Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin Türbesinden

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin Türbesinden

Mesaj gönderen Sufican »

Resim
Türbesinin içeriden görüntüsü

Resim
Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin kendi ve öğrencilerinin sarıkları

Resim
Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin Kaftanı

Resim
Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin elinden hiç düşürmediği Kur'an-ı Kerim'i

Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin ömrünün son 8 yılını geçirdiği ve sadece ayak yoluna çıkmak üzere ayrıldığı Halvet Odası... Bir kişinin sadece secdeye yattığı mesafe kadar genişliğindedir...
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

Resim

Resim
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

BÜYÜK İNSAN,BÜYÜK VELİ

Mesaj gönderen Sufican »

Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Şeyh Şa’ban-ı Velî’yi hayırsever bir kadın yanına alarak evlat edinmiş onun eğitimiyle ilgilenmiştir.
Mahalle mektebinden sonra İstanbul’a eğitime giden Şeyh Şa’ban-ı Veli burada iyi bir medrese eğitimi görür.
Buna rağmen büyük bir arayış içindedir ve bu arayış sırasında bir gün rüyasında : “Sılaya dön, kurtuluş oradadır” diye bir ses duyar.
Ertesi gün birkaç molla ile yola çıkan Şeyh Şa’ban-ı Bolu’ya geldiklerinde övgüsünü çok duyduğu Hayrettin Tokadî’nin yanına gitmek ister.
Gece Hayrettin Tokadi’nin dergahının yanında konaklarken, zikir sesleri işitirler.
Diğer mollalar zikir yapılan yere gitmek isterler Şeyh Şa’ban-ı Velî zikirin zincir olduğunu bağlayıcı olduğunu, bağlanabileceğini söyler.
Mollalar ısrar edince zikir yapılan yere giderler.
Zikir bitince diğer mollalar dergahtan ayrılırken Şeyh Şaban ayrılmaz geceyi orada geçirir.
Ertesi gün Hayrettin Tokadî’nin elini öperek dergaha girer ve 12 yıl dergahta hem eğitim görür hem hizmet eder.
Şeyh Şa’ban-ı’nın Halveti tarikatın bir üyesi olması sonradan kendi kolunu oluşturmasının başlangıcı bu efsâne ile anlatılır.

Şeyh Şa’ban-ın Kastamonu’ya gelişi de başka bir efsaneyle anlatılmaktadır.
Şeyh Şa’ban-ı Hayrettin Tokadî Efendi’den icâzet aldıktan sonra memleketi Kastamonu’ya döner.
Memleketine gelince yaşlı bir çınar ağacının kovuğuna yerleşir.
Kastamonu’da oturan İsa Dede Efendi bir türlü şehire gelmesini sağlayamaz.
Yıllarca bu kovukta yaşadıktan sonra, ısrarlara dayanamayarak kovuktan çıkıp kente yönelir.
Çınar da arkasından yürür.
Bunun üzerine Şeyh Şa’ban-ıVelî : “Oldu mu ya oldu mu ya ? Ben bunca zaman sürdürdüğüm mânevî sefâya seni de ortak ettim.
Yaşadığım güzellikleri seninle paylaştım.
Sen de şimdi benim gizlerimi ele veriyorsun! “ diye ağaca sitem eder.
Ağaç olduğu yerde kalır.
Şeyh Şa’ban, Seyit Sünnet Mescidine yerleşir.

Başka bir efsaneye göre Hz.Hızır, Seyit Sünneti Efendiye vefatından 40 yıl sonra yerine oturacak bir evliyânın geleceğini müjdelemiştir.
Kastamonu halkı çınar kovuğunda yaşayıp ibadetle vaktini geçiren ve keramet ehli olduğu belli olan bu zatın müjdelenen evliyâ olduğunu anlamıştır.

Şeyh Şa’ban’ın öğrencilerinden olan Muhyiddin Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir efsaneye göre, Şeyh Şa’ban öğrencileriyle ders yaparken bir adam huzura gelir :
“Efendim, yol üzerinde bir değirmenimiz vardı.
Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik.
Yeni taşı kaldırdık tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı.
Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi.
Çünkü taş çok ağırdı.
Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve :
" Yetiş ey Şaban-ı Veli Hazretleri!" diye imdat istedik.
O an bir el değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi getirip yerine koydu.
İşte orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el aynı eldir” demiştir.

Şeyh Şaban’ın öğrencilerinden Mehmet Efendi’nin anlattığı rivayet edilen bir efsaneye göre:
Horasan evliyalarından biri, 3 öğrencisine Anadolu’da Şeyh Şaban isimli bir evliyânın yaşadığını ve gidip ondan feyz almaları gerektiğini söyler.
Yola çıkan dervişler Kastamonu’ya yaklaşırken, Şeyh Şa’ban-ı Velî kendi dervişlerini yanına çağırıp onlara bir ayna verir ve Horasan’dan gelen 3 dervişi yolda karşılamalarını ve aynayı onlara vermelerini söyler.
Kastamonu’dan yola çıkan dervişler bir süre sonra, Horasan’dan gelen dervişler ile karşılaşırlar ve onlara Şeyh Şa’ban-ı Velî’nin hediyesi aynayı verirler.
Aynayı her alan derviş aynaya baktığında Şeyh Şaban’ın tebessüm ederek kendilerine baktığını görür.
Bunun üzerine Horasan’dan gelen dervişler biz göreceğimizi gördük, anlayacağımızı anladık, Şeyh Şaban’ın teveccühlerine kavuştuk diyerek, Kastamonu’ya gelmeden geri memleketlerine dönerler.

Şeyh Şaban Velî’nin yanına bir gün bir fakir gelir.
Çok fakir olduğunu, bir eşeğinin olduğunu onun da öldüğünü söyler. Çocuklarının geçimini temin edecek hiçbir şeyin kalmadığını, namerde muhtaç olmak istemediğini söyler.
Bunun üzerine Şeyh Şaban elini açarak Allah’tan bu fakirin dileğinin gerçekleşip, geçimini temin edecek yolun bulunması için dua eder.
Duanın bitiminde dergahın kapısı açılır ve atın üzerinde bir adam yedeğinde bir katırla içeri girer.
Şeyh Şaban’a yedeğinde katırı hediye etmek istediğini söyler.
Şeyh Şaban’da fakire dönerek, Allah ölen eşeğin yerine daha iyisini hediye etti, bu katır senin der.
Olayın ne olduğunu anlamayan adama fakirin durumu anlatılınca, adam aslında katırı yarın getireceğini, ama içinden bir sesin mutlaka bugün götürmesi gerektiğini söylediğini anlatır.
Böylece fakir adam geçim kaynağı olacak bir katıra kavuşmuştur.

Kürekçi Mustafa isimli birinin başından geçtiği rivayet edilen bir efsanede, kürekçi 1200 akçe birine borçlanmıştır.
Ne kadar çalışsa da kazancı bu borcu ödemeye yetmemektedir.
Bunun üzerine bir türbeye gidip burada dua edip borçlarından kurtulmayı diler.
Türbeden çıkışta aklına Şeyh Şaban’ı Velî’ye gitmek gelir.
Dergaha gelir, Şeyh Şaban’ın huzuruna çıkar, Şeyh Şaban yalnızdır.
Şeyh Şaban kürekçiyi görünce oturduğu minderin altını göstererek burada ki akçeleri almasını söyler.
Şaşıran kürekçi minder altındaki akçelerden bir miktar alınca, Şeyh Şaban tamamını almasını söyler.
Oradaki akçelerin tamamını alan kürekçi, dua ederek huzurdan çıkar.
Dışarı çıkıp akçeleri saydığında tam borcu olan miktar kadar olduğunu görür.
Hemen borcunu öder ve o günden sonrada hiç borçlanmaz.

