Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim


Allah Dostu Der ki III
MÜNİR DERMAN



neş ve Gölge


“Efendime...”

M.D.


“Güneşe arkasını dönen,
gölgesinin peşinden yürür!..”
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

DERMAN'ımız RUH'un Şâd Olsun!..

TASAVVUF

Lügat mânâsı:

Resûlu Ekrem’e bağlılıktan insanda zâhiren, bâtınan husûle gelen “Kemâl-i feyz-i nebevî” den hâl.

Resûlde yoğrulma. Erime. O’na yanaşmadan hâsıl olan bâtini feyz-i ilâhi, zevk, huzur hâli.

İşte tasavvuf ne ise budur…


Tasavvuf nedir:

Anlatmak, Yazmak. Mümkün değil.
Tasavvuf, yaşanan ve nübüvvetden çıkan mânevî bir hâlin tümüdür.
Bu hâl ne târif edilir.
Ne îzah edilir.
Tasavvuf hakkında yazı yazılmaz.
Yazılmıştır amma...

Bu, resim üzerinde geniş bir orman seyretmektir.
Resmin içine giremezsin.
O resim de orman değildir.

Bâtın! zevk ve hisler, duygular, maddeleşemez…
O zaman işte, tasavvuf tarihi, incelemeler ortaya çıkar.
Çıktı binlercesi var.


Tevfik-i Rabbânî'ye mazhar olan geniş gönül sahibi HAKK dostu olanların yaşadığı mânevî âlemdir diye târif edenler de vardır.
İnsanın âdemiyet mertebesinde bu âlemde iken aslı ile temas kurup yaşamak hüneridir.
Bunu izah et bakalım.
Mümkün değildir!
O hâlde sus...


“Bizim bu hâletdeki duyduğumuz zevki, huzuru, sultanlar bilselerdi bizi kılıçtan geçirirlerdi elimizden almak için”

demişlerdir.

Tasavvufi söz:

Ötenin lâflarıdır.
Lâf dedik, söz demedik.
Söz anlaşılır.
Lâf anlaşılmaz.
Cesedi ile bu mekânda, gönlü ile sonsuzlukta dolaşanların, olanların sözleridir.


MUTASAVVIF:

İçini göstermeden sözlerine bakılarak bilmeyenler tarafından kendisine verilen isimdir.

ALLAH ile beraber oturmak hünerine ve Tevfikine kavuşmuş insana mutasavvıf ismi verilebilir.
“Verilir” demiyoruz.
Dikkat buyurun!..
Lâf çok incedir.

Tasavvuf
ALLAH'ın bir sırrıdır, öğrenilmez, öğretilmez.
Târif edilmez.
Ulaşılır işte o kadar...

Akıllı için de aynı, âlim için de aynı, öküzlüğe doğru giden insan için de aynı, hatta öküze de aynı…

Bir perde arkasıdır.
Ne târif edilir.
Ne söze ve kelimeye gelir.
Bu hâl nedir?

O hâlde:

İlâhi sırların açıklanmaması için, şeriat kâideleri vardır.
Bu kâideler, sırları, insanın lisânıyla anlayabilmek kudretidir.
İdrak edilse bile lâf ve kelimelerle anlatmak mümkün olmadığından kelimeye vurduğumuz zaman küfür şeklinde fehmedilir.

Yaşanan mânevî, zevki bir hâlin kelimelerle târifine yeltenmek ve bu hususdaki yazılan külliyatın hepsi tasavvuf lâflardır.

O hâli yaşayanların mırıltıları.
O kadar…

Bunlar üzerine kurulmuş o hâli yaşamak isteyenlere yollar gösterilmiş, tarikatlar da bunlardır.

Tarikat, Mârifet, Hakikat lâkırdılarıdır.

Fakat bu duruma erişmek kâbiliyet, istidad, temizlik meselesidir.
Hay huy meselesi değildir…


“Resûlde yoğrulma meselesi”.

Yoğuran USTAyı bulmak.
Maddeyi rûhun emrine almak..

Rûhu maddeye bağlayarak şekillendirmek, maddîleştirmek, insanın âdemiyetine hürmetsizliktir ve bir şey de ifâde etmez.


ALLAH'ın emrettiği farzdır.
Farz, ona yanaşmak için mecbûridir demektir.
Kulun bunlara inkıyad ve hürmetini izhar etmesi kulun kendi kendine farzdır.
Hürmeti izhar için bu farzlar nelerdir biliyor musun?

Bu farzlar:


ALLAH'ın seni serbest bir irâde ile nefsinle bırakmasına karşı hürmetdir.

Abdestde ayakların yıkanmasında evvelâ sağ,


“sol dimağ”

Sonra sol,

“sağ dimağ”.

Sağ eli kalb üzerine koymak sol dimağla cesedî bir duâdır.
Sağ dimağ hareket merkezi, sol dimağ düşünce merkezidir.


23 IX.1984. Pazar


ALLAH Dostu der ki III Alıntıdır

KELİMELER:

Tevfîk : Uygun düşürme. Uydurma. Muvâfık kılma. Cenâb-ı HAKK'ın kuluna yardım etmesi.

İnkıyad : Boyun eğme. Mûti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal.

İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. Yalandan gösteriş
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

DENİZ

Bir araya toplanmış su damlaları...
Daha derine git:
Hidrojen, oksijen birleşmesi.

“Bir bütün”.
Hidrojen: Suyu doğuran...
Oksijen: Yanmayı doğuran...
Fakat yanan hidrojen...
Tuhaf değil mi?..
Her ikisi de gaz...
Görünmezler.
Birleşti mi su...
Ayrıldı mı yine görülmez.
Gaz oluyorlar.
Bunlarsız hayat yok...
Havadan; insan, hayvan, nebat alıyor oksijeni.
Balık sudan alıyor...
Herşeyin terkibinde canlı, cansız, hayvan, nebat, taş, maden hepsinde mevcut bunlar...
Daha derine in:
Molekül, atom, gidebildiğin kadar git...
Dibi yok ki...
Denizin vazîfesi sayılamaz.
Târif ve izah kadrosuna girmez.
Deniz denizdir.
İşte o kadar.
Resmini yap!..
Düşün, seyret, içinde yüz, ürünlerini ye!
Her şey onda...
İstersen içinde bogul...
Fakat onu kirletme...
Ne demiş “O” bilir misin?
Denize girip de kimse görmedi diye denizin içine abdest etme.
Dikkat et!..
Bundan ötürü oruçlu isen orucun bozulur.
Oruç dilsiz bir vücud duâsıdır.
Oruçlu
“SETTAR” ile örtülüdür.
“Orucun mükâfatını bizzât ben vereceğim!” buyuruyor.
Bu ne demektir?
Senin oruçlu olduğunu
“O”ndan başka bilen yok...
ALLAH'ı görüyorsun ama sen farkında değilsin.
Onun dışında değilsin unutma!..

Deniz yâni su:
İki gazın birleşmesinden görünür şekli değil mi?..
Evet.
Hayır diyen bulunmaz...
Hava da ondan.
Bahar da ondan....
Yağmur da ondan.
Kar da ondan.
Her şeye hayat vermeye sebep de ondan...

Onun için
HÂLİK suyu neden halk etti bildirmedi.
Her sır onda gizli.
Yunus balığında bu sırdan birşey var amma o da susuyor.
Deniz suyunda tuz var...
Bütün madenler var...
Tuz nedir onu bil.
Çok büyük bir nimet.... O...
Kan da, başka bir türlü tuzlu deniz unutma...
O tuzlu suda bir balık vardır.
Vücud terkibinde tuz yoktur.
Tuzsuz yiyemezsin.
Tatlı suda bir balık vardır.
Vücud terkibinde onun tuz vardır bilir misiniz.
Koyun tuz yer.
İnek, at, keçi, diğer otla geçinen hayvanlar tuz yemezler.
Tuzun gizlenmiş olduğu otlardan alırlar...
Tuzsuz yemeği sen de yiyemezsin...
Niçin?..
Burada bahsedersek bu kitabın dışına çıkarız.
İş uzar gider...

Şimdi; rüzgâr yok...
Yaprak bile kımıldamıyor.
Issız bir sâhilde düşün kendini ve dinle bizi:
Sâhile muntazam dalgalar birbirini takip ederek vuruyor.
Rüzgâr olmadığı hâlde...
Kayalar var.
Zamanla onlar aşına aşına çakıl oluyor.
Çakıllar da birbirine çarpa çarpa kum oluyor.
Uğuldayan bir ıssızlık...
Fennî ismi ihtizaz, titreşim...
Ne demek bu?
Diğer ismi tesbih dediğimiz intizamlı sessiz uğultu...
Titreşim...

Kayaları çakıl yapan su...
Çakılları kum yapan su...
Kayaları çakıl yaparken, çakılları kum yaparken duyulan ve duyulmayan bir uğultu var ya ihtizaz.
O da zikir…

Çölü, su çekildikten sonra yapan da suyun gitmesi değil mi?
Bazen deniz coşar. Dalgalanır. Fırtına. Dev dalgalar...
Rüzgârın işi bu.
Evet biliyoruz...
İlmen izah ediyoruz.
Sebebini kuruntusuz, şüphesiz evet doğrudur diyoruz.
Ama niçin rüzgâr oldu. Onu da biliyoruz.
Sebep üstüne sebep. Hepsi izah ediliyor.
Doğrudur. Niçin böyle, Kâinat nizamının böyle oluşu...
Niçin böyledir?
Nedir bu?
Orada duraklıyoruz.
Duralım.

Bu durma, ta’zim ve asıl sebebi bilmediğimiz bir azâmeti tasdiktir bu.
Burada aklın hudûduna hürmet gerekir..
Denizde boğulsan bile eğer bir balık seni yemezse, su seni muhakkak sahile, karaya atar.
Bu ne demek?..
Suyun bir bildiği var demek.
Al malını geri.
Bende boğuldu amma,
ALLAH seni topraktan yarattı.
Mayanda, harcında ben de varım amma.
Toprak olmasaydı ben de görünmezdim.
Bu iki dostluk için:
Toprak altında ezilerek ölen,
Suda boğulan
ALLAH nezdinde ceseden şehid sayılır.
Kim olursa olsun...

Rahmeti dostun olan toprakta ara dedik.
Çıkalım toprağa.
Kum tanelerinden husûle gelmiş susuz deniz....
Nedir bu?
Çöl... Yahut suyu çekilmiş deniz...
Gözün alabildiği kadar susuz deniz...

Resmini çizelim:

Su yok. Nebat yok. Böcek bile yok.
Kum var, güneş var. Sıcak var.
Mikrop yok. Kuş uğramaz.
Yağmur yok. Bulut uğramaz ki...
Çölün sözlerle resmi basit olarak bu...
Rüzgâr olmadığı zamanlarda çölde derin bir uğultu vardır.
Kum taneleri arasında görmediğimiz bir titreşimin sesi bu…
Zikrediyor…
Uguldayan bir ıssızlık işte, Çöl...
Muazzam steril bir yer...
Hakiki çöl budur.


Çöller vardır:
Kendine mahsus nebatı var. Kuşu var. Böceği var. Çok az suyu var. Hayvanı da var.
Hiçbir nebâtın, hayvanın, insanın, böceğin yaşayamayacağı soğuk çöller de vardır.
Dünya, bütün yıldızlar ilk defa kızgın çöldü.
Sonra soğuk çöle döndü.
Tekevvünün bütün safhaları geçti.
Su oldu.
Hava oldu.


ALLAH'ın takdir ettiği dekor teşekkül etti.
Bir nizam kuruldu.
Bütün bu safhaların küçülmüş şekli hâlâ var.
Yanardağlar, buz çölleri. Sıcak çöller…

İnsanlar: İlimle, sıcak çöllerle buz çölleri arasında dolaşıyorlar.
Daha çok dolaşacaklar.
Çölde kum tanelerinde bir enerji gizli.
Hem maddî hem hissettiğimiz fakat anlayamadığımız mânevî tarafı...

İnsanlar sonbaharda düşen yapraklara basar geçerler.
Çimenleri çiğnerler.
Çiçekleri koparırlar.
Vazolara korlar.
Kuruyunca çöpe atarlar.
Halbuki onları hayvanlar yerler.
Rızkıdır onların...

Bunu idrak etmeden tabiî olarak biliriz, fakat düşünmeyiz...
Ağaç, yaprak verir rüzgâra, amma uğuldayan bir ıssızlık içinde sır vermezler.
Nedir o sır?
Nereden bileceksin...
Maddî sırrı bilmezsin, ilâhi sırrı ise hiç anlayamazsın.

Ezilir, çürür, yapraklar çiçekler kurur.
Fakat insanlar birgün gelir ararlar onu, devâ için atlarlarda, dertlerine karşı çâre olarak...
“Kocakarı” ilâçları namı altında kaybolmazlar, bazen kıymet kazanırlar, bazen unutulurlar.
Fakat unutmayın ki kıyâmete dek kocakarı ilaçları her zaman vardır.

Çiçekden alıyor herşeyi arı. Onu bal yapıyor.
Dut yaprağı yiyor sonra, koza, onu ipek yapıyor.
Çimenleri yiyor koyun, inek, süt yapıyor.
Binlerce sebzeler, meyvalar.
Buğday, ne güzel ne mübârek nimetler yiyorsun...
Sen ne yapıyorsun?..
Söylersem utanırsın...
Yaptığın hiç bile değil.
Hani
“hiç”in ne olduğunu bir bilebilsen…

Dikkat edersen:
Çiçek başka, arı başka, bal başka.
Örümcek başka. Yaptığı ağ başka:
İnsan vücûdu başka.
Ruh başka, düşünce başka.
Su başka, bulut başka.
Yağmur başka, kar başka.
Yılan başka, öldürücü zehiri bambaşka.
Görünen başka, görünmeyen başka…
Ne düşünürsen düşün.
Kâinatda herşey başka başka.
Bu başkalar da başka.
Bu başkalar zincirine katıl.
Günlerce başka.
Başka söyle.
Sonunda bambaşka olan başkaların başkası oraya dayanırsın.
Utanmadan secdeye kapan…


ALLAH Dostu der ki III Alıntıdır

Tekevvün : (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak.

Azamet : Büyüklük. Cenab-ı HAKK’ın büyüklüğü. * Kibirlilik.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

ENNALLÂHE RABBE RABBEKÜM


“Ennallâhe Rabbe Rabbekum”

Meâli:

“Ben ALLAH RABB ’ım, RABB ’ınızım.”

Bu âyeti kerimeyi hakîkî anlayan Kur’ân-ı Kerim’i tamâmıyla anlar.
En mühim âyetlerden birisidir,


“Errâsihûne fil ilm” âyet-i kerîmesinde râsih olanlar ancak anlarlar...

RABB:

ALLAH’ın kudretlerinin tecellî ettiği ne ise orada RABB’ım.

Bu tecellîm görünmez.

Onun mevcûdiyetinin
RABB ’iyim.
Sizin de
RABB’ınızım...
Kâinatta herşey Benden tecellî etmiştir.
Fakat Ben o şey değilim...
Bunu idrâk ederseniz doğru olduğunu anlarsınız.

İşte bu da
“HAKK”dır.
“Ene’l-HAKK” , bunu idrâk eden tasdik için söylemiştir.

Âyeti Kerimede
“Ene’r- RABB” denilmemiştir.

“EnALLAH” denilmemiştir.

“Görmediğim ALLAH’a secde etmem”

sözü budur.

Tecellî eden her şeyde,
RABB şeklinde kudretleri görüyorum ve:

“O “HAKK”'dır!” diyorum.

“Ve ALLAH’a secde ediyorum!” demektir.

“RABB’ımı gördüm.” (Mi’rac’da),

“ RABBİ’l- izzeti gördüm.” (Mi’rac’da),

“ RABB’ımı genç bir insan şeklinde gördüm.” (Mi’rac’da)

Herşey
ALLAH’da hâzır ve nâzırdır.
O olmasa hiçbir şey yoktur.

MUSA:
“ RABB , bana kendini göster!”

dedi.

“ ALLAH , bana kendini göster!”

demedi.

RABB , dağda tecellî etti.
Halbuki Musa’nın,
“El BASÎR” olarak RABB’ın tecellîsinin kuvveti fazlalaştı. O kuvvetten dağ eridi.

Rabbü’s-semâvât.

Rabbi’l- ard.

Rabbi’l- âlemin.

Rabbu’l maşrıkeyn.

Rabbu’l-mağrıbeyn.

Rabbi’n-nâs.

Rabbi’l-felâk...


Hulâsa:

Mutlak hakîkat
ALLAH’dır.

Her şey ne varsa
O'ndan...
Fakat hiçbir şey
O değil..
Kudretini gösterdi
“RABB” oldu.

Göründü
“HAKK” oldu.

Her şeyde ve insanda tecellî eden
ALLAH ’ın kudretleri “RABB” dır.

Bunların
ALLAH’ın kudreti olduğunu bilmek ve tasdik etmek “HAKK”dır.

ALLAH :

“Kudret ve güçleri ile birşey sarf etmeden, yalnız “OL!” demesi ile yarattığı şeylerin, kâinatın, o güç ve kudretleri dolayısıyla onların “RABB”ıdır.”

Güneşin ziyâ neşri nasıl ise, ALLAH’ın kudret ve güçleri de kendisinden nebean eder.

Esmâlar işte böyledir.
Bundan dolayı da
“RABB”dır.

Güneşin ziyâ ve hayat huzmeleri güneş değildir.
Güneşin kudretlerinin görünüşüdür.
Her şeye ziyâ, kudret, harâret veren o huzmelerdir.
Bu güneş değildir.
Ondan çıkan huzmelerdir.


“Ahadiyet” ; kesrete, “ALLAH” , RABB , İLÂH HAKK lâfz-ı mübâreklerinin tecellî ve mânâları ile intikâl etmiştir.

“Ben bir gizli hazine idim, görünmek istedim”

hadîs-i kudsîsi bunu gizli kapaklı irâde etmektedir.

“RABB” , ALLAH demek değildir.
Kudretleri güçleri ile görünmesi
“RABB”dır.

ALLAH , İLÂH değildir.

Tecellî eden güzel esmâları ile “İLÂH”dır.

Bunu iyi anlamak lâzımdır...

O hâlde:

ALLAH!

RABB!

İLÂHİ!

HAKK!

mübârek lâfızları başka başkadır.

Resûlü Ekrem’e nâzil olan ilk âyet:


“Seni yaratan "RABB" ’ın ismi ile oku.”

“ALLAH" ’ın ismi ile oku”

denmedi...

Burası yukarıda kısaca anlattığımızın hülâsasıdır.
Çözmeye çalış! Anla!
Daha uzun söylemek doğru değildir...


ALLAH Dostu der ki III Alıntıdır

ÂYETLER:

إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى

“İnnî ene rabbuke fahla' na'leyk inneke bil vâdil mukaddesi tuvâ : Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!” (Tâ Hâ 20/12)


إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي

“İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa'budnî ve ekîmi's-salâte li zikri : Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Tâ Hâ 20/14)


إِنَّ اللّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَـذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

“İnnellahe Rabbi ve Rabbukum fa’buduh, hâza siratu'm-mustekîm : ALLAH, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur.” (Âl-i İmrân 3/51)

وَإِنَّ اللَّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

“Ve innellâhe Rabbi ve Rabbukum fa’buduh hâza sırâtu'm-mustekîm : (İsa şunu da söyledi:) Muhakkak ki ALLAH, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur.” (Meryem 19/36)

إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

“Ve innellahe Rabbi ve Rabbukum fa’buduh hâza sırâtu'm-mustakîm : Çünkü ALLAH, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur.” (Zuhruf 43/64)

… وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

“....ve mâ ya’lemu te’vîlehu illallah, ver rasihûne fil ilmî yekûlune âmennâ bihi kullun min indi Rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illa ulu'l - elbâb : .... Halbuki Onun te’vilini ancak ALLAH bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân 3/7)

KELİMELER:

Râsih : (C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan.

Nebean : Nebea’ : Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması.

Huzme : Demet. Deste. Bir kucak şey. Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

ZİKİR VE TESBÎH

Bir damla suyu denize döksen
İkilik denizde kaybolur.
Deniz denizdir.
Damla da damladır.
Deniz coşsa, dalgalansa, burada
İrâde denizin olur, Damlanın değil...

Kısa amma büyük bir mânâ ifade eder bu kelimeler o koskoca deryâda damlayı bulmak imkânsız.
Ne akıl ile ne de kimyâ ile bulunmaz.

Çobana sormuşlar:
“ "ALLAH var mıdır?"”
Derhal düşünmeden çoban cevap vermiş:“ "Ben deli değilim, deli bile bu suale güler geçer ve suali soran için zavallı der!."”

Ağaca sor bu suali:
“Ven necmü veş şecerü yescudân”.
“Ağaç ve çimen secde ediyor”.
Bu âyeti bilmiyor musun der ağaç.
Siz bunu göremezsiniz cevabını verir.

Karıncaya, böceğe sor, hemen suali soranın yanından kaçar.
Arıya sor:

“"Sen insan mısın, bana dokunsan bile tenezzül edip seni iğnemle sokacak kadar küçülmedim!"” der, uçar gider.

Akrebe sor derhal intihar eder.
Örümceğe sor ağını paramparça eder.

Yılana sor:
“"Sen, sevir mağarasında topuğunu benim yuva deliğime koyan zâtı niçin ısırdım biliyor musun?"” der ve kıvrılır gider.

Bu yumağı ne kadar sararsan sar sonu gelmez. Biraz düşün!..


ZİKRETMEK:

Hatırlamak, Yâdetmek, Hürmetle anmak lügat mânâlarını taşır.

TESBİH ETMEK:

Aslında devamlı, intizamlı bir disiplin altında aslî ve tabiî yaradılış îcâbı: Hareket, fiil, ihtizazlar, titreşimler mânâsına gelir.

Zikretmek; hatırlatan, yâd edilen o şeyle meşgul olmak, halkaya girmek, yanaşmak, o devamlı oluşla birlikte bulunmağa zevkle tesbihe yanaşmak mânâlarını da taşımaktadır.

Zikir; Aslını anmak, düşünmek ve ondan başka olmadığını ikrar etmek mânâlarını da içine almaktadır.

Tesbihde; irâde, düşünce, arzu kelimelerinin yeri mânâsı yoktur.
Bu sözleri anlamaya çalış...

Tesbihat durduğu zaman hiçbir şey ne madde olarak ne maddesiz olarak kalmaz.
Mevcudiyetleri yok olur.

Zikir o hâlde irâdeye az çok bağlıdır insanda.

Zikir ve tesbih; mânevî âlemde ve
ALLAH kelâmında geçen zikir ve tesbih kelimelerinin mânâları ise bambaşkadır.

Tesbih; durmadan, ara vermeden aslının yaratılışını daimi sûrette hatırlamanın şuûrlu ve bize göre şuûrsuz zikridir.

Zikir; O tesbîhâta iştiraktir.
Ve devamlı olan tesbîhâta girmektir.
Onunla berâber tesbih etmektir.

Yani:

“"Yûsebbihu lehu mâ fissemâvatî vel ard ve huvel azîzül hakim"”
âyetindeki HAKK’la birlikte..

Kâinatta hiçbir şeyde atâlet, yani durgunluk, durma yoktur.
Görünenden görünmeyene, görünmeyenden atoma, protona kadar her şey harekette ve muntazam ihtizaz hâlindedir.
Bunların hareketi yani tesbîhattaki hareket akıl almaz bir sûrettedir.
Âdeta yekpâre gibidir.

Küçük bir misal:
Bir ampulün yanışı sâniyede 60 defa yanıp söner. Biz onu devamlı yanıyor görürüz.
Zikirde de
ALLAH’ı göremezsin zîra onun dışında değilsin.
Onunla tesbîhat hâlindesin…

Zikirde gâyeye vâsıl olursan onunla birlikte zikir hâlinde olduğunu anlarsın.

HAKK ile birliktesin…..

Her şey tek iken görünmez.
Zevceyn “çift” olarak görünür.
Göründüğü zaman zevceyn olur.
Tekde her şey görünmez.


“"Biz her şeyi zevceyn yarattık"”
âyet.

Bulut; su mudur. Hidrojen midir?
Göründüğü zaman zevceyn olur.
H2O olur.
Bu "SU"dur….. Lâfı münâkaşa etme!..

İlimde de, fende de, kimyâda da, herşey aynıdır, çiftdir.
Zikirlerin hepsinde hedef, kâinatın tesbîhâtına girerek bütün vücud hücrelerinde de devam eden bu tesbîhâtı birleştirmektir.

O hâlde zikirde hedef,
ALLAH’dır.
Zikredici
ALLAH’dır.

Bütün zikirlerde söylenen kelimeler, lâfızlar âlettir.
Bunlara hulûs ile devamla kalbde târifi mümkün olmayan bu hâlet hasıl olur.
İşte asıl zikir O’dur.

Dikkat et “Budur” demiyoruz.
Bütün mahlûkat tesbih hâlindedir durmadan. Atomları düşün...
Hulûs ile dedik bu ne demektir. Bunun târifi yoktur.

İnsanın bâtınından çıkan hakîki ve riyâdan uzak bir samîmiyet ve bağlanmadır.

Bütün vücud hücrelerinde devam eden bu tesbîhâtı kalb hissettiği zaman
HAKK’ın zikri o zaman ortaya çıkar.

“ ALLAH'’ın” demiyoruz. “ HAKK’ın” diyoruz…

Mansur bundan dolayı:

"“Ene’l- HAKK !."” diye haykırdı.

“"Ena ALLAH !”." demedi.
Bunu anlamak çok güçtür.


"“Ben ALLAH’ım!."”
Zâten kimse diyemez. Böyle bir kudret insanda yoktur, verilmemiştir.
Söylediklerim kuru lâf değildir.
ALLAH kelâmında:

"“Fezkurûnî ezkurkûm"”
“Beni anınız ben de sizi anarım!”
Burada teker teker her kula hitap vardır.
“"Anarsanız ben de anarım!"”
Bundan insana serbestiye verildiği mânâsı çıkar. “Anarsanız”!..

ALLAH'’ın kapısı kilitli değildir.
“ "Sizi anarım"” var ya... O zaman içeri girebilirsiniz demek...
ALLAH ile insan arasında bir gaflet perdesi vardır.
Bu perde şu âyetle bildirilmiştir:

“"Fezkurûnî ezkurkûm"” ...

Bu kapıdan girebilmek için "Resûl"e uymak lâzımdır.

"“Nebî”" ye değil.
Lâfa dikkat kesil!. Mırıltı etme!. Can kulağı ile dinle hele!.


"“Resûle uymak lâzımdır!”." dedik.
Bu ne demektir?
Resûllük: Âdemiyet tarafıdır ki bu
“Sünnet-i Resûl, Siyret-i Resûldür”.
Sünnet-i Resûl, Resûlü Ekrem’i her şeyi ile taklid ve buna leke vurmadan toz kondurmadan devam..

Siyret: İnsanın mânen tuttuğu yol. Resûlullah’ın hayatta iken cesedî mânevî yolu...
Cesedi mübârekleri arzdan çekildikten sonra nebîlik bitmiştir. Resûllük devam eder.

Âhirette şefâat-i Resûl bu lâfın en büyük delilidir.
Bu lâflar derenin içine girer balık tutmak için, suyun içinde olduğu hâlde yüzünü yıkamaz. Bu gibilere hitap değildir.…
Buraya kadar kısa olarak zikir ve tesbih nedir onu târif ettik. Târif ile iş anlaşılmaz, öğrenilmez...

Şimdi herkesin dilinde ve peşine takılmak, koşmak ve birşey öğrenmek için aradığı ve bulduğu, asrımızda çoğalan bazı tâbirlerin ne olduğunu görelim.


Resim

Zikr : (Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * ALLAH'ı (C.C.) çok çok anıp azâmetini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.
Tesbih : SübhânALLAH demek. Cenâb-ı HAKK’ı (C.C.) şânına lâyık ifâdelerle yâdetmek. Yâni: ALLAH’ın zâtında, sıfâtında ve ef’âlinde cemi’ nekâisten münezzeh olduğunu ifâde etmektir. (Bak: Sübhan)
Aslî : Asla âid ve müteallik.

Siyret : sîret : Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevî yol.
Ta’bir : (Tâbir) İfâde, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Ruya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.

Atâlet : (Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı.(En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zirâ, atâlet, âdemin birâderzâdesidir. Sa'y, vücûdun hayâtı ve hayâtın yakazasıdır. M.)


Resim

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“HuvALLAHul hâlikul bâri'ul-musavviru lehu'l’esmâ- ul husna yusebbihu lehû mâ fi's-semâvâti vel’ardi. Ve huvel’azîzul hakîmu. :.....: O, yaratan, var eden, şekil veren ALLAH’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâliptir, hikmet sahibidir.” (Haşr 59/24)

وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Ve min kulli şey’in halakna zevceyni leallekum tezekkerun : Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyât 51/49)

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ

“Fezkurûni ezkurkum veşkurû lî ve lâ tekfurûn : Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)
Resim
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

ŞEYH – MÜRŞİD – MÜRŞİD-İ KÂMİL


Şeyh:

İnsanlarda meknuz “gizli” olan ilâhi esmâ akislerini ortaya çıkarmak için sâlikini lâfzî âletlerle hazırlamaya ve onu zâhiri ilimlerle donatmaya çalışan insandır.

Yâni hazırlık kıtası hocası.

Şeyh aynı zamanda mürşid ise sâlikin cesedî hazırlığını da çile ile hazırlar. Ve onu halvete sokar.

Ceseden hazır olan sâlik, bu sefer mürşidin bâtini ilim öğretimine terk edilir.

Bundan sonra hakîki şeyh ve mürşid-i kâmil tarafını gösterir.

Ve sâliki halvete sokar.

Göstermediği tarafından himmet eder.


Erenler sohbeti
Ele giresi değil
İkrar ile gelenler
Mahrum kalası değil…

Bir pınarın başına
Bir destiyi koysalar-
Kırk yıl anda durursa
Kendi dolası değil…

İkrar gerek bir ere
Göz açıp didâr göre
Sarraf ister cevhere
Nâdan bilesi degil…

Ümmî Sinan yol ayan
Oluptur belli beyan
Dervişlik yolu heman
Tacı hırkası değil…


Bu asırda dünya münâfık ve sahtekârlarla dolu. Dikkat et!
Sana senden içeri olan o “Ben” gösterendir.
Lâf ile olmaz…


İlmel yakîn

Aynel yakîn

Hakkal yakîn

Sırrel yakîn

Lâkırdıları var ya…
İşte onları sana gösterendir hakîki mürşid,
Lâfla degil…

Söylerler, bağırırlar, haykırırlar.
Kitap yazarlar.
Târikat, mârifet, hakîkat, hâlâ bağırıyorlar..

Amma bunlar nedir, ne bilen var, ne gören ne de fayda bulan…

Gülerim bu gibi zavallılara…


“Sen biliyor musun efendi?”

dersen:

“Bundan şüphen mi var be salak!..”

Bu lafları dillerinde geveleyen binlerce var.
Her mahallede.
Her kesitte...
Koş peşine!..
Öp elini!..
Uğraş beyhûde!..
Ona ev al!
Kavurma, yağ götür!
Para ver!
Ne yaptığının farkında mısın, zavallı yaratık?..

Kelâmullah ve Resûlü Ekrem sana kâfi değil mi?
Ahsen-i takvîm olduğunu unutma. Kendi kendini bilmediğin kendine, kendini rezil etme yazıktır!

Son söz;

Cesedi ile görünüp içini göstermeyen bir kâmil bul ki işte ona şeyh derler.

Cesedini görmeyip içini görmeye çalışan da hakikî mürşiddir.


İNSAN:

Cisim ve şekil îtibârı ile aynı dişi ve erkek cinsleri olan canlı nâtık...
Yani konuşan, düşünen, anlayan...


BEŞER:

İlâhi bir hamûleyi taşıyan insanın görünmeyen ruh hamûlesinin ismi...

ÂDEM:
Ebu’l-Beşerdir.

İlk insanın ismidir.
İnsan şeklindeki nesnede âdemiyeti ortaya çıkması için vesîledir.
Bu hamûleye melekler secde etmiştir.
Maddeye, cesede değil...
İnsanlar kendilerinde bulunan bu hamûleye secde ederler.

“ASL”ına...

Bu namazda tecellî eder.

Kâbe’nin her tarafından Kâbe’ye karşı namazda, duvarlarını kaldır Kâbe’nin, birbirine secde ediyorsun gaflette olma!


HAVVA:

Âdem değildir.
Ondaki cevher muayyen şekildeki canlılık ki buna şekil îtibârı ile insan diyoruz ki o da beşerdir.

Onu
HAKKın kudreti ile ortaya çıkaran kadındır.

Çiftleşmekten husûle gelen nesne; insan, beşerdir.
Âdemiyet başkadır.

Resûlü Ekrem’in aldığı bütün kadınlardan çocuğu yoktur.
Dul aldıklarından da evvelce dünyada kalmış çocukları yoktur.
Yani Resûl’ün üvey çocukları yoktur.


Resûl’ün hayatı : Huve’l- Evvel.

Resûl’ün Nûru : Huve’l- Zâhir

Resûl’ün Ümmeti : Huve’l- Âhir.

Resûl’ün ledünnî : Huve’l- Bâtın

Bu âyet, bu hakîkati gizleyen ve açıklayan âyettir.
Bu âyet hâlâ devam etmektedir.
Gözünü aç!..

Şunu düşün:

Resûlü Ekrem’in irtihâlinden sonra Hz. Ümmü Eymen günlerce ağlamış :

“Yâ Eymen, niçin bu kadar yaş dökersin!”

diye sormuşlar.

Soranlara:


“Ölümü bilenlerdenim ona ağlamıyorum!
HAKK’a isyan olur, îmânım sarsılır!
Vahyin kesildiğine ağlıyorum!”


demiş...


ALLAH Dostu der ki III Alıntıdır

KELİMELER:

Lâfzî : Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına âid, onlarla alâkalı.

Sâlik : (Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir târikat yolunda olan.

Meknuz : Gömülü defîne, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.

Nâtık : Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyân eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal

Hamûle : f. Yük. Yük taşıyan nakil vâsıtalarının yükü.

Ebu’l-beşer : İnsanların babası

Âdemiyet : İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır.

Cevher : Bir şeyin özü, esâsı. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: Varlığı kendinden olan, var olmak için kendi dışında başka birşeye muhtaç olmayan varlık. ALLAH'a inanan filozoflar iki çeşit cevher kabul etmişlerdir. Yaratıcı cevher, ALLAH. Yaratılmış cevher, madde, ruh. ALLAH'ı cevher olarak vasıflandırmak noksan bir anlayıştır. Çünkü cevher ALLAH'ın sıfatlarından

"kıyâm-ı binefsihi: varlığı kendinden olan"

sıfatını belirtebilir. ALLAH'ı sıfatları ve isimleriyle tanımak icab eder. Maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kubul ederler. Oysa madde ALLAH'ın yarattığı âlemlerden sadece biridir. Fizik ilmi maddenin enerjiye ve enerjinin maddeye dönüştüğünü göstermiştir. Madde de enerji de belli kanunlara bağlıdır. Kanun varsa kanun koyucu da vardır. Madde ve enerjiye hakim olan ve kanunları koyan, madde ve enerjiyi yaratan ALLAH'dır.

Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, ta’yin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

TEVHİD

Celvet;
Mânâsı, yerini yurdunu terk etmek.
Bütün ilâhi sıfatlarla halvetten çıkışına
Ve
ALLAH’ın varlığında fâni oluşuna denir…
İlâhi sıfatları, insanda gizli
HAKK şeklinde bulunan kudretleri idrak ederek kendinin olmadığını tamamıyle anlamaktır.
Ve bunun
ALLAH’ın RABB şeklinde tezâhürünün olduğunu HAKK kabul etmektir.
Bir damla deryâya düştüğü zaman artık kendisi yoktur.

Halvetin celvet hâlinde:

“VAHHÂB - FETTÂH - VÂHİD - AHAD - HAMD” ki bu 5 esmâsının hakîkatine kavuşulur.
Bundan sonra 7 esmâ daha vardır.
Onlar halvette kulağa söylenir...
Mutlak hakîkat
ALLAH’dır.
Herşey Ondan fakat hiçbir şey O değil...
Tevhid bu lâfı bilmektir.
Bir damla suyu denize döksen ikilik denizde kaybolur.
Deniz denizdir, damla da damladır.
Deniz coşsa dalgalansa burada irâde denizin olur.
Damlanın değil...
Kısa amma büyük mânâ ifade eder bu kelimeler...
O koskoca deryâda damlayı bulmak imkânsız...
Ne akıl ile ne de kimya ile bulamazsın...
Harâret tesiri ile denizden, su buharı olur.
Bulut olur.
Bulut su mudur?
Hidrojen midir?
Hidrojenle oksijen göründüğü zaman
“zevceyn” yani müsbet-menfi çift olur.
H2O olur.
Bu sudur...

“Kâinatta herşeyi zevceyn yarattık” deniliyor.
Lâfı münakaşa etme!
İlimde de fende de kimyada da herşey aynıdır.
Çiftdir...

“Yarattık” da serbestiyet vardır.
“Yarattık” denilmesinde kâinatta herşey bir kânun üzere halk edilmiştir.
O minval üzre işini yapar.
O nizamdan dışarı çıkamaz.
Takdir öyledir…

Su harârete ma’ruz kalırsa buhar olur.
“Bu değişme” öyle yarattık kanunu üzeredir.
Bu hududdan dışan çıkamaz...
Dünyada:
Ortada olup görünmeyen vardır.
Ortada olmayıp da görünen vardır.

Mikrobu göremezsin fakat vardır.
Renk körlüğü vardır.
Herkes görür o görmez.
Sen göremezsin o görür.
İşitme de öyledir.

Derler ya:


“Körler uyanık iken rüyâdadırlar”

Rüyada oldukları zaman onlardan sorun ne görüyorlar.
Ben söyleyemem.
Zîra onların görme âlemine hakâret etmiş olurum.
Yalnız merak edip sorarsanız çok dikkatli olun…

Bu ince sorunun etrâfı hakâret hududundan geçen yollarla doludur.
Vehleten
“görmemek o a’malık” insanoğluna çok fecî gelir.
Amma öyle değildir.
Bunu milyonda bir görmeyen bilir.
Fakat a’malar bu derdi vesile yaparak dilenirler.
Şikâyet ederler.
O a’ma artık insan gibi gözü olmayan, fakat herşeyi gören
“ALLAH” gibi RABB olarak görür.
Eğer o milyonda bir görmeyenlerden ise...
Göze, kulağa sövmek
HAKK’ın sevmediği birşeydir.
Hatta İslâmda küfürdür.
“Ben kulumla görür, kulumla işitirim” hadîs-i kudsîsi...
Körler
HAKK’a daha yakındırlar amma bir bilseler.
Milyonda bir belki o da...
Gözleri açık olanlar ise...
Ne yakın, ne uzak...
Yol üzerinde çukuru görmez durumdadırlar...
Şimdi birkaç sual soracağım:


“Kolaylıkla nefes alabiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah..”
“Suyu rahat içebiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah...”
“Bulduğun gıdâyı rahatlıkla yiyebiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah. . .”
“Gözün görüyor mu, kulağın işitiyor mu, rahatlıkla daralmadan yürüyebiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah...”
“Rahat uyuyabiliyor musun?”
“Evet Elhamdülillah...”
“Bir yerinde ağrı sızı var mı?”
“Hayır Elhamdülillah...”

İşte bu mutluluktur.
Hem de en büyük mutluluk...
Eski devirde birisi çıkmış ortaya:


“Bana vahiy geliyor, ben peygamberim!” diyormuş.
Adamı şer’an i’dam edecekler.
Ârifin birisi yanaşmış:

“Bırakın onu o peygamber değildir!
Zira ben
ALLAH’ım öyle bir peygamber göndermedim!” demiş.
Bu sûretle adamı kurtarmış...
Zamanın pâdişahına haber vermişler.
Huzura götürmüşler o ârifi...
Pâdişahın hoşuna gitmiş:

“Mâdem ki sen peygamberim diyorsun bir mûcize göster bakalım!” demiş.
Adam :

“Ben peygamberim diyorum pâdişahım!
Sen de buna inanmıyorsun, muhakkak içinden böyle diyorsun...
Bak düşünceni nasıl bildim.
Bundan büyük mucize olur mu?”
demiş...
Şimdi bu satırlardaki mânâyı düşün ne demek istiyoruz...
Onu anla.

ALLAH ’ı idrakdan âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada onu idrak etmiştir.
ALLAH’ı bulamayacağını anladığı dakikada da insan ALLAH’ı bulmuştur.
Âyet :

“ALLAH’ın rahmeti hududsuzdur.”
O rahmete ehil olamazsan bile ALLAH’ın rahmetinin sana ulaşmaya kudreti vardır.
Bunu unutma!..
Bu
“Unutma” lâfını da unutma!
Düşün!

Hızır İlyas vardır bilir misin?

ALLAH’ın, imkân âleminin her yerinde HAKK’ın kullarına yardımının mümessilidir.
Bu yardımda inhisar yoktur.
Her kula...


Tevhid-i mü’min

Tevhid-i âlim

Tevhid-i ârif.

Tevhid:

Mânâsı; birleştirme, kaynaşma, tek olma anlamını taşır

Mânevî mânâsı;
“Bir” e girip kaybolma.
VÂHİD ’de AHAD ’ı bulma...

DEYYAN ile buluşma olur.
Birleşme olmaz.


Kuldur insan.
Şirk olur...
“Bir yay boyu” yanaştı Resûl bile...

Herkesin bildiği kitapların yazdığı mânâda;
Lisânen, kalben
ALLAH’ı ikrardır.
Peygamberi tasdikten ve zâhiri bilgiden doğar.
İslâmın kapısından bununla girilir...


İmanî tevhid.

İlmî tevhid.

Hâlî tevhid.

İlâhî tevhid diye birçok târifler vardır.

Fakat bunlar aslının meçhûliyetin târifinden başka birşey değildir.

ASIL tevhid, idrâki tam bir idraksizlik şekline ulaştırmaktır.

Bu hâl, islâmın en yüksek tepesi olan bir îzah, bilmeyene garip ve saçma gelir.
Merak eder.
Kitap karıştırır, birçok tasavvufî lâkırdılardan mânâ çıkarmağa çabalar.
Bu işle meşgul olanlardan sorar, şeyhlere, mürşidlere başvurur.
Onlar da birçok şeyler anlatırlar...


“Şunları yapacaksın, bileceksin!”

diye söylerler, öğretmeye çalışırlar.

İlme’l- yakîn

Ayne’l- yakîn

Hakka’l- yakîn

sözlerini söylerler.
Adam şaşırır.
Çünki söyleyen de o kadar bilir.
Bu bocalama sürer gider.

“Müridim ol!” derler.
Olur.


“ALLAH! HÛ! Lâ ilâhe illallah!”

diyerek nefsini aşacaksın derler.
Nefis nedir onu gösteremezler.
Bilmezler.
Zavallı, aylarca senelerce uğraşır.
Tevhidden yüzü solar.
Aptallaşır...

Ereceğini zanneder.
Neticede ne birşey, ne de bir fayda göremez.
Göreceği fayda da nedir onu bilmezler.
Ermek nedir bilen yok, târifler girdabında dolaşır durur.
Tarikat, Mârifet, Hakikat lâkırdılarını bağırırlar, haykırırlar kitap yazarlar...
Tarikat nedir? Yol efendim. Ne yolu bu?..
Mârifet nedir? İlim, ne ilmi, nedir bu?..
Hakikat nedir? “İşte hakikatdir” derler.
Bunlar nedir ne bilen var, ne gören.
Ne de fayda bulan…


“Şeyh, mürşid, mürşid-i kâmil, mürid, sâlik, seyr-i sülük” tâbirleri vardır. Bunlar doğru mu?
Lâflar doğrudur.
Amma ortada bunları yapacak bilecek insan yok...
Bu lâfları dillerde geveleyen binlercesi var.
Her mahallede, her kentte...
Koş peşine!
Öp elini, uğraş beyhûde yere!
Ona daire al, kavurma, yağ götür, para ver!
Ne yaptığının farkında mısın zavallı?..

Bu gibilere bak ne der koca Yunus:


Gözsüze fısıldadım
Sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler
Dilimdeki sözümü…

Yunus bir söz söylemiş
Hiçbir söze benzemez
Münâfıklar elinden
Örter mânâ yüzünü...


İşte Yunus’un bu sözleri bu gibileri anlatmaktır.

Ümmî Sinan ise:


Bir pınarın başına
Bir destiyi koysalar
Kırk yıl anda durursa
Kendi dolası değil…


Peki efendim ne olacak?
Bunlar uydurma mı?.
Hâşâ!
Öyle birşey söylemiyoruz...
Aslını bilmeden insan boşuna kürek çeker, bunlarla...

Evvelâ: Birçok söylenen kelimelerin aslını bilmek gerek...


1- Âyetler vardır. Onları bilmek ve öğrenmek

2- Hakiki hadîsler var. Onları anlamak lâzım.

3- Hadîsi Kudsîler var. Ne söylüyor onları anlamak gerek.

Ondan sonra:
Arş nedir, zikir ve tesbih nedir, semâ, semâvât nedir, RABB nedir, HAKK nedir, beşer nedir, Âdem nedir?
Bunları bilmek lâzımdır


“Hüve’l- Evvel. Hüve’l- Âhir. Hüve’l- Zâhir. Hüve’l Bâtın”

Âyetini anlamak ve sırrını öğrenmek lâzımdır.
Vahiy nedir, Peygamber, Nebî, Resûl, Nübüvvet, Risâlet nedir?
Bunları iyice anlamak lâzım.

Sende gizli olan ve senin bilmediğin şeyleri, hünerleri, yine senin haberin olmadan sözsüz olarak ortaya çıkaran birini bulmak lâzımdır ki ona
“Mürşid-i Kâmil” derler...

İnsan binlerce perdeler altında gizlidir.


“Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım.”

Hadîs-i kudsîsini hakkıyla anlamak gerek...

İlme’l- yakîn

Ayne’l- yakîn

Hakka’l- yakîn

Sırre’l- yakîn

Sırr-ı sırre’l- yakîn…

Ne demektir?
Bunu bilerek içine girmek, dalmak lâzım.
Son olarak, bunları öğrenmek için


“teslimiyet”

lâzımdır.
Diğer yazılarımızdaki:


“Eskici Hasan, Emine Hatun, Çoban Osman”

hikâyesini oku anla!
Bu da cesedi, ruhla birbirine savaştıran nefsi bilmek lâzımdır.
Bütün bunlar kolaydır.
Kolay olduğu kadar da güçtür…
Göz kapalı;

Parmak ışığa yanaşır.
Akıl :

“Bu harâretdir, sıcaklıktır!” der.
Bu anlayış ilme’l- yakîndır.

Gözünü açtığı zaman, akıl :

“Bu doğrudur, harâret gelen yer mum imiş!” der.
Bu da ayne’l- yakîndir.

Elini ateşe sokar.
Eli ateş ya yakar ya yakmaz.
Ateşin yakıcı olduğunu anlar.

Bu da Hakka’l- yakîndir...

Ateşin yakmadığını görür anlarsa ki ateşin yakıcılık hassasıdır, onu anlar. Ateşin aslını, yakmadığını anlayıp hissettiği dakîkada “sırre’l- yakîn” e varmış olur.

Cesed muayyen kânunlara tabidir.
Ondan dışarı çıkamaz.
Cesed ve ruh nefis denilen ne ise onunla birlikte bocalamaktadır.
Cesed, ruh, nefis hepsi birliktedir.
Yaratılış takdiri böyle…
Cesedi, akıl ve nefis küfre götürür.
Ruhun kâfir olması mümkün değildir.


HAKK ’ın emrinden olduğu için onu inkâr edemez.
Nefis serbest bırakılmıştır.

Akıl da hududludur, idrak bakımından
.

“Errasihûne fil ilim” : “İlimde rasih olanlar.”

“Fezkiruni ezkirkûm” : “Beni anınız “Ben” de sizi anarım!”

“Ennallahe Rabbe Rabbeküm”

Yukarıdaki âyetlerin esâsını, künhünü, ledünnî mânâsına yakın olarak bilmek gerek.

“Tedebbür”

“Ennallâhe Rabbe Rabbeküm” âyet-i kerimesinde gizli düşünme ve tefekkür ile varılan mânâ ve idrakdir.
“Errasihûne fil ilim” bunu bilenlerdir.
O zaman
“fezkirûni ezkirkûm” âyetinin hakiki mânâsına ulaşılır.
Ancak o zaman tevhid anlaşılır.


Tarikat;
Bu mânevî yola girmedir.

Mârifet;
Tedebbür ile her şeyin aslını bilerek insanda meknuz ilâhi ünsiyet peyda etmektir.
Bu sûretle her şeyin hakîkatına ulaşmak demek hakiki tevhide girmek demektir.

Hülâsa;
Tevhide girmek için, birçok harekî, cesedî, lafzî, âletler vardır.
Bunlarla hedef
ALLAH tır.

Kuru lafla bu olmaz.
Her şey tesbîhat hâlindedir.
Bu tesbîhata, bu raksa girmek lâzım…

Kâinatta ne varsa ne düşünülebiliyorsan hepsi
ALLAH’da hazır ve nazırdır.
ALLAH olmasa hiçbir şey yoktur.

Görmediğimiz atomdan sonsuz dibi olmayan kâinatta ne varsa hepsi muntazam hareket, ihtizaz ve raks hâlindedir.
İşte bu tesbîhattır.
Hepsi dönüyorar.
Akıl almaz bir intizam içinde…

Bu hâl var olan bir kudretin tezâhürü külli altındadır.
İsmine ne dersen söyle...
Değişmez…

Bu azâmet karşısında insan aklını, idrakini tam bir idraksizlik hâline sokar. O zaman herşey âciz bir hâlde kalır.
Bu hâl tevhide doğru gitmedir.
Tevhid târif edilemez.
Ancak buna yanaşmak için târifler vardır.

ALLAH’ın insana bahşettiği bir vedia-i ilâhiye vardır.
Akıl..

Aklın da akîdelere boyun eğmesi lâzımdır.
Akîde:
Yaradılışda insan ruhunun derunundaki inanma hassasıdır.
Bunu şüphelerden kurtarmak, bu hassayı bütün kuvvetiyle ortaya çıkararak anlamak tevhîde varmak demektir…

10.3.1984 Cumartesi



Kâinatdaki hakîkat, ALLAH’dır.
Her şey,
O’ndandır.
Fakat her şey,
O değildir.
ALLAH’ı her mahluk nebat, hayvanlar bilir.
O’nun kurduğu nizamdan dışarı çıkamaz.
Bu,
O’nu bilmek, O’nun sevgisini taşımak demektir.
Zira herşey
O’nu tanımak mekanizması ile halkedilmiştir.
Bu anlama, kavram, ne küfür olur, ne de iman olur.
Bunun adı yoktur...

İçten insanda mânâ coştu mu, dile geldi mi şekle girerler, renklere bürünürler, sözlere girerler.
O vakit:
Küfür olur, iman olur, iyi olur, güzel olur, çirkin olur.
Yırtıcı, leş yiyen vahşi diye isimlendirilen insanlardır, ineğe, tavuğa, koyuna, eti yenen kuşa bu isimleri vermezler.
Bunların niçinleri vardır.
Onları ara bul!
Kendini temizlersin...
En zor şey:


“Ben kulum!”

demek.
Bu çok zor bir davadır.
Erişene ne mutlu!

Bu davada iki varlığı isbat edeceksin:


1- Kendini,

2- Tanrı’yı “Yani RABB ’ını, seni yaratanı”
Sinek havada uçar, her tarafı harekettedir.
Bala battı mı artık bütün uzuvları bir olur, hareketten kalır, insan da böyledir.


“Bilmiyordu, öğrendi.
Bildi ve ârif oldu!”
deriz

Ârif: Bildiğini dilsiz bilir.

Ağıza sığmayan sözler vardır.
Toz yatışınca o zaman görürsün altındaki at mı, eşek mi!

ALLAH , insanlıkla hayvanlığı karıştırdı.

Niçin?

İkisi de meydana çıksın diye...
Her şey zıddı ile belli olur.
İnsan düşünceden ibarettir.
Ondan başka nesi varsa kemiktir, kıldır.
Tetkik edersen kâinatda değişmeyen fizik, kimya her türlü işleyiş oraya bağlıdır.
Bir tohum, bir maden ne ise odur.
Yek diğerine zıt gibi görünen bir bağla bağlıdırlar.
Bu çok ender insanların varabileceği bir anlamadır ki o bilgi dilsizdir.
O insan da ârifdir.
Ârif söylemez.
Zîra o akıntının içindedir.
Geri de dönemez.

Onun için derler:

“El ârif lâ yetekellem vel mütekellim lâ yarîf”.

“Bilen söylemez. Söyleyen de bir şey bilmez.”

Herşeye, her hâdiseye maddî olsun, ruhî olsun duyguyla bakacaksın. Meselâ parmağınla ayı gösterirken ne parmağının haberi var, ne senin iste bunun gibi.

Bütün her türlü hâdise karşısında dövüşmeden, dövüşme sanatını bilmek bu demektir.
Bu da kendini salıvermek demektir;

ALLAH’ın kanunlarına, arzularına herşeyine.
Ondan sonra düş sokaklara, Mansur gibi, istediğin gibi bağır!
Mansur gibi olduktan sonra daha ne istiyorsun.
Çıldırdın gitti...
Bu çıldırmak başka bir çıldırmaktır.
Deliler bile böyle çıldırsa, ki çıldıramazlar, hepsi Mansur gibi olurdu...

2.2.1985 Cumartesi


ALLAH Dostu der ki III Alıntıdır


KELİMELER VE AYETLER

Halvet : Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhâya çekilme. * Gizlilik.

Celvet : Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması.

Harâret : Sıcaklık.

A’ma : Kör. Gözü görmeyen. * Mânevi körlük, câhillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları.

İ’dam : Vücûdu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.

Asl : Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakîkat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde.

Meçhuliyet : Bilinmezlik, mechullük.

Ta’bir : (Tâbir) İfâde, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve ibretlendirmek ve ders almak.

Fecî’ : Çok acı veren, acıklı.

İnhisar : Hasr olunma. * Tecâvüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.


هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

“Huvellezi enzele aleykel kitâbe minhu ayatum muhkematun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât, fe emmellezîne fî kulûbihim zeyğun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtiğâel fitneti vebtiğâe te'vîlih, ve mâ ya'lemu te'vîlehu ilellah, ver raîhûne fil ilmi yekûlûne âmenna bihi kullum min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illa ulul elbâb : Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân 3/7)

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ

“Fezkurûni ezkurkum veşkuru lî ve lâ tekfurun : Öyle ise siz beni (ibâdetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)


Tedebbür : Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek.

Tefekkür : Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek.

Vedia-i ilâhiye : İlâhi emânet.

Ünsiyet : Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.

Peyda : f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

SABIR

“Men sabere zafere.”
”Sabretmek büyük bir zaferdir.”

Sabrın sonunda birşey bekleme.
Sabır, o işi
ALLAH'a bırakmaktır.
Sabrınızı kat’iyyen zorlamayınız!
Zedelemeyiniz!
Sabrı sabır ile takviye ediniz!

Sabır hiçbir şeyi
“hîlesi olmayanın hîlesidir.”
Bu ne demektir?
Bunda:
Her şeyin
ALLAH’ın ezelde takdir ettiği maddî ve mânevî kânûnlara göre cereyan ettiğini tasdik ve iman ederek o ilâhi kânûnlara imkân âleminde uymaktır.
Bu sözlerin kısa ve hulâsa ifâdesi şu demektir;
Akşam oldu güneş battı.
Yarın tekrar doğacak.
Bunu hiçbir düşünce ve itiraz yapmadan kabul etmek demektir.
Dünyâda her hâdise aynıdır.
Kimi görünür, anlaşılır.
Kimi görünmez, anlaşılmaz.
Fakat hepsi bir kanun dâhilinde cereyan eder.
Bu değişmez, değiştirilemez.
Her şeyde sabır bu değişmeyen bâzen anlaşılan, çok defa anlaşılamayan kânun icâbıdır.

“İşte hîlesi olmayanın hîlesidir” sözü budur.
ALLAH “Es SABÛRdur”
Yani ezelde koyduğu kânunlara sadıktır.
Onu bozmaz.
Bozarsa halk ettiği şeylerde, kânunlarda noksanlık var demektir.
Cenâb-ı
ALLAH sabrı, belâ ve musîbet nisbetinde ihsan eder.
Sabır ile
ALLAH'ın takdir ve inâyetine intizar bekleme, ibâdetdir.
Bunlar hadîstir.
Sabır bir nevi şahsî kahramanlıktır.
Yoksulluk, acı, keder imkânsızlıklarla doludur.

Dünyâda en büyük kuvvet inanmış
“insandır”.
Cesur bir düşünce ile, tâmiri çok çetin ve imkânsız olan ağır şartlar altında sabrın en büyük ilâhi bir kuvvet olduğunu unutmamalıdır.

SABR-I CEMÎL diye İslâmda bir tâbir vardır.
“ALLAH cemil ve cemâli sever”
Mübârek sözü sabrın ALLAH tarafından sevildiğini ilân eder.
Zira:

“ALLAH sabredenleri sever”
“Ennallâhe yuhibbu’s- sâbirîn”.

Çünki ALLAH 'ın en büyük esmâlarının hepsi “Es SABÛR” esmâ-i ilâhisinde toplanmıştır.
“Ehlullah” diye güzel bir tâbir vardır.
Bunlar kimlerdir:
Ancak
ALLAH'a rabt-ı kalbeden demektir.
Velî. Evliyâ kelimeleri bunları ifâde eder.
Bunlar
“Es SABÛR” esmâsında erimişlerdir.
İnsanların bâzıları vahşî hayvanlardan daha vahşî ve yırtıcıdırlar.

ViCDAN: Rûhun mevcûdiyet-i zâtiyesini bilmekliğidir.
Mâneviyatın husûle getirdiği hissi derûnî.


EDEB: Usluluk.
HAYÂ: Yaratılıştan ve insanın elinde olmayan mânevî utanma, çekinme.
NÂMUS: İnsan hasletlerinin hülâsasını ifâde eden mukaddes bir kelime. Târif edilmez.
FAZÎLET: insanın yaratılışındaki iyilik, mânevî dürüstlük.

ŞEREF: Mânevî yükseklik.
Her gemide fâre vardır.
Amma bâzı gemilerde kaptanla berâber sulara gömülmeyi göze almış mert tayfalar da vardır.


“Sabır, önceleri zehirdir. Huy edinilirse bal olur.”


Şeyh Sâdi.

2.9.1982, Pazar


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır..


KELİMELER



Sabr : Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musîbet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muhârebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek

Rabt-ı kalb : Kalb bağlılığı.

Vicdan : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan mânevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.
Resim
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

ALLAH’ın Verdiği Dert, Maddî Olsun Ruhî Olsun Bedâva Değildir

Sabret!..
Sabır hiylesi olmayanın hiylesidir.
Sabretmek büyük bir zafer kazanmaktır insan için.
Hoşlanmadığınız hâdiseleri hoşa giden hâdiseler gibi karşılamak belâlara da her türlü âfetlere de tahammül, onları da hoşa gider gibi karşılamak, buna:
“Sabrı cemîl” derler ki, filizini “Es SABÛR”dan alır.
ALLAH kuluna niçin dert versin, belâ versin, âfet versin?
O hâlde dert nedir, âfet nedir, belâ nedir?
Benzin olan yerde kibrit yakarsanız patlama yapar.
Yanarsınız, ölürsünüz, sakat kalırsınız.
Benzin ateşe mâruz kalırsa parlayacak!

HAKK’ın yarattığı kânun böyle.
Burada derdi kim verdi:
Bilmemen veya gaflette olman veyâhut ihmal etmen değil mi?
Evet.
Yook. Hepsi
ALLAH’dan geliyorsa o zaman derde devâ halk etmezdi. Peygamber göndermezdi.
Kitaplar yollamazdı…
“Dünyada hakîkatlerle bâtıllar dâima çarpıştığı için bu doğru mu?” suali sorulur.
“Evet doğrudur der” biri.
Bu çok tehlikeli bir diyalogdur.

“Yemin et!” der.
Amaan katiyyen yemin etmeyiniz!..
Yemin ederseniz yalan diyarının tokmağını çalmış olursunuz.
Yalanın tokmağıdır yemin...
Bugün yemin çiklet gibi olmuştur.
Herkesin ağzında...
İşte yalanın tokmağı dedik ya bu o...

Cenâb-ı
ALLAH yıldızların mevkilerine, gece ve gündüze bir yıldıza yemin eder, kasem eder.
Bu nedir?
Bilsen çıldırırsın…
Efendim sen biliyor musun?
He. Biliyorum!..
Eee sen çıldırmadın mı?
Çook.
Tımarhânede yattım, yeni çıktım...
Gaflet etme!
Aklını başına topla!
Secdeye kapan!
Yalan söyleme!
Her gününü son gün bil!
Vakit kaybetme!
Seveceğin yegâne Resûlu Erkemdir.
Elinde en büyük silahın dâima
ALLAH ile bir olduğunu unutmamandır.
ALLAH’ı görmemenin sebebi:
Onun dışında olmadığındandır.
Mutlak hakîkat
ALLAH’dır.
Herşey ne varsa
O’ndan..
Fakat hiç birşey
O değil.
Herhangi bir işde maddî olsun, mânevî olsun vaad etmekde
ALLAH ile aranda hicab olmadan temasda olduğunu bilir misin?..
Nereden bileceksin..

Gönlünüzde
ALLAH sevgisi artarsa bil ki ALLAH seni seviyor demektir. ALLAH’ı seveni ateşe atsalar, ALLAH ’a karşı duyduğu sevgi o ateşi gülistana çevirir.
Gönül gözü perdeli olanlar bu lâflardan birşey anlayamazlar.
Bu gibi sevginin başlangıcı yok ki kavrayasın.
Sonu yok ki anlayasın...
Bilmeyerek gayb âleminin sırlarına basanlar çarpılırlar.
Tesâdüf diye bir kelime vardır.
Tesâdüflerin nereden geldiği bilinmeyen bir tarafı vardır.
Her hâdise maddî olsun mânevî olsun değişmeyen bir kânûna tâbidir.
Her hâdise şuurludur.
Fakat kendisini öyle bir şuursuzlukla gizler ki kimse farkına varamaz.
Gayrı tabiî diye kabul ettiğimiz hâdiseleri, insanları, anlatırsınız.
Bir de tabiî olanları anlatın bakalım...
Anlatamazsınız.
Çünki hakîkati bilmiyorsunuz.
Bu son sözümü de anlamadınız...
Bunlar arasında ateşle su arasındaki farkdan daha fazla fark vardır. İnsanlar bu noktalarda hataya düşerler.
Münâkaşaya girme böyledir.

Savaştaki yapılan hata tatbîkattaki hatâya benzemez.
Tatbîkatda tahta kurşun.
Savaşta hakîki kurşun kullanılır değil mi?
Sen
ALLAH’ı görüyorsun.
Fakat farkında değilsin...
Denize girip de kimse görmedi diye denizin içine abdest etme...
Dikkat et
ALLAH SETTAR ’dır.
Utanmıyor musun?..
Bundan ötürü, oruçlu isen, bundan dolayı oruç bozulur.

SETTAR’ı unutmak vardır bunda.
Oruçlu da
SETTAR ile gizlidir.
Kimse senin oruçlu olduğunu bilmiyor...

Sen
ALLAH’ı görüyorsun fakat farkında değilsin.
ALLAH ile kul arasında bâzı sırlar vardır ki ona Cebrâil bile kulak değdiremez.
Hayvanlarla, nebatlarla, çiçeklerle, böceklerle, kuşlarla dostum oldu. Onlarla konuşurum.
Nasıl oluyor bu...
Bal gibi oluyor...
Dillerini bilirim de ondan...
Onlar konuşur mu?
Şüphe mi ediyorsun?..
Kur’ân oku...
Resûl’e kulak ver...
Hükmünü emirle, zorbalıkla, bilgisizlikle ferman ile degill...
Derman olarak yürüten er konuşur bütün mahlûkatla...
Ne kadar yazık ki insanlarla konuşulmuyor.
Cenâb-ı
ALLAH bile yarattığı insanlarla peygamber vasıtası ile konuşuyor. Sebebini ara.
Ara…
Bulamazsın.
Zira sen konuşmasını bilmiyorsun.

ALLAH , insandan başka diğer mahlûkat, canlı cansız nebat hepsi ile vasıtasız konuşuyor...
O hâlde insan çok büyük ulu bir mahlûktur.

ALLAH’ın hitap ettiği mahlûk...
“Velekad kerremnâ benî âdeme”
Yâni kendisine kerem ve kerâmet verdiği mahlûk.
Ahsen-i takvîm yarattığı mahlûk...
Kitap ve peygamber gönderdiği mahlûk.
Cennet tahsis ettiği mahlûk.
Fakat insanı topraktan yarattı.
Niçin yarattığını, onu da bilmiyorsun...
Bunu unutma...
Onun üzerine basıyorsun.
Rızkın oradan geliyor.
Sadık dostun odur.
Sonunda kucağına seni o alacak...
Denizde boğulsan bile...
Eğer balık yemezse su seni muhakkak sahile karaya atar.
Suyun bir bildiği var demek.

“Al malını!..”

Rahmeti toprakda ara!..

Yan!..
Kavrul!..
Ama tütme!..
Hiçbir göz görmesin, hiçbir kulak işitmesin...
Dert ve acını yanmanı.

ALLAH'dan başka sır ortağın olmasın.
Herşeyi
O 'ndan iste...
Zırıltı ile yüz asmakla, bunalmakla kanaatsizlikle değil...
Hiç kimseye emretme!
Kendi işini kendin yap!..
Su bile isteme!..
Kalk kendin al!..

“Su vermede ecir vardır” buyurmuş Resûl-ü Ekrem...
Bu da aynı...
Kendin al be!
Ecri kendin al!..
Haa bu lâfların hepsi yine
ALLAH ’dan istemedir.
Sana güç verdi, ondan istiyorsun demektir.
Gâfil olma...
Kendine güvenmek
ALLAH’a güvenmek demektir.
Miskin olup şirke girme!..
Böyle yaparsan dost olursun...
Kendini bırak
O 'na!..
Amma kolay değildir.

ALLAH ne lutfettiyse “Sen” o’sun...
Yüzmek bilmezsen suya korkmadan kendini bırakırsan su seni batırmaz. Korkarsan batarsın.
Bu ne demektir?
İnkârdasın da ondan...
Bu ne demektir?
Anlamadın. Biliyoruz. Herşey kânûna tabidir.

Su, Arşimet kânûnunu bilir.
Ama sen kendinin kânûnunu bilmezsin
.
“İnsanın kendisi uludur, büyüktür” demek budur.
Fakat ulaşmaması lâzımdır.
Ne kadar küçülürsen o kadar büyürsün...
Ama bu ne demektir
?
“Hiç” olduğunu anlamaya doğru gidiyorsun budala...
Şirkden kurtuluyorsun.
Rahmeti yerde ara...
Göz. Kulak nedir ki,
“tevhid” de olursun.
Göz ve kulağa lüzum kalmaz.
Yakın uzak ortadan kalkar…

Bir damla suyu denize döksen, ikilik denizde kaybolur.
Deniz denizdir.
Damla da damladır.
Deniz coşsa, dalgalansa burada irâde denizin olur.
Damlanın değil...
Kısa ama büyük mânâ ifade eder bu kelimeler...
O koskoca deryâda damlayı bulmak imkânsız, ne akıl ile ne de kimyâ ile bulamazsın.
Harâret tesiri ile denizden su buhar olur, bulut olur.
Bulut su mudur? Hidrojen midir?
Göründüğü zaman
“zevceyn” olur, su olur.
Bu sudur…


“Kâinatda herşeyi zevceyn yarattık” Âyet

“Yarattım” buyrulmuyor.
“Yarattık” deniliyor.
Lâfı münâkaşa etme!
İlimde de fende de kimyâda da herşey aynıdır, çiftdir.
Atlantikde Aldato isminde küçük bir ada vardır.
Burada insan yoktur.
Burada deniz cevizi denilen 7 senede meyva veren bir ağaç vardır.
Dişi ve erkek ağaçları ayrı ayrıdır.
Meyva dişi ağaçta olur.
Bir ceviz 3kg kadardır.
O da
“zevceyn” ağaçlar yan yanadır.
Şimdi
“yarattık” da serbestiyet vardır.
O minval üzre işini yapar demektir.

“Yarattık” denilmesinde kâinatda herşey bir kânun üzere işini yapar demektir.
“Yarattık” denilmesinde kâinatda herşey bir kânun üzere halk edilmiş demektir.
O nizamdan dışarı çıkamaz.
Takdir Öyledir.
Su harârete ma’ruz kalırsa buhar olur.
Bu değişmez...

“Öyle yarattık ve hududdan dışarı çıkamaz” demektir.

Bazı anlamayanlar bu laflara tasavvufî lâflar derler.
Tasavvuf denilen birşey yoktur...

Tekrar edelim:
Mutlak hakîkat
ALLAH’dır.
Herşey
O’ndan...
Fakat hiçbir şey
O değil... “Tevhid” işte bunu bilmektir ve “HAKK!” demektir.
Aman dikkat et!
Anlamayanlar Mansur gibi başını vururlar.
Hayvanlarla konuşuruz dedik.
Evet...
Bir ses duysan:
Kedi sesidir, köpek sesidir, karga sesidir, horoz sesidir, tavuk sesidir. Telefonda sesinden arkadaşını tanırsın.
Kelâmullah’da
ALLAH’ın sesi var.
Hadîsde Resûlullah’ın sesi var.
Onları niçin tefrik edemiyorsun?

-“Bir saatdir senin gibi öküzle konuşuyorum da hayvanlarla niçin konuşmayayım, ona şaşıyorsun! Defol!”
Kovuldu herif. Suali soran.-

16.6.1984




Yaşlı bir adam geldi.
Bana:
“İhtiyarlık kötü değil mi?” dedi.
Üzüldüm, öfkelendim.


“Kendi namıma değil. Hâşâ... Dâhi kânun nâmına... İhtiyarlık niçin kötü olsun...”

“ ALLAH’ın takdiri öyledir. Sen isyandasın!” dedim.
“Tövbe et, git!” dedim...
İlâhi takdir öyledir...
Onunla pençeleşmek, kötülemek insana değil hayvana bile yakışmaz. Hayvanlar zâten böyle birşey düşünmezler.
Şikâyet etmezler.
Sen filleri bilir misin, ölecekleri zaman fil mezarlığına gider âkıbetlerini beklerler...
İhtiyarlık kemâlin sonudur.
Cenâb-ı
ALLAH bir hadîsi kudsîde:
“Ben ihtiyarlamış, kamburlaşmış beyaz saçlı pir-i fâni kullarıma sual sormaktan utanırım!” buyuruyor.
“Bu kudsî hadîsden utanmıyor musun, çek git güle güle yanımdan!” dedim.
Adam ses çıkarmadan gitti...

Gözüm görmüyor, nefes alamıyorum, iştahım yok.
Şikâyet etmiyorum, bunu düşünmüyorum bile...
Dedelerimiz demiştir:


“Kurt ihtiyarlarsa köpeklere kepâze olur” sözü işte budur.
Dünyâ ile iyi geçin...
Doğruluk ayağı ile...
Kanaat âsası ile
Alın teri azığı ile
Hakîki ilim feneri ile
Yüzünü buruşturmadan vücud sahrasını aşmaya çalış.

O zaman Velîlerle hemsohbet olursun.
Ölüm nedir ki, ihtiyarlık nedir ki ondan korkarsın, imanın zedelenir.

HAKK’ı incitirsin.
“Hastalıklar ALLAH’ın insana verdiği hediyedir.” Hadîsi kudsîdir bu.
“Tedâvi olunuz.” Âyettir.
Bunlardaki sırrı çözmeye çabala!..
Hiçbir şeye itiraz etme!..
Rızâ-i ilâhi bunlarda gizlidir.

Zekât, yardım etme, iyilik yapma, bu sırların anahtarıdır.
Dikkatli ol aman kardaş...


“Tâkâte lenâ bih” âyetini oku unutma ne diyor ama...
Cesedle ruh arasında olan nefsi ıslâh çok ve hem de pek çok ender insanlara nasib olur.
İhtiyarlık bazen bu nefsi arzuları şirke ceseden mecbur eder.
Bunlardan yakınma.
Bunda
ALLAH'ın kuluna acıması gizlidir.
Yaşlandıkça güzelleşen kadın ve erkek vardır.
Yaşlandıkça çirkinleşenler de vardır.
Hem de çok.
Nefsini iyi bilirsen
ALLAH'ı daha iyi bilirsin.
Onun için Cenâb-ı
HAKK nefsini bilmen için bazı kâideler emretmiştir. Resûl bunları, şunlarda göstermiştir:

Yalan söyleme!
Yalandan hile yalan söyleme!
Dosdoğru ol!
Olduğun gibi görün!
Gıybet dedikodu katiyyen yapma!
Her türlü derde belâya âfete karşı of deme!
Sabırlı ol!
Helâlden başka hirşey yeme!
Güler yüzlü ol!
Bir gün öleceğini unutma!
Bu nasihatlan didikle, düşün, deş, içinde binlerce daha usul ve nasihatlar var.
Onları da sen bul!


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır..

KELİMELER VE ÂYETLER

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً "Ve le kad kerramnâ benî âdeme ve hamelnâhum fil berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnahum ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakîkaten insanoğlunu şan ve şeref sâhibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/0)

وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ"Ve min kulli şey'in halakna zevceyni leallekum tezekkerun : Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (Zâriyat 51/49)

Minval : Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.

Ma’ruz : Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan.

Tefrik : Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak.



Hemsohbet : Bilikte sohbette oluş.

... ... رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ……"….rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkâte lenâ bih,… : …. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme!...” (Bakara 2/286)

Nasib : Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III GAFLET

Mesaj gönderen Ahmed »


GAFLET

O kendini arayanla beraber elini tutmuş gider.
Beriki de ben bulacağım diye uğraşır.
Ateş, sûretde perde olmak için göz bağıdır.
Hakîkatde gaybın kesesinden çıkan rahmetdir.
Ateş su gibi lâtifdir.
Yakmaz.
Asıl ateş lâtif görünür fakat habersiz yakandır.
Dünya su gibi lâtif görünür.
Nefis de böyledir.
Bildiğin ateşi su söndürür fakat demir ve çakmak taşındaki ateşi, su içinde bile olsa söndüremezsin.
Taşı kırmak kolaydır.
Fakat nefsi kırmayı kolay görmek en büyük cehildir.
Gaflet etme!
Bunları göz üzerine yaz!

ALLAH’ın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse ALLAH’ı bilmemiş ona itaat etmemiş olur.
Az yemekle insan yavaş yavaş melekler kadar iyi huylu olur.
Evvelâ ahlâklı ol sonra melek huylu olmayı düşün!..
Karnınla uğraşma!..
Onu ancak toprak doyurur…
Çekirge baştan ayağa kadar karın olduğu için, küçük karınlı bir karınca onu bacağından çeker götürür.

Kervan halkının yolda saray yaptırmaya kalkışması, akla sğar bir şey değildir.
Toprağa kirli gitmek ayıptır.
Cenâb-ı
HAKK’ın lütfettiği sıhhat kulun şükrünü çoğaltmalıdır.
Temiz bir hava ile ciğerlerini dolduran insanda husûle gelen serin haz, şükür ile karşılaşırsa, ızdırap zamanında sabır hazinelerini insana açar.

“Es sabrı kenzi min künûzu’l- cennet”
“Es sabrı kenzi min künûzu’l- hayr.”

Sabır ve Şükür ALLAH rızâsının istihsalinde en büyük şarttır.
Belki de yegâne âmil ve çâredir.
Gayb âleminden her an yenilikler gelir.
Sen gaflet içindesin.
Vücud cihanından dışarı çık!..
Başkalarının el ve kalemle yazdıklarını, el sürmeden kalemsiz yazanlardan birini bul!..
Ahu ile köpeği tefrik edemiyorsan, kemiğin bulunduğu tarafa o hayvan giderse o, ahu değildir.
Karnına dikkat et insanlık garip bir hamurdur.
Azîz yaparsan azîz olur.
Alçaltırsan alçalır...
Meleklere:

“Benim yerime, Âdem’e secde edin!” diye emir çıkınca zâhirde bu emir, HAKK’ın kulluğundan arkasını döndürüp HAKK’’ın gayrısına yüz çevirmektir. Amma emirle olunca itaat ederek HAKK’a yüz sürmek olur...


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır..

KELİMELER:

Es sabrı kenzi min künûzu’l- cenne : Sabır, cennet hazînelerindendir.

Es sabrı kenzi min künûzu’l- hayr : Sabır, hayır hazînelerindendir.

İstihsal : Hâsıl etmek. Husûle getirmek. Elde etmek. Üretmek.
Âmil : Yapan. İşleyen. *Sebep. * Vergi tahsiline memur kimse. * Mütevelli. * Vâli. *Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir).
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III - Korku

Mesaj gönderen Ahmed »

KORKU

Korku bütün canlılarda, hayvanlarda ve insanlarda göz ve kulak yoluyla alınan hâdise, ses, düşüncenin ruhta husûle getirdiği bir refleks olarak târif edilebilir...
İlk defa idrak edilince hemen vücudda kimyâsal, fizikî değişikliklere sebep olur...
Âni ölümden, şiddetine göre vukû’a gelebilir.
Bozukluklar, felç, dil tutulması, kendini kaybetme görülebilir...
Korkunun nüvesinde ölüm endişesi gizlidir.
Büyük fâcialara şâhid olmak da bu gibi hâlleri doğurur.
Korku hâli muayyen bir müddet zarfında kaybolursa da bazen ârızası uzvî ve aklî devamlı bozukluklara sebep olur.
Bir de her hangi bir mesûliyetin vereceği mânevî bir endişenin doğurduğu korku vardır ki bunun nüvesi:
Adâlet, Fazilet, Doğruluk, Nâmus gibi âli hislerin rencide olacağından duyulan korku vardır ki buna “Havf” ismini veririz.
Mânevî bir bağın ve sevginin endişesinden menşe’ini alır.

Korkuyu ilmî, tıbbî olarak îzah etmek için evvelâ korkunun vücudda husûle getirdiği kimyâsal, fizikî ve fizyolojik arazları görelim:
Korktuğumuz an beyin hipofiz guddesini, bu da putuiter guddesini, o da böbrek üstü adrenal guddesini etkiler.
Adrenal guddeleri adrenalin denilen bir madde ifraz eder.
Adrenalin adale, kan damarları, deri, ter bezleri ve hazım organlarına tesir eder.
Kan damarlarının bazıları kasılır, bazıları ise daha çok kan almak için gevşer.
Kalbin atışı hızlanır.
Oksijene ihtiyaç arttığı için nefes sıklaşır.
Kan hazım organlarında azalır.
Adalelere gider.
Bedenin su muvâzenesi bozulur.
Deride ter husule gelir.
Ağız kurur.
Bir anlık korku bütün vücud muvâzenesine tesir eder.
Korku. Havf. Haşyet...

Acı, Dert, Izdırap, Felâket, Âfet, Kaza, Yaralanma, ölüm karşısında sızlanmak, bağırmak, ağlamak, en küçüğünden en ileri derecesine kadar olanlar isyan mıdır, korku mudur?
Hasta, yaralı, işkence gören, azdan çoğa kadar inler.
Tepinir. Bağırır.
Kimi isyan eder, kimi küfreder, kimi bağırır.
Kime karşı bunlar...
Yardım ister. Niçin?
Teselli arar. Niçin?
Çâresizlik içindedir diyelim. Neyin çâresizliğidir bu?..
Burada cevap insanı inkâra götürür.
Hepsi korkunun maddîleşmesi ve acı seklinde görünüşü müdür acaba? Hayvanlarda bazılarında bağırma tepinme, saldırma, kaçma veyâhut sessiz duyulmayan bir acı hâlinde olduğunu ifâde eden, ancak gözle görülen, kulakla işitilmeyen hareket hâlinde “bağırma” diyelim ismine...
Elindeki tel raketle sineğe vurdu.
Sinek çırpınıyor, bu çırpınma bağırmadır amma duymuyoruz.
Böceğe ilâç sıktı, arka üstü çırpınıyor.
Bu da bağırmadır. Onu da duymuyoruz.
Hayvan kesildi, çırpınıyor, bağırma yok...
Bunların hepsi ölümle pençeleşiyor.
Amma ses çıkarmıyorlar.
Bağırıyorlar duymuyoruz.
Gözle görerek duyuyoruz o hâlde.
Birşeye acımak, gözle görerek, kulakla işiterek, görmeden, işitmeden bu kitapda okuyarak bu acıyı duyarız...

Şimdi :
Dert, Izdırap, Acı, Yaralanma karşısında bağırmak isyan mıdır?
Yalvarış mıdır, küfretmek midir, hiddet midir, nedir ve neye karşı bunlar?..
Gözlerimizle ancak gördüğümüzle işitebildiğimiz, bunlara varlığını sessiz sözsüz kelimelerle vâsıta olan Resûl’e gönderene karşı mıdır?
Bilmiyoruz.
Biliyoruz amma bilmek istemiyoruz…

Acı, dert, sevinçle;
Ağlamak, gülmek ile;
iyilik, kötülükle karıştı birleşti.
İyi insanlar vardır.
Kötü insanlar da vardır.
Bugün bunlar birbirine karıştı.
Bugün iyi insanların son gittikleri yerlere yalnız gidiyorlar.
Evet mi? Hayır mı?
Ne evet. Ne hayır. Cevap veremiyoruz.
İnsan insandı. Hayvan hayvandı.
Bugün ne insan insan, ne hayvan hayvan.
Nedir bilmek istemiyoruz, istemeyeceğiz de.
Niçinlerini arama...
Herşey sonundadır.
Kendini oyalıyor.

Birşey söyleyeceğim.
Bu inanmak veya inanmamak meselesi değildir.
Ortada bilinen bir hâdise vardır.
Ölmeden evvel bir insanı tartın, hemen öldükten sonra tartın.
Ağırlığı fazlalaşır.
Rûhun cesede baskısı ortadan kalkmıştır.
İnsanlar hiddetli hâllerde, adaleleri kasılmış zamanlarda kilo ağırlığı azalır.
Sâkin oldukları zaman ağırdırlar.
Uyanık bir insan, uykuda iken ağırlığından daha azdır.
Saçma değil, hakîkat bu.
Yukarıdan aşağıya kuvvet sarfederek sür’ati artırarak taş at, kum üzerine:
Kumda yaptığı ize bak.
Bir de aynı yükseklikten kendi hâline bırakarak taşı at kumda açtığı iz daha büyüktür.
Bu iş karışıktır.
Münâkaşa etme!
Gâyeden ayrılır insan...

Bir kova suyu insanın başına dök!
Hava sıcaksa...
Bir kova toprağı dök kızar, amma başı yarılmaz.
İnsanın yaratıldığı su ile toprağı karıştır.
Kerpiç olsun başı yarar.
Burada kimyâdan fizikden bahsetmeden düşün.
Bir ip ucu bulursun...
Burada “düşünmek” asıl sır, o düşünmede gizlidir.
Unutma!.

Bu saçma sapan lâflarla maddî ve mânevî ilim ile “sence güya”, senin cesedinle ruhunun arasındaki âhengi söylüyoruz.
Bu âhengi anlayanlar son gittikleri yerlere yalnız giderler unutma.
Çünki emniyetin menbâ’ından dâimâ aldıkları hakîki emniyet içindedirler. Zîra kendilerine emniyet verenle, kendi işlerinde birliktedirler.
Her yapacağın veya yaptığın veya yapmaya mecbur olduğun işlerde sevab ve günah arama.

Kendi insâniyet ve
ALLAH’ın verdiği kuvvete hakâret etmiş olursun...
Bazen bıçaklanmak, kaçmaktan hayırlıdır. Şereflidir.
Ve nihâyet kendi kendine acz ve mağlup olduğunu tasdik ve isbat etmiş olursun.

Korkma!..
Korku, mes’ûliyet hissinden doğar.
Dünyâda her yaratıkda korku kadrosuna girecek bir tavrı hareket vardır. Tek korkusuz yaratık “köpek balığı” dır.
Ölümden korkmaz.
Zira ölüm nedir bilmez...


17.8.1981


KELİMELER:
Araz : (Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesâdüfler. * Hastalık alâmetleri. * Kazâlar, felâketler, musîbetler.

Muvaze : Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.

Menba’ : Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.





Ölümden korkacak yaşı çoktan geçirdim...
ALLAH zâlim değildir.
Zâlimleri sevmez.

RAHMÂN RAHÎMdir.
Rahmeti gazâbını yenmiştir.
En büyük, dipsiz, sonsuz merhâmet sâhibidir.
Kulunu affetmek için bahâne arar.
Cenneti vardır, cehennemi vardır.
Aynı zamanda:

Zu’l-İNTİKAM ’dır. İntikam sâhibidir.
"Serîu’l- hesab’tır" kelâmı o hâlde ne demektir.
Bu
ALLAH sözlerini îzah için iki cümle var aşağıda; onları anla sonra aşağısını oku.

Dilenci vardır:
Dilenci,
ALLAH’ın “Er REZZÂK” olduğunu unutarak başkasına el açan demektir.

Sarhoş vardır:
O da el açar ama niçin?
Yaptığı işden,
ALLAH’dan utandığı için başkasına el açıyor.
Bunu günlerce düşün, anlamaya savaş
.
ALLAH kelâmında:
“Zü’l- İNTİKAM” intikam sahibidir.
Bu ne demektir?

ALLAH nasıl öc alıcı olur?
Kimin öcünü alır?
Neyin Öcünü alıyor?
Yarattığı maddî ve mânevî kânunların intizam, disiplin ve âdil bir şekilde işlemesini arzu buyurmuştur.
Maddî ve mânevî bir hâdisenin tahammül hudûdu aşıldı mı, evvelce mevcud kânun icâbı hemen tecellî eder.
Haksız bir hâdisede
“bize göre” maddî olsun, mânevî olsun yarattığı şeyin “o kânun” intikâmını alır...
Yâni o öyle değildir. Böyledir.
Bu o kânunun değişmez âdil olması dolayısıyladır.
Burada acımak mevzu bahis değildir.
Hatta
“Adâletin kestiği el acımaz” sözü maddî, kimyevî, fizikî, ve mânevî kânun icâbı olduğununun küçük bir irâdesidir.
Bundan dolayı
Zu’l- İNTİKAM ’dır.
ALLAH RAHMÂN ve RAHÎM ’dir.
Hattâ bir hadisi kudsîde:

“Rahmetim, gazabımı eritir yok eder” buyrulur.

Serîu’l- hesab’tır:
Kânun hudûduna gelindiğinde o kânun icâbı hemen tecellî eder.
Herşey tahammülü hudûdunu aştı mı kânun icâbı hesâbı görülür.
Buradaki hesap tecellîsi demektir.
Benzine ateş gösterdi mi parlar.
Bu her iki maddenin yaradılışında değişmeyen kânun icabıdır.
Ve hemen tecellîsi de hesâbıdır, netîcesidir, sonudur demektir.
Aynı zamanda
“hudûdu aşmayınız” emrini de hatırlatır...
Hiçbir şeyi hudûdu aştığı zaman yanına bırakmaz.

ALLAH’ın kânunu...
Bunlardan müstağreç şeriat kanununda, kısasa kısas.
Daha hiçe sayarak hudûdu aşmalarında :
Cezâyı, hesâbı, intikamı bildirdiği kulların kendilerine verdirir.
Bu neyin hesâbıdır.
Kâinat kânunundaki intizam, adâlet olduğu için hemen o kânun icâbı tecellî hemen olur.

“Sizin yardımcınız ALLAH ’dır” buyruluyor.
“Yardımcınız Benim” denmiyor.
Niçin?..
Neye karşı yardımcıdır?
Sanki âyette başka bir yerden kullara:

“Sizin yardımcınız yalnız ALLAH ’dır” buyruluyor.
“Yardımcınız yalnız benim” hitâbı olursa:
“Kime karşı?” suâli ortaya çıkar.
O zaman:

“Başka bir yerden gelecek âfet, dert, düşman için ben arkanızdayım, ona karşı ben koyarım!” mânâsı çıkar ki hâşâ, böyle şey olmaz...
Bu:

“Ben sizi yarattım, akıl irâde verdim, nefis vererek serbest bıraktım.
Bu serbestiyet sırasında kâinatdaki kânunlar ki, maddî ve mânevî bunlar Sünnetullahdır.
Bunlardan tevakki ve kaçmanız için sebep ve hududlar koydum.
Bunlar benim kânunlarımdır.
Onlar da sizin yardımcınızdır demektir.
Bundan dolayı yegâne yardımcınız onları koyan
ALLAH ’dır!” demek olur.
Mutlak hakîkat
ALLAH’dır.
Herşeyin
HÂLIK’ ı O’dur.
Fakat herşey
“O” değildir.

Yarı ormanlık, ıssız bir dağda dolaşıyordum.
Kurtla karşı karşıya geldim.
Kurda:
“Sen beni istersen parçalayıp yersin!” dedim.
“Halbuki ben seni parçalasam etini yemem!” dedim.
“Evet!” dedi
“Çok doğru bu söz...
Seni yemek bana helâl, çünki HAKK beni bu tabiatda yaratdı.
Sana da bu tabiat icâbı etimi de haram etti.
Fakat aramızdaki büyük farkın sırrını, inceliğini biliyor musun?”
dedi. “Biliyorum!” dedim...
“Utanmamam için bunu söyleme!” dedim.

“Bu sır nedir bilir misiniz?..
Atma yook...
Öteden beriden toplama fikirlerle de söyleme yok.
Şimdi hemen düşünmeden hayır diyeceksin...
Utanmazsanız ben söyleyeyim.
Bazı utanmalar vardır, insan onu bildiği hâlde yapar.
Bazı utanmalar da vardır ki bilmediği hâlde yapar.
Bunlar da bilmediğin utanma kadrosundandır.
Merak ettiniz.
Zâten utanmayacaksınız...
Buna devam edeceksiniz...

O hâlde dinle:
İnek, koyun, insan yer mi, saldırır mı kurt gibi?..
Bin defa hayır.
Amma biz onlara saldırıp onu yiyiyoruz.
Şimdi...
Çekil söz söyleme!
Söylemek istediklerini ben de biliyorum.
İkimiz de susalım...
Bu utanmadan husûle gelen yüz kızarmasını aynalar göstermez...
Gösteren ayna da vardır amma...
O aynayı insanlar çoktan kırdı...
Ondan ötürü bu utanmayı bilmiyoruz.
Unuttuk ve bundan dolayı da utanmıyoruz.
Aç kurt aslana bile saldırır.
Fakat kaçan kurtdan zarar gelmediğini de bilmek lâzımdır…"
Kurt döndü köye bakarak ormana doğru yürüdü.
Ben de yere bakarak dağa doğru yürüdüm.
Birden bire kurt dönerek bağırdı:

“Bana zâlim derler amma hiylem yoktur.
Fakat insanların çoğu zulümlerini hiyle ile örtmeye çalışırlar.
Aslında zâlimdirler.
Örtüleri hiyledir.
Fakat sözlerimi üzerine alma!..
Sen başkasın, ben de başkayım!..”

Kurtla nasıl anlaştık ben de şaşıyorum.
Hem de konuştuk...

Demişler ya:

“Fikir ve hiyle olmasaydı, kurtla kuzu birlikte yaşarlardı...”
Amma ne güzel konuştuk dertleştik...“Benim seni parçalamamdan korkmadın mı?”
“Hayır” dedim.
“Ölümden korkacak yaşı çoktan geçirdim.
Saçlarımın bembeyaz olduğunu görmüyor musun?”
“Görüyorum” dedi.
“Ondan dolayı seninle konuştum” dedi kurt.
Şunu açıklayayım; bu kurt, küçük kurt değil, canavar dediğin kurt...


24.9.1984 Pazartesi


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.


KELİMELER:

Menşe’’ : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.

Tevakki : Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III - BİLMEDEN

Mesaj gönderen Ahmed »

BİLMEDEN


Bölüm I

Yaratılmışız etten kemikten,
Bilmeden etin kemiğin ne olduğunu...

Denizler kadar engin bir beyne sâhibiz,
Bilmeden aklın, fikrin ne olduğunu...

Bir sürü saçmalıklar yerleştirmişler kafamıza,
Bilmeden saçmalığın ne olduğunu...

Kukla gibi oynatmışlar bizi,
Bilmeden oyunun ne olduğunu...

İçimizde ızdırap çiçekleri açmış
Bilmeden çiçeğin ne olduğunu...

Sevgi demişler AŞK demişler, YAŞAM demişler...
Ve göndermişler bizi ölüme
Bilmeden YAŞAMIN ne olduğunu...

Bu şiiri bir gazetede 17.8.1975 tarihinde görmüştüm.
Bilmiyorum yazanı ama duygulu ince bir insan...

Mitoloji diye bir söz ve bunun hakkında yazılmış eski devirlerden gelme bir külliyat vardır...
Hind’de, Yunan’da her eski milletin kendi bünyesinde vardır bu mitoloji denilen...
Mitoloji efsâne, hikâye hâline bürünmüş:


“Devler. Dev insanlar. Herküller. Semeunlar. Samsonlar. Ejderhalar”

Bize müşâhedelerimizin dışında kaldığı için bu şekilde intikal etmiştir. Bunları yukardaki küçük şiirde yazılı hakîkatlerin altında, gizli hakîkatleri bulursak bunlar hakkında bir şey öğrenebiliriz.


Bölüm II

Bu yazıyı okumadan aşağıdaki öğütleri düşünerek okuyun!
Bu öğütler sizi sarsıyor ve bunları yapmaktan sakınacaksanız sayfaları okumaya devam ediniz!..


“Bilmeden saçmalığın ne olduğunu...”

Samîmî olarak size tesir etmiyorsa okumamanızı “rica ederek” dileriz...

Yaprak çiçek koparmayınız!
Yaş ağaç kesmeyiniz!
Dal kırmayınız!..
Yaprak, çiçek çiğnemeyiniz!
Meyva kabuklarını, yaş yaprak, çiçek, tâze dal, ateşe atmayınız!
Bunlara dikkat ederseniz şu hadîsin müjdesine kavuşursunuz.


“Nebâtata kadar merhâmet gösteriniz bunda şefâat gizlidir”.
Şefâatin ne olduğunu bilirseniz...

Kuşları kafese hapsetmeyiniz!
Kuşlara hayvanlara taş atmayınız!
Avcılıktan çok uzak durunuz!
Hayvan öldürmeyiniz!
Her ne türlü olursa olsun zararlı veya faydalı yenir ve yenmez balık avına gitmeyiniz!..
Balıkçıların, avcıların, yaş ağaç kesenlerin, hayvanlara eziyet edenlerin sonları karanlıktır.
Hüsrandır.
Zengin veya hükümdar olsa bile...

Tarlalara zarar veriyor diye köstebekleri, fâreleri mızır dediğimiz kuşları öldürmeyiniz!

Bütün tarlanı yemezler, içinde haram varsa, sen de haram peşinde koşmuyorsan, içine karışmış haramdan, otları temizler.
Hiçbir nebata, hayvana küfür etmeyiniz!


“Ne ALLAH’ın belâsı şey!” katiyyen söylemeyiniz!

Dilinizi birgün yakacak bir hâdisenin muhakkak geleceğini unutmayınız!..
Her şeyi tatlı bir sabır ile hiddet etmeden karşılayınız
Dünyâ hayatının gözle görülemeyecek kadar ince suallerle dolu imtihân-ı ilâhi olduğunu unutmayınız!

Kalabalıkta yapmaktan çekindiğiniz hareket ve işleri yalnızken yapmayınız! Bunu bir huy ve karakter olarak kabul ediniz!
Sıcak ve soğuktan katiyyen şikâyet etmeyin!
Bunlar tabiî olaylardır.
İsteseniz de istemeseniz de olacaktır.

Evinizi, eşyâlarınızı, muhitinizi son derece bir dikkatle temiz tutunuz!
Her türlü şahsî veya umûmî hareketlerinizi gâyet sakin düşünerek doğru ve en iyi bir sûrette yapınız!
Katiyen küfür ve yemin etmeyiniz!
Yalan, dedikodu, arkadan söylemek; gammazlık, hased, gıbta, hor görmek gibi hareketlerden daima uzak durunuz, insanlığınızı zedelemeyiniz!
Hiç kimse hakkında fenâ düşünmeyiniz!
İnsanları, hayvanları, nebatları her şeyi seviniz!

En çirkin görünen şeylerde ve hareketlerde bile bir güzellik vardır.
Veya bir hikmet, bir dersi ibret gizlidir.
Onu görmeye gayret ediniz!
Evinizi, ailenizi, yavrularınızı seviniz!
Onlara daima güler yüzlü, sevgi dolu hareketlerle muâmele edin!..
Kâinatta her şeyin bir başlangıcı vardır.
Mekânsızlıktan mekâna gelir.
Görünür, yer kaplar, büyür, muayyen bir müddet bâki kalır.
Sonra yavaş yavaş esir mekândan sıyrılır gider.

Bazılarının bu hâli uzun sürdüğü için biz onları bâki zannederiz.
Bir Kısmı tekrar doğar, bir kısmı tekrar doğmaz kaybolur gider.
İnsanlıkta sevgi gizlidir.
Vücud hücreleri bile yek diğerini sevdikleri için bir nizam içinde tekâmül eder büyür.
Nebatların, hayvanların, mikropların toplu olarak yaşamaları bu sevginin mihveridir.

Fakat insanlar sevgiyi bilmediklerinden birbirlerine girer ve harap olurlar. Bütün bunların hepsi birgün bir hududda dururlar.
Bu âhenk bozulursa, insan hem ceseden, hem duyguları ile yavaş yavaş bambaşka olur.
Farkına varmadan.

Bu nizamın iki ismi vardır.


Biri maddî: Sıhhat,

Diğeri mânevî: Sevgi ve ahlâktır.

Sevmekde ve ahlâkda dürüstlükde hiç fenâ ve çirkin bozuk bir şey yoktur. Bağdaşamaz.
İnsanların felâketleri, fenâ yollara sapışları,
Bu sevgiye hürmet etmediklerindendir.

Aksinde; her fenâlık, düzensizlik, ahlâksızlık, samîmiyetsizlik gizlenir...
Her şeyi seven adam, doğrudur.
Hakîki doğru adam bütünüyle sevgidir.
Bunları anlamayanlar, baba ve analar, birçok fâcialara sebep olmuşlardır...


Bölüm III

Bilir misiniz;
Resûlü Ekrem kendi şahs-ı muallâları için ne buyurmuşlardır:


“Bana edeb ve irfanı RABB’ım öğretti ve ne güzel edeblendirdi”

Bu ne demektir?
Nübüvvet ve risâlet vazîfesinin gâyesi; Kendisinin hâiz bulunduğu ahlâki üstünlüğü ta'lim ve ta’mimden ibârettir.
Bunları bütün insanlara öğretmek, numûne olmak ve bütün dünyâya yaymak, bildirmektir.


HAKK’ın ahlâkı, Resûlü Ekrem olarak tecellî ettiğinden risâlet ve nübüvvet ALLAH’ın ahlâkını izhar ve görünme vasıtalarıdır.
Rahmetenli’l- âlemîn budur.
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş demektir.


Bölüm IV

Anasız, babasız, canlı, insan ve mahlûkat.
Böyle şey olur mu diye düşünme.
Bunun hakkında binlerce kitap yazılmış.
Semâvi kitaplarda malûmat verilmiş.
Bunların hepsi yalan mı?
Aklın Ötesini düşünmeden kuru mantık ile bakarsak saçmadır der geçeriz.
İster geç ister dur.


1- Hz.Âdem

2- Hz. Havva

3- Salih peygamberin devesi.

“Taşdan yaratıldı hemen doğurdu, yavrusu meme emmeye başladı”

4- İbrâhim peygamberin koçu:

Cennetten getirilmiş.
Cennet nedir?
Nasıl yorarsan yor.
Sana kalmış bir iş...


5- Mûsa peygamberin âsâsı:

Hani,yılan oldu da Firavun’un sihirle yapılan yılanlarını yedi ya, işte o âsâ...
Olur mu olmaz mı düşünme.
Bugün birçok halkı seyirci olarak etrafına toplayan “Adraka dabra” gibi kabul et.
Hepsi aynıdır.
Bu âsâyı Âdem Peygamber cennetten bir ağaçtan almış ve dünyâya getirmiştir.


6- Îsa peygamberin yarasa kuşu:
Çamurdan halkedildi.
Yarasa: Âdet görür, doğurur, yavrularına meme verir.


Hz. Âdem dünya yüzüne 3 şey getirmiş:

l - Mûsa’nın asası.
Cennet ağaçlarındandır.
Uzun iri bir dal.


2- Süleyman’ın mührü:
Kudret eliyle yapılmış ağaçtan bir mühür.
Bugün İsrâil’lilerin sembolüdür, iki üçgen ters olarak yıldız şeklinde:
Birinci üçgen; adâleti, iyiliği,
Diğeri fenâlığı irâde eder.


3- Önlerine setr-i avret için iki yaprak.

Cennet ağaçlarından...

Âsâ: hâlâ nerededir? Bilinmez.

Mühür: Nerededir? o da bilinmez.
Yerlerini bilenler vardır.
Onlar da katiyyen söylemezler.
Söylenemezler sınıfındandır.

Yapraklardan birisini 4 mahlûk yedi:


1- Bir cins geyiktir:
Misk bugeyikten hasıl olur.


2- Kaşalot :
Su aygırıdır. Amber ondan hasıl olur.

Eskiden saraylarda zenginler arasında kullanılan Hindistan’dan getirilen güzel kokulu bir maddenin adıdır.

O zamanlar doktorlar da bunun kalbe kuvvet verdiğini, hazım kolaylaştırdığını ve sinirleri teskin ettiğini söylüyorlardı.

İbni Sina, İbni’l- Berakât, Haydarâbadî kitablarında da böyle derler.
Fakat bunun ne olduğunu esâsen kimse bilmiyordu.

Yalnız Resûlü Ekrem’e sorduklarında Resûlü Ekrem bu madde yâni amber su aygırından çıkar demişlerdir.

Bazıları onun için bir nevi deniz köpüğü veya denizlere dökülen yağlı bal mumu olduğunu söylüyorlardı. Bir kısım insanlar da onu deniz mantarına benzetiyorlrdı…

Bu tartışmalar devam ederken işin ticâretini düşünen gemiciler onu deniz üstünden topluyor ve pahalı pahalı satıyorlardı…

Nihayet 18. asırda Büyük Okyanus kenarındaki limanların birinde büyük kafalı bir balık karaya vurunca ve karnından 6-7 kg birden çıkınca, hem çıkaranların hem de ilim adamlarının gözleri açıldı. Anlaşıldı ki amber Kaşalot denilen büyük balığın karnından çıkarak denizlere bıraktığı güzel kokulu fakat pek temiz sayılmayacak bir maddedir.
Amber daha çok MADAGASKAR adası ile Japon ve KURU-MANDEL sahillerinde bulunur.
1400 sene evvel Resûlü Ekrem’in, amber su aygırından çıkar demesini beşerîyet binlerce sene sonra öğrenmiştir.
Yukarda mantıksız gibi gecen lâkırdıların da bu hakîkatler arasında bulunacağını ve bulunduğunu unutmamak gerek.
Zîra bu risâledeki sözler Resûlü Ekrem’in haberlerinden istihraç edilmiştir.


3- Bu yapraklardan bir kısmından bir ot teşekkül etti.

Bu ottan ibrişim hâsıl oldu.

4- Arıdır:
Bal ve mum ondan hâsıl oldu.


Diğer yaprağı yeryüzünün her tarafına dağıttılar.
Her türlü ağaçlar, yemişler, kokulu çiçekler, faydalı otların cümlesi ondan hâsıl oldu.

Yapraklar. Ağaçlar. Çiçekler. Yemişler. Otlar. Her zaman tâzelenir.
Çiçek verir. Meyva verir.
Sonra solarlar, kururlar.
Hepsi yeşildir.
Dünyâda her şeyin fâni olacağını işâret için solarlar.
Biterler tekrar cennetin bâki olduğunu ifâde için yeşil olurlar.

Yukarıda sözü geçen hayvanlar hangi yaprağı yediler diye aklınıza gelir.
Havvâ’dakini mi? Âdem’dekini mi?
Yaprakların ikisi de aynı ağaç yapraklarıdır.
Yalnız birini Havva, diğerini Âdem setr-i avret için cennetten almışlardı.
Hangi ağacın yaprakları ona benzerler.
Hangisini yediler.
Söyleyemem.

Diğer yaprak ne oldu.
Onu da söyleyemem...

Şu kısa anlattıklarımı düşünürseniz, çıldırmağa kadar aklımız sarsılır, mantık bunalır.
Yapılan hatalardan secdeye kapanmamız îcâb eder.
Diğerini söylersem ben yanarım...

Setr-i avreti unutan bir devrede bunlardan bahsedilmesinin vakti artık çoktan geçmiştir.

Bütün yer yüzünde bulunan ağaçlardan.
Nebatlardan.
Yemişlerden.
Çiçeklerden.
Yapraklardan.
Otlardan :
Birer tane vardır ki; ağaçların cins cins, nebatların binlerce çeşit, meyvaların çeşit çeşit, çiçeklerin renk renk, yaprakların binlerce şekil ve diziliş, otların binlerce cins olması bahsettiğimiz asıllarını gizlemektedir.

Yenen yemişler vardır.
Yenmeyenler vardır.

Kokulu çiçekler vardır.
Kokusuz çiçekler vardır.

Kuruyanları vardır:
Kurumayanları vardır...

Otlardan şifâlı olanlar vardır.
Zehirli olanlar vardır.

Hayvanların yedikleri vardır, yemedikleri vardır.

Bu işleri öğrendikten sonra gözlerin açılır.
Bunların tesbih ve zikirlerini duyar hatta görürsün.
Bu her türlü çeşit cins, nevi, renk bir tesbihten ve zikirden başka bir şey değildir.

Ağaçlar, nebatat, çiçekler, meyvalar cennetten menşe’’lerini aldıkları için zikir ve tesbihlerini unutmamışlardır.
Daimi sûrette gece gündüz
HAKK ’ı zikir ve tesbih etmektedirler.

Onun için:

“Dal, yaprak, çiçek koparmayınız”

“Ve’n- necmü ve’ş- şecerü yescüdan”:

Çemen ve ağaçlar secde ediyorlar.
Dünyâ üzerindeki insan ve diğer en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün mahlûkat arasında şu canlılardan başkası dünyâ yüzünde halk edilmişlerdir. Bunların unsurları dünyâdandır:


İnsan : Topraktan, Cennetten gelmedir.

Koç : Topraktan, fakat Cennet’ten gelmektedir.

At : Topraktan fakat Cennet’ten gelmektedir.

Yunus Balığı : Topraktan, fakat Cennet’ten gelmektedir.

Horoz : Topraktan, fakat Cennet’ten gelmektedir.

Yılan : Topraktan, fakat Cennet’den gelmektedir
Yılan Cennet’in en güzel hayvanıdır.


Nebâtat : Cennet’ten Âdem ve Havva’nın getirdiği setr-i avret için örttükleri yapraklardan..

Buğday : Cennet’den gelmedir.

Çiçeklerden: Gül Cennet’ten, siyaha yakın kırmızı renktedir.
“Seyyidü’l- ezharı cenne”

Hadîsi şerifdir.

“Cennet’in seyyidi Gül’dür.”

Meyvalardan: Zeytün. İncir. Nar. Hurma.

Otlardan : Sîna otu. Çörek otu. Reyhan. Şebnemin düştüğü ot

Renklerden : Siyah. Yeşil. Beyaz.

Kokulardan : Amber. Misk. Gül.
Bunların kokuları dünyada duyulur.
Cennet’de yoktur.
Rüyâda koku olmadığı gibi.
Bundan dolayı Resûlü Ekrem :


“Dünyâda bana koku sevdirildi”

diyor.
“Sevdim” demiyor. Sâhibiyet etmemesi için.


Mâdenlerden: Yakut. İnci, “Cennet suyundan”. Mercan.

Su : Cennet’den gelmedir.
Neden halk edildiğini Cenâb-ı
HAKK bilir.
Yalnız insanlara bildirilmemiştir.
Hiçbir mahlûk yoktur ki suya ihtiyacı olmasın.


Nergis :

“En güzel kokan çiçektir”

Hadîs.

Ot yiyen hayvanların hepsi aynı otu yemez.
Bâzıları diğerinin yediğini yemezler.
Yalnız husûsi bir ot vardır, onu bulur yerler.
Bu hayvanların bir kısmı iki midelidir.
Kansa ve kunsa ismini alır.
İstirahate çekildikleri zaman;

mideye topladıklarını tekrar ağzına getirirler çiğnerler.
Onları hazmederler.
Böyle hayvanlara geviş getiren hayvan derler.
Niçin böyle geviş getirdikleri, midelerine topladıklarını tekrar ağzına alarak istirahatte çiğnemeleri büyük bir hikmeti haykırmaktadır.
Gevişe bakma, niçin böyle olduklarını düşün!

Bu hayvanların içinde bâzıları başka türlüdür.
Bâzı hayvanlar vardır.
Ot yemezler.
Arar bulur bir ottan biraz yerler.
Bunların sebepleri vardır.
Bu bahis çok uzundur.
Bu kadar yeter...
İnsanlar kendi tıynetlerini limona karşı yaptıkları hareketten aşikâra vururlar.
Limon alırken seçerler.
Koklarlar.
Onu güzel yıkarlar.
Yemek masalarına koyarlar.
O
ALLAH’ın rızkının kabuk kısmını çöp tenekesine atarlar.
Bu hâli bir düşün bakalım…

Utanır insan bu hâlinden…
İnsanlar da böyledir.
Bir insandan fayda gördüğü müddetçe ona itibar ederler, yaşlandı mı unuturlar.
Emekli ederler.
Limona yaptıklarının aynıdır.
Bir düşünürseniz..

Nebâtatı Cenâb-ı
HAKK çok sever.
Hiç bir nebat cehennemde yoktur.
Yalnız
“zakkum” denilen bir ağaç vardır.
Koyu pembe veya beyaz çiçekleri vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de bu ifâde edilmiştir.
Bunu söylersem çıldırırsınız...

Daha milyonlarca bilmediklerimiz, bilmeyeceklerimiz vardır.
Kul için herşey sınırlandırılmıştır.
Geçmiş ve gelecekte birçok şeyler meçhuldür ve meçhul kalacaktır.
Çünki insan-ı kâmil
HAKK’ın emri ile, izniyle, muayyen noktalara kadar sırr-ı ilâhiye vukuf eyleyebilir.

Her rızka her meyveye, nebatlara, ağaçlara, çiçeklere karşı insanın ve hayvanın bir tarzı hareketi vardır.
Hayvanlara dikkat ediniz.
Meselâ ot yiyenlere:
Bir kısmı muayyen otları yer.
Diğerlerine dokunmaz.
Diğer bir kısmı onların yediğini yemez.
Et yiyen hayvanlara dikkat edin.
Her eti yemezler.
Kuşlara bakın onlar da her şeyi yemezler.
Bâzı hastalıklara bâzı gıdalar dokunur.
Buraya çok dikkat edin ve düşünün.
Her şeyin kendisine mahsus bir de kokusu vardır.
Bâzı insanlar herkesin yediği ve helâl olduğu şeyleri hiç yemezler, neden? Hastamıdırlar?
Hayır.
Onların bunları niçin yemediklerine hayret etmek veya onları kınamak hastalıktır.
Bunu da unutma!..
Resûlü Ekrem buyurmuştur sahâbelerine:


“Benim bildiklerimi size söylersem saçlarınızı yolar, ağlaya ağlaya dert ve kederden, korkudan bilmeyerek yaptığınız işlerden, aldığınız rızıklardan helâk olursunuz...”

Hocam, Rahmetullahı aleyh, bana insanlara söylenmesinde mahzur olmayan bâzı her gün geçen ve içinde bulunduğumuz her işimizde yemek, içmek, uyumak, yürümek ve bütün fiilerimizdeki bâzı sırlardan birgün söyledi.
Bir hafta mecnun gibi dağlarda dolaştım.
Ne yedim ne içtim.
Rahmetli anam, babam nazar aldı diye beni hocamdan gizli okutmuşlar, hekime göstermişler.
Sonra, hayli günler sonra kendime gelmişim.
Hâlâ aklıma geldikçe titrerim.
Ra’şe geçiririm.
Bazen bir iki dakika sapıtırım.

HAKK muhafaza buyursun...

Yarın Cenâb-ı
HAKK bizi cehennem azabından korusun.
Ne yapacağız, ne edeceğiz bilmiyorum..
Bâzen ümîdim kırılır derin derin ye’se düşerim.
Bu da doğru değildir.
Korkarım, tövbe eder kendime gelmeye çalışırım...
Akıl, mahlûkâta
HAKK tarafından muhtelif derecelerde verilmiş ilâhi bir idrak vâsıtasıdır diyebiliriz.

Akıl insanlara yanlış ve doğru terâzisi olarak bahşedilmiştir.
Hayvanlara anlama, his ve duygu olarak verilmiştir.
İnsan aklı diğer mahlûkatın aklından yüksek olduğundan, mahlûkata akılsız nazarı ile bakarlarsa da onlarda da bu idrak kâbiliyeti vardır.
Bu kâbiliyet bizim görmediklerimizi, bilmediklerimizi bildiklerinden hata işlememeleri için sınırlıdır.
Bundan dolayı
HAKK onlara sual sormayacaktır.

Yalnız hadîs-i kudsîde ve âyet-i kerimede:


“Hayvanlara eziyet etmeyiniz, haklarını çiğnemeyiniz”

diye insanlara bildirilmiştir.
Bâzı hayvanlar insanlara yakın yaşarlar.
Bâzıları insanlardan uzaktır.
Âdeta insanları sevmezler.
Vahşi kisvesi altına bürünerek insanları parçalamak derecesinde yanlarına yanaştırmazlar.
Bâzı nebat, ağaç ve çiçekler vardır.
İnsanların bulundukları yerlerde yetişmezler.
Eğer insanlar onların bulunduğu mıntıkaya yerleşirlerse, kimsenin haberi olmadan zamanla o nebatlar kururlar, sönerler ve nesillerini kaybederler. Bu olay çok şayan-ı dikkatdir.
Hatta bazıları da insanlara yakındır.
Bir mıntıkada yoktur.
Oraya insan yerleştiği zaman habersiz, o nebâtat, orada ortaya çıkarlar.
Birçok hayvanlar, kuşlar, böcekler de aynıdır...
Kimsenin farkında olmadığı bu olaya itaat ederler.

İnsan olmayan mıntıkalarda:
Fare, Bit. Tahta kurusu. Hamam böceği. Kırlangıç. Leylek. Serçe. Karga. Tavuk. Horoz. Kedi. Köpek. Kara sinek. Deve. inek. öküz...yoktur…

Bir kısım çiçekler.
Bir cins otlar hemen hemen yoktur…
Yabanî olanları müstesnâdır.
Fakat bunlar da başkadırlar.
Yabâni dedik geçtik.
O bahis de uzundur.
Yabânî deyip bırakalım bu işi.
Ehlilerle uğraşamıyoruz...
Onun için dünyâ yüzünde dâimi iskân edilecek yerlerin bu ince olaya bakarak olması lâzımdır.
Bunların olmadığı mıntıkalarda iskân başladığı zaman bunlar da oralarda birden bire zuhur ederler.
Nereden geldiği çok garipdir...
Bugün asrımızda bütün dünyâ sakinleri başkalaşmıştır.
Dünyâ değişti diyorlar.
Dünyâ değişmemiştir, insanlar dünyâda aşikâr ve gizli kânunlardan ayrılmışlardır ve dünyâyı, zaman ve mekânı değişmiş zannediyorlar.

Ahlâk, Adâlet, Doğruluk, Hayvanseverlik, Nebat severlik, İnsan severlik hasletlerini zorâki insanlar kaybetmişlerdir.
Basit bir misal olarak:
Bunun ne basiti, ne de mürekkebi vardır.
Amma biz söyleyelim : insan âdemiyet tarafına gidecek yerde, yakıştıramıyoruz amma hayvâniyet tarafına gitmiştir diyorlar...
Buradaki hayvâniyet hayvana doğru demek değildir.
Hayvanları tenzih ederiz.

1000 sene evvelki meselâ, bir kedi ne ise şimdi de aynıdır.
Kediyi misal aldık ama burada büyük bir şey gizlidir.
Çok düşünmek ve bunun içinde gizli büyük hakîkati ve sessiz haykırışı, ilânı anlamak lâzımdır.
Kedi abdest edeceği zaman yeri koklar. Niçin?..
Sebebi çok büyük...
Tek ayağı ile eşer, ikisini birden kullanmaz. Niçin?
Abdest yapar.
Ve tekrar koklar.
Tek ayağı ile örter.
Biraz durur, yürür.
Biraz sonra tekrar durur.
Geri döner bakar.
Titrer ve çabucak oradan uzaklaşır...

Köpek yeri koklar daima...
Bacağını kaldırır işer. Yürür gider.
Diğer hayvanlar zaman ve mekân tanımadan dururlar, defi hâcet ederler.
İnsanların fizyolojik bu hâli bir usûle tâbidir.
Halbuki insanlar sokaklara yapıyorlar bugün...

Şehirlerde lâğımlar, rızık artıkları ile dolu...
Doğum hastanelerindeki lâğımlar, meşime Plezanta ile doldu...
Meşime Plezanta nedir bilir misiniz?..
Ne söyleyeyim...
Böyle gecenin hayır umulur mu seherinde...

Bilir misiniz :
Kuşlarda, kanatlı iki ayaklı kümes hayvanlarında koku hassası yok gibidir. Tad bilmezler. Buna rağmen görme, işitme, kuvvetlidir.
Kartal, şahin, karga en çok görme ve işitme hassaları olanlardır.

Kedide radar vardır. Kulakları ile görür. İşitme çok kuvvetlidir.
Bu son senelerde fennen de isbât edilmiştir.
Dünyâ yüzünde ağaçlar vardır.
Büyükleri vardır, küçükleri vardır.
Uzun seneler asırlar boyu yaşayanları vardır.
Muayyen seneler yaşayanları vardır.
Dâima yeşil olanları vardır.
Mevsiminde yapraklarını kaybedenler vardır.
Uyurlar. Tekrar canlanırlar.
Bir senelik, bir aylık , hatta günlük ömürleri olanları vardır.
Fundalıklar vardır. Her sene görünürler sonra kaybolurlar.
Çemenler vardır.
Binlerce cins, binlerce renk, milyonlarca çeşit çeşit çiçekler vardır. Kokuları muhteliftir.
Kimisinin kokusu yoktur.
Gece açanlar vardır.
Her birinde bir devâ gizlidir.

Sebzeler vardır.
Meyvalar vardır.
Kimi dallarda, kimi toprakta, kimi toprak altında, kimi toprakla birdir.
Meyvaların kokuları tatları, ayrı ayrıdır.
Olgunluklarında kimisi kurudur, kimi yaştır.
Sebzeler de öyledir.
Bütün bunların hepsi dünyânın muhtelif yerlerine göre taksim edilmiştir. Bazı mıntıkalarda ot bile yoktur.

Su içinde büyüyen, su altında büyüyen ağaçlar, çiçekler vardır.
Bütün bunlar köklerinden, topraktan rızıklarını alırlar.
Bazı nebatlar da vardır ki, etle geçinirler.
Et yiyen nebatlar vardır.


“Nebâtâtı ekili’l-luhum”

“Karnivor”

Canlı hayvan, insan yanaştığı zaman hareket edip dalları ile saldıran nebatlar, ağaçlar vardır.

Köklerinden ayrılırken ses çıkaran, canlıyı öldüren bilinmeyen bir kudrete sahip nebatlar vardır.

“Mandıragora” gibi Tibet dağlarında bulunan senede bir defa açar ve gece yarısı açar.

“Çanpak” isminde bir küçük nebat çiçek açarken bir anda açar ve ziyâ neşreder ve bir sırrı haykırır.

Tîbet’de
“Bonzo” râhipleri bu çiçekten birtakım sırlar öğrendiklerini söylerler.

Zehirli ağaçlar, nebatlar vardır.
Birçok hastalıklara devâ olan çiçekler, kökler, yapraklar meyvalar vardır. Bütün bu nebatda müşterek bir şey vardır.
Az çok hepsi yeşil renktedir.
Renkde akrabadırlar.
Nebâtatla geçinen hayvanat ile sırlarını ifşâ ederler.
Nebatlarda
HAKK’ın kudreti dâima mütecellîdir.

Asfalt döşenmiş bir yerde asvaltı altından kabartıp çatlatarak delip çıkan küçücek bir otda bu kudret tecellî eder.
Belediyenin muhtelif defalar asvaltı yeniden yapması bile bu kudreti yenememiştir.

Bizzât tarafımdan müşâhede edilmiştir.
Almanya’da İdstein’da refîkamla bunu görmüştük.
Muhtelif defâlar asvalt yapılır tekrar yerlerini kabartıp o ot çıkardı.
Kimse bu küçük hadisenin farkında değildir.
Ağaçlar, her cins ot, çiçekler ve meyvalar da insan nesilleri gibi asırlar sonra dünyâ yüzünden hârici bir sebep altına gizlenerek kaybolurlar.
Ve bir daha görünmezler...
Hayvanat, balıklar, tuyûr da bu kânuna tabidirler.

Dünyâ yüzünde nesilleri yavaş yavaş kaybolurlar.
Fosilleri bulunarak hem hayvan ve hem de nebat ve bugün dünyâ yüzünde bulunmayan cinslerini müzelerde görmek mümkündür.
Dünyâ ve kendi bünyesine ait her şey cansız ve canlı binlerce yıl ara ile gelip giderler.
Bir daha görünmezler.
Bu bir tekâmül müdür, yoksa bir tükenme midir?
Bir sona doğru gelmenin bir alâmeti midir?
Bugün bu mahlûkata tesâdüf çok ender oluyor.
O zaman insanlar bunlara ejderha ve bir takım korkunç isimler vererek tevehhüş ederler.

Bütün bu canlı cansızların yok oluşu başka bir cisim veya madde şeklinde asırlar geçtikten sonra bulunur.
Dev ağaçlar, çamlar bugün mâden kömürüne inklâb etmişlerdir.
Birçok deniz dibi kabukluları petrole çevrilmiştir.
Birçok dağlar kaybolmuştur.
Birçok yenileri belirmiştir.

Birçok göl ve nehirler ortadan kalkmış başkaları husul bulmuştur.
Tarih evveli ve sonrası birçok milletler yok olmuşlar şehirleri, medeniyetleri toprakla bir olmuştur...
Mitoloji, efsâne, hikâye hâline bürünmüş devler, dev insanlar, Herküller, Şemeunlar, Samsonlar, ejderhalar bize müşâhedelerimizin dışında kaldığı için bu şekilde intikal etmiştir.

İnsan aklı kendi kudretinin kıymetini bilmeyerek kendi kendinden uzaklaşmış, bugünkü hâle gelmiştir.
Binlerce akıl yoran keşif ve icadlar ortaya çıkmış; insanlar bunların esâreti altına girmiştir.
Ve hâlâ peşinden koşmakta ve koşacaktır da...

Gökleri keşfetmeye merak ederek binlerce km uzaklarda bir şey arıyor. Sorarsanız kâinatın esrarını çözüyoruz yaygarasını yapar...
Hangi esrar?
Neyi? Hangi sırrı arıyor?..
Bir türlü söyleyemiyor.

ALLAH’ı arıyor…
Halbuki bu sûretle
HAKK ’ dan uzaklaşıyor ve bir türlü dönüp duruyor. Bulamıyor.
Bulamayacaktır da...
Peşinde koştuğu madde ve îcadları bir gün kendisi üzerine alacak, aradığının huzûruna yüzü kıpkırmızı olmuş,
HAKK ’ın verdiği utanma perdesi ortaya çıkacak ve bile bile istemeyerek kendilerini azaba kendileri atacaktır.

Bu ne zaman olacak, bunun cevâbını insan ancak iki şeyde bulabilir...

1- Peygamberlerin bağırdığı kelâmlarda ve son Resûl’ün haberlerinde... Bunlara inanmak büyük bir ruh başarısıdır.

2- Tabiat dedikleri, kâinatta bulunan her şeyde...

3- Topraklarda, taşlarda, dağlarda, mâdenlerde, bütün hayvanlarda, nebâtatta, nehirlerde, engin denizlerde, her şeyde...

Fakat bildiklerini zannettiklerini, bunları da bilmiyorlar.
Kimyâsını, fiziğini, fizyolojisini, canlılığını mikroskobik olarak incelediler. Her gün başka bir şey buluyorlar.
Ne anlıyorlar, engin kâinatın sırları karşısında hayran bir hâldedirler. Perdeyi bir kaldırabilseler, asıl hayret ve secde edilecek şeyi görüp saadete kavuşacaklar amma...
Heyhat olmuyor.
Olmayacak da.

Geçenlerde Kusto isminde bir Fransız profesörü Septe Boğazı’nda Okyanus suyu ile Akdeniz suyunun karışmadığını, tuz miktarının her iki denizde ayrı ayrı olduğunu ve balıkların bile yek diğeri tarafına geçmediklerini görmüş. Hayret etmiş, bu işi hâlledememiş.
Nihâyet söyledikleri doğru ise, Mısırlı bir âlim “Rahmân” süresindeki bir âyeti kerimede bunun irâde edildiğini ve bu da mı yalan kelâmındaki meâli îzah edince Prof. Kusto dize gelmiş:


“Ben müslüman oldum!”

demiş.
Demekle olursa evet oldu…
Şimdi sorarım Cenâb-ı
ALLAH bu kâinat kânunlarına aykırı olarak bu iki suyun karışmamasını niçin halketti.

“Ve bu da yalan mıdır?” demesi...

Eğer bu kâinat kanunlarına aykırı gibi görünen HAKK’ın bunu böyle yapışını Prof. Kusto’ya açıklarsak, muhakkak çıldırır...

Bir elektrik ampulünün içine görünmeyen elektrik enerjisi gizli ışık sûretinde görünür.
Kıyâmetden sathî veya derin, ilmî veya mânevî ne anlıyorsanız bu mukadderdir.
Bir gün son gelecektir.
Ne zaman?
Alâmetler çoktan ortadadır.
Bugün bir mühendis hesapla şu maden damarı şu kadar sene sonra şu dağda bitecektir.
Şuranın suyu şu kadar yıl sonra kuruyacaktır diye nasıl buluyorsa..
Canlı, cansız birçok şeylerin ortadan kalkması da bunu belli etmektedir. Bunun gibidir


1- Bilimlerdeki intizam sarsılmıştır.

2- Birçok gayrı tabiî hâdiseler olmuştur. Olmaktadır. Daha olacaktır.

3- Bunların tesiri ile insan karakteri değişmiştir.

Bir karışıklık içindedir.

Milletler birbirine girmiştir.
Bütün milletler kendi bünyesinde de birbirine girmişlerdir.
İnsanların içtimâi nizamlarını koruyan ve devâm ettiren kâinatta ruhî nizam da vardır.

Adâlet Ahlâk. Doğruluk.. Bunlar da kaybolmuştur.
Binlerce sene evvelden kalma bir ağaç cinsi vardır.
Dünyada yalnız “Lübnan’da” Beyrut şehrinin sâhilden 10 km. dağda “Ulya” dedikleri yerde bir eski manastır vardır.
Orada 8 tane bu ağaçtan kalmıştır.
1947 senesinde görmüştüm.
Boyu çok uzun değil, 5 m. kadar gövdesini on kişi kucaklayamaz. Yaprakları Lübnan bayrağının sembolüdür.
Ağacın ismi
ERZEA...
Bu ağacın nesli tükenmektedir dünyâ yüzünde.
Bu ağaç da bir şey haykırmaktadır sessiz sözsüz…
1947’de burayı ziyâret etmiştim.
Orada manastırda 80 nin üstünde yaşlı bir tarîk-i dünyâ râhip vardır. Kendisi ile konuştum.
Çok olgun ve âlim bir zâttı.
Bana :


“Bu ağaçların nesilleri bitmek üzeredir. Dünyâda işte şu gördüğün 6 ağaç kaldı” demişti.

Bilmem neden eskilerden beri bu ağaca karşı bir hürmet ve sevgi vardır. Hatta belki bundan dolayı veya bilmediği bir sebepten Lübnan bayrağı bunun yaprağını sembol olarak almıştır.

Dini günlerde bunun yapraklan çok kıymet taşır.
Gizli gelip koparırlar.
Ve gizli olarak da yüksek fiyatla satarlar.
Hükümet bile mâni olamıyor.

Bana bu tarîk-i dünyâ rahip, gözlerime bakarak söyle demişti:


“Mekke’de bir taş vardır"
“Hacer-Ül Esved”
Bu taş gittikçe tavafda el sürmekle aşınmaktadır.
Bir gün muhakkak bitecektir.
Bu
ERZEA ağacının nesli de bitecektir.
Daha tükenmekte olan birçok şeyler vardır dünyâ yüzünde.
Canlı,cansız, maden her şey.
Bunların bir şey haykırdığını, söylediğini, haber verdiğini duyacak kulak, anlayacak inançlı kafa taşıyanlar bugün dünyâda çok az, azdan da azdır.”
demişti

Bir kâğıt üzerine şöyle bir hesap yaptı ve bak dedi:

“Şimdi 1947 senesidir.1 + 9 + 4 + 7= 21 eder.
Burada 8 tane Erzea ağacı vardır.
21 + 8=29 eder.
Bundan 28 sene sonra yani,
1947 + 29 = 1976 senesi eder.
Bu yaptığım hesap kabalistik bir istihraçdır.
Biz inanırız eski bir ilimdir.
Lübnan o zaman tamâmıyla harap olacaktır.
Yukarıda size anlattım ya dünyâda nesilleri gittikçe tükenmekte olanlar bir şey haykırmaktadır.
Ben çok yaşlıyım.
Benden sonrakiler buna zannedersem şâhid olacaklardır!..”


demişti

“Bu hesaplar Tevrat’da da vardır.
“Arz-ı mev’ud” Yahudilere vaad edilmiş yer...
Arz-ı kenan da derler.
Burası
“Bahri Lût” Lût denizinin havalisidir.
Lût denizinin nasıl teşekkül ettiği sizin mukaddes kitabınızda da bildirilmiştir.
Yahudiler buraya toplandılar.
Bir hükümet kurmak üzeredirler.
Bunlar devlet kurarlarsa bu da dünyâya bir şey haykırmaktadır.
Onların da sonu karanlıktır!..”
demişti

Bugün hayret ediyorum râhibin 36 sene evvel söylediği çıkmıştır.
1978’de râhibin bahsettiği istihraç çıkmıştır:


1- Yahudi devleti kuruldu.

2- Lübnan harab hâldedir... Ve devâm etmektedir.


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.


KELİMELER ve ÂYETLER:

Meşime : (C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi.

İstihraç : Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve hârice çıkarmak. Bâzı emâreleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. “Bak: Tahric)

İbrişim : İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış.


وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ
“Ven necmu veş şeceru yescudân. : Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.” (Rahmân 55/6)

Tıynet : Huy. Yaradılış.

Haslet : Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat.

Vukuf : Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş.

Ra’şe : Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak.

Şâyan : f. Münâsib, lâyık, yaraşır.

Şâyân-ı dikkat : dikkate değer.

Mütecellî : Tecellî eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.

Tuyûr : Kuşlar.

Tevehhüş : korkmak.

Mürekkeb : (Rükub. dan) Terkib edilmiş, bir kaç maddeden yapılmış. * Yazı yazmaya mahsus boya terkibi. * Karışmış, muhtelit. * Bitecek yer, münbit. * Asıl, esas.

Bizzât : Kendisi, aslında. Kendi zâtı ile. Binefsihi.

Tarîk-i dünyâ : Dünyâyı terk etmiş.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

HACERU’L- ESVED

Haceru’l- Esved :


Semâvi bir taştır diye rivâyet ederler, ilmî olarak îzah etmek îcab ederse:
Semâvâtdaki yani uzayda herhangi bir yıldızdan kopan bir parçanın arza düşmüş olmasıdır.
Bu gibi hacerî semâviler yani gök taşları her devirde, her zaman ara sıra vâki’ olmaktadır.
Müzelerde çok teşhir edilmektedir.
Hacerü’l- Esved’in hangi yıldızdan düştüğü mâlûmdur.
Büyük velîler bunu söylemektedirler.
Sırrını ve yıldızı gizlemek için âşikâr olarak cennetden gelmiştir sözü hakîkî İslâma kâfidir, incelenmemesi için bu söz yeter.

Resûlu Ekrem’in bu taşa kıymet vermesi bambaşka bir sırdır, Zât-ı risâletleri hürmet ettiği için biz de tereddüt etmeden yapmamız lâzımdır.
Hangi yıldızdan düşmüş olduğunu bilsem de söylemem...
Hz. Debbah :
“"Beyti Mâmûre’den kalma yakut'tur Nuh tufanından sonra siyah olmuştur"” der.
Haceru’l- Esved kelimesi, Siyah taş demektir.
Fakat ism-i hasdır.
Yalnız o taşın ismidir.
Taşlar içinde siyah bir taş değildir.
Bazı câhiller, mürşidler, hoca diye kisve giyenler vardır.
Sorarsanız siyah bir taşdır diye söylerler ve Resûlu Ekrem’in o taşa verdiği kıymeti zedelediklerinin farkında olmadan kendi cehillerini kendi kendilerine izhâr ve teşhir ederler...

Cenâb-ı
HAKK kelâmında: “"Yıldızlara ve yıldızların mevkîlerine yemin ederim”" buyurur.

Bu kelâm-ı celîl insana birşey telkin etmelidir ve susmalıdır.
Haceru’l- Esved dünyâ yüzüne düştüğü gün
Cuma ’dır.
Ve sabaha karşı
ALLAH’ın kasem ettiği yıldızdan düşmüştür.
Onun düştüğü mevsim ve gün hacc mevsimidir
Hacc bu yıldızdan düşen Haceru’l- Esved içindir.
Onun için hacc Cuma gününe tesâdüf ederse
“Haccı Ekber” olur.
Daha söyleyemem...

Bugün Haceru’l- Esved zamanla i’tikâle uğruyor. Aşına aşına şeklini değiştirmektedir. Bunu düşünmek lâzımdır.
Bir şeyi sessiz sözsüz haykırmaktadır.
Bir gün... Evet bir gün ne olacak...Daha söyleyemem dilim tutulur...

Daha İslâm dini ortada yok...
Resûlu Ekrem 21 yaşlarında Mekke’de halk arasında doğruluğu ve temizliği dolayısıyla ismi
“Muhammedu'l - Emin” dir.
Peygamber olacağını bilmiyordu.

HAKK’ın arzusu böyle idi. Böyle oldu.

Kâbe’ye gidenlerin bu taşa el sürmeleri onların cesedlerinin şehâdetidir. Şâhididir.

“Ben de Kâbe’yi ziyârete geldim”
Haceru’l- Esved o hacıya cesedi için şehâdet edecektir.
O taşa sürülen el veya parmak hakîki emirleri yapıyorsa o eli ateş yakmaz. Böyle rivâyet etmişlerdir.
ALLAH ’ın büyük velîleri...

Bu ateş:
Cehennem ateşi. Dünyâ ateşi. Her türlü ateş. Hacc bahsinde bu husus biraz daha îzah edilecektir.
Kâbe ve Mekke tarihinde şöyle kuvvetli bir nakil ve rivâyet vardır.
Rasûlu Ekrem Hz. Ayşe ile Haceru'l - Esved’in karşısında parmaklarını Hacer’e değerken şöyle buyurmuştur:

“"Yâ Ayşe! Bu taş eğer eski câhiliyet devrinin asırlarca devam eden pislikleri ve kirleri ile kirletilmiş olmasaydı, onunla her türlü hastalık, vebâ ve musîbetten kurtulmak için ALLAH’dan şifâ istenirdi. Ve hâlen de ALLAH’ın ilk indirdiği şekilde bulunurdu. Cenâb-ı ALLAH elbette birgün onu ilk yarattığı şekle döndürecektir. O, cennet yâkutlarından beyaz bir yakut idi, fakat ALLAH onu kötülerin günâhı sebebi ile değiştirip ziynetini zâlim ve günahkârlardan gizledi. Zîra onlar cennetten çıkma birşeye bakmaya lâyık değillerdir...”

Rasûlu Ekrem’den nakledildiğine göre, Haceru’l- Esved mahşer yerine getirilecek, iki gözü ve bir dili varmış gibi olacak ve kendisine hakkıyla el sürmüş olanlara şâhidlik yapacaktır.
Yine Rasûlu Ekrem, yer yüzünden ilk kaldırılacak şeyler şunlardır buyurmuştur :

Haceru’l- Esved.
Kur’ân-ı Kerim.
Rüyada peygamberi görmek.


ŞİT: İlk peygamberdir.
Tek
ALLAH’ın kullarısınız.
Kardeşsiniz. Birbirinizi seviniz!
Çalışınız!Fenâlık yapmayınız!Yalan söylemeyiniz!
Aldığınız rızka kanâat ediniz! İsyanda bulunmayınız!..
“Kimse dinlemedi”...


İDRİS:
Peygamber. Kalem ve yazıyı buldu.
Elbise dikmesini öğretti.
Yalnız
ALLAH’a bağlanmalarını, boğuşmamalarını, akıllı uslu dayanışmalarını söyledi.
“Boşverdiler”...


NUH:
Nebî çıktı. Doğru yolu gösterdi.ALLAH’ın birliğini onun katında herkesin eşit olduğunu anlattı durdu.
Kör nefsinden başka birşey düşünmeyenleri yerdi, lânetledi.
Eğlendiler, sövdüler. Yola gelmelerinden ümit kesildi.
Bir avuç iyi insanla yaptığı gemiye bindi tufan oldu. Dünyâ temizlenmiş oldu...
Çok geçmeden dünyâda işler tekrar karıştı. Putlara tapma başladı....


HÛD ve SÂLiH peygamberler peşpeşe işe başladılar.
Olmuşu olacağı bildirdiler.Dillerinde tüy bitti.
Bencillikten vaz geçmeyi, doğruluktan şaşmamayı, birleşmeyi bildirdiler. Para etmedi.
Bir kısmını korkunç bir çığlık kırdı geçirdi.
Ötekiler tayfunlar altında taş kesildiler.


MÛSA geldi.
ÎSA geldi.
Hep aynı şeyleri söylediler. Haber verdiler.
Bütün peygamberlerin dinlerinde ibâdet yoktu.
Bütün peygamberler hep doğudan çıktı.
Amerika’da, Avrupa’da, Afrika’da, Avustralya’da yok.
Onların işi bol büyücü ve sihirbaz yetiştirmekti.
Namaz, zekât, oruç, gusul, abdest, cenâze namazı.
Setir, mahremiyet mükemmel olarak hep İslâm dinindedir.
Diğer dinlerde bu yoktur.
Şarap, domuz eti ve birçok yasaklar diğer dinlerde yoktu, İslâmiyet'de vardır.
Yukarıdaki küçük mâlûmat birçok Yahudi düzmesi bid’atlarla aşına aşına şekil değiştirmiştir.
Asıl budur. Kim ne derse desin…!.

Cûneydi Bağdâdî bir gün bir köy evinin önünden geçiyordu.
Orada bir kuyu vardı. 13 yaşlarında bir kız çocuğu da evin kapısında duruyordu.
Cûneyd :
"“Kızım şu kuyudan su alıp abdest tazeleyeceğim ipli kovanız yok mu?"”
diye sordu.
Kız çocuğu şaşırmış gibi:
“"Ne kovası?"”
Cûneyd’e:
"“gel!."” dedi.
Kız kuyunun başına geçti:
“"Herkes ALLAH’ın kulu. Ben Muhammed’in ümmetiyim. Yüksel!”" dedi.
Su yükseldi. Cûneyd abdest aldı. Derin bir hayret ve düşünceye daