin çoğunun tâclarının ve hırkalarının ellerinden alınmasının
sebebi ehil olmayan her küstahı mahrem sanıp onlara kisvet giydirmeleridir
Mesnevîde der ki bir sofî asılmış bir sofrayı gördü
(35a) heyecanlandı,
bağırıp çağırmaya başladı; insanlar onun çevresinde toplandılar. İçlerinden biri, o gördüğünüz sofra boştur, yiyecek yoktur dedi.
Lokma perest sofiler iç aydınlığı meydana getiremezler. Onların dinleri
paraları, himmetleri mideleri, kıbleleri ise kadınlardır.


DİPNOTLAR :
(40) Şekil değişikiği mide (yemek) içindir.

7. Dini Dünyaya Âlet Etmek, İrşada Liyakat, Gerçek Şeyhlik ve Mükemmellik :

Olgunlaşmamış bir şeyhe mürid olan ehadiyyet cemâlini göremez.
“Eşeğin kıçını öpen o dudak
Mesihin öpüşünün tadını nasıl bulur”
(35b)
Hoca ‘Abdu’l-Melik-i Serâvî der ki:
“Şeyh kaddesa’llahu sırrahu Kur’ân’ı dünyevî kazançlara vesîle edenlerin durumunu ulaşamadığı bir yere, Kur’an’ı ayağının altına koyarak ulaşmaya çalışanların durumuna benzetir.
“Velâ teşterû bi’âyâtî semenen kâlilâ”
(41)
Şeyh Sadreddin
(42) der ki:
(36a) Peygamber miracdan dönerken kadınlardan bir topluluğun cehennemde, ateşten yapılmış kesici âletlerle kendi etlerini kesmekte olduklarını gördü ve bunların kimler olduklarını sordu.
Onların zina ile çocuk dünyaya getirip kocalarına “senden” diyen kişiler oldukları söylendi.”
Şeyh buyurdu ki: “Nefsin arzu ve istekleriyle dopdolu oldukları hâlde gönül ve irşad davasında bulunuyorlarsa onların azapları bu kadınların gördüğü azaptan şiddetlidir.
Cebra’il, Pîr’e : “Allah’ın davetçisine cevap verin.” sadası ve irşad sesi cihana düştü, sıddıklar ve enbiyalar nesline cevap verin “ecîbû dâ‘iyallahi mesâmi‘ ”i, der.
Şeyh Zahid’in oğlu Cemâleddin Ali şeyhin huzûrına geldi dedi ki:
(36b.) “Bir kişiye irşad seccadesine çok uzaklardaki insanların durumlarından manevî güçleriyle haberdar olabilen ve çok uzaklardaki, ölmek üzere olan müridlerinin imanlarını kurtarabilen kişiler oturabilir.
Ahî Ferec-i Zengânî’den kâmil velînin kim olduğu soruldu. O da dedi ki:
“Önünden geçen bir kişiden nasıl nesiller dünyaya geleceğini, hangisinin itaatkâr, hangisinin âsî olacağını bilmeli, bu da yetmez; müridlerinden biri ölmek üzere olsa onun imdadına yetişir ve şeytanın aldatmasından korur; bu da yetmez, müridlerinden biri ölse, Münker ve Nekir’in sualleri sırasında yanında olur ve soruları cevaplamasına yardım eder; ancak yine de “Şeyhliğin ‘ş’ si gönlünden geçerse erlikten nasibi yoktur.”
(37b)
Gerçekte gönül sahibinin kim olduğu soruldu; Ahî :
“Müridi kıyamet gününde bütün durumlardan koruyan ve münâdînin Cebrâil, Kadı’nın Allah olduğu o gün müridi Peygamber’in sancağı altına iletendir.” dedi.
(38a)
Üçüncü seferden sonrası “ayn-ı cem’a” ve vilâyetin sonu olan ehadiyyet hazretine çıkmaktır.
Dördüncü sefer ki, Allah’tan Allah’la birlikte yürüyüş olan bekâ makamıdır. Mutlak fetih olan fenâdan sonradır. Hak Te‘âlâ’nın kullarına : “İzâcâ’enasrullahi ve’l-fethu”
(43) ol vahdet kapusı açılır. Mutlak fenâ ve istigrakla “‘ayn-ı cem‘”de zâtî şühud ve birlik nûrı “izâcâ’enasru’llahi” verilince irşad seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icâzet ve “hazret-i izzet”ten işaret ile olur. İyi bilinsin ki mutlak fetih denen “es-seyrü bi’llah ‘ani’llah”ta vahdet kapısı açılmayınca (38b) kimse şeyhlik makamına yetişmez.
Feth-i karîb denen “es-seyrü ilalla” ta apaçık ufka ulaşıp feth meydana gelmeyince, yani nefis makamından yükselip “nasrun minellah” verilmeyince pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; “es-seyrü fi’llahi”de gönül fethi olan ruh nûrlarının ortaya çıkmasıyla oluşan feth-i mübîn karanlıklardan, nûrlardan ve kazançlardan muhakkak olmayınca kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Önceki sıfatları kalbî nûrlarla örtülür. Bil ki nûranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamına yükseldikten sonra olur.
(39a) “Es’elüke şevkan ilâ likâ’ike min gayri zarrâ’e muzirretin velâ fitnetin muzilletin” (44) bu hatara işaret etmektedir.
“Es-seyrü me‘allah”, “‘ayn-ı cem‘”e ve ehadiyyet hazretine terakkîdir. İstiğrak ve istihlâk makamıdır. Havas mertebesidir. Orada ne irade ne hilafet ne de meşîhat vardır. Meşâyih, o makâma “harabet” derler.
Hak Te‘âlâ’nın kula boyun damarından yakın olması “ve nahnü akrebu ileyhi min habli’-verîd”i
(45) , “es-seyrü ilallahi” mânâsına olur. Nefsin hicapla hazretten uzaklığı hasebiyle kulun hicapta yükselmeye çalışmasına “es-seyrü ilallahi” derler. Ne zaman bu mesafeyi aşıp kendisinden dışarıya ayak bastı o zaman “es-seyrü ilallahi” sona erer. (39b)
Soru; Allah içten, dıştan, yürümekten münezzehtir; “es-seyrü fi’llah” ne demektir?
Cevap; “esseyrü fi’llah” yani “fî sıfâtillahi”
(46) Allah’ın sıfatlarında ilerlemektir. Salik bir sıfattan başka sıfata terakkî içindedir ve renkten renge girer. Hak gerçeğine ulaştığı zaman temkîn makamındadır. Ondan sonra temkîn hâletinde “esseyrü me‘allah”i olur.
Soru: Hak Te‘âlâ ile seyirde olmak nasıl olur?
Cevap: Bu birliğin ikilik olması mânâsında değildir. Nasıl ki bir kimse bir damlayı denize atsa damla denizde yok olur; fakat ittihat olmaz; damla damladır, deniz denizdir. Eğer derya coşsa dalga vursa bu seçim damlaya değil denize aittir.
(40a) Eğer meşayih kendisini halka mutasavvıfların sıfatında ve terbiye ehlinin görünüşüyle gösterir, içi de bunun zıddı olursa koyun sûretinde kurt gibidir. Halk onu koyun gibi bildiği için ondan emin olur, o da hile ve aldatmayla işini yürütür.
Meşayih, zâhirî faziletlerden çok bâtınî faziletlere de önem verirler; ilim ve amel kanatlarıyla yüce âlemlerde uçmazlar. Bu şekilde onlar ten tuzağında kalırlarsa melekût bahçelerinde nasıl dolaşırlar!
(40b)
“Aşk bağına hoş ezgiler şakıyan tutî yaraşır
Yoksa kötü sesli karga bülbül sesini nasıl çıkarır.”
Hoca Sadreddin der ki: “Tebriz’de zamanın meşhurlarından Ârif adında biri vardı. Şeyhin yanına geldi; Şeyh ona adını sordu.; o da “Adım Muhammed, fakat bana Ârif derler.” diye cevap verdi. Bunun üzerine şeyh :
“Sen kendini tanıyor musun ki sana Ârif diyorlar?” dedi. O da: “Ben şeyhlerin kitaplarından ve menkabelerinden, tasavvuftan pek çok şey okudum ve öğrendim.” dedi. Şeyh, “Onların işi senin okuduklarındır, seninki hani?” dedi. “Bu okumak şuna benzer: Hocanın biri kölesini çeşitli iyi ve ucuz kumaşlar alması için Mısır’a gönderdi. Neler aldığını da yazıp kendisine göndermesini istedi. Şimdi bu hoca, arkadaşlarını çağırıp kumaş yerine bu belgeyi satabilir mi? İşte senin okudukların o insanların yaşadıkları hâllerdir. Sen de kumaş göstermelisin, kitap ve makale göstermek işe yaramaz.”
Gönül sahiplerinden biri rüyasında hamile bir köpek gördü; eniklerin ses verdiğini duydu. Köpeğin havlaması ya gözcülük ya yardım ya da süt talep etmek içindir. Anne karnında da böyle bir şey söz konusu olmaz.
Bu zat kendine gelince şaşırdı. “Bunun tevilini Allah’tan başkası bilmez diyerek Allah’a niyaz etti. Gaybdan gelen ses şöyle dedi: “Bu, henüz perdelerden kurtulmayan ve bâtın gözleri açılmayan insanların hâlidir. Öyle olduğu hâlde basîret davasına kalkışırlar ve makaleler söylerler. Onların bu söylediklerinden ne kendilerine bir
(41b) kuvvet ve yardım erişir ne de onların söylediklerini kullananlara bir olgunluk ve kurtuluş.” (42a)

DİPNOTLAR :
(41) Bakara2/41: “...Âyetlerimi az para ile alıp satmayın...”
(42) Şeyh Sadreddin Muhammed b. İshaku’l-Konevî, Konya’da doğmuştur. Şeyh Ekber, Konya’ya geldikten sonra, Sadreddin’in babası ölmüş ve validesi dul kalmıştı. Şeyh Ekber bu dul kadınla evlendiğinden, Sadreddin onun manevi terbiyesi ile inkişaf etmiş ve Vahdet-i vücud meslekinin Anadolu’da tutunmasına pek çok hizmet etmiştir. Zaten eserlerinin çoğu, Muhyiddin Arabi’nin fikir ve itikatlarını şerh ve tenkide münhasır gibidir.
Sadeddin Hamevî ve Necmeddin Dâye gibi başlıca Necm-i Kübra halifeleriyle mülakat eden, Mevlâna ile aralarında karşılıklı bir samimi muhabbet bulunan Sadreddin Konevî’nin vefatı, Mevlâna’dan sonradır. (Bak. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1981, s.202)
(43) (Nasr 110/1): “Allah’ın yardımı gelip Mekke fethi müyesser olunca...”
(44) Zarar verici nesneler ve saptırıcı fitneler olmaksızın sana kavuşma şevkini istiyorum.
(45) (Kaf 50/16): “...Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(46) Allah’ın sıfatlarından.

8. Gönül ve Kalb :

Fakra ulaşanlar sebat edenlerdir. Yoldan çıkarak gözden düşmüş olanlara
uyanlar onlar gibi olur. Allah, Âdem’in hamurunu bizzat hazırladı.
Melekler o kadar düşündüler ve Âdem’in yapısının nasıl olduğunu bilemediler. İblis, Âdem’in çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdem’in yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol bulamadı; çünkü Âdem’in gönlüne girmek için Şeytan’a yol yoktur. Vesvese mahalli göğüstür (sadr’dır), kalb değil. Allah buyurur: “Yüvesvisü fî sudûri’n-nâsi mine’l-cinneti ve’n-nâs”
(47).
Bin endişeyle geri döndü. Âdem’in kalbine giremedi ve herkes tarafından da böylece reddedildi.
(42b) Bundan dolayı tarikat büyükleri demiştir ki : “kim bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. Ancak halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz. Fukara dilinde : “Halkın reddi, Hakk’ın kabulüdür.” sözündeki halk, nefsi kalbten ayıramayan halktır.

DİPNOTLAR :
(47) (Nâs 114/5-6) : “Gerek insanlardan olsun gerek cinlerden (o) insanların göğüslerine vesvese verendir.”

9. Bir Şeyhe Bağlanmak ve Tâlibin Nitelikleri :

Necmeddin-i Kübrâ der ki:
“Kim tarikate girer, sonra ayrılırsa “mürtedi tarîkat” olur. Tarikatten kovulmak, şeriatten kovulmaktan beterdir. Çünkü şeriatten çıkan kelimei tevhidi
(43a) söylemekle kurtulur. Ancak tarikatten kovulan “‘amel-i sakaleyn” ile bile işe yaramaz. “talebü’l-hâl ez-zevâli muhâlün” (48) . Bu zaîf de der ki:
“Her kime kim ‘inâyetün olmazise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh”
(49)
Necmi Dâye der ki:
“Mürid zâhirinde ve bâtınında şeyhine tam teslim olmalıdır; onun işlerine ve sözlerine hiç itiraz etmemelidir. Şâyet yumurta kuşun tasarrufundan dışarı düşse bâtıl olur. Artık ondan bir hayır gelmez; ne kuş olur ne yumurta.
(43b) Yumurta kuşun tasarrufundan çıkıp fasit olunca cihanın bütün kuşları toplansalar yine o yumurtayı ıslah edemezler. Bunun gibi şâyet mürid, şeyhin vilâyetinden reddedilirse artık hiç bir şeyh onu bir yere ulaştıramaz; bütün şeyhlerce reddedilmiş olur. Ancak bir özür ile, onun inâyeti “delîl-i râh” olanlar için ümit var.
Bayezid’e :
“Tâlibe ne gerektir?” diye sordular.
“Doğuştan devlet.” dedi.
“O olmazsa?” dediler.
“Güçlü bir vücut.” dedi.
“O da olmazsa?” diye sorduklarında ise :
“O zaman ölmek olmaktan yeğdir.” cevabını verdi.
Meşayihten bazıları Allah’a giden yolda pek çok menzil ve aşamaların olduğunu, pek çoğunun ilk basamakta kaldığını, “men
(44a) yuzlilillâhu felâ hâdiyeleh ve yezerühüm fî tugyânihim.” (50) âyeti gereğince Allah’ın yardımı ulaşanların ise ileri gittiğini söylemişlerdir.
“Sümme reşşe ‘aleyhim min nûrihî”
(51) kime yetişirse sülûkünde ona yol gösterir.
“Fe men esâbe min zâlike’n-nûri ihtedâ”
(52) kime ulaşmazsa karanlıkta, dalalette kalır.
Artık o, mürşid talebiyle nereye gitse ayın ışığı ona zulmet olur. Yani evliyanın keşif nûrları ona şüphe karanlıkları olur. Bir mürşidin hizmetine girdiğinde de tam bir teslim, saygı ve bağlılıkla hizmet etmeyeceği için inat ve itiraz karanlıklarında kalır.
Necmü Dâye der ki:
“Sadık bir mürid başlangıçta “ve’llezîne câhedû fînâ”
(53) kaziyyesi üzere ayağını talep yoluna koyarsa Rabbanî yardımın cezbesi onun gönül yüzünü nefsten dönderir ve onun tarafına yöneltir.
Allah,
(44b) “Lenehdiyennehüm sübülen┠(54) sünneti üzere şeyhin cemâlini onun kalb aynasına arz eder; mürid bu cemâle aşık olur. Artık kararı kalmaz. Bütün saadetlerin kaynağı bu âşıklıktır. Mürid, şeyhin vilâyetinin cemâline âşık olmayınca kendi irade ve ihtiyarından çıkmaz, kendini şeyhe tam teslim edemez. Kim, “vellezîne câhedû fîn┠kaziyyesi üzere yola girerse inâyetin ona “delîl-i râh”, yardımcı olmasın; yani hangi şeyhin hizmetini seçip ona mürid olursa ay ışığı ona zulmet ola, yani şeyhin parlak cemâli onun kalb aynasına parlaklık göstermesin, vücut perdesinde kalsın. (45a)

DİPNOTLAR :
(48) Geçmiş hâli talep etmek muhaldir.
(49) “Beyt” adı altında burada yer alan ve açıklaması yapılan beyitler Hakîkî’nin Divanında “Der-tazarru ve Arz-ı Niyaz ve Nasîhat” başlığı altında 293b varağında yer alan 9 beyitlik bir şiirdir ve ilk üç beyti şu şekildedir:
“Her kime kim ‘inâyetün olmaz ise delîl-i râh
Kande varurısa ana zulmet ola fürûg-ı mâh

Câziben irmeyen kişi ne yüz agarda sa‘y idüp
Neyleye nide kaldı ol tâli‘i gibi rû-siyâh

Pertev-i tal‘atün kimün cânına şu‘le salmadı
Vasluna layık olmadı müzdi anun kamu günah

(50) Araf 7/186: “Allah kimi şaşırtırsa onu doğru yola götürecek yoktur, Allah onları şaşkın bir halde azgınlıkları içinde bırakır.”
(51) Sonra onların üzerine kendi nûrundan serpti.
(52) Bu nûrdan kim nasipdar olduysa hidâyete ermiştir.
(53) Ankebut 29/69 : “... Uğrunuzda mücahede edenleri...”
(54) Ankebut 29/69: “... elbette yolumuza götürürüz.”
Âyetin tamamı mealen şöyledir: Uğrumuzda mücahede edenleri elbette yolumuza götürürüz; Allah iyi iş işleyenlerle beraberdir.”

10. Keşf ve Kerâmet :

Nasıl ki Peygamber’in cihanı aydınlatan cemâlini münafıklar ve kafirler
pek çok mucize ile gördükleri hâlde görmezlerdi. Çünkü onlara nübüvvet
ve risalet aydınlık göstermedi. Bir başka deyişle hangi keşf ve keramete
ulaşırsa gurur ve kibir oluşur, ayın ışığı, yani mükaşefat nûrları ona
zulmet olur.
Sultan Hoca Ali, keşfin keşişlerde bile olduğunu söylemiştir. İstidrac denen keramet şeytanîdir. “Tayy-ı mekan” denen olay cine aittir ki bir anda çok mesafeler kat edebilir.
(45b.)Bu keramete keşişler bile sahip olabilir.
Talip, gönlünü Allah’tan başka her şeyden temizlemelidir. Onların işi keşişler, cinler ve şeytanların yaptığı gibi keşf ve keramet değildir. Bakınca sûretin bile aksettiği su pis bir kapta olsa içilmez, temiz bir kapta olan durgun su ise içilir. Bidat ehlinin içleri pislenmiştir. Keşifleri, kerametleri, himmetleri ve sözleri de murdardır.
Ferîdüddin Muhammed ‘Attâr şöyle der:
“O kötü ışıkta boğulup gitme
(Tû bedân nûrı necis garre meşev)
Onların sözleri kötü kaptaki durgun su gibi hiçbir işe yaramaz, belki insanı helake sürükler.
(46a)
Derler ki : “keşf kendi hata ve eksiklerini bilmektir.”
“Men ‘arefe nefsehu bi’l-‘ubudiyyeti fekad ‘arefe Rabbehu bi’r-rubûbiyyeti”
(55) hünerine ve sırların içine ulaşmaktır. Keramet bütün bağları kesip mücerret olmaktır.
Kadem kendiliğinden dışarıya ayak basmaktır ki sülukte maksada ulaşılsın. Himmet; iki âleme, Hakk’ın aşağısına baş eğmektir. Bütün bu keşf, keramet, kadem ve himmet Hak ile meşgul olmaktır. Bunun aksi, başkalarıyla oyalanmaktır ve perdedir.
Ayrıca demişlerdir ki:
“Keramet ya havada uçmak ya su üzerinde yürümektir; oysa havada uçmak erenlerin yanında bir sivrisinek derecesidir. Deniz üzerinde yürümek ise bir saman çöpü gibi olmaktır. Bunlara itibar edilmez.
(46b) Yine demişlerdir ki:
“Alışılmışın dışında bu gibi işler bir kimsede görülse ve o kişi bu kerametlerle halk içinde sevilip sayılsa muhtemelen ona öbür dünyada :
“ez hebtüm tayyıbâtiküm fî hayâtikümü’d-dünya ve’s-temta‘tüm bihâ”
(56) nasip olmaz.
Şimdi bir başka söze geldik; kişi hangi ilim ve fenni elde ederse maksadı
amel değil de şöhret ve makam ise; ayın aydınlığı, yani ilim ve amelin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yakin nûru ona zulmet olur. Bu bağlamda Monla (molla) da bir mesnevî söylemiştir:
“Seciyesi kötü olana ilim ve fen öğretmek
Haydudun eline kılıç vermek gibidir.”