Murat Halife adlı bir imam bir gün dergaha gelir.
O sırada öğrencileri ile sohbette olan Şeyh Şaban’ın konuşmalarını dinler.
Çok etkilenir.
Bir an Şeyh Şaban’ın başının câminin kubbesi büyüklüğünde görür.
Hemen yaklaşıp Şeyh Şaban’ın elini öpmeye başlar ve dizinin dibine oturur.
Öğrencilerden biri yanındakine, niye hocamızın elini durup durup öpüyor acaba niye sorunca, diğer öğrenci gönül gözü açıldı da ondan.
Ya hocamızın başının Arş-ı alaya değdiğini görse zevkten mahvolurdu demiştir.

Anlatılan bir başka efsaneye göre Şeyh Şaban bir yıl kendine ait bir odada halvete girerek günlerce dışarı çıkmamış.
O sıralarda da Hac mevsimiymiş.
Kastamonu’dan bir kişi Hac görevini yerine getirmek için Kabe’ye gitmiş, görevini yerine getirip memleketine döneceği zaman hastalanmış.
Uzun zaman hasta yatmış, bir türlü iyileşip de memleketine dönememiş.
Memleket hasretiyle yanıp tutuştuğu bir an, yanına biri gelerek hacının ağlama nedenini sormuş.
Sıkıntıyı öğrenince :
"Kabe’nin Hanifi mihrabının yanında beş vakit namaz kılıp kaybolan biri vardır.
Oraya git ve onu bul!
Bulunca da ellerine yapış derdini anlat.
Kendini gizlerse de sen ısrarla derdine çare olmasını iste!" demiş.
Hacı peki diyerek Hanefi mihrabının yanına gitmiş.
Namaz kılarken dikkatle etrafını kontrol etmiş.
Bir ara memleketinden tanıdığı Şeyh Şaban’ı görmüş, namazdan sonra yanına giderim diyerek, hem namazını kılmış hem de derdine derman olacak kişinin kim olduğunu anlamaya çalışmış.
Namaz bittikten sonra Şeyh Şaban’a baktığında onun kaybolduğunu görmüş.
O zaman aradığı kişinin Şeyh Şaban olduğunu anlamış.
Bir sonraki namazda, yine aynı yerde Şeyh Şaban’ı görünce hemen yanına gidip derdini anlatmış çare olması için yalvarmış.
Şeyh Şaban sırrının açığa çıkmasından korktuğunu dile getirince, hacı sır saklayacağına yemin etmiş.
Şeyh Şaban namazdan sonra kimsenin bulunmadığı bir yerde görüşerek hacının gözlerini kapatmasını söylemiş.
O zat gözlerini açtığında kendisini Kastamonu’da evinin kapısından bulmuş.
Kullanıcı avatarı
derunilale
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 268
Kayıt: 27 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen derunilale »

Allah razı olsun..emeğine sağlık..Rabbim himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin..
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/kjkjkjkop4.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
Sufican
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 163
Kayıt: 14 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen Sufican »

derunilale yazdı:Allah razı olsun..emeğine sağlık..Rabbim himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin..
Cümlemizden kardeş....Amin..
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Allah razı olsun Muhammedî Hidâyet Rehberlerinin Hasbî Hizmetçisi Hidâyet kardeşimiz.
Münir Derman Hocamızın ruhunu şâd ettin.

Erenler Âleminin Hâlen Himmet Sultanı Şaban-ı Vel'i (ks) Efendimizi syrimize serdin:

Bir de Münir Derman Hocamızdan dinleyelim ki El Velî kimdir, Velîler kimler? :



EL VELÎ

EL VELî: HAKK’ın esmâlandan biridir.
HAKK ile kulu arasında görünmez anlaşılması güç, insanın âdemiyet hamulesi ile sıkı alakası olan ince, mübârek hususi bir lütfü ilâhî bağının ismidir.
HAKK’ın kudret ve güçlerinin kâinatta ne varsa onlara karşı dostluk ve ahenginin olduğunu bildiren bir ismi mübarektir.
“Her şeyi hoş gör yaratandan ötürü!” sözü de bunun minicik bir târifidir.

Velî: Lügat mânâsı dost demektir.
HAKK ile mânevî kurbiyet kuran mânâsınadır.

Buradaki dostluk HAKK’dan gelen dostluktur.
HAKK’ın dostluğudur.
Kulun dostluğu değildir.
Bu yakınlık insanın elinde değildir.
Ona lâyık olmak lâzımdır.

Namzetlik derecesine insan gelirse HAKK o zaman o bağı ona açar.
Nazmetlik HAKK emirlerini bi HAKKın yapmak, kurduğu ahenkden de ayrılmamakla olabilir...

Lâfla, zorla burada nailîyet yoktur.
HAKK yolunda giden her kul “Velî” olur amma, “VELÎYULLAH” olamaz.
Ancak “EHLULLAH” olabilir.
Ehlullah, ancak ALLAH’a rabt-ı kalb edenlerdir.
VELî:
HAKK’a yanaşmaya, daha doğrusu insanda meknuz olan ulûhiyete kavuşmaya uğraşandır.
“Ehlullah” o meclisde bulunanlardır.
“Velîyullah”, HAKK ona perdelerini açarak o yakınlığı gösterdiği hakiki ALLAH’ın dostudur.

ALLAH’ın dostu başkadır.
ALLAH’ı dost seçen başkadır.

Bilirsiniz:
ALLAH Resûlü Ekrem’e “HABİBULLAH” demiştir.
“Benim sevgilimdir.”
En büyük nişanı vermiştir.

“VELlYULLAH” da ALLAH’ın sevgilisi olan habibinin hürmetine sevdikleri arasına seçtiği kulu demektir.
Velî, Ehlullah, Velîyullah başka başkadır.

Bu incelikleri bilmeden ulu orta söz söylemekde hata vardır.
Hürmetsizlik vardır.
Bu hududda da bilmeden insanı HAKK’a isyana küfre götürecek şirk vardır.
Buralarda “hüsn-ü zann” ve “su’-i zann” bile çok tehlikelidir.

Ondan dolayı gelişi güzel zâhire bakarak bağlanmakda tehlikeler vardır.
Zâhir, insanı aldatabilir.
Bâtını görmek de çok güçtür.
Bâtını anlamak için zâhiri tamamıyla kuvvetlendirmek lâzımdır.

Riyazât, Çileler, Arbainler hep zâhiri kuvvetlendiren yollardır.
Bunlar da hakiki bir mürşidi kâmilin sendeki bütün şaibeleri, şüpheli olan şeyleri senin haberin olmadan nasihat ve sözleriyle seni temizlemesi ve ondan sonra kendi batini halkasına sokması gerektir.
Bu yollar çok tehlikelidir.
Hakikisini bulamadığını hissettiğin ve acz içinde kaldığın anda onu bulabilirsin..

Rahmetullahı aleyh hocam söylemişti:
“ALLAH’ı bulamadığın, aczinin hududuna geldiğin zaman sen ALLAH’ını bulmuşsundur. Yani “Hiǔ olduğun zaman ve bunu anladığın zaman “HİÇLİK” içindesin.”

“VELlYULLAH” olarak tek bir şahıs vardır.
Âyeti kerime ile bildirilmiştir.
O da Resûlü Ekrem’in ceseden dünyadan ayrılması ve nübüvvetin de Hz. Fatıma’nın irtihalînden sonra velâyet makamına izn-i ilâhi ile çevrilmesinde velâyet Hz. Ali efendimize intikal ederek kendileri “Velîyullah” olmuştur.
Hz. Ali efendimizden sonra velâyet makamına nail olanlar “Velîyullah” makamına çıkmışlardır...

Resûlü Ekrem:
“Ben ilmin Medine’siyim. Kapısı da Ali’dir” buyurmuştur.
“Ali kapısıdır!” dememişlerdir.
Yani:
“Velâyet onda tecellî edecektir. Ona tabi’ olanlar oradan Medine’ye girebilirler!” demektir.
Burada “kapı” velâyet makamıdır.
Yani nübüvvetin insan tahammülüne girerek velâyet şeklinde devam edeceğidir.

