Kırım`lı Selim DİVANE

Alt Forumda kotegarize edilmeyen diğer Hakk Dostları.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Kırım`lı Selim DİVANE

Mesaj gönderen altan »

Resim

Melamî Muhabbet ile coşan bir Gönül ERİ


Selim Dîvâne
(Ö. 1170/1757)



Aslen Kırımlı olan Selim Divâne, kaynaklarda Şeyh Selim el-Kırımî, Kırımlı Selim Baba, Selim el-Kadirî el-Kırımî el-Alevî künyeleriyle anılan şöh-retli bir Kadiri mürşididir. Genç yaşta İstanbul'a gelerek medrese eğitimi aldı. Bosna'ya kadı tayin edildi. Bu arada tanıdığı Şeyh Muhammed Efendi'ye intisap edip kadılığı bıraktı. Daha sonra Kesriyye'de bulunan Kadiri mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi'ye bağlandı. Seyr ü sülûkunu tamamladıktan sonra hilâfet makamına getirildi. Daha sonra şeyhinin emriyle Üsküp'e gönderildi. Oradan Köprülü'ye geçti, ömrünün sonuna kadar burada kaldı. 1170/1757 tarihinde Köprülü'de vefat etmiştir. Mezarı, dergâhının haziresindedir.


Eserleri:
1. Divan: Kaynaklarda bir divan ya da divançesi olduğu söyleniyorsa da henüz böyle bir eser bulunamamıştır. Diğer iki eserindeki şiirleri yayınlanmıştır (Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı; Kırımlı Selim Dîvâne'nin Hayatı Eserleri ve Şiirleri", İLAM Araştırma Dergisi, 11/\ (Ocak-Haziran 1997), 165-177).

2. Burhanü 'l-Ârifîn ve Necâtü 'l-Gâfilîn: Selim Divane'nin en önemli eseri sayılmaktadır. Tevhidin nasıl anlaşıldığı ve nasıl anlaşılması gerektiğini an latır. Halil Çeltik ve Mümine Ceyhan Çakır ta rafından günümüz Türkçesine aktarılarak ya yınlanmıştır {Ariflerin Delili, Akçağ Yay., Ank. 1998).


3. Miftâhü Müşkilâti'l-Ârifîn Âdâbu Tarîki'l- Vâsılîn: Tasavvufî bir şerhtir. Velîlerin yaşayış ve davranışları, peygamber ve mürşid gön derilmesinin sebebleri gibi konularda bilgiler verir. Yayınlanmıştır (Haz. Mustafa Tatcı, MEB Yay., İst. 1996).
Kaynakça:
Osmanlı Müellifleri, 1/188; Kırım Müellifleri, 10; Keşfü'z-Zünûn Zeyli, 1/509; Hediyyetü'l-Arifîn 1/404; Sefine-i Evliya, C. I; TDEA, VII/497.€
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

Altan kardeşim deli-divane MuHABBEtimİZ sağolsun. sayenizde yad edeceğiz GÖNÜL ERENimizi. HAKK DOSTlarımızın himmetleri daima üzerimizde olsun İNŞAALLAH!
Resim
Kullanıcı avatarı
fedai
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 142
Kayıt: 19 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen fedai »

Resim

SELİM DİVÂNE'den Şiir

EYLEDÜN

Âteş-i aşka yakup Cismümi biryân eyledün
Kıldı celâlün tecellî Beni vîrân eyledün


Vücudumu aşk ateşine yakıp kebap ettin. Celâlin tecellî eyledi, beni viran ettin.

Ey efendüm aşkımın ben Dilde yakdum âteşin
Külli kül oldı vücûdum Hâke yeksan eyledün


Ey efendim, aşkının ateşini ben gönlümde yaktım, vü-cudum tamamen kül oldu, onu toprağa karıştırdın.

Aşk ile yanmakdı her dem Âşıkun eğlencesi
Cennetü'l-ahlâkı şâhum Bana nîrân eyledün


Âşığın eğlencesi her zaman aşk ile yanmaktı. Ey şahım, yaratıklar cennetini (dünyayı) bana cehennem ettin.

"Len terânf'si Musâ'nun Hep "terâni'dür bana
Dahi cemâlün yüzinden Bana seyrân eyledün


Hz. Musa'nın len terânîsi (Benigöremezsin: A'râf, 143) bana hep terânî (beni görürsün) 'dir, hem bana cemâlin yüzünden seyran eyledin.

Aşka düşüp yanayum Mahv-ı Mutlak olayum
Fenâ-ender-fenâyum Yönüm Allah'a döndüm


Aşka düşüp yanayım, Allah 'ta yok olayım; yokluk içinde yokum, yönümü Allah 'a döndüm.

Ben Selîm-i Dîvâne Geldüm bunda seyrâne
Düşüp şöyle hayrâne Yönüm Allah'a döndüm



Ben Selim-i Divane, bu dünyaya seyrana geldim, şöyle hayrete düşüp yönümü Allah 'a döndüm.


Selim Divane Kırımî (K.S.)
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sirin_1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Resim

NESİRLER I

Burhânü 'l-Ârifîn ve Necâtü 'l-Gâfilîn 'den



Dördüncü Bâb


Bey'at-ı zahirî ve bey'atdan maksad ne idüği ve bu dünyâya gelmekden maksad ibâdet olup ibâdetden de maksad neyi bilmekdür?
Kâlellâhu Taâlâ: "Ve enîbû ilâ Rabbiküm" Ya'ni Rabbünüze bey'at idünüz, dimekdür. Ve "vebtegû ileyhi'l-vesîleti." Ya'ni Hakk'a ulaşdurıcı taleb idinüz, buyurdı. Hakk'a ulaşdurıcı mürşid-i kâmildür. Ya'ni mürşid-i kâmilden bey'at idünüz; o sizi Hakk'a ulaşdurur, dimekdür. Ve "İnnallâhe yudıllu men yeşâ'ü ve yehdî ileyhi men enâb, ellezîne âmenû ve tatme innü'l-kulûbühüm bi-zikrillâhi elâ yezkuru tatme inne'l-kulûbü." Tahkîkullâh murâd itdüği kimseyi dalâletde bı-rakur ve kendine inâbet idüp ya'ni bey'at idenlere hidâyet ider. O hidâyet bulanlar ehl-i bey'at olup îmâna gelen ve zikrullâh ile kalbleri mutmaîn olan âşıklardur. Bâtın mânâsı dimekdür ki: Bey'at idüp ehl-i zikr olan âşıklara Bârî Taâlâ hidâyet ider.
Hidâyetden murâd cezbe-i Hak'dur. Ya'ni bir kimse bey'at idüp ehl-i zikr olsa Bârî Taâlâ anun gönline kendü tarafından cezbe bırakup ol cezbe ile Hakk'a vâsıl olur. Kalbi mutmaîn ol^r. Zîıâ Hakk'a vâsıl olmadukça kalb mutmaîn olmaz. Nitekim Peygamber aleyhi's-selâm "Lâ-râhate li'l-


Dördüncü Bölüm


Zahirî bey'at ve bey'attan maksat nedir? Bu dün-yaya gelmekten maksat ibadetse ibadetin amacı neyi bil-mektir?
Cenâb-ı Allah buyurur: "Rabbinize yönelin" (Zümer, 54) yani Rabbinize bey'at edin demektir. Ve "Ona ulaşmaya yol arayın." (Mâide, 35) Yani Hakk'a ulaştırıct isteyin demektir. Hakk'a ulaştıncı olan mürşid-i kâmildir. Yani mürşid-i kâmile bey'at ediniz, ona bağ-lanınız, o sizi Hakk'a ulaştırır, demektir. Ve "Doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola eriştirir. Onlar inanmışlar, kalpleri Allah 'ı anmakla hu-zura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah 'ı an-makla huzura kavuşur (Ra 'd, 27-28)." Allah murat ettiği kimseyi dalâlette bırakır ve kendine bağlanan yani bey'at edenlere hidayet eder. O hidayet bulanlar bey'at ehli olup imana gelen ve Allah 'in zikri ile kalpleri huzura kavuşan âşıklardır. Bâtın mânâsı demektir ki: "Bey'at edip zikir ehli olan âşıklara Allah hidayet eder.
Hidayetten murat Hakk'ın cezbesidir yani bir kimse bey'at edip zikir ehli olursa Allah onun gönlüne kendi tarafından bir cezbe bırakır, o cezbe ile Hakk'a ula-şır. Kalbi huzur bulur. Çünkü Hakk'a ulaşmadıkça kalp



mü'mini min dûni li-kâi." Ya'ni mü'minlere Hakk'a vâsıl olmadukça rahat yokdur.
Kale aleyhi's-selâm: Înne'l-Kur'âne yüfsiru ba'zuhû ba'zan. Ya'ni Kur'ân'un ba'zısı ba'zısını tefsîr ider. "İnne'l-lezîne yubâyi'ûneke innemâ yubâyi'ûnallâha yedullâhi . fevka eydîhim" ve "lekad radıyallâhu ani'l-mü'minîne iz-yubâyi'ûneke tahte'ş-şecereti" âyet-i kerimeleri bey'at hakkında nazil olmışdur. Ya'ni: Yâ Muhammed, şol kimseler ki senden bey'at itdiler, anlarun elleri üstündeki el Allah'un elidür, kudretidür ve yine Yâ Muhammed, tahrîk-i Bârî Taâlâ mü'minlerden razı oldı. Zîrâ anlar ağaç altında senden bey'at itdiler, diyü rızâsmun bey'atde oldığını bildürdi ve yine avretler hakkında "Yâ eyyühe'n-nebiyyü izâ câ'eke'l-mü'minâtü yubâyi'ûneke alâ en lâ yüşrikne billahi şey'en febâyi'hünne vestağfir lehünnallâha." Ya'ni, Yâ Muhammed, senden bey'at itmeye avretler gel-diği vakit anlara bey'at virüp istiğfar itdiler ki Bârî Taâlâ'ya şirk itmesünler, buyurdı.
imdi bu âyetlerden fehm olındı ki Bârî Taâlâ'nun rızâsı bey'atda imiş ve bey'at erkeğe ve avrete farz imiş. Bey'at itmeyüp makâm-ı şerîatde kendüliğinden bin yıl ibâdet itsen kemâl bulmayup tarikat ve ma'rifet ve hakikat sırlarından mahrum kalup nefsüni ve Rabbüni bilemezsün. Zîrâ bey'atden maksad, nice esrâr-ı ilâhiyye vardur; ba'zısı makâm-ı tarîkatde zikru'llâhun nûrıyla bi-linür, ba'zısı makâm-ı ma'rifetde ilham ile ve keşf ile bilinür, ba'zısı makâm-ı hakîkatde hâl ile ve sırr ile tahliye-i rûh ve tasfiye-i kalb ve tezkiye-i nefsile bilinür. Ana tecellî-i küllî-i Rabbânî dirler.
Tecellî andan ibâretdür ki nefsün bi'1-külliyye tabîatini ve benliğin terk idüp rûh nefisden tahliye bulup evvelki sultanlığı âlemine rücû ide, di-mekdür. İmdi bey'at itmeyince bu sırlar bilinmez. Buna mebde' ve meâd sırrı dirler ve sırr-ı muhît ve sırr-ı rubûbiyyet dirler. Bu sırrı makâm-ı şerîatde olan kimseye ifşa itmek caiz değüldür. Zîrâ aklı akl-ı maâşdur, idrâk itmez. Anun içün Peygamber aley-hi's-selâm nehy idüp buyurur: Lâ ta'tû'l-hikmete gayri ehlihâ fetazlimuhâ. Ya'ni hikmeti nâ-ehle söy-lemeyün, hikmete zulm idersinüz, dimekdür.
İmdi makâm-ı ma'rifet ve makâm-ı hakîkatde olan âşığun nefsi, nefs-i mutmainne ve nefs-i sâfiyedür ve aklı akl-ı küldür. Makâm-ı şerîatde olan kimsenün nefsi nefs-i emmâre ve aklı akl-ı maâşdur. Esrâr-ı ilâhiyyeyi idrâk idemediğinden, Peygamber aleyhi's-selâm esrâr-ı ilâhiyyeyi makâm-ı şerîatde beyân itmeyüp gizledi ve makâm-ı tarîkat ve ma'rifet ve hakikate havale idüp buyurur: Eş-şerîatü şe-ceretün ve't-tarîkatü ağsânuhâ ve'1-ma'rifetü evrâkuhâ ve'1-hakîkatü esmâruhâ ve'1-Kur'ânu câmi'un bi-cemî'ihâ. Ya'ni şerîat bir ağaçdur; tarîkat



huzur bulmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Allah'a ulaşmadıkça müminler için huzur yoktur (Keşfü 'l-Hafâ, C. I, s. 362.)" buyurdu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle dedi: "Kur'ân'ın bazı âyetleri, bazı âyetlerini tefsir eder." Yani Kur'ân'ın bazı yerleri, diğer yerlerini tefsir eder. "Ey Muhammed, şüphesiz sana baş eğerek ellerini ve-renler, Allah'a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." (Fetih, 10) Ve "Ey Mu-hammed, Allah müminlerden, ağaç altında sana baş eğe-rek el verirken and olsun ki hoşnut olmuştur." (Fetih, 18.) Yani, ey Muhammed, şu kimseler ki sana bey'at et-tiler, onların elleri üzerindeki el, Allah'ın elidir, kud-retidir ve yine ey Muhammed, Allah inananlardan razı oldu. Çünkü onlar sana bey'at ettiler, diye rızasının bey'atta olduğunu bildirdi. Ve kadınlar hakkında "Ey peygamber, inanmış kadınlar, Allah 'a hiç bir ortak koş-mamak şartıyla sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman, onları kabul et, onlara Allah'tan bağışlanma dile." (Mümtahine, 12) buyurdu. Yani ey Muhammed, kadınlar sana bey'at etmeye geldikleri zaman, onlara bey'at verip tevbe ettir ki Allahu Taâlâ'ya ortak koş-masınlar, buyurdu.
Şimdi bu âyetlerden anlaşıldı ki Allah'ın rızası bey'atta imiş. Bey'at etmeyip şeriat makamında ken-diliğinden bin yıl ibadet etsen, olgunluğa ulaşamayıp ta-rikat, marifet ve hakikat sırlarından mahrum kalıp nef-sini ve Rabbini bilemezsin. Pek çok ilâhî sırlar vardır. Bazısı tarikat makamında Allah'ı zikretmenin nuruyla bilinir, bazısı marifet makamında ilham ve keşifle bilinir, bazısı hakikat makamında hâl ve sır ile, ruhu temizleme, kalbi tasfiye etme ve nefsi temizlemeyle bilinir. Ona Rab-bani küllün tecellîsi derler.
Tecellî, nefsin tabiatını ve benliğini tamamen terk etmesi, ruhun nefisten ayrılıp evvelki sultanlık âlemine geri dönmesinden ibarettir. Şimdi bey'at etmeyince bu sırlar bilinmez. Buna başlangıç ve sonun sırlan derler muhît sırrı ve rububiyet sırrı da denir. Bu sırrı şeriat ma-kamında olan kimseye söylemek uygun değildir. Çünkü onun aklı akl-ı maaştır, idrak edemez. Onun için Pey-gamber Efendimiz (s.a.v.) yasaklayarak şöyle buyurur: "Ehil olmayana hikmeti söylemeyin, ona zulmetmiş olur-sunuz."
Marifet ve hakikat makamında olan âşığın nefsi, nefs-i mutmainne ve nefs-i sâfiyyedir ve aklı, akl-ı kül-dür. Şeriat makamında olan kimsenin nefsi, nefs-i emmâre ve aklı, akl-ı maaştır. Bu akıl ilahî sırları idrak edemediğinden, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ilâhî sır-ları şeriat makamında açıklamayıp gizledi. Tarikat, ma-rifet ve hakikat makamlarına havale edip "Şeriat bir ağaç-
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

anun budaklarıdur; ma'rifet yapraklarıdur; hakîkat meyvesidür; Kur'ân cümlesini câmi'dür. Ağaçdan murâd meyve oldiğı gibi şerîatden dahi murâd hakikati bilmekdür ve hakîkatden murâd mebde' ve meâd sırrıdur ki sırr-ı rubûbiyyetdür. Nitekim Pey-gamber (a.s.) buyurur: Minhu bedee ve ileyhi yeûd.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfün bâtın ma'nâsı di-mekdür ki: Her kim mebde' ve meâd sırrını bulmak ve bilmek isterse tarîkate girsün. Tarîkatden ma'rifete irsün, ma'rifetden hakikate varsun. İnsan bu dört kapunun ilmine vâsıl olmayınca insân-ı kâmil olamaz. Her ne kadar âlim ise de yine câhil ve nâkısdur. Zîrâ ma'rifet nefsde âcizdür; nefsini ve Rabbini bilemez, dimekdür. Hadîs-i şerîf buna işâretdür: "Men arafe nefsehû fekad arafe Rab-behû" hadîs-i şerîfi bu sırrı haber virmişdür.
İmdi inşân tarîkate girüp hakikate vâsıl ol-mazsa ana inşân dimezler. Hakîkatde-hayvan an-lardur. Bârî Taâlâ anlar hakkında "Ulâike ke'l-en'âmi belhüm edallü" ya'ni bâtın ma'nâsı: Şol kimse ki dünyâya gelüp dünyâ malına muhabbet idüp bizi unutdılar. Mal ve mansıba tapdılar. Ne-fislerini muhasebe itmeyüp hayvanlar gibi hemen yemeğe ve içmeye, şehvete mail olup bizüm sır-rımuzdan ve hikmetimüzden mahrum kaldılar. Nefislerini bilemeyüp sırr-ı ulûhiyyetimüzi bi-lemediler. Anlar hayvan gibidür; bil ki hayvandan dahi azgındur. Zîrâ hayvanda haset, kibr, kin, garaz, buğz yokdur. Sureti inşân olup hakikate vâsıl olmamakla sîreti hayvan olanlarda bu ya-ramaz huylar vardur. Hayvanda ise ancak yemek, içmek ve şehvet vardur. Ol sebebden anlar hayvandan daha azgındur, dimekdür.
İmdi ey cân-ı men, dünyâya niçin geldün ve ibâdetden maksad neyi bilmekdür? Sana bir mikdar rumuz ile beyân idelüm: Cenâb-ı Bârî Taâlâ: "Ve mâ halaktü'l-cinne ve'1-inse illâ li-ya'budûn." Ey li-ya'rifûn ey li-yuvahhidûnbuyurdı. Ya'ni ben cinn ile insi ancak ibâdet itmek içün yaratdum. Maksad nefsüni bilüp Rabbüni bilmekdür.
İnşân, âlem-i kübrâ olup cümle mevcudatı câmi'dür. Hakk ile kâim oldığı hâlde cümle mahlûkâtı kendü vücudunda bulmakdur. Bu da mürşid-i kâmil terbiyesiyle mebde' ve meâd sırrını bilüp kendüni Hak'da fânî idüp varlığı Hakk'a vir-mek, Hakk'un bekasıyla bakî olmak ya'ni Hakk'un varlığıyla var olmak ile olur. Asl-ı ibâdet budur; bu sırrı bilmekdür. Bir kimse bin yıl ibâdet itse bundan maksad mebde' ve meâd sırrını bilmek oldığını an-lamasa o itdiği ibâdetden hiç fâide yokdur. Ol kimse hayvandan adalldür. Ebedî cehennemden halâs olmaz. Dünyâda nice âmâ ise âhiretde dahi âmâ olur. "Men kâne fî hâzihî a'mâ fehüve fi'l-âhireti a'mâ ve edallü sebîlen" âyet-i kerîmesi



tır, tarikat onun dallandır, marifet onun yapraklarıdır, hakikat onun meyveleridir, Kur'ân bunların hepsini kendinde toplamıştır." buyurdu. Ağaçtan murat meyve olduğu gibi, şeriattan murat da hakikati bilmektir ve hakikatten murat başlangıç ve sonun sırlandır ki Rablık sırlandır. Nitekim "O'na döndürülüp gö-türüleceksiniz." (Rum, 11) âyeti buna işarettir.
Yukarıdaki hadisin bâtın mânâsı demektir ki, her kim başlangıç ve sonun sırlarını bilmek ve bulmak isterse tarikat, marifet ve hakikat makamlarını yaşamak zo-rundadır, insan bu dört kapının ilmini bilmedikçe insan-ı kâmil olamaz. Her ne kadar âlim ise de yine cahil ve nok-sandır. Çünkü nefsini bilmekten âcizdir. Nefsini bil-meyen ise Rabbini bilemez."Nefsini bilen Rabbini bilir." Keşfü'l-Hafâ, C. II, Sayı: 2532, s. 262.) hadisi buna işaret eder.
Şimdi, insan tarikattan hakikate ulaşmazsa ona insan demezler. Hakikatte hayvan olan onlardır. Allahu Taâlâ onlar hakkında "İşte bunlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar." (Araf, 179) buyurur. Âyetin iç mânâsı şudur: Şu kimseler ki dünyaya gelip dünya ma-lına muhabbet edip bizi unuttular, mal ve makama tap-tılar nefislerini muhasebe etmeyip hayvanlar gibi sadece yeme içmeye, şehvete yöneldiler bizim sırrımızdan ve hik-metimizden mahrum kaldılar. Nefislerini bilmeyip ilâhlık sırrını bilmediler. Çünkü hayvanda haset, kibir, kin, garaz, buğuz yoktur. Şekli insan olmakla beraber ha-kikate ulaşamayıp içi hayvan olanlarda bu yaramaz huy-lar vardır. Hayvanda ise ancak yeme içme ve şehvet vardır. O sebepten dolayı hayvandan daha azgındır, den-miştir.
Şimdi ey benim canım, dünyaya niçin geldin ve iba-detten maksat neyi bilmektir? Sana bir miktar rumuz ile açıklayalım. Ey arifler, ey Cenâb-ı Hakk'ı birleyen mu-vahhidler, Allahu Taâlâ, "Ben insan ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 56) bu-yurdu. İbadetten maksat, nefsini bilip Rabbini bilmektir.
İnsan, büyük âlem olup bütün varlıkları kendinde toplamıştır. Hak ile daimî olduğu hâlde bütün ya-ratılmışları kendi vücudunda bulmaktadır. Bu da mür-şid-i kâmil terbiyesiyle başlangıç ve sonun sırrını bilip kendini Hak'ta yok edip varlığını Hakk'a vermek, Hakk'ın sonsuzluğuyla bakî olmak, yani Hakk'ın var-lığıyla var olmak ile olur. İbadetin aslı budur, bu sırrı bil-mektir. Bir kimse bin yıl ibadet etse, bundan maksat baş-langıç ve sonun sırrını bilmek olduğunu anlamasa, o ettiği ibadetten hiç fayda yoktur. O kimsenin mertebesi hayvandan daha aşağıdır. Ebedî olarak cehennemden kurtulamaz. Dünyada nasıl kör ise âhirette dahi öyle kör olur. "Bu dünyada kör olanlar âhirette de kör ve daha şaş-
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Allah razi olsun kardesim, devamini bekliyoruz insaallah.
Selam sevgi ve Muhammedi Kardeslikle
Gariban
Resim
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

İnşaallah kardeşlerim devam edeceğiz..



medlûlünce; ya'ni bir kimse bu dünyâda cân gözini açamayup Hakk'ı müşahede itmezse âhiretde dahi müşahede idemez, kör olur.
İmdi ey cân-ı men, bunca âyetler ve hadîsler ile sabit oldı ki dünyâya gelmekden maksad mebde' ve meâd sırrı bilinmek içünmiş. Şerîat bir ağaç gibiymiş, tarikat anun budağı, ma'rifet yaprağı, hakikat mey vesi mesabesinde olınca ağaçdan murâd meyve ol- dığı gibi şerîatden de murâd hakîkatünbilinmesidür. Meyvesüz ağaç, yakmakdan başka işe yaramaz. Hakikate vâsıl olmayan inşân da azâbdan halâs olmaz. Meğer mazhar-ı lutf-ı İlâh ola. \ m
Dünyâya gelmekden maksad ibâdet, andan da maksad, sebeb-i duhûl-i cennet olan iyi huylara tebdil itmekdür. Mürşid-i kâmil terbiyesiyle Hakk'a vâsıl olup müşâhede-i dîdârdur. Mürşid-i kâmilden bey'at idüp anun gönline girmenün lüzûmını Bârî Taâlâ şu âyet-i kerîme ile kullarına haber virmişdür: "Yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainne, irci'î ilâ Rabbiki râzıyeten marzıyye, fe'dhulî fî ibâdî (ey fî kulûbi evliyâî) ve'dhulî fî cenneti." Bunun bâtın ma'nâsı budur ki: Ey nefs-i mutmainne sahibi âşık-ı sâdıklarum, çün sizün nefislerimiz emmâre iken beni taleb idüp nefislerinüzi muhasebe ile bana âsî iken îmâna getürüp mutmainne idüp benüm âşık-ı sâdıklarum oldınuz. Bunun içün benüm velî kul-larımun gönline girinüz, dimekdür.
Ulemâ-yı zahir dünyâda müşâhede-i cemâl-i Bârî mümkün değüldür diyü müşahedeyi inkâr iderler. Dünyâda müşahede ve vuslat mümkündür. Terk-i sû'i iden âşıklarına dinse, bilmedükleründen anı dînin küfrine ve ilhâdına hükm iderler. Şerîate muhalif söyledün; eğer müşahede mümkün olsa idi Hazret-i Mûsâ görürdi. Nitekim Tûr-ı Sînâ'da Rabbi erinî enzûr ileyke. Ya'ni Ya Rab bana göster ken-düni, seni göreyim, diyü münâcât itdükde, Bârî Taâlâ'dan cevâb geldi ki: Len terânî. Ya'ni: Elbetde sen beni göremezsün. Ve lâkini'nzur li'1-cebeli. Yâ Mûsâ, dağa bak. Feini'stekarre mekânehü: Dağ cemâlüme takat götürüp yerinde karar idebilürse, fe sevfe terânî: Sen dahi beni görürsün. Felemmâ te-cellâ Rabbühû ile'l-cebeli. Vaktâ ki Musa'mın Rabbi dağa cemâlini arz itdi. Ce'alehû dekken: Bârî Taâlâ dağı pare pare kıldı. Ve harre Mûsâ saikan: Mûsâ takat getüremeyüp düşdi, bayıldı. Bu âyeti delîl ge-türüp Hazret-i Mûsâ resul iken Bârî Taâlâ'yı gör-mek istedi de göremezsün diyü cevâb geldi. Sen Hazret-i Musa'dan büyük misin ki anı göresün, diyü âyetin zahir ma'nâsmı düşünüp bâtın ma'nâsmdan bî-haber olduklarından Cemâl-i Hakk'ı müşahededen me'yûs ve mahrum kalurlar. Hem de kendülerine tâbi' olanları müşâhede-i Cemâl-i Bârî mümkün değüldür, diyü men' iderler.
Halbuki, ey ahmaklar, Kur'ân-ı Kerîm'ün




kındırlar." (İsrâ, 72) âyetine göre, bir kimse bu dünyada can gözünü açamayıp Hakk'ı göremezse âhir ette de gö-remez, kör olur.
Şimdi ey benim canım, bu kadar âyet ve hadis ile kesinleşti ki, dünyaya gelmekten maksat başlangıç ve sonun sırlarını bilmek imiş. Şeriat bir ağaç gibiymiş, ta-rikat onun budağı, marifet yaprağı, hakikat meyvesi de-recesinde olunca, ağaçtan maksat meyve olduğu gibi, şe-riattan da maksat hakikatin bilinmesidir. Meyvesiz ağaç yakmaktan başka işe yaramaz. Hakikate ulaşmayan insan da azaptan kurtulamaz; meğer ki Allah'ın lutfu ola.
Dünyaya gelmekten maksat ibadet, ondan da mak-sat cehenneme girmeye sebep olan kötü huyları, cennete girmeye sebep olan iyi huylarla değiştirmektir. Mürşid-i kâmil terbiyesiyle Hakk'a ulaşıp Allah'ı görmektir. Mürşid-i kâmile bey'at edip onun gönlüne girmenin lü-zumunu Allahu Taâlâ şu âyetiyle kullarına haber ver-miştir: "Ey tatmin olmuş nefis, sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi velî kullarımın arasına gir, cennetime gir." (Fecr, 27-30). Bunun bâtın mânâsı şudur: Ey huzura kavuşmuş olan nefis sahibi sâdık âşıklarım, sizin nefisleriniz asi iken imana gelerek huzura erip benim sâdık âşıklarım oldunuz. Eğer bana kavuşmak isterseniz, benim velî kullarımın gönlüne gi-riniz, beni isterseniz buna yol, velîlerin gönlüdür. Şimdi onların gönüllerine girip onların nazarı ve him-metiyle nefislerinizi razıyye ve marzıyye edip cennetime girin, demektir.
Zahir âlimleri dünyada Allah'ı görmek mümkün değildir diye müşahedeyi inkâr ederler. Dünyada Allah 'ı görmek ve ona kavuşmak mümkündür. Kötülüğü terk eden âşıklarına söylesen bilmediklerinden senin kâfir ol-duğuna, dinden çıktığına inanırlar. Şeriata aykırı söy-ledin, eğer Allah'ı görmek mümkün olsaydı nitekim Hz. Mûsâ, Tûr-ı Sînâ'da görürdü, derler. "Mûsâ: Rabbim! Bana görün, cemâlini göreyim, dedi. Allah: Beni gö-remezsin fakat şu dağa bak... Musa'nın Rabbi o dağa te-cellî edince dağı parça parça etti. Mûsâ bayılarak yere düştü." (Araf, 143). Bu âyeti delil getirip Hz. Mûsâ resul iken Allahu Taâlâ'yı görmek istedi de göremezsin diye cevap geldi. Sen Hz. Musa'dan büyük müsün ki onu göresin, diye âyetin zahir mânâsını düşünürler. Bâtın mânâsından habersiz olduklarından, Hakk'ın cemâlini görmekten mahrum kalırlar. Hem de ken-dilerine bağlananları Allah'ın cemâlini görmek müm-kün değildir diye bundan men ederler.
Ey ahmaklar, Kur'ân-ı Kerim'in hemen zahir mânasına aldantp kalmayın. Bilin ki istenilen bâtın
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

hemen zahir ma'nâsma aldanup kalmayun. Belki matlûb olan bâtın ma'nâsıdur. Kur'ân'un birkaç zahir ma'nâsı vardur. Zahirden mâ'adâ yidi kat bâtın ma'nâsı vardur. Bir rivâyetde yitmiş kat bâtın ma'nâsı vardur. Nitekim Peygamber aleyhi's-selam: İnne li'1-Kur'âne batnen ve li-batnihî batnen ilâ seb'ati ebtanin (ve fî rivayetin uhrâ) seb'îne ebtanin. Sadaka Resûlu'llah, buyurdı.
İmdiyukarıkiâyet-i kerîmenünbâhn ma'nâsını dinle, ne dimek oldığını anla da âşık-ı sâdıklara taş atma. "Len terânî" Yâ Mûsâ, sen beni göremezsün, Ya'ni Mûsâ'nun gözi beni göremez. Mademki sende Mûsâluk var ve Mûsâ oldığını bilür iken beni gö-remezsün dimekdür. Benlükden ve enâniyyetden geç, "Vücûdüke aleyke zenbün" vücudun varlığun sana azîm günâhdur. Senün vücudun ve senlüğün varken beni göremezsün, bi'1-külliye vücudum terk idüp fenâfi'llâhda fenâ-ender-fenâ olmadıkça beni göremezsün, dimekdür.
Kale aleyhi's-selâtü ve's-selâm: İzâ temme'l-fakru fehüvallâhü. Fakrdan murâd olan yokluk tamam olsa varlık zuhur ider. Bu hadîs-i şerif fenâfi'llâha işaretdür. Ya'ni bir kimse sülük ve mücâhede idüp himmet-i mürşidle yokluk peyda idüp vücudum benliğini terk itse, izâ ahbetbü abden ce'altü lehû sem'an ve başaran ve yeden ve lisânen fehvasınca o kulda o vakit behlük kalmaz. Dilinden söyleyen, gözinden gören, kulağından işiten, elin-den tutan, ayağından yürüyen Hak olup Hakk'a vâsıl olur, dimekdür. Ve lâkini'nzur ile'l-cebeli: Yâ Mûsâ, ben senün benlüğün dağına tecellî ideyüm. Cebelden murâd Mûsâ'nun benlüğidür. "Feini'stekarre mekânehû", eğer benlüğün dağı takat götürüp yerinde karar idebilürse, "fesevfe terânî" benlük, ya'ni Mûsâluk aradan kalkarsa ya-kında beni görürsün. "Felemmâ tecellâ Rabbuhû ile'l-cebeli" vaktâ ki Mûsâ'nun benlüği dağına te-cellî idince, "ce'alehû dekken" Mûsâ'nun benlüği pârelendi. "Ve harre Mûsâ saikan" Mûsâ'nun ben-lüği kalmadı. Fenâ-ender-fenâda mahv-ı mutlak olup vâsil-ı Hak oldı, Hak ile bakî oldı. Kale sübhâneke tübtü ve ene evvelü'l-mü'minîn. Hazret-i Mûsâ bâkîbi'llâh olup Bârî Taâlâ'nun cemâl-i bâ-kemâlini müşahede idince benlüğine tevbe idüp, Yâ Rab sen benüm benlüğüm dağına tecellî idüp ben-lüğümi mahv idüp sen zahir oldun. Benlüğüme tevbe idüp mü'minlerden oldum, dimekdür.
İmdi Mûsâ aleyhi's-selâm ulû'1-azm iken Bârî Taâlâ'yı görmek mümkün olmasa, kendüni göster diyü münâcât ider miydi? Nazm:
Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
Yine arz itdi cemâlin cânımun cânânesi Olmişam cân ile anun şimdi ben dîvânesi ,,