(47a) Kişi yaptığı ibadetleri sırf Allah için yapmazsa ibadet nûrları ona yüz göstermez ve yaptığı ibadetler onun için gurur ve bir perde olur.
Yapılan ibadetlerle “ve ehibbuhu” yardımı yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. “Küntü lehü sem‘an ve basaran”
(57).
Bir başkası; kişi kendisini salik, âbid, zahid, ârif; hangi makamda gösterirse göstersin : “cezebetün min cezebâti’l-Hakk”ı (58) yardımı ona yol gösterici olmazsa ay ışığı ona zulmet olur. (47b)

DİPNOTLAR :
(55) “Kim kendi nefsinin zatının kulluğunu bilirse şüphesiz Rabb’ının da Rabb’lığını bilir.”
(56) Ahkaf 46/20 : ...lezzetlerinizi dünya diriliğinde zayi ettiniz, orada safa sürdünüz....
(57) Ben onun kulağı ve gözü olurum.
(58) Hak cezbelerinden bir cezbe.


11. Hacı Paşa (Hacı Bayram-ı Velî)’ ve Şeyhi (Somuncu Baba)’nin Büyüklüğü :

Şeyhin makbullerinden olan Kösece Ömer der ki:
“Nice zamandır şeyhin hizmetinde bulundum, dolayısıyla artık irşad etmeye lâyık hâle geldiğimi düşündüm. Böylece pek çok kişiyi irşad etmek için halvete soktum. Ansızın Hacı Paşa’m
(59) geldi; sırtımdan bastırıp göğsümden sıyırıverdi. Bende dervişlikten bir eser kalmadı. Bana hâlimi bildirdi, yeniden başa dönüp işe başladım. (48a)
Künci Sinan, Hacı Paşa’m hazretlerinden rivâyetle der ki:
“Şeyh buyurdu ki, şeyh hazretlerinin irşaddaki kemaline üç kez iman getirdim. Bir anda beni bir makama ulaştırdı ki “fî mak‘adi sıdkın ‘inde melikin muktedir”
(60), ondan ibarettir. Bir kez o olmaksızın müşahede etmek istedim ve beni geri dönderip şeyhinle gel dediler. Bir keresinde de on sekiz bin âlemi pamuk torbası gibi koltuğumun altında gördüm. Bu hâlde iken bir el omuzuma dokundu, şeyh hazretleri idi. “Monla Hacı sakın mağrur olma hâ!” dedi. Kendime gelince şeyhin kemâline inandım. (48b)
Meşrebimiz Allah’a minnet, yolumuz pak, senedimiz açık, isnadımız sağlam, önderimiz Nebiyyüllâh (sallallahu aleyhi ve selem) Hz. Peygamber’in Mirac’taki gibi olmasının sebebi mübârek cisminin ruhanî olması idi; gölgesi yoktu. Diğer sıfatları halkın sıfatları gibiydi. Halkın sıfatlarının seyr ettiği yerde onun sûreti seyr ederdi. Halkın mânâsının seyr ettiği yerde onun sıfatı seyr ederdi. Halkın sırrının seyr ettiği yerde Resûl’ün mânâsı seyr ederdi. Resûl’ün sırrının yetiştiği yeri ise hiç kimse bilememiştir.

(49a) Evliyanın ne kadar kemalâtı varsa Resûl’ün şeriatine ve sünnetine uymakla olur. Bizim için şeriatten çıkmak şeyhimizin yolunu terk edip, bendini, yolunu, mertebesini bilmeyen, kendini beğenmişlere iltifat etmek mümkün değildir.

DİPNOTLAR :

(59) Buradaki Hacı Paşa, Hacı Bayram-ı Velî’dir. Diğer Hacı Paşa ise (ö.827/1424(?)); Anadolu’nun İbni sinası diye anılan hekim, kelâm âlimi, müfessir bir kişi olan Celâleddin Hızır’dır ve Konyalıdır. Kâhire’de Hanefî fakîhi Ekmeleddin el-Bâbertî’den dinî ve aklî ilimleri okumuş. Anadolu’dan okumak için Mısır’a gelen Molla fenârî, Ahmedî, Bedreddin Simâvî ve Müeyyed b. Abdülmü’min gibi kişiler ondan yakınlık görmüşler; bir ders arkadaşı da Seyyid Şerif Cürcânî’dir. Pek çok eseri arasında Siraceddin el- Urmevî’nin mantık konusundaki eseri Metâli’u’l-Envâr’ın Kutbiddin et-Tahtânî tarafından yapılmış şerhi Levâmi’u’l-Esrâr üzerine bir haşiye olan Şerhu Levâmi’u’l-Esrâr fi Şerhi Metâli’u’l-Envâr isimli eser de bulunmaktadır.
(60) Kamer 54/55 : “..kudert sahibi melikin yanında sıdk meclisindedirler..”
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

