"AN"LIK YAZILAR

Aşıklarımız ve Aşıklarımızdan ilhamlar ve ilahiler.
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

"AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Kulaklarımda bir ilahi.. Radyo dinliyorum..Resuallah( sav) efendimizi söylüyor.
Gözlerim betonu yarıp çıkmış kücücük ağaçta.. Dükkanımın önünde. "küçük ağacım" diye seviyorum onu .
Hafifce mırıldanarak. Rüzgarın önünde nazlı nazlı yapraklarının titreşimlerini izliyorum.
Sonra geri dönüp, masamın üstündeki bilgisayarıma, “Muhammedinur”a bakıp okuyorum. Mübarek Hocamız'ın
"İNSAN" konulu sayfasını okuyorum
:

(Kesin Hüküm - Kader-i Mutlak - Ecel-i Müsemma

Kesin olan tebdili (değiştirme) ve tagyiri (başkalaştırmak) olmayan levh-i mahfûzdaki (ALLAH tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu mânevî levha, ilm-i ilâhî) Ümmü’l-Kitâb’da mahfûz (korunup, saklanmış) Allah’ın ilminde var olan Levh-i Mahfuzda yazılan kader...

ALLAHU ZÜ’l-CELÂL, hayrı emreder ve şerre rızası yoktur.
İnsandan ortaya çıkanlar da dahil herşey (iş, düşünce, hâl v.s.) EL HAKK celle celâluhu’nun havl (potansiyel, henüz ortaya çıkmamış güç) ve kuvvetiyledir.
Yarının (aldığımız en son nefesten bir sonraki) kaderini asla bilemeyiz.
Onun için dua ederiz:
RABBımızın Hakkı ve Hayrı kalbimize ilhâm etmesini, işlememizde İzin ve İnâyet (lütuf-ihsân) vermesini, Dinimizde, Dünyamızda ve Âhiretimizde Sırât-ı Müstakîm üzere Hidâyetini ve Selâmetini dileriz.
Habibullah (aleyhisselâm) ın şefâatini dileriz.
Evliyâullah ve Ehlullahın Himmetini (mânevî moral gücü desteğini) dileriz...
Ve bize hakka inanıp hayrı yaşamakta gayret lûtfetmesini dileriz...

Ve deriz ki:

وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا
"---“Ve lev lâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh (billâhi), in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ (veleden) : "Bağına girdiğin zaman, “Maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur” demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan."
(Kehf 18/39)

Yarınımız için RABB’ımızdan hak ve hayr diler, dua ederiz.
Bugünü yaşamanın amacının rıza olduğunu asla unutmaz, “OL-AN! = Kaza= Hükm-ü HAKK”a razı olup Şükür veya Sabır ederiz.
Dünkü ömrümüzün noksan ve hatalarına ise henüz diri ve aklımız başında iken tevbe istiğfâr ederiz. HAKK’a döneriz ve bağışlanmamızı dileriz
.)Resim
Ve insane olmak ne kadar zor diyorum. Küçücük ağaca. Sanki bana gülümsüyor..
Yok öyle değil. Bitki olmak daha zor. Hele taşların arsından tohum çatlatıp, bütün zorluklara rağmen güneşe doğru boyun uzatmak çok mu kolay sanıyorsun. Hep aynı yerde, hiç kımıldamadan, güneşin gözünü gözlemek, bulutun ağlaması için dua etmek…
Rüzgarın kendi keyfine gore yapraklarımı bir oyana bir bu yana oynatmasınna göğüs germek…Yanıbaşımdan geçenlerin ayaklarını ellerini sürüp canımı yakmalarına sabır etmek…daha neler ..neler.. kolaymı sanıyorsun?
“Muhammedinur”a dönüyorum
:
Kur'ân-ı Kerimimizdeki AÇIk HÜKÜMler gereğince bir KUL-ABDULLAH olarak;
(ALLAH celle celâluhu ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Teslim olup, İman edip, Tâbi Olup, İtâat ederek OL-ÂN-a Rıza İçinde YAŞAyacaktır inşae ALLAH.

GeÇmişimiz için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in TEVBE-İstiğfarında BİZ BİR-İZ.
Şu ÂNımız-herÂNımız için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in RIZAsında BİZ BİR-İZ.
Geleceğimiz için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in DUÂsında BİZ BİR-İZ.
Son NEFESimiz için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ŞEHÂDETinde BİZ BİR-İZ OLmak ANA Arzumuz, İnancımız ve İşimizdir inşae ALLAH.

Yoksa Kul kendini ve kaderini Takdir Edeni bilmez ise Yaramazlık YOK-uşlarında çok yorulur ALLAH celle celâluhu Korusun!)

İçim yanıyor.. Gerçekten de ALLAHcc korusun. Cümle alemi Allah korusun..
“Muradını muradım eyle, razı olduklarına razı et beni de Allah’ım ÂMİNNN! YA MÛİN…ÂMİNNNN
……
Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

Bu sabah işe giderken inceden yağan yağmurun değdiği bahçelerden burnumdan içeri harika bir koku yayılıyordu.
Bildiğimiz bahar havası canlılık ve güzellik doluydu. Elimdeki şemsiyeyi bahçe duvarının demirlerine astım. Çözülen
eşarbımın alt kısmımını bağlarken, gözüme ıslak duvarın üstündeki salyangozlar(sümüklü böcekler) ilişti..
Dikkat kesildim. Ne kadar enterasanlardı bir bilseniz. Çocukken onlarla ne kadar haşır - neşirdim ama hiç böyle
hatırlamıyordum. Öylece durup onları seyrettim. Aklıma" Lale Gül "kardeşimin imzası geldi. Arada bir "niye bunu seçmiş?"
Diye merak ettiğim olurdu . "Aşk anteni sevgi izi" yazıyor üstünde.. İnanın çok hoşuma gitti.. Aheste aheste ıslak duvarın
üstünde kendilerine has yürüyüşlerini seyrettim.
Gelir gelmez bilgisayardan, bu böceklerle ilgili bilgiler araştırdım. İnsan bir şeyi oldukca yakından tanıyınca , o şeye
yakınlığı da artıyor doğrusu. Sümüklü böceklere ve onları yaratan Allah(cc)a hayranlığım oldukca arttı. (Nelere KÂDİRsin RABBülâlemin"......
Bu arada internette rastladığım bir hikaye mest etti beni . Sizinle de paylaşmak istedim. Biraz uzun ama sonunda kesin ağlarsınız. Okumaya değer inanın.
Ama önce bir ön bilgi paylaşalım, bu sevimli yaratıklarla ilgili
:
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Salyangozlar türlerine göre değişik boyutlarda ve renklerde olurlar. Bitkilerle beslenirler. Tamamen otçuldurlar. Salyangozlara çok benzeyen sülükler kan emicidirler. Özellikle uzak doğu ülkelerinde ormanlarda tehlikeli sülük türleri bulunmaktadır.

Salyangozların vücutlarının çok büyük bir bölümünü su oluşturmaktadır. Çok soğuk havalarda salyangozlar donarken çok sıcak havalarda ise tamamen kururlar. Salyangozlar hareket etmek için sürünürler. Vücutlarındaki kasların kasılıp gevşemesi ileriye doğru hareketlerini yavaşta olsa sağlar. Kış aylarında toprak altlarında saklanarak kışı hareketsizce geçirirler. Çok sıcak havalarda ise nemli bölgelerde saklanırlar. Yapışkan vücut yapıları sayesinde salyangozlar çok iyi tırmanıcıdırlar. Yağmurlu havalarda yuvalarının suyla dolması sonucunda boğulmamak için saklandıkları yerlerden dışarıya çıkarlar. Yağışlı havalarda etrafta dolaşan bir çok salyangoz görmek mümkündür
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
SÜMÜKLÜ BÖCEK (Tahsin Yücel)

Sümüklü böcek hepimiz gibi bir böcekti. Ahım şahım bir böcek değildi öyle, dışardan bakanlar için hiçbir çekiciliği yoktu, yakışıklı bir böcek olduğu söylenemezdi. Ama pek çirkin de sayılmazdı, ufak tefek, kara kuru bir böcek olsa da istendi mi sevilebilirdi. Bütün böcekler hep böyle pırıl pırıl, renk renk olmazlardı ya, her böcek her bakanın gözlerini kamaştırmazdı ya. Azdı öylesine böcekler, sümüklü böcek çoğunluktandı bakanların gözlerini kamaştırmayan sürü sürü böceklerden biriydi. 0 böyle şeylere hiç önem vermezdi zaten, gözlerle ilgili şey üzerinde durmazdı.

Sümüklü böcek içli bir böcekti. Zayıftı, güçsüzdü, sessizdi. Öksüz büyümüştü. Babasını Almanlar vurmuşlardı. Şu koca dünyada anacığından başka hiç kimsesi yoktu. Sümüklü böcek kimsesizdi. Anası üstüne titrer dururdu ama sümüklü böceğin hiçbir şeyini değiştiremezdi. Sümüklü böcek hep yalnız gezerdi. Gezdiği yerler de güzel yerlerdi doğrusu, göğe doğru yükselen, koca koca ağaçlar, terli terli otlar, yağmur sonralarının su birikintileri yalnızlığını unuttururdu. Zaten hep yalnız yaşamıştı, bunun için yalnızlığın acısını bilmezdi. Yalnızlığın acısını bilmediği için de mutlu bir böcek olduğu söylenebilirdi. Ne var ki o da bütün yalnızlar gibi çok düşünürdü. Uykular bir yana, düşünmediği an yok gibiydi. O kadar uyku da uyumazdı, geceleri gözlerini yıldızlara diker, saatler boyunca düşünür, düşünürdü. Anasını en çok üzen de buydu; zayıflığı, güçsüzlüğü sessizliği düşünmekten sanırdı. Düşünmesine engel olmak isterdi. Engel olabilseydi, sümüklü böcek mutlu mu, dertli mi olurdu, güçlü mü, güçsüz mü olurdu, orasını kimsecikler bilemez ama bugünkü sümüklü böcek olmayacağı şüphe ¤¤¤ürmezdi.

Anası, sümüklü böceği bir türlü değiştiremedi. Sümüklü böcek düşünmeye devam etti. Gün geçtikçe daha çok düşündü. Uykuyu hiç sevmiyordu, hep düşünmek istiyordu. Uykuda da düşüncelerinin düşünü görüyordu. Gittikçe zayıflıyor, inceliyor, iğneye ipliğe dönüyordu. Anacığı bu durumu gördükçe için için eriyordu, iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyordu, o da uykularını yitiriyordu. Sümüklü böcek, anasının kaygısını anlamıyordu. Sümüklü böceğe göre en büyük erdem düşünmekti, en büyük zenginlik iyi düşünceler, sağlam bilgilerdi. Bir böcek için daha yüce, daha büyük bir zenginlik düşünemiyordu; böcekleri uzaktan uzağa tanıdığı için de bütün böcekleri aynı düşüncede sanıyordu.

Sümüklü böcek, gözlerini yıldızlara dikiyor, düşünüyor, düşünüyordu. En sonunda yıldızlar köreliyor, sümüklü böceğin gözleri kararıyor, kapanıyor, iyi düşüncelerin düşleriyle dolu bir tavşan uykusuna dalıyordu. O zaman anacığı kalkıyor, çevresinde dört dönüyor, şöyle biraz rahat, şöyle biraz daha fazla uyuması için, aklına ne eserse, elinden ne gelirse yapıyordu. Ama çok geçmeden gökyüzü ağarıyor, çevrenin bütün böcekleri sabah türküsüne başlıyorlardı. Anacığı köpürüyordu, küplere biniyordu, hemen dışarı fırlıyor, bütün türküleri susturmak istiyor, böcekler kulak asmayınca da ağzına geleni söylüyordu. Böceklerin aldırdıkları bile yoktu. Yoksul ananın yüzüne karşı gülüyor, seslerini daha çok yükseltiyorlardı. Adını ''Kavgacı Karı'' koymuşlardı, bu da onun kulağına kadar gelmişti ama ana yüreği bir şey dinlemiyordu ki...

Anası böceklerle cebelleşe dursun, sümüklü böcek birdenbire gözlerini açıyor, ''Güneş ne kadar da yükselmiş ! Şu böcekler de olmasa hiç uyanamayacağım galiba, eksik olmasınlar !" diye söylene söylene yerinden fırlıyor, anasının hazırladığı güzelim yemeklere elini bile sürmeden alıp başını gidiyordu.



Yine bir bahar sabahı alıp başını gitmişti. İnceydi, sıskaydı ama hiçbir yorgunluk duymuyordu. Sağına soluna bakmadan yürüyordu. Birdenbire kulağına bir ses geldi, irkildi, duruverdi. Duyduğu seslerin hiçbirine benzemiyordu bu ses, çok da uzaklardan gelir gibiydi. Garipti, duyulmadık bir sesti, ne ağıda, ne gülüşe, ne türküye benziyordu. Sümüklü böceğin bütün düşüncelerini üzerine çekiyordu. Sümüklü böcek olduğu yerde kalakalmıştı. Sümüklü böcek birdenbire vurulmuştu bu sese. ''Çok görmüş, çok çekmiş, çok düşünmüş, çok iyi bir yaratığın sesidir bu ses'' diye düşünüyordu. Bu bakımdan, bazı insanların yüzlerine, gözlerine bakarak içlerini de anladıklarını sanan bazı insanlara benziyordu. Sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı. Kendinde değildi, sarhoş gibiydi. Usul usul yürüyor, bütün varlığını kulaklarında topluyordu. En sonunda bir ağacın dibinde durdu. Kocaman bir ağaçtı. Gövdesinin kabukları yarık yarıktı. Bu yarıklardan birisinin içinde küçücük bir koza vardı. Sesin kozadan geldiğini anladı. Yavaş yavaş ağacın gövdesine tırmandı ,usulcacık yanına geldi kozanın, durdu, dinledi. Kozanın içinde görünmeyen bir kadın ağlıyordu. Ama nasıl ağlıyordu, ama nasıl ağlıyordu, nasıl ağlıyordu ! Sümüklü böceğin gözleri yaşardı, sümüklü böcek de ağladı. Sümüklü böcek hiç böyle olmamıştı. Ne tuhaf ! Hiçbir şey düşünemiyordu, düşünmek aklından bile geçmiyordu, yalnız bir bambaşka ağıt duyuyordu, yalnız ağlıyordu. Neden sonra kendini topladı gözlerini sildi. Kozadaki kadının ağıdı da durmuştu. Kozaya biraz daha yaklaştı.

''Nedir derdin ?'' diye sordu.

Kozadaki kadın da onun ağıdını duymuştu.

''Senin derdin nedir?'' dedi.

Sümüklü böcek hiç düşünmedi:

''Benim derdim sensin !'' diye cevap verdi.

Kozadaki kadın ilk önce inanmadı ama sonra ister istemez inandı. Sümüklü böcek, kozanın başından hiç ayrılmadı. Kozanın içindeki kadın bir kelebekti. Güzel günler görecekti. Kelebeklerin, kanatları çıkmadan önce bir zaman karanlık bir kozada kalmaları en büyük, en gerçek sevinçlerin, acılardan, karanlıklardan sonra geldiğini anlasınlar diyeydi. Ama bizim sümüklü böcek ona birdenbire vuruluvermişti, kara günler yaşamasını istemedi, sevdiğine karanlığı unutturmak istedi. Başardı da. Ne derlerse desinler, kelebek en iyi günlerini karanlık kozada geçirdi. Sümüklü böcek, kelebeğin bir dakika dertlenmemesi için canını bile verirdi. Hiç ayrılmıyordu yanından, umut dolu, yaşamak dolu güzel şeyler söylüyordu. Çok da şey biliyordu; bildiklerini, vardığı sonuçları anlatıyordu. Gündüz güneşi, gece yıldızları anlatıyordu. Çok güzel bir şarkı vardır, bir yıldıza gönül vermiş bir sürüngenden söz eder. Sümüklü böcek o sürüngen gibi değildi, bilgili böcekti, yıldızların böcek olmadıklarını, böcek olmadıkları için de yıldızlara gönül verilemeyeceğini bilirdi. Kozadaki kadına yıldızların dünyalar kadar büyük, alabildiğine uzak olduklarını söylerdi. Kozadaki kadın, sümüklü böceğe duyduğu hayranlığı saklayamazdı. Ama sümüklü böcek övülmeyi sevmezdi nedense, sözü hemen değiştiriverirdi. Durmadan konuşurlardı. Konuşmak, anlaşmak, sevmek ne güzel şeydi, iki olmak ne güzel şeydi ! Sümüklü böcek yalnızlığın korkunçluğunu yeni yeni anlıyordu. Gecenin ilerlemiş saatlerinde kelebeğin uykusu geliyordu, sümüklü böcek kelebeğe ninniler söylüyordu. Kelebek güzel ninnilerle uykuya dalıyordu. Kelebek uyumuş da olsa sümüklü böcek devam ediyordu, coştukça coşuyordu, en iyi, en güzel, en gerçek şeyleri bu ninnilerle söylüyordu. Sabahleyin kelebeği türkülerle uyandırıyordu. Sonra birlikte geçirecekleri güzel günlerden söz ediliyordu. Güzel günler her sabah biraz daha yaklaşıyordu.

r
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Bir gün oldu, beklenen gün geliverdi. Kelebek kozayı delip çıktı. Çok güzeldi, kanatlarının o güzel rengi yağmur sonu göklerini düşündürüyordu, ne hoş bir maviydi ! Sümüklü böcek çok yorulmuştu, bitkindi, uykusuzluk canına okumuştu, elinde olmadan uyumuştu o sırada. Kelebek de uyandırmadı. Nedense bir tuhaf olmuştu. ''Uyusun,'' diye düşündü. Sümüklü böceği alnından öptü, sonra usulca uçtu. Uçmanın, yer yüzünü yeniden görmenin sonsuz sevinci içindeydi. Bütün gün uçtu. Kanatlarının gök mavisine bütün böcekler bittiler, gözleri kamaştı. Bütün böcekler onunla dost olmak istediler. Ama her isteyen yanına yaklaşamadı, o kadar güzeldi ki yanında rahat rahat, çekinmeden, gözleri kamaşıp da dili tutulmadan konuşabilmek her böceğin yapabileceği iş değildi. Yalnız renk renk, pırıl pırıl böcekler yaklaşabildiler yanına, kibar kibar konuştular, çabucak seviverdiler birbirlerini. Gezdiler tozdular, güldüler, eğlendiler, güzel çiçeklerden bal emdiler. Kelebek mutluluktan uçuyordu, her şeyi unutmuştu, sümüklü böceği bile unutmuştu. Ancak akşam üstü aklına geldi. Ona acıdı. Yanına dönmek istedi. Ama hiç acele etmedi, uçmanın, görmenin beğenilmenin tadını çıkara çıkara, yavaş yavaş gitti ağacın yanına.

Sümüklü böcek pek şaşkın duruyordu. Dert1i olduğu belliydi. Kelebeği bütün bütün yitirdiğini sanmıştı. Sesini duyunca sevindi. Sevindi ya yine de şaşırdı, gözlerine güç inandı, kelebek ne kadar da güzeldi ! Ama kelebeğe güzel olduğunu söylemedi, başka şeyler söyledi, her zamanki şeyleri... Kelebek, sözlerini dinliyorsa da eskisi gibi dinlediği söylenemezdi. Öğleyin ağaçların gölgesinde çapkın bir böcekten güzel bir vals öğrenmişti, çok sevmişti. Hem dinliyor, hem arada bir şey söylüyor, hem de tek başına vals ediyordu. O böyle dönüp durdukça, sümüklü böcek ne diyeceğini şaşırıyordu, düşünceler birbirine karışıyor , yıkılıyordu. Düşündüklerine inanan kimseler, bu düşüncelerini söylerken dinleyenler dikkat etmezlerse, gülerlerse, başka şeylerle ilgilenirlerse, doğru dürüst konuşmazlar, üzülürler, küçülürler. Sümüklü böcek yine de aldırmadı buna, kelebeğe güveni vardı, kelebeği deli gibi seviyordu. Bir zaman böylece konuştular. Derken yeşil ağaçlar kararmaya başladı. Kelebek havaya baktı.

''Akşam oldu,'' dedi, ''Sen bu akşam ne yapacaksın ?''

Sümüklü böcek kelebeğin gözlerine baktı, gülümsedi.

''Ne istersen onu yapacağız,'' diye cevap verdi.

Kelebek, başını çevirmedi, gülümsedi. ''Yapacağız'' da ne oluyordu ? ''Ne yapacağız?'' dememişti ki kelebek ! ''Ne yapacaksın?'' demişti. Kelebek ne yapacağını biliyordu, bu akşam büyük bir baloya davetliydi. Bir an düşündü. Sümüklü böceği de ¤¤¤üremez miydi? Sümüklü böcek iyi bir böcekti, eşsiz düşünceleri vardı, doğrusunu söylemek gerekirse, onun o güzel türkülerini, o güzel ninnilerini başka hiçbir böcekten duymamıştı, ettiği iyilikler de unutulamazdı, sonsuz sevgisi unutulamazdı. Ama bugün konuştuğu, dolaştığı böceklerin hiçbiri sümüklü böceğe benzemiyordu, hiçbiri sümüklü böcek gibi donuk renkli değildi, sümüklü böceğin baloya gitmesi ne de olsa tuhaf kaçacaktı, onu sümüklü böceğin yanında görünce belki de ayıplayacaklardı, sümüklü böceği baloya ¤¤¤üremezdi.

''Ben baloya gidiyorum bu akşam, senin ne yapacağını soruyorum.'' dedi.

Sümüklü böcek çok sarsıldı, ama belli etmedi.

"Ben de burada kalırım, seni beklerim,'' dedi.

''Ama yalnız başına sıkılırsın,'' dedi kelebek, ''Ben belki çok geç dönerim."

Sümüklü böcek gülümsemeye çalıştı.

''Seni düşünürsem sıkılmam'' dedi.

Kelebek, baloya gitti. Çok eğlendi, çok beğenildi. Kimseleri beğenmeyen yusufçuk böceği bile onunla kaç kere dans etti, kelebekle dans ederken pırıl pırıl yeşil kanatlarını geriyor, yeşil kılıcını, dimdik, havaya kaldırıyordu, kulağına tatlı tatlı şeyler söylüyordu. Kanatları gök mavisi güzel kelebek uyumuyordu, ama peri masallarına benzer düşler görüyordu. Sabaha doğru ağaca döndüğü zaman bile bu güzel düşler içinde yüzer gibiydi.

Sümüklü böcek hiç uyumamış, beklemişti. Kelebeğin güzelliğini öven türküler yakarak vakit geçirmişti. Kelebek, balodan dönünce hepsini söylemeyi düşünmüştü. Ama söyleyemedi, dili tutulmuştu sanki. Sonra kelebeğin uykusu vardı, yorulmuştu, hemen uyudu, yusufçuk böceği düşlerine girdi.

Bu hep böyle sürdü gitti. Kelebek, yerinde duramıyordu. Bütün gün dolaşıyor, eğleniyordu, her gece baloya gidiyordu, her baloda el üstünde tutuluyordu. Gece yarısından önce dönmüyordu. Sümüklü böcek, kelebek gelir de göremem diye ağacın altından hiç ayrılmıyordu. Kelebek için türküler, ninniler düzüyordu. Kelebek uyurken ninnilerini söylüyordu ama türkülerini de söylemeyi bir türlü göze alamıyordu. Sümüklü böcek bir şeylerden korkuyordu. Sümüklü böcek bütün bütün zayıflıyordu, görenler tanıyamazlardı. Ama kelebeği tırnak ucu kadar olsun suçlu bulmuyordu, kelebeği deli gibi seviyordu çünkü. Kelebek de hep yorgun dönüyordu, fazla bir şey konuştukları yoktu. Eski, güzel günler neredeydi ? Şimdi havadan sudan başka bir şey konuşmuyorlardı.

Sümüklü böceğe bunu bile çok gördüler. O pırıl pırıl, o renk renk ama dedikoducu böcekler, çok geçmeden bu dostluğu anladılar. Kelebeğe de belli ettiler. Kelebekle birlikte sümüklü böceği konuştular. Anasından söz açtılar, güldüler. Onlarla birlikte kelebek de güldü. Donuk rengini alaya aldılar. Kelebek buna gülmedi. O kadar da kötü değildi. Sümüklü böceğe çok şey borçluydu, donuk renkli sümüklü böcekten birçok şeyler öğrenmeseydi bu parlak renkli böcekler arasında bu kadar parlayamayacaktı, sözlerini ilgiyle dinlemeyeceklerdi. Böyle güzel oluşunda bile sümüklü böceğin büyük payı vardı, sümüklü böcek onu böyle sevmeseydi bu kadar güzelleşemeyecekti, sevginin her şeyi güzelleştirdiği, sümüklü böceğin bulduğu bir gerçekti. Ama o bunların hiçbirini söyleyemedi, sümüklü böceğe acıdığını söyledi yalnız, dertli, yoksul bir böcek olduğunu, yüzüne hiç bakmamanın komşuluğa yakışmayacağını söyledi.

''Çok iyisin, çok alçak gönüllüsün, şekerim !'' dediler.

Mavi kelebek, parlak renkli böceklerin en iyisiydi gerçekten de, ne var ki parlak renklerden sıyrılmadan gerçek iyiliğe ulaşılamazdı. Kelebek, bir parlak renkli böcek ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiydi.

Bundan sonraki balolarda da sümüklü böcekten sık sık söz açıldı. Kelebek, sümüklü böceğin durumunu üzülerek anlattı.

''Çok iyisin, çok alçak gönüllüsün, şekerim !'' dediler, kelebeğin koltukları kabardı.

Sümüklü böcekte dayanacak yürek kalmamıştı. Bu duruma bir son vermek istiyordu, ne olacaksa olsundu artık ! Kararını verdi, her şeyi söyleyecekti. Kendine güveni vardı, iyi, temiz böceklere yaraşır bir ömür yaşatacaktı kelebeğe, onun için kötülükten gayri her şeyi yapabilirdi, kelebeğin mutluluğu uğrunda hiçbir şeyden çekinmeyecekti. Kelebeği beklediği gecelerde, gündüzlerde yaktığı türkülerin en güzel parçalarını bir araya getirdi, uzun ama alabildiğine güzel bir türkü oldu bu. Bu türküyü söylediği zaman, kelebek her şeyi anlayacaktı, can evinde duyacaktı. Bekledi, kelebek geldi. Bir yaprağın üstüne kondu, yağmur sonu göklerini andıran canım kanatlarını açıp açıp kapıyordu. Keyfi yerindeydi, o kadar yorgun da değildi, tam sırasıydı ! Sümüklü böcek yaprağın altına geldi, türküsünü söylemeye hazırlandı, ama tek kelimesini bile söyleyemedi.

''Seni seviyorum, kelebek,'' dedi yalnız.

Kelebek çok şaşırdı. Akıllı kelebekti, zaten biliyordu, olanların hiçbiri aklından çıkmamıştı ama yine de şaşırdı işte.

''Nerden belli ?'' dedi.

Sümüklü böcek, geçmiş günlerden söz açmayı aklına bile getirmedi. Yalnız sustu.

''Nerden belli ?'' diye tekrarladı kelebek, ''Beni sevdiğini nasıl göstereceksin ?''

Kelebek ne kadar da değişmişti ! Sümüklü böceğin gözleri parlıyordu.

''Öl de, öleyim!'' diye cevap verdi.

Kelebek uzaklara baktı. Hava kararmaya başlamıştı, belki de baloya geç kalacaktı.

''Ölmek neye yarar ?'' dedi.

''Seni sevdiğimi göstermeye !'' dedi sümüklü böcek.baktabul

Kelebek güldü.