mânâsıdır. Kur'ân'in zahir mânâsı ile bir rivayete göre yedi kat bâtın mânâsı, bir diğer rivayete göre yetmiş kat mânâsı vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Kur'ân'da gizlilik vardır. Onun içinde yedi kat gizli mânâ vardır (diğer rivayete göre) yetmiş kat gizli mânâ vardır." buyurur.
Şimdi yukarıdaki âyetin bâtın mânâsını dinleyip ne demek olduğunu anla da sâdık âşıklara taş atma. "Len terânî" ey Mûsâ, sen beni göremezsin, yani Mûsâ 'nın gözü beni göremez. Mademki sende Mûsâlık var, bu hâlde kaldığın sürece beni göremezsin, demektir. Ben-likten ve enâniyyetten geç, "benliğin sana büyük gü-nahtır." Senin vücudun ve senliğin varken beni gö-remezsin. Vücudunu tamamen terk edip fenâfillahta yok olmadıkça beni göremezsin, demektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Fa-kirlik tamamlandığında o Allah'tır." Fakirlikten murat olan yokluk tamamlanırsa varlık ortaya çıkar. Bu hadis fenâfillaha işarettir. Yani bir kimse sülük ve mücâhede edip mürşidin himmetiyle yokluğu gerçekleştirip vü-cudunu, benliğini terk ederse, "Ben sevdiğim kulun ku-lağı, gözü, eli ve dili olurum." mânâsınca o kulda o vakit benlik kalmaz. Dilinden söyleyen, gözünden gören, ku-lağından işiten, elinden tutan, ayağından yürüyen Hak olup Hakk'a ulaşır, demektir. Âyetteki "Dağa bak." iba-resinden maksat, ey Mûsâ, ben senin benliğinin dağına tecellî edeyim demektir. Burada dağ Musa'nın ben-liğidir. "Eğer yerinde durursa" yani, eğer benliğinin dağı dayanıp yerinde durabilirse, benlik, yani Mûsâlık aradan kalkarsa beni görürsün. "Onun Rabbidağa tecellî edince" Musa'nın benlik dağına tecellî edince, "dağ par-çalandı" Musa'nın benliği parçalandı. "Mûsâ bayılıp düştü." Yani Musa'nın benliği kalmadı. Yokluk içinde mutlak yokluğa varıp Hakk'a ulaştı, Hak ile bakî oldu. "De ki seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim." (Araf, 143) Hz. Mûsâ bekâbillah olup Allahu Taâlâ'nm cemâlini görünce ben-liğine tevbe edip, ey Rabbim, bildim ki benim benliğim varken seni göremezmişim. Ey Rabbim, ne zaman ki sen benim benlik dağıma tecellî ederek onu mahvettin, o zaman göründün. Benliğime tevbe edip inananlardan oldum, demektir.
Şimdi Mûsâ (a.s.) ulu 'l-azm peygamber iken Al-lahu Taâlâ'yı görmek mümkün olmasa, kendini göster diye miinacaat eder miydi?
Canımın cananı yine yüzünü gösterdi. Ben şimdi canla onun dîvânesi olmuşum.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

îrdi bir sır sem'-i cana külli fânî ol diyü
Ol sebebden nâra yetdi vücudum pervanesi
Yaradılmadan bu cihan anda ben âşık idüm Anun içün bunda oldum abdal-ı uryânesi
Gice vü gündüzi ben fark eylemekden kalmışam İçmişem aşkun şarâbın olmışam mestânesi
Levhine Dîvâne yazdı bu Selîm'ün adını Böyle Mecnûn şeydânun dünye vü ukbâ nesi
Âlem-i istiğrak ve mahviyyetde müşâhede-i cemâl-i Bârî her âşık-ı sâdığa müyesserdür. Buna ulemâ-yı zahir kail olmaz. Hikmeti bu âyetün zahir ma'nâsına aldanup bâtın ma'nâsını bilmezler. Bunun içün hem kendüleri müşâhede-i cemâl-i Bârî'den mahrum kalurlar hem de halkı mahrum iderler. Ulemâ-yı zâhirün bu sırrı inkâr it-düklerinün vechi budur ki, Kur'ân-ı azîmü'ş-şânı hemân ilm-i şeriat üzerine nazil olmış zann itdiler. Kur'ân ise dört ilim üzerine nazil olup dört ilmi câmi'dür. İbtidâsı ilm-i şeriat, ikincisi ilm-i tarikat, üçüncisi ilm-i ma'rifet, dördüncisi ilm-i hakîkatdür. Ulemâ-yı zahir ancak ilm-i şerîati bilüp ilm-i tarîkat ve ilm-i ma'rifet ve ilm-i hakikati bilmediler ve bilmedüklerinden ulemâ, ancak ulemâ-yı şerîatdür diyü ulemâ-yı tarîkat, ulemâ-yı ma'rifeti ve ulemâ-yı hakikat ki bunlar ulemâ-yı rabbâniyyûn ve hâsıl-ı esrâr-ı îlâhîdür. Nitekim, Bârî Taâlâ bunlar hakkında buyurur: Ve mâ ya'lemu te'vîlehû illallâhü ve'r-râsihûne fi'1-ilmi. Bâtın ma'nâsı; Bârî Taâlâ'nun sırlarını ve hikmetlerini kendü bilür ve bir dahi ulemâ-yı râsihûn bilür, di-mekdür. Ulemâdan murâd ulemâ-yı ma'rifet ve ulemâ-yı hakîkatdür; ulemâ-yı zahir değüldür. Anlar ne kadar ahmakdur ki, ancak bilinmesi lâzım olan sırr-ı rububiyyet ve ilm-i hakikati bilmekdür. Bizler ancak bu dünyâya sırr-ı rubûbiyyeti ve ilm-i hakikati bilmek içün gelmişüzdür.
İbâdetden murâd ancak sırr-ı rububiyyet ve ilm-i hakikati bilmekdür. Ya'ııi nefsini bilüp Rab-bini bilmekdür. Ya'ni yaramaz huylardan geçüp iyi huylarla huylandukdan sonra tecelliyât-ı Bârî ile Hak ile kâim oldığı hâlde âlem-i kübrâ ve âlem-i suğrâyı kendü vücudunda bulmakdur. Anun içün Peygamber aleyhi's-selâm, Men arafe nefsehû fekad arafe rabbehû, buyurdı.
İmdi bunları bilmeyüp câhil kendüleri iken ilm-i şeriat ve ilm-i tarîkat ve ilm-i ma'rifet ve ilm-i hakikat ve ilm-i ahlâk ve sırr-ı mukadderat hâsıl-ı kelâm Bârî Taâlâ'nun kendüne mahsûs olan ilimleri âlim olan ulemâ-yı rabbâniyyûn ve âşık-ı sâdıklara câhil ve ümmî dirler. Bu dahi acâib seyrândur.




Tamamen yok ol diye can kulağına bir sır geldi. O sebepten vücudumun pervanesi kendini ateşe attı.
Bu cihan yaratılmazdan önce ben onda âşıktım; onun için bu dünyada çıplak bir abdalı oldum.
Ben gece ve gündüzü fark edemez olmuşum. Aşkın şarabını içmişim, onun sarhoşu olmuşum.
Bu Selim 'in adını kader defterine Dîvâne diye yazdı. Böyle bir çılgın Mecnun'un dünya ve ahir et nesine
İstiğrak ve mahviyyet âleminde Allah'ın cemâlini görmek her sâdık âşığa nasip olabilir. Zahir âlimleri buna inanmazlar. Çünkü bu âyetin zahir mânâsına aldanıp bâtın mânâsını bilmezler. Bunun için hem kendileri Allah'ın cemâlini görmekten mahrum kalırlar, hem de halkı mahrum ederler. Zahir âlimlerinin bu sırrı inkâr et-melerinin sebebi şudur ki, Kur'ân'ı sadece şeriat ilmi üzerine indirilmiş sanırlar. Kur'ân ise dört ilim üzerine indirilmiştir. Bunların ilki şeriat ilmidir, ikincisi tarikat ilmi, üçüncüsü marifet ilmi ve dördüncüsü de hakikat il-midir. Zahir âlimleri ancak şeriat ilmini bilip tarikat, ma-rifet ve hakikat ilimlerini bilemediler ve bilmediklerinden âlimler, ancak şeriat âlimleridir diye tarikat, marifet ve hakikat âlimlerine kızarlar. Halbuki onlar ulemâ-yı Rab-baniyyun ve ilâhî sırlan elde etmiş kimselerdir. Nitekim Allahu Taâlâ bunlar hakkında şöyle buyurur: "Onların tevilini ancak Allah bilir ve râsih âlimler bilir." (Âl-i İmran, 7) Bâtın mânâsı, Allah'ın sırlarını ve hik-metlerini kendisi bilir ve bir de ilimde derinleşmiş olan âlimler bilir, demektir. Alimlerden maksat marifet ve ha-kikat âlimleridir; zahir âlimleri değildir, onlar ne kadar ahmaktır. Bilinmesi lâzım olan ancak rububiyyet sırrı ve hakikat ilmidir. Bizler ancak bu dünyaya rububiyyet sır-rını ve hakikat ilmini bilmek için gelmişizdir.
İbadetten murat ancak rububiyyet sırrını ve hakikat ilmini bilmektir. Yani nefsini bilip Rabbini bilmektir. Yani yaramaz huylardan geçip iyi huylarla huylandıktan sonra, Allah'ın tecellîsiyle, Hak ile var olduğu hâlde büyük âlem ve küçük âlemi kendi vücudunda bulmaktır. Onun için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Nefsini bilen Rabbini. bilir. (Keşfü'l-Hafâ, C.U, Sayı: 2532, s. 262) " buyurdu.
Şimdi zahir âlimleri bunları bilmeyip kendileri ca-hilken şeriat ilmi, tarikat ilmi, marifet ilmi, ahlâk ilmi ve yaratılış sırrı, sözün kısası Allahu Taâlâ'nın kendine mahsus olan ilimleri bilen rabbâniyyûn âlimleriyle sâdık âşıklara cahil ve ümmî derler. Bu da acayip bir seyrandır.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Ulemâ-yı bâtın vâris-i ilm-i nebevîdür. Ni-tekim peygamber aleyhi's-selâm buyurur: EI-ulemâ'u veresehü'l-enbiyâi. Ya'ni ulemâ-yı bâtın, peygamberlerden ilm-i ledün ki -ilm-i hakîkatdür-anı irsile ahz idüp Ulemâ'u ümmetî k'enbiyâi benî İsrail. Ya'ni ümmetimün ilm-i bâtm âlimleri benî İsrail peygamberleri gibidür. Anlarun mu'cizeleri ulemâ-yı bâtm ümmetlerimün kerâmetleridür.
Bunlar hakîkatde âlim iken ümmî dimeleri Peygamberimüzden mîrâsdur. Beni'1-ümmî di-dükleri gibi, anlardan ilm-i hakikate veya ilm-i ma'rifete müteallik bir kelâm sâdır olsa bil-medüklerinden bunun şerîatde yeri yokdur; kâfir oldun, diyü cehlinden nâşî fi'l-hâl küfrine hükm iderler.Bilmezler ki ilm-i ma'rifet ve ilm-i hakîkat, ilm-i şerîatde (ilm-i zahirde) bulmmaz. Eğer bu-lınmak iktizâ itse Allâh'un ilmi ancak şerîate mahsûs olup Kur'ân dört ilim üzerine nazil ol-mazdı. Kur'ân'da her ilim vardur; velâkin nakıs olanlar bilmezler. Bir de dirler ki; ilm-i ma'rifet ve ilm-i hakîkat ilm-i şerîate uymazsa o bâtıldur. Bun-larun her biri başka ilimdür. O hâlde bunlar şerîate nice muvafık olurmış? Bu ilimler ilm-i şerîatde yok-dur. Meselâ, bu ana benzer ki ilm-i hendese ve ilm-i usturlâbı ilm-i mantık ve ilm-i meânîde aramakdur. Bu ilimler mantık ve meânî bahsinde bulınmaz. Sen ehl-i şerîatsün; muhalif midür, muvafık mıdur, ne bilürsün? Şerîate muhalif ise Kur'ân'a muvafık de-ğüldür. Ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitabin mübîn. Ya'ni kundan ve yaşdan bir şey yokdur ki ol Kur'ân'da olmaya ve illâ her ilim Kur'ân'da vardur. Velâkin herkes ne kadar ilim bilürse Kur'ân'dan bil-düği kadar ilim istihraç ider.
İmdi çün sen ehl-i şerîatsün, ilm-i hakîkat bil-mezsün. İnsaf it, kendüni Hak'da mahv idüp ilm-i Hak'dan bahs iden âşıklara kâfir oldun diyü dahi itme ve ilm-i tarîkati ve ilm-i ma'rifeti ve ilm-i hakîkati inkâr itme. Zîrâ Kur'ân bu dört ilim üze-rine nazil olmışdur. Adun âlim iken cehlünden nâşî Kur'ân'ı inkâr itmiş olup îmânsuz gitmeye bâis olursun. Kur'ân bu dört ilim üzerine nazil olup bu dört ilmi cami' oldığma bu hadîs-i şerîf delîldür. Bu hadîs-i şerîf sahîh midür, mevzu' mıdur şekk ider-sün. İlm-i bâtını inkâr idecek hâlün hoş yokdur.
Kale aleyhi's-selâtü ve's-selâm: Eş-şerîatü şe-ceretün ve't-tarîkatü ağsânuhâ ve'1-ma'rifetü evrâkuhâ ve'1-hakîkatü esmâruhâ ve'1-Kur'ânu câmi'un bi-cemî'ihâ. Ya'ni Kur'ân ilm-i şerîat ve ilm-i tarikat ve ilm-i ma'rifet bu dört ilmi câmi'dür.
İmdi bu ilm-i hakîkat Bârî Taâlâ'nun kendüne olan ilmidür. Deryâ-yı bî-kerândur. Âşıklar ol deryâ-yı bî-kerân ilmün gavvâslarıdur. İlm-i zahir ol deryamın kenârıdur. Deryamın ortasında olan dalguçlar, cevherüni çikarur. Altunı, bakırı kenarda


Bâtın âlimleri Peygamber ilminin varisleridir. Ni-tekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Alimler pey-gamberlerin varisleridir. (Keşfü'l-Hafâ, C.II, Sayı: 1745, s. 64)" buyurur. Yani bâtın âlimleri ledün ilmini -ki ha-kikat ilmidir- miras olarak alırlar. "Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail'in nebileri gibidir. (Keşfü'l-Hafâ, C. II, Sayı: 1744, s. 64)" Yani ümmetimin bâtm âlimleri Benî İs-rail'in peygamberleri gibidir. Onların mucizeleri bâtın âlimlerinin kerametleridir.
Bunlara hakikatte âlim. iken ümmî denmesinin se-bebi, Peygamberimizin "Ben ümmîyim." demelerinden mirastır. Onlardan hakikat ilmine veya marifet ilmine ait bir söz işitilse, şeriat âlimleri bilmedikleri için bunun şe-riatta yeri yoktur, kâfir oldun, diye cahilliklerindenden dolayı derhâl onların kâfirliğine hüküm verirler. Bil-mezler ki, marifet ve hakikat ilmi, şeriat ilminde, zahir il-minde bulunmaz. Eğer bulunması gerekseydi Allah'ın ilmi ancak şeriata mahsus olup Kur 'ân dört ilim üzerine inmezdi. Kur'ân'da her ilim vardır fakat noksan olan kimseler bilmezler. Bir de derler ki, marifet ve hakikat ilmi, şeriat ilmine uymazsa o bâtıldır. Bunların her biri başka bir ilimdir. O hâlde bunlar şeriat ilmini nasıl öğ-renmişler? Bu ilimler şeriat ilminde yoktur. Meselâ, bu şuna benzer ki geometri ve usturlap ilimlerini mantık ve edebiyat ilimlerinde aramak gibidir. Bu ilimler mantık ve edebiyatta bulunmaz. Sen şeriat ehlisin, uygun mudur, değil midir ne bilirsin? Şeriata aykırı ise Kur'ân'a uygun değildir. "Yaş ve kuru her şey apaçık kitapta var-dır." (En 'am, 59) Yani kurudan ve yaştan bir şey yoktur ki o Kur 'ân 'da olmasın. Her ilim Kur 'ân 'da vardır fakat herkes ne kadar bilirse Kur'ân 'dan ancak bildiği ilim ka-darını çıkarır.
Şimdi sen şeriat ehlisin hakikat ilmini bilmezsin. İnsaf et, kendisini Hak'ta mahvedip Hak ilminden bah seden âşıklara kâfir oldun diye kızma; tarikat, marifet ve hakikat ilimlerini inkâr etme. Çünkü Kur'ân bu dört ilim üzerine indirilmiştir. Adın âlimken cahilliğinle Kur'ân'ı inkâr edip imansız gidiverirsin. Bu dört ilmi kendisinde topladığına şu hadis delildir. Bu hadis sahih midir, uy durma mıdır diye şüphe edersen, hoş bâtın ilmini inkâr edecek hâlin yoktur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle dedi: "Şeriat ağaçtır, tarikat onun dalları, marifet yapraklan ve ha-kikat meyvesidir. Kur'ân ise hepsini içinde toplamıştır." Yani Kur'ân şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ilim-lerininin dördünü de kendisinde toplamıştır.
Şimdi bu hakikat ilmi Allah'ın kendisine olan il-midir, kenarı olmayan bir denizdir. Aşıklar o kenarı ol-mayan ilim denizinin dalgıçlarıdır. Zahir ilmi o denizin sahilidir. Denizin ortasında olan dalgıçlar inci mi çıkarır,

Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Melamî Muhabbet ile coşan bir Gönül ERİ


Selim Dîvâne
(Ö. 1170/1757) hazretlerinin eserini bizlerle paylaştığınız için
Resim
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

olanlar ne bilsün. Ulemâ-yı zâhirün ulemâ-yı rabbâniyyûna dahi itdükleri bilmedüklerindendür. El-mer'ü aduvvün li-mâcehilehû hadîs-i şerifi fehvasınca erenler anları ma'zûr görmişlerdür. Ulemâ-yı zahir, ulemâ-yı bâtınun ilmini bilmezler. Ulemâ-yı bâtın ulemâ-yı zâhirün ilmini muhîtdür. Zîrâ anlar Bârî Taâlâ'nun kendüne mahsûs olan il-mini bilürler. Anlardan asla bir ilim ve bir şey gizlü ve mestur değüldür. Nazm:
Fâ ilâ tün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün Çün bana mecnûn dinildi dostumun mecnûnıyam Ehl-i aklun aklı irmez bir aceb dîvâneyem
Anlamaz ehl-i şeriat ilmümün bir katresin Katremün katresi cihan ben anun ummânıyam
Halk olmmazdan bu mahlûk zâtıla bir zât idüm Zuhrumun hikmeti böyle unsurun devrânıyam
Yok iken Hızr'un nişanı ilm idi ledün bana Len terânî" ben dimişem âlemün sultanıyanı
Aldı aklın külli varın bu Selîm Dîvâne'nün Varlığum külli anundur ben anun bürhânıyam
Ulemâ-yı zahirle ulemâ-yı bâtınun ihtilâfı Hızır'la Mûsâ aleyhi's-selâmun kıssaları gibidür. İlm-i zahir, ilm-i şerîatdür ki Hazret-i Mûsâ'nun ilmi gibidür. İlm-i bâtın ilm-i ledündür; Hızır'un il-midür. Kendüliğinden inşân anı fehm idemez. Bu zikr olman nutuklar Kur'ân'a muhalif değüldür. Akl-ı maaşa muhâlifdür. Makâm-ı aşkdan ve âlem-i mahviyyetden sâdır olan nutukları akl-ı maaş nice idrâk idebilür?

Nazm:
Mevlâm senün vaslma varum vireyüm cânum Nefsimün benlüğini kurbân ideyüm cânum -
Nidem sensüz cihanı yâ hûr ile gılmânı Cümlesin dîdâruna müjde vireyüm cânum
Aşkınun kül-hânmda bu vücûdum varını Yakayum yandurayum nâra urayum cânum
Yokluğumı arz idüp Hazret'ün dergâhına Yaş yirine gözümden kanlar dökeyüm cânum
Geçüp cân u başumdan Hallâc-ı Mansûr gibi Ene'1-Hak cezbesinün tabiin urayum cânum
Aşkun dârma senün ben de boynum eğeyüm Elüm ile urganum kendüm çekeyüm cânum
Bu Selîm Dîvâne'yi zâtunda mahv eyleyüp Vahdetün deryasında cevlân ideyüm cânum



altın mı çıkarır, bakır mı sahildekiler ne bilsin. Zahir âlimlerinin bâtın âlimlerine kızmaları bilmedikleri içindir. "Kişi bilmediğinin düşmanıdır." hadisinin mânâsınca, erenler onları mazur görmüşlerdir. Zahir âlimleri, bâtın âlimlerinin ilmini bilmezler. Bâtın âlimleri ise zahir âlimlerinin ilmini kuşatmışlardır. Çünkü onlar Allahu Taâlâ 'nın kendine mahsus olan ilmini bilirler. Bir ilim veya bir şey onlardan asla gizli saklı değildir.
Bana Mecnun denildi, ben dostumun delisiyim. Akıl ehlinin aklı ermez, bir acayip dîvâneyim.
Şeriat ehli, ilmimin bir damlasını anlamaz. Dam-lanın damlası bir cihandır, ben onun deniziyim.
Bu yaratıklar yaratılmazdan önce ben Tanrı'nın zâtı ile beraberdim. Ortaya çıkışımın sebeb-i hikmeti şu ki, ben dört unsurun devranıyım. Dört unsur hava, su, ateş ve topraktır.
Hızır'ın henüz adı sanı yokken ledün ilmini bilir idim. Len terânî sözünü ben demişim, ben âlemin sul-tanıyım.
Tanrı, bu Selim Divânenin aklını, bütün varlığını aldı. Varlığım tamamiyle onundur, ben onun bir isbatı, bir deliliyim.
Zahir âlimleriyle bâtın âlimlerinin ihtilâfı, Hızır ile Mûsâ (a.s.)'nın kıssasında anlatılan ihtilâf gibidir. Zahir ilmi şeriat ilmidir ki Hz. Musa'nın ilmi gibidir. Bâtın ilmi ledün ilmidir ki Hızır'ın ilmidir. İnsan onu ken-diliğinden anlayamaz. Bu söylenen nutuklar Kur'ân'a muhalif değildir, akl-ı maaşa muhaliftir. Aşk ma-kamından ve mahviyyet âleminden söylenen nutukları akl-ı maaş nasıl anlayabilir?

. Mevlâm, sana kavuşmak için bütün varlığımı ve-reyim, canım. Nefsimin benliğini sana kurban edeyim, canım.
Sensiz olduktan sonra dünyayı, huri ile gılmanı ne yapayıml Onların hepsini yüzünü görmenin müjdesi olarak vereyim, canım.
Bu vücudumun varlığını aşkının külhanında yakıp yandırayım, canımı ateşe atayım, canım.
Ey canım, Hazrelinin dergahına yokluğumu arz edip, gözümden yaş yerine kanlar dökeyim.
Hallâc-ı Mansur gibi can ve başımdan geçip Ene'l-Hak cezbesinin davulunu çalayım, canım.
Senin aşkının damgacına ben de başımı eğeyim, ur-ganımı elimle kendim çekeyim, canım.
Bu Selîm Dîvâne'yi senin zâtında yok edip vah-detinin denizinde yüzeyim, canım.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim

Nazm:

Mevlâm senün vaslma varum vireyüm cânum Nefsimün benlüğini kurbân ideyüm cânum -
Nidem sensüz cihanı yâ hûr ile gılmânı Cümlesin dîdâruna müjde vireyüm cânum
Aşkınun kül-hânmda bu vücûdum varını Yakayum yandurayum nâra urayum cânum
Yokluğumı arz idüp Hazret'ün dergâhına Yaş yirine gözümden kanlar dökeyüm cânum
Geçüp cân u başumdan Hallâc-ı Mansûr gibi Ene'1-Hak cezbesinün tabiin urayum cânum
Aşkun dârma senün ben de boynum eğeyüm Elüm ile urganum kendüm çekeyüm cânum
Bu Selîm Dîvâne'yi
zâtunda mahv eyleyüp Vahdetün deryasında cevlân ideyüm cânum
Resim
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Eşrefoğlu Sultân'un dahi teberrüken bir nutkı tahrîr olınsun.

Nazım:
Ey dost senün yoluna cânum vireyüm cânum Aşkunı komayayum oda gireyüm cânum
Bu dünyâ âşıklara bir aldangaç olurmış Bu yalan aldangaçun terkin urayum cânum
Beni sana vireyüm sensüz beni nideyüm Ben senün hazretüne bensüz varayum cânum
Vahdetün şarâbundan bir cür'a nûş ideyüm Ene'1-Hak çağırayum feryâd urayum cânum
Ger beni senün içün yetmiş kez öldüreler Bin kez dahi ölmeye boyun vireyüm cânum
Sen cânımun cânısun gevherimün kânısun Vaslun haberin girü sana sorayum cânum
Eşrefoğlu Rûmî'yi aradan tarh ideyüm Senün ile bakayum seni göreyüm cânum

imdi ey cân-ı men, bu nutuklar şerîate muhalif değüldür. Bil ki şerîatde yeri yokdur; Kur'ân'da var- dur. Ve'1-Kur'âne câmi'un bi-cemî'ihâ hadîs-i şerifi fehvasınca, çün o kelâmun şerîatde ya ilm-i ma'rifet veya ilm-i hakîkatden sâdır olmişdur. Anı artuk ulemâ-yı şerîatden arama ki bilmezler. Ya ulemâ-yı ma'rifetden veya ulemâ-yı hakîkatden ara.
Miftâhu Müşkilâti'l-Ârifin Âdâbu Tarîki'l-Vâsılîn, 21-35.
îbtidâ ma'lûm ola ki, tarîka girüp mürşide teslîm olmakdan maksad evliyâullahın edebi ile edeblenüp yaramaz huyları terk idüp hayvan sı-fatından halâs olup iyi huy ile huylanup ma'rifetullaha vasıl olup enfüsî ve âfâkî cehennem azabından halâs olmakdur. Bunu bildükden sonra, bunu dahi bil; imdi evliyâullahın hulkı bu on sıfat ile muttasıf olmakdur:
Evvel Hak'la işün sıdk ile olsun, yani, tevhîd-i Bârî'de kendüni halâs (olmayan) i'tikaddan gayet sakın. İkinci, halkla iyi hulk ile olsun ve işin daima insaf ile olsun ve nefsüne muhalefet ve kahr eyle ve senden ululara hizmet eyle ve elün altında olanlara şefkat ve merhamet eyle ve dostlarına nasihat eyle, "Hayrün-nâsi men yenfe'un nâs"dur. Düş-manlaruna hilm eyle ve ulemâya tevazu' eyle ve dervîşlere sehâvet eyle ve câhillere hâmûşluk ve




Eşrefoğlu Rûmî'nin de bir nutkunu uğur getirmesi için yazalım:
Ey dost! Senin yoluna canımı vereyim, canım. Ateşegirsem de, yine aşkını bırakmayayım, canım.
Bu dünya, âşıklara bir aldatıcı olmuştur. Bu ya lancı ve aldatıcıyı terk edeyim, canım.
Beni sana vereyim, sensiz beni ne edeyim? Ben senin Hazret'ine bensiz varayım, canım.
Vahdetinin şarabından bir yudum içeyim. Ene'l-Hak diyeyim, feryat edeyim, canım.
Beni, senin için yetmiş kez öldürseler de, bin kez daha ölmeye boynumu vereyim, canım.
Sen canımın camsın, cevherimin kaynağısın. Vus-lat haberini tekrar sana sorayım, canım.
Eşrefoğlu Rûmî'yi aradan çıkarayım, senin ile bakîyim/bakayım, seni göreyim, canım.
Şimdi ey benim canım, bu nutuklar şeriata aykırı de-ğildir; belki şeriatta yeri yoktur, Kur'ân'da vardır. "Kur'ân hepsini kendinde toplamıştır." hadisinin mânâsınca o söz ya şeriat, ya marifet veya hakikat ilminden söylenmiştir. Artık onu şeriat âlimlerinden sorma, onlar bilmezler; ya marifet ya da hakikat âlimlerinden sor.
Miftâhu Müşkilâti'l-Ârifîn Âdâbu Tarîki'l-Vâsılîn'den
Öncelikle bilinmelidir ki, tarikata girip mürşide tes-lim olmaktan maksat, Allah'ın velîlerinin edebiyle edep-lenip kötü huyları terk ederek hayvanı özelliklerden arı-nıp iyi huylarla huylanmak, böylece ınarifetullaha ulaşıp enfüsî ve âfâkî (maddî ve manevî) cehennem azabından kurtulmaktır. Bunu bildikten sonra şunu da bil ki, velîlerin ahlâkı şu on özelliktir.
Evvelâ Hak ile işlerinde sâdık ol, yani kendini kur-tarmayan inançtan son derece sakın. İkincisi halkla daima iyi geçin, onlara insaflı ol, nefsinin isteklerine uyma, ulu kimselere hizmet et, emrindekilere merhamet et, dostlarına öğüt ver. "İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olan kimsedir." (Hadis). Düşmanlarına yumuşak davran, âlimlere karşı tevazu göster, dervişlere cömertlik et, cahillerle konuşma; velîlerin huyları bunlardır. Kim bu huylarla huylanırsa muradına erer, arkadaşları da
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