Ali’den sonra: Bayezidi Bestami’de velâyet makamı tecellî etmiştir.
Hazreti Yesevi, Necmeddini Kübra, İbrahimi Matlubî bunlar da ilk “Velîyullah” dırlar.
Reisi’l- Evliyâ Ahmede’r- Rıfaî: Doğrudan Resûlü Ekrem’den...
Bedevî: Doğrudan Resûlü Ekrem’den...
Geylânî: Kendisi yanaşarak Ali’den...
Bektaşi Velî, Bayramı Velî, Şabanı Velî: Vasıtalı olarak yanaşarak “Velîyullah” olmuşlardır.

Velâyet makamına erişmek ve “Velîyullah” olmak kolay iş değildir...
Hülâsa:
El Velî. AHAD’ın kesrete karşı dostluğunu bildiren esmâdır.
Velîyullah da kesretin AHAD’a dostluğunu gösteren makamların en sonudur.
Bu makamda bulunanlarla sohbet meclisine girmeye savaşanlar da “Ehlullah” lardır.
Bunları anlamak bugünün insanı için güç...

İnsanın bütün hücrelerine varıncaya kadar:
Güzele, doğruya, iyiliğe sürükleyen, çirkindeki güzeli gösteren, çiçekteki balı ortaya çıkaran, insanda gizli HAKK’ın kudretlerini güçlerini öğreten, karanlıktaki nûru gösteren, insanları HAKK meclisine sokan islâm Türk’ün ruhunu işleyen küçük görünen büyükler, hepsi aynı güzeli haykırmışlardır.
Bir leke bulamazsın.
Onların vücudlarında, hareketlerinde, sözlerinde...
Velî olmak o kadar kolay iş değil ağam...

Velînin bir görünür dışı vardır.
O görünüş hareket hâliyle, ilmiyle, keramet ve sairesiyle...
Bir de kendisine katiyetle yasak edilen bir görünüşü, bir tarafı vardır ki hakiki velîlik tarafı budur.
Onu ALLAH’tan başka kimse bilemez.
Ne cin taifesi, ne melek...
İşte onlar o sırları biraz bilirler.
Onların bazıları her şeyden gizlenmişlerdir.
Eserleriyle, kitaplarıyla, yetiştirdiği büyük şeyhleriyle ancak biraz gölge şeklinde görünürler.
Birçok beşerî hareketlere bürünerek kendilerini saklarlar ki bu gizlenmek onlara farzdır.
Göstermesi haramdır.
Hafif gösterirse derhal velîlikleri ref’ olur.

Nebîlik ilâhi hususi bir ampuldür.
Gelen ilâhi emirleri kendine gelen emirleri vahiy ışığı ile ampulü yakar.
Aydınlatır etrafını.
Ampul miadını doldurdu mu artık yanmaz.
Fakat bu ampule gelen cereyan daima vardır.
Onun yanarken ışığı ampulün bitmesiyle yok olmaz...
O ışık Velâyet akümülâtöründe tecellî eder.
Ondan artık bila vasıta bir takım gönül lâmbalarını yakar, devam eder gider.
Hakiki Velî bu görünmeyen ziyâ ile doludur...
Bunu dışarı vurmaz, vuramaz.

ULEMA : Âlimler “İlimde rasih olanlar”
FUKAHA : Fakihler
EİMME : : İmamlar

İmam-ı Âzam, Imam-ı Malik, imam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbel.
Bunlar: büyük ilimde rasih imamlardır. Âlimlerdir.
Bunlar Velî değillerdir.

Bayezidi Bestamî. Bedevî. Dissukî. Geylanî. Rifaî. Matlubî, Muhiddini Arabî, Bektaş-ı Velî. Bayram-ı Velî . Şaban-ı Velî: Bunlar velîdirler.

Üftade, Azîz Mahmud Hüdaî, Merkez Efendi. Sünbül efendi, Ibrahimi Cerrahî: Bunlar ermişlerdir.
Kendilerinde keramet görülür.

Celaleddini Rumî: büyük düşünür, şâir.

Taptuk Emre: Büyük mürşid. Yoğurucu.
Yunus Emre: Ne olduğu meçhul, Yoğrulmuş.
Bunlar Velî değildirler.

Evvelâ:
Kendilerini hazırlamışlar.
Nasıl?
Orası anlatılması güç.
Tatbikî çetin meseleler.
Nihâyet hududa gelmişler.
Bunu tasdik için hacca gitmişler.
Hacı olmuşlar...

