Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Ahmed Er Rufaî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Ahmed er-Rifâî
(kaddesallahu sırrahu)

Burhanu'l-Müeyyed


Resim

"Rabbiyesir vela tuassir Rabbi temmim bil-hayır"
Rabbim işimi kolaylaştır, güçleştirme, Rabbim bu işi hayırla tamamla!


Resim

ÖNSÖZ

Ahmad er-Rifâî, Irak'ta Vâsıt'a bağlı Bataih kasabasının Hasan semtinde 512/1118 yılında doğdu.
Anne ve baba tarafından "seyyid" olduğunu elinizdeki eser (el-Burhânu'l-Müeyyed)'i onun sohbetlerinden derleyen müridi Şerefüddîn b. Abdüssemî el-Hâşimî el-Vâsıtî haber vermektedir. Ayrıca büyük ceddi İmam Ca'fer vasıtasıyla Hazreti Ebûbekir soyuyla da münasebettar olduğu bilinmektedir.
Kendi memleketinde yedi yaşında hıfzını ikmâl etti.
Aynı yıl babası Bağdat'ta vefât edince onun maddî ve manevî eğitimini dayısı Şeyh Mansûr üstlendi.
Bu yüzden dayısı, annesi ve kardeşleriyle beraber onları Vâsıt Nehrdakla'ya, yanına aldı.
Ahmed er-Rifâî, orada Şeyh Ebu'l-Fadl Ali el-Vâsıtî'nin derslerine devam etti.
Yirmi yaşına geldiğinde ulûm-i şer'iyyeyi ikmâl ettiği gibi tarikat hırkası giymeye de hak kazandığından şeyhi ve hocası Ebu’l-fadl ona "Ebu'l-alemeyn" (iki âlemi şeriat ve tarikat sahibi) lakabını vermişti.
Şeyhi el-Vâsitî'nin vefatı (539/1144)'ndan sonra memleketine dönerek orada babasının dergahında şeyhlik etti.
Yirmisekiz yaşında iken dayısı Şeyh Ebû Mansûr'un emriyle anne tarafından dedesi Şeyh Yahya Neccârinin Ümmü-âbi de'deki dergâhına geldi.
Dayısının vefatı Üzerine (540/1145) de o dergâhta postnişin oldu. Müridlerini halvete sokarak; cemaate sünnet-i Nebîyi ve esrâr-ı Kur'ân'ı anlatarak hizmetini sürdürdü.
Pek çok âlim ve devlet ricali onun sohbetlerine devam etti. Vefatı (578/1182)'dir.

Elinizde tercemesi bulunan “el-Burhanu'l-Müeyyed” den başka bizzat tasnif ettiği Hikem, müridi Şerefüddin b. Ab- düssemî'in onun sohbetlerinden derlediği en-Nizâmü'l- Hâs, Kırk Hadis, Hâlet-ü ehli'l-hakîka maallah ve el-Mecâlisü's Seniyye adlı eserleri ve gayr-ı matbû şiirleri vardır.
Bunlardan ilk üçü Hak Yolcusunun Düsturları adıyla Yaman Arıkan tarafından terceme edilmiş ve Erkam Yayınlarınca neşredilmiştir.
Hâlet-ü ehli'l-hakîka maallah'da Abdülkadir Akçiçek tarafından Onların Âlemi adıyla terceme edilmiştir ki, bu eser Kırk Hadis'in şerhi mahiyetindedir.
Müellifin Şerhu't-tenbîh adında fıkha dair bir eserinden de bahsedilmektedir.

Ahmed er-Rıfâî'nin el-Burhanü'l-Müeyyed adlı eseri herhangi bir tasnif ve sıra gözetilmeksizin nasihat ve irşad üslûbuyla pekçok konuyu ihtivâ etmektedir.
Eser genel olarak, Ahmed er-Rıfâî'nin vaaz ve sohbet notları havasında olduğundan havassa ve avama hitab eden fikirlere rastlamak mümkündür.
Eserdeki tevhid, semâ, manevî ölüm, şerîat-tarîkat münasebeti gibi muhtelif konuları tefrik için tercemede başlıklar koymayı tercih ettik.

Eserde mezhep imamlarından imam Şâfiî, imam Malik, ibn Hanbel, Ebû Hanife ve Ca'fer Sadık'ın müteşâbih konusunda görüşlerine yer verildiği halde hemen hiçbir kelamcının adının geçmemesi ilgi çekicidir.

el-Burhanü'l-Müeyyed'in Arapça muhtelif baskıları bulunmaktadır.
Bizim tercemeye esas kabul ettiğimiz Hüseyin Nazım el-Halvânî tarafından hadisleri Abdullah el-Herevî el-Habeşî'ye tahkik ettirilerek Şam'da neşredilen nüshadır.
Bu neşrin baş tarafında Ahmed er-Rifâî, hayatı, eserleri ve menkıbeleri ile ilgili uzunca bir bilgi verilmiştir.
Eserin Abdülhamid Han'ın kâtib-i sânîsi Kudsîzâde Kadri Bey tarafından yapılmış Osmanlıca bir tercemesi ve yeni harflerle yapılan bir iki neşri bulunmaktadır.
el-Burhanü'l-Müeyyed'in Arapça nüshasını teminde ve eserin hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen muhterem Hocam Prof. Dr. Mustafa Tahralıya burada teşekkürü bir vecîbe addederim.
Gayret bizden, tevfik Allah'tan.

H. Kâmil YILMAZ
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

ZÜHD'ÜN ESASI
Efendiler!
Zühd, Hak rızasına yönelenlerin atacağı ilk adımdır.
Zühdün esası, hikmetin başı olan ve Allah korkusu mânâsına gelen takva ile, her türlü hayrın merkezi demek olan, ins ve cinnin peygamberi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e ittiba’dır.
Rasûlullah'a ittibâın başlangıcı,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ameller niyyetlere göredir."
Hadisi mûcibince hâlis bir niyyettir.
Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine "Ya Rasûlallah! Cihâda giden, fakat bununla beraber dünyalık bir nimete ulaşmak arzusu da taşıyan bir adam hakkında ne buyurursunuz?" diye soran kişiye:
"
O'nun ecir ve sevabı olmaz." buyurmuşlardır.
Bunun üzerine orada bulunan sahabiler, bu cevaptan şaşkınlığa düşerek soruyu soran zâta: "
Bir daha sor, belki de Rasûlullah senin meramını anlamamıştır." dediler.
O zat tekrar: "
Bir adam cihâda gitmek istese ve dünyevî bir maksat da taşısa, sevab alır mı?" diye sordu.
Efendimiz aynı şekilde: "
Sevâb alamaz!" buyurdu.
Sahâbiler bu sefer daha büyük bir şaşkınlıkla, o adamdan suâli tekrarlamasını istediler.
O zât da "
Cihada gitmek isteyen, fakat dünyevî bir takım arzular da taşıyan kişi hakkında ne buyurursunuz?" diye suâlini tekrarladı. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Sevabı yoktur" buyurdu. Bu hadis-i şerif, sika râviler tarafından sahih senedle rivayet olunmuştur.

Bu ve benzeri hadislerle, amellerin iyi veyâ kötü neticelerinin niyyetlere bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bu duruma göre bütün amellerinizi hâlis bir niyyetle yapmağa çalışınız.
Her türlü iş ve hareketinizde Allah'tan korkunuz,
itikadî meselelerde Kitab ve Sünnet'teki müteşâbihlerin zâhirlerine bağlanıp kalmaktan da sakınınız.
Çünkü müteşâbihlerin zâhirlerine kapılıp kalmak küfürdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"
Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için müteşâbih âyetlerin ardına düşerler."

Sizin ve her mükellefin müteşâbihler hakkındaki tavrı "onların Allah tarafından Peygamberimize bildirilmiş bir şifre olduğuna ve bunla rın te'vili ile tafsiline me’mur bulunmadığına inanmaktan ibarettir.
Nitekim şânı yüce Mevlâ, bu hususta şöyle buyurur: "
Müteşâbihlerin te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gitmiş olanlar "O'na inandık, hepsi Rabbımız katındandır "derler."
Bu konuda geçmiş âlimlerin muttaki olanlarının izlediği yol; müteşâbihlerin zâhirlerinin ifâde ettiği mânâdan Allah'ı tenzih ederek "
müteşâbihlerin gerçek mânâlarını Allah'a havale etmektir." En sâlim yol da budur.
Ariflerden birine şânı yüce Hâlîk Teâlâ Hazretlerinden soruldu, o şöyle cevâp verdi:
Eğer O'nun zâtından soruyorsan, cevabı: "Zâtına benzer hiçbir şey yoktur" âyetidir.
Eğer sıfatlarından soruyorsan, cevabı: İhlâs Sûresindeki âyetlerdir:
"De ki O Allah birdir. Allah Sameddir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır ve başkası tarafından doğrulmamıştır. (Baba ve oğul değildir.) Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır."
Eğer isimlerinden yani esmâ-i hüsnâsından suâl ediyorsan, onun cevabı da: "O öyle Allah'tır ki, Ondan başka ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyen ve çok acıyandır." âyetleridir.
Eğer fiillerinden suâl ediyorsan onun da cevabı:
"O her ân yeni bir iştedir." âyet i kerîmesidir.”

İmamımız İmam Şafiî -radıyallahu anh- tevhid konusunda söylenenleri şöyle bir cümlede hulâsa edivermiştir:

"Halikını tanımaya çalışırken fikri bir varlığa takılan ve Halikını ona benzeten kimsenin düşüncesi teşbihtir ve o kimse Müşebbihe'dendir.
Fikrince hiçbir noktaya varamayıp mutlak bir yokluğa kail olan kimsenin düşüncesi ise bâtıldır.
Bir vücûdun varlığına kailim amma. O nu anlamaktan âcizim diyen kimsenin düşüncesi ise gerçek tevhiddir ve o zât gerçek muvahhiddir.”



Resim

Burhan: Delil, hüccet, isbat vasıtası. *
Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.
Müeyyed: Te'yid edilmiş. Doğrulanmış. Kuvvetlendirilmiş. Sağlam. Sağlamlaştırılmış. Tekzib edilmemiş. Yardım görmüş.
Postnişin: Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen.
Tasnif: Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek.
Zühd: Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek.
Takva: Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
Mûcib: (Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
İttibâ: Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.
Hâlis: Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen.
Ecir: Ecr. (C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. * Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukabil, karşılık. Sevab.
Sika: (C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse.
Sahih: Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz.
Rivayet: Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması.
Müteşâbih: Birbirine benzeyenler. *
Fık: Mânası açık olmayan âyet ve hadis. Kur'an-ı Kerim'in ve hadislerin mecazî mânalara gelen ifadeleri. "Muhkem" olmayan âyet veya hadis. * Zâhirî mânası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yoluyla hakikatlerin beyanında kullanılan ifade.
Tavır: (Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar.
Te'vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânasına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi)
Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
Me’mur: Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.
Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
Teşbih: (C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek.
Müşebbihe: Fls: İnsan biçiminde ilâh tasavvur edip suretlendiren bâtıl bir inanış. (Antropomorfizm) Mücessime de denir.
Bâtıl: Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi.
Kail: Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.
Muvahhid: Allah'ın birliğine inanan. Tevhid eden. * Birleştirici olan.


El Halik:
Resim



Resim

ResimRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Ameller niyyetlere göredir."
(buhâri, bed'ül-vahy, ı, talâk. 11; müslim, ımâre. 155; ebû dâvud, talâk, 11; nesei, tahâre, 59; ibn mâce. zühd, 26, İbn Hanbel, III, 266, 290; Ebû Davud, Cihâd. 24)


ResimEbuHüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam gelerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e: "Yâ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir?" diye sordu. Şu cevabı verdi: "Ona hiçbir sevab yoktur!" Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemde her seferinde: "Ona sevab yoktur!" diye cevap verdi."
(Ebu Dâvud, Cihâd 25, (2516).


Resim

"Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkar¬mak, kendilerine göre yorumlamak için müteşâbih âyetlerin ardına düşerler."

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

Resim“Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi): Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” (Âl-i İmrân 3/7)


"Zâtına benzer hiçbir şey yoktur" âyetidir:

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

“Fâtırus semâvâti vel ard(ardı), ceale lekum min enfusikum ezvâcen ve minel en’âmi ezvâcâ(ezvâcen), yezreukum fîh(fîhi), leyse ke mislihî şey’un, ve huves semîul basîr(basîru): O Gökleri ve yeri yaradan, size kendilerinizden çiftler yapmış, en'amdan da çiftler, sizi o suretle üretip duruyor, onun misli gibi bir şey yoktur ve o öyle semî' öyle basîrdir” (Şûrâ 42/11)

"De ki O Allah birdir. Allah Sameddir. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır ve başkası tarafından doğrulmamıştır. (Baba ve oğul değildir.) Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır.":


قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ

“Kul huvallâhu ehad(ehadun):
De, o: Allah tek bir (ehad)dir” (İhlâs 112/1)

اللَّهُ الصَّمَدُ

“Allâhus samed(samedu): Allah, o eksiksiz sameddir” (İhlâs 112/2)

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ

Lem yelid ve lem yûled: Doğurmadı ve doğurulmadı(İhlâs 112/3)

وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ

Ve lem yekun lehu kufuven ehad(ehadun): O'na bir küfüv (denk) de olmadı!(İhlâs 112/4)


-"O öyle Allah'tır ki, Ondan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyen ve çok acıyandır.":

هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ

ResimHuvallâhullezî lâ ilâhe illâ huve, âlimul gaybi veş şehâdeh(şehâdeti), huver rahmânur rahîm(rahîmu): O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur.(Haşr 59/22)


"O her ân yeni bir iştedir.":

Şe’eNULLAH:


يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ

ResimYes’ eluhu men fis semâvâti vel ard(ardı), kulle yevmin huve fî şe’nin: Göklerde ve yerde bulunan herkes, O'ndan ister. O, her an yaratma halindedir.(Rahmân 55/29)
****
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Hakk'ı Tenzîh

Efendiler!
Cenâb-ı Hakkı mahlûka tüm sıfatlarına ve yarattıklarının simâlarına benzemekten tenzih edin.
İstivâ'yı istikrar olarak tefsir ederek bu husûstaki inançlarınızı bulandırmayın. İstikrar, cisimlerin herhangi bir yerde yerleşmesi demektir ki, bu mânâdaki istiva, Allah'a hulûl isnâd etmek olur.
Halbuki Allah Teâlâ hulûlden münezzehtir. Cenâb-ı Hakk'a "
yukarıdadır, aşağıdadır" gibi sözlerle mekân izâfe etmekten, "el, yüz, göz" gibi organlar atfetmekten; "yukarıdan aşağı inmek, gelmek ve yer değiştirmek" gibi hareketler isnad etmekten sakınmalıdır.

Kitab, ve sünnette zahiri lâfızlarına uygun mânâ taşıyan muhkem hükümler bulunduğu gibi maksadı açık olmayan müteşâbihler de vardır.
Selef-i sâlihin müteşâbihler hakkında:
"
Zahirî mânâsına îman ve Allah'ı keyfiyetten ve varlıkların sîmâlarına benzetmekten tenzih ile beraber hakîkî mânâsını Allah'a ve Rasûlüne havale etmeli, diyorlardı. Bu hususta selef-i sâlihîn imamlarının şu sözünden başka sâlim yol yoktur: "Müteşâbihlerin zahirî anlamlarına îman etmekle beraber, bundan asıl maksadın ne olduğunu Allah'a ve Rasûlüne havale etmek, Cenâb-ı Bârî Hazretlerini sonradan yaratılan varlıkların sîmâsına benzemekten tenzih etmek, Kur'ân'da Hak Teâlâ Hazretleri kendi zâtını nasıl tavsif etmişse öylece okuyup geçmek; tefsir ve yorumuna başvurmamak."
Çünkü müteşâbihlerin tefsirine Allah ve Rasûlü'nden başka hiç kimse lâyıkıyla muktedir olamaz.
Size gereken ise, müteşâbih âyetleri Kitâbın aslından olan muhkem âyetlere hamletmekten ibârettir.
Zira müteşâbihler muhkem âyetlere muhalif olamazlar.

İmam Mâlik b. Enes Hazretlerine birisi, Kur'ân'daki:

"
Rahman, arş'ın üzerine istivâ etti", âyetinin mânâsını sorunca, İmâm Mâlik:
"
İstivâ malûm olmakla beraber keyfiyetini kavramak aklen mümkün değildir. İstivânın mevcûdiyetine inanmak boynumuza borçtur; fakat bu husûsu deşelemek ve bu konuda suâl sormak ise bid'attir, sakın sen bid’at erbâbından olmayasın." diyerek adamı huzûrundan kovdu.

İmam Şâfiî Hazretlerine aynı şey sorulduğunda o da:
- "
İstivayı herhangi bir şeye benzetmeden inandım. Ve herhangi bir misâl ile istivâyı izâha lüzûm görmeden kabûl ettim. Bunu idrâkten âcizliğimi itiraf ile, bu bahislere girip dalmaktan da dilimi tutuyorum." dedi.

İmam Ebû Hanife de şöyle demiştir:
"
Allah Teâlâ Hazretleri yerde midir, yoksa gökte midir, bilmiyorum." diyen kişi küfre düşmüş olur Çünkü bu söz Cenâb-ı Hakk a mekân izafe etmek mânâsınadır. Hak Teâlâ ya mekân izâfe eden, O'nu bir başka varlığa benzetmiş olacağından küfre düşer."

İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri ne "İstiva"dan sorulduğunda O da:
İstiva, Kurânda anlatıldığı gibidir, insanoğlunun kavrayabileceği şekilde değil” diye cevap vermiştir.

İmam Câfer Sâdık ise:
"
Hak Teâlâ Hazretlerini bir şeyin içinde, veya bir şeyden neş'et etmiş, veyahut da bir şeye yaslanmış olarak zanneden kimse şirke düşmüş olur. Çünkü O nun bir şeye dayanmış olması o şeye abanmış ve yüklenmiş olması demektir. Bir şeyin içinde olması, herhangi bir mekâna sığması ve orada mahsur bulunması demektir. Herhangi bir şeyden neş'et etmiş olması ise, O'nun sonradan var olması demektir." buyurarak bu telakkilerin bidat olduğunu ifâde etmiştir.



Resim
Simâ: Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet.
İstivâ: Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek.
İsnâd: Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
Münezzeh: (Nezahet. den) Tenzih edilmiş, teberri edilmiş. * Pâk, kusur ve noksanlıklardan uzak. Hiç bir şeye muhtaç olmayan. Kötülükten, kusurdan ve noksanlık gibi şeylerden tenzih edilen.
İzâfe: Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması.
Atf: Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle ilhak eylemek.
İsnad: Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
Selef-i sâlihin: Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in ilk rehberleri: Tabiîn ile Ashabın ileri gelenleri ve Tebe-i Tabiînden olan müslümanlar.
Istivâ: Kaplamak ve örtmek anlamına olup burada, Kur'ân'daki "Rahmân, arş'ı istiva etmiştir." Tâhâ, 20 / 5 ve benzeri diğer âyetlere telmih vardır. (Naşir)
Hulul: Allah'ın maddî şeylere girmesi, anlamına bâtıl bir inanç- tır. (Nâşir)
Muhkem: Emir ve nehiyleri, tevile muhtaç olmadan açık olarak belirten âyetlerdir. Müteşâbihin zıddıdır. (Naşir)
Keyfiyet: Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)
Havale: Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * Postadan gelen emanet kâğıdı.
Sâlim: Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
Bid’at: (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmayan şekiller, tarzlar, kurallar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı sapıklığa götürür.
Erbâb: f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis, başkan, şef.
Neş'et: Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak.


Resim

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى

"Er rahmânu alel arşistevâ: Rahman (olan Allah) arşa istiva etmiştir.(TâHâ 20/5)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

TALİBİ MEVLA OLMAK
Efendiler!
Kalblerinizi taleb-i Mevlâ'ya hasrediniz. Çünkü
"O Allah, size şah damarınızdan daha yakın olan ve "ilmiyle her şeyi kuşatmış bulunandır"

Din nasihattir; samimî öğüttür. Bu yüzden "Lâ ilahe illallah" kelime-i tevhidini söylediğiniz zaman tam bir ihlas ve samimiyetle söyleyin ki, mâsivaya gönlünüzde yer kalmasın. Nefis ve şeytanın ilka edeceği her türlü havâtır kalbinizden uzaklaşsın; ki bu havâtır, Cenâb-ı Hakk'ı herhangi bir varlığa benzetmek O'na "aşağıdadır, yukarıdadır, yakındır, uzaktır" gibi durumlar isnat etmektir. Amellerinizin mükâfatını sâlih amellerle almaya bakın. Nitekim Kâinatın Efendisi -sallallahu aleyhi ve sellem-;

"Ameller ancak niyyetlere göredir. Kişinin amelinin ecri niyyeti kadardır. Bir kimse Allah ve Rasulü için hicret ederse, onun hicreti Allah'a ve Rasulünedir, kimin de hicreti dünyalık ve hicret edeceği kadın için ise, onun hicreti de niyyet eylediği şeyedir." buyurmuştur.
İslâm binasının esasını teşkil eden amellerinizi sağlam yapınız Nitekim Rasûlullah -sallallahu aleyhi vesselem-:

"İslam beş esas üzerine binâ olunmuştur:
- Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlu bulunduğuna şehadet etmek,
- Namazı dosdoğru kılmak,
- Zekat Vermek,
- Hacca Gitmek,
-Ramazan orucu tutmak
" buyuruyor.

Dinde olmayan şeyleri dine katmaktan da sakının. Çünkü Peygamber -aleyhisselâm-:

"Şu bizim dinimizde olmayan birşeyi uydurup dine katmaya çalışanın bu davranışı reddolunur." buyurmaktadır.

Hakk Teâlâ ile muâmeleniz takvâ üzere, halk ile muameleniz sadâkat ve güzel ahlâk üzere olsun. Nefislerinize karşı tavrınız ve muâmeleniz ise, nefsin isteklerine muhalefet şeklinde olsun. Allah'ın çizdiği sınırlar önünde durun ve ilahi hududu çiğnemekten sakının. Hak Teâlâ Hazretleri :


" Allah ile sözleştiğiniz zaman ahdinizi yerine getirin."
"Peygamber -aleyhisselam- size neyi verirse onu alın. Neden de sizi men'ederse ondan vazgeçin." buyurmaktadır.