sükût eyle, evliyâullah'ın hulkı budur. Her (kim) bu hulk ile hulklanur ise, berhudar olur. Ve kendünin musâhibleri dahi saf âda olur. Âleme rahat ve rahmet bunun yüzinden olur. Böyle âşık, gazab vaktinde ba-ğışlar. Belki, yaramazlık idene iyilük ider. Kendü daim insaf ide ve kimseden insaf talep itmeye. Cümle iyi işleri işleye ve kendüsi işlemiş gibi göre.
İmdi bunları fehm itdükden sonra ehlullah kime dirler anı dahi bil: Bir âşık ehlullahdan tâ ilm-i tasavvuf bilmeyince ehlullah olmaz. Ehlullah dimek, ehl-i tasavvuf dimekdür ve ehl-i Hak dimekdür. Bir kimse ehl-i tasavvuf ile otursa ehlullah ile oturmak gibidür. Nitekim Peygamber (a.s.) buyurur: "Men erâde en yeclise maallahi fel yeclis maa ehli't-tasavvuf." Ya'ni bir kimse Allah ile oturmak murâd itse ehl-i tasavvuf ile otursun, dimekdür. Bundan fehm olunur ki, ehlullah, ehl-i tasavvuf imiş.
îmdi, tasavvuf (neye) dirler, anı dahi bil, tâ ki, dalâletden ve ilhâddan halâs olasın. İmdi tasavvuf, zahir ve bâtın ehlullahın edebi ile edeplenmekdür. Öyle ise dervîş ve ehl-i tasavvuf ehlullah dimekdür. Ol zât-ı şerife lâyıkdur ki, ol kimse zahir ve bâtın edebi ile edeblene. İmdi, zahir edebi abdest, namaz, oruç, Allah'ın emrini tutup nehyinden kaçmak, helâli helâl, haramı haram bilmekdür. Bâtın edebi, yaramaz huylardan ve hayvan sıfatından halâs olup iyi huy ile huylanup elinden, dilinden kimse rencide olmayup herkese rahat yetişdirüp gönlüni gül u gışdan pâk idüp dâ'ima müşâhede-i cemâl-i Bârî'de müstağrak olmakdur.
Bundan fehm itdi ki, şerîat edebi ile müeddeb olmayup belki şerîati dâm-ı tezvir anlayup ve bâtın edebi ile dahi müeddeb olmayup daima gafletde halka garaz, hased, kibir, kin idüp gönli efkâr-ı fâsideden hâlis olmayanlar değildür. Belki, cemî-i enbiyâ ve evliyanın düşmanlarıdur. Zîrâ, erenler taş atan bizden, attıran bizden değildür, dimişler. Öyle olsa dervîş olana zahir ve bâtın edebi ile edeblenmek lazımdur. Eğer bâtını icra idüp zahiri icra itmezse, bir kanatlı kuşa benzer. Bir kanatlı kuş uçmaz ve bir dahi, bir vücud iki şeyden mürekkebdür. Biri ten ve biri cân. Zahir menzilesinedür ten, bâtm men-zilesinedür cân. Eğer şerîati icra idersen, tenin şük-rüni edâ itmiş olursun ve eğer bâtını icra idersen cân şükrüni edâ itmiş olursun. Tensiz cân olmaduğı gibi, zâhirsüz bâtın olmaz.
Kimseyi rencide itmeyesin. Halkla hüsn-i mu'âmele idüp gayet müeddeb olasın. Ve Allah'a hulûs ile ibâdet idesin. İbadetünde garaz olmaya ve kat-ı menâzil içün olmaya. Kendüni hor ve hakîr ve zelîl göresin. Belki Hakk'un varlığı ka-tında kendüni yok bilesin. Dâima aczde ve niyazda olasın. Gururdan ve da'vâdan emîn olasın. Halka sâlusluk idüp keramet satmayasvn. Zîrâ, tarîka gir-


safâ bulur. Âleme huzur ve rahmet bunun yüzü su-yunadır. Böyle bir âşık, gazap vaktinde bağışlar, belki ya-ramazlık edene iyilik eder. Herkese insaf etmeli; ama baş-kasından insaf beklememeli, herkese karşı daima iyi hizmet etmeli.
- Bunları anladıktan sonra, ehlullah diye kime de-nildiğini bil. Bir âşık, ehlullahtan tasavvufu öğ-renmedikçe ehlullah olamaz. Ehlullah, tasavvuf ehli ve Hak ehli demektir. Bir kimsenin tasavvuf ehliyle otur-ması, Hak ehliyle oturması gibidir. Nitekim Peygamber: "Allah'la oturmak isteyen, tasavvuf ehliyle otursun." buyurur. Bundan ehlullahın tasavvuf ehli olduğu an-laşılır.
Şimdi, tasavvuf denilen nedir, ilhad ve sapıklıktan kurtulmak için onu da bil. Tasavvuf, zahir ve bâtında eh-lullahın edebi ile edeplenmektir. O hâlde, derviş ve ta-savvuf ehli, ehlullah demektir. Ona lâyık olan zahir ve bâtın edebi ile edeplenmektir. Zahir edebi abdest almak, namaz kılmak, Allah'ın emrettiğini yapıp ya-sakladığından kaçınmak; helâli helâl, haramı haram bil-mektir. Bâtın edebi, yaramaz huylarla hayvanı sı-fatlardan kurtulmak, iyi huylarla bezenip eli ve diliyle halkı incitmemek, herkese iyi davranıp hizmet etmek, gönlünü dedi kodudan temizleyip Allah 'in cemâlini sey-retmeye dalmaktır.
Şunu anla ki, bu edeple edeplenmeyip belki onu bir yalan tuzağı anlayıp bâtın edebiyle de edeplenmeyerek daima gaflette kalıp halka kin, kibir, hased ve bozuk fi-kirlerle bakmak değildir. Tek kanatlı kuş uçmaz. Bir vücut iki parçadan meydana gelir: Biri ten ve biri can. Onun zahiri (dışı) ten, bâtını (içi) candır. Eğer dinin emirlerini yerine getirirsen tenin şükrünü edâ etmiş olursun. Tensiz can olmadığı gibi, zâhirsiz de bâtın olmaz.
Kimseyi incitme. Halka karşı iyi davran, son derece edepli ol. Allah 'a ihlâs ile ibadet et. İbadetinde herhangi bir maksat olmasın. Kendini değersiz, hakir ve âciz gör. Hakk'ın varlığı katında kendini yok bil. Sürekli olarakac-zini belirtip niyaz et. Gurur ve davadan uzak ol. Halka karşı iki yüzlülük yapıp keramet göstermeye kalkma. Ta-rikata girmekten maksat nefsin hilesinden kurtulmaktır. Kibir, gurur ve iddia nefsin büyük hilesidir. Eğer sen iki yüzlülük edersen nefsini Müslüman etmemiş olursun, o hâlde nasıl evliya olursun? Velî diye, kendisini nefsin gurur ve hilesinden, varlığından kurtarıp nefsini zab-detmiş olan âşıka denir. Kendini kimseden büyük görme;
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

meden garaz, nefsin mekrinden halâs olmakdur. Ucub ve gurur ve da'vâ, nefsin büyük hîlesidür. Eğer sen sâlusluk itsen henüz nefsüni Müslüman itmemişsin, nice evliya olursun? Velî, ol âşıka dir-ler ki, nefsin gururundan, hilesinden varlığından halâs olup nefsini zabt idüp, Müslüman itmiş ola. Kendüni kimseden büyük görmeyesin, sen nice isen herkes öyledür. Hakikatte kimse kimseden büyük ve küçük değildür. Herkesin murâdınca hareket idüp ve herkesden gönül alup meded is-teyesin. Tâ ki, senden Hak hoşnud olup her yüz-den cemâlini arz itsün.
Muhammediyye sahibinün (k.s.)
"Bana ne savma ne mescid çü maksûdumdur ol mürşîd Gerek her yüzde yüz uram görem ant mücellâdan"
didüği buna işaretdür, ki, ya'ni Hakk'un rızâsını is-temek Hakk'un her yüzüni hak bilüp herkesin gön-lüni alup herkesden meded istemekdür. Eğer sen Hak âşıkı olup gerçek Hakk'ı seversen, kimseyi rencîde itmeyüp herkesi sevesin ve herkesi hak bilüp hak nazarı ile bakup herkesin hakkını icra ide-sin ve herkesin hakkını icra itmek oldur ki, Hakk'ı nice seversen herkesi öyle sevesin. Taklîd ile tahkîk bunda bellidür.
Bunları fehm itdün ise, bunu dahi bil; gönli pâk itmeğe illet dört şeydür. Velîlerin Hakk'a sülûkı bu dört şey iledür. Evveli dâima Hakk'ı zikr it-mekdür. İkincisi gerek hayır ve gerek şer Hak'dan gayrı bilcümle gönülden çıkarmakdur. Üçüncüsi halktan düşmanlığı giderüp herkese muhabbet ve şefkat idüp kendüne ne sanursa halka dahi anı san-makdur. Dördüncüsi murakabe, ya'ni Hakk'a devâm-ı teveccüh, ya'ni cân gözini açup eşyayı ve halkı Hakk'a hicâb itmeyüp daima müşahedede ol-makdur. Eğer Hakk'ı kendünde müşahede itmek is-tersen kendünden gidüp kendü hasedini göresin, ya'ni kendüni yok idüp Hakk'ı isbat idesin. Gûyâ sen yok gibi olup senin vücûdundan duran ve gören ve işiden Hak'dur diye, Hakk'a böyle mü-teveccih olmak gerekdür.
İmdi, bir âşık bu dört şeyi ele getürebilürse taklîdden halâs olup tahkîke irer. Günden güne te-rakkîde olup herşeyin künhüyle aslına irer ve tevhîd-i Bârî'de kuvvet bulup gitdükçe Hakk'ı an-laması ve bilmesi ziyâde olup Hakk'a kurbı ziyâde olur. Hakk'a kurbı ziyâde olduğı andan fehm olu-nur ki gitdükçe halkı ziyâde sever. Halkı ziyâde sevmek Hakk'a kurbı ziyâde olmakdan iktizâ idcr. Bu dört şey ele gelmedükçe bu yakınlık kimseye



sen nasüsan, herkes öyledir. Hakikatte kimse kimseden büyük veya küçük değildir. Herkesin isteğine göre ha-reket ederek gönüllerini alıp onlara yardım et. Böyle ya-parsan Hak senden razı olup her yüzden sana cemâlini gösterir.
Muhammediyye sahibinin:
"Bana ne kilise, ne cami gerekir; benim is-tediğim o mürşiddir.
Onu cilâlı bir yüzeyde görüp her yüzden gö-rüneyim."
dediği buna işarettir; yani Hakk'ın rızâsını isteyen Hakk'ın her yüzünü (görüntüsünü) hak bilip herkesin gönlünü alarak herkese yardım eder. Eğer sen Hak âşığı olup Hakk'ı seversen, kimseyi incitme, herkesi sev. Herkesi hak bilip onlara hak nazarı ile bak, her-kesin hakkını ver. Herkesin hakkını vermek, Hakk'ı nasıl seversen, herkesi öyle sevmektir. Gerçek ile taklit bunda belli olur.
Bunları anladınsa, şunu da bil: Gönlü temizleme vasıtası dörttür. Velîlerin Hakk'a sülûku bu dört şey ledir, îlki daima Hakk'ı zikretmek, ikincisi hayır ve şer herşeyi gönülden çıkarmak, üçüncüsü halka düşmanlık etmeyip herkese merhamet ve şefkat ederek kendine is tediğini halk için de istemek, dördüncüsü murakabe, yani devamlı olarak Hakk'a teveccüh etmek, can gö zünü açıp eşya ve halkı Hakk'a perde yapmayıp sürekli müşahedede bulunmaktır. Eğer Hakk'ı kendinde gör mek istersen, kendinden geçip kendi hasedini gör; yani kendini yok edip Hakk'ı ispat et. Sanki sen yok gibi olup senin vücudundan duran, gören ve işiten Hak'tır diye Hakk 'a öylece yönel.
Bir âşık bu dört şeyi elde ederse taklitten kurtulup hakikate erişir. Günden güne ilerleyerek herşeyin aslına erer. Tevhid-i Bârî'de (Allah'ın birliğinde) kuvvet bulup gittikçe Hakk'ı anlaması ve bilmesi gelişir, Hakk'a yakınlığı artar. Halkı çok sevmek, Hakk'a ya-kınlığın fazla olmasındandır. Bu dört şey elde edil-medikçe bu yakınlık kimseye nasip olmaz. Kendi zan-nına göre, Hakk'ı bildim ve ona ulaştım, der; ama yalandır. Çünkü Hakk'ı bilince halkı sevmek gerekir ve halka iyi muamele etmek gerekir.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

müyesser olmaz. Kendü zannma göre Hakk'ı bil-düm ve vâsıl oldum, dir, amma yalandur. Zîrâ Hakk'ı bilince halkı sevmek iktizâ ider ve halkdan düşmanlığı kaldurmak iktizâ ider.
Hakk'ı bilmek gayet müşkildür, söz ile olmaz. Terke ve mürşid-i kâmile ve cezbe-i Rahmân'a muh-taçdur. Cezbeye bu dört nesne getirür. Cezbeye ye-tişmeyen âşık ma'rifet menzilinde kalur, hakikate vâsıl olamaz. Zîrâ, gafletle menzil alınmaz. Dâima bir makamda olur, belki gafleti ziyâde olduğmdan men-zilinden düşer. Ya'ni ibtidâ Hakk'ı ararken bir aşk zuhur ider. Bâ'dehu mürşid-i kâmile rast gelmemekle hilaf fehm idüp aşkı dahi kâmil oldum zannidüp fenaya virür. Sırf nefs-i emmâre menzilinde kalur, kendinin haberi olmaz. Maazallah kendini amelsiz ve hâlsüz kurı söz ile ve bilmek ile evliyadan oldum zannidüp, gurur idüp Allah'a âsî olur.
Evliya bizcileyin gafil ve nefs ü tabiat esîri de-ğildür. Evliyâullahı kendü nefs-i şûmumuza kıyas it-meyelüm. Anlar nefis kulu değildür, nefsine tapmaz, Allah'a taparlar. Amma bizler dâima nefsin hevâsma tapanız. Anlara asla eşya hicâb olmaz. Amma bizlere hicâb olur. Zîrâ bizler vakit olur gaflet idüp eşyayı Hakk'a hicâb iderüz. Nitekim Eşref Sultân buyurur:
El tutuşup gidelüm Hak'dan yana ive ive Aldamasun bizi bunda işbu ağ u kareler
Ya'ni tez tez fikrullah ile eşyanın hicabını ref idüp müşahede idelüm, eşyayı Hakk'a hicâb itmeyelüm, dimek, ya'ni Hak'la kâim olalum, gaflet itmeyelüm dimekdür.
Bundan fehm olunur ki, ehlullahm sülûki asla gaflet itmeyüp cân gözüni açup eşyânun hicabını kaldırup eşyadan Hakk'ı müşahede imiş ve eğer eşyayı Hakk'a hicâb idüp Hakk'ı göremeyüp eşyayı görürsen, Hakk'ı bilsen dahi fâide itmez. Zîrâ, bil-mek görmek içindür. Çün görmedün, bilmedün, sen dahi zahir halkı gibi gafilin biri oldun. Amma velîler gaflet itmeyüp şuunât-ı Bârî ile dönerler ya'ni Bârî-i Taâlâ ne yüzden arz-ı cemâl ider ise onlar gaflet itmeyüp görürler.
İmdi bunları bildükden sonra havâtırı dahi bil: îmdi havâtır üçdür. Biri nefsânî, biri melekî ve biri Rahmanı. Nefsânî, efkâr-ı fâsidedür. Melekî, namaz kılmak, oruç tutmak, zikir itmekdür. Rahmânî oldur ki, Hak'dan gayriyi bilkülliye gönülden çı-karup Hakk'un her yüzden her zuhurum ve her fi-ilini kendünde ve halkda görmek. Misâli, şimdi bunda otururken seni oradan kaldırup gayrı yere götürür. Hep bunları gaflet itmeyüp ve kendünden bilmeyüp Hak'dan bilmek ister. Nitekim bazı evliyâullah buyururlar:



Hakk'ı bilmek son derece zordur, söz ile olmaz; bu terke, kâmil mürşide ve ilahî cezbeye muhtaçtır. Cezbeye bu dört nesne getirir. Cezbeye ulaşamayan âşık, marifet menzilinde kalır, hakikate ulaşamaz; çünkü gafletle menzil alınmaz. Daima bir makamda bulunur, belki gaf-leti çok olduğu için menzilinden bile düşer. Yani baş-langıçta Hakk'ı ararken bir âşık ortaya çıkar, sonra kâmil mürşide rastlar. Aşkı yanlış anlayıp kâmil oldum zannedip mahvolur, sırf emmâre nefis mertebesinde kalır. Kendinden haberi olmaz. Allah korusun, kendisini amelsiz ve halsiz kuru söz ile bildim, evliyadan oldum zannedip gururlanarak Allah 'a âsî olur.
Evliya bizim gibi gafil, nefis ve tabiat esiri değildir. Onları kendi şum nefislerimize kıyas etmeyelim. Onlar nefislerinin kulu değillerdir, nefislerine tapmazlar; Allah'a taparlar. Ama bizler daima nefislerimizin ar-zularına taparız. Onlara eşya asla perde olmaz; ama biz-lere hep perdedir. Çünkü biz hazan gaflet edip eşyayı Hakk'a perde yaparız. Eşref oğlu Rûmî:
"El ele tutuşarak Hak'tan yana koşa koşa gidelim, bu yolda ak ve karalar bizi aldatmasın."
buyurur. Yani çabuk bir şekilde Allah 'ı düşünerek eş-yanın örtüsünü kaldırıp Hakk'ı görelim, eşyayı Hakk'a örtü yapmayalım, demek ister. Yani Hak ile beraber olup gaflet etmeyelim, demektir.
Ehlullahın sülûku asla gaflet etmeyerek can gözünü açıp eşyanın örtüsünü kaldırmak, eşyada Hakk'ı gör-mekmiş. Eğer eşyayı Hakk'a perde ederek Hakk'ı gö-remeyip eşyayı görürsen, Hakk'ı bilsen bile fayda etmez. Çünkü bilmek, görmek içindir; eğer görmedin ve bil-medin, sen de zahir halkı gibi gafilin biri oldun. Velîler gaflet etmeyip Hakk'ın emriyle dönerler, yani Allah Taâlâ ne yüzden cemâlini arz ederse, onlar gaflet etmeyip onu görürler.
Bunları bildikten sonra, şimdi havâtırı (fikirler) da bil. Havâtır üçtür: Biri nefsânî, biri melekî ve biri de Rahmanî'dir. Nefsânî olan fasit bozuk fikirlerdir. Melekî olan namaz kılmak, oruç tutmak, zikir yapmak gibidir. Rahmanı olan ise Hak'tan başka her şeyi ta-mamen gönülden çıkarıp Hakk'ın her yüzden zuhuru ile her fiillerini kendinde ve halkta görmektir. Meselâ şimdi burada otururken seni ordan kaldırıp başka bir yere götürür. Bütün bunları gaflet etmeyerek ken-dinden bilmeyip Hak'tan bil. Bazı velîler şöyle bu-yururlar:
Sırların sırrını hakikatte cihanda hâl ehli anlar,
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Hakikat sırr-ı esrarın cihanda ehl-i hâl anlar Avam olan ne bilsün hâl-i aşkı hep vebal anlar
Girer misün sanırsun bî-tahâret âlem-i kalbe Gönül hâlin beyân itsen basîretsüz hayâl anlar
Okurlar Levh-i mahfuzun kitabın ehl-i hâl olan Kalan zahirde billâhî hemân bir kîl u kâl anlar
Beka camı şarâbından müyesser olmayan şahsa Cihan zehrini nûş idüp ki ol bî-çâre bal anlar
Tefekkür ide mi hâl-i rumûz-ı aşkı her âdem Hakikat remzini herkes ne bilsün hoş hayâl anlar
Böyle âşık dâima vuslat namazı kılar. Bu makamda olan âşıkın alâmeti oldur ki, hiçbir şeyi inkâr itmez ve bir nesne görmez. Bilür ki, Bârî-i Taâlâ hiçbir şeyi abes halk itmemişdür. Gerek hayır ve gerek şer, gerek hidâyet ve gerek dalâlet cüm-lesini yerli yerinde halk itmişdür. Cümlesi hakdur ve cümle Hakk'un dilemesi ile olmışdur.
Her şey yerli yerinde iyidür. Bunların bize kerih görünmesi bizüm Hakk'un hikmetini bil-medüğimüzdendür. Ve eğer Hakk'un hikmetini bil-dün, hiçbir şeyi kerih ve noksan görmezdün. Ve halkın kimisini iyi ve kimini fena görmezdün. Belki, cümle iş ve cemi'-i halkun gerek hayır ve gerek şer cümle harekâtı ve sekenâtı Hakk'un emriyle ve di-lemesiyle olduğum bilüp cümleyi tamam görüp halkdan, gerek hayır ve gerek şer dilemez, kesb-i Hakk'a meşgul olurdun. Böyle âşık, tamam Hakk'un kurbma vâsıl olmışdur. Ve her şeyi il-mullahda olduğı gibi gördüğinden hâmûş ve sâkit olup, şu şöyledür ve bu böyledür, dimez. Ve hiçbir şeyi boş görmeyüp her şeyin Hakk'ın icra ider.
Bu menzilde olan âşıkın alâmeti oldur ki, hergiz andan şerîate ve tarîkate muhalif, kavlinden ve fi-ilinden nâ-sezâ hareket sâdır olmaz. Her şeyi Hak'dan bilüp Hakk'un kemâl-i kudretini isbat itdükde hiçbir şeye bu böyledür, dimez. Öyle olan âşık, bir kimse yalan söylese dahi ve yalan olduğını bilse yine ey-vallah, gerçek söyledün, haksm pîrüm dir. Zîrâ bilür ki söyleyen Hak'dur, Hak yalan söylemez.
İmdi yalan söyleyene gerçek söyledün, dinilür mi dirsen, çün ol kimse yalan söyledi, yalan dalâletdür. Fehm ider ki, ol kimse Muzill ismimin mazhandur. Ol âşık ol kimseden Bârî-i Taâlâ'nun Muzill ismiyle zuhurum görüp Hakk'ı andan Muzill ismiyle tevahhud ider ki ol ismün iktizâsına göre hak anun yalan söy-lemesindedür. Hakk'un bir ismi Yâ Muzill'dür. Andan Hakk'ın Muzill ismiyle zuhûnru görür.
İmdi velîler tâ bu mertebe âgâhdur. Bizim gibi gafletde değildür. Ve eğer sen eğer yalan söyledün, eğer aslını bildün ise Hakk'ı yalan çıkarmış olursun.




avam olan ne bilsin, aşk hâlini vebal sanır.
Kalb âlemine temizlenmeden girebileceğini mi sa-nırsın! Gönül hâlini beyan etsen, görmeyi bilmeyenler hayâl sanırlar.
Hâl ehli olanlar, Levh-i Mahfuz kitabını okurlar, zahirde kalanlar ise yemin olsun ki bir dedi kodu sanırlar.
Beka, sonsuzluk kadehinin şarabından nasip al-mayan çaresiz kimse, dünyanın zehirini içer de bal şer-beti içtim sanır.
Her insan aşk rumuzunun hâlini düşünebilir mi! Hakikat sırrını herkes ne bilsin, hoş bir hayal zannederler.
Böyle âşık daima vuslat namazı kılar. Bu ma-kamdaki âşığın işareti şöyledir: Hiç Ur şeyi inkâr etmez ve hiç bir nesne görmez. Allah 'in hiç bir şeyi abes olarak yaratmadığını bilir. Gerek hayır, gerek şer, hidâyet veya dalâlet her şeyi yerli yerinde yaratmıştır. Hepsi haktır ve hepsi Hakk'ın dilemesi ile olmuştur, der. j.. Her şey yerli yerinde iyidir. Bunların bize çirkin görünmesi, bizim Hakk'ın hikmetini bilmediğimiz içindir. Eğer Hakk 'in hikmetini buseydin, hiç bir şeyi çirkin görmezdin; halkın kimisini fena ve kimisini iyi görmezdin. Belki bütün iş ve halkın hayır veya şer olsun, bütün hareket ve duruşlarının Hakk'ın emriyle olduğunu bilirdin. Herkesi tamam görüp hayır veya şer demez, Hakk'ı kazanmaya çalışırdın. Böyle âşık Hakk'ın yakınlığını kazanır. Her şeyi Allah'ın ilminde olduğu gibi gördüğü için, konuşmayıp susar; şu şöyledir, bu böyledir, demez. Hiç bir şeyi boş görmeyip her şeyin aslının Hak olduğunu anlar.
Bu menzilde olan âşığın alâmeti şudur: Onda asla tarikat ve şeriata aykırı söz ve fiil, uygunsuz bir davranış bulunmaz. Her şeyi Hak'tan bilip Hakk'ın bütün kud-retini anlayıp isbat edince, hiç bir şey için bu böyledir, şu şöyledir, demez. Böyle âşık, bir kimse yalan söylese ve yalan olduğunu bilse bile, yine eyvallah, gerçek söyledin, haksin, doğrusun efendim, der. Çünkü bilir ki söyleyen Hak 'tır ve Hak yalan söylemez.
Yalan söyleyene gerçek söyledin, denilir mi, yalan dalâlettir dersen, anla ki o kimse Muzu isminin maz-harıdır. O âşık, bu kimsede Hakk'ın Muzil ismiyle zuhur ettiğini görür, Muzil ismiyle birleşir, o isminin gereği ola-rak hak onun yalan söylemesindedir. Hakk'ın bir ismi Yâ Muzil 'dir. Onda Hakk 'in Muzil ismiyle zuhurunu görür.
Velîler bu mertebede uyanıktırlar, bizim gibi gaf-lette değildirler. Eğer sen yalan söyledin der ve aslını bi-lirsen, Hakk'ı yalancı çıkarmış olursun. Ey benim canım! Gaflet etmeyip Hakk'ın herkesten zuhurunu gö-
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

îmdi cân-ı men, gafletde olmayup Hakk'm her-kesden zuhûrmı görürsen gitdükçe Hak ile ülfetün ziyâde olup Hakk'un gûn-â-gûn ilimleri ve kud-retleri zuhur itmeye başlar.
İmdi evliyâullahdan bazı âşıklar buyururlar: "Tâlib-i Hak olana lâzımdur ki asla Hakk'dan gaflet itmeyüp gönline Hak'dan gayrı ne gelürse men1 ide. Eğer bir âşıkun gönünde Hak'dan gayrı fikri üç kere nefes alup virince durursa ol âşıkun feyz yolı bağ-lanur, ilmullahda terakkî idemez. Gönünden rûhaniyyet gider. Meflûc olmış a'zâ gibi yola git-mekden ve hareketden kalur.
Hak'tan gayriyi gönülden şöyle çıkar. İste ki, cümle taallukdan ve halkın zikrinden ve dost-luğından ve düşmanlığından bir nesne kalmaya. Ve eğer kalur ise Hak ile senün aranda çah düşer. Hak'dan gafil olup gönlün kararur, kasavet gelür. Ve her şey ki bakarsun küdûretle görinür. Ve ana darılacağın gelür, içeri darılursın ve taşra çıkar da-ralursm. Buna sebeb, gönül Bârî-i Taâlâ'nun evidür ve haremidür, Hakk'un haremine nâ-mahrem koy-dun. Sana Hakk'un aşikâre azabı ve tenbîhi vardur ki, benüm evüme nâ-mahrem koyma, diye.
İmdi, zâhirüni ve bâtmunı Hak'dan gayndan pâk itdün ise ol zaman cenâbetlikden halâs olup vuslat namazını kılarsın. Ol vakit cümle ilmün ve fi-ilün ve sözün ve harekâtun ve sekenâtun ibadet ve tâ'at olur.
İmdi, sükûtda olup Hak'un halkdan zuhur iden gûn-â-gûn kudretlerini gör ki bâtın ahvâlini görmeye ve fikr-i rûşen yoldur, çün her gönül ki mâsivâ fikrinden pâk ola; ehl-i basiret olup her ne-fesde Bârî-i Taâlâ'nun halkda envâ-ı âsâr-ı kudretini göıüp "Rabbi zidni ilmen" onun virdi olup öyle zât-ı şerîfe her nefesde her gûnâ ilim tahsil ider. Çün Hak Taâlâ her gün ve her nefes bir şe'n içinde ya'ni Hakk'ıun her sâatde her bir kimseden bir gûnâ ha-reketi ve bir gûnâ fiili zuhur ider. Ya'ni Bârî-i Taâlâ herkesün fiilini ve hareketini ve sözini, hâlini her nefesde bir gûnâ halk idüp her nefesde bir başka hâl giydirür. Ve cemî-i âlemün nefsi ve hareketi ye-niden halk olunup âlem dâima o yeniden hilkati giymek üzeredür.
Senin cân gözün açık olmaduğından gaf-letünden her sâatde Hakk'un yeniden halk itdüği hareketleri ve zuhuratı görmeyüp evvelki halk, ev-velki hareket zann idersin. Hakk'un çabüklüğinden ve halkun hareketlerini birbirlerine benzedüğinden yeniden halk olunduğını görmezsin. Meselâ sen yine ol âdemsin ve lâkin Bârî-i Taâlâ senden bir günde bir sâatde gûn-â-gûn işler halk ider. Sen ve ben zannetdüğünden, Hakk'un senden zuhur iden kudretlerini görmezsin.
İmdi, bu ma'nâya ol zât-ı şerif muttali' olur ki


rürsen Hak ile olan yakınlığın gittikçe artar, Hakk'ın çok çeşitli olan ilim ve kudretleri ortaya çıkmaya başlar.
Evliyâullahtan bazı zâtlar şöyle derler: Hakk'a talip olan kimse gaflet etmesin, gönlüne Hak'tan başka bir şeyin gelmesini engellesin. Eğer âşığın gönlünde Hak'tan başka bir fikir, üç nefes alıp verinceye kadar du-rursa, o âşığın feyiz yolu bağlanır, ilmullahta iler-leyemez. Gönlünden rûhaniyyet gider. Felçli organ gibi olur, hareket etme, yürüme kabiliyeti kalmaz.
Hak'tan başkasını gönlünden çıkar. Bütün alâkalar, halkın zikri, dostluğu ve düşmanlığından kal-binde bir şey kalmasın; eğer kalırsa Hak ile senin aranda bir kuyu oluşur. Hak'tan gafil olursan gönlün kararır, gönlüne gam gelir. Baktığın her şeyi bulanık görürsün. Dışarı çıksan daralırsın. Bunun sebebi, Allah'ın evi, ha-remi olan gönle nâ-mahremi koymandır. Hakk'ın sana, evime nâ-mahrem koyma diye, açık bir azap ve ikazı var-dır.
Zahir ve bâtınını (iç ve dışını) Hak'tan baş-kasından temizlersen, işte o zaman cünüplükten, ab-destsizlikten kurtulup vuslat namazını kılarsın. O vakit bütün ilim, fiil, söz, davranış, hareket ve sakinliğin iba-det ve tâat olur.
Şimdi susup Hakk'ın halktan zuhur eden çeşit çeşit kudretlerini gör, bâtın hâllerini görmeye ve fikrini aydınlatmaya yol budur. Çünkü mâsivâ fikrinden te-mizlenen gönül basiret ehli olur, her nefeste Allah'ın halktaki çeşitli kudret eserlerini görür. Onun zikri, "Ey Rabbim, ilmimi arttır." (Taha, 114) olur. Bu şerefli kişi her nefesinde pek çok ilmi öğrenir. Çünkü Allah Taâlâ 'nın her gün ve her ân sürekli olarak her bir kim-sede çeşitli hareket ve fiilleri zuhur eder. Yani Allah Taâlâ herkesin fiilini, hareketini, sözünü ve her hâlini her nefeste farklı bir şekilde yaratıp başka bir hâl giy-dirir. Bütün âlemin nefsi ve hareketi sürekli olarak ye-niden yaratılmakta, âlem her ân o yaratılış elbisesini giymektedir.
Senin can gözün açık olmadığı için gaflet edip Hakk'ın her ân yeniden yarattığı hareket ve durumları göremeyerek önceki yaratılmışlar, önceki durum ve ha-reket sanırsın. Hakk'ın hızından ve halkın hareketlerinin birbirine benzediğinden yeniden yaratıldığını gör-mezsin. Meselâ sen yine o adamsın; fakat Allah Taâlâ senden bir günde, bir saatte pek çok çeşit işler yaratır; sen ve ben zannetiğin için (ikilikle baktığın için) Hakk'ın senden zuhur eden kudretlerini göremezsin.
Şimdi o şerefli zât bu mânâyı anlar, halkı aradan kaldırarak bütün fiil ve sözleri Hakk'a verirse Hakk'ın
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

kendüni, halkı nefy idüp cemî-i ef'âl ve akvâli Hakk'a virüp Hakk'un ef'âl ve akvâli ve kemâl-i kudretim isbat itmiş ola.
İmdi sen her zamanda âsâr-ı Hak'sın. Nefsün ve ömrün ve hayatun ve görmek, işitmek ve cemî-i harekât ve sekenâtun ve hâlün şuûn-ı zuhûr-ı kud-ret-i Hak'dur ki sana Hak'dan her nefes virilür ve eğer bir nefes anun âsâr-ı fiili senden ve halkdan ırak olaydı bu şe'nler bâtıl olurdı. Semin Bârî-i Taâlâ her nefesde cemî-i harekât ve sekenâtunı, kavlüni ve fiilüni yeniden halk ider. Sen her nefesde ol hil-kati yeni giyersün, ikinci nefesde ol hâli değişdirüp başka bir hâl dahi giyersin. Her âşık ki, Hakk'un bu zuhuratını ve bu hikmetlerini mütâla'a eylemekde olsa, ol âşık her nefesde yeni ilim tahsil idüp te-rakkîde olur. Bu halkdan bu hareketleri ve fiilleri iden Hak'dur. Sen halk sanırsun ve ben sanırsun. "Ve nahnü akrabu ileyh." Bârî-i Taâlâ'nun "nahnü" didüği cümleye işaretdür. Ya'ni cümle bir uğurdan anun aynıdur. İmdi bunları böyle Hak'dan görüp bu fikirde olmak hayırlıdur, bu sırrı bilmeyenlerin bir senelik ibadetinden. Anun içün Kur'ân'da çok yerde "Yetefekkerûn" buyurdı. Amma, Hakk'un zâtından fikr itmek hatâdur. Bu zuhurlarına bu garâib-i hikmetlerine fikr itmek gerek. Defter-i bikr gibidür, dimişler.
Tefekkür bâtılı terk eylemekdür. Gönli Hak'dan yana berk eylemekdür. Böyle tefekkürde olan kimse eşyayı Hak diliyle zikr idüp ilm-i Hakk'ı beyân eyler. Âşık ceybî fikrini terk itse bir nefes bakar, firak odma bin yıl belâ-yı aşk söyler. Ölsem bu dilüm zikrindedür. Ebsem olsam bu gönül fik-rindedür. İmdi âdâb-ı evliyâullahı ve sülûkini ve hilkati fehm itdün ise, gelelüm şimdi Tevhid-i Hakîkiyyeye, ya'ni Hak Taâlâ'yı velîlerin tevhidi ni-cedür, fehm it!
İmdi ey âşık-ı sâdık, Hak, varlığa dirler ve bâtıl yokluğa dirler. Her ne ki vardur, Hak'dur, var-lığıyla vardur. Ya'ni cemî-i varlık Hakk'un vü-cudmdan sâdır olur ve yine Hakk'un vücudına rücû' ider. Peygamber (a.s.) buyurur: "Min bidai ve ileyhi ye'ûd." Yani cemî-i eşya hakîkatde Hakk'un vücudından zuhur ider ve yine Hakk'un zâtına rücu' ider. Buna mebde, meâd sırrı dirler.





NiyâzîSultân'un:
"Bunları bildür bana hem nedür mebde vü meâd"
dedüğibudur.
İmdi yerde ve gökde ve yer ile gök arasında Hak'dan gayrı yokdur. Nitekim Bârî-i Taâlâ bu-yurur: "Allahu nûrü's-semâvâti ve'l-arz" ya'ni Allah yer ile göğün nurudur. İmdi nûr, varlığa dirler. Var-lık Hakk'mdur. Zulûmât yokluğa dirler. Hak'dan gayrı var, yokdur. Nitekim Eşref Sultân buyurur:
fiil, söz ve bütün kudretlerini isbat etmiş olur.
Sen her vakit Hakk'ın eserisin. Nefsin, ömrün, ha-yatın; görmen, işitmen, bütün hareket ve işlerin, her hâlin Hakk'ın kudretinin her ân ortaya çıkmasıdır. Sana Hak'tan bir nefes verilir; eğer onun fiilinin eseri senden ve halktan bir an ırak olsa, bu yaratılışlar bâtıl olur. Allah Taâlâ her nefeste senin bütün hareket, söz, fiil ve dav-ranışlarını yeniden yaratır. Sen her nefeste o yaratılış el-bisesini tekrar giyersin, ikinci nefeste o hâli değiştirip başka bir hâli yeniden giyersin. Hakk'ın bu şekildeki zuhur ve hikmetlerini düşünüp anlayan her âşık, her ne-feste yeni bir ilim öğrenip daima yükselir. Bu halktan bütün bu hareket ve fiilleri yaratan Hak'tır. Sen halk sa-nırsın ve ben sanırsın. "Ve biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf, 17). Hakk'ın "nahnü/biz" dediği herkese işarettir; yani herkes bir taraftan onun aynıdır. Şimdi bunları böylece Hak'tan görüp, bu fikirde olmak ha-yırlıdır. Bu sırrı bilmeyenlere, Kur 'ân 'in pek çok yerinde: "Düşünsünler, düşünüyorlar, tefekkür ediyorlar." (Meselâ bkz., Haşr, 21; Câsiye, 13 vd.) buyuruldu. Te-fekkür bir senelik ibadetten hayırlıdır; ama Hakk 'in zâtını düşünmek hatadır. Hakk'ın bu zuhurlarını, bu garip hik-metlerinin sırlarını düşünmek gerekir. Dokunulmamış, işlem görmemiş temiz bir defter gibidir, demişler.
Tefekkür, bâtılı terk etmektir. Gönlü Hak'tan tarafa sağlamlaştırmaktır. Böyle tefekkürde olan kimse, eşyanın Hak diliyle Hakk'ı zikrettiğini, Hakk'ın ilmini beyan et tiğini görür. Aşık kendi fikrini terk etse, bir nefes bakar, ayrılık ateşine karşı bin yıl aşkın belâsını anlatır. Ölsem bu dilim zikrine devam eder. Bu gönül, sussam bile fik rine devam eder. Velîlerin edep, sülük ve huylarını an- ladınsa, şimdi de hakikî tevhide gelelim, yani velîlerin Hakk'ı tevhid etmesi nasıldır, onu anla.
Ey sadık âşık, Hak diye varlığa derler, bâtıl diye de yokluğa. Her ne ki vardır, Hak 'tır, varlığıyla vardır; yani bütün varlıklar Hakk'ın vücudundan meydana gelirler ve yine Hakk'ın vücuduna dönerler. Peygamber "Ondan meydana gelir ve ona döner." buyurur. Bütün eşya ha-kikatte Hakk'ın vücudundan meydana gelir ve yine Hakk'ın zâtına geri döner. Buna mebde ve mead (baş-langıç ve son) sırrı derler. Niyâzî-i Mısrî'nin, mebde ve mead nedir, bana bunları bildir, demesi budur.
Yer, gök ve ikisi arasında Hak'tan başka bir şey yoktur. Nitekim Allah Taâlâ: "Allah, göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 35) buyurur. Şimdi, nur varlığa derler. Varlık Hakk'indir. Zulümât, yani karanlık yokluğa der-ler. Hak'tan başka var olan bir şey yoktur. Nitekim Eş-ref oğlu Rûmî şöyle buyurur:
Eşrefoğlu Rûmî'ye Hak nerededir? diye sorarsan,
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Eşref oğlu Rûmi'ye sorar isen Hak kandadur
Diye yer gök arş u kürsî toptolu bu aralar
*
Her ne denlü aşikâr itsem hafâsın arturur Ol ayan iken anı örter delâil beyyinât
Her ne kim fevka'1-ulâ tahte's-serâda var durur
Zâtı vâhiddür velî görindi nice bin sıfat
*
Zât birdür lîk evsâf ma gayet yok durur
Gör bu fânûsı ki anun şem'i oldı nûr-ı zât
Nitekim Bârî-i Taâlâ buyurur: "Hüve'l evvelü ve'1-âhirü ve'z-zâhirü ve'1-bâtın" ya'ni, evvel O'dur, âhir O'dur, zahir O'dur, bâtın O'dur. İmdi, fehm it bundan ki gizlide olan ve aşikârede olan andan gayrı bir şey yokdur. Hep O'dur. Nitekim buyurur: "Fe eynemâ tüvellû fesemme vechullah." Yüzüni nereye döndürürsen Hakk'un yüzidür.
Niyâzî Sultân buyurur:
Kanda baksam dost yüzi andan ayırmam gözi Gitmez dilüüüü mden sözi çağururamdost dost
İmdi, bu makamda ârif-i billah: "Ma ra'eytu şey'en illâ ra'eytullahe kablehu ve ba'dehu." Ya'ni ben bir şey görmedüm illâ o şeyde Allah'ı gördüm. Yahut sonra Allah'ı gördüm yâ evvel Allah'ı gör-düm dimekdür. Çün cemî-i eşya, Bârî-i Taâlâ'nun Cemâl perdesidür. Ârif-i billah oldur ki, gafleti kal-dırup eşyayı Hakk'a perde itmeyüp cân göziyle dâima müşahedede olur. Nitekim, Sultân Nâcî bu-yurur:
Eşya hicâb oldı cân gözi bakmaz*
Göster Cemâl'ün cânum arzular seni
İmdi fehm olundı ki, vuslatın ma'nâsı gönli Hak'dan gayrıdan pâklayup ve eşyayı Hakk'a perde itmeyüp dâima müşahede itmek ve eğer eşyayı Hakk'a perde idüp Hakk'ı görmeyüp eşyayı görürsen Hakk'ı bilsen, ona vuslat dimezler, firkat dirler. Nitekim Şemsî Sultân buyurur:
"Bi-hamdillâh direm aklum aldı fikrullah Dilümde zâtın esması bana üns oldı zikrullah
Gönül âyînesin sûfî eğer ider isen safî Açılur sana bir kapu ayan olur Cemâlullah"
"Gönül âyînesin sûfî ider isen eğer safî" didüği gerçi Hakk'un sen mazhar-ı tâmmısın ve lâkin gö-nülden, Hak'dan gayriyi çıkarup ve yaramaz huy-lardan pak ve eşyayı Hakk'a perde itmezsen, eşyadan Cemâlullah'ı ayan görürsün. Ve illâ gaflet idersen eşyayı, Hakk'ı göremez(sin), dimekdür. Hakk'ı gör-mek eşyadan perdeyi kaldırmak ile olur imiş.




yer, gök; arş ve kürsî ile buların arası dopdoludur, der.
Her ne kadar açıklarsam, gizliliğini o kadar artırır; o ortada iken bütün açıklamalar onu gizlemekten başka bir şeye yaramaz.
Aşağıdan yukarıya her ne varsa, hepsi tek bir zâttır; ama -pek çok değişik sıfat ile görünmüştür.
Zât tek bir tanedir; ama sıfatlan pek çoktur. Fanusa bak ve gör, onun mumu zâtın nuru olmuştur.
Allah Taâlâ, "O evvel, âhir, zahir ve bâtındır." (Hadîd, 3) buyurur. Şimdi bundan anla ki, gizli veya açık, O'ndan aşka bir şey yoktur. Hep O'dur. Nitekim, "Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır." (Ba-kara, 115) buyurur.
Niyâzî-i Mısrî şöyle buyurur:
Nereye bakarsam, orada dostun yüzü vardır, gö-zümü ondan ayırmam;
Dilimden onun sözü, zikri gitmez, sürekli dost dost diye çağırırım.
Şimdi bu makamda ârif-i billah şöyle der: "Ben her şeyde, önce ve sonra ancak Allah 'ı gördüm." yani ben bir şeyde Allah 'tan başkasını görmedim veya ilk ve son, önce ve sonra yalnızca Allah'ı gördüm, demektir. Çünkü bütün eşya yani varlık, Allah'ın cemâl perdesidir. Ârif-i billah, gaflet perdesini kaldırıp eşyayı Hakk'a perde yap-mayarak can gözüyle daima Hakk'ı görendir. Nitekim Nâcî,
"Eşya bir perde oldu, can gözü bakmaz; canım seni arzuluyor, cemâlini göster." der.
Şimdi vuslatın mânâsı, gönlü Hak'tan başka şey-lerden temizleyip eşyayı Hakk'a perde yapmadan her ân onu görmektir. Eğer eşyayı perde yaparak Hakk'ı gör-meyip eşyayı görsen, Hakk'ı bilsen bile ona vuslat de-mezler, ayrılık derler. Nitekim Şemsî şöyle der:
"Allah'a hamd olsun ki, Allah'ı düşünmek aklımı aldı; dilimdeki Allah zikri bana dost oldu.
Ey sûfî, eğer gönül aynasını saflaştırıp temizlersen, sana bir kapı açılır ve Allah'ın cemâlini apaçık gö-rürsün."
Sûfî eğer gönül aynasını temizlersen, dediği; gerçi senHakk'ın tam bir mazhansın, fakat Hak'tan başkaşey-leri gönlünden çıkarıp gönlünü temizler ve onları perde yapmazsan, Allah 'in cemâlini eşyada apaçık görürsün. Eğer gaflet edersen, Hakk'ı göremezsin, demektir. Hakk'ı görmek, eşyadan perdeyi kaldırmakla olurmuş. Hazret-i Peygamber, "Ya Rabbi, bana eşyanın ha-
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) buyurur: "Erini el-eşyâe kemahi." Ya'ni "yâ Rab, bana eşyânun hakikatini göster." Eşyanın hakîkati Hak'dur; ya'ni yâ Rab cân gözümden gafleti kaldur, cemâlüni müşahede ideyüm, dimekdür. Zîrâ, cemî-i eşya hakîkatda Hakk'un vücûdundan sâdır olur. Zîrâ Bârî, gayet latîf ve hafâda olduğından müdrik ol-mazdı. Zâtında olan kemâl-i kudretini izhâr itmek içün görmek murâd itdi, halk yüzinden zuhur itdi. Ya'ni zâtı sıfatına tecellî itdi, dimek. Çün zâtı sı-fatına tecellî idüp sıfat yüzünden göründi ise bizüm sıfat zannetdüğümüz zâtdur. Et-tevhidü iskatü'l-izâfât, didükleri budur. Ya'ni sıfatı ref idüp zât gör-mekdür ki, tevhîd sahih olsun. Zîrâ Hak'dan gayrı vücûd isbat itmek şirkdür. Gayet naz ve istiğnada olup azamet-i sânından ötürü eşyayı zâtına perde idüp "len terânî" ilehalkdangizlendi.
Muhammediyye sahibinün (k.s);
"Yüzün seb'a'l-mesânîdür yerâhu men yerânîdür Velîkin len terânîdür tahayyertü bi hâteyni"
didüği buna işaretdür. Ya'ni gören, görünen kendü zâtı olur. Gayrı yok iken len terânî diye âlemi hay-rete saldı. Nitekim Niyâzî Sultân buyurur:
Zerreler zahir m'olurdı âfitâbı olmasa
Katreler kanda yağardı hiç sehâbı olmasa
Bahr-i zâtın mevcinün hiç haddi yok pâyânı yok Zahir olmazdı cihan anun habâbı olmasa
Herkes anlar hem görürdi yüzünü ey dost senün Kibriyâ-yı len terânîden nikâbı olmasa
Kim bilürdi zülfün ile kaşlarun ma'nâsını îki âlem gibi şerh eyler kitabı olmasa
Kurb-ı vahdet kuşesi haşri temâşâgâh idi Ey Niyâzî kimde kim cehlin azabı olmasa
İmdi ey cân-ı men senden ve benden ve cüm-leden, sen ve ben diyen oldur. Zîrâ, cân, zât-ı Bârî'den ayrı değil, ten anun sıfatıdur. Bârî-i Taâlâ zatında olan kemâl-i kudretini izhâr itmek murâd itdi ise görmeye göz lâzım, tutmaya el, işitmeğe kulak, yürümeğe ayak lazım oldıysa senün ve benüm vücuûdlanmuzı kendine âlet halk idüp "Nefahtü fîhi min ruhi" fehvasınca sana ve bana te-cellî idüp diri idüp gezdürdi. Ve murâd-ı aliyyesi senün ve benüm vücûdumda ne zuhura getürmek murâd itdi ise gerek hayır ve gerek şer, zuhura ge-türdi. Nitekim Bârî-i Taâlâ buyurdu: "Halaktü lieclî." Ya'ni zahir ma'nâsı sizi benüm içün halk itdüm, dimekdür. Bâtın mânâsı sizin vücûdınuzı zâtuma âlet halk idüp gözlerinüzden gören ve eli-nüzden tutan benüm. Ya'ni cemî-i ef'âl ve akvâl ve






kikatını göster." buyurmuştur. Eşyanın hakikati Hak'tır, yani ey Rabb'im can gözümden gafleti kaldır, cemâlini göreyim, demektir. Çünkü hakikatte bütün eşya, Hakk'ın vücudundan meydana gelir, yoksa Hak son derece latif ve gizli olduğundan idrâk etmek mümkün olmazdı. Kendi zâtında olan bütün kudretini göstermek ve görmek istedi, halk yüzünden göründü. Yani zâtı sı-fatına tecellî etti. Zâtı sıfatına tecellî edip sıfatı yüzünden göründüyse, bizim sıfat zannettiğimiz aslında zâttır. Tevhid, izafetleri kaldırmaktır, yani tevhid masivayı terk etmektir, dedikleri budur. Tevhid, sıfatı kaldırıp zâtı gör-mektir, böyle olursa tevhid sahih olur. Çünkü Hak'tan başka vücut, varlık olduğunu isbat etmek şirktir. Son de-rece naz ve istiğna sahibi olup büyüklüğü kendi şa-nından olduğu için, eşyayı zâtına perde yapıp, "beni gö-remezsin" (Araf, 143) hitabıyla halktan gizlendi.
Muhammediyye sahibinin, yüzün seb'a'l-mesânîdir, gören ve görünen kendisidir; fakat gö-remezsin hitabıyla halkı hayrette bıraktı, dediği buna işa-rettir. Yani gören ve görünen kendisidir; kendisinden başkası yokken göremezsin, diyerek halkı hayrette bıraktı.
Niyâzî-i Mısrî şöyle buyurur:
Güneş olmasa zerre görünür mü? Bulut olmasa yağmur damlaları nasıl yağardı?
Zât denizi dalgasının ucu bucağı yok; eğer onun hava kabarcıkları olmasa cihan ortaya çıkmazdı.
Ey dost, göremezsin şeklindeki yüce hitabının per-desi olmasa, senin yüzünü herkes görüp anlardı.
îki âlem gibi şerh eden, açıklayan bir kitap olmasa senin zülfün ile kaşlarının mânâsını kim bilirdi?
Ey Niyâzî, bir kimsede cehaletin azabı olmasa, vah-det yakınlığının köşesi, hasrı seyretme yeri olurdu.
Ey benim canım! Senden, benden ve bütün her-kesten sen ve ben diyen odur; çünkü can Hakk'ın zâtından ayrı değildir, ten onun sıfatıdır. Allah Taâlâ zâtındaki kudretini göstermeyi istediyse; görmeye göz, tutmaya el, işitmeğe kulak, yürümeye ayak lâzım ol-duysa, senin ve benim vücudumuzu kendisine vasıta ya-parak "Ben ona ruhumdan üfledim." (Hicr, 29) hitabına göre sana ve bana tecellî ederek bizi diriltip gezdirdi. Yüce muradı senin ve benim vücudumdan, hayır veya şer ne meydana getirmek istediyse getirdi. Nitekim "Sizi kendim için yarattım." buyurdu. Bâtın mânâsı sizin vü-cudunuzu kendi zâtıma âlet olarak yarattım; göz-lerinizden gören, elinizden tutan benim; yani bütün söz, fiil ve tasarruflarımı sizin vücudunuzla icra ederim, de-mektir. Niyâzî-iMısrî'nin, "Nefsini bilen Rabbini bilir."
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

tasarrufunu sizin vücûdunuzdan icra iderüm, di-
mekdür. Niyâzî Sultân'un:
"Men aref le mâ-rameyte izrameyte remzini Fark idiver mümkin ise ber-sebîl-i infirâd"
diye suâli budur. Cevabı aşağıda zikrolunur. Çün bizüm vücûdumuz Hak'dan bize emânet ve âriyetdür. Emaâneti sahibine tapşıran azâbdan emîn oldı. Nitekim Bârî-i Taâlâ buyurur: "înnâ aradne'l-emânete ale's-semâvâti ve'1-ardi ve'1-cibâli fe-ebeyne en yahmilnehâ ve eşfekne minhâ ve ha-melehe'l-insân. İnnehu kâne zalûmen cehûlâ."
Bu âyetde emânetten murâd, Hakk'un varlığı ve ef âl ve akvâli, zâtı ve sıfatı ve esması ve cemî-i tasarrufıdur. Zîrâ yer, gök, dağ, taş cemîi Hakk'un varlığıdur. Ve lâkin esmasını ve ef'âl ve akvâlini ve zât ve sıfatını ve cümle tasarrufmı insana yükledüp cümle kudretiyle ve tasarrufıyla insan yüzünden zuhur idüp görmez misin ki Bârî-i Taâlâ'nun gerek kahrı ve lutfı hâsıl-ı kelâm cemî-i tasarrufı zahiren ve bâtmen insan yüzinden zuhur ider. Bârî-i Taâlâ insan ve gerek hayvan terbiyesini insan yüzünden ider. Ve rızkını insan yüzünden virür. Bundan bari hisse al! Böyle ol.
İnsan Hakk'un görür gözü, tutar eli, söyler dili ve yürür ayağı imiş ve her veçhile Hakk'un âleti imiş. Bakmaz mısm ki Bârî-i Taâlâ'nun gerek ke-remi ve gerek lutfı ve gerek gazabı bil-cümle insan yüzinden zuhur içün Hak bizden söyleyüp ve görüp ve işidüp kavli ve fiili ve her tasarrufı bizüm yüzümüzden zuhur itdi ise vücudumuz Bârî-i Taâlâ'nun izhâr-ı kudrete ve tasarrufına âlet olup bizden bu tasarrufı ve bu hareketi iden Bârî-i Taâlâ olup bizdeki vücûd, varlık bizde Hak'dan emânet ve ariyet olduğını bilmeyüp Hakk'un varlığını ve tasarrufım kendü üzerümüze alup asâlet-i vücûd ve her tasarruf bizüm zannidüp kendümüzi nef-sümüze cehl ile zulm eyledük. Anmçün Peygamber (a.s.) buyurur: "Men arefe nefsehu fakad arefe Rab-behu" ya'ni nefsini bilen Allah'ı bilir. Ya'ni biz Hakk'a âlet olup bizüm vücûdumuzı gerek hayır ve gerek şer, kullanan Hak olup bizde gerek külliye ve gerek cüziyye irâde olmayup irâdetümüz ve ha-reketümüz Hakk'un bileliğiyle ve belki asalet Hakk'un olduğum bilüp varlığı Hakk'a virürsen zu-lümden, cehilden halâs oldun.
Benüm cânum, ilm-i zahirine gurur idüp veya kof akl-ı maaşın idrâk itmedüğinden bu nutuklardan hulul ve ittihâd anlama. Zîrâ hulul ve ittihâd, şerîatde nice ise hakikatde dahi küfürdür. Bârî-i Taâlâ hulul ve ittihâddan münezzehdür. Bundan bilelikden murâd bir taraf gizlenüp ve bir taraf var olmakdur. Belki bir taraf yok olup bir taraf var olmakdur. Bunda ilmin, aklın, hissin yolı yokdur. Mürşid-i kâmil huzûrında can ve baş feda idüp onun himmetiyle nûrânî ve zulmânî hicâblan bir bir geçmeyince bu sırlar bi-linmez. Zîrâ keşfe ve cezbeye muhtaçdur.



ile "Attığın zaman sen atmamıştın." sözlerinin sırrını eğer mümkün ise fark edip tek tek açıklayıver, diye sor-duğu budur. Cevabı aşağıda söylenir. Çünkü bizim vü-cudumuz Hak'tan bize verilmiş bir emanettir, geçicidir. Emaneti sahibine iade eden azaptan kurtulur. Allah Taâlâ şöyle buyurur: "Biz emaneti göklere, yere ve dağ-lara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir" (Ahzab, 72).
Bu âyetteki emanetten maksat, Hakk'ın varlığı, fi-illeri, sözleri, zâtı, sıfatları, isimleri ve bütün ta-sarruflarıdır. Çünkü yer, gök, dağ, taş; hepsi Hakk'ın varlığıdır; fakat Hak isimlerini, fiillerini, sözlerini, zât ve sıfatları ile bütün tasarruflarını insana yükledi. Bütün kudreti ve tasarrufuyla insan yüzünden zuhur eder. Gör-müyor musun, Hakk 'in gerek kahrı, gerek lutfu bütün ta-sarrufu zahir ve bâtında insan yüzünden zuhur eder. Rızkını insan yüzünden verir. Bari bundan hisse, ibret al! Böyle ol!
İnsan, Hakk'ın görür gözü, tutar eli, söyler dili ve yürür ayağı imiş; her surette Hakk'ın âleti imiş. Bakmaz mısın ki Allah'ın gerek keremi ve gerek lutfu veya ga zabının hepsi insan yüzünden zuhur eder. Hak bizim yü zümüzden söyler, görür ve işitir; söz, fiil ve her tasarrufu bizim yüzümüzden ortaya çıkıyorsa, vücudumuz Allah'ın kudretini göstermeye ve tasarrufuna âlettir. Bizde bu tasarruf ve hareketi yapan Hak'tır. Bizdeki bu vücudun Hakk'ın emaneti ve geçici olduğunu bilmeyip Hakk'ın varlık ve tasarrufunu kendi üzerimize alarak vü cudun aslı ile her tasarrufu bizim zannederek nefsimize cahillik ve zülüm yaptık. Bunun için Peygamber, "Nef sini bilen Rabbini bilir." buyurdu; yani nefsini bilen Allah'ı bilir. Bizim Hakk'a âlet olup vücudumuzda, hayır ve şer tasarruf eden Hak'tir. Bunu bilir, bizde külli veya cüz'î irade bulunmadığını, irade ve hareketimizin Hakk ile olduğunu ve aslının Hakk'ın olduğunu bilip varlığı Hakk'a verirsen, zulüm ve cahillikten kur tulursun.
Ey benim canım! Zahir ilmine güvenerek gu-rurlanma. Akl-ı maaşınla bunu idrak edemezsin; an-lamadığın için hulul ve ittihat zannetme. Çünkü hulul ve ittihat şeriatta nasılsa hakikatte de öylece küfürdür. Allah hulul ve ittihattan uzaktır. Bunda birliktelikten maksat, bir tarafın gizlenip bir tarafın var olmasıdır; belki bir taraf yok olup bir taraf var olmaktır. Bunda ilim, his ve aklın yolu yoktur. Kâmil bir mürşid huzurunda can ve baş feda edip onun himmetiyle nûrânî ve zulmânî perdeleri bir bir geçmeden bu sırlar bilinmez; çünkü keşif ve cezbeye muhtaçtır.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »

--------**********ŞİİRLER I

Burhânü 'l-Ârifîn 'den

Fâüâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün

Bir aceb sırra yetişdüm beni hayvan anlamaz
Defter-i benlüği sildüm ehl-i dîvân anlamaz
Bir acayip sırra ulaştım ki hayvan olan beni anlamaz.
Benlik defterini sildim, divan ehli olanlar anlamaz.
Âteş-i aşka yanaram her seher pervâne-vâr Doldı
sînem âteş ile nâr-ı sûzân anlamaz
Her seher vakti pervane gibi aşk ateşine yanarım.
Sinem ateş ile doldu, yakıcı ateş ona etki etmez.
Ben ki ol abdâl-ı aşkam kimse bilmez hâlümi
Bulmışam Hakk ile vuslat anı nâdân anlamaz
Ben o aşk abdalıyım ki, kimse halimi bilmez.
Hak ile vus-lat kılmışım, onu cahiller anlamaz.
Ki aceb mi ehl-i râza hâlümi keşf eylesem
Himmet-i merdân n'idüğin anı her cân anlamaz
Hâlimi sır ehline açsam şaşılır mı?
Mertlerin him-metinin ne olduğunu her can anlamaz.
Bulmışam mürşîd-i kâmil kâlümi hâl eyledi
İçmeyen dilden hayâtın âb-ı hayvan anlamaz
Sözü yaşantı haline getiren bir kâmil mürşid buldum.
Gönülden içmeyen ölümsüzlük suyunun hayat ver-mesini anlamaz.
Ben Selîm Dîvâne'yem varluğumı mahv eyledüm
Varlığından geçmeyenler sırr-ı Sübhân anlamaz
Ben Selim Dîvâne'yim, varlığımı yok ettim.
Varlığından geçmeyenler Sübhân 'in sırrını anlamazlar.
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Mesaj gönderen altan »


ll.a

Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
Hamdüli'llah nûr ile nûrâna irdüm ben bugün Açılup basîretüm irfana irdüm ben bugün
Allah 'a hamd olsun ki ben bugün nur ile nurlara ulaş tım. Bugün kalp gözüm açıldı, irfana ulaştım.

Âteş-i aşk ile yanup vâlih ü hayran iken
İrdi bir nûr-ı tecellî cana irdüm ben bugün
Aşk ateşiyle yanıp, şaşırmış, hayran bir durumdayken bir tecellî nuru erişti ve ben bugün cana kavuştum.

Eyledüm taklidi tahkik mâsivayı terk idüp Cezbe-i Rahman ile Sübhân'a irdüm ben bugün
Ben bugün mâsivayı (Allah 'tan başka her şeyi) terk edip taklidi gerçeğe çevirdim; Rahman 'in cezbesiyle Sübhân olan Allah 'a ulaştım.

Gitdi kesret geldi vahdet cümle âlem ser-te-ser Mahv olup suretle esma cana irdüm ben bugün
Kesret gitti, bütün âleme baştan başa vahdet geldi. Suret ve isimler yok olup ben bugün cana kavuştum.

Kalkdı cezbeyle vücûdı bu Selîm Dîvâne'nün "Küntü kenz"ün simyam kim kâna irdüm ben bugün
Bu Selim Divane'nin vücudu cezbeyle kalktı. "Küntü kenf'in (Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, âlemleri yarattım.) sırrıyım ki, ben bugün sırların kaynağına ulaştım.

Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün
Âteş-i aşka yakup cismümi biryân eyledün Kıldı celâlün tecellî beni vîrân eyledün
Vücudumu aşk ateşine yakıp kebap ettin. Celâlin tecellî eyledi, beni viran ettin.

Ey efendüm aşkımın ben dilde yakdum âteşin Külli kül oldı vücûdum hâke yeksan eyledün
Ey efendim, aşkının ateşini ben gönlümde yaktım, vü-cudum tamamen kül oldu, onu toprağa karıştırdın.

Aşk ile yanmakdı her dem âşıkun eğlencesi Cennetü'l-ahlâkı şâhum bana nîrân eyledün
Âşığın eğlencesi her zaman aşk ile yanmaktı. Ey şahım, yaratıklar cennetini (dünyayı) bana cehennem ettin.

"Len terânf'si Musâ'nun hep "terânf'dür bana Dahi cemâlün yüzinden bana seyrân eyledün
Hz. Musa'nın len terânîsi (Benigöremezsin: A'râf, 143) bana hep terânî (beni görürsün) 'dir, hem bana cemâlin yüzünden seyran eyledin.

Hâlüme itmem şikâyet ko yanayum aşkuna Dil-i vîrânemde çünki anı mihmân eyledün
Bırak aşkına yanayım, hâlimi kimseye bildirmem; çünkü onu viran gönlümde misafir ettin.
Çâr unsurdan cemâlün nûrmı arz eyleyüp Bu Selîm Dîvâne'yi vâlih ü hayran eyledün
Cemâlinin nurunu dört unsurdan (toprak, hava, su, ateş) gösterip, bu Selim Divane'yi şaşkın ve hayran ey-ledin

Cevapla

“►Diğerleri k.s.◄” sayfasına dön