Hacı Bektaş,
Hacı Bayram,
Hacı Şaban.

Sonradan velâyet makamına çıkarak Velî olmuşlardır.

Kendileri velâyet makamına çıkmamışlardır.
Çekilerek çıkarılmışlardır...
Hepsinin ruhaniyetleri devam etmektedir.
Fakat yalnız velâyet Hacı Şaban-ı Velî ile hâlâ ruhaniyet ve velâyeti, tasarrufu devam etmektedir.

Öyle hatıralar var ki bende insanı yerinden sarsar.
Bana hocam söylemişti yıllarca evvel...
“Seni ancak ben görebilirim...Başkası göremez.”
“Niçin?” der gibi mübârek gözlerine baktım.
Tebessüm ederek bana:
“Sen görünmezsin de ondan...” demişti...
“Hocam görünmek istiyorum...”
“Sırası gelince görün!” dedi...
Yıllar geçti...
Dünya değişti...
Hocam göç etti...
Ne var ne yok ufukta kaybolup perdelendi.
Ben öğüt tutarım...
Hocamı kırmak da hatırımdan geçmez.

Onun için hocamın bir vecd hâlini anlatacağım siz okuyucularıma...
Lâ mekâna bakan, mekânın mekânı Beytullah’a çevrilmiş...
Yüzü solgun, beyaz, huzurun ter taneleri alnında incileşmiş...
Hareketsiz, diz çökmüş RABB’ının önüne...
Etrafı görünmeyen bir safiyet çemberi ile çevrili..
Çember görünmüyor, hissediliyor madde gibi...
Yavaş yavaş ayakta olduğum hâlde başım ruhumla secdede, edeble yanına yanaştım...
“Yaklaştım değil”..
Ötelerin kokusundan koku içinde...
Bütün cesedi sessiz bir ihtizaz içinde...
Sessiz, sözsüz dile gelmiş bütün vücudu “ZİKRULLAH içinde...
“ALLAH!” sesi kulaksız duyuluyor...
Bu üç içindenin içinde...
Gözleri kapalı, edeb yaşları akıyordu mübârek yanaklarına...
Vecd hâlinde idi hocam...
Ruhu kendinden geçmiş ve kendi kendisinin ötesinde bir yüceliğe erişmiş gibi... (Bu hâl maddî ve bedeni bir hâl değildir...)

Pencereden gece yarısının ılık havası ile ayın nûr damlalar giriyor hücresine...
Ruhu bir çeşit engin yalnızlık içinde...
Akıl hayretten vurulmuş gibi...
Safiyet çemberine çok yanaşmış olmalıyım ki ben de bir şeyler olmaya başladım.
Bu hücreden hocam kâinatı seyrediyor.
Gördüklerini cihan seyyahları göremez.
Ne dünyada ne de rüyada..

İradem akıl almayacak kadar sevgi içine daldı...
Ruhum sevip sevmediğini ve ne yaptığını ifadeden âciz bir hâlde...
Hafıza yok gibi...
Duyular işlemez...
İnsan şekilsiz bir şey görür gibi oluyor o anda...
Hocam görüyor, ben de kapı aralığından aynı hâli seyrediyorum.
Seyrine doyum olmayacak kadar güzel, rengi yok; fakat bütün renkler kadar cazibesi var.
Bu renksizliğin...

Görülen ışık güneşe benzemez...
Fakat çok lâtif bir aydınlıktır ve bütün ruhî ve bedeni ışıklar ondan gelir
Görülen şey bir yer işgal etmiyor, fakat her yerde, her şeyde var.
Her tarafı doldurur...
Görülen şey kımıldamıyor fakat her şeye tesir ediyor ve onu idare ediyor.

Ruh, gördüğü ışığın fazlalığından kamaşır.
Güneşe baktıktan sonra eşyayı görmekte zahmet çekenler gibi yalnız güneşin büyük bir ışık olduğunu anlar...
Onun gibi bu karanlıkta ALLAH ruha büyük bir aydınlık neşreder.
Ve onunla ruh hususi bir hakikat değil, fakat ALLAH’ın mahiyeti bilinmeyen iyiliği hakkında umumî belirsiz bir bilgi edinir...