Allah ile muamelenizde ve insanlarla işelrinizde yalandan kat'i sûrette sakının. İddialı söz, Hakk'a da, halka da yalan söylemek demektir. Ubûdiyet, kulun kulluk makamını bilmesidir.


Din, ilâhî emirleri yapmak, yasaklardan sakınmaktır. Emirleri yaparken de, nehiylerden sakınırken de kulluğa yakışır tarzda bir teslimiyet ve tevazu göstermek lâzımdır.

İlahi emirlere sarılmak, kulu Allah'a yaklaştırır. Nehiylerden sakınmak ise, Allah korkusundandır. Amelsiz, gayretsiz Allah'a yaklaşmak mümkün değildir. Allah korkusuyla beraber günaha cüret etmek ise rezâlettir.

Taleb-i Mevlâ'yı, Rasûlullah'ın sünnetine uymada arayınız. Nefis ve hevânızla Hakk yola sâlik olmaktan da sakınınız. Tarîk-ı Hakk'a nefisleriyle sâlîk olmak isteyenler, daha ilk adımda sapıtırlar.




Resim

Hasretmek: kısaltmak. sadece bir şeye mahsus kılmak. bir şey için vakfetmek.

İhlas : (Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık.Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak.
Mâsiva: Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. (Bak: Taabbüd) (...Ey insan! Kur'anın desâtirindendir ki; Cenab-ı Hakkın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat ma'budiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler. M.N.)
İlka : Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak.
Havâtır : Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
İsnad : Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. Bir nesneye, bir şeye dayanmak. Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek.
Ecir: Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi. (Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı nev-i beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zirâ, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. S.)
Hicret : Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk zuhurunda, şeref ve izzetleri zedelenen Mekke'deki putperest müşrikler daima Hz. Peygamber'e su-i kastlar tertipliyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (A.S.M.) Mekke'yi bırakıp Medinelilerin dâvetini kabul ederek Hz. Ebu Bekir (R.A.) ile birlikte 622 senesinde hicrete mecbur oldu. Bu seneye Hicret senesi denildi. İslâm takvimlerinde "tarih", bu seneden başlar ve buna hicret yılı veya hicrî yıl denir. (Bak: Takvim-i Arabî)
Teşkil : Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek.
Muâmele: (C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş.
Takvâ : Bütün günahlardan kendini korumak. Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek.
Ahd : Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. Asır. Devir. Tevhid. Mukavele. Vasiyet.
Men etmek : Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek.
Ubûdiyet: Kulluk, kölelik.
Nehiy: Yasak etmek. Menetmek. Gr: Emrin menfi şekli.
Tevazu : Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. (Bak: Küfran-ı nimet)
Cüret : Yiğitlik, cesaret. Korkmayarak ileri atılmak.
Hevâ: İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. Nefsin zararlı ve günah olan arzuları.
Sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. Bir tarikat yolunda olan.


Resim

ResimMü'minlerin emiri Ebu Hafs Ömer b. el-Hattâb'tan (r.a) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:
Resûlullah'ı (s.a.v) şöyle derken işittim:
"Ameller niyetlere göre karşılık görür: Herkese niyet ettiği şey verilir. (Hicret ederken niyeti) Allah ve Rasulü olanın hicreti, Allah ve Rasulüne’dir. Kimin hicret ederken ki niyeti elde edeceği bir dünya malı veya evlenmek istediği bir kadınsa onun hicreti de onadır" .
(Buhâri, Talâk, 11; Müslim, İmâre, 155; Ebû Davud, Talâk, 11; Nesel, Tahâre, 59; İbn Mâce, Zühd, 26)


Resimİbn-i Ömer, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “İslâm beş esas üzerine binâ olunmuştur. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şahâdet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, haccetmek ve ramazan orucunu tutmak”.
(Buhârî, İmân, 1, 3; Müslim, îmân, 19, 22; Tirmizi, İmân, 3; Neşeî, İman, 13)


ResimAişe radıyallahu anha'dan rivayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez."

Müslim'in bir rivayeti şöyledir:

"Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, makbul değildir."
(Buhari, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18. Ayrıca bk. İbni Mace, Mukaddime 2)



Resim

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veridi: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.(Kaf 50/16)

يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلاَ يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لاَ يَرْضَى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا
Yestahfûne minen nâsi ve lâ yestahfûne minallâhi ve huve meahum iz yubeyyitûne mâ lâ yardâ minel kavl(kavli). Ve kânallâhu bi mâ ya’melûne muhîtâ(muhîtan): Bunlar, insanlardan (hainliklerini) gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. Oysa O, geceleyin istemediği şeyi kurarlarken onların yanı başlarındadır. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatmıştır."(Nisa 4/108)


وَأَوْفُواْ بِعَهْدِ اللّهِ إِذَا عَاهَدتُّمْ وَلاَ تَنقُضُواْ الأَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكِيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّهَ عَلَيْكُمْ كَفِيلاً إِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ
Ve evfû bi ahdillâhi izâ ahedtum ve lâ tenkudûl eymâne ba’de tevkîdihâ ve kad cealtumullâhe aleykum kefîlâ(kefîlen), innallâhe ya’lemu mâ tef’alûn(tef’alûne): Bir de anlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin ve pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Allah'ı üzerinize şahid tuttuğunuz halde, nasıl olur da bozarsınız! Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.(Nahl 16/91)

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum, ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh(vettekûllâhe), innallâhe şedîdul ikâb(ikâbi): Allah'ın peygamberine diğer memleketlerden tahvil buyurduğu fey'i de Allah'a peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış kimselere verilir; yalnızca içinizden zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın diye. Bir de peygamber size her ne emir verirse onu tutun, yasakladığından da sakının ve Allah'tan korkun; çünkü Allah, cezalandırması çetin olandır.”(Haşr 59/7)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Peygamberimize İTTİBÂ

Peygamberimizin şanını yüce tutunuz. Çünkü O, halk ile Hakk arasında aracı ve vâsıtadır. O, Allah'ın kulu, habîbi, peygamberi, mahlûkatının en mükemmeli, rasûllerinin en fazîletlisidir. Allah'a çağıran, Allah'tan haber getiren, O'ndan ilâhî vahyi alan hep O'dur. O, herkes için Zât-ı Rahmân'a açılan bir kapı ve Zât-ı Samedâniyye'ye ulaşan bir yoldur. Peygamber-i Zîşân'a ulaşan, gerçek vuslata ermiş olur. O'ndan ayrılan ise Hak'tan uzaklaşmış olur.
Nitekim O -sallallahu aleyhi ve sellem-:

"Getirdiğim ahkâm-ı ilahîyyeye nefslerinin arzularını tâbi kılamayanlar, kâmil mümin olamazlar." buyurmuştur.

Efendiler!
Biliniz ki, Peygamberimiz'in peygamberliği, hâl-i hayatında olduğu gibi, vefatından sonra da kıyamete kadar bâkîdir. Bütün insanlar, O'nun eski şerîatların hükümlerini ortadan kaldıran şeriatının muhatabıdır.

O'nun tazeliğini koruyarak devam eden mucizesi, Kur'ân'dır. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri:
"Söyle Habibim, insanlar ve cinler Kurân'ın bir benzerini meydana getirmek için toplansalar, hatta birbirlerine bu hususta yardımcı da olsalar yine O'nun bir misâlini ortaya koyamazlar." buyurmaktadır.

Efendiler!
Peygamber Efendimiz'in verdiği haberleri kabul etmeyenler Allah'ın kelâmını reddetmiş sayılırlar.

Biz, Allah'a, Kitabullâh'a ve Rasullullah'ın haber verdiği şeylerin hepsine inanırız. Allah Teâlâ buyuruyor:
"Kendilerine hidâyet ulaştıktan sonra, Rasûl-i Ekrem'e muhalefet edip zorluk çıkararak müminlerin yolundan başka bir yola sapanları, biz diledikleri gibi bırakırız ve sonra cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş mahallidir."

Resim
İttibâ: Bir kimseye uymak, birinin peşinden gitmek.
Habîbi: Sevgili.
Mahlûkat: Yaratılmışlar bütünü, mahluk un çoğulu.
Zîşân: Şanlı, ünlü, çok tanınmış.
Ahkâm: Kur'an ve Sünnetin içerdiği dini hükümlerdir.
Vuslat: Kavuşma (Sevgiliye kavuşma),Ulaşma, erişme, buluşma, beraber olma.
Bâkî: Sonlu ve ölümlü olmayan, sonsuz yaşayan, varlığı sürekli olan.
Zât-ı Rahmân:Merhamete muhraçların ve Merhametin yaratıcısı ALLAH celle celâluhunun zâtına SALL yolu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
er Rahmân:
Resim

Zât-ı Samedâniyye:Muhtaç olanları yaratan ve muhtaçlık vasfı bulunmayan ALLAH celle celâluhunun zâtına SALL yolu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem.
Es Samedu:

Resim

Resim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Arzuları benim getirdiğim (İslâm)'a uymadıkça, hiç biriniz (kâmil) mümin olamaz." (Nevevî, Kırk Hadis)

Resim

قُلْ لَءِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا الْقُرْانِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهيرًا

"Kul leinic temeatil insü vel cinnü ala ey ye’tu bi misli hazel kur’ani la ye’tune bi mislihi ve lev kane ba’duhüm li ba’din zahira"
Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir." (İsra, 17/88)


وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبيلِ الْمُؤْمِنينَ نُوَلِّه مَا تَوَلّى وَنُصْلِه جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصيرًا
Ve mey yüşakikir rasule mim ba’di ma tebeyyene lehül hüda ve yettebi’ ğayra sebilil mü’minine nüvellihi ma tevella ve nuslihi cehennem ve saet mesiyra
Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir. (Nisâ, 4 / 115)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Sahâbîlerin Fazîletî
Ashabın en faziletlisi Hazret-i Ebûbekir -radıyallahu anh- Efendimiz'dir. Sonra sırasıyla Ömer'ül- Faruk -radıyallahu anh-, Osman Zinnûreyn -radıyallahu anh- ve Hazreti Alî -kerremallahu vecheh ve radıyallahu anh-'dır.

Sahabîlerin hepsi -radıyallahu anhüm- gerçek bir hidâyet üzredirler. Peygamberimiz'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
"Ashabım yıldızlar gibidir. On-lardan hangisine tâbi olursanız hidayeti bulursunuz."

Ashâb-ı Kiram arasında zuhûr eden ihtilâflar hakkında ileri geri söz söylemekten sakınarak, onların güzel ahlâkını muhabbetlerini dile getirmek ve onları fazîletleriyle medh-u senâ etmek gerekir. Allah cümlesinden râzı olsun. Siz sahâbileri sevin ve onlardan bahsederek teberrük edin ki, onların ahlakıyla ahlâklanmaya gayret edesiniz.

Peygamber -aleyhisselâm- ashabına-:

- Size takvâyı tavsiye ederim ki, kulak verip itâat edesiniz. Bir köle size kumandan olsa, ona da itâat etmelisiniz."

- "İçinizden sağ kalanlar pek çok ihtilâflar görecekler. Bu zamanda size, benim sünnetime ve hulefâ-i raşidînin yoluna diş sıkıp bağlı kalmayı tavsiye ederim. Bid'atlerden sakının. Çünkü her bid'at dalâlettir."

Kalblerinizi ehl-i beyt muhabbetiyle tenvir ediniz. Çünkü ehl-i beyt, varlık âleminin parlayan nurları ve gönüllerin zıyâlı yıldızlarıdır. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri: "De ki: Ben sizden buna karşı yakınlara sevgiden başka bir ücret İstemem." buyurmaktadır.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de:

- "Ehl-i beytim hakkında Allah'tan korkun." buyurmuştur.

Allah kimin hakkında hayır murad ederse, ona peygamberinin ehl-i beyti hakkındaki vasiyyetine sarılmayı nasîb ederek onları sevdirir. Böylece bu kişi onları baştâcı eder, onlara tazim gösterir, himaye eder ve her hususta onlara riayetkar olur. Velhâsıl o kişi Peygamberimizin hukukuna riâyeti, onların hukukuna riayette görerek, onlara iyi muâmele ile Peygamberimizin sevgisini kazanır,

"Kişi sevdiğiyle beraberdir." buyurulmuştur.

Öyle ise Allah'ı seven Rasûlünü'de sever, Rasûlullah'ı seven O'nun ehl-i beytini de sever, onları seven de onlarla beraber bulunur. Zira onlar cedleri ve babaları Aleyhissalatü vesselâm ile beraberdirler.

Ehl-i beyti dâima kendinize takdim ediniz, kendizi onlara değil. Onlara yardım ve ikramda kusûr göster meyiniz ki, bu muâmelelerinizden hayır ve menfaat göresiniz.



Resim
Hulefa-i Raşidin: (Raşid Halifeler veya Dört Büyük Halife) (Arapça: الخلفاء الراشدون‎) İslam Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in vefatının ardından seçimle görev yapmış halifelerdir. Urducada Sünni referanslarla dört arkadaş (Urduca: چار یار‎ çar yar) olarak ifade edilmektedir.
Hilafet sırasıyla: Ebu Bekir-radıyallahu anh-, Ömer bin Hattab-radıyallahu anh-, Osman bin Affan-radıyallahu anh-, Ali bin Ebu Talib-kerremallahu vecheh ve radıyallahu anh-.Bazı kaynaklar buna sadece 6 ay gibi bir süre görev yapan Hasan bin Ali'yi de dahil ederler. Şii kaynaklarına göre hilafet Ali bin Ebu Talib-kerremallahu vecheh ve radıyallahu anh-'le başlar ve ardından imamlar gelir.
Medh-u sena:bir kimseyi veya bir durumu fazlasıyla övme.
Teberrük: Teberrük, bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek demektir. Uğur ve bereket saymak, ilahî hayra ortak olmak anlamına da gelir. Teberrüken, bereket ve saadet vesilesi olarak demektir.
Tenvir etmek : Bilgi vermek, aydınlatmak.


Resim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.buyurmuştur
(Beyhakî, el-Medhal, s.164, Kenzu’l-ummal, h. no: 1002)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktırbuyurdular.
(Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 16. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 6)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Ben size bir şey bırakacağım ki buna sarıldığınızda benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz bu şeylerin ikisini de birbirinden büyüktür. Gökten yere uzanan bir ip gibi olan ilahi nizam olan Allah’ın kitabı ve İtretim Ehli Beytim. Bu iki şey kıyamet günü havuz başında bana gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır. Bu iki şey hakkında bana nasıl uyacağınıza dikkat ediniz.
(Ebu Said el-Hudri ve Zeyd b. Erkamdan; Tirmizi, “Sünen”, Menakıb, hadis 3788)

Enes b Mâlik (ra)’den rivâyet edilmiştir. Bir adam Rasûlullah (sav)’e gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü kıyamet ne zaman kopacaktır?" Diye sordu Rasûlullah (sav), namaza kalktı ve namazını bitirince; Kıyametin kopmasını soran kimse nerededir?" Buyurdu Adam: "Benim Ey Allah’ın Rasûlü" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav):Kıyamet için ne hazırladın?buyurdu. Adam: Kıyamet için fazla namaz ve oruç hazırlayamadım, fakat ben Allah’ı ve Rasûlünü seviyorumdedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:Kişi sevdiğiyle beraberdir, sende sevdiğinle beraber olacaksın" buyurdu. Müslümanların Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar başka bir şeye sevindiklerini görmedim(Ebû Dâvûd, Edeb: 113; Müslim, Birr: 50)


Resim

ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَن يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَّزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ

Zâlikellezî yubeşşirullâhu ibâdehullezîne âmenû ve amilûs sâlihât(sâlihâti), kul lâ es’elukum aleyhi ecren illel meveddete fîl kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehu fîhâ husnâ(husnen), innellâhe gafûrun şekûr(şekûrun):İşte Allah'ın, âmenû olan (Allah'a ulaşmayı dileyen) ve salih amel (nefs tezkiyesi) işleyen kullarını müjdelediği budur. De ki: “Ben, ona (tebliğe) karşı bir ücret istemiyorum, yakınlıkta sevgiden başka. Ve kim hasene işlerse onun için güzellikleri artırırız. Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur (mağfiret eden), Şükredilen'dir.(ŞÛRÂ, 42/23)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Evliyâullah'a Hürmet

Evliyâullah'a yaklaşınız. Çünkü Kur'ân'da: "Gözünüzü açın, evliyâullah için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. Onlar Allah'a inanmış ve O'na karşı gelmekten sakınmışlardır." buyurulmuştur.

Velî, Allah'a inanan ve O'ndan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle sakınan Hak dostudur. Allah'ın dost edindiklerine düşmanlık beslemek yaraşmaz. Kudsî hadis kitaplarından birinde şöyle yazılıdır: "Benim evliyâmdan birine eziyet edene harp ilân ederim." Allah, velîleri namına gayyürdur; dostlarına düşkündür. Onlara eziyet edenlerden intikamlarını alır, onları sevenleri yine onlar için muhafaza eyler ve onlara iltica edenlere yardım eder. Evliyâullah, "Biz dünyada ve âhirette sizin dostlarınızız." hıtâb-ı ilâhîsinin muhâtabıdır. Öyleyse size gereken onları sevmek ve onlara yaklaşmaktır ki, bu sûretle bereketlere nâil olasınız. Evliyâullah ile beraber bulunun; çünkü "Onlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saâdete erecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır."

Efendiler!
Hak ve vazife sınırlarını iyi tahdid etmek lâzımdır. Haddi tecavüzden ve aşırılıktan sakının. Herkese maddî ve manevî derecelerine göre muamele edin.
Nev'-i beşerin en şereflisi peygamberlerdir. Peygamberlerin de en şereflisi, bizim peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'dir. O'ndan sonra halkın en şereflisi ise, O'nun ehl-i beyti ve ashabıdır. Onlardan sonra tabiîndir ki, onlar da en hayırlı asırda yaşamışlardır. Bu hususta icmâlî bilgi budur. Tafsilâtına gelince Kur'ân ve hadis nasslarının tâlîm buyurduğudur.


Kendi reyinizle amelden sûret-i katiyede sakının. Helake uğrayan kimseler genellikle kendi reyleriyie amel etmek sebebiyle helak olmuşlardır. Bu dîn-i mübinde asla rey ile hüküm verilmez. Rey ile hüküm ancak mubahlarda caiz olabilir. Nitekim Kur ân-ı Ke-rîm'de: "Bir mes'elede ihtilâfa düştüğünüz zaman onun hallini Allah'a ve Rasûlüne bırakınız." buyrulmuştur. Allah dostlarını hayırla yâd ediniz ve onların birini diğerinden fazîletli kabûl etme temâyülünden vazgeçiniz. Filvaki Allah Teâlâ onların bazısını bazısına daha faziletli kılarak muhtelif derecelere yükseltmiştir. Fakat onların derecelerini Allah'tan ve Allah'ın bildirdiği peygamberlerden başkası bilemez. İddia ve boş sözü bir yana bırakarak, bu mümtaz topluluğu teyid etmek lâzımdır. İhyâ-i sünnet ve terk-i bid'at ile Muhammedi yolun rükünlerini sağlamlaştırmak gerekir.


Resim
Gayyür : gayretli, çalışkan.
Tahdit etmek : Sınırlamak.
Nev'-i beşer : İnsanlar, beşer nev'i.
Sûret-i katiye : kesin olarak.
Tâbiîn : Peygamberimiz’in ashâbından biriyle görüşebilen kimse: Tâbiîn-i kirâmdandır. Teba-ı tâbiîn = Tabiinden biriyle görüşebilen.
İcmali : Kısa, topluca, tafsilâtsız.
Din i mübin : İslam dini.
Haddi tecavüz: Hududu-sınıırı aşmak.
Sûret-i katiye: Kesin şeiklde, mutlaka.
İhyâ-i sünnet: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem in uygulamalarını diriltme, tekrar onlara dönme.
Terk-i bid'at: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem den sonra ortaya çıkan uydurmaları terkedip kurtulmak.

Resim

Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ; Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur...
(Buhârî, Rikak, 38; İbn Mâce, Fıten, 16)


Resim

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

"E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne):Muhakkak ki Allah'ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?" (YUNUS 10/62)


الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ

"Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne):Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır." (YUNUS 10/63)

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ

"Em yekûlûnefterâh(yekûlûnefterâhu), bel huvel hakku min rabbike li tunzire kavmen mâ etâhum min nezîrin min kablike leallehum yehtedûn(yehtedûne):Yoksa "O'nu uydurdu" mu diyorlar? Hayır! O, Rabbinden bir haktır. Senden önce kendilerine nezir (peygamber) gelmemiş olan kavmi uyarman içindir. Umulur ki böylece onlar, hidayete ererler." (ES-SECDE 32/3)

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءهُمْ أَوْ أَبْنَاءهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُوْلَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُم بِرُوحٍ مِّنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُوْلَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ


"Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne):Allah'a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah'a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah'a ve O'nun Resûl'üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razı oldular. İşte onlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah'ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?" (MÜCADELE 58/22)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

"Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum, fe in tenâza’tum fî şey’in fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhir(âhiri). Zâlike hayrun ve ahsenu te’vîlâ(te’vîlen):Ey âmenû olanlar (îmân edenler)! Allah'a ve Resûl'e ve sizden olan idarecilere (emir verme yetkisinin sahiplerine) itaat edin. Bundan sonra eğer bir hususta ihtilâfa düşerseniz, o taktirde Allah'a ve ahiret gününe îmân ediyorsanız, onu Allah'a ve Resûl'üne götürün. Bu daha hayırlıdır ve tevîl (yorum) bakımından en güzelidir."(NİSA 4/59)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Sünnete Bağlılık

Efendiler!
Derviş, sünnet-i seniyyeye bağlı kaldıkça doğru yoldadır Sünnet i seniyyeden kıl kadar ayrılacak olursa yolunu şaşırmış sayılır. Tarik üzre yürüyen bu taifeye, sufiyye denilmiştir. Bu tâifeye, sûfiyye adının hangi sebeple verildiği meselesinde ihtilâf vardır. Bu ismin verilişinin sebebi, garib bir hadise olduğundan dervişlerin çoğu bunu bilmez. O da şu: Mudar kabilesinden Benû's Sûfe denilen bir topluluk vardır. Bu kabileden Gavs b. Merr b. Ad b Tabiha er-Rabît adlı bir adamın anası, ne kadar çocuk doğurdu ise hepsi ölür, hiç biri yaşamaz. Bunun üzerine bu kadın:
"Eğer bir oğlum yaşarsa, başına sûf (yün) bağlayarak Kâbe hizmetine verecegim." diye nezreder. Bu kadının bundan sonra doğan çocuğundan devam eden nesle "Benû's-Sûfe" denilmiş. Bunlar İslâm'ın zuhuruna kadar huccâca hizmet vazifesini yürütmüşlerdir.