''0 zaman da beni alamazsın ki..?'' dedi.

''Seni sevdiğimi iyice anlarsın ya,'' dedi sümüklü böcek, ''Bu kadarı bana yeter.''

Kelebek, uzaklara baktı yine, gözlerini kapadı, ne zaman sevgiden söz açılsa, aklına yusufçuk böceği gelirdi.

''Ben sana çok daha kolay bir yol göstereceğim,'' dedi,

''Yusufçuk böceğiyle evlenmemi sağlıyabilir misin?''

Kelebek ne kadar da değişmişti! Sümüklü böcek bir dakika bile duralamadı.

''Elimden geleni yaparım, bu işi başaracağım!'' dedi.

Kelebek, baloya geç kalacaktı, uçtu gitti
.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Sümüklü böcek yola çıktı. Yusufçuk böceğini buldu. Neler, neler söylemedi? Önce güzel şeylerden, iyi şeylerden başladı. Sümüklü böcek kötü şeyler düşünemiyordu, kelebeğin iyiliğine, güzelliğine inanıyordu. Ama yusufçuk böceğinin böyle şeylere karnı toktu. Yusufçuk böceği zengin böcekti, daha da zenginleşmek istiyordu, dünyanın en zengin böceği olmayı koymuştu aklına. Tek düşüncesi buydu, gerisi önemsiz şeylerdi. Böcekler için zenginlik ve para, renkti. Yusufçuk böceğinin kanatlarındaki, kılıcındaki yeşil hiçbir böcekte yoktu. Ama yusufçuk bununla yetinmiyordu. Gök kuşağının bütün renklerine sahip olmak istiyordu. Gök kuşağının bütün renklerini elde ettiği zaman, böceklerin en zengini olacaktı. O zaman sümüklü böcek, kelebeğin kanatlarındaki yağmur sonu mavisini övdü. Gök kuşağı da yağmur sonlarında görünmez miydi zaten?

Yusufçukla kelebeğin düğününe, yoksul, zengin bütün böcekler davetliydi. Bu düğünde kimsecikler sümüklü böceği göremedi. Anacığının dizinde ağlıyordu...

Yusufçuk böceği, kanatları yağmur sonu göklerini andıran güzel kelebeği alıp başka bir şehre gitti. Sümüklü böcek nerdeyse çıldıracaktı. Artık her şey bitmişti, ama düşünmeden edemiyordu ki. Düşündükçe düşünüyor, dertlendikçe dertleniyor, inceldikçe inceliyordu. Çok geçmeden anacığını da yitirdi. Kadıncağız yine bir sabah, böcekleri susturmak için bağıra çağıra dışarı çıkmıştı. Adını söyleyemeyeceğim bir böcek, uşaklarına emir verdi, sümüklü böceğin anasını iyice dövdüler, gözleri daha o akşam yumuluverdi. Bütün böcekler rahat bir soluk aldılar, sümüklü böceğin anasının sözü bile edilmedi bir daha. Zaten konuşacak çok şeyler vardı. Yusufçuğun gittiği şehirden bir sürü haberler gelmişti. Şu yusufçuk vefasızın biriymiş, kelebeğin kanatlarındaki bütün maviliği almış, sonra da yüzüstü bırakmış biçareyi. Bir arının balına tamah etmiş, ardına düşmüş. Balayı yolculuğuna çıkmışlar. Biçare kelebeğin nerede olduğu bile belli değilmiş
...
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Sümüklü böcek bunları duyunca deliye döndü. Önce gelir diye bekledi. Gelseydi hiçbir şey sormadan bağrına basacaktı, "kanadının mavisini ne ettin?" demeyecekti,sümüklü böcek onun mavisini sevmemişti ki...

Kelebek gelmedi. Gelmeyince sümüklü böcek yolculuğa hazırlandı. Demir asa, demir çarık gidecekti;yine bulacaktı kelebeği,yine duyulmadık türküler söyleyecekti ona, sevgili kelebeği teselli edecekti, ona mavinin, yeşilin hiçliğini anlatacaktı. Bu uzun yolculuktu, belki hiç bir zaman bitmeyecekti. Bunun için , düşüne düşüne kazandığı bütün bilgileri bir araya getirdi, oyum oyum yüreğinin biçiminde, sırtında taşıyacağı bir ev yaptı, yola çıktı. Sonra sonra boynuzları büyüdü, böcekler buna kötü bir anlam verdiler ama yanılıyorlardı, sümüklü böceğin boynuzları o yüzden büyümemişti. Boynuzlarının ucunda gözleri vardı, boynuzları yukarılarda kelebeği araya araya büyümüştü.

Sümüklü böcek şimdi hâlâ yoldadır, kelebeği arar durur. Yağmur sonlarında bahçenize çıkarsanız görürsünüz. Sümüklü böcek yağmur sonlarında bir yerde duramaz olur, gözleri göklerde, yürür gider. Belki de bu, yağmur sonu gökleri kelebeğin kanatlarını andırdığı içindir.

Ya, sümüklü böcek hâlâ gider işte böyle... ama budala bir âşık değildir, iyi şeyler düşünmeye her zaman devam etmiştir. Yavaş gitmesi bundandır. Geçtiği her yere parlak bir yol çizer incecikten. Bu parlak yol, sümüklü böceğin en iyi, en güzel düşünceleridir. Bilginler bu parlak yola eğilselerdi,çok şeyler bulabilirlerdi. Ama sümüklü böceği küçük gördüler, yolunu beğenmediler,eğilmediler, büyük büyük şeyler aradılar, atom bombasını buldular. (Bittiiii)
.
Resim
Kullanıcı avatarı
halimkok
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 3843
Kayıt: 09 Ağu 2007, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen halimkok »

AN' lık YAZI-lar AYN-ı AN' da CAN' lık... CANAN-lık YAZI-lardır Değerli HAYY DOST...
OL-AN , HEP AN' da OL' makta değil mi!

Öyle bir AN' da bir gönül dostum sormuştu;
"Dünyaya gelen her bebek neden ağlar?" diye..


Resim

O AN gönlüme geleni demiştim;

"Hüzünler Peygamberinin üMMeti olan kimse elbette gülecek değil ya bu dünyaya gelmekle...
Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar... Bu da onun delilidir"

Muhammedi Muhabbetlerimle
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/muhammedinurimza.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim


"YAZMIŞ YARADAN, KUDRETİN KALEMİYLE,
NOKTA, HARF, HECE, VE BİR ÇOK KELİMEYLE,
AÇILIR SAYFA SAYFA KALBİN GÖZÜNE,
BİR ANDA OKUNUR, CAN- CÂNÂN DEMİYLE."..
Gülizar


Haklısın Halim kardeşim. Bir AN-lık yazılar CAN-CANAN buluşmasının,
bir AN-lık hikayeleridir....Ne zamANki bedende CAN ile CANAN buluşur,
inAN cümle âlem tutuşur.. Bir AN-da....
Resim
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen gullale »

Resim
Altın Oran
Evrende, Canlılarda ve Doğada Yaratılan Bir Güzellik Ölçüsü...
Altın oran, doğada sayısız canlının ve cansızın şeklinde ve yapısında bulunan özel bir orandır. Altın oran, doğada, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, yüzyıllarca sanat ve mîmaride uygulanmış,uyum açısından en yetkin boyutları verdiği sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır. Platon`a göre kozmik fiziğin anahtarı bu orandır. Altın oranı bir dikdörtgenin boyunun enine olan
"en estetik" oranı olarak tanımlayanlar da vardır.

Resim
Bir doğru parçasının (AB) Altın Oran`a uygun biçimde iki parçaya bölünmesi gerektiğinde, bu doğru öyle bir noktadan bölünmelidir ki; küçük parçanın (AC) büyük parçaya (CB) oranı, büyük parçanın (CB) bütün doğruya (AB)oranına eşit olsun.
Altın Oran, Pİ sayısı gibi irrasyonel bir sayıdır ve ondalık sistemde yazılışı; 1.618033988749894... dür. (noktadan sonraki ilk 15 basamak). Altın Oranın ifâde edilmesi için kullanılan sembol, PHI (FÎ) dir.

ALLAH kâinatı kusursuz bir düzen içinde yaratmıştır. Uzayda, yeryüzünde, canlılarda, bitkilerde olağanüstü bir uyum, insanı hayrete düşüren ve hayranlık uyandıran harikalıklar vardır. RABBimiz bu olağanüstülüğü Mülk Suresi`nde şu şekilde bildirilmektedir:

... RAHMAN (olan ALLAH)ın yaratmasında hiçbir `çelişki ve uygunsuzluk` (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.
(Mülk Suresi, 3-4)

Bir ayçiçeğinin yapraklarında, salyangozun kabuğunda, çam kozalağında ya da parmaklarımızın uzunluğunda bulunan matematiksel oran da bu olağanüstülüklerden bir tânesidir.
Resim

Fibonacci`nin bulduğu sayı dizisi, kendi adı olan Fibonacci sayıları olarak anılmaktadır. Bu sayıların özelliği, dizideki sayılardan her birinin kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşmasıdır.

Fibonacci dizisi 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584, ... şeklinde ilerlemektedir.
Dizideki sayıları bir öncekine böldüğünüzde, birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan sayıdan sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı
"altın oran" olarak adlandırılan 1,618`dir.

233 / 144 = 1,618
377 / 233 = 1,618
610 / 377 = 1,618
987 / 610 = 1,618
1597 / 987 = 1,618
2584 / 1597 = 1,618



Bu oran ALLAH`ın bir mûcizesi olarak, doğadaki birçok varlıkta gözlenebilir. Hücrelerimizin içindeki DNA sarmalından, uzaydaki galaksilerin şekillerine, piramidlere, kar tanelerine kadar altın oranı bulmak mümkündür.

Resim
En son gullale tarafından 19 Tem 2011, 15:07 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
israfil
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 202
Kayıt: 28 Kas 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen israfil »

ResimZEVK 4255

Fe izâ feragte fensab..sÖZ-le ÖZ-ün OYul da Gel!
Ve ilâ RaBBike fergab.RaBB YOLUna KOYul da Gel!
ToSBaĞa gibi taşıma, Ö M Ü R Boyu Kabuğunu
Salyangoz gibi Çık-Dolaş!. YıLaN gibi SOYul da Gel!


Resim
17.11.10 18:13
2.krb.byrm..
alâim-i semâ…


فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ

Fe izâ feragte fensab : O halde boş kaldığında yine kalk yorul!(İnşirâh 4/7)

وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ

Ve ilâ rabbike fergab : Ve ancak RABBına rağbet et, hep ona doğrul(İnşirâh 4/8)
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/dairem.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen MINA »

Resim


Allah'ın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez...

Balıklar uzun yaşasın diye sık sık sularını değişiyorduk...Takdir değişir mi uzun yaşasın diye suyu değişmek..İki süs balığından biri bu sabah cansız cansız BAKıyordu suyun içinde...Önce kendime dönüp dedim, ya işte nasipten ötesi yok, kadere razı OL-AN, kederden emin OLur..
Takdir edilen OLur..Sen birşey yapıyor DEĞİL-SİN!..

GÖZleri bakıyor ama artık GÖRmüyordu balık. Çünkü CANlı değildi...
Demekki BAKmak herzaman GÖRmek ANlamına GELmiyordu..Tıpkı BAKıpta GÖRmeyenler gibi..
BAKmak ile GÖRmek ne kadar farklı ...
Görse elimin hareketi kaçar gibi yapardı, BAKınca GÖRüyor sanmıştım...Ölü kaplerin de GÖRmesini beklemek buna benziyordu..
İmtihanı hatırlatıyor birazda sudaki balıklar..
BAK-anla GÖR-enlerin sınandığı, CANlı CANsızların AYNı SUda OLmaları gibi, dünya hayatında da iman edenlerle-etmeyenlerin bir arada OLması sudaki balıkların hâline benziyor...
Bir süre sonra ölü ile CANlı OLanlar ayrılacaklar balıklarda OLduğu gibi...


Sonra her grubun, rahmeti bol olan Allah`a baş kaldıran en azılı elebaşlarını ayıracağız.

Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz.
MERYEM SURESİ 69-70 ayetleri...


BİR'inin hangimizin CANlı-hangilerimizin CANsız OLduğunu ezel-i ilmiyle BİLmesi, alemlerin Rabbi Allah'ı gösteriyor...
ZATen herşey O'nu göstermekte...
GÖRene, GÖRmeyi arzu edene...
GÖRmeyene BİR şey YOK tabii demekte pek doğru değil sanırım..
GÖR diye HER ŞEY...Daha N OLsun..

Sonra nasıl desem çocuklara diye kelimeleri sıraya dizerken içimde, şöyle demeliyim diyordum kendimce...
Her yaratılanın bir ömrü var, hepsi mutlaka ölecek..Azda yaşasa, çokda yaşasa, çokda iyi bakılsa bu böyle..
ANlayacaklarınıda pek beklemiyordum ama bu şekil demek gerekti, diyordum..

Ölümünden beni sorumlu tutacaklarını sanıyordum ya BİRde..
Suyunu değişmedin değil mi..yemini azmı verdin, şundan mı öldü, bundan mı diye türlü türlü sorular..Başlayacaklar ağlamaya, sabah..sabah..
Aman Yarabbii...

Neyse, kızım görünce, sudaki hareketsiz duran balığı, balıklar kardeştiler, biri ölünce bak diğeri yemeğini yemiyor, GÖRdün mü dedi..
Oğlumda hiç beklemediğim onun ömrü o kadarmış sözüyle, hem şaşırttı beni, hemde büyüdüklerini hissettirdi...

ÂNladım ki, ben çocukça, onlarda büyükçe DÜŞündü bu sabah...


YÂ ALLAH..c.c
ÂN B ÂN ALLAH..c.c
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
"AŞKın gözü, kördür" derler...
Yanlış söylemişler....
Doğrusu: "Âşığın gözü kördür"
"Aşk insana her işin aslını gördürür
"


GAFİL OLMA!..

Ömürler kısa, emellerse uzun,
Geliverir bak, Azrail (as) ansızın,
Belki bu bahar, belki de bu yazın,
Hesap günü var, gafil olma insan..

Ye yaşam için, aş için yaşama,
Hayvan misali, cismi boş taşıma,
Kuru yanında, yanan hep yaş ama,
Nur anası nâr, gafil olma insan...

Yanlışa dalma, yolun sonu hüsran,
Hâbil ve Kâbil, ikisi de insan,
Kâbil nefsiyle, Hâbil Hakk'la- ihsan,
Hakk'tır gerçek yâr, gafil olma insan...

Dünya dönüyor, kaderine doğru,
Her fani gibi, hep ölüme çağrı,
Dibi göründü, kayıp çıktı çığrı,
Yer kendini yer, gafil olma insan....

"Sırrım" demiş Hakk, aşk olsun çözene,
Dünya ve insan, hüsünle bezene,
Yunus pîr gibi, garibce gezene,
Yoktur ah-u zâr, gafil olma insan....

Ahh eden kimdir? Kalbin derininde,
Nefsin isyanı, cahil kibirinde,
Pişmanlık olur, ömrün ahirinde,
Elde kalan kâr, gafil olma insan...

Çile kirmanı, döner yüreğimde,
Günah ateşi, söner yüreğimde,
Hasretin bir gün, diner yüreğimde,
Vuslat günü YÂR, ölünce Gülizâr
.....
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu

Muhterem bir büyüğümle konuşurken, sıradışı sohbetin en derin yerinde, kulaklarımdan, beynime, oradan da yüreğime akan bir cümle,
hem beynimde hem yüreğimde asılı kaldı:" insanın en büyük putu kendisidir"........
Bir okyanusta yol alırken, yönünü kaybedip, buz dağlarına çarpan gemiler gibi, çarpılıp kaldım.
Hayatımızın en büyük gerçeği ile yüzleştirilmek, inanın depremlere uğramış dağlar gibi benliğimi sarsıp duruyor.
Kendimi sorgu suale çekip ,yaşadıklarımın hangisi Rabb'im dediğim Allah(cc) için,
hangisi kendim için diye araştırıyorum. Bunun cevabını vermenin bu kadar zor olduğunu, da yeni fark ettim.
Bu nedenle öcelikle nasıl bir ölçüye baş vurmalıyım veya mihenktaşım ne olmalı ki yanılmıyayım? Diye düşündüm durdum.
Risale-i Nur ları okurken hafızamda nefs ile ilgili bazı bilgiler edindiğimi hatırladım ve yeniden araştırdım:
26. sözün, ZEYL bölümünde dört HATVE den bahsediliyor
.


BİRİNCİ HATVE:

Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, “”Nefsinin arzusunu kedisine ma'bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)”” sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. DİYOR..

İKİNCİ HATVE:

Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. DİYOR

ÜÇÜNCÜ HATVE:

Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.DİYOR

DÖRDÜNCÜ HATVE:

Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder.DİYOR


Bunları okudum ve yeniden dönüp kendime baktım. neresindeydim ve ne kadar yol almıştım? Rabbülalemin, yarattığı her şeyi terbiye ettiği gibi, bir nizam ve düzen verdiği gibi, imtihanlarla beni nereye kadar getirmişti?Nefsime haddiNİ ne kadar bildirilmişti?
Yine her şeyi kendi adıma mı yoksa, gerçekten Allah (cc) adına mı yapıyorum? Bu sorular hiç bitmez diye düşünüyorum....
Acaba "Nefsini bilen Rabbini bilir" sırrınca, insanın kendini bilmesi, Hazreti Bediüzaman Said Nursi gibi,
"Acz"inibilmek, (Güçsüzlük, kudretsizlik)
"Fakr"ını bilmek(Fakirlik, ihtiyaç, yoksulluk, azlık, muhtaçlık)
"Şefkat"li olmak,(Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.)
"Tefekkür" etmek,(Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye düşünme, fikretme.)
halleriyle hallenmek midir?

(NOT:HAZRETİ ÜSTAD SAİD NURSİ diyorki: Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.)

KUR'ANI KERİM'de anlatıldığı üzere
]:

1- İnsan zayıf yaratılmıştır.

يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا

“Allah(cc) sizden (yükünüzü) hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.(nisa 28)

2-İnsan nankördür:

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah(cc)’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim çok nankördür.”(İbrahim 34)

... وَإِنَّا إِذَا أَذَقْنَا الْإِنسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَإِنَّ الْإِنسَانَ كَفُورٌ

“Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama ellerinin işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman insan pek nankördür.”(şura 48)


وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُّبِينٌ

“Ama onlar kullarından bir kısmını O’nun bir cüz’ü kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür.”(Zuhruf 15)

İsra suresi 67. âyet-i kerimede :“Denizde başınıza bir musibet geldiğinde ondan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında yine eski halinize dönersiniz. Zaten insanoğlu nankördür.”


3-İnsan acelecidir

وَيَدْعُ الإِنسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الإِنسَانُ عَجُولاً

“İnsan hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”(iِ
4-İnsan hırslıdır

إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا

“Gerçekten insan pek hırslı (ve dar gönüllü) yaratılmıştır.” (Mearic 19)

5-İnsan tartışmayı sever:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا

“Hakikaten biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat insanoğlu tartışmaya her şeyden çok düşkündür.”(Kehf 54)

6-İnsan inatçıdır:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هَـذَا الْقُرْآنِ مِن كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلاَّ كُفُورًا

“Muhakkak ki biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler.”( isra 89)

Resim

Bu kadar çiğ ve ham bir nefse sahip olarak bu alem-i dünyaya gönderilişimizin elbette var bir hikmet-i ilahisi.....
Nasıl ki ham olan herşey zamanla olgunlaşma dönemine giriyor , insan da aynen öyle bela ve musibetlerle yoğrularak bir olgunluk dönemine eriştiriliyor..
Nefsin terbiye edilmesi, kendi kusur ve aczini en azından fark edip bilme halidir. Artık haddini hududunu bilen biri olmak, "kendini put olmaktan kurtarmada atılan ilk adımlar dır "denebilir.
Neticede , ihtiyaçları karşılayan, bizdeki varlığı bize armağan eden, bu varlığın tüm rızkını veren, en çaresiz anlarda tek çare olan, maddi ve manevi ihtiyaçların hepsini, sebeblerle veye sebebsiz yaratan ulaştıran,
gördüren , işittiren, teneffüs ettiren, yedirten, içirten, kısacası idrakımıza sığan ne varsa hepsini temin ettiren maddi ve manevi varlığımızın yegâne sahibi ve yaratıcısı, en yalız tanımıylaEZELİ VE EBEDİ, "RABB-ÜL ÂLEM-İN "0LAN , EVVELi ve AHİRil olmayan TEK ve EHÂD BİR YARATICININ ilahlığını kabul eder...
."Lâ İlahe İlla Allah" Kelime -i Tevhid"nde benliğini eritir ... Artık insan kendi kendinin putunu kırar,(Kâbe'de kırılan putlar gibi) "LÂ MÂBUDA İLLA HÛ " der.. Hatta biraz daha ileri giderek:
"LÂ VEVCÛDA İLLA HÛ" der......
SAYGI VE SEVGİLERİMLE ellerinizden öperim mübârek hocam..Üzerinize olsun en güzel SELÂMULLAH....
GÜLİZAR

Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

Tevbe dediğimiz meselenin aslı,
ne yapıp ettiysek, iyi kötü ayırım etmeden her yaptığımız şeyi
"ben diye" ve "ben için" yaptığımızdan
(ki; yaptığımız herşeyi ifade ederken bile "m" ekiyle ifade ederiz)

biz tevbeyi asıl bunun için ediyoruz işte.

Şu kendini ayrı gayrı bir VAR'lık sanan, adı falan olan, ve bir adı var diye kendisini malik ve hakim zan eden
şu aslı astarı yaratılmış, ve hemde hayal bile edilemeyecek surette bir damla sudan yaratılmış olan,
şu zavallı,burnunu tıkasak nefessiz kalıp cansız kalıverecek olan,

kendisine nimet olarak verilmiş olan herşeyi heba edip zalimlerden olmuş olan,
birde kendisini yapıp-etmeye muktedir sanan şu akılsız, Rabbini bilmek yerine,
nefsini bilip bulup, nefsiyle olup, bu şekilde yaşadı işte,

bu kendisine edeceği en büyük zulümdü,
kendisi dediği ile yine kendisinin tuzağını kurdu,
birde içine düşüp orada kaldı,
bu kendisine kurduğu tuzaktan kendi çabasıyla çıkmaya bile muktedir olmadığını ise ancak şimdi anladı,
anladığı anlamadığı ne kadar had bilmezlik ve akılsızlık var ise şimdi bunlardan pişman oldu,

demek gibi aslında tevbe edişimiz.

Ve ancak böyle bir bilince ulaştırılmış olmak nimeti ile tevbe ettirilip tevbemizde sabit bulundurulup,
birde halimizi düzeltme imkanı ile nimet üstüne nimete gark olup, affediliyoruz.
Bir de üstüne üstlük bu hale ulaştırıldıktan sonra sevilenlerden oluyoruz
ve sevildiğimiz hissettirildiği için, birde mahcup oluyoruz

Ki işte tevbeyi anlamakta bugün aklım bunları düşünüyor.

İnsan kendisini put sandığını anlayınca, bu sanmaların önünü tıkamanın yollarını aramaya koyuluyor,
ki; çok sevindirici birşey bu bence. (bu nimetin aslı sanırım)

Bu idrak'te yine "ben" dediğimizden değil elbette,

her ne var ise güzel ve makbul hepsi Rabbülalemin olan Rabbimizden nimet-i ilahi elhamdülillah,
her edepsizlik,burnunun dikine gidiş, önümüzü göremeyiş,
birde gözüm var diye gözü kendimizin sanıp,gözü verene şaşı kalışımız
vs. ise hepside bizim kendi ahmaklığımız ve kendimizi nasipsizliğimize mahkum edişimiz.

ve yine, hep,daima, kurtarıp selamet veren de yine Rabbülaleminimiz inşaallah.

isimsiz ve cisimsiz olduğumu düşünerek,
kendimi zerre kadar bile varlığı kendimden olmadığımı idrak etmeye çalışmama
vesile olan bu yazınız için çok teşekkür ederim HAYY-DOST Can kardeşimiz.
Allah razı olsun inşaallah. Amin.
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
RABBİM ALLAH(CC)
Gökten yağar gibi yağdı üstüme belâ,
Zehir zakkum katıldı kovanımda bala,
Yanıyorum hasretinden narlarda hala,
Yinede Sen’i sevmekten vaz geçemedim.

Beni Sen yarattın kulunum, ezel ebed,
Aczimde, fakrımda eridi güçle heybet,
Önüme sundular binbir çeşit şerbet,
Sen’in pınarından başka su içemedim.

Affın çoktur kapında boyun bükenlere
Tûba verilmez, burda zakkum ekenlere
Baktım bağrıma batan acı dikenlere,
Hakk kokan gülüne dokunup biçemedim.

Malla mülkle dolu dünya, zevkle sefa,
Kaç günaha girdim, tövbe ettim kaç defa,
Seni sevmek ateşten gömlek, cevr-ü cefa,
Yine de başkasını yârim seçemedim.


Gülizar kulun neylesin nefsiyle savaşta,
Yanar kül olmaz, dışı buz, içi ataşta,
Ömür geldi geçiyor, korku ve telaşta,
Kırıp ten kafesini Hakk’ca uçamadım…..

SİMURG CANım, kalbimin aynası OLAN kalbine Muhammed'i muhabbetler sunarım.....
GÜLİZAR
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
MEFTUN OLARAK
Bu günlerde dilime dolanan bir ilahinin meftunu oldum.
"Yandım ebedi hüsnüne meftun olarak
Kar etti dilim ruhuma efsun olarak"
Aslında tam olarak bilip de söyleyebidiğim , bir ilahi de yok.
Hepsinden biraz biraz. Birisi yanımda söylese, eşlik edebiliyorum.
Ama bazı ilahiler var ki gerçekten bilip de tamamını söylemeyi çok isterim.
işte bu ilahi de onlardan birisi.
"Sor hâl-i perişanımı saysın geceler
Geldim kapına kaç kere meftun olarak"
Sözlerin tamamını buldum bilgisarayda. Mustafa Demirci kardeşimizden de birkaç defa dinledim. MEFTUN OLARAK...
Yandım ebedi hüsnüne meftun olarak
Kar etti dilim ruhuma efsun olarak

Sor hâl-i perişanımı saysın geceler
Geldim kapına kaç kere meftun olarak

Yandım yandım hüsnüne meftun olarak
Yandım yandım hüsnüne meftun olarak

Kahreyleme sevgili şâd eyle beni
Görsem ne çıkar bir kere memnun olarak

Etmek mi muradın beni ser mest-i haram
Ta haşre kadar böylece mecnun olarak
Vallahi buzlarımı eritti . Damla damla eridim. Bu küçücük ırmak nasıl , nereye kadar akabilir ki?
Yine buza dönmeden, Yakan alev sönmeden, bir varabilsem ummana diyorum.
"Geldim kapına, açmazmısın?Ey yYÂR! Bir kez halime bakmazmısın?
Kuruyan bir aciz damlayım, lütfedip Sen bana akmazmısın?"diye gönül sazım inliyor...

"Mecnun ve meftun gezerim , hani leylam yok, çölüm yok,
Bülbülem divane şeyda, yüzüme gülen gülüm yok,
Yar ile vuslata "şeb-u aruz" diyorlar, , aşıklar,
Beni yare kavuşturacak o harika ölüm yok" diye
ruhum kalbime üflüyor...
"Ne erkek, ne kadın, soyundum ,nefs elbisem kayıp,
Çıkıp ortaya dönesim gelir, olmasa ayıp,
Gün'de güneşim, gecede ayım, narım , nurum, yar'ım,
Sana gelesim gelir yıldız gibi hızla kayıp..."diye
Hal-i perişanım söylüyor...
Ve bütün azalarım dinliyor:
"Yandım ebedi hüsnüne meftun olarak......
VE MEFTUN OLARAK.......
GÜL-İ ZÂR
En son HAYY-DOST tarafından 14 Tem 2011, 16:46 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen MINA »

Allah’ı tanıma noktasında aklın varabileceği nokta, “hayret vâdisi” denilen âcizliğini kabûlüdür.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

ResimBu sabah işe gelirken, okulun bahçesinden geçen yola saptım. Burası çok güzel ağaçlıklı, yeşillik dolu bir yer.
Her seferinde, mutlaka dört yapraklı yonca ararım. Bu da benim çocuksu yanım. Yoncaları çok severim.
Allah(cc)ın Hayy'lığının tecellisini onların üzerinde görüp seyretmekten çok hoşnutum.
Yoncalara bakakaldığım bir ara, onların esen rüzgarın önünde yana doğru yatışları ilgimi çekti.
Yüreğimden mi yoksa beynimden mi geçti bilmiyorum? Yoncaların , rüzgarın şiddetine böyle çaresizce, boyun eğişleri onların kaderi diye düşündüm. Eğer akıl sahibi olsalar idi, rüzgarın saltanat süremediği şu duvarın dibine doğru geçerlerdi .Yani "irade ederler ve geçerlerdi "dedim.
Akıl ve irade....Birbirine ne kadar da yakışan iki kavram... Ve tam o sırada yoncalarda olan gözüme, gayet düzgün hepsi de aynı boy ve şekilde yaratılmış bir dört yapraklı yonca ilşti. "işte "dedim
"aşk ve muhabbet suyum bu benim. Yaradan'a hayranım vallahi...."
İşyerine gelince müsait bir zamanımda,KAFAM takılan "akıl ve irade" kavramlarını bir araştırayıom dedim.
işte sizlerle paylaşabileceğim güzel ve doğru tesbitli olduğuna inandığım, yazarı ve yazısını aktaracağım konu....inşae allah faydalanırız hep birlikte
....


Akıl ve İrade Ruhumuzda
Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ


"İnsanın insanlığı, fânî olan hayvanî cesedinde değil, ebediyete meftun ve âşık olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda, kat'iyen doyma noktasına ulaşamamış ve hiçbir zaman tatmin edilememiştir."
* * *

"Ruh", insanı insan yapan, fakat "ne olduğu?" sorusunu da cevaplayamadığımız bir hakikat. Kur'an'ın beyanı bu konunun akla kapalı olduğunu gösteriyor: "Bir de sana 'rûh' hakkında soru sorarlar. De ki: 'Rûh Rabbim'in emrindedir. O'nun bileceği işlerdendir. Size sadece az bir ilim verilmiştir." (İsra, 17/85) .

Hayattaki müşahedelerimiz de bunu teyid ediyor ve akıl sahibi her insan kendisinde madde-ötesi bir yan bulunduğunu hissediyor. Fakat, büyük bir ilim ve tefekkür insanının belirttiği gibi, "Tarihte ruh hakkındaki düşünce sapmaları ruhun mâhiyeti ile fonksiyonu karıştırıldığında ortaya çıkmıştır. Allah insan ruhunun mâhiyeti hakkında icmalî bilgi verirken, fonksiyonları ve tezahürleri hakkında tafsilî bilgi toplamaya izin vermiştir."

Dolayısıyla, günlük tecrübeler ışığında doğru sorularla ruhun fonksiyonları hakkında fikir sahibi olmaya çalışmak, daha sıhhatli bir yaklaşım olabilir.

Bedenimiz-organlarımız ve akıl-irade
Bir beden hareketi, şuur, akıl ve iradeyle yapıldığı takdirde mânâ taşır. Peki, "maddî bir bütün" olarak beden veya onun bir uzvu akıl ve iradeye sahip olabilir mi? Çeşitli âzaların yaptığı anlamlı hareketler onlara verilebilir mi; meselâ bir eşyayı tutmak, taşımak, veya yerine koymak; kalem tutup yazı yazmak; gürültüye karşı kulakları tıkamak vs? Herhangi bir organ kendisi veya bir başka organ, veya bütün vücud için karar verip bir hareket yapabilir mi? Sadece fizyolojik ve mekanik açıdan bakıldığında bile görülür ki, her organ "beden bütünü"ne hizmet ettirilir (el yazacağı zaman, önce gözle görülemeyen bir niyet ortaya çıkar, parmaklar biraraya gelir ve kalemi tutar, kol ve dirsek buna göre pozisyon alır, baş o yöne bakar, el yazmaya başlar). Hiçbir organ, yaptığı hareketi kendi tasarlayamaz ve yapamaz. Dolayısıyla bir elin, parmağın, ayağın, başın yaptığı mânâ taşıyan bir hareket ona verilemez. Peki, tek başlarına akıl ve irade sahibi olmayan organlar, belli hedefe mâtuf bir hareketi birlikte nasıl yapabilirler? Meselâ yürürken kollar, bacaklar ve baş hareket eder. Bunları bir "bütün" olarak beden tasarlayabilir mi? "Beden" olarak gördüğümüz "insan" sadece et ve su yığını, doku ve organ topluluğu mudur?

"Beyin?" sorusu
Bedenin şuurlu hareketler yapmasının sebebi beyin midir? "Beyin" denilen, % 90'ı sudan müteşekkil olan, yaklaşık 1,5 kilogram ağırlığındaki kütle; şuur, akıl, irade ve ideal sahibi olabilir mi? İnsan için tercihte bulunabilir mi? Sevebilir, kızabilir mi? Bu maddî kütle akıl denilen "akıl-almaz" hakikati üretebilir mi? Kafatası içine hapsolmuş durumda, dış dünyaya kapalı, fakat beş duyu vasıtasıyla dışarıdan gelen renk, ses, koku, tat ve dokunma duyusuyla ilgili bilgileri zahirî sebebler açısından ışık ve ses dalga boyu, koku ve tat molekülü, sertlik, yumuşaklık vs olarak algılayan beyin, varlıkları mânâlarıyla idrak edebilir mi? Bu fizikî birimleri insan aklı, iradesi, inancı ve değer hükümleri açısından anlamlı bilgilere nasıl dönüştürüp yorumlayabilir? Bunların, hem fizikî âlemde bulundukları hâl ve yerler, hem de temsil ettikleri fizik-ötesi mânâlar açısından insana faydalı mı zararlı mı olduğunu nasıl temyiz ve tefrik eder? Kısacası, "beyin" denilen maddî kütle, varlığa nasıl mânâ verebilir? Akıl ve irade nerededir? Madde-üstü, şuurlu ve aklî bir temayül olarak niyet, irade ve muhakeme merkezi vazifesi gören yanımız neresidir? Dünya üzerinde hemen her dilde "ruh" mânâsındaki bir terimle ifade olunan ve insanî özümüzü teşkil ettiği kabul edilen "beden-ötesi bir kıymet"te midir?

İnkâr edilemeyecek hakikat şu: hem maddî (beden), hem de madde-ötesi (ruh) bir yanımız var. Fizikî bir âlemde yaşıyoruz. Maddeyi inkâr edemeyiz. Maddî birer gerçeklik olan beş duyu ile beyin arasında anatomik ve fizyolojik irtibat var, ve bu duyular ancak fizikî âlemi algılayabilir (ruhun pencereleri). Dışarıdan beş duyu vasıtasıyla aldığımız bilgiler beyinde tâbi tutuldukları fizikî işlemleri takiben, algılayamadığımız şekillerde, şuur, akıl ve irade sahibi ruha iletilir. Bu bilgileri fizikî âlemdeki dar şekil ve mânâlarının ötesinde değerlendirip anlamlandıran, aklî ve iradî olarak cevaplandıran da "ruh" olur; bir miktar su ve hücre değil. Fakat bu değerlendirme neticesindeki tepki, "düşünme" safhasını takiben eğer beden üzerinden çeşitli mimik ve hareketler yoluyla gözükecekse (beden dili), ruh bunu bedene beyin (ve kalb) yoluyla iletir. Yani "ruhun beden ile irtibatı en başta beyin (ve kalb) üzerinden oluyor" denebilir. Sebebler âleminde ise, insan bedeninde maddî bir ara-istasyonun varlığı gereklidir. İşte bu, beyindir.

Meselâ ruhumuza (daha doğrusu ruh halimize) ayna tutan en önemli âzalarımızdan biri gözlerimizdir. Ruh, karşılaştığı yeni durum veya kişilerden hoşnutluk veya huzursuzluk duyar ve bunu beden üzerinden belli eder (belli etmek istemese de, dikkatli gözler bunu görebilir). Bu "hâl" bizatihi beyne ait olabilir mi? Hayır! Akıl ve irade sahibi ruhun tepkisidir bu. Beynin buradaki konumu ise, ruh hâlinin onun üzerinden vücuda yansımasıdır (vücud dilini iyi okuyabilenler o kişinin hâlet-i rûhîyesini iyi anlar). Meselâ ruh hâlinin anlaşılmasını istemeyen bir kişi, bakışlarını etrafından kaçırır. Peki, gözlerden okunan pozitif veya negatif duygular beynin hissettiği duygular mıdır? Beyin sevip kızabilir mi?

Materyalist bilim adamları ve bilhassa beyin araştırmacıları ise çok büyük bir hataya düşmekte, insanın şuur, akıl ve iradesinin esas merkezi olarak beyni kabul etmektedirler. Bu yaklaşım, televizyonda gördüğü görüntülerin kaynağını ekrandan veya televizyon kutusunun içinden bilen bir bebek veya çocuğun durumuna benzemektedir.

Biliriz ki, ekrandaki görüntünün kaynağı ekran veya televizyon kutusunun içi değildir. Kutudaki elektronik devrelerin vazifesi, anten üzerinden gelen elektromanyetik dalgaları görüntüye dönüştürmek, ekranın vazifesi de, bunları göstermektir. Bu dalgalar görüntüye kaynak teşkil eden madde ve mekânı temsilen gönderilir, uzayda yolalır, alıcı antene ulaşır ve TV kutusu içindeki dönüştürücüler yoluyla ekrana görüntü olarak yansır. Biz bu görüntülerin başka yerde imal edilip gönderildiğini, ekranın sadece bunların gösterildiği bir sahne görevi gördüğünü biliriz. İşte insan beyni de, TV kutusu benzetmesiyle yapı ve fonksiyonu anlaşılabilecek bir realitedir, ama asla dalganın ve görüntünün esas kaynağı değildir. Yani insanın gözle görülen bütün iradî (zaman zaman da gayr-i iradî) davranışlarının kaynağı beyin değil, ruhtur. Beyin, sadece ruhtan gelen sinyallerin (şuur, akıl ve iradeye dayanan duygu ve düşünce sinyalleri) beden üzerinde görülecek (dış dünyaya aksedecek) davranışlara dönüştürülmesinde rol oynamak üzere bedene konmuş maddî bir vasıtadır. Bizim davranışlarımız da (dışarıdan bakıldığında) işte o televizyon ekranındaki görüntü gibi düşünülebilir. Fakat bir farkla: televizyon antenine gelen dalgalar gözle görülmez, ancak ölçülebilirken, ruhtan beyne gelen dalgalar ne görülebilir, ne de ölçülebilir. Ayrıca, fizikî âlemde elektromanyetik dalgaların kaynağında (veya yolaldığı ortamda) bir problem olabilir. Anten ve televizyon kutusu iyi çalıştığı halde dalga gelmeyince veya sağlıklı gelmeyince ekrana hiçbir görüntü yansımaz, veya bozuk yansır. Diğer yandan, elektromanyetik dalgalar sağlıklı şekilde gelse de, televizyon kutusu içindeki elektronik devrelerde veya ekranda arıza olduğunda yine sağlıklı görüntü elde edilemez.

İnsan için düşündüğümüzde, davranış bozukluklarının sebebinin ruh olduğu söylenemez. Çünkü insan ruhu ona üflenmiş ilâhî bir nefhadır; akıl ve iradeden yoksun olmadığını biliyoruz. O zaman diyebiliriz ki, beyinden ruha veya ruhtan beyne bilgi iletilmesinin önünde beyindeki veya bedendeki herhangi bir arızadan (veya nefisten) kaynaklanan engeller sözkonusu olabilir. Ruh bu durumda akıl ve iradeye dayanan sinyallerini beyne aktaramaz, veya beyin bunları sağlıklı şekilde alamaz. Bu yüzden beyinde sebebler açısından gerekli süreçler sağlıklı işlemez (beyin tomografisinde de bu görülebilir). Böyle bir insana dışarıdan bakıldığında dengesiz, abuk-sabuk davranışlar ve anormallikler görülür.

Bilhassa beyinde, doğum öncesinde, esnasında veya sonrasında çeşitli sebeblerden dolayı meydana gelen bazı kalıcı hasarlar da, ruhun dünya hayatında bedenle "akıl ve şuur" dairesinde temas kurmasına engel olabilir, "zihin özürlü" denilen bu kişiler de yaptıklarından dünyada ve ahirette sorumlu olmazlar. Uyku, baygınlık, koma hâli, ve akıl sağlığının geriye dönmeyecek şekilde yitirilmesi de bunun gibidir. Bedenden ruha doğru olan tesirlere bir başka misâl aşırı yemeye bağlı olarak kanın ve dolayısıyla oksijenin büyük kısmının mideye yönelmesi neticesinde beyne az oksijen gitmesi ve uykunun gelmesidir. Burada da ruhun beyinle teması zayıflar, şuur ve irade baskılanır ve faaliyetleri azalır. Aynı şekilde, güzel koku da bedenden ruha doğru bir tesir olarak güzel duyguların doğmasına vesile olur. Meselâ frontal lob tümörü gibi, insan beyninin ön kısmındaki hasarlara bağlı davranış değişiklikleri, o insanda daha önce asla görülmemiş edebe aykırı hâllerin ortaya çıkmasına yolaçabilir. Fakat bunlar ruhtan değil, ruh-beden münasebetinin sağlıklı kurulması önünde engel teşkil eden beyindeki problemlerden dolayıdır.

Meselâ alınan ilâçlar mide-beyin üzerinden ruhu baskılayıp ruhun bedenle irtibatını şuur, akıl ve irade dairesinde sağlıklı bir şekilde devam ettirmesini engelleyebilir. Bu durumda insan ruhu bir bakıma devre dışı kaldığından, beden de başıboş hâle gelir, aklî ve iradî olmayan davranışlar göstermeye başlar (teröre varıncaya kadar). Meselâ ruhdan gelen akıl ve irade sinyalleri, beyne -veya kalbe- vardığında, buradaki geçici veya kalıcı rahatsızlıklardan (kanama, ödem, oksijen azlığı gibi) dolayı, kalbe, dile ve bedene sağlıklı şekilde yansımaz. Yaşanmış bir hâdise: Trafik kazası sonucunda beyninde uzun süre devam eden bir hasardan dolayı, kıymetli bir öğretmen arkadaşımız eski tanıdıklarıyla karşılaştığında, dilinde ve davranışlarında onlarla yeni tanışıyormuş gibi hafıza kaybına benzer belirtiler görüldü. Yıllar bu şekilde geçti. Daha sonra eski(meyen) dostlarından biriyle tekrar karşılaşınca, dostunun "Kazadan sonra uzun süre beni hatırlayamadın." demesi üzerine, "Hayır! Hatırlıyordum. Fakat ifade edemiyordum." dedi. İşte burada hatırlayan, muhakeme eden, seven ruhtu, fakat kendini ifade etmesinin önünde beyinden kaynaklanan engeller vardı. Dolayısıyla, bu insanın ruhu, böyle bir problem yaşamamış birinin ruhu gibi akıl, şuur ve irade sahibidir, fakat yukarıdaki (görünür) sebebten dolayı beyinle sağlıklı bir irtibat kuramamaktadır.

Sivas Devlet Hastahanesi'nde yıllarca "bitkisel hayat"ta yatan annesi için aynı hastanede çalışan bir hastabakıcı şu mânâda konuşuyordu: "Annem bitkisel hayatta. Beyni ölmüş durumda. Sadece gözlerini oynatabiliyor. Fakat ben buna da razıyım. Çünkü bana bakışlarında sevgiyi görüyorum. O da beni görmekle yaşama gücü buluyor. Ruhen anlaşıyoruz." Bu ifadeler de gösteriyor ki, ruh sağlıklı, fakat meramını anlatamıyor, çünkü önünde beyinden kaynaklanan engeller var. Bu gibi bir fizyolojik problemi aşmanın ve o insanın ruhuyla farklı bir şekilde iletişime geçmenin (büyük bir zâtın başka bir maksatla kullandığı orijinal ifadeyle, "onun ruhuna misafir olmanın") yolu bulunsa, bu meselenin hakikati anlaşılabilir. Demek ki, ruhen anlaşma, hasta olan kişi beyin fonksiyonunu yitirmiş olsa da mümkün olabiliyor; akıl sahibi ruh, iradesiyle zorlayınca, bu dua yerine geçiyor ve kabul görüyor. Burada, büyük bir ilim ve düşünce insanının belirttiği şu hususun altını çizmemiz gerekiyor: "Ruhun beden üzerindeki hâkimiyeti beden üzerine yerleştirilen ve birer start düğmesi fonksiyonu gören yapılar, organlar ve endokrin bezler üzerinden gerçekleşir. Bu yapılarda bozukluk ve arıza olursa ruh bedendeki fonksiyonlarını sağlıklı yerine getiremez."

Beynin ötesi
Dolayısıyla, insanı beyin üzerinden anlamak ve onunla sınırlamak ne kadar yeterli ve doğru?!... Aslında beyin araştırmalarıyla bu sürecin sadece son safhası, ruhdan gelen cevabın beyinde beden âlemine uygun hâle gelme safhası anlaşılmaya çalışılıyor. Bu sürecin önceki safhaları ise bize kapalı. Akıl ve irade sahibi olan ruh nasıl algılar ve kemâle erer, bilemiyoruz. Fakat şurası açık ki, insan eğitildiğinde beyni değil, ruhu eğitilir; bu esnada irtibat beyin üzerinden olur. Güzel ahlâkı yansıtan davranışların da ruha ait kemalâtın neticesi olduğunu söyleyebiliriz.

Beyin araştırmalarının (Neuroscience) son 25 yılda geldiği noktayı Mayıs 2005 sayısında değerlendiren Discover dergisi, ABD'nin önemli üniversitelerinden ondört profesöre değerlendirmelerini sordu. Ne yazık ki, bilim adamlarının hepsi, insanın şuur, akıl, irade, duygu, düşünce ve davranışlarının esas kaynağı olarak beyni görüyorlar, ve ruhu reddederek, ruhun ulaşılmazlığı ile ilgili meseleleri ve fonksiyonlarını beyne verip bunların gelecekte çözülebileceğini iddia ediyorlar.

Beyin inkâr edilemez. Duygu (sevgi, nefret vs), düşünce, niyet, istek gibi elle tutulamayan ve davranışlarımıza temel teşkil eden madde-ötesi hâl ve temayüllerimizin tabii ki (tıpkı TV ekranında görüntünün görülmesi gibi) beyinde görülüp tesbit ve takip edilebilecek maddî yanları var, fakat bunlar sebep ve kaynak değil, sadece beyindeki yansıma ve sonuçlardır. Beyindeki organik problemleri anlamak ve tedaviyi belirlemek açısından da beyin araştırmaları önemli. Fakat beyin ile ruhun fonksiyonları birbirine karıştırılmamalı. İnsanı, onun duygu, düşünce ve iradî davranışlarını beynin ürünü olarak görme hatasına düşülmemeli.

İnsan bedenini ve bunun fonksiyonlarını anatomi, fizyoloji, biyokimya ile izah edebiliriz ama "insan"ı edemeyiz. Çünkü "insan", beden ve beyninin toplamından fazla birşeydir. Şuur, akıl ve irade sahibi bir ruhu vardır. Ruhun fonksiyonlarının bir kısmını beyin-beden üzerinden anlamaya çalışırken biyoloji temelli yaklaşımın tuzaklarına düşmemeliyiz. Materyalist bilimin beyne atfettiği "akıl" gibi olağanüstü kompleks bir hakikate de hiçbir organizma ve sistem kendiliğinden sahip olamaz; ancak dışarıdan verilmesi gerekir.

Akıl sahibi ruh bedenle irtibatını devam ettirdiği müddetçe, yani kişi dünyada akıl sağlığı nimetiyle yaşarken, meselâ onu çok üzen (burada üzülen beyin, yani su olabilir mi?) bir haber aldığında bundan müteessir olur ("hassas ruhlar" deyimi). Beden de ruhun bu hâlinden beyin (ve kalb) yoluyla etkilenir (ruh-beden bütünlüğü), yani ruhun sıkıntısı ister istemez bedene yansır. Bundan dolayı beden güç yitirir, direnci azalır, ve vücudda çeşitli hastalıklar başgösterir. Yukarıda, bedenden ruha doğru olan tesirlerden farklı olarak, burada önce ruh müteessir olur, acı ve ızdırab duyar, sonra da ruha bağlı olarak beden. Himmeti bütün insanlık olan hassas ve muzdarip ruhların duyduğu, gördüğü, haberini aldığı kötü gelişmeler karşısında vücudlarının sarsılması bundan (aslında ruhlarının sarsılmış olmasından)dır. Ruhen çok hassas insanlarda bedenî hassasiyetler (meselâ ağrı ve acı eşiklerinin çok düşük olması, ani rahatsızlanmalar da) görülebilir. Bir de, aklı yerinde olduğu halde yağmur altında ıslanmayacak kadar hassasiyetten yoksun ruhlar vardır. Burada kabalık ruha mı aittir, yoksa başka bir mekanizma mı sözkonusudur, bilemiyoruz (Bir ilâhî nefha olan "ruh", kaba olabilir mi?).

Diyebiliriz ki, insan konuştuğunda da, aslında konuşan ruhudur, dili ve beyni değil. İnsan bedeni (beyin, sinir, gırtlak, çene, dil, ağız) buna uygun yaratılmıştır. Ruh konuşmak istemediğinde dil de konuşamaz. Bazen, ruh birşeyden müteessir olduğunda, ruh-beyin-beden etkileşiminde arıza başgösterebilir, ve dil konuşmak istese de konuşamaz.

Bütün bunlar, "Beyin üzerinde araştırma yapılmasın!" mânâsına gelmiyor. Araştırmalar devam etmeli. Akıl ve irade dairesi içinde kalan konularda insanlığa faydalı olmak için elden gelen yapılmalı. Diğer yandan da, insanın varoluşuyla ilgili en tatmin edici izahın Yaratıcı'nın insana kâmilen bahşettiği dinde olduğu unutulmadan terbiye yoluyla ruhun kapısı çalınmalı, ona misafir olunmalı. Beynin sadece bir vasıta olduğu, insanın kemalâtının beyinde değil, ruhta olduğu görülmeli.

"Ruh" kelimesi günlük konuşmalarda sıkça kullanılsa da, bugün inkârcı bilimden beslenen materyalist felsefenin tesiriyle aslında çok ciddiye alınmıyor. Bu yüzden insanın duygu, düşünce, söz ve davranışlarına izah getirilirken sadece beyin esas alınıyor. Ruhun ve onu Üfleyen Zât'ın varlığına inandığı halde, inkârcı bilim terminolojisini duya duya, ağız alışkanlığıyla sürekli "beyin" kelimesini kullananların bir kısmı, farkında olmadan ruh gibi madde-ötesi bir hakikati kastediyorlar aslında.

Halbuki, insan ruhu, bizim yakıştırmamızla varolan bir tevehhüm veya kendisine gerek duyulduğunda devreye giren bir varlık değil, sürekli canlı, uyanık, şuur, akıl ve irade sahibi bir özdür ve insan beyni ve bedeni üzerinde görülen his, fikir, hâl, kelâm ve davranışlarla kendini gösterir. Ahlâk onda teşekkül eder. İhmale uğradığında ve yaratılış hikmetine ters tesirler altında kaldığında mânevîyata kapanır; kaba, hoyrat ve hayvanî hâle gelir (vicdan fakültesinin felç edilmesi).

Düşünen ruh
Düşünme ve hayal etmemiz ne ölçüde sür'atli ise, niyet ve irademize bağlı olarak fiillerimiz de o ölçüde hemen yaratılıyor. Bedenimiz bu sür'ate uygun yaratılmış (gözlerimizin hızlı hareket edebilmesinden, düşüncelerimizi dilimizle hızlı şekilde ifade edebiliyor olmamıza kadar). Yani ruhun seyyaliyetine uygun bir beyin ve beden verilmiş.

Beyindeki sinaps aktivitesinde iyon mekanizmalarının rolü üzerine yaptığı çalışmaları sebebiyle 1963 yılında Nobel Tıp mükâfatı almış olan John Eccles beynin kendi başına anlamlı bir fonksiyon göremeyeceğini şu şekilde ifade ediyor:

"Madde ve enerjiden farklı bir dünyaya ait olan zihnî tecrübelerin elde edilmesi önemli bir meseledir, ve Darwinci evrim teorisi bunu izahta yetersiz kalmaktadır. Düşünme prosesi kendiliğinden olmaz. Siz düşünmedikçe beyin birşey yapamaz. Düşünme işini beynin yaptığına inanırsanız determinist materyalizmin tuzağına düşmüş olursunuz. Biz ruhî varlığımızla durmaksızın fonksiyon görüyoruz ve bu esnada beyni kullanıyoruz... Konuşma ise gırtlak veya ses kutusunun yaratılmasıyla ortaya çıktı... Lisan da insana mahsustur. Hayvanlar her çeşit işaret kullanır fakat aralarında tarif ve delillendirme yapamazlar... Bunun tabiî seleksiyonla bir ilgisi yok. Darwinci tipte bir evrimin gerektirdiğinden çok daha ötede bir yerdeyiz biz. İlk insan da bizimkine benzer bir beyne ve potansiyele sahipti. 'İlk insan' dediklerimiz 'uygar' dediklerimizden daha uzun süre varoldular. Gezegenin en ilkel halkının bebeklerini alsak ve onları toplumumuzda büyütsek, Gadusek'in birkaç defa gösterdiği gibi, bizimle aynı şekilde gelişirler. Yani beyinlerimizin tabiî seleksiyon ile hiçbir münasebeti yok. Getireceğimiz bütün izahlar ancak ilâhî plânın bir parçası olabilir... 'İlâhî lütuf' veya başka birşey deyin, fakat biz ateist Jacques Monod'nun dediği gibi kaosun tesadüfünden ortaya çıkmadık." (Denton, 1993).

Eccles bir başka yerde de şunları söylüyor: "Darwinci evrim teorisi, modern hâliyle bile, kendisi için devam edegelen şu büyük problemi görmemektedir: Canlı organizmalar, madde ve enerjiden müteşekkil dünyadan farklı, yani maddî olmayan bir dünyada zihnî tecrübeleri nasıl elde etmektedir?.. Rahatsız edici husus şudur ki, evrimciler "zihin" denilen realiteyi kendi materyalist teorileriyle izah edememekten pek kaygı duymamışlardır. Klâsik eserlerin hiçbirinde zihinle ilgili en ufak bir bahis yoktur. Popper, 'Şuur, hayatın menşei kadar büyük bir sırdır; içine nüfuz edemeyeceğimiz kadar' demişti. Evrimci yaklaşıma göre, şuur tamamen maddî dünyanın bağrında bütünüyle tesadüfî bir süreçtir. Fakat aslında şuur, evrimciliğin önünde teneşirdeki kadavra gibidir." (Eccles, 1994). Yani evrimciler, izah edemediği "şuur" problemini kaldırıp gömebilecek durumda değildir.

Neticede şuuru, aklı ve iradeyi beyin üretmez. İnsanın düşünmesi, beyninin düşündüğü mânâsına gelmez. Belki, insanın kabaca ne düşündüğü (fikrî mi, yoksa hissi mî) beyin üzerinden görülebilir. Bugün, insan hangi tür düşünce içindeyken (mücerret mi, yoksa müşahhas mı), beyindeki hangi bölgenin aktif hâle geldiği PET teknikleriyle görülebiliyor. Buna bir çeşit, çok kaba "düşünce okuması" denebilir. Halbuki Kur'an, kalblerde olanı Allah'ın bildiğini 14 asır önce bildiriyor.

"Ruh" hakikati
İslâm mütefekkirlerinin "ruh" hakkındaki önemli değerlendirmelerinden biri (mealen) şu şekildedir: "Ruh hakkında konuşurken Kur'an ve Sünnet'e bağlı kalınmalıdır. Ruhun mâhiyeti hakkında insana bilgi olarak çok az şey verilmiştir. Ruh şuur sahibi bir kanun-u emrîdir. Emr ve irade alemine aittir. Bu cevher içinde zihin, his, irade, latife-i rabbaniye ve vicdan mekanizması vardır. İnsanî nefs, ruh anlamında kullanılır. Nefis, akıl ve kalb insan ruhundaki ayrı latifeler ve mekanizmalardır. Her birinin cismaniyet âlemini oluşturan insan bedeninde karşılığı olan kuvveler ve organlar vardır. Kuvveler cismanî boyuttaki santraller iken, latifeler kalb ve ruh boyutundaki cevherlerdir... Allah ruhun mâhiyetini icmâlî, fonksiyonlarını tafsilî bırakmıştır. Bu açıdan aklı ve idraki zorlamamalıdır. Ancak, ruhun fonksiyonları, tesirleri ve tezahürleri konusunda çalışmalar yapılabilir..."

"Beynin akılla ilişkisi ne ise, maddî kalbin mânevî kalble ilişkisi de öyledir. İnsandaki mülk âlemi, misâl âlemi ve melekut âlemi birbiriyle çok sıkı bağlantılıdır. Sürekli birbirlerine karşılıklı olarak tesir ederler. Aklın cismanî bedendeki izdüşümü, bağlantı noktası ve temsilcisi insan beynidir. İnsan beyni, akıl lâtifesinin beden sarayındaki şubesidir. Allah'ın insana verdiği lâtifeler ve kuvveler birer emanettir; korunmalıdır ve veriliş gayesi istikametinde kullanılarak şükrü eda edilmelidir..."

İnsan, nesne ve hâdiseleri çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılıkta aynı şekilde algılamaz ve hissetmez. Bunun sebebi maddî olabilir mi? Onyedi ve elliiki yaşlarında aynı kitabı okurken, aynı meyveyi yerken, aynı insanlarla konuşurken, beyindeki anlamlandırma ve lezzet almayla ilgili maddî (biyokimyevî, elektro-kimyevî, hormonal) süreçler ölçülüp karşılaştırılsa fark bulunur. Fakat bu bir gösterge ve neticedir, âmil ve sebeb değildir. Sebeb madde-ötesidir. Ruhun fakülte ve lâtifelerinin faaliyet, hissetme ve idrak seviyelerinin yükselmesi, incelmesi, hassaslaşması ve derinleşmesiyle ilgilidir.

Belli yaştan itibaren kız ve erkek çocukların alâka duydukları konularda, hâl, hareket ve tercihlerinde, farklılaşmalar başlar. Erkekler daha hareketli, atılgan, vurmaya, kırmaya meyillidir; kızlar ise daha hassas ve çekingen davranışlar gösterir. Erkek ve kızlara yapılarına ve hayattaki vazifelerine uygun bir ruh verilmektedir. Burada, beyinde görülen maddî reaksiyonlar sebeb değil, ancak netice olabilir (ekrandaki görüntünün sebebi TV kutusu ve ekran olmadığı gibi). Kimyevî çözeltiler ve elektrik akımları, kendilerinden daha üst durumlar olan ve insan ruhunun hâllerini işaret eden seviyeleri nasıl doğurur ki? Neden yapsın ki? "Beyin" dediğimiz "madde"nin, hayatı, insanı, insanın ileri yaşlardaki durumunu içine alan bir ileri görüşü olabilir mi?

Günlük tecrübelerimiz bile, şuur, akıl ve irademizin bedenimizi aşan şeyler olduğunu gösterir. Meselâ "kendi burada, kafası başka yerde" veya "dalmış gitmiş" gibi deyimlerle anlatılan durumu ele alalım. Şuur sahibi ruh ilgilenmeyince, insan, gözü açık olsa da görmez; kulağı ses alsa da duymaz. Demek ki, gözün fizyolojik olarak çalışması, gerçekten (ruhun) görmesi mânâsına gelmiyor. Ruh ancak şuur ve iradeyle bakınca göz (doğrusu ruh) görüyor, şuursuz bakışları ise anlamlandıramıyor, çünkü o anda alâkası başka bir konu üzerinde yoğunlaşmıştır.

Meselâ kucağımızda çocuğumuzu taşırız. Mecburen de taşısak bize koymaz. Çünkü o sadece bir ağırlık değildir. Mânâsı kıymetlidir, dolayısıyla maddî yanını önemsemeyiz, severek katlanırız. İnsanın çocuğu kadar kıymet vermediği herhangi bir eşya ise, daha hafif de olsa, daha çabuk yorar ve insanı bezdirir.

Meselâ biyoloji bilimi, "artık parmağımı kıpırdatacak hâlim yok" diyen, gerçekten çok yorgun ve uykusuz olduğu anlaşılan birinin, uzun zamandır görmediği, çok sevip saydığı birisine kavuşması, hatta kısa bir zaman sonra kavuşacağını öğrenmesi durumunda bile ruhunun kanatlanmasını ve (aslında bir binek olan) bedenini de harekete geçirip canlandırmasını, 18 saat daha o kişiyi uyumadan taşımasını izahta âciz kalır. "Ruh insanı"nı ayakta tutan enerji bedenden değil, ruhtan gelmektedir.

Bunun tersi de geçerlidir. Sıhhatli ve neşeliyken, aldığı kötü bir haber sonucu çöken, bedenî mukavemetini yitiren, bağışıklık sistemi zayıflayan ve hastalıklara açık hâle gelen insanların durumu buna misâl olarak verilebilir. Maddî ve bedenî menşe'li olmayan bir tesir sonucu, bedenin biyolojik çöküşüdür bu. Elle tutulmayan, maddî ağırlığı olmayan birkaç kelimelik bir bilgi, insan bedenini nasıl çökertir?!.. Bu, önce ruhun müteessir olmasından başka neyle açıklanabilir?!.. "Beynin anlayıp üzülmesi" diye birşey sözkonusu olabilir mi?

Bedendeki silsile de bugün için tartışılır hâle gelmiştir. Kalbte de beyindekine benzer sinir merkezleri belirlenmiş, kalb-beyin arasındaki haberleşmenin çok sür'atli ve kompleks olduğu anlaşılmıştır (Kalbin Keşfedilen Yeni Boyutu, Sızıntı, Mayıs 2004). Duyular yoluyla gelen bilgiler ruha iletilmeden önce beynin yanısıra belki kalbte de işleme tâbi tutulmakta, ve ruhtan bedene dönüşte de benzer mekanizmalar çalışmaktadır. Sezgi ise, belki ruh veya kalbe sebebler-üstü bir lütuf olarak hissettirilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri (ra), ruhu hayatın zâtı ve cevheri olarak târif etmekte, ve şu izahı getirmektedir: "Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır; ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır; akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuûrun bir hülâsasıdır; ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır." (30. Lem'a, Beşinci Nükte, Dördüncü Remiz)

Netice itibariyle, günlük tecrübelerimiz üzerinde düşünüp, yolumuzu her meselede aydınlatan iki nuranî kaynağın, Kur'an'ın ve Efendimiz'in (sas) beyanlarını esas alarak kâinat kitabını ve hayatı okumaya çalıştığımızda, Rabbimiz'in hem maddî, hem de madde-ötesi hususiyetlerle mezcettiği insanı, keşfedilmeye açık ne sırlı bir varlık olarak yarattığı hakikatini görmüş oluyoruz. Fakat ruhun mâhiyetiyle ilgili sorular sorduğumuzda, bir çığ gibi arka arkaya yeni sorular geliyor ve bunlara (fizikî âlemdeki anlama kabiliyetimizle başarabileceğimizden farklı olarak) cevap veremiyoruz. Beş duyumuz, hatta zihnî kabiliyetlerimiz bu eşiği geçemiyor. Çünkü onlara bu vazife verilmemiş.

Evet, insan ölünce, hayattayken kendisinde gözüken şuur ve akıl ölmüyor; bulundukları hakiki yer beyin olmadığı için, beyin çürüyüp yokolsa da, onlar ruh ile birlikte varolmaya devam ediyorlar (irade ise, nefis ölüp imtihan bittiği için akıl ve ruhun elinden alınıyor). Fakat, meselâ herhangi bir gökcismi uzayda bir yerde mevcutken onda gözüken çekim kuvveti (hatta o bölge için o kanun), o cismin ortadan kalkmasıyla yokoluyor. Rabbimiz'in insana Kendi'nden üflediği ve bekaya namzet kıldığı ruh bu hususiyetiyle ayrı ve müstesna bir yere sahip; dolayısıyla bu ölümlü ve fânî âlemde onun ne olduğunun anlaşılması da imkânsız.

Muhammedi Muhabbetlerle....
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

ResimBu gün bir ahbabımla sohbet esnasında, konu konuyu açınca, kısaca hocamızın zevkindeki gibi, AYNI MÂNÂLARA GELEBİLECEK mevzuulara değindik.
Bazen gaybdan kalbime, oradan da dilime dökülür bilgiler, sanki kırk yıllık "Âlim" imişim gibi.
Ben bile hayret ederim,
Bunları nereden bildiğime.
SOHBETİMİZİN ANA HATLARINA bir değinecek olursak, (Kİ, Hocamızın zevkini daha sonra okuyunca, sizlere de yazmak isteği duydum):
"Biliyormusun Allahcc dilese, bir "KÛN"" emri ile tüm hastalıklarımıza, anında şifâ verebilir"
"Dilese, tüm dert ve belâlarımızı anında kaldırabilir. Tıpkı, Nemrud'un ateşinde kalan HZ İbrahim'e (AS) selâmetli ve serin olmasını emrettiğinde ateşin yakmak tabiatında yaratılmasına rağmen emire uyup yakmaması gibi.....
HZ.Musa (AS) a Kızıl Denizin içindeki suyun birbirinden ayrılıp akmaması gibi....
Yani demem o ki, ALLAH dilerse, ateş yakmaz, sular akmaz, kulak işitmez, gözler bakmaz....
Ne var ki, RABB'imiz Allah (CC) bu maddi âlemi sebeb sonuç ilişkisi içinde yaratmış,
Sünettüllah böyle....
Bir ağacın meyve vermesi için zaman (mevsim) , mekan (toprak) ve diğer şartlar (su, hava, güneş vs.. vs..) gerekli ki neticeye ulaşılabilsin.
Ama, kudretli Mevlâm (cc) dilerse, Hz.. Adem (as) ve Hz. Havva (as) yı yarattığı gibi, anasız babasız, Hz. İsa (as) yı yarattığı gibi babasız yaratabilir.
Atılan her katı cisim yer çekimi ne göre aşağıya düşmeyip, hava da asılı kalabilir.
Lakin, ALLAH ( cc) kanunlarını (zahiri ve batıni) işleme koyup, düzeni kurmuştur. Saygıdeğer Hocamızın dediği gibi:
"MuRÂDuLLAH, EMRuLLaH Hak , SüNNeTuLLAH , ŞeÂNuLLAH!.." Terazisi böyle işler....
ALLAH Teâlâ cc dilediği sürece...
TEFEKKÜR eyleyip fark edenlerden olmak dileğiyle..
MUHABBET-i MUHAMMED (sav) İle..
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen simurg »

Bu bölünmüşlükleri neresinden tutup toplamalı
dışarıdaki fırtınaya çare bulmak ne kadar imkansızsa
içinde savrulanları da toparlamak o kadar zor insan için
pencereler, kapılar, köprüler, anahtarlar
açmaya ve geçmeye yarayan ne varsa cezbediyor insanı
tuzaklar ve engeller öyle çok ve amansız,
ve gizli aşikar öyle türlü geçitlerden geçiyoruz,
kendi kurduğumuz labirentin haritasını kayıp etmiş gibi şaşalıyoruz birde
hem her şeyi ellerimizle dokunarak hazırlıyoruz
hem anahtarları koyduğumuz yeri unutmuş gibi içinde hapsoluyoruz

öğrendim artık her kilidi açan,
her aşılmaz engeli aşırtan,
her çıkmazı çıkar hale koyan,
ne kadar dipsiz olursa olsun karanlıkları ışıtan,
rahmeti ile içimizdeki en sisli bulanık alanları açığa çıkarıp iyileştiren,
her düştüğümüz bulanıklıkta tutunacak tek dalımız olan,
ve bize bizden daha düşkün olan Resulullah'ımız bizim herşeyimiz.

hangi geçit O'ndan daha emin ve selametli olabilir,
hangi anahtar kalbimizin pas tutmuş kilitlerini açabilir,
başka hangi ses bizi gaflet uykumuzdan uyandırıp
yüreklerimizi Rabbimize döndürüp nur rahmetleri ile yıkayabilir,

biz kendimize ninniler söylemeye bunca meraklı ve
uykuya düşkün olduğumuz için,
uzun ve derin uykularda geçti ömrümüz.
Uyandığımızı sandığımız zamanlarda bile başka bir uykudaydık.
sonsuza kadar da sürebilirdi ama Allah'a şükür ki sürmedi.

Artık yeni uyanmaya çalışan gözlerimi bu güzelliklere alıştırmaya çalışıyorum.
Resulullah'ımızı ancak tanımaya başladım ve çok şükrediyorum.
her tarafa dağıtıp savurduğum kalbimi bir tek Resulullahımızda toparlayabileceğimi biliyorum.
Henüz başaramadım ama buna çok inanıyorum.

kendimin BİR okyanusunda "var-kayıp" olacağına sonsuz inanıyorum.
ve çok dua ediyorum.
Tahtaravallinin hep aşağıdaki tarafında hissetmiyorum artık
yukarıdaki tarafına geçmek te istemiyorum
(eskiden öyle isterdim)
şimdi dengede ve seviyede olmanın asıl hüner olduğunu öğrendim.

pencerenin buğusunu bez ile ne kadar silersem sileyim
içerideki ve dışarıdaki ısı farklı olduğu süre boyunca sis hiç dağılmayacak
gözüm buğudan başka ne gördü ki şimdiye kadar,
ve bu görmeyi görmek sanıp durdum birde.

GÖR-ebilene. KÖR-e ne? sözünü de yeni anladım.
her yeni anladığımı yazmak belkide abes ama
bu bana iyi geliyor ondan yazıyorum.

kendi sesimi kendim dinlemenin ne kadar sıkıcı olduğunu da
yazdığım için farkettim zaten.

Bütün büyük ateşler bir kıvılcım ile başlıyor ya,
ve yağmurlar damla damla birikip bulutta toplanıyor ya,
ve ilmek ilmek dokunur her duygu her sevgi,
adım adım gidilir yollar ve biter ya mesafeler,
şimdi her kelimede bir ilmek dokumak hissi ile yazmaktayım burada,
Bütün malzemem BİZ'den ve beni BİZ yapma inşaası bu yazdıklarım.
Ve BİZ'e ulaşma vasıtası etmek için.

Ne bir fazla, ne bir eksik
Bütün OL_anı tam ve dengede anlayabilme çabaları.
Zaman kendi bildiği hızda akacak elbet,
yani benim sandığım şeklinden kendi aslına geçecek birgün herşey
kalbim bu duygular içinde ümitle dolu,

hala bölünmüş ve dağınık olan aklım elbet selamet ve istikamet bulacak.
(İnşaallah ve bütün kalbimle Amin)
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Bir anne çoçuğunu, bakıp ilgilensinler diye, emaneten birilerine bırakır.
Çocuk bu kişilere alışamaz ürker,çekinir.
Onlarda onun dilinden anlamazlar. İncitirler. üzerler. Sonra anne çıkagelir.
Çocuk koşarak annesinin boynuna atlar ve hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ne güzel bir naz- niyazdır bu . Çoğumuz az çok biliriz..
Bu günlerde her seccadeye varışımda, size anlatmaya çalıştığım çocuk gibi, içimden bir hıçkırık fırtınası
yükselip, gözlerimden damla damla akmaya başlıyor.
Bir garibleniyorum ki anlatamam size. Seccademin üstünde kalıveriyorum öylece.
İnanın elle tutulur gözle görünür bir neden de yok aslında.
Garibliğin son noktasındayım bu günlerde..
Sanki diyor gönlüm “HÂL” diliyle:

"Dönüp dolaşıp geleceğim son kapı senindir Mevlâm,
Mülk Sen’in, Âlem Sen’in, her tapu Sen’indir Mevlâm,
Yapan Sen’sin , bozan Sen, sual olmaz Hikmet-i İlahin’den,
Yerde gökte her ne var, her yapı Sen’indir Mevlâm..."

Resim

"Ben garib kulun yetim öksüz kaldım gurbetinde,
Kalbim şaşkın yanar, olan biten in hayretinde,
Kaybolur gider, ne varsa "benlik" ten yana, çaresiz,
Nemrutlar, Firavunlar,Karunlar, sonsuz kudretinde..."

Resim

Bırakmaz yakamı yapışır, dolanır dünya elime koluma,
Binbir türlü hengâme çıkarır, çöldeki serap gibi yoluma,
Nazargâhın olan bu yürek nasıl sığmış fani , dar bedene,
Sığmıyorum hiçbir yere, daral geliyor sağıma soluma…..

Resim

Dayandığım duvarım, tuttuğum dalım, güvendiğim dağım,
Yıkıldı, kırıldı, kar yağdı, tarumar oldu gülüşenim bağım,
Sen’sin benim penahım, hayat kaynağım, güç kudret, can verenim,
Her anda , her mekanda, , her halda, sensin yegâne dayanağım….

Resim

Şikayetim Sana’dır, arz-ı halim Sana, nazım – niyazım Sana,
Her şeyi gören, her şeyi duyansın, malumdur, kışım yazım Sana,
Bana benden daha yakın, can içre cansın, sen Rabb’imsin, Mevlam’sın,
Her halimi bilirsin,gözümden yaş döktüğüm, aşkım, nazım SANA….

SUS KALBİM SUS,
AĞLAMA YETER.....GÜL-İ ZâR
En son HAYY-DOST tarafından 24 Kas 2011, 17:57 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

İçim hep hüzün, elem, keder dolu...
Bir türlü gitmiyor kalbimden bu duygular, beynimden bu efkâr...
Tıpki başından sis, duman ve kar eksilmeyen dağlar gibi..
Yaşadığım anlarda, günlerde veya zamanda, düçar olduğum her ne varsa...
Yılların verdiği tecrübelerle, Allah’ın inayeti ve sabır kuvveti ile mücadele edebiliyor,
ve üstesinde bir şekilde gelebiliyorum.
Belâ ve sıkıntıları yaşadığım anlarda, hissettiklerim, hüzün ve kederden çok daha farklı şeyler..
Hani insan kurşun yediğinde, veya bıçaklandığında, uyuşur pek acı duymaz..
Ama daha sonra ne ağrılarda kıvranır ya...
Bir yerde düştüğümüzde, pek acıların farkında olmayız..
Oysa daha sonra, her tarafımız ezilir ve ağrı içinde kalırız..
İşte, üzerinden zaman geçmiş dertlerimizin ve kederlerimizin, bizi ne kadar üzdüğü, ağlattığı ve yaktığı çoğumuza malumdur...
Bazen, zamanın ötelerine "AN"dürbünüyle dalar giderim.
Kendi hayat filmimi seyreder, "nasıl dayanıp, katlanmışım, nasıl tahammül etmişim"? diye hayrette kalırım.
O zaman yaşarken beni fazlaca ağlatmayan, incitmeyen, şeyler, "AN" daki halimle, onları hayal edip, düşündüğümde, sanki yüreğimi oyan bir burguya dönüşür.
Çarelerin size veye bize göre tükendiği zamanlarda, tutunduğumuz dallar, yaslandığımız duvarlar, güvendiğimiz dağlar, şimdilerde (çarelerin, bol olduğu, ortamın gevşediği, sıkıntıların bertaraf edildiği) bize, dallar kuru, duvarlar çürük, dağlarda oldukca küçük görünürler.
"Nekadar yanlış yapmışım, şu dallara, duvarlara ve dağlara nasıl da güvenip tenezzül etmişim" diye hayıflanır dururuz.
İnsan yangından çıkınca, ateşin ne kadar çok yaktığını daha sonra daha iyi anlıyor.
Her halde, bu nedenle, cennetliklere cehennem, gösterilecek..
Cennet’in ne kadar güzel bir ikrÂm ve nimet olduğu anlaşılsın diye...
Bu nedenle, cehennemliklere cennet gösterilecek, çektikleri acılar daha çok artsın diye...
Ve herkes, ne kazandığının, ya da ne kaybettiğinin değerini bilsin ve anlasın diye...
Hayat serüvenimde, fark ettiğim bir başka durum da, insanın kemÂlat yolunda attığı her adımdan sonra,
cahilliğinin ve günahlarının dehşetini çok daha iyi görerek, bu halinden Yaratıcı'sının huzurunda çok utanıp, nÂdim olduğudur.
Bize doğru ve mutlu hayat diye sunulan şeyin, insanı nasıl bir uçuruma doğru sürüklediğini,
Tam o uçurumdan cehenneme yuvarlanacakken, kurtarılma ikrâmına mazhar olanlarımız, daha iyi bilir ve anlarlar.
İlk olarak itildiğiniz yolun insanı nerelere götürdüğünü yaşayarak görmüş olursunuz.
Bu batıl yoldur. Sonrası hüsran ve asıl felakettir. Ama herkes talihli olmayabilir. Zira uçurumdan düşüp, mahvolmak da vardır. Cümleyi Allah korusun…
Artık döndürülürsünüz. Gerisin geriye….
Önce yanlış yolda ektikleriniz, size teker teker, söktürülür.
Günah saraylarınız yıktırılr..
Kiriniz, pasınız, yaktırılır. Kısacası o yanlış yoldaki ayak izleriniz ne pahasına olursa olsun size, bazen bedel ödeterek, bazen ikrÂma uğratarak SİLdirilir... Bu durum yıllarınızı alabilir. Veya daha kısa olabilir. Allah bilir….
Kimi zaman yüreğinizden kan damlar..
Kimi zaman, göz yaşlarınızda boğulursunuz.
Kimi zaman pişmanlık ateşi sarar da sizi, ölmeden cehennemlerde yanarsınız.
Bu geriye bakışlar, mazi dehlizlerinde dolanışlar, bazen şükrümüzü artırır, bazen de korkumuzu..
Bazende, endişe ve kaygumuzu..
Bazen, Hayatımıza çeki düzen vermede, geçmiş tecrübelerimiz bize rehber olabilir
Son pişmanlığın fayda vermeyeceği, “keşke”lerin hiçbir işe yaramayacağı, o din gününde,
Perişan olmamak için, daha bu alemde, tövbe istiğfar edip, kurtuluşa erenlerden olmak şansını yakalayabiliriz. Hala vakit varken. İnşae Allah…
Kısacası.DOSTLAR, bu dünyada insana, ceza olarak, hidayete erdikten sonra, mazisinde ki, yanlışlarına, hatalarına ve günahlarına duyduğu pişmanlığın ateşinde yana yana yaşaması yeter de artar bile….
Her ne kadar, “AN” dürbününden geçmişindeki “BENİ”ini seyredip kendine acısa, ağlasa YANSA da…..
Allahın rahmeti cümlemizin üzerinde olsun İNŞAE ALLAH…

GÜLİZÂR
…..
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim

Akşamın her zamanki hüznü, alaca karanlıkla birkikte, yeryüzüne inerken...
Sokak lambasının ışığı, ağacın yapraklarındaki yağmur damlalarında, pırıl pırıl parlayan birer kiristale dönüşmüş sanki..
Bu gün çarşıda önünden geçtiğim, kuyumcunun vitrinin deki elmas takılarda ki harika ışıltıların aynısı şimdi gözlerimin önünde...
Her bir damla, ışıkla buluşunca, anlatılmaz, cennetvari bir mücevhere dönüşmüşler...
Ya kaldırımdaki ıslak taşların ışıltısı...
Anlatılacak gibi değil.
Sabahleyin, gökyüzünde, hayranlıkla seyrettiğim, kızıllığın hakim olduğu , gök kuşağı renkleriyle, güneşin doğuşu geldi hayalime...
Sonra, gecenin en derin yerinde, yıldızların, göz kırpışları...
Nazlı nazlı süzülen dolunay.
Bir nazlı gelin gibi. ama yalnız, yapayalnız.
Her tarafı aydınlatıp, ışıtırken, kendisinin hüzün tüllerine nasılda büründüğünü, kocaman, uçsuz bucaksız gök yüzünde, tek başına,
yalnızlık senfonisinin, nağmelerini, sessizce, ona kulak kesilen garib gönüllere , içli ve samimi fısıldayışı ile " bu benim kaderim, muradullah "deyişini ANIMSADIM.
Anladım ki: "geçiyordum, bir uğradım" diyemeyecek kadar, lüzumlu, gerekli ve anlamlı dünya serüvenimizde: " bu benim kaderim,muradullah böyle "
rızalığında, çok derin , çok boyutlu bir sır olduğunu algılayışı gönlümün hiç te boşuna değil...
Gerçekten hiçbir şey boşuna yaratılmadı.. Herşeyin var bir hikmeti...
Gören gözlere, işiten kulaklara, tefekkür eyleyen beyinlere, algılayan gönüllere..
VAR işte bir hikmeti....
İnsanın kalbi inceldikce, ruhunun letafeti artıyor..
Kaba saba nefsani duygulardan fırsat bulup da, Allah'ın (cellecelalühü) yeryüzündeki tecellilerini , ince nakışlarını, harika sanatını, şöyle gerektiği gibi seyredemeyen, dadına doyamayan , ruhum, bazen böyle, nefsimi tuşa getirdiğim zamanlarda: "gün bu gündür, an bu andır" deyip, mutluluk ve huzur kanatlarıyla kendi alemimine uçuyor.
Allah'ın (cellecelâlihu), yeryüzüne saçtığı mücevherat ve hüsünat sergilerini, büyük bir hazla seyre dalıyor...
Arada sırada, ilim ile olan yakinimiz, elhamdülillah, ayn ile yakinimize, az da olsa dönüşüyor...

Nasıl ki nefsim, ihtiyaçları temin edildiğinde, kendine göre mutlu oluyor, ruhum da aynen öyle, mutluluğun zirvesine çıkıyor...
HAYY YÜCE Allah'ım (cellecelâlihu),
Murad'ını muradımız eyle...
Rıza'nı razılığımız...
Sevdir, sevdiklerini..Bize...
Bizi de sevdiklerine....ÂMİN!......
Nefsimizi rızıklandırdığın gibi, ruhumuzu da aç ve mahrum bırakma...
Muhammedi Muhabbetlerle..

Cümleye selâm olsun......

GÜLİZÂR
En son HAYY-DOST tarafından 24 Kas 2011, 18:27 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Re: "AN"LIK YAZILAR

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Resim
Resim
Resim
Cevapla

“►Aşıklar◄” sayfasına dön