12. Bir Şeyhin Hizmetine Girmenin Şartları :

Fîhimâfîh’te der ki:
“Zamanın güzellerini bir yere topladılar ve Mecnun’a :
“Bak, Allah kudretiyle neler yapmıştır.” dediler. Mecnun başını kaldırıp bakmadı. Bakması için ısrar ettiler. O zaman dedi ki:
“Leyla’nın sevgisi başımın üzerinde keskin bir kılıç tutmaktadır; başımı kaldırdığımda boynumu vurmasından korkarım.”
Mürid şeyhin cemâlinin vilâyetine âşık olup siyaset vilâyetinin saltanatı gönlüne iz bırakmayınca manevî ilgi ortaya çıkmaz ve şeyhin bâtınından müride bir yardım ulaşmaz.
Necmü Dâye der ki:
“Şâyet şifâ dağıtan doktor hasta olsa kendi kendini tedavi edemez.
(49b) Çünkü hastalıktan dolayı artık eski doktor değildir. Ona sağlıklı, iyi görüşlü bir doktor gerek. Şâyet bulunmazsa hasta doktorun tedavisi pek fayda vermez. Müride bir yardım ulaşmaz.
“Seni bilen uyumakta sen uyumaktasın
Uyuyan uyuyanı nasıl uyandırsın.”
Artık hata ile nefse ve şeytana aldanmamak, kendi ilmine ve aklına güvenmemek gerektiği iyice anlaşılmış olmalı. İradet tohumu gönle düşünce, gaybın hizmetçilerine saygı göstermeli, onları bir ganimet olarak görmelidir.
Bir ulunun hizmetine girince onun kâmil olup olmadığını bilmiyorsa da “aleyküm bi’s-sem‘i ve’t-tâ‘ati”
(61) işaretini kendisi için bilmeli. Şöyle buyrulur:
“Velev kâne ‘abden habeşiyyen.”
(62)
Meşâyih bu konuda :
“kendi tasarrufunda olmaktansa bir kedinin tasarrufunda olmak daha iyidir.” demişlerdir.
“Velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ‘aynin.”
(63)
Ayrıca demişlerdir ki :
“Kaf’dan Kaf’a uçmaktansa bir sivrisineğin kanadı altında olmak daha iyidir.”

(50a) Bu sözlerin hepsi şöhret âfetinden kaçınmak gerektiğine işaret etmektedir.
Ben kendi çalışmamla ne yapabilir ne iş başarabilirim. Senden bir yardım ulaşmayan o kula yazık!
(50b)
Halktan ve nefsten, kim talibi şeyhe hizmetten alıkoyarsa irade gücüyle buna engel olunmalıdır. Böylece fakr devletinden mahrum kalınmaz: Ondan mahrum olan iki cihan devletinden mahrumdur.
Şartlardan biri de müridin, şeyhine dost olana dost, düşman olana düşman olmasıdır.
Allah buyurur: “Lâ tecidu kavmen yü’minûne bi’l-lâhi ve’l-yevmi’l-âhiri yûadûne men hâddellahe ve Resûlehu velev-kâne âbâ’ehüm ev ebnâehüm ev ihvânehüm ev ‘aşîretehüm.”
(64)
Dostluğun belirtisi dostun dostunu dost, düşmanını düşman tutmaktır.
(51a)
El-ma‘nâ :
“ennehu lâyectemi‘u’l-îmânü me‘a vidâdı a‘dâ’i’llâhi” yani iman, Allah’ın düşmanlarına sevgi ile bir arada olmaz. Kim bir kimseyi sevmezse onun düşmanını da sevmesi şu iki yönden yasaklanmıştır: Kalbte Allah’ın düşmanına karşı sevgi varsa kişi ya münafık olur ya da büyük bir günah işlemiş olur. Sahih iman ve halis tevhide ulaşanlar mübtedîlerle bir arada oturmaz, yiyip içmezler.
Hakayık-ı Süllemî’de:
“Ve men dâhene mebtedi‘an selebehu’llâhu halâvete’s-süneni ve men dahike ilâ mübtedi‘in neze‘allahu nûre’l-îmâni min kalbihi ve in lem yusaddak felyücerreb.”
(65) denilir.
Daha önce bir şeyhin dostunu dost, düşmanını düşman bilmekten söz edilmişti. Buna hadiste de işaret vardır:
(51b)
“Men etâküm ve emereküm cemî‘un ‘alâ raculin vâhidin yürîdu en yeşukka ‘asâküm ve teferraka cemâateküm fa’ktulûhu.”
(66).
“Men bâye‘a imâmen fe’a‘tâhu safkate yedîhi ve semerete kalbihî felyutfihu ini’steta‘a fein câ’e âhare yünâzi‘hu fedribû ‘unuka’l-âhari.”
(67)
“Men etâküm” yani, kim ki size geldi “emereküm” yani din meselelerini gören ya doğruluk ve iradenize ya şeyh ile kalb bağınıza itikat ve istimdat ile “cemî‘un” yani toplanmış iken, bağlıyken “‘alâ reculin vâhidin” bir kişinin bağlılığı ile “yürîdu en yeşukk ‘asâküm” yani diler ki igvâ ile yere karıştıra güzel inancınızı boza. İnkâr ile sıdk ve irâdenizi, nifâk ve karışıklık ile şeyhe ve tarîka teveccühünüzü, yüz çevirme ile şeyhin emirlerine teslim ve bağlılığınızı, inat ve itirazile “ve teferraka cemâ‘atüküm”, kardeşlik topluluğunuzu dağıda; nefsinizi mücahadeden alıkoya,
(52a) ruhunuzu, murakabeden ve Hakk’ı temaşadan, sırrınızı ibadete bağlılıktan alıkoya; “faktulûhu ey kezibuhu” yani katilden murat biatı ortadan kaldırmaktır demişler; (...) “fektulûhu vezribû ‘unuka’lâhiri” kavliyle beyati sâniye ibtaline işarettir. Hak Te‘âlâ kelâmı kadîminde buyurur:
“Men yuti‘i’r-Resûle fekad etâ’ellâhe ve men tevellâ femâ erselnâke ‘aleyhim hafîzan”
(68).
Bir âyetde dahi:
“Felâ ve Rabbike lâ yü’minûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecere beynehüm sümme lâyecidû fî enfüsihim haracen mimmâ kazeyte ve yüsellimû teslîmâ”
( 69).
Ve hazret-i
(52b) Resûl buyurur:
“Men etâ‘anî fekad etâ‘allâhu ve men ‘asânî fekad ‘asallahe”
(70).
Bir hadiste dahi buyurur:
“Vellahi lâ yü’minü men lem yettebi’ hevâhu bimâ ci’tü”
(71).

DİPNOTLAR :

(61) Size gereken dinlemek ve itaat etmektir.
(62) Habeşli bir köle bile olsa.
(63) Göz açıp kapayacak bir süre kadar bile beni nefsime bırakma.
(64) Mücâdele 58/22 : “Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerin babaları veya oğulları veya kardeşleri veyahut soyu sopu aşiretleri olsa da yine Allah’ı ve peygamberini düşman tutanlara dostluk ettiğini göremezsin.”
(65) Kim bir bidatçıya yalakalık ederse Allah ondan sünnetlerin lezzetini kahran alır, kim bir bidatçıya gülerse Allah ondan iman nûrunu söküp alır, eğer bunun öyle olmadığı düşünülüyorsa denensin!
(66) Kim size gelir ve siz bir adam üzerinde ittifak etmişken topluluğunuzu dağıtmak ve cemâatınızı ayrılığa düşürmek isteyerek size emrederse onu öldürünüz.
(67) Kim bir imama biat ederse ona itaat edin ve ona muhabbet edin. Şâyet onunla çekişen bir diğeri gelirse o diğerinin boynunu vurunuz.
(68) Nisa 4/80: “Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim ki ondan yüz çevirirse kulak asma, çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.”
(69) Nisa4/65: “Öyle değil, Rabb’ın hakkı için onlar, aralarındaki karışık işlerde seni hakem kılmadıkça, hem de verdiğin hükümden dolayı can sıkıntısı duymaksızın sana tamamıyla münkad olmadıkça iman etmiş olmazlar.”
(70) “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur, kim bana asi olursa Allah’a asi olmuş olur.”
(71) “Allah’a yemin olsun ki gönlü benim getirdiklerime tabi olmayan iman etmiş olmaz.”

13. Mümin Nasıl Bir İnsandır? :

Cemâleddin Ürmevî der ki:
Şeyh hazretlerinden, “el-mü’minü ke’n nahleti lâ ye’kuluhu illâ tayyiben velâ yeza‘u illâ tayyiben.” i
(72) sordum.
Şeyh dedi ki:
“İman bâtınî işlerdendir; imanı kabul eden gönüldür. Dilin yiyeceği
tevhidin aslı olan gönül sahiplerinin gücü “Lâilâheillallah” sözüdür.

Müminin arıya benzetilmesinin sebebi ondur:
Birincisi : “Ve evhâ Rabbüke ilâ’n-nahli”
(73) nimetini vermiştir. Mümine de “Ve eyyedehüm birûhin minhu” (74) keramet buyurmuştur.
İkincisi : Nahl (arı), imamsız ve sultansız hiçbir yerde kalmaz. Mümin de
(53a) Peygamber’e tabi olarak, sahabe ve ümmetin icmâ’sıyla karar eder ve muhalefeti câiz görmez.
Üçüncüsü : sultanı ile karar tutar; “vechün mine’l-vücûhi”
(75) fermanına aykırı gitmez. Huzurda ve gaybette onun işaretiyle gider. Mürid de şeyhten bir işaret gelmeyince herhangi bir işe başlamaz.
Dördüncüsü : Nahl, bitkilerde olan bütün güzellikleri meydana getirir ve sultana iletir. Mürid de gönül sahibinin telkiniyle zâhir ve bâtında amel eder ve vakıada kelime-i tevhitten oluşan latîfeleri şeyhin işareti olmadan pîrden başkasına demez.
Beşincisi : Nahl önce kendi evinin içini doldurur, güzelleştirir; ondan sonra kendisinden fayda isteyenlere fayda sağlar. Kişi de önce kendi içini güzelleştirmeli ki dışından arkadaşlarına güzellik geçsin.
Altıncısı :
(53b) Nahlin kaidesidir ki, karınca ve sinek gibi hiçbir böcek ona giremez. Girse derhal dışarı atılır. Mürid de Hakk’ın rızasına aykırı hiçbir düşünceye gönlünde yer vermemelidir. Şâyet olursa defetmeye çalışmalı muhaliflerin sohbetinden de kaçmalıdır.
Yedincisi : Nahl her mevsimi bilir; baharda tohum için su iletir; güller görünmeye başlayınca evleri güllerle donatırlar. Oğul vermek vakti gelince o gülleri yer ve böylece boşalmış evleri bal doldurur. “Şarâbun muhtelifün elvânühu fîhi şifâün linnâsi.”
(76) Mürid de vaktini iyi geçirmeli, ziyan etmemelidir. İçinin süslenmesi için beklemelidir.
Sekizincisi : Nahl, dört ay boyunca sultan huzurunda müşahadede olur.
(54a) Ondan başka bir şeyle meşgul olmaz. Mürid de bâtın huzuru ile müşahade lezzetinden başka bir şeyle meşgul olmamalıdır.
Dokuzuncusu : Nahl, topladığı bütün gıdayı götürür, onun hesabıyla meşgul olmaz. Topladıklarını kendinin bilmez. Ve sultanın izni olmadan kullanmaz. Mürid de işine bakmalı, işin hesabını yapmamalı; ibadetle meşgul olmalı, göze getirmemelidir.
Onuncusu : Sultan çocuklarından hangisi sultanlığa, nahlin şehzadesi olmaya layık ise onu sultanlığa kabul eder; ona biat ederler, diğerlerini işe karıştırmazlar. Eğer onlardan biri hükümranlık dava ederse katline izin verirler.
(55b) Mürid de mürşidin müracaat ettiği biri ile ve her sesle tereddüt içinde, şaşkınlık içinde olmamalı, kendi meşrebini bilmelidir. Bu menzilde kendisini bile vermemelidir. “el-mü’minü ke’n-nahli” (mü’min arı gibidir.) de bu on makam görünmektedir.

On makam da bâtını vardır ki “ve evhâ Rabbüke ilâ’n-nahli” sırrındadır, onu dille anlatmak olmaz. Sarı arılar vardır, bir yere toplanır, sultanları olur; fakat ne kadar sultanları olursa hepsiyle ittifak edip her saat onlardan birinin işaretiyle iş yaparlar. Nahl gibi her biri bir yere ev yaparlar, fakat kimse onların evinden ışık verecek bir mum, şifâ ve hoşluk verecek bir bal alamaz. Meşrebini bilmeyen, her gördüğüne taklit ile uyan müridin işinden ve kalb evinden de kalb hastalığına, nefs hastalığına şifâ verecek, din hoşluğu verecek bir yakın mumu meydana gelmez.
(55a)
Şeyh Zeyneddin-i Hafî der ki: Müridliğin şartlarından biri şeyh ile kalb bağının devamıdır; ondan yardım isteyecek, teslim olacak, sevgi gösterecek. Kişiye şeyhinden başka vasıtalarla feyz hasıl olmaz. Dünya şeyhle dolu olsa da şâyet müridin içinde şeyhinden başkasına bir alâka uyanırsa bâtını vahdaniyyete açılmaz. Çünkü insanın iki yönü var: Biri ulvî, biri süflî. Hak Te‘âlâ yönden münezzehtir. Nasıl kıbleye yönelmeden namaz makbul olmazsa Resûl’e bağlanıp teslim olmadan Resûl’ün nübüvvetine kalb bağlamadan Allah’a yönelme hasıl olmaz. Resûl bir vasıtadır. Kalb ile Resûlullah’a bağlanmaksızın kula Allah’tan feyz gelmez.
(55b)
Sonra beden ve ruh ile bir yöne yönelince insana vahdaniyyetten feyzler ve kabiliyetler hasıl olur. Bilinmelidir ki, müridin şeyhinden yardım istemesi Hz. Resûl’den yardım istemesidir; çünkü şeyhi de şeyhinden, o da tâ Hz. Resûl’e kadar gider.

Zeyneddin-i Hafî risâlesinde der ki: “Allah’ın feyzinin kesilip müridin terakkîden geri kalması çok görülen bir şey değildir; bu, ancak kalb bağının kesilmesiyle olur. Salik daima ona yönelmiş durumda olmalıdır; halka yönelen Hak’tan dönmüş olur.
(56a) Toprak, rüzgar, güneşin sıcaklığı hep zavallı bir damlacığın düşmanıdır. Oysa (bir çeşmeye bağlı olarak) akmakta olan su birbirine el, ayak,; güç, kuvvettir. Çeşmeden kesilen su bunca düşman ortasında; elsiz, ayaksız, başsız, o kadar mesafeyi aşıp hangi yardımla ve nasıl denize ulaşabilir!

Şeyh Safiyyüddin buyurur ki: “Yerin üstü gaflet, altı hasret diyarıdır. Kişi yeryüzünde nefsinin arzularıyla meşgulken gaflettedir. Ecel ulaşıp yer altına girince “Fekeşefn⠑anke gıtâ’eke febasaruke’l-yevme hadîdün”
(77). (56b) denilir.
Herkese yaptıkları iş ve hâlleri görünür, o zaman hangi nimetlerden ve saadetlerden mahrum kaldığını anlar, hasreti artar da artar; fakat artık bir faydası yoktur. El yumayınca bâtın akılları açılmaz.
“Ve men kâne fî hâzihî a‘mâ fehüve fî’l-âhireti a‘mâ ve ezallü sebîlen.”
(78)

“Musa Firavn’ın nimetlerinden elini ve ağzını yıkadığından
Kerem deryası ona bembeyaz el (yed-i beyza) vermiştir.”
Aynı bunun gibi gönül Musa’sı, bir Firavun gibi olan nefs nimetinden, yani nefsin hazlarından hırs elini, aç gözlülük dudağını yursa padişahın kereminin deryası ona da bembeyaz el, doğruluk ve saflık bağışlar. Saliğe Allah’tan sıdk verildiğinde kayıt ve teslim şartıyla yola girerse doğru rehber onu hedefine ulaştırır.
“Nefsanî hazlardan bütünüyle kurtulursan
O zaman mânâ âleminde bekâ bulursun.”
Sene hicrî 913.


DİPNOTLAR :

(72) Mümin arı gibidir; o ancak iyi olanı yer ve sadece iyiyi üretir.
(73) Nahl 16/68 : “... Ve Rabb’ın arıya ilham etti ki...”
(74) Mücâdele 58/22: “... Ve onları kendisinden bir ruhla destekledi...”
(75) Vecihlerden bir vecih.
(76) Nahl, 16/69 : “... İnsanlar için kendisinde şifâ bulunan renkleri çeşitli bir içecek...”
(77) Kaf 50/22 : “Biz de senden perdeni kaldırıp açtık; bugün senin gözün keskindir.”
(78) İsra 17/72 : “Her kim bu dünyada kör davranırsa öbür dünyada da kör olacak, belki daha ziyade yoldan sapacaktır.”

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı : 13 Yıl : 2002 (125-149 s.)

KAYNAKÇA
ABDULBÂKÎ, M. Fuad; el-Mu‘cemu’l-Müfehres li-Elfazi’l-Kur’âni’l-Kerîm, el- Mektebetü’l-İslâmiyyetü, İstanbul 1982
AKGÜNDÜZ, Ahmet; Somuncu Baba, es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Yayını., İstanbul 1992.
ATEŞ, Ahmed; Metin Tenkidi Hakkında, Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1942
BAŞER, Şahin; Şeyh Hâmid-i Velî Somuncu Baba, Prestij Matbaacılık, İst. 1995
BURSALI MEHMET TAHİR, Osmanlı Müellifleri, Haz.: A. Fikri Yavuz, İstanbul 1972
CUNBUR, Müjgân; Hacı Bayram’ın Kazandırdığı Manevî Birlik, Hacı Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000
ÇAVUŞOĞLU, Ali; Yûsuf-ı Hakîkî’nin Mahabbet-nâmesi’nin Tenkitli Metni ve -İncelenmesi (Doktora tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 2001
DERLEME SÖZLÜĞÜ, T.D.K., Yay., Ankara 1993
DEVELLİOĞLU, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi, Ankara 1982
DOĞAN, Mehmet; Büyük Türkçe Sözlük, Yeni Şafak Yay., İstanbul 1996
ERAYDIN, Selçuk; Tasavvuf ve Tarikatler, Marifet Yayınları, İstanbul 1981
EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, Haz. Üçdal Neşriyat, İstanbul (Tarihsiz)
FARSÇA-TÜRKÇE LÜGAT, Ziya Şükün, Millı Eğitim Basımevi, İstanbul 1984
GİBB, E.J.W.; Osmanlı Şiir Tarihi, Tercüme: Ali Çavuşoğlu, Akçağ yayınevi, Ankara 1998
GÖLPINARLI, Abdulbâkî; Mevlâna Müzesi Yazmalar Kataloğu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971
GÜZEL, Abdurrahman; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Akçağ Yay., Ankara (tarihsiz)
HÜSEYİN KÂZIM KADRİ, Türk Lügatı, Devlet Matbaası, İstanbul 1928
İMLÂ KILAVUZU, T.D.K., Ankara 2000
İPEKTEN, Haluk vd.; Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Kültür Bak., Yay., Ankara 1988
İVGİN, Hayrettin; “Somuncu Baba’nın Yeni Bulunan Bir Eseri ve Diğer Eserleri”, Erciyes Yöresi 1. Folklor, Halk Edebiyatı ve Etnoğrafya Sempozyumu Bildirileri, s. 55 Kayseri 1991
KARABULUT, Ali Rıza; Kayseri İlmiyye Tarihi’nde Meşhur Mutasavvıflar, Seyyid Burhaneddin Hazretleri Hizmet Vakfı Yay., Kayseri 1994.
KARTAL, Ahmet; Şeyh Baba Yûsuf-ı Sivrihisari ve Eserleri, Erciyes Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
KÖPRÜLÜ, M. Fuad; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanılığı Yay., Ankara 1981
KUR’AN-I KERİM ve Açıklamalı Meali, İsmail Hakkı İzmirli, Eren Yay., İstanbul 1977
LEVEND, Agâh Sırrı; Türk Edebiyatı Tarihi, T.T.K. Basımevi, 1. cilt, Ankara 1988
MECDÎ MEHMED EFENDİ, Şakâik-ı Nûmaniyye ve Zeyilleri, Haz. Dr.
Abdulkâdir ÖZCAN, Çağrı yay. İstanbul 1989
MEHMET TAHİR, Bursalı; Osmanlı Müellifleri, Meral Yayınevi, İstanbul (Tarihsiz)
MUHAMMED BİN HAMZA, XV. YY. Başlarında Yapılmış Kur’an Tercümesi, Hazırlayan: Ahmet Topaloğlu, II. Cilt, Sözlük, İstanbul 1978
REDHOUSE, Sir James W., Kitâb-ı Me‘ânî-i Lehçe, Librarie Du Lıban, Beırut, 1974
SARI, Mevlüt; Arapça-Türkçe Lügat, Bahar Yay., İstanbul (tarihsiz)
STEINGASS, Persian-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1970
STEINGASS, Arabic-English Dictionary, Librairie du Liban, Beirut 1972
ŞEMSEDDİN SAMİ, Kâmûs-ı Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul 1989
ULUDAĞ, Süleyman; Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983
ÜNVER, İsmail; Çeviri Yazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler, Türkoloji Dergisi, Ankara 1993
YURD, A.İhsan; Akşemseddin, Marmara Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Yay., s. 44, Ankara 1994
YUSUF HAKÎKÎ, Tasavvuf Risâlesi, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Böl., Nr. 2974
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »


Yûsuf-ı Hakîkî'nin Mahabbet-nâme'sinden :

Yard. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Sevgine Bizi Lâyık Kıl ve Bizi Affet
Ey büyük yaratıcı!
Bizler ne kadar zavallı ve günahkârız; bu kirli yüzlerle sana yaptığımız Duâlarımızın geri plânlarında da hep kirlilik var.
Böyle kipkirli ibadetlerle sana lâyık olamıyoruz.
Ancak sonsuz hamd olsun ki senin bizim ibadetlerimize bir ihtiyacın yok.
Âsîlerin isyanları da sana bir zarar getirmez.
Sen ne kadar bağışlayıcısın ey Allah'ım.
Ben senden bana âşıklık yeteneği vermeni ve bana aşk şarabı içirmeni diliyorum.
Çünkü senin aşkına lâyık olmayana dünya zindandır.
Beni de âşıkların arasına sok ve bu yolda benim ayağımı kaydırma.
Benim için artık aşktan başka bir yol kalmadı ve dünya işleri bende yüz kirinden başka bir şey bırakmadı.
Ne olur bu yüz kiriyle kabul et.
O iki cihanın güneşi; senin yaratma işinin sebebi ve bütün evrenin övüncü bir sevgilin var ya!
Senin emirlerini duyuran, dinini insanlara yayan; kıyamete kadar senin dininle adı yaşayacak olan o sevgilin var ya!
İşte o sevgilinin eşiğine yüz sürmemi nasip et de ebediyyen aşağılanma zilletinden kurtulayım.
Ona uymayan şeyh de olsa aşağılansın ve toprağa gömülsün.
Bu kişiler saadetten mahrum oldukları gibi, şefaatten de mahrum olacaklardır.
Bu kişiler zamanın kutbu, büyük bir şeyh de olsalar işleri güçleri dalâlet ve insanları aldatmaktır.
Onun yolunda gitmek için bir çabası olmayana adam diyene de eşek dense yeridir.
Senin o seçkin elçini övmeye kimsenin gücü yetmez.
Onun cemâli karşısında insan aklını kaybeder ve Onun aşkına tahammül edemez.
Onun cemâlini gören âşık olur ve bir daha bu sarhoşluktan kurtulamaz.
Bu yol fenâ yoludur, ayıklık da uykulu olmak da bu yolda uygun değildir.
Ebubekir gibi dosdoğru bir aşka sahip olmadıkça bu sırları tasdik etmek nasıl mümkün olacak! O, Peygamber'in dostu, dinin temeli ve yakîn hazinesidir.
Şeytanlar gölgesinden kaçardı Ömer'in.
İslâm onunla nasıl da parladı, adaletiyle nasıl da süsledi cihanı!
Kur'an'ı toplayarak cehalete son veren Osman ise bir kibarlık madeni, bir irfan deniziydi.
Ya Ali… Allah'ın arslanı, yiğitlerin ve velîlerin şahı...
Karanlıklar onun kılıcının parıltısıyla aydınlanmıştır.
Yâ Rab! İşte bunların hakkı için bizleri affet ve yollarından ayırma.
Çünkü sen tevbeleri kabul eder ve bağışlamayı seversin.
Madem bizi sen yoktan var ettin, öyleyse bize merhamet edecek olan da sensin.
İsyanımız çok, yüzümüz kirli, zayıf ve hastayız.
Bu ten tuzağında nûrsuz kaldık; bizi karanlıklarda bırakma.
Kimsenin kalbini de nûrsuz koma, ucb ile mağrur etme, gaflette, zillette koma.
Biz zayıfız, sen güçlüsün.
Dünyayı inkâr etmiyoruz; hatta mübah olan şeyleri bile yapmıyoruz.
Bizi yolunu sapıtanlardan uzak tut.
Gönlümüze şeriat nûrlarını çıra et.
Cemâlin, can mumuna rehber olsun, gönül senin aşkının ateşinin yandığı yer olsun.
Hakîkî'nin derdi aşk olsun.
Eğer aşka lâyık değilse ona liyakat ver.
Sevgi şevki kime kuvvet olursa, zevk ilimleri ona kanat olur ve bu kanatla uçanlara herkes hayran olur.
Onun uçtuğu yerleri başkaları anlayamaz ve bilemez.
Resim
Cevapla

“►Yusuf-i Hakiki◄” sayfasına dön