İslâm gelince bunlar müslüman olmuşlar ve âbidler olarak temâyüz etmişlerdir. Hattâ bazılarının hadis bile rivâyet ettiği söylenir. Benû's-Sûfe denilen bu gruba ve bunlarla sohbet edenlere sûfî denilmiştir. Veyâ diğer bir görüşe göre kendilerini ibâdete verenler, yünlü (sûf) elbise giydiklerinden kendilerine sûfî denilmiştir.

Tasavvuf ehli arasında bu kelimenin iştikakı hakkında muhtelif görüşlere sahip olanlar vardır. Meselâ bunlardan bir kısmı da sûfî kelimesinin safvet-i kalb mânâsına gelen safâdan geldiğine kaildir. Bazıları da musâfâtdan geldiğini söylerler. Bunların hepsi mânâ yönünden doğrudur. Çünkü tasavvuf ehli safâyı da musâfâtı da iltizâm ederler. Sûfîler zahirî adaba riâyetle bunun bâtınî âdaba delâlet ettiğini söylerler. Zâhir âdabının güzelliği, bâtınî âdabın ifadesidir. Zâhirî edebi bilmeyene, bâtın edeb husûsunda nasıl güvenilebilir.


Edeblerin kemâli, Rasûl-i Ekrem (s.a.)'e söz, fiil, hâl ve ahlâk cihetinden tam ittibâdan ibârettir. Bu yüzden sûfînin âdâbı, bulunduğu makamı gösterir. Sûfînin sözleri, fiilleri, halleri ve ahlâkı, şeriat ölçüsüne vurulunca amelinin ağırlık ve hafifliği de ortaya çıkar.

Peygamber (s.a.)'in ahlâkı Kur'ân'dan ibaretti. Nitekim Hakk Teâlâ: "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır." buyurmaktadır. Şu halde zahirî âdâba riâyet edenler, sûfîlik halkasına dâhil olur ve onlardan sayılırlar. Zâhirî âdâba riâyet etmeyenler ise, sûfîler arasında bulunsalar bile onlara yabancı sayılırlar, süfîler böylelerini bilirler. Çünkü onlardan olmanın delîli, âdâb-ı zahirîyi tatbiktir. Değilse fazlalık olur. Nitekim Ruveym: "Tasavvuf edebden ibarettir!" diyor. Sûfîlerin edebden kasdettikleri, şer'i mânâda bir edebdir. Sen müteşerri olmaya bak, hasedcileri bırak, varsın onlar iftira ededursunlar, istediklerini sana isnâd etsinler.


Nitekim şâir:
Bana iftira edene aldırmam.
Allah nezdinde o iftirâdan uzak olduğum muhakkak olduğu sürece...
Ve Rabbımın katında iç dünyam bundan uzak bulunduğu müddetçe...
İftirâcılar garib şeyler söylerse de onların bana bir zararı olmaz.


Ey Hakk yolcusu! Kendinde varlık hissederek sakın gurura, kibire kapılma! Çünkü ucüb, gurur ve kibir, insanı helâke götüren şeylerdir. İnsanları hor, kendini büyük görenler Allah'a yakınlığa yol bulamazlar.

Ey kardeş! Ben neyim? Sen nesin? Aslında hepimiz, evveli murdar su ve sonu da murdar etten ibâret âciz vaklıklar değil miyiz?
Cesedin şerefi, akıl denilen kıymettar varlıktır. Akıl, insan nefsini kendi sınırları içinde bağlayan bir bağdır.
Nitekim akıl, nefsi bağlayıp ona şer'î sınırı çiğnetmedikçe akıldır. Akıl, şer'î hudûdu redd ve kabûl husûsunda tereddüde düşecek olursa, o akıl değildir.
Kişi akıldan mahrum olunca insanlık cevherinden mahrûm kalmış demektir. Cevher olmayınca insanlık şerefi de gider, geriye izzet ve yüceliğe lâyık olmayan sıklet ve kesâfet yığını kalır. Eğer akıl tam ve mükemmel olursa o zaman hüküm ve hikmet sâhibi bir cevher olarak ortaya çıkar ki, o cevher sultanların ve kisrâların tâcını süsleyecek bir cevherdir.


Aklın mertebelerinin birincisi, insanı yalancı benlik duygusundan, mânâsız iddiâlardan, "asarım, keserim" gibi alıp vermelerden kurtarmasıdır.

Akıl, kendi kendine böyle bir makam verince, kendi sıfatını yüceltmiş olur. Halbuki ona yakışan, bir topraktan yaratılmış olduğunu ve nihâyetinin de toprak olacağını bilmesi, başlangıç ve nihâyet arasında bulunan hâline münasip söz ve hâli icra etmesidir.

Her müslümanın kalbinde bir vâiz-i ilâhî vardır. Nasîhatçısı kendi içinden olmayan kişi, edilecek vaaz ve nasîhattan müstefîd olamaz. Kalbi gafil olan vaazdan ne anlayabilir ki?

Sehl Hazretleri: "Gaflet kalbin kararmasıdır." diyor. Seyyidü'l-enâm Efendimiz (s.a.) de hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "Dikkat ediniz ki insan vücûdunda bir et parçası vardır, o sağlam olursa bütün vücûd sağlam olur, o bozuk olursa bütün vücûd bozulur. O da kalbdir."

Ey kardeşim!
Nasihatlarımdan istifâde etmeye çalış! Ben de senin nasihatlarından istifâdeye çalışayım. Bu karşılıklı istifâde, ihlâsa bağlıdır. Sen öğrenmenin zorluğunu seçtiğinden benden daha güzel bir haldesin. Çünkü ben, öğretmenin lezzetiyle sarhoş haldeyim. Ama ben de hakîr nefsime galebe çalarak:
"Hak Teâlâ sana ilim öğretme şerefini, ihvâna ilim öğretesin diye nasib etti. Çünkü bildiğini gizleyenlerin ağızlarına âhiret gününde ateşten bir gem vurulacağından ve bazan ilim öğrenenler içinde senden daha ziyâde makbûl kişiler bulunup senin anlayamadığını sana anlatabilceklerdir." deyip nefsime galebe ile yalancı kibrimi yendim. Böylece o nefsim, öğretmenin değerini anladı ve taşkınlığı zâil oldu. Şu halde benim nefsim şimdi bahtiyardır. Senin de böyle yaparak nefsine fırsat vermemen gerekir.

Ey kardeşim!
Nefsine galebe çalıp onu öğrenmeye mecbûr edebilir, ilim yoluna girerek nefsin isteklerini keser, izzet, ilim, haseb, neseb, mal ve menâlin yerine hikmete yönelirsen, tam bir kurtuluşa erersin. Nefsini her nefes hesaba çekmez ve kusurlarından dolayı azarlamazsan -bizim anlayaşımıza göre- Hakk erleri dîvânına duramazsın.

Efendiler!
Ben şeyh değilim, bu cemiyetin önde gelenlerinden de değilim. Vâiz ve muallim de değilim. Bu âlemde Allah'ın kullarına şeyhlik edebilmek iddiâsını hatırıma getirirsem Firavn ve Hâmân ile haşrolunayım. Ben ilâhi rahmete mazhar olmuş bir müslüman olmayı isterim ki bu az bir nimet değildir.

İslâmiyet, Allah'a vuslata götüren bir habl-i metin; sağlam bir iptir. Müslüman olmadan yapılan ibâdet, insanların ve cinlerin ibâdetleri kadar da olsa, o kimseyi Hakk'tan uzaklaştırmaktan ve Cenâb-ı Allah'ın gadabını celbetmekten başka bir işe yaramaz. Bir müslüman da bunun aksine, insanların ve cinlerin günahları kadar günah işlemiş bulunsa, yine de ubudiyetten hissedârdır. Çünkü bu gibiler hakkında Cenâb-ı Mevlâ;


"Ey kendilerine kötülükte aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar."


buyurmaktadır. Öyleyse, Allah'a ulaşmayı sağlayan bağları İslami esaslarla sağlamlaştırın.

"Müslüman; elinden ve dilinden bütün müslümanların sâlim bulunduğu kimsedir." Nerede o sadakat ehli kişiler ki insanlara iyiliği anlatsın da kendileri de onu işlemiş bulunsun?! Nerede o îman-ı kâmil rahipleri ki, her nerede bulunduğuna bakmaksızın hikmet peşinde koşarlar.


İmanın ve sıdkın kemâli, kendi nefsine nasihat, başkalarına menfaat vermek, hikmeti her nerede olursa almaktır. Dervişânın hepsi ve sûfîye ricalinin tamamı, benden hayırlıdır. Ben "hiç" olan Ahmedceğizim, hattâ "hiç" bile değilim.

Sözün doğrusu şu ki, sûfî, gönlü kâinatın sıkıntılarından temiz olduğu halde kendinden başkalarında bir farklılık ve meziyet görmeyendir; zîrâ Hakk Teâlâ böyle emretmiştir. Allah'a andolsun ki, mâsivâya nazardan gözünü pâk eyleyen kulların ahlâkı da böyledir.

Kardeşim, sen başka, nefsin başka. Nefsin sen değildir. Gözünün her gördüğü, şekil ve keyfiyetiyle kalbinde bir tahayyül bırakan herşey gayrdır, mâsivâdır, Hakk değildir, Rabbımız'ın keyfiyetini idraklar kavrayamaz, gözler anlayamaz.


Resim

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: İnsan vücûdunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücud düzelir, o bozulduğunda bütün vücud bozulur. İyi bilin ki, o et parçası kalbdir.(Buhârî, İmân, 39; Müslim, Musâkât, 107)


اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ النَّاسُ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.buyurdu. (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân,8 )

Resim


وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَّا فَرَّطْنَا فِي الكِتَابِ مِن شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ

Resim---“Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum, mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in summe ilâ rabbihim yuhşerûn(yuhşerûne): Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadiyle uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rableri(nin huzûru)na toplanacaklardır. (En'âm, 6/38)


قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

Resim---Kul yâ ıbâdiyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh(rahmetillâhi), innallâhe yagfiruz zunûbe cemîâ(cemîan), innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu): De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.(Zûmer, 39/53)

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

KERAMET
Ey kardeş!
Senin keramet ızhârıyla ferahlanıp böbürlenmen­den korkarım. Evliyâullah kerameti, kadınların hayızlarını gizlemesi gibi gizlemeye özen göstermişlerdir.

Ey kardeş!

Kerâmet yücedir, onu ikram eden Yüce Zât'a nisbetle; bize nisbet edilince hiçbir değeri yoktur. Kerîm olan Allah'ın ikramı olması münasebetiyle kerâmet, değerli ve şerefli bir ikram olup kalben tâzim ile telâk­ki olunur. Kerâmetin kula nisbet edilen lâfızlara intika­li ise hiç meşâbesindedir. Kâmil velîler, kerâmetin ku­la nisbetinin, Kadîm; yani ezeli sıfatın hadis; yani son­radan olana nisbeti gibi görünmesinden korkarak kerametlerini gizlerler. Çünkü kerâmeti kulun kendine izafe etmesi, mânen öldürücü bir zehir demektir.

Biz, Allah doyurmazsa hep aç, giydirmezse hep çıplak olan âcizleriz. Allah bize hidâyet vermezse büs­bütün dalâlette kalırız. Aklı başında olanın yapacağı, sıkıntı veyâ genişlik zamanlarında Kerîm olan Allah'ın dergâhına ilticâdan başka ne olabilir? Mahlûk nedir ki? Zayıf, âciz, muhtaç ve hiç.

Allah Teâlâ muttakî dostlarına, velî kullarına kerâ­met ihsan buyurmuş ve onlar eliyle bâzı hârikalar iz­hâr eylemiş ve onları rûh-i ilâhî ile teyid etmiştir. Onların nûrunu yüceltmiş ve kalblerini mâsivâ meşguliye­tinden arındırmıştır. Allah'tan korktukları için Cenâb-ı Hakk onları cennette kurb-i ilâhîde iskân buyuracak ve cennette de onlara cemâl-i dîdârını göstererek ik­ram edecektir. Nitekim:


"Allah'tan korkarak nefsinin arzularına tâ­bi olmayanların varacakları yer cennettir." buyurulmuştur. Nefsin isteklerinin en kötüsü mâsivâya değer vermek ve halkın Hakk ile meşguliyete perde olmasıdır.

Akıllı kişi, hangi düşünce ile Hâlık'ı bırakıp mah­lûka yönelebilir?

Cenâb-ı Hakk'tan başkasının bu âlemde az veyâ çok, cüz'î veya küllî bir tesirinin bulunduğuna inanmak şirktir. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Abdullah b. Abbâs (r.a.)'a şöyle buyurmuştur.


"Ey delikanlı! Sana bir kaç söz öğreteyim. Cenâb-ı Hakk'ın hukukunu muhafaza et ki, O da seni korusun. O'nun hukukunu korursan O'nu ya­nında bulursun. İhtiyacını Allah'tan iste. Yardıma muhtâç olduğunda yine O'ndan yardım dile. Bilmiş ol ki bu millet sana fayda vermek için bir araya gelseler, Allah'ın sana takdir ettiğinden fazlasını vermeye güçleri yetmez. Aksine sana zarar vermek üzere bir araya gelseler, Allah'ın sana takdir buyur­duğundan başka bir sûrette zarar veremezler. Ka­lemler yazacaklarını yazdı, sahîfeler de kurudu." Yani mukadderât-ı ilâhî ilm-i ezelî'de neyi takdîr bu yurmuşsa ondan fazlası olamaz.

Efendiler!

Sûfiyye tâifesi fırkalara ayrılmıştır, Ahmedcik ise, züll ü inkisâr sâhibi muztar ve fakîr kimselerle kalmış­tır. Sizi Allah'a iftirâ etmekten sakınmaya çağırırım. Nitekim Hakk Teâlâ:


"Allah hakkında yalan söyleyenden daha zâ­lim kim var?" buyurmuştur.

Rivâyete göre Hallâc: "Ene'l-Hak" demiştir. Hal­lâc vehmine tâbi olduğu için hatâ etmiştir. Eğer Hakk'a tâbi olsaydı
"Enel-Hakk = Ben Hakkım" de­mezdi. Onun vahdetîliğe çağrırıştıran bazı şiirlerinden bahsediliyor. Bunlar ve benzeri vahdetîliğe (panteizm'e) âit sözler hep bâtıldır. Hallâc'ı vuslat ehli ricâlden göremem. Vahdet deryâsından içmemiş ve ona da ulaşmamış, küçük bir sadâ işiterek vehme kapılmış ve halden hâle dûçâr olmuştur, sanırım.

Cenab-ı Hakk'a mânen yakınlığı arttığı halde, havf ve haşyeti artmayan kimse her ân, ilâhî bir tuza­ğa düşebilir. Bu yüzden size böyle çetrefil mes'elelerde söz söylemekten vazgeçmeyi salık veririm. Çünkü bunlar mânâsız boş sözlerdir. Geçmiş büyük âlimlerimizin yolu, şer'î hudûda riâyetti, şer'î hudûda tecavüz­den sakınırlardı.

Allah için söyleyin, hudûd-i ilâhîyi câhilden başka kim tecavüz eder? Kuyuya körlerden başka kim adımı­nı atar? Bu tecavüz de nedir?

Bu haddi tecavüze meraklı insana bir açlık ve su­suzluk yeter, uykuya mağlub olur, bir ağrıya dayana­maz, ihtiyarlıkta tâkattan düşer, yorgunluğa sabredemez, yokluğa tahammül gösteremez. Bu derece zayıf olan kul nerede,
"Bugün saltanat kimindir?!" âyetinin sâhibi Allah nerede?

Kişi ihvân arasında haddini bilmeyip sınırı tecavüz ederse, huzûr-ı ilâhî'de nâkıs olarak kaydolunur.

Haddi tecâvüz, ilim noksanlığından ve dikbaşlılıktandır ki bu hal, onu iddiâcı ve kavgacı yapar, gaflete düşürür, gaflet perdesiyle perdeler. Sûfîlerden bir grup tahdîs-i nîmet olarak bazı sözler söylemişlerse de meşrû sınırı tecâvüz etmemişlerdir.

Velâyet, ne Fir'avnlık, ne de Nemrûdluktur. Çün­kü ancak Fır'avn:
"Ben sizin en büyük Rabbınız değil miyim?" demişti. Velîler serdârı ve nebîler sul­tânı (s.a.) da: "Ben melik değilim." buyurarak yüce­lik, üstünlük ve riyâset elbisesini üstünden çıkardığını ifade etmiştir. Hakk Teâlâ: "Ey suçlular! Bugün mü'minlerden ayrılın!" buyurduğu halde, âriflerden böyle bir takım sözler söylemeye kim cür'et ede­bilir?"

Hâcetini Allah'a arzetmek müminlerin sıfatıdır. Allah Teâlâ buyurmuştur: "Ey insanlar! Siz dâima Allah'a karşı fakirsiniz, ihtiyaç sâhibisiniz."

Bu anlattığım, sûfiye tabakasının ilmidir ki siz, bu ilmi öğrenmeğe çalışın. Bu zamanda cezebât-ı Rabbâ­niye azalmıştır. Şikâyetlerinizi her husûsta Allah'a arz ediniz. Aklı başında olan kişi, melik ve sultanlara şika­yette bulunmaz. Çünkü akıllı kişilerin bütün amelleri Allah içindir.

Efendiler!

Bütün bu size söylediklerim, kendimin ahlâk ola­rak benimsediğim ve yaptığım şeylerdir. Bu yüzden bana bir bahâne bulamazsınız. Bir vâiz, kadı veya mü­derris ile görüştüğünüz zaman, onun söylediklerinden Allah kelâmı, Peygamber sözü ve adi ile muâmele eden din büyüklerinin sözlerini tereddüdsüz kabûl edi­niz. Çünkü bu sözler, haktır. Bunlardan fazlasını da bı­rakın. Peygamberimiz (s.a.)'in beyanlarında olmayan bir şeyi O'na izâfe edecek olurlarsa, onu yüzüne çalın, reddedin. Peygamber (s.a.)'in emrine muhalefet et­mekten şiddetle sakının. Nitekim Allah Tealâ:


- "Peygamberimizin davetini, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın, Allah içiniz­den sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. O'nun buyru­ğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ­nın gelmesinden veya can yakıcı bir azâba uğra­maktan sakınsınlar."

Irak, bir zamanlar meşâyıh ve arifler diyârıydı. Ya­zık ki onlar hep öldüler. Siz Allah için onlara tâbi olu­nuz. Güzel ahlâkınızla onlara halef olunuz. Sıhhat-i sadâkatla onları izleyiniz. "Onların ardından namazı bırakan, şehvetlerine tabi olan bir nesil geldi." âyet-i kelimesindeki tavsîfe lâyık düşmemeye çalışınız.



Resim

Resim---Rasûlullah (s.a.), Abdullah b. Abbâs (r.a.)'a şöyle buyurmuştur.

"Ey delikanlı! Sana bir kaç söz öğreteyim. Cenâb-ı Hakk'ın hukukunu muhafaza et ki, O da seni korusun. O'nun hukukunu korursan O'nu ya­nında bulursun. İhtiyacını Allah'tan iste. Yardıma muhtâç olduğunda yine O'ndan yardım dile. Bilmiş ol ki bu millet sana fayda vermek için bir araya gelseler, Allah'ın sana takdir ettiğinden fazlasını vermeye güçleri yetmez. Aksine sana zarar vermek üzere bir araya gelseler, Allah'ın sana takdir buyur­duğundan başka bir sûrette zarar veremezler. Ka­lemler yazacaklarını yazdı, sahîfeler de kurudu."(Tırmizî, Kıyâmet, 59)

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:
Bir gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
“–Yavrucuğum, sana bâzı kâideler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu:
“–Allâh’ın buyruklarını gözet ki, Allâh da seni gözetip korusun. Allâh’ın (rızâsını) her işte önde tutarsan, Allâh’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allâh’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allâh’tan dile!..

(Tirmizî, Kıyâmet, 59/2516)

Resim---- Ebu Mes'ud radiyallahu anh anlatiyor: "(Bir gun) Resulullah aleyhissalatu vesselam'a bir adam gelmisti. (Bir muddet) Efendimizle konustu. Bu sirada adamcagiz (duydugu korkudan) omuzlari titremeye basladi. Bunun uzerine Aleyhissalatu vesselam adama: "Sakin ol! Ben bir kral degilim, ben kadid (guneste kurutulmus et) yiyen bir kadinin ogluyum" buyurdular."(İbn Mâce, Et'ıme, 30) (Kütübü sitte 6938)


Resim

Resim

Resim---وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى
Ve emmâ men hâfe makâme rabbihî ve nehennefse anil hevâ.

فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَىفَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَى
Resim---Fe innel cennete hiyel me’vâ.Fe innel cennete hiyel me’vâ.
Ve fakat, kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsini heveslerinden nehyetmiş ise (heveslerine uymamışsa).O taktirde, muhakkak ki cennet, o, barınacak yerdir.
(NÂZİÂT 79/40-41)

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءهُ أَلَيْسَ فِي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِّلْكَافِرِينَ
Resim---Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhi keziben ev kezzebe bil hakkı lemmâ câeh(câehu), e leyse fî cehenneme mesven lil kâfirîn(kâfirîne).
Ve Allah'a yalanla iftira edenden veya kendisine hak geldiği zaman onu tekzip edenden (yalanlayandan) daha zalim kim vardır? Kâfirler için barınacak yer cehennemde değil mi?
(ANKEBÛT 29/68)

يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Resim---Yevme hum bârizûn(bârizûne) lâ yahfâ alâllâhi min hum şey’un, li menil mulkul yevm(yevme), lillâhil vâhidil kahhâr(kahhâri).
Onların bariz olduğu (ortaya çıktığı) gün onlardan (hiç)bir şey Allah'a gizli kalmaz. O gün mülk kimindir? Tek ve Kahhar olan Allah'ındır.
(MU'MİN 40 /16)

فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Resim---Fe kâle ene rabbukumul a’lâ.
Sonra da (firavun) dedi ki: “Ben sizin çok yüce Rabbinizim.”
(NÂZİÂT 79/24)

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
Resim---Vemtâzûl yevme eyyuhel mucrimûn(mucrimûne).
Ve ey mücrimler (suçlular)! Bugün ayrılın (bir kenara çekilin).
(YÂSÎN 36/59)

يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
Yâ eyyuhen nâsu entumul fukarâu ilâllâhi, vallâhu huvel ganiyyul hamîd(hamîdu).
Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.
(FÂTIR 35/15)

لَا تَجْعَلُوا دُعَاء الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاء بَعْضِكُم بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Resim---Lâ tec’alû duâer resûli beynekum ke duâi ba’dıkum ba’da(ba’den), kad ya’lemullâhullezîne yetesellelûne minkum livâzâ(livâzen), fel yahzerillezîne yuhâlifûne an emrihî en tusîbehum fitnetun ev yusîbehum azâbun elîm(elîmun).
(Ey inananlar!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. İçinizden biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.
(NÛR 24/63)

فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا
Resim---Fe halefe min ba’dihim halfun edâus salâte vettebeûş şehevâti fe sevfe yelkavne gayyâ(gayyen).
Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevî tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.
(MERYEM 19/59)

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

EDEB VE ŞÜKÜR

Ey kardeşlerim?
Yârın huzuru ilahide beni mahcûb etmeyin. İyi amel sâhibi kimseler hep göçüp gittiler. Dervişin her nefesi kibrit-i ahmerden daha değerlidir. Vakitlerinizi boşa harcamayın. Zaman öyle bir kılıçtır ki, derviş onu iyi amellerle kat etmezse, zaman onu keser. Hakk Teala buyuruyor:

"Rahman olan Allah'ı görmemezlikten gelene, yanından ayrılmayacak şeytanı arkadaş veririz."

Edeb husûsunda dikkatli olun. Çünkü edeb, zekâtın kapısıdır. Anlatıldığına göre Said b. el-Müseyyib şöyle demiştir;
"Üzerinde bulunan hukuk-ı ilahiyyeden haberdar olmayan ve Allah'ın emir ve nehydeki âdâbına riayet göstermeyen kimsenin edebden nasibi yoktur, ona edebli denilemez."

Allah Tealâ Hazretleri: "Allah'tan kulları içinde en çok korkanlar âlimlerdir." buyurmaktadır.

Hasan Basrî Hazretlerinden edebin en yararlısı soruldu. O:
Dinde ince bir anlayış, dünyaya rağbetsizlik ve kulun kendi üzerindeki hukuk-ı ilâhîyyeyi bilmesidir, diye cevap verdi.

Sehl b. Abdullah Hazretleri:
"Ancak azgın nefsini edeble uslandıranlar Allah'a ihlas ile kulluk edebilirler." diyor.

Şeyhin huzurunda edebe riâyet de âdâbdandır. Meşâyıhın kalblerini incitmekten sakınmayanlara, Cenâb-ı Hâlık, ezâ etsinler diye köpekleri musallat eder. Kendinden üstün olanlarla sohbetin edebi, onlara hizmet etmektir. Seninle müsâvî ve denk olanlara karşı edebin ise, onları kendine tercih etmendir, senden maddeten, mânen ve yaş itibarıyla küçük olanlara karşı edebin ise, onlara şefkatle nasihat ve terbiyedir.

Arifin Allah ile sohbeti ve birlikteliği O'nun emirlerine muvâfakat, halkla sohbeti nasihat, nefsiyle sohbeti de ona muhalefet, şeytana karşı edebi ise ona adâvettir.

Allah'ın nimetini inkâr, nimetlerin zevâlini mûcib olur. Ben, Allah'ın
"kendileri için korku olmayan ve mahzun da olmayacak olan" kullarındanım. Hakk Teâlâ kuluna verdiği nimeti geri almak istemez.

Nimetin şükrü, nimetin kadr u kıymetini bilmektir. Nimetin devamlı olmasını dileyen, nimetin kadrini bilmelidir. Nimetin kadrini bilmek isteyen, nimete şükretsin. Şükür de, Cüneyd'in şu sözünde gerçek ifâdesini bulmuştur:


"Şükür, Allah'ın verdiği nimeti, Allah'a isyanda kullanmamaktır. Kalbin, nimeti veren Allah'a karşı edeb sınırında bulunmasıdır." Şükür, kulun gerçek bir takvâ ile Cenâb-ı Hak'tan sakınmasıdır. Bu da itaatla ve isyandan uzaklaşmakla; Allah'ı zikre devam edip O'nu unutmamakla; O'na şükredip nankörlük etmemekle olur. Şükür, Hâlîk Teâlâ'nın hoşlanmıyacağı şeyden uzaklaşmaktır. Şükür, nimeti verene bakıp nimete aldanmamaktır.
Hazret-i Aişe (r.a.) anlatıyor.


"Resûlullah (s.a.) Efendimiz bir gece yatağa yatıp yerleştikten sonra bana, Ey Ebûbekir'in kızı, izin ver de Rabbıma ibadet edeyim, dedi. Ben de, senin yanında olmaktan hoşlanırım, dedim ve izin verdim. Rasûlullah kalktı ve bol su ile abdest aldı. Sonra namaza durdu. Gözlerinden göğsüne yaşlar boşanacak kadar ağladı. Sonra rükûa vardı, yine ağladı. Secdeye vardı yine ağlamaya devam ediyordu. Bu hal üzere Bilâl-i Habeşî sabah ezânını okuyuncaya kadar namaza devam etti. Ben: Niye ağlıyorsunuz? Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışlamıştır, dedim. 0 buyurdu ki: Şükredici bir kul olmıyayım mı, yâ Aişe?"

Dâvûd (a.s.): "Ya Rabbî! Sana şükre nasıl muvaffak olabilirim ki, şükür de senin bir lûtf u ihsanındır!" dedi. Cenab-ı Hakk O'na vahyetti ki: "İşte şimdi gerçek şükre muvaffak oldun."

Şükür, nimeti verenin rızasını isteyerek dünya ve dünyâdakilerden vazgeçmek, yüz çevirmektir. Nimeti veren Allah'ın rızâsı, ancak zühd ile sağlıklı bir şekilde kazanılabilir. Zühd sâhibi zâhid, dünya sevgisini terkeden ve dünyayı alana, dünyalığa dalana aldırmayandır. Nitekim Hazret-i Ali (r.a.) şöyle der:

"Dünya beni aldatmaya çalışıyor, sanki ben onun durumunu bilmiyormuşum gibi.
Allah Teâlâ o'nun haramını zemmetti. Ben ise helâlinden bile kaçmıyorum.
Sağ elini bana uzattıysa da ben sağ elimi de, sol elimi de çektim.
Dünyayı muhtaç gördüğüm için, nesi varsa hepsini kendisine verdim.
"

Arifler derler ki: "Zühd, emelleri, arzuları azaltmaktır. Bayağı yemekler yemek, abalar giymek değil. Kim dünyadan zühd eder, yüz çevirirse Allah ona bir melek müvekkel kılar da, o melek onun kalbine hikmet tohumlarını eker."

Allah Teâlâ buyurur:
"Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Akıbet Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır."

Cenâb-ı Hakk bütün hayırları bir eve kilitlemiş ve o kilide de takvâyı anahtar yapmıştır. Cenâb-ı Mevlâ:

"Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız." buyurmaktadır.

Resim

Resim--- Âişe radiyallâhu anhâ’nın rivâyetine göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ayakları patlayacak dereceye gelinceye kadar namaz kılardı. Âişe radiyallâhu anhâ: “Ya Rasûlallah! ALLAH senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını sana bağışladığı halde böyle mi yapıyorsun?” deyince
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Yâ Âişe Şükreden bir kul olmayayım mı?
( Buharî, Teheccüd, 6, Müslim, Münâfikûn, 81; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl, 17; Tirmizî, Salat, 187.)

Resim

وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ
Resim---Ve men ya’şu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn(karînun).
Rahman olan Allah'ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.
(ZUHRÛF 43/36)

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ
Resim---Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlik(kezâlike), innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun).
İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.
(FÂTIR 35/28)

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
(YÛNUS 10/62)

تِلْكَ الدَّارُ الْآخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذِينَ لَا يُرِيدُونَ عُلُوًّا فِي الْأَرْضِ وَلَا فَسَادًا وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
Resim---Tilked dârul âhıretu nec’aluhâ lillezîne lâ yurîdûne uluvven fîl ardı ve lâ fesâdâ(fesâden), vel âkıbetu lil muttekîn(muttekîne).
İşte ahiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara has kılarız. Sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.
(KASAS 28/83)


مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Resim---Men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu’minun fe le nuhyiyennehu hayâten tayyibeh(tayyibeten), ve le necziyennehum ecrehum bi ahseni mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Mü'min olan kadın ve erkekten kim salih (nefsini tezkiye ve tasfiye edici) amel işlerse, o taktirde ona mutlaka tayyib (temiz, helâl) bir hayat yaşatırız. Ve onları, mutlaka yapmış oldukları amellerin ecirlerinden (bedellerinden), daha ahseni (güzeli) ile mükâfatlandıracağız.
(NAHL 16/97)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Dünya ve Mâsîvâ
Efendiler!
Size dünyâdan ve mâsivâdan sakınmanızı tavsiye ederim. Durum oldukça müşkildir; zira hesâba çekip değerlendirecek olan Allah, Basîrdir; herşeyi inceden inceye görüp gözetmektedir.

Sizi tenbellik ve gafletten de sakındırırım. Âlemden de, âlemin uydurduğu bid'atlardan da sakının. Herşeyi bırakarak herşeyin sâhibine tâlib olmaya bakın. Zira ancak "küll'ü terkeden külle ulaşır."

Herşeyi isteyen hepsini kaçırır. İstekleriniz ancak terk etmek ve uzak durmaya çalışmak sûretiyle ıslâh olur, isteğiniz terk olununca diğer istekleriniz tevhîd sayesinde tedricen tahakkuk eder.

Allah'a vâsıl olan herşeye vâsıl olmuş demektir. Allah'ın rızasını kaçıran da herşeyi kaybetmiş sayılır. Allah aşkına! Ma'rifet, olmuş hurma mıdır ki, kolaylıkla yenilsin?

Heyhât. Ancak nefsinden, mâsivâdan soyulmuş ve tabîatını mahvetmiş olanlar, cehâletin esâretinden kurtulmuşlardır. Yoksa bu hal sizin sandığınız gibi cübbe ile, yünlü elbise ile, tâc ile, kısa elbise ile değildir. Hüzün cübbesiyle, sadâkat tâcıyla ve tevekkül elbisesiyledir. Pek a'lâ bilirsiniz ki, ârifin zâhiri şeriat nûrundan, bâtını da muhabbet ateşinden hâlî olmaz. O, emr-i ilahiye riayet eder. Hakk yoldan kıl kadar sapmaz. Kalbi vecd ile atar, vecdi îman, vukufu iz'andır.

Nitekim Efendimiz (s.a.):
"İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Sen her ne kadar O'nu göremiyorsan da O, seni görüyor.” buyurmaktadır.

Bu hadis bizi ibadete, onu görenin duruşu gibi durmaya teşvik ediyor. Çünkü O'na gizli olabilecek hiçbir şey mevzû-i bahis olamaz.
Mümkinü'l-vücûd olan varlıklar ilim, emir, irâde, imkân ve tekvin ile vücûda gelirler. Yani ilm-i ilâhî mûcibince irâde taalluk edip, emir sâdır olunca mümkün varlık, mevcûd hâle gelir. Sonra mümkün vücûd sâhibi olan insan üzerine teklif terettüb eder ve teklifin neticesinde ya tam vuslat veya ebedî firkat hâsıl olur. Kullukta sadâkat, kulun Rabbına tam anlamıyla teslim olması demektir. Çünkü kul, kendi nefsinden yana olacak olursa bunu başaramıyacağı gibi, yorgun düşer. İşi Allah'a havâle edecek ve O'ndan yana yönelecek olursa, kavm u kabilesi olmasa bile başarıya ve zafere ulaşır.

Allah Teâlâ bizi, Peygamber'ine nâib ve vâris olarak "Hakk dâvetçileri" kılmıştır. Bu yüzden bize tâbî olanlar selâmet bulur. Bizim vasıtamızla Cenab-ı Hakk'a teslim olanlar, dünyada ve âhirette ehl-i ganimet olur.

Hak söz, söylenecektir. Biz öyle bir âilenin fertleriyiz ki, bizim zararımıza çalışanlar, zarar görür. Bize havlayan köpek, uyuz olur. Bizi dövmeye' kalkışan, dövülür. Bizim duvarımızdan yüksek duvar yapmaya kalkışanların duvarı yıkılır.

Nitekim Kur'ân-ı Ha- kîm'de:
"Şüphesiz Allah, inananları savunur."
"Mü'minlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir." buyurulmaktadır.

Ruhların etrafa aydınlık saçan ziyâlarını inkâr etmek, Fettâh olan Allah'ın nusret ve yardımını bilmemekten kaynaklanır. Allah'ın kitabının hükmü kesintiye uğramadan ebediyyen devam edecektir.

Nitekim Kur'ân'da: "Çünkü benim dostum, Kitab'ı indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir." buyuruluyor.

Allah'ın dostluğu devam eder, Allah, bu dostluk sebebiyle velî kullarının işlerini ve onlara sığınan, onlardan yardım isteyenlerin işlerini yönetir. Bu yönetim, hayatlarında ve memâtlarında câri olduğu gibi, onlar bilseler de bilmeseler de vâkîdir. Nitekim insan merhameti gereği uykuda iken açılanı örter ve bundan hiç bahsetmez. Bir fakîre iyilik eder de hiç kimseye haber vermez. Elbette merhameti sonsuz ve keremi sınırsız olan Allah, velî kuluna bildirmeden yardım eder ve ummadığı yerden ona rızık verir, İnâyet-i ilâhîyyesiyle onu her türlü sıkıntı ve belâlardan korur, kazâsının gereği olan takdîrâtını yine bir başka kaderiyle defeder.

Bütün bunlar, kulun kendisinden değil, tenezzülât-ı ilâhîyyedendir. Def-i belâ için tenezzülât-ı ilâhîyyeden başka yol yoktur. Allah'a sığınan kurtuluşa erer, Mâsivâya bağlanan ise pişman olur. Üstadım Şeyh Mansûr er-Rabbanî (r.a.) şöyle der: "Allah'a sığınmak, O'ndan emin olup, kalbi mâsivâdan temizlemektir."
Bize doğru yola irşâd ile tarikatı öğreten, Kitab ve Sünnet'teki derûnî mânâları açıklayan, Allah ve Rasûlü'ne karşı edebin hikmetini öğreten sûfiye tabakası ile arkadaş olan kişi, şakavetten emin demektir. Allah'a îman eden, Rasûlü'nün şânından haberdar olan, onları sever ve onlara tâbi olur.

Efendiler!
Sûfîler, sadâkatla, hâlis niyyetle nefisleriyle mücâhede edeceklerine, murâkabe ve tâata bağlı kalacaklarına, nefse ağır gelen şeylerde sabır göstereceklerine dâir Allah'a bey'atle söz verdiler.

Nitekim Hak Teâla bu gibiler hakkında:
"İnananlardan Allah'a verdiği sözde sadâkat gösteren nice erler vardır." buyurmaktadır.

Sûfîler azm binitlerine binerek uykuyu bırakır, yemek ve içmek peşinde koşmayı terkeder, Hâlik'ın hizmetine koşarlar. Geceleri huşû ile kıyâm eder; rükû ve secdeye varır, oruç tutarlar. Bunlar namazgâhlannda sevdikleri Yüce Mevlâ'nın huzûrunda muratları olan vuslata ermek için göz yaşı dökerler, tâ ki kurb ve üns makamına erebilsinler.

Bu sûretle kendilerine şu âyet-i kerîmenin sırrı zahir olur:
"İyi ameller işleyenin ecrini zâyi etmeyiz!"

Hakk Teâlâ, iyi amel işleyenlere âlî dereceler, yüksek mertebeler ihsan eder.

Hiç şüphesiz Allah'a yakın olana yakın olmak, dolayısıyla Allah'a yakınlıktır. Sevgili'nin sevdikleri, yani onun yanında sevgili olanlar, sevgiliye de sevgili olur. Allah'ın sevdikleri tarafından sevilen, Allah nezdinde de sevilir. Sevgisinin bereketi, onu Allah'ın sevgili kulları derecesine yükseltir. Allah ne dilerse, o olur.



Resim


Resim--- Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem :
" "İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına ibâdet et­mendir. Sen her ne kadar O'nu göremiyorsan da O, seni görüyor.” "
(Buhâri, îmân, 37; Müslim, îman, 57; Ebu Dâvud, Sünne, 16; Tırmızi, îmân, 4; Ibn Mâce, Mukaddime, 9;)


Resim

إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ
Resim---" İnnallâhe yudâfiu anillezîne âmenû, innallâhe lâ yuhıbbu kulle havvânin kefûr(kefûrin). :
Şüphesiz, Allah inananları savunur. Doğrusu Allah hiçbir haini, nankörü sevmez.
(HACC - 38)


يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
Resim---" Yevme tukallebu vucûhuhum fîn nâri yekûlûne yâ leytenâ eta’nâllâhe ve eta’ner resûlâ(resûlen). :
Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, “Keşke Allah’a ve Resûl’e itaat edeydik” diyecekler.
(AHZÂB - 66)


إِنَّ وَلِيِّيَ اللّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ
Resim---" İnne veliyyiyallâhullezî nezzelel kitâbe ve huve yetevelles sâlihîn(sâlihîne). :
Çünkü benim velim, Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’tır. O, bütün salihlere velilik eder.
(A'RÂF - 196)


مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُم مَّن قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُم مَّن يَنتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا
Resim---" Minel mu’minîne ricâlun sadakû mâ âhedûllahe aleyh(aleyhi), fe minhum men kadâ nahbehu ve minhum men yentezırû ve mâ beddelû tebdîlâ(tebdîlan). :
Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.
(AHZÂB - 23)


إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا
Resim---" İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecre men ahsene amelâ(amelen). :
Gerçek şu ki, iman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz iyi iş yapanların ecrini zayi etmeyiz.
(KEHF - 30)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Velîlere Muhabbet

Efendiler!
Evliyâullah'a yakınlık peydâ etmeye çalışın. Çünkü Allah'ın velîsini seven, Allah'ı sevmiş olur. Allah'ın velîsine düşmanlık eden, Allah'a düşmanlık etmiş olur.

Ey kardeş!
Sen, senin düşmanını seveni sever misin? Andolsun ki, sevmezsin. Allah Teâlâ, mahlûkattan daha gayûrdur; intikamını alır, kahreder ve dostlarını kıskanır. Sen, senin sevdiğini sevene buğzeder misin? Elbette ki etmezsin. Allah mahlûkattan daha kerîmdir; ihsânı, güzelliği, in'âmı ve ikramı sever. Çünkü O, Ekremü'l- ekremîn ve Erhamü'r-râhimîn'dir. Allah'ın nimetleri unutulmamalıdır.

Kurb-ı ilâhîye kimi sevk edersem mukarreblerden olur. Kimi de uzaklaştırmak istersem o da baîd, yani Hak'tan uzak kalanlardan olur. Ey bizden uzak olan zavallı! Bu uzaklık ve ayrılık senden midir sanıyorsun? Hayır. Eğer sende hulûs-ı kalb ile Hakk'a karşı muhabbete bir kabiliyet görseydik -istesen de istemesen de- seni kendimize cezbederdik, aramıza katardık. Fakat hakkı söylemek lâzımsa nasipsizliğin buna mâni olmuş, kabiliyetsizliğin buna engel teşkil etmiştir. Seni bizden saysaydık, sen bizden uzak düşmezdin.

Ey kardeş!
Nasîhatımı dinlemiş olsaydın, bana tâbî olurdun.
"İsteseydin beni kendine tabi kılardın." deme! Çünkü benim vazîfem sadece nasîhattır. Sana düşen ise, her halükârda dinlemek ve tâbî olmaktır. Allah'a itâata devam et! O'nun kazâsına rızâ göster. Zikrullah'a ünsiyet peydâ et ki, Allah'ın seçkin kullarından olasın. Mârifetullah'a eren kişi, kaderin kederinden kurtulur. Çünkü gerçek arif, mahlûkattan tecerrüd ile Hakk'a hicret edendir.

Efendiler!
Mağbûn yani aldanan, ömrünü Hakk'a itâattan başka şeylerle tüketendir. Zâhid, herşeyi bırakıp yalnız Hakk ile meşgul olan, O'nun nzâsını gözetendir. İkbâl sâhibi, Allah'a teveccüh edendir. Mürüvvet erbâbı, Allah'tan başkasına tenezzül etmeyendir. Gerçek kuvvetli, kuvveti Hak'tan bilendir. Size lâzım olan, tevhîdde tecrîddir ki o da; Allah'ın vahdâniyetine gönül bağlayıp mâsivâyı görmemektir.
"Yâ Allah!" dediğin zaman, ism-i a'zamla zikretmiş olursun, fakat zikr-i a'zamın mehâbetinden mahrûm olarak. Çünkü sen, böyle dediğinde sen olarak diyorsun. O'ndan bir lütuf olarak değil. Hak Teâlâ ile ünsiyet ve dostluk, en büyük zenginliktir. Ölü hükmünde olanlarla ünsiyet ve dostluk ise en kötü fakirliktir. Kalblerin üzerindeki perdelerin en kalını, mahlûk ile meşgul olmaktır. Zira, kalb marifetullahın kaynağıdır.

Nitekim Hakk Teâlâ:

"Muhakkak bunda, kalbi olan, yahut şûhid olarak (zihnini toplayarak) dikkatle kulak veren kimse için öğüt vardır.buyuruyor.

Yine Cenab-ı Mevlâ:

"Kim Allah'ın işaretlerine, yani hac ibâdetlerine ve kurbanlara saygı gösterirse, şüphesiz bu hareket kalblerin takvâsındandır." buyurmaktadır.

Efendiler!
Gönlünü mâsivâya kapılma âfetinden koruyana Cenâb-ı Mevlâ, Hakk'tan uzaklaşmaya sebeb olan perdelerden sıyrılma imkânı verir(Burada:
"Allah'tan korkan için Allah, bir çıkış yolu yaratır." et-Talâk, 65/2 âyetine telmih vardır). O'na hiç ummadığı şekilde vuslat ihsan eder. Nefsi tanımak, Rabbı tanımaya vesîledir. Zirâ: "Nefsini tanıyan Rabbını tanımış olur. " Her kim nefsini, Rabbına âit olarak bilirse "Fenâfillah'a erer.

Allah Teâlâ, Dâvud (a.s.)'a vahyetti ki:
"Beni bilen, beni murad eder; beni arar. Beni arayan ise bulur. Beni bulan da, benden başka dost aramaz."

"Rabbımı zikrettim." diyenin sözüne hayret ederim. Unutur muyum ki, hatırlayıp zikredeyim. Ben seni zikredince şevkimden ölür ve dirilirim. Eğer vuslat şarabın olmasaydı dirilmezdim. İsteyerek dirilirim ve isteyerek ölürüm. Seni zikrederek kaç defa dirilirim ve kaç defa ölürüm. Muhabbet şarabından kâse kâse içtim. Ne şarap bitti, ne de ben kandım."

Efendiler!
Zikr-i ilâhîye devâm ediniz. Çünkü zikir, vuslat-ı ilâhî için mıknatıs, kurb-i ilâhî için sağlam bir iptir. Zikrullah'a devam edenler, Allah ile hoştur. Allah ile hoş olan, O'na kavuşmuştur. Zikrin kalbe yerleşmesi sohbetin bereketiyle mümkün olur. Çünkü, kişi dostunun yolundadır. Bize gelmenizi tavsiye ederim. Bizim sohbetimiz denenmiş bir tiryak, bir ilaçtır. Bizden uzaklaşmak ise öldürücü bir zehirdir.

Ey bizden uzak kalan zavallı! Zanneder misin ki, ilmin sana kâfidir de bizden uzaklaşırsın? Amelsiz ilmin ne faydası vardır? İhlâssız amelin ne faydası olabilir? Ihlâs bile tehlike yolunun kenarındadır. Seni ihlâstan sonra amele sevk edecek, riyâ hastalığını tedavi edecek ve sana emin yolu gösterecek kimdir bilir misin? Alîm ve Habîr olan Cenâb-ı Mevlâ:
"Bilmiyorsanız ehl-i zikirden sorunuz." buyuruyor.

Sen kendini ehl-i zikirden mi sanırsın? Eğer onlardan olsaydın, onlardan uzak kalmazdın. Şâyet ehl-i zikirden olaydın tefekkür meyvesinden mahrûm olmazdın. İlmin sana perde, amelin engel olmuştur.

Nitekim Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz:

"Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!" buyurmuştur.

Ey bizden kaçmaya çalışan! Kapımıza iyi sarıl, eşiğimizden ayrılma. Çünkü bizim eşiğimizde geçirdiğin her an ve attığın her adım, mânevî bir derece ve ilâhî yakınlığa vesiledir. Bizim Hakk Teâlâ Hazretlerine inâbetimiz sahihtir. Allah Teâlâ:
"Bana yönelen kimsenin yoluna uy!" buyuruyor.

Ey sûfî (geçinen)! Nedir bu tenbellik? Sûfî ol ki, biz de sana:
"Ey sûfî!" diyelim. Ey dostum, sen zannediyorsun ki bu tarikat, baba mirasıdır, cedden, atadan kalır ve Bekir, Amr nâmına yazılarak şecereye kaydolur. Ve böylece hırkanın yakasına yafta olarak geçer. Veya tâcına takılır. Yoksa sen, sûfîlik kimliği; bir kalın hırka, bir külah, bir değnek, bir büyük sarıktan ve sâdece kıyafetten ibaret mi sanıyorsun? Allah'a andolsun böyle değildir. Çünkü Allah bunlara nazar etmez "O, kalbe nazar eder. " O'nun nazargâhı kalbdir. Esrarını ilkâ için Hakk Teâlâ gönle nazar buyurur. Takarrub-ı ilâhînin makamı da orasıdır. Sen bütün bunlardan gâfilsin. Çünkü sen tâc ile, hırka ile, tesbih ile, asâ ile, kilimle uğraşıyorsun. Kalbin onlarla meşgul ve perdeli.

Mârifet nûrundan hâlî olan akıl nedir? Akıl cevherinden mahrûm olan kuru kafa nedir? Bu ne iştir ki, sûfîlerin sâlih amellerini yapmadan, kisvelerine bürünerek sûfî olmaya çalışıyorsun?




Resim

Resim--- Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem :
" Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu: Nefsinin Bilen RABBini BİLir "
buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l-Hâfâ II/343 (2532)


Resim--- Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem :
" Kişi dostunun dini üzeredir. O halde her biriniz dost edindiği kişiye dikkat etsin "
( Tırmizi, Zühd, 45; Ebû Davud, Edeb, 16; İbn Hanbel, II. 203 )


Resim--- Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem :
" Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım! "
buyurmuştur.
(Müslim, Zikir, 73; Ebû Dâvud, Vitr, 32; Tırmizi, Davud, 68; Nesef, lîtlâze, 13, 18, 21, 64; tbn Mûce, Mukaddime, 23)


Resim--- Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem :
" Allah, insanların şekillerine (ve mallarına) değil, gönüllerine ve niyetlerine (ve amellerine) bakar. "
buyurmuştur.
(Müslim, Birr, 32; Ibn Mâce, Zühd, 9; İbn Hanbel, II, 285.)


Resim

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
Resim---" İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun. :
Muhakkak ki bunda kalpleri olan ve ilka edilenleri işitebilen ve (kalp gözleri ile Allah'a) şahit olan kişiler için mutlaka ibret vardır.
( KAF - 37 )


ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِن تَقْوَى الْقُلُوبِ
Resim---" Zâlike ve men yuazzım şeâirallâhi fe innehâ min takvâl kulûb(kulûbi). :
Ve işte kim, Allah'ın şiarlarına (emirlerine, farzlarına) hürmetle uyarsa bunun sebebi muhakkak ki onların kalplerinin takva sahibi olmasındandır.
( HACC - 32 )


فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا
Resim---" Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi ma’rûfin evfârikûhunne bi ma’rûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmûş şehâdete lillâh(lillâhi), zâlikum yûazu bihî men kâne yû’minu billâhi vel yevmil âhir(âhiri), ve men yettekıllâhe yec’al lehu mahrecâ(mahrecen). :
Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun, yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.
( TALÂK - 2 )


وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Resim---" Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne). :
Senden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.
( NAHL - 43 )


وَإِن جَاهَدَاكَ عَلى أَن تُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ أَنَابَ إِلَيَّ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Resim---" Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne). :
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.”
( LOKMÂN - 15 )
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Benlikten Sakinmak

Ey kardeş!
Kalbine haşyeti; yani Allah korkusunu, zâhirine edebi, nefsine tevâzu ve mahviyeti, lisânına zikr-i ilâhîyi yerleştirdikten ve kalbini zâhire âit mâsivâ perdelerinden temizledikten sonra sûfîlerin kıyafetine bürünmen daha iyi olurdu. Fakat sana nasıl böyle söz söylenebilir ki sen, külâhını sûfîler tâcı, elbiseni sûfî hırkası gibi görüyorsun. Yanılıyorsun; çünkü şekiller bir, kalbler farklı, sûretler aynı ama, sîretler apayrı. Eğer sende basîret olsaydı, anandan babandan ceddinden, atandan, tâcından hırkandan, koltuğundan, mevkiinden vazgeçer, Allah için bize gelir, aramıza katılırdın. Ve hüsn-i edebe ulaştıktan sonra tekrar bunları giyebilirdin. Ama öyle zannediyorum ki, hüsn-i edebe ulaştıktan sonra, bu elbiselerden ve dünyevî arzûlardan da vaz geçerdin.

Ey bîçâre! Şimdi ise yalan, hayâl ve vehim peşindesin. Ucüb ve gurur içindesin. Enâniyetinin pisliğini taşıyor ve kendini birşey zannediyorsun. Bütün bunlar bir arada, bilmem nasıl olur?! Gel, önce tevâzu ve hayreti, boynu büküklük ve meskeneti öğren.


Ey eliboş zavallı! Kibri, öğrenmişsin, inat ve iddiâyı bellemişsin, büyüklenmeyi de biliyorsun. Bunlarla ne kazandın söyler misin? Ehl-i âhiret kisvesine bürünüp dünya cîfesi peşinde koşmaktan başka ne yaptın? Ne kötü bir san'at. Adetâ pisliği pislikle mubâdele etmek gibi bir şey. Kendi kendini nasıl kandırıyorsun? Kendini ve ebnâ-yı cinsini[kendi sülâlesinden gelenler. aynı cinsten olanlar.] yalan ile nasıl da aldatıyorsun? Seven, sevdiğinin düşmanından uzaklaşmadıkça sevgilisine yaklaşmış olamaz.

Bir mürîd, kovasını su için bir kuyuya salar da kovasının altınla dolu olduğunu görünce altınları kuyuya geri boşaltır ve der ki: "Allah'ım! Andolsun ki ben ancak seni isterim, senden başkasını istemem." Mürîd olduğunu isbat eden, Hakk'ın muradı olur. Aradığını bilen bulduğunun farkına varır.

Tâlib olduğunu isbat eden Hakk'ın matlubu[İstenilen, aranılan, talep edilen şey] olur. Kapıda bekleyen neticede içeri girer. İçeri girdikten sonra iyi niyet ve gayretini devâm ettiren, vuslat menziline ulaşır.

Hazret-i Ali (k.v.) bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhivesellem’in mescid-i saâdetine girdi ve gördü ki bir Arabî:
"Ya Rabbî bir koyuncağız nasîb eyle!" diye duâ ediyor. Bir başka köşede de Hazret-i Ebûbekir Sıddîk (r.a.): "İlâhî, seni isterim, rızânı dilerim." diye yalvarıyor. İki talep arasında ne büyük fark var?! İkisinin de ehemmiyet verdikleri şeyler ne kadar farklı!

Emeller, akılları oyuncak hâline getirmiş, himmetleri tüketmiştir. Halbuki herkes, gönlünün arzusuna himmet kanatlarıyla yükselir. Himmet nihâyete erince orada durur ve ileriye geçemez. Nitekim Hakk Teâlâ:
- "Herkes kabiliyetine niyet ve himmetine göre amel eder, iş yapar." buyurmaktadır.

Ey kardeş! Bu mâneviyât yolunda senin de üstün himmet ve kasdın, su üstünde yürümek ve havada uçmak olmasın. Çünkü senin murâd ettiğin bu işleri kuşlar ve balıklar da yapıyor. Sen himmet kanatlarını namütenahi[sonsuz, ucu bucağı olmayan.] bir maksat için aç!

Temkin[bir işin sonunu düşünerek ölçülü, tedbirli davranma.] sâhibi bir ârif-i kâmil nezdinde Arş-ı Â'lâ'dan yere kadar, her ne varsa hepsi, Hazret-i Mevlâ'ya vasıl olmanın sevinci yanında, "hiç" hükmündedir. Hattâ cennet ve içindekiler bile Hazret-i Mevlâ'ya yakın olmaya nazaran büyük bir ova ortasında bir halkadan veya bir hardal dânesinden daha küçüktür.

Nimeti vereni unutup nimetlerle meşgul olmak, marifet azlığından, eksik himmetten olup nefis tuzağıdır. Gerçek marifet sahipleri, iki cihanda Hakk'ın dışında her şeyden tecerrüd ederek, sâdece "Allah'a vasıl olmayı" isterler, hatta bunlar öz nefislerinden ve evlâtlarından bile geçmişlerdir.

Yâkub -aleyhisselâm- "Vah Yûsuf!" dediğinde Hakk Teâlâ kendisine şöyle vahyetti: "Ne zamana kadar Yûsuf'un zikriyle meşgul olacaksın? Seni yaratan, rızıklandıran, sana nübüvvet veren Yûsuf mu yoksa? İzzetim hakkı için, benim zikrimle meşgul olup başkalarını bıraksaydın, ben seni bir saat sıkıntıda bırakmazdım." Yakub -aleyhisselâm- Yûsuf'u yâd edip durmakla hatâ ettiğini anladı ve ondan sonra diline sâhip oldu.

Mûsâ -aleyhisselâm-
"İlâhî! Sen yakında mısın ki, sana yavaşça duâ edeyim? Uzakta mısın ki, sana seslice yalvarayım?" dedi. Allah Teâlâ buyurdu: "Ben, beni zikredenin yanındayım ve bana ünsiyet besleyenin yakınındayım; hattâ şâh damarından daha yakın."



Resim

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً
Resim---" Kul kullun ya’melu alâ şâkiletih(şâkiletihî), fe rabbukum a’lemu bi men huve ehdâ sebîlâ(sebîlen). :
De ki: "Herkes kendi yaratılışına (fıtrat tarzına) göre davranır. Şu halde kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir."
( İSRÂ - 84 )


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
Resim---" Ve lekad halaknel insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi. :
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.
( KAF - 16 )
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Zikr-i ilâhînin fazileti

Efendiler!
Hak dostları (r.a.) demişlerdir ki:
"Allah'ı zikreden kimse Hakk katından bir nûr üzeredir. Kalbi itmi'nâna ermiş, düşmandan selâmete ulaşmıştır. Zikir, rûhun gıdâsı ve Hakk'ın senâsına ermiş mânevî şarâbıdır. Hayâ, rûhun libâsıdır. Hakk ile ünsiyet kadar kıymetli bir nîmet bulunamaz. Hakk'ın zikriyle meşguliyet kadar kıymetli bir zevk ve lezzet de olamaz."

Bazı kütüb-i ilâhîyede Hakk Teâlâ'nın şöyle buyurduğu vârid olmuştur: "Beni kendi içinde zikredeni ben de kendi nefsimde zikrederim. Beni bir topluluk içinde zikredeni, ben de bir topluluk içinde zikrederim. Kendiliğinden beni zikredeni de kendiliğimden zikreder, ona göre ecir veririm."

Evliyâullah, zikr-i ilâhî ile meşgul olarak maksatlarını mahzâ Hakk Teâlâ'ya tahsîs etmişlerdir. Bilmişlerdir ki, kâinâttaki bütün hâdiseler Hakk Teâlâ'nın kazâ ve kaderiyledir. Bu yüzden ne kalben, ne de lisânen kazâ ve kadere muârız olmamışlardır. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri böyleleri hakkında:

"Allah'tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese ulaştığı zaman, Allah'ı ve azabını düşünürler. Hemen bakarsın ki onlar, doğruyolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlar bile!" buyurmaktadır.

İbn Abbâs (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Her mü'minin kalbinde bir şeytan bulunur. Fakat mü'min, zikr-i ilâhî ile meşgul olunca şeytan küçülür. Zikr-i ilâhî ile meşgul olmayı unutunca şeytan vesveseye devam eder."


Resim

"ـ5ـ وفي روايةٍ عن أبى هريرة رَضِى اللّهُ عَنْهُ. ]أن النبىّ # قال: يقولُ اللّه تعالى: أنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بى، وَأنَا مَعَهُ إذَا ذََكَرَنِى. فإنْ ذََكَرَنِى في نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ في نَفْسِى. وإن ذَكَرنى في مَ“ ذَكَرْتُهُ في مَ“ خَيْرٍ مِنْهُ. وَإنَّ تَقرَّبَ إلىَّ شِبْراً تَقَرَّبْتُ اِلَيْهِ ذِرَاعاً. وَإن تَقَرَّبَ إلىَّ ذِرَاعاً تَقَرَّبتُ إليهِ بَاعاً، وَإنْ أتَانِى يَمشِى أتَيْتُهُ هَرْوَلَةً[. أخرجه الشيخان والترمذي.
"

Resim--- Hz. Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
" "Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse ben öyleyimdir. O, beni zikredince ben onunla beraberim. O beni içinden geçirirse, ben de onu içimden geçiririm. O, beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." "
buyurmuştur.
(Buhârî, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizî, Daavât 142, (3598))


Resim

إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَواْ إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِّنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُواْ فَإِذَا هُم مُّبْصِرُونَ
Resim---" İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn(mubsırûne). :
(Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.
( A'RÂF - 201 )
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Kader

Efendiler!
Alem İki fırka olsa bunlardan birisi güzel kokular süslenmiş olsa, diğeri de beni ateşten makaslarla dağlayacak olsa, yine de bu iki fırkanın, nezdimde biri diğerinden noksan veya ziyâde olmayıp müsavidir. Çünkü ben bilirim ki, bütün bunlar kader çizgisi içinde olup durmaktadır. Teslimiyet kılıcıyla kadere itiraz ipini kesince, zikr-i ilâhîye erişilmiş otur Nitekim haberde gelmiştir:
"Sana: "Bu mecnûndur!" denilinceye kadar Allah'ın zikriyle meşgul ol. "

Efendiler!
Sizi bu ham-hayâller bir vadiden öbürüne koşturuyor, mâsivânın kalın perdeleri sizi bir halden bir hâle sokuyor. Böyle mâsivâ perdelerinin önünde durmak, himmet değildir. Belki asıl himmet, perdeleri kaldırıp bolluğa ermektir. Himmet kılıçları vehm olunamayan şeylere bile tesir eder. Kalblerin perdelerini yine ancak kalbden çıkan oklar delip yırtabilir. Nitekim Emîru'l-mü'minîn Hazret-i Alî şöyle der:

İlacın sendedir fakat ki görmezsin.
Derdin de sendedir. Lakin farkında olmazsın.
Sen kendini küçük bir cisim zannedersin.
Halbuki sende dürülüdür koskoca bir âlem.


Âlem-i ekber, yani koskoca âlemden murat akıldır. O da, sendedir. Sende dürülü olan âlemden küçük gördüğün cismin zâhir olmaktadır. Senin cismin böylesine büyük bir âlemi ihâta edebilmek şerefine lâyık bulunmasaydı, ona mahall ve mevki olmazdı. Öyleyse sen artık böyle büyük bir âlemi; heykel-i cismâniyeti ihâta edebilecek yüksek bir himmet sâhibi olmaya çalış. Çünkü sende dürülü olan bu âlem-i ekber, şuaları her makama yükselebilecek, bârikaları herbir hazarâta varabilecek kabiliyettedir.

Hakk Teâlâ'nın bütün muâmelâtı, âlem-i ekber olan akıl iledir. Verdiğini ona göre, men' ve kat'ettiğini ona göre, firkat, vuslat, cem', vaz' ve ref ne varsa hep ona göre tatbik eder. Kâinatın medâr-ı icrâsı da akıl iledir. Hazret-i Adem'in büyük maddelerinden sayılan ve yaratılanların ilki olan hep akıldır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber (s.a.) bu gerçeği şöyle haber vermektedir:


"Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır."

Sizde dürülü olanı bildiğiniz zaman kendinizin durumunu da tâzim eder, küçük görmezsiniz ve şerefinizin yücelmesine, perde arkasında kalmasına çalışırsınız. Hem de mal, cemâl, fedâkârlık ehl ü iyâl, mansıb ve riyâsetten vazgeçerek.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Nitekim İmam Şafiî şöyle buyurmuştur:
İlimsiz riyâset, çöplükte oturmaktan daha beterdir. Akıl, ilmi idrâke vâsıtadır.
Bu yüzden insan için ilim şerefine nâiliyet, ancak akıl ile mümkündür.

Bazıları ilmin değerinin akıldan üstün olduğunu öne sürmüşlerdir.
Ancak bu görüş ilm-i ilâhîye nisbetle doğrudur. Çünkü ilm-i ilâhî Cenâb-ı Hakk'ın ezelî bir sıfatıdır.
Akıl ise sonradan yaratılmış bulunan insanın sıfatıdır.
Bizim ilmimize nisbetle aklımız, derece ve makam itibarıyla ilmimizden daha üstündür.
Zira akıl olmadan ilim müyesser olmaz.
Akıllı olan kimse sürçse de, düşse de kalkıp kurtulması muhtemeldir; çünkü akıldan umulan daima hayırdır.
Akılsız adamın ise sürçüp düştüğü zaman hiç kalkamıyacağından ve kurtulamıyacağından korkulur.
Akıllı, dinin hikmetlerini kavrayabilen kimsedir.
Emîru'l-mü'minîn İmam Alî -kerremallahu vecheh'in şöyle dediği nakledilir:


"Dinden nasîbi olmayan akıl, akıl olmadığı gibi, akıldan nasîbi olmayan din de din değildir."

Dîn-i İslâm'ın tebliğcisi Cenâb-ı Peygamber (s.a.) bize bazı yasaklardan kaçınmayı;
bazı amelleri işlemeyi emretmiş ve bunlara mukabil mükâfât veya mücâzât verileceğini haber vermiştir.
Akıl iyi amellere devam, yasaklardan kaçınmakla terbiye edildiği takdirde va'd ve vaîdin sırrını kavrayabilir ve bunların hikmetini anlayabilir.

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Efendiler! Şöyle bir düşünün, hiçbir selîm tabiatlı akıl ve zekâ var mıdır ki, ilâhî emir ve yasakların hikmetini bilmesin veya reddetsin. Andolsun ki, hayır! Aksine her keskin zekâ sahibi, sâlim akıllı ve selîm tabiatlı kişi, dünya ve âhıretin hayır ve menfaatini onlarda zekâ şualarını emir ve nehyin eşiğine bağlar. Dikkatini onların hikmetlerine teksîf eder. Kaldı ki va'd-i ilâhî husûsunda Allah'ın fazl u kereminden vârid olan hükümler bir çok yüksek mes'eleleri içine almakta ve Hakk'ın kudretinin büyüklüğüne delâlet etmektedir.

Vaîd-i ilâhî husûsundaki tehdidler, Cenâb-ı Hakk'ın adâlet ve muâhazesinden olup bunlar da azamet-i ilâhîyyeye delâlet eden derin konulardır. Aslında senin tabîatın anlayış ve düşüncen ile kâinatta görülen ulvî ve süflî her şey buna delâlet ediyorsa da, sendeki istidat noksanlığı, kabiliyet azlığı ve himmet eksikliği bunları görmene mânî oluyor.

Kalb aynasından gaflet tozunu silecek riyazat ve terbiye nerede? Büyük önder ve yegâne rehber Hz. Peygamber (s.a.)'e hal ve kâl ile fiil ve ahlâk ile neden tabi olmuyorsun? Önce parayı getir, sonra malı iste. Sultanın saray kapıcısı; pâdişâhın musâhiplerinin sarayın tezyînâtına, içindeki eşyâların süslerine, elbiselerin güzelliğine, müzeyyen kap ve silahlara; ayrıca padişahın öfkelendiği kimselere uyguladığı şiddet muamelelerine, buna mukabil sevdiklerine ve yakınlarına ihsan ve ikramlarına âit anlattıklarını inkâr edebilir mi? Kapıcının içerde olup biteni görmeden bu inkârı, nasıl sahih olabilir? Halbuki kapıcının gayret gösterip içeriyi gören padişahın yakınları gibi, görmeye çalışması daha güzel değil midir? Elbette böyle yapması inkârından daha güzel, daha şerefli bir iş, daha sâlim bir yol, daha şanlı bir haldir.

Kalb aynası gafletle kirlenirse hakikat nürları yansımaz ve ilham yolları kapanır. Vehim bulutlarının ye hayal sislerinin çökmesiyle ifâde ve beyânın yüzü kararır. Güneş, tam anlamıyla doğsa bile, âmâya ne fayda verebilir? Âmâ güneşin ziyâsını görebilme kabiliyetinden mahrumdur. Öyleyse ziyânın çokluğu, ona ne fayda sağlayabilir? Kudret-i ilâhîyye güneşine nisbetle bizim de durumumuz aynıdır. İdrak gözlerimiz zayıf ve gaflet bulutlarıyla perdeli. Cemalullah'ı görebilecek gözlerimiz yok. Azamet-i ilâhîyyenin mehâbetini taşıyacak kalbden mahrûmuz. Fânîlik yolu bizi alıp götürüyor; bilmediğimiz tehlikeli netîcelere sevkediyor, önümüz kapalı. Emel denizinde hırs rüzgârlarıyla ve tamah yelkenleriyle akıp duran helâk gemisinde çalkalanıp duruyoruz. Bu gemi bizi ecel enginlerine doğru götürüyor. Bizim üzüntü ve kederimiz hâlâ gelip geçici olan fânî dünyanın işlerini görmek. Hâdisâtın elinde oyuncak olmuşuz, fânîlik ve ölüm çığlıkları, kulaklarımızı doldurduğu halde. Nitekim şâir şöyle diyor:

"İnsanlar gaflet uykusunda, fakat ölüm değirmeni durmadan öğütüyor. Bu değirmenin dâiresi dışında bir sığınak da yok."

Hergün önümüzden ve arkamızdan ölüm meleği: "Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır." fermanını haykırıyor. Kabirlerimizin karanlık çukurları cesetlerimizi bekliyor. Biz hâlâ gaflet çukurlarında ve şehvet bataklıklarındayız. Ey akıllı, ne zamana kadar kurtuluş yoluna sırt çevirerek tehlikeli yerlerde dolaşacak ve tâatın ferahlığını bırakıp isyânın dar yollarında ömür tüketeceksin, ne zamana kadar ona yüz verip günah kâseleriyle sulayacak ve seyyiât kirlerine bulayacaksın, fitne ve âfet yollarına düşeceksin?

Ey kardeş! Ömür çok kısadır. Bu incelikleri kavrayan basîret erbâbıdır. “Dönüş Allah'adır.”

Nitekim şâir de şöyle diyor:
"Ey nefesleri sayılı olan kişi! Şüphesiz sayılı gün, bir gün gelir tamam olur. Gecesi olmayan bir gündüz ve gündüzü olmayan bir gece mutlaka gelecektir. "



Va'd ve vaîd: Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınana va'dettiğine va'd; emirlerine uymayıp yasaklarından kaçınmayana olan tehdidine vaîd denir. (Naşir)

Resim

وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً ۚ فَإِن طِبْنَ لَكُمْ عَن شَيْءٍ مِّنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَّرِيئًا
Resim---" veâtü-nnisâe ṣadüḳâtihinne nihleh. fein tibne leküm `an şey'im minhü nefsen fekülûhü henîem merîâ. :
Kadınlara mehirlerini gönülden isteyerek (ve bir hak olarak) verin, fakat onlar, gönül hoşluğuyla size ondan bir şeyi bağışlarlarsa, onu da afiyetle, iç huzuruyla yiyin.
( NİSA 78 )


لَّا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ ۖ وَمَن يَفْعَلْ ذَٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلَّا أَن تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً ۗ وَيُحَذِّرُكُمُ اللَّهُ نَفْسَهُ ۗ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ
Resim---" lâ yetteḫiẕi-lmü'minûne-lkâfirîne evliyâe min dûni-lmü'minîn. vemey yef`al ẕâlike feleyse mine-llâhi fî şey'in illâ en tetteḳû minhüm tüḳâh. veyüḥaẕẕirukümü-llâhü nefseh. veile-llâhi-lmeṣîr. :
Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi Kendisi'nden sakındırır. Varış Allah'adır.
( AL-İ İMRAN 28 )
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Tefekkür

Efendiler!
Tefekkür, Efendimiz (s.a.)'in ilk amelidir. Nitekim bütün farzlardan önce O'nun ibâdeti, Allah'ın mahlûkâtını ve nimetlerini düşünmekten ibaretti. Hattâ bu durum, şer'î emirler ve ibâdetler nazil olana kadar devam etmiştir. Öyleyse siz de Allah'ın nimetlerini tefekküre iyi sarılın ve tefekkürü ibret vesilesi yapın. Çünkü ibretten yoksun bir tefekkür, ham hayâl ve vesveseden ibarettir. İbrete vesîle olan tefekkür, bir öğüt ve hikmettir. Amellerinizi tefekkürden sonra, sağlam bir esas üzerine binâ ediniz.

Salih amelden sonra ahlâkınızı da güzel bir yolla sağlamlaştırınız. Bunların hepsini hüsn-i niyyetle tezyin ediniz. Zühd alâmeti olan sehâvet ipine de sımsıkı sarılınız. Hattâ ben diyebilirim ki sehâvet, zühdün kapısıdır. Veya bir başka ifâde ile, sağlam bir ulviyet kazanmış bir sehâvet zühdün tâ kendisidir. İşte o zühd Hak yoluna yönelenlerin ilk adımıdır.

Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
"Gerçek takvâ sahipleri gayba inanırlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah için infak ederler. Onlar sana indirilen Kitab'a ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara inanırlar ve âhıreti yakînen kabûl ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyete ulaşmış bahtiyarlardır."

Halkın kusurlarını Hakk'ın tâmir edeceğini umarak görmemeğe çalışmak sûretiyle, gönlünüzü Hakk'ın vuslat ipine iyice düğümleyiniz.

Hakk Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Kime uzun ömür veriyorsak onun yaratılışını baş aşağı tersine çeviriyoruz. " kuvvetini azaltıyoruz.

Gözlerinizin ve bakışlarınızın nihâî sınırı halkı görmekten ibâret olmasın. İnsanların içindeki idârecilerin, orta hallilerin ve aşağı tabakada bulunanların hepsi acz, fakr ve meskenette müsâvîdir. Gözlerin üzerinde bulunan perdeler vâsıtasıyla Hâlik Teâlâ Hazretleri, mahlûkatı farklı şekillerde göstermektedir. Hükm-i kazâ böylece icrâ olunmaktadır. Akıllı kişi bu inceliği kavrayıp perdeden de perdelenenden de geçerek kendisine asla uyku ve dalgınlık ârız olmayan Mukîm ve Kadîm olan Allah'a bağlanandır. "Yaratmak ve emru idâre O'na mahsûstur."

Kalbleriniz Fir'avn misâli zındıklığa cür'etkâr, küfre dalmaya heveskâr olduğu halde ulemâ lisânıyla konuşmaktan vazgeçin. Ulemâ lisânıyla konuşacağınız zaman, kalblerinizi ve âzâlarınızı Latîf ve Habîr olan Allah'ın hoşuna gitmeyecek herşeyden muhâfaza etmiş olmalısınız.

Allah ile hüsn-i hal üzre olmalı, insanlara ve kendinize karşı dâima iyi davranmalısınız. Halvette ve celvette, ölüm ânında ve öldükten sonra, dirilme ile suâl zamanında, dâima hüsn-i hal üzre bulunun. Çünkü amel defteri, büyük küçük hiçbirşeyi bırakmadan hepsini sayıp döker.
"Allah kalblerinizdekini ve göz ucuyla olan bakışlarınızı dahî bilir."

Allah'tan korkun. Çünkü Allah Teâlâ kendisinden sakınılıp korkulmasını emir buyurmaktadır. Ben bu emre imtisâlen Hakk Teâlâ'dan sakınmayı tavsiye ederim. Yapılan nasîhatları hüsn-i kabûl ile karşılayın. Emrolunanı tutmak sûretiyle itâat edin. Allah'a isyân ile harb ilân etmekten sakının. Çünkü O'na harb ilân eden, muzaffer olamadığı gibi, O'na dost olan zillete dûçâr olmaz. Zirâ: "Allah'ın dostları için ne korku vardır ne de üzüntü." buyurulmuştur.



Resim

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
أُولَٰئِكَ عَلَىٰ هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ ۖ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Resim---"Ellezıne yü´minune bil ğaybi ve yükıymunas salate ve mimma razaknahüm yünfikun. Vellezine yü´minune bi ma ünzile ileyke ve ma ünzile min kablik* ve bil ahırati hüm yukınun. Ülaike ala hüdem mir rabbihim ve ülaike hümül müflihun: Onlar ki gaybe iman edip namazi dürüst kılarlar ve kendilerine verdigimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler. Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.(BAKARA 3-4-5)


وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُّبِينٌ
Resim---" Ve mâ allemnâhuş şi’re ve mâ yenbagî leh(lehu), in huve illâ zikrun ve kur’ânun mubîn(mubînun). :
Biz ona (Peygambere) şiir öğretmedik; (bu,) ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen Kitap), yalnızca bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.
( YASİN 69 )


إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
Resim---" İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşı, yugşîl leylen nehâre yatlubuhu hasîsen veş şemse vel kamere ven nucûme musahharâtin bi emrih(emrihi), e lâ lehul halku vel emr(emru), tebârekallâhu rabbulâlemîn(âlemîne). :
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.
( A'RÂF - 54 )


يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ
Resim---" Ya’lemu hâinetel a’yuni ve mâ tuhfîs sudûr(sudûru). :
(Allah,) Gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını bilir.
( MU'MİN - 19 )


أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
Resim---" E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne). :
Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
( YÛNUS - 62 )
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

ZİKİR TELKİNİ
Evliyâ, zikir telkini husûsunu sahîh senedlerle Fahr-i âlem (s.a.) Efendimiz'e ulaştırmaktadırlar. Peygamberimizin hem münferiden, hem de cemâat hâlinde sahâbe-i kirâma kelime-i tevhîd zikri telkîn ettiği rivâyet olunur. Nitekim bunlardan birisi Şeddâd b. Evs'den mervîdir:

"Biz Rasûlullah (s.a.)'ın yanında bulunuyorduk. Nebî (s.a.):
İçinizde yabancı; yani ehl-i kitapdan kimse var mı? diye sordu. Biz de:
Hayır yâ Rasûlallah! dedik. Bunun üzerine kapıyı kilitlememizi emretti ve şöyle buyurdu:

"Ellerinizi kaldırın ve lâ ilâhe illallah, deyin." Biz de ellerimizi kaldırdık ve Lâ ilâhe illallah dedik, Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

-El-Hamdülillah. Allah'ım sen beni bu kelime ile gönderdin. Ve bana bunu emrettin. Ve bana bunun için cennet vaat ettin. Sen va'dinden çalmazsın. Sonra da şöyle buyurdu: Sevinin ki Allah, sizi bağışladı."

[Taberâni: İbn Hanbel, IV, 124; Bezzâr, en-Nusretü 'n-Nebeviyye, 41 Ayrıca Celalüddün es-Süyûti, el-Hâvî adlı eserinde bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.]

Bu hadîs-i şerîf, zikrin Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından cemâata telkînine örnektir. Bazı sahâbilere münferiden vâkî olan kelime-i tevhîd zikrinin telkinine örnek olarak, Hazreti Ali'den sahih senedle gelen şöyle bir rivâyet vardır.

Hazret-i Ali, Peygamber (s.a.)'e sordu:
Yâ Rasûlallah! Allah'a giden yolların en kısasını; insanlar için en kolay ve Hakk nezdinde en makbûl olanını bana öğretir misin?

Cenâb-ı Peygamber (s.a.) buyurdu:
-Benim ve benden önceki peygamberlerin tebliğ ettiği en efdal zikir "Lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhididir. Şâyed yedi kat semâ ile yedi kat yer bir kefeye, Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhîdi diğer kefeye konulacak olsa, kelime-i tevhîd ağır basardı. Rasûlullah (s.a.) bunlara ilâveten şöyle buyurdu: Yeryüzünde Allah Allah diyen bulunduğu sürece kıyamet kopmaz. "

Ali (r.a.) bunun üzerine:
Nasıl zikredeyim yâ Rasûlallah! diye sordu. Cenâb-ı Peygamber -aleyhissalâtü ve's-selâm-:
- Gözlerini yum ve önce benim üç kere söyleyeceğim şeyi dinle. Sonra sen aynı şeyi üç kere tekrarla, ben dinleyeyim, buyurdu ve sesini yükselterek gözleri kapalı olduğu halde üç defa Lâ ilâhe illallah dedi. Hazret-i Ali de, o esnâda Efendimiz (s.a.)'i dinliyordu. Müteakiben Hazret-i Ali yüksek sesle ve gözleri kapalı olduğu halde üç defa Lâ ilâhe illallah, dedi. Bu sefer de Peygamber (s.a.) onu dinliyordu.

[Muvatta' Kur'ân, 32, Hacc, 246. Müslim, imân, 234]
[İbn Abidin, hadisi muhtasaran naklettikten sonra Güranî'nin Mesâlikü'l-ebrâr adlı eserinde bulunduğunu ifade etmiştir. Muhaddislerden bazısı bunun hadis olduğunu isbat ettiği halde bir kısmı da nefyetmişlerdir. İbn Hacer el-Askalâni hadis olduğunu kabul edenlerdendir. Hadis ve fıkıhta da üstad olan muhaddisler bunun sıhhatine kail olmuşlardır.]

İşte bu sûretle sûfîyenin zikir usûlü teşekkül etmiş ve tevhîd zikri, sıhhat kazanmıştır. Böylece sûfîler mâsivâdan tecerrüd ederek, eşyânın kalblerine olan vehm-i tesirini iskat ile sağlam inançları sâyesinde bütün herşeyi müessir-i hakîki olan Allah'a havâle etmişler ve istikamet yoluna koyulmuşlardır. Bütün bunlar, onların mârifetini kemâle erdirerek tarîkatlarını yüceltmiştir. Siz de Hakk'a olan muâmelelerinizi onlar gibi yapın ki, sûfîlerle münâsebet kurmuş olasınız. Böylece de işlerinizi onların ardısıra nizâma sokmuş olasınız. Ayaklarınız onların izine bassın. Çünkü sûfîler, dinlemişler ve denileni yaparak mânen tertemiz olmuşlardır. Fakat onların dinledikleri sözlerin en güzeli Kur'ân ve Peygamber sözüdür. Ahsen-i kavi denilen güzel sözlerin dışındakileri duyduklarında sakınmışlardır.

Sûfîler, halka olup zikir meclisleri kurarlar, vecde gelip gönül hoşluğuna ererler, rûhları mi'râc edip yükselir. Zikir ve semâ ânında onların üzerinde ihlas şimşekleri parlar. Huzûrda gaybet gaybet halinde de huzûru yaşadıklarından ağaç dalları gibi mânevî bir esinti ile âdeta sallanırlar ve Lâ ilâhe illallah derler.

[Huzûr ve gaybet: Gaybet, insanın kalbinde meydana gelen se¬vap veya günahla ilgili mânâlarla meşgulken halkın hallerinin farkına varmamak, kendi iç dünyası ile başbaşa kalmaktır. Huzûr ise Hakk ile hazır olmak halkı görmemek. Hakk'ın zikri kalbini kap¬layan kimse, Rabbının huzurunda hâzırdır. (Nâşir)
Sûfîlerin kalbleri mâsivâ ile meşgûl değildir. Sadece "Allah" derler. O'ndan başkasına kulluk etmezler ve Hû, Hû diye O'nu anarlar. Başkasıyla değil, ancak O'nunla iftihar ederler.]

Bir güzel sesli onlara ilâhî okuduğu zaman, o güzel ses onlara, zikre himmetlerini artıran bir sinyal olur.

Ey kardeş! Sen, "Zikir ibadettir, öyleyse zikir esnasında âşıkların ilâhîlerinin ve sulehânın isimlerinin işi ne?" diye itiraz edebilirsin. O zaman sana şu cevap verilir:

"Namaz, ibâdetlerin en mühimi olduğu halde namazda, içinde va'd, vaîd-i ilâhî lâfızları da bulunan Allah kelâmı okunduğu gibi, Tahıyyâtta "ve alâ ibadillâhissâlihin" denilerek sâlihlerden bahsolunmaktadır. Bunu okuyan musallî şirk koşmuş olmadığı gibi, kulluk seccâdesinden ve ubûdiyet sınırından dışarı çıkımış da olmaz. Bunun gibi, zikir yapan sûfîler, güzel sesli oku yucuların kelâmlarındaki kavuşma ve vuslat sözünden Rabbına kavuşmayı anlar ve bu yüzden hoşlanır.

"Allah kendisine kavuşmayı isteyenin vuslatından hoşlanır. "
[Neseî, Cenaiz, 10; Muvatta, Cenâiz, 50; Dârimi, Rikak, 43; Buhûri, Rikak, 41; Müslim, Zikir, 14; Tırmizi, Cenâiz, 67]
Zâkir, ilâhî okuyucusunun sözünde firkata dâir şeyler duyunca ölümü hatırlayarak dünya sevgisinden vazgeçer. Çünkü "dünya sevgisi her türlü günahın başıdır." Okuyucunun sâlihlerden bahsettiğini duyunca zâkir, Allah dostlarının sevgisiyle Allah'a yaklaşır. Halkın nefesleri sayısınca olan hakk yollarının bazısı işte bunlardır.

[Keşfü'l-hafû, 1, 344 Beyhakî, Deylemî ve Ebü Nuaym'den]

Şâir şöyle diyor:

"Muhabbet tellâlları gece karanlıklarında tegannî ile meşgul olup yürekleri hoplatıyorlar. Kanatsızlar, yani insanlar dilber murad ediyorlarsa da onların matlûbu Vahid ve Ahad'dır."
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

SEMA HAKKINDA

Evet, yalancı mutlaka hesaba çekilir ve ona semâ haram olduğundan, semâ meclislerine gelmemesi gerekir, ta sadâkatle bu işe sarılıncaya kadar. Ehl-i sadâkat olan semâ erbabı yok mu ya?! Onlar, nerede ise onlar, ferişteh kesilip nefislerine galip gelerek kendilerini yok edecekler ve ruhlarının kanatlarıyla uçacaklar ve seyrlerini tamamlayarak
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى (en-Necm, 53/8,"Summe denâ fe tedellâ : Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi(Meal:Ali Bulaç).") sırrına ulaşacaklar. Ne yazık ki sayıları azdır bunların. Tam bir ihlâsla mâsivâ kaydından kurtulmuşlar ve gerçek hürriyete kavuşmuşlardır. Mâsivâ onlara yön veremez asla. Çünkü onlar, gerçek hürriyet erbabıdırlar. Böylece birbirleriyle fazilette yarışa gelmişlerdir.

Nitekim Şâir -rahimehullah- şöyle diyor:
"Ben, zamanın muhal olan bir şeyi, gözlerime göstermesini istiyorum. O da gerçek hür olan kişinin yüzü!"

Ey kardeşler, ben zamanın insanlarına sû-i zan ederek gerçek sûfî kalmadı, diyemem. Gerçi yaygın olan görüş şu: Biz öyle bir zamandayız ki, cehalet yaygınlaştı, tenbellik arttı ve yalancı iddiâcılar çoğaldı. Uydurulmuş hikâyeler anlatılıp duruyor. Biz ne yapalım? Kime kızalım? İnsanların çoğu bir yol seçmiş gidiyor.
"Evlerinde, yanlarında bulunduğun sürece onlarla iyi geçin. Mahallelerinde bulundukça onlara selâm ver!"

Ne fayda ki bunlar, yumuşak davranmadan kibirlenip böbürleniyorlar, yumuşak muâmeleden gafil bulunuyorlar. Öyleyse "Emrolunduğunu haykır, müşriklerden yüz çevir, doğruyu emret!"[1]

Yürekten olmayan, nefisten kaynaklanan ve rakkasın raksını andıran semâı ben ne yapayım? Böyleleri raksları ve noksanları ile nasıl zâkir sayılabilir?
"Halk arasında Kur'ân okumaya çalışan bâzı kimseler vardır ki, Kur'ân onlara lânet eder."

Arş-ı A'lâ'nın altında Allah'ın sakalsız bıyıksız güzel yüzlü öyle melekleri vardır ki onlar, titreyerek ve ürpererek zikr-i ilâhî ile meşgul olurlar. Bunlar öyle latif varlıklardır ki, Allah için, Allah adına semâ edip dönerler. Sen ey gafil miskin! Nefsin için, nefsin adına semâ edip dönüyorsun. Onlar gerçek ehl-i zikir, sen ise aldanmış ve nefsine mağlûb olmuşsun.

Sûfîler zikir esnasındaki sallanıp hareket etmeye semâ adını vermişlerse de bu hareketin sebebi rûhânî olmalıdır; semâ rûhtan kaynaklanmalıdır, cesetten değil. Yoksa nerede zikir, nerede raks?! Biri hak, öbürü batıl.

"O doğuya, ben ise batıya gidiyorum. Doğu ile batı arasındaki fark ise pek uzundur.

Raksedenler yalancıdır. Zikredenler ise Hak nezdinde zikrolunanlardır. Sevgili ile lânetli arasında büyük fark vardır. Zikir meclisine dâhil olduğunuz zaman zikredilmekte olan Hazret-i Mevlâ'nın murakabesine varınız, işittiğinize kulak veriniz. İlâhî okuyanlar sâlihlerin isimlerini yâd ettikçe onlara tâbî olmaya çalışınız ki, onlarla beraber olma şerefine nâil olasınız. Zirâ "Kişi sevdiğiyle beraber bulunacaktır. "[2]

Onların ahlâkıyla ahlâklanmak sizin vazifeleriniz cümlesinden olmalıdır. Onların hallerinden ve gerçek vecdlerinden istifâdeye çalışın. Gerçek vecd, Hakk için duyulan vecddir, nefsâni isteklerin çoşkunluğu değil.

Ben semâı, yani güzel sesler dinlemeyi sevmem diyemem. Çünkü ben güzel ses dinlerken hakikate erdim. Ancak kemâl ehlinden olmayan dervişler için semâ, haklarında beliyye ve hatâya düşme vesilesi olabilir korkusuyla hoş görmem.

Şâyet semâ, mutlaka lâzımsa o takdirde sağlam ve muhlis bir okuyucu Nât-ı Peygamberi okusun ve zikr-i ilâhîyi icrâ ederek sulehâyı yâd eylesin, buradan ileri gitmesin. Mürşid-i ârif olan kişi, semâdan gerekli hisseyi alarak, huzurunda bulunanların kalblerine biiznillah feyz-i ilâhî ilka etmelidir. Zirâ mânevî hal, güzel kokunun buruna girmesi gibi, hemen sirayet eder. İhlâs da, bir iksir gibi tesir eder.

Hâli ile insanları terbiye eden kimse kâli ve sözü ile terbiye eden, gibi değildir şüphesiz. Hal ile kâli birleştiren kimse ise, racül-i ekmel "mükemmel insan" dır. Zikir halkası teşkil ile kâfirlerin, dalâlet ve sapıklık bataklığına saplanan hasta yüreklilerinin şevketini kırdınız ve onları korkutup Allah'ın dinini îlâ ile müslümanların şerefini yüceltmek istediniz. Hüsn-i niyyet ile amel yaptı iseniz, bu yaptıklarınız pek güzel şeylerdir. Bir cihet-ten de olsa ahvâlinizi Kitab ve Sünnete ircâ ederseniz yaptıklarınız mükemmeliyet kazanır. Değilse bütün bu haller, ameller ve sözler ne fenâdır. Hattâ şunu da söy-leyebilirim, yolunuz Kitab ve Sünnete uygun değilse, sizinle dalâletle ithâm ettikleriniz arasında fark, bir sarık ve cübbeden ibârettir. Siz Allah dostlarından olmaya bakın. Allah'ın kapısına yönelin, Allah düşmanlarından ve huzûr-i ilâhîden uzaklaştıranlardan olmayın.

Efendiler!
Deccallıktan ve şeytanlıktan sakının, şeytanlık ve deccallık özelliği taşıyan yollara koyulmayın. Hâlis bir îmanla şeytanı rezîl edin. Doğruluk eliyle yalancılık binâsını tahrîb edin.

İlâhî yol, apâşikârdır, namaz, oruç, hacc, zekât, tevhîd ve Muhammed'in Peygamberliğine şehâdet, bütün bunlar dînin ilk esaslarıdır.

Haramlardan sakınmak da müminin Allah ile olan muâmelesine dâhil olduğu gibi, zikr-i ilâhî ile çokça meşgul olmak da müminin Allah ile olan muâmelesinin uzantısıdır.
Zikrin âdabı ise tam bir azîmet, kemâl-i hudû ve tevâzû ile dünya ve mâsivâ bağlarından sıyrılmak, sağlam bir ihlas ve kulluk şuûruna vâkıf olmak suretiyle ism-i celâl zırhına bürünmekdir. Hatta zâkir öyle bir halde bulunmalıdır ki, kendisini bir kâfir görse hâlinden; sadâkatle mâsivâdan tecerrüd ederek zikir ile meşgul bulunduğunu yakînen farkedebilmelidir. Kendisini gören herkes onun heybetinin tesirinde kalmalı ve onun mehâbetinin şimşekleri, görenin kalbine çarparak bozuk havâtın def'etmelidir. Eğer zâkirin durumu bu minvâl üzere olamaz ise avâma göre en iyi yol, temkindir, dili tutmaktır, zâhir ve bâtın âdâbına riâyetle bir tarafa bakmamaktır.



1- فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ :"Fasda’ bi mâ tu’meru ve a’rıd anil muşrikîn(muşrikîne): Resulüm! Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir." (Hicr 15/94)

2- Resim---Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem:

اَلْمَرْ ءُ مَعَ مَنْ اَ حَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Buyurdu.

Resim---Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek: “Yâ Rasûlullah, kıyamet ne zaman kopacaktır? Diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, namaza kalktı ve namazını bitirince; “Kıyametin kopmasını soran kimse nerededir? Buyurdu. Adam: Benim Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Adam: “Kıyamet için fazla namaz ve oruç hazırlayamadım fakat ben Allah’ı ve Rasûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kişi sevdiğiyle beraberdir, sende sevdiğinle beraber olacaksın buyurdu. Müslümanların Müslüman olmaları dışında bu söze sevindikleri kadar başka bir şeye sevindiklerini görmedim.” (Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’dan ; Ebû Dâvûd, Edeb: 113; Müslim, Birr: 50)

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem : “Kişi sevdiği kimseyle beraberdir. Hayır ve şer kazandığı her şey kişinin kendisinindir.” Buyurdu.
(Enes b. Mâlik radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb: 113; Müslim, Birr: 50)

Resim---Safvân b. Assâl (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Tok sesli bir bedevî geldi ve: “Ya Muhammed! Bir kimse bir toplumu seviyor fakat her yönden onlar gibi olamamıştır, bu kişi ne olacak?” dedi. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Buyurdu.
(Safvân b. Assâl radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb: 113; Müslim, Birr: 50)

***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Kur'ân'a Tâbî Olmak

Ey derviş!
Kur'ân-ı Hakim'e tâbî ol, geçmiş büyük âlimlerin yoluna ve eserlerine ittibâ et! Ben neyim sana duâ edeyim. Ben duvar üstünde bir sivrisinek kadar ufak bir şeyim. Eğer bu cemiyyetin şeyhi olduğum veya onların önde gelenlerinden bulunduğum veya onlara hükmettiğim veya sûfîyeden bir derviş olduğum hatırıma gelirse Fir'avun, Hâmân ve Karun ile haşrolunayım; onların başına gelen benim de başıma gelsin. Hiçbir şey olmayan, hiçbir şeye yaramayan ve hiçbir şeyden sayılmayan kişi ne yüzle duâ edebilir?

Efendiler!
Zamanınızı size bir fayda sağlamayan şeylerle heder etmeyiniz. Çünkü her nefesiniz sayılmakta ve yazılmaktadır. Size gurûr veren şeyden sakınınız. En kıymetli varlıklarınız olan vakitlerinizi ve kalblerinizi iyi muhafaza ediniz. Vakitlerinizi heder, kalblerinizi ihmâl edecek olursanız, en faydalı şeyleri elinizden kaçırmış olursunuz. Şunu iyi bilin ki, günahlar kalbleri körleştirir, berbâd ve hasta eder. Tevrat'ta şöyle yazılıdır.


"Mü'minin kalbinde kendi hâline ağlayan bir ağıtçı vardır. Münâfığın kalbinde ise devamlı tegannî ile meşgul bir şarkıcı vardır. Arifin kalbinde bir nokta vardır ki, asla sevinç duyamaz. Münâfığın kalbinde de bir yer vardır, asla üzüntü duymaz."

Efendiler!
Siz bu dergâhta zikr-i ilâhî ile meşgûl olup vecd duygusuyla sallanırsınız. Gözleri perdeli fukahâ da:
"Dervişler raks ediyorlar." derler. Arifler de: "Dervişler semâ ve devrân yapıyorlar." derler. Vecd ve heyecanında samîmî olmayan ve niyeti bozuk bulunan kimselerin gösteriş için ve dil ucuyla yaptıkları zikir ve devrân, fukahânın dediği gibi, gerçekten rakstır. Vecd ve şevkinde samîmî, maksadı hâlis olanlar ise Cenâb-ı Hakk'ın: "Dinleyip de sözün en güzeline uyanlar." kavl-i celîlinin hükmüne tâbi olurlar. Bu âyette "kavl"den murâd, âlem-i ezelde Cenâb-ı Hakk'ın dâvetine icâbettir. Nitekim Kur'ân'da bu "misâk" şöyle anlatılır:

"Rabbın Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "Ben sizin Rabbınız değil miyim?" demişti. Onlar da: "Evet buna şâhidiz." dediler. "

İnsanlar bu sözü nicelik ve nitelikten uzak olarak işittiler. Ve bu işitmeden dolayı onlarda bir halâvet meydana geldi. Vaktâ ki Hakk Teâlâ, Âdem (a.s.)'i yarattı ve onun zürriyetini dünyaya gönderdi de bu sırr-ı meknûn onlara zâhir olduğundan her ne zaman tatlı bir nağme ve güzel bir söz işitseler, duydukları o sesin, ahd-i kadîmdeki sesin, tesirinden olduğu düşüncesiyle kanatlanırlar. Bunlar ezelden ehl-i irfan olan, Allah için sevişen ve O'nun için ziyâretleşen kimseler, gerçek zâkirlerdir. Ve böyle dervişlere zâkir denilir. Bunların zikir esnâsındaki hareketleri rûhânî, azimetleri sahîh, akılları kâmil, amel deterleri bembeyaz olup semâdan nasibini alanlardır bunlar. Ve semâda, gizli sır- n idrâk edenlerdir onlar. Çünkü "Elest Bezmi" semâının sırrı, bütün rûh sâhibi ve işitme kabiliyeti bulunan varlıklarda mevcûddur. Ancak her cins, semâı kendi tab'ına muvafık şekilde dinler ve semâdan kendi himmeti ölçüsünde fehm ve idrak alır. Görmez misin ki çocuk ninni nağmesinden hoşlanır ve uyur. Develer dahî yüklerinin acısını okuyucunun güzel nağmeleriyle unutur.

Haber'de vârid olduğuna göre Allah; göklerde ve yerde İsrâfîl (a.s.)'in sesinden daha güzel bir ses yaratmamıştır. Bu yüzden İsrâfil okuduğu zaman yedi kat göğün melekleri kendi zikir ve teşbihlerinden fâriğ olarak İsrafil'i dinlerler.

Cenâb-ı Hak, Âdem (a.s.)'ı yeryüzüne indirince O, üçyüz sene ağladı. Allah Teâlâ O'na vahyetti:

- "Yâ Âdem, niçin ağlıyorsun? Niçin üzülüyorsun?" Hazret-i Âdem cevaben dedi ki:
- Yâ Rabbî! Cennetine olan iştiyâkımdan ağlamıyorum. Cehennem korkusuyla da ağlıyor değilim. Benim gözyaşlarım arş'ın etrafında birbirinin elinden tutarak saf bağlayıp semâ ve devrânla vecde gelen güzel yüzlü meleklere olan şevk ve hayranlığımdan dolayıdır. Ki onlar, bu devrânlan esnasında "Melikimiz ne büyüktür, melikimiz olmazsa helâk oluruz. Sen bizim ilâhımız olduğuna göre kim bizim kadar bahtiyar olabilir? Sen bizim dostumuz ve yardımcımız olduğuna göre kim bizden mutlu olabilir?" diye zikredip duruyorlar, onların bu hâli kıyamete kadar devam edip duracaktır.
Allah Teâlâ bunun üzerine Âdem (a.s.)'e vahyetti ki:
- Ey Âdem, başını kaldır ve onlara bak. Âdem (a.s.) başını semâya kaldırdı ve meleklere baktı ki, Cebrail reisleri, Mikâil okuyucuları olduğu halde arş'ın etrafında raksediyorlar, Âdem (a.s.) bu hâli görünce âh ü figânı sükûnete erdi.

"Onlar ağırlanacakları bir cennette bulunurlar. " âyet-i kerîmesinin tefsirinde "yuhberûn" kelimesi "yesmeûn" olarak tefsîr edilmiştir. Ariflerin semâ ve vecdden asıl maksatlan da budur. Hak vergisi olan bu durum, câhillerin dervişleri kızdıracak şekilde zannettikleri gibi haram olan raks değildir. Bu lutf-i ilâhî, kalbî havâtırına sahip ve kalbini vesveseden koruyabilen dünyevî arzular peşinde koşmayan, mahzâ azamet-i ilâhîye yönelen kimselere mahsûstur. Vesvese girdabına düşmüş ve kötü tabîatın esiri olmuş kimsenin ise mümkün mertebe konuşmasına ve hareketine dikkat ederek zikretmesi gerekir. Böyleleri sûfîler mertebesine ulaştıkları şeklinde yalan bir iddiâ peşinde koşmamalıdır.
"Bilmez mi ki Allah her şeyi görür." Allah son derece gayûrdur. Artık bu kadar söz yeter.


Resim

الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُوْلَئِكَ هُمْ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

Resim---"Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).: Sözü Kur’ân’ı ve sünneti dinleyip, kendilerine emredilenlerin en güzelini, en faziletlisini tercih edip uygulayanları, konuşmaları, hikmetli sözleri dinleyip en iyisini, en doğrusunu benimseyenleri müjdele. İşte onlar, Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Onlar, işte onlar akıl ve vicdan sahibi kimselerdir.(ZUMER 18)



وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ

Resim---"Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).: Rabbinin, gelecek nesillerinin dinî, ahlâkî ve insanî eğitimi ile ilgili, sorumluluklarını da sırtlarına yükleyerek Âdemoğulları’ndan, kendisini tanıma, iman, kulluk, ibadet ve mükellefiyet taahhüdü aldığını ve onları kendilerine, birbirlerine şahit göstererek:
'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' dediğinde:
'Elbette Rabbimizsin, seni Rab tanıdığımıza, iman ettiğimize, sözleşmemizdeki ortak taahhüdümüze, Allah’a iman, kulluk, ibadet ve sorumluluk bilincimize biz de şâhidiz' dediklerini insanlara hatırlat. Bunlar kıyamet günü:
'Biz bundan habersizdik' diyerek itiraz edememeniz içindir.
(A'RAF 172)



فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ

Resim---"Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe hum fî ravdatin yuhberun(yuhberune).: Rabbinin, gelecek nesillerinin dinî, ahlâkî ve insanî eğitimi ile ilgili, sorumluluklarını da sırtlarına yükleyerek Âdemoğulları’ndan, kendisini tanıma, iman, kulluk, ibadet ve mükellefiyet taahhüdü aldığını ve onları kendilerine, birbirlerine şahit göstererek:
'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' dediğinde:
'Elbette Rabbimizsin, seni Rab tanıdığımıza, iman ettiğimize, sözleşmemizdeki ortak taahhüdümüze, Allah’a iman, kulluk, ibadet ve sorumluluk bilincimize biz de şâhidiz' dediklerini insanlara hatırlat. Bunlar kıyamet günü:
'Biz bundan habersizdik' diyerek itiraz edememeniz içindir.
(RUM 15)



أَلَمْ يَعْلَمْ بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى

Resim---"E lem ya’lem bi ennellâhe yerâ.: O, Allah’ın, yaptıklarını, her şeyi gördüğünü bilmiyor mu?(ALAK 14)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

ZÂHİR ve BÂTINDA ŞERİAT

Efendiler!
Zahirî ve bâtınî âdâbınız şerîata uygun olsun. Zahiren ve bâtınen şerîata bağlı olan kimsenin nasîb ve hissesi Allah Teâlâ Hazretleridir. Nasîbi Hazret-i Mevlâ olan ise:
- "Güçlü hükümdarın katında yüksek bir derecede..." bulunanlardan olur.

Efendiler!
Sizin fakihleriniz ve âlimleriniz vardır. Ders ve vaaz meclislerine devam eder, ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenir ve insanlara da öğretirsiniz. Dikkat edin de elek gibi, unun incesini döküp kepeğini kendinize bırakmayın. Sakın ağzınızdan hikmet dökülürken kalblerinizde hîle ve fesâd mekân tutmasın. Değilse, "İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?'" Hak kelâmınca hesâba çekilirsiniz.

Allah bir kulu sevdiği zaman onun kalbine mahlûkata şefkat ve re'fet duygusu verir. Eline sehâvet, kalbine merhamet, gönlüne musâmaha ilka eder. Nefsini hor görmesi ve kendinde bir varlık görmemesi için nefsinin ayıplarını kendine gösterir. İnsanlar sevinç ve ferah içinde de olsa, ârif mahzûndur, ye'se düşmeden kederde bulunur. Ferah ve gülmesi az, ağlaması uzundur. Onların istekleri gerçek sevgili olan Allah Teâlâ'dır. Himmet ve gayretleri günah ve ayıpları tamir istikametindedir.

"Bayram gününde insanlar sevinip ferahlandılar. Ben ise Allah bilir ki bayrama sevinemedim. Seni göremeyeceğimi iyice anlayınca gözlerimi kapadım ve hiçbir kimseye bakmadım."
Nefsimi zorlayarak sülük etmedik hiçbir yol bırakmadıktan sonra sülük sıhhatinin sâdık bir niyyet ve mücâhedeye bağlı bulunduğunu iyice anladım. Sünnet-i Nebeviyye ile amelden, tevâzû, mezellet ve fakr duygusuna sahip dervişlerin ahlâkıyla ahlâklanmaktan daha sevimli, daha açık ve daha mûteber bir yol göremedim. Hazret-i Ebûbekir (r.a.) şöyle derdi: "Kendisine vusûl için aczden başka yol yaratmamış olan Allah'a hamdolsun." İdraktan âciz olduğunu idrak, gerçek idraktir.

Allah Teâlâ'nın Mûsâ (a.s.)'ya şöyle buyurduğu mervidir:
-Yâ Mûsâ! Bana benim hazînelerimde bulunmayan birşey getir! Mûsâ (a.s.):
-Yâ Rabbî! Sen âlemlerin sâhibisin, hangi şey hazînende eksik olabilir ki? deyince Allah Teâlâ buyurdu:
-Yâ Mûsâ! Bilmiş olasın ki, benim hazinelerim kibriyâ, azamet, celâl ve ceberût ile doludur. Sen bana acz, tevâzû ve boynu büküklük getir. Çünkü ben, benim için boynu bükük ve kalbi kırık olanlara yakınımdır.Keşfü'l'hafâ, I, 203 Yâ Mûsâ! Bundan daha büyük bir şey ile bana yaklaşmak mümkün olamaz.

Efendiler!
Korku ve haşyet muhâsebeyi; muhâsebe murakabeyi; murâkabe de devamlı olarak zikr-i ilâhî ile meşgul olmayı sağlar. Zamanımızda en imrenilecek kimse, vaktin değerini bilip, diline sâhip olarak durumunu muhâfaza sûretiyle sulehâdan olan kişidir.

Üstadım Abdülmelik el-Haznûtî -kuddise sirruhtan nasihat istedim. Bana şöyle nasihat etti:
"Ahmed! Mültefit; yani herşeye meyleden maksadına vâsıl olamaz. Şüpheci, felâh bulamaz. Kendi noksanını bilmeyenin bütün zamanları noksan ile doludur. “ Bir sene boyunca bu nasîhatları tekrarladım durdum. Ne zaman gönlüme havâtır düşse bu nasihati hatırlayıp o havâtırı izâleye çalışırdım. Ertesi sene kendisini tekrar ziyârete gittim. Yanından ayrılacağım zaman yine kendisinden nasihat istedim.

Buyurdu ki:
"Yâ Ahmed! Hekimlerin hastalığa, akılların cehâlete, dostların cefâya mübtelâ olması ne fenâdır." Bu sözü duyduktan sonra yanından ayrıldım ve bu sözleri de bir yıl tutarak bu zattan ve nasîhatından istifâde ettim. Alim ve ârif olan kişinin Allah korkusu ve murâkabeye bağlı olan nefsine karşı siyâseti pek büyüktür. Bu yüzden o, konuşmak istediği zaman söz ağzından çıkmadan iyice ölçüp tartar. Eğer sözünde bir fayda görürse söyler, değilse ağzını kapatır. Nitekim lisân hakkında şöyle bir söz mervîdir: "Dilin senin aslanındır, eğer onu zabtedersen kendini korumuş olursun, eğer salıverirsen seni helâk eder."

Ârif kişinin sözü dimağı temizler, sükûtu zararı defeder. Ârif, çoluk-çocuğuna iyiliği emreder, münkeri nehyeder. Allah Teâlâ buyurur:
"Onların aralarındaki gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka, yahut iyilik, ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenin konuşmaları müstesnâ."
Ma'rifet-i ilâhîye erenin Hak ile olan edebi ziyâdeleşir. Allah'a yakınlık peydâ edenlerin O'na karşı havf ve haşyetleri de artar.

Hatib el-Bağdâdî'nin senediyle Cabir İbn Abdillah (r.a.) şöyle anlatıyor:
"Râvîsi Mısır'da bulunan kısas konusunda bir hadîs-i şerif duydum. Bir deve satın aldım ve yola koyuldum. Bir aylık bir yolculuktan Sonra Mısır'a vardım. Hadisin râvîsini soruşturarak evine vardım. Kapıyı çaldım. Kapıya siyâhî bir köle çıktı. Ben ona "Filan burada mıdır?" diye sordum. Bana cevap vermeden içeriye girerek Efendisine:

"Kapıda bir ârâbî var, seni istiyor" dedi. 0 zât da:
"Git, ona kim olduğunu sor" dedi. Ben de kendisine:
-"Ben, Allah Rasûlü'nün sahâbilerinden Câbir İbn Abdullah'ım" dedim. Bunun üzerine hadîsin râvîsi olan zât çıktı, selâmlaştıktan sonra elimi tuttu ve bana:
"Nerelisin, Iraklı mı?" dedi. Ben de:
"Evet!" dedim. "Kısas mes'elesinde bana bir hadis-i şerîf ulaştı ki onu senden daha iyi hıfzetmiş birinin kaldığını da bilmiyorum" dedim. 0 da:
"Evet" Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in şöyle buyurduğunu işittim, diyerek hadîs-i şerîfi nakletmeye başladı:
-"Kıyamet gününde Allah Teâlâ Hazretleri sizleri yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak yeniden yaratacak. Aziz ve Celîl olan Mevlâ, arş-ı a'lâ'nın üzerinden, uzak ve yakın herkesin işitebileceği şekilde hoş bir sadâ ve yüksek bir sesle şöyle nidâ edecek: "Ben nezdimde zulümden eser bulunmayan bir hâkimim. İzzet ve celâlime and olsun ki, bugün ben zâlimin zulmünü affetmeyeceğim, vücûd ve yüze vurulmuş bir tokat veya elin ele çarpması şeklinde bir şamar bile olsa... Boynuzlu hayvanlara, diğerlerinde meydana getirdikleri şişlikten dolayı kısas muâmelesi uygulayacağım. Taş ve kayaya hemcinsine ulaştırdığı zarardan, ağaç ve oduna da aynı şekilde hesap soracağım." Nitekim bu konuda, bana indirilen Kitab-ı ilâhî'de şöyle buyrulmaktadır:
"Kıyamet gününde doğru teraziler kurarız. Hiçbir kimse haksızlığa uğratılmaz.”


Resim---Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu müteakip şöyle buyurdu:
-"Benden sonra ümmetim hakkında en ziyâde korktuğum şey Lût kavminin ameli (Lûtilik) dir. Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetindiğinde ümmetim azabı gözlesin." (Tirmızi, Hudûd, 24; İbn Mâce, Hudûd, 12)

Bu hadîs-i şerif, mükellef olmayan hayvanlar ve diğer varlıklara bile kısas uygulanacağını göstermekte ve dolayısıyla Allah'ın adaletinin kemâlini ifâde etmektedir. Hadis-i şerifteki "Kıyamet günü arş'ın üzerinde dururken..." sözü her türlü keyfiyet ve misliyetten vârestedir.

Livâta ve sevicilik hakkında tehdîd-i ilâhî meydandadır. İlim gizlenemez. Hak söz anlatılır. -Mübarek Ravza'sına rûhum fedâ olsun- Şârî Hazretleri, bizim lehimizde ve aleyhimizde olan ahkâmın tamamını açıklamıştır. O'na inanan ve emrine tâbî olan gerçek kurtuluşa ermiştir. Dikkat et ki, ona muhâlefet eden helâka gider. O, emrolunduğunu tamamıyla tebliğ etmiştir. Bizim için bir bahâne kalmamıştır. Peygamberimiz (s.a.), her mükellef üzerine sâhib-i hüccettir. Hakk Teâlâ, O'nu mahlûkata hüccet kılmıştır. Bu, kazâ-i ilâhî gereğidir. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri: "Biz, peygamber göndermedikçe hiçbir kavmi helak edecek değiliz." "Dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter." buyuruyor.

Efendiler!
Muhabbet-i ilâhîyyeye sâhip olan kimse nefsine tevâzû öğretir ve onu dünya alâkalarından uzaklaştırır. Her hal ü kârda Cenâb-ı Allah'ı mâsivâya tercih eder ve Onun zikriyle meşgul olur. Allah'tan başkasına nefsi için rağbetten eser bırakmaz. İbadetini tam incelikleriyle ve hakkını vererek îfâ ve icrâ eder. Allah için olan tevâzuundan dolayı azamet alâmeti olan minber ve koltuğu, onları elde etmeye imkânı olduğu halde, çıkarıp atar. Nitekim şâir şöyle diyor:
"O, tevâzuundan hilâfet ve saltanatı terketti. İsteseydi, hilâfet de saltanat da onun olurdu. Baş-kaları adına halîfe diye haraç toplanıyor. O'nda toplanan ise her türlü güzel haslet ve ahlâk."



*Fakr: Mevhûm ve nazarî varlığı terkederek, fiil, sıfat ve zâtını Hakk'ta fânî kılmaktır. Böyle bir adamın isterse sayısız malı da olsa, hiçbirine gönlü bağlamadığı için zararı yoktur, fakir sayılır. (Nâşir)

Resim


فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِندَ مَلِيكٍ مُّقْتَدِرٍ

Resim---“Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir(muktedirin).: Çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makamındadırlar. (Kamer 55)


أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Resim---“E te’murûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb(kitâbe) e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne): Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız? (Bakara 44)


لاَّ خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِّن نَّجْوَاهُمْ إِلاَّ مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلاَحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتَغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا

Resim---“Lâ hayra fî kesîrin min necvâhum illâ men emera bi sadakatin ev ma’rûfin ev ıslâhın beynen nâs(nâsi). Ve men yef’al zâlikebtigâe mardâtillâhi fe sevfe nu’tîhi ecran azîmâ(azîmen): Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa 114)


وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ

Resim---“Ve nedaul mevâzînel kısta li yevmil kıyâmeti fe lâ tuzlemu nefsun şey’â(şey’en) ve in kâne miskâle habbetin min hardelin eteynâ bihâ, ve kefâ binâ hâsibîn(hâsibîne): Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiç bir nefis hiç bir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz. (Enbiya 47)



مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُول

Resim---“Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen): Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiç bir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiç bir topluma) azab edecek değiliz. (İSRA 15)


وَاللّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللّهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللّهِ نَصِير

Resim---“Vallâhu a’lemu bi a’dâikum. Ve kefâ billâhi veliyyen, ve kefâ billâhi nasîrâ(nasîran): Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. (NİSA 45)


***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Abdiyyet, Ubûdiyyet:

Efendiler!
Abdiyyet; yani gerçek kulluk öyle bir sıfattır ki, onun hakkı, efendisinden başka herşeyden kesilmektir. Abdiyyet küllî ve cüz'î, az ve çok herşeyi terketmektir. Abdiyyet, meziyyet talebinde bulunmamaktır. Abdiyyet, kulun nefsinde kardeşlerine karşı bir üstünlük ve farklılık görmemesidir. Abdiyyet, Âdemiyyetin tıynetinde bulunan haddi korumaktır. Abdiyyet, ilâhî takdirâtın taht-ı mecrâsında huzû ve haşyettir. Kul, hürriyet mertebesine ulaşmadıkça, abd-i kâmil olamaz. Gerçek hürriyet ise mâsivânın esâretinden tamamen kurtulmaktır.

Efendiler!
Beni dilenci davulu yerine koymayın. Tekkemi harem, vefâtımdan sonra kabrimi sanem; yani puthane yapmayın. Ben Cenâb-ı Hakk'tan beni yalnız yaşatmasını diledim. O, beni cem'iyyet içinde yaşattı. Umulur ki bu dileğim, bu denî dünyadan ayrıldıktan sonra gerçekleşir. Cem' maallah, yani Allah'a vuslat sağlam olursa herşey kolaydır.

"Vuslat sahih olunca herşey kolaydır. Toprağa üstünde her ne var ise nihayet toprak olacaktır."
Allah'a yöneliniz. Allah için, O'ndan başka zarar veya fayda verebilecek, vuslat veya inkıta, firkat veyâ cem' nasîb edecek veya men'edecek hiç kimse yoktur. O'na giden vesileler reddolunamaz. Ve O'na giden vâsıtalar, inkâr olunamaz.

Söyleyip vuslata erilebilecek bir madde vardır ki o da: "Amentü billâh" sözüdür. "Amentü billâh" deyince Kitabına, Peygamberine, Peygamberinin -sallallahu aleyhi ve sellem- tebliğ ettiklerinin hepsine îman etmiş ve Hakk Teâlâ'nın "Peygamber size neyi ve-rirse alınız, neden nehyederse ondan vazgeçiniz." fermanına uygun hareket etmiş olursunuz.

Allah'a delâlet eden vesile ve vâsıtalan tâzîm ile tevhîde erer, kapıda göz yaşıyla bekler, tevâzu ve mezellette toprak gibi olursan, dönüp gideceğin yerin neresi olduğunu bilir ve oradaki buluşmaya yakışır tarzda hazır olabilir ve bütün amellerinde ihlas üzre olup hâlis - muhlis olabilirsen, mânevî mertebe ve makamlara lâyık olur, mevâhib-i ilâhîyye ve kerem-i rabbâniyyeye nâil olur, nîmet sofralarına kavuşursun. Şebeke-i irfâ- nın bütün halka yayılır. Nâib; yani Peygamber vekîli sıfâtıyla dâvetin zâhir ve bâtın her yere biiznillah ulaşır.



Resim

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

Resim---“Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum, ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh(vettekûllâhe), innallâhe şedîdul ikâb(ikâbi): Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü'ne verdiği fey, Allah'a, Resûl'e, (ve Resûl'e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır. (HAŞR 7)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen Ahmed »

Fukahâ'ya(Fakihler, Fıkıh alimleri) Hürmet:

Efendiler!
Evliyâ ve arifleri tâzîm ettiğiniz gibi fukahâ ve ulemayı da tâzîm ediniz. Çünkü yol birdir. Fukahâ ve ulemâ, şeriatın zahirinin vârisi ve insanlara Hakk'a vâsıl olmanın yolu olan ahkâm-ı şer'iyye'yi öğreten hamele-i Kur'ân'dır. Şerîata aykırı olan bir yolla amel ve mücâhede bir fayda sağlamaz.

Bir adam şerîata uygun olmayan tarzda velev beş yüz sene ibâdetle meşgul olsa, ibadeti kendine râcidir, yani merdûddur, sevap kazanmadığı gibi, günâhı mûcib olur. Kıyâmet gününde Allah ona, hiçbir sevap vermez.

Dînini diyânetini bilen fakîhin kıldığı iki rek'at namaz, dînini, diyânetini bilmeyen dervişin kıldığı iki bin rek'attan efdaldır. Siz ulemânın haklarını ihmalden sakının. Onlar hakkında hüsn-i zan sâhibi olmaya bakın. Ancak âlimlerden takvâ sâhibi olan ve Allah'ın kendilerine öğrettikleriyle amel edenler gerçek velîlerdir. Onlara hürmeti muhâfaza ediniz. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bildiğiyle amel edene Allah bilmediğini de öğretir." (Keşfü'l-hafâ, II, 265 Ebû Nuaym'den)

Yine Peygamberimiz (s.a.): "Alimler, nebilerin vârisleridir."(Buhâri, İlim, 10; Ebu Davud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32; İbn Hanbel, V,) buyurmuştur. Vâris-i Nebî olan bu zevat, insanların efendileridir, mahlûkatın eşrâfıdır, Hak yola delâlet eden rehberlerdir. Bazı sûfîlerin dediği gibi, "biz ehl-i bâtınız, onlar; yani ulemâ ehl-i zâhirdir" deme!

Bu din, zahir ve bâtını câmîdir. Bâtın, zâhirin özü ve içi, zâhir de özün ve bâtının zarfıdır. Zâhir olmasa bâtın olmaz; zâhir olmayınca bâtın sıhhat bulmaz. Kalb, cesetsiz kâim olamaz. Ceset olmayınca da kalb sâlim olmaz. Kalb, cesetin nûrudur. Bazılarının ilm-i bâtın dediği bu ilim aslında ıslâh-ı kalbdir. Evvelâ, amel bi'l-erkân yani rükünlerle amel ve kalb ile tasdîk, lâzımdır. Adam öldürme, hırsızlık, zinâ, ribâ, içki, yalan, kibir gibi günahlarla beraber kalbdeki iyi niyetin ve gönüldeki temizliğin ne faydası vardır?! Kalb temizliğinin rükün ve fiillerde de görünmesi lâzımdır.

Allah'a ibâdet ediyorsun; iffet sahibisin, lisânına sâhipsin, sadaka veriyorsun, tevâzû ehlisin; fakat kalbinde fesat ve riyâ gizli. Böyle bir amelin sana ne faydası var? Şimdi iyice anlaşılmıştır ki, bâtın zâhirin özüdür. Zâhir, bâtının zarfı olup aralarında farklılık yoktur. Ve hiçbiri diğerinden müstağnî değildir. "Ben, ehl-i zâhirim." dediğin zaman âdeta ehl-i bâtın olduğunu da ikrar etmiş olursun. Yine keza "şeriatın zahirine bağlıyım" dediğin zaman da bâtın-ı hakikati zikretmiş olursun. Sûfîlerin hangi hâli vardır ki, şerîat onun yapılmasını emretmemiş olsun. Yine ehl-i zahirin hangi hâli vardır ki, onun, ıslah-ı bâtınını zâhir-i şer' emretmemiş bulunsun. Öyleyse siz zâhir ile bâtının arasını ayırmaya çalışmayınız. Çünkü zâhir ile bâtını birbirinden ayırmak sapıklık ve bid'attır.

Alimlerin ve fukahânın hukukunu ihmâl etmeyiniz. Zira bu durum, cehâlet ve ahmaklıktır. İlmin lezzeti, sizi amelin acılığından, zorluğundan alakoymasın. Çünkü ilmin lezzeti, amelin acılığı olmadıkça hiçbir şeye yaramaz. Amelin acılığı ve zorluğu ise ebedî tatlılığı doğurur. Nitekim Kur'ân'daki; "Şüphesiz biz, güzel bir amel işleyenin mükâfatını zâyî etmeyiz” (El-Kehf, 18/30) âyet-i kerîmesi amellerin bu ebedî mükâfatına delildir.

İhlâs, amellerin dünya ve âhiret için değil, mahzâ Allah için olmasıdır. Kul Allah'a îman, emrine imtisâl ve rızâsına tâlib olarak her hal, iş ve sözünde O'na karşı hüsn-i zan üzre olmalıdır.

Efendiler!
Devamlı sûrette; Haris Muhâsibî şöyle dedi, Ebû- Yezîd böyle söyledi, Hallâc bunu söyledi deyip duruyorsunuz. Bu ne haldir böyle? Halbuki siz bunlardan önce İmam Şafiî ne dedi, İmam Mâlik ne buyurdu, İmam Ahmed ve İmam Nûman ne buyurdu? Bunları araştırarak muamelatı bunların görüşleriyle tashîh etmelisiniz. Ondan sonra da diğer sözler üzerine düşünmelisiniz. Ebû Yezîd ve Hâris, böyle dedi, demek hiçbir şeyi artırmaz da eksiltmez de. İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin söyledikleri ise en başarılı yol ve en kestirme usûldür. Şerîat binasının sütunlarını ilim ve amel ile yükseltiniz. Sonra da ilim ve amel ahkâmının inceliklerini himmetinizle yüceltiniz. İlim meclisi, yetmiş yıl ibadetten daha efdaldir. Tabiî burada ibâdetten maksat, farzların dışında ilimsiz olarak yapılan nâfile ibâdetlerdir. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"(ez-Zümer, 39/9) "Hiç karanlıkla aydınlık müsâvî midir?"(er-Ra'd, 13/16)

Tarîkat şeyhleri ve hakikat meydanının süvârileri size: "Ulemânın eteklerine yapışın." derler. Ben de size felsefeyle meşgul olun demem; fakat fıkıh ile uğraşın, derim. Çünkü "Allah, hakkında hayır murad ettiği kişiyi dinde fakîh kılar; ince anlayış sahibi yapar." (Buhâri, ilim, 10; Müslim, İmâre, 175; Tirmizi, İlim, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dûrimi, Mukaddime, 24; Muvattâ, Kader, 8; İbn Hanbel, I, 30). "Allah câhili dost edinmez." (Keşfu'l-hafa,II,180) Eğer edinecek olursa ona ilim verir. Velî fıkh-ı dinde câhil olamaz. O namazın, orucun, zekâtın, haccın ve zikrin ahkâmından haberdâr olarak namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulacağını, zekâtın nasıl verileceğini ve nasıl hacc ve zikir yapılacağını bilir. Hakk Teâlâ ile olan muâmelât ilimine de âşinâdır. Böyle olan bir kimse "ümmî"(Ümmî:Anasından doğduğu hal üzre kalan, okuma yazma bilmeyen. (Nâşir)) de olsa âlimdir. O'na câhil diyen ilimden maksûd olanı bilmiyor, demektir. İlim, şâirlerin itinâ ettiği beyân, bedî ve edebiyat veya cedel ve münâzara ilmi de değildir. Kısaca ilim, Allah'ın emir ve nehrini bilmekten ibârettir. Daha geniş düşünecek olursak ilim, ilm-i tefsir, ilm-i hadîs, ilm-i fıkıhtır.

Vâzı'ları tarafından ilim adı verilen bir takım nazarî kaideler ve lâfzı bilgi ve san'atlar ise "bir şeyi bilmek bilmemekten daha iyidir," düşüncesine göre bir ilim ve fen kabûl edilebilir.


Resim

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا
Resim ---"İnnellezıne amenu ve amilus salihati inna la nüdıy´u ecra men ahsene amela
:
Iman edip de güzel davranislarda bulunanlar var ya, süphe yok ki biz öyle güzel isler yapanlarin mükafatini zayi etmeyiz." (Kehf 18/30)


أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاءَ اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ ۗ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ ۗ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ
Resim ---"Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul ahırate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezıne ya´lemune vellezıne la ya´lemun innema yetezekkeru ülül elbab
:
Yoksa o, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanip, kiyama durarak daima vazifesini yapan, ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak temiz akil sahibi olanlar anlar." (Zümer 39/9)


قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلِ اللَّهُ ۚ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِأَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا ۚ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَىٰ وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ ۗ أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ ۚ قُلِ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Resim ---"Kul mer rabbüs semavati vel erdı kulillah kul e fettehaztüm min dunihı evliyae la yemlikune li enfüsihim nef´av ve la darra kul hel yestevil a´ma vel besıyru em hel testeviz zulümanüt ven nur em cealu lillahi şürakae haleku ke halkıhı fe teşabehel halku aleyhim kulillahü haliku külli şey´iv ve hüvel vahıdül kahhar
:
De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah´dir". De ki: "Allah´dan baskalarini, o kendi kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilenleri dostlar mi ediniyorsunuz?" De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanliklarla aydinlik bir olur mu?" Yoksa Allah´a, O´nun gibi yaratan birtakim ortaklar buldular da, bu yaratis kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: "Allah, her seyi yaratandir. O, birdir. Her seye üstün ve kahredicidir."" (Ra'd 13/16)
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Burhanu'l Müeyyed - Ahmed er-Rifâî(ks)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim


Vücûdîlik..:

Vücudîlik konusundaki sözlerle felsefe ve benzeri , ilimlere kulaklarınızı tıkayınız. Çünkü bu ilimler, insanın ayağını ateşe kaydıran ilimlerdir. Allah cümlemizi f muhafaza buyursun.
Aman, ille de zâhir-i şeriata bağlı kalın. "Allah'ım bize kocakarı îmanı nasîb et!."
Hakk Teâlâ Hazretleri: "Ey Rasûlüm! Allah O Kitabı indirdi, de!. Onları bırak bâtıl dedikodularla oynayadursunlar. " buyuruyor.

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
“Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî iz kâlû mâ enzelallâhu alâ beşerin min şey’in, kul men enzelel kitâbellezî câe bihî mûsâ nûren ve huden li’-n nâsi tec’alûnehu karâtîse tubdûnehâ ve tuhfûne kesîrâ (kesîran), ve ullimtum mâ lem ta’lemû entum ve lâ âbâukum, kulillâhu summe zerhum fî havdıhim yel’abûn (yel’abûne).: “Ve Allah, beşere bir şey indirmedi.” dedikleri zaman O’nun kadrini hakkıyla takdir edemediler. “İnsanlar için hidayet edici ve bir nur olan Hz. Musa’nın getirdiği kitabı kim indirdi?” de. Onu kâğıtlara (yazıp) açıklıyorsunuz, çoğunu gizliyorsunuz. Babalarınızın ve sizin bilmediğiniz şeyler size öğretildi. “Allah” de, sonra onları daldıkları şeylerde bırak oynasınlar.” (En'âm 6/91)

Ulemâ ile münâsebeti kesmeyin. Onlarla oturup kalkarak ilimlerinden istifade edin. Sakın "falan ilmiyle âmil değil" demeyin. Siz onların ilimlerini alın ve onunla amel edin. Amellerini ise Allah'a havâle edin.
Evliyâ -radıyallahu anhüm- hazarâtı hangi lisândan zâhir olduğuna, hangi taş üzerine yazılı bulundu¬ğuna ve hangi şahıs vasıtasıyla kendilerine ulaştığına aldırmadan hikmeti alıp benimserler. "Onlar yerin ve göğün yaratılışını tefekkür ederler; Ey Rabbımız sen bunu boş yere yaratmadın!." derler.

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkı’s- semâvâti ve’l- ard (ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ (bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr (nârı).: Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmrân 3/191)

Allah dostları, mahlûkatın üzerinden Hakk'a yürüyüp geçeceği bir köprüdürler, onlar ilmiyle âmil, amellerinde ihlas sahibi hâlis kullardır ki, Hakk Teâlâ onları kendine ibâdet için mâsivâ bağından kurtarmış ve Zât-ı Ecell -ü- A'lâsına yaklaştırmıştır. Onların kalblerinin üstüne -göz açıp kapayıncaya kadar da olsa- gaflet perdesi düşmez. Onlar Hakk ile aralarında uzaklığı kaldırıp çıkarmışlardır. Sâhip oldukları Esrâr-ı İlâhîyenin üzerine tılsımlar koyarak gizlemişlerdir. Geceleri kâim, gündüzleri sâim olarak geçirmişlerdir. Bunların bir kısmı tefekkürü gâlib kimselerdir, bir kısmı ise zikir ile iştigâle ehemmiyet veren kişilerdir. Diğer bâzıları ise hepsini CEM' yolunu tutanlardır. Bunlar "Öyle adamlar vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alış veriş Allah'ı anmaktan kendilerini alıkoyamaz. " âyetinin sırrına ermişlerdir

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ bey’un an zikrillâhi ve ikâmis salâti ve îtâiz zekâti yehâfûne yevmen tetekallebu fîhil kulûbu vel ebsâr(ebsâru).: Ticaretin ve alışverişin, onları Allah’ın zikrinden, namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten alıkoymadığı adamlar ki (onlar), kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar.” (Nûr 24/37)
Resim
Cevapla

“►Ahmed Er Rufaî◄” sayfasına dön