İnsan bütün bencil menfaatlardan sıyrılır, fakat bu ilâhi bir dolgunluğa yer vermek içindir.
Düşünceler ve arzular devam eder fakat hepsi ALLAH’a yönelir.
Hocam birden bire başını döndürdü arkasında bana baktı:
“Seni hırsız, ne seyrediyorsun!” dedi...
Ses çıkarmadım..
O:
“Bu temaşada ruh bütün kabiliyetlerinin üstüne çıkar ve engin bir yalnızlığa dalar.
Bu, hududsuz hayrın saklandığı esrarlı karanlıktır...
İnsan tek ve sade olan bir şeyin ilâhi ve sonsuz huzuruna varır...” dedi...

“Halk dağın eteğine kadar gelir..
Oraya yalnız Musa çıkabilir oğlum!..
ALLAH, hatıra gelen her şeyden başkadır.
Gönlünde ona şekil verilemez.
Biz ancak bu âlemde ef’al-i ilâhiye ve hikmet-i ilâhliyeleri bir nizam hâlinde müşahede eder görürüz.
ALLAH’ı idrakten âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada onu idrak etmiştir...
ALLAH’ı bulamayacağını anladığı dakikada insan ALLAH’ı bulmuştur.”

Yalan gürültü eder.
Hakikat sakindir.
Yıldırım, gök gürültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür..
Güneşe arkasını dönen gölgesinin peşinden yürür.
Gayb, görülemeyen değil, görünmeyendir.
Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.
Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır.
Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır.
Anlaşılan anlatılandır.
Anlatılamayan anlaşılmamıştır...

29.05.1980

Velî : Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve fevkalâde bir zühd ve takva ile ibadet ve taata sarfederek kendisinden Allah'ın (C.C.) izniyle gaybdan haber vermek ve gaybî ahvali keşfetmek gibi ilmî ve kevnî hârikalar zuhura gelen zât. Allah'a (C.C.) manevî yakınlık kesbetmiş olan şerif zât. * Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) isimlerinden birisi.
Velâyet : Velî olan kimsenin hali. Velîlik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Velî)
Velîyullah : Allah'ın (C.C.) velî kulu.
Ehlullah : Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Velî. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya.
Miad : Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet.
Bilâ : Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
Bilâ vasıta : Vasıtasız. Doğrudan.
Sade : f. Basit, karışık olmayan, katıksız. * Saf, gösterişsiz, lüzumsuz bulunmayan. * Tek katlı. * Ancak, yalnız. * Süssüz. * Derin düşünemiyen, saf adam.
Resim
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Re: Şeyh Şa'ban-ı Veli Hazretlerinin Türbesinden

Mesaj gönderen hamdolsun »

“Halk dağın eteğine kadar gelir..
Oraya yalnız Musa çıkabilir oğlum!..
ALLAH, hatıra gelen her şeyden başkadır.
Gönlünde ona şekil verilemez.
Biz ancak bu âlemde ef’al-i ilâhiye ve hikmet-i ilâhliyeleri bir nizam hâlinde müşahede eder görürüz.
ALLAH’ı idrakten âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada onu idrak etmiştir...
ALLAH’ı bulamayacağını anladığı dakikada insan ALLAH’ı bulmuştur.”

Yalan gürültü eder.
Hakikat sakindir.
Yıldırım, gök gürültüsü duyulmadan evvel çoktan düşmüştür..
Güneşe arkasını dönen gölgesinin peşinden yürür.
Gayb, görülemeyen değil, görünmeyendir.
Lütfen bu cümleyi bir kaç defa okuyup düşünmenizi rica ederim.
Anlaşılmayan sözü söyleyen de anlamamıştır.
Çocuğun anlayamadığı dersi hocası da anlamamış ve anlatamamıştır.
Anlaşılan anlatılandır.
Anlatılamayan anlaşılmamıştır...

29.05.1980


e l h a m d ü l i l a h...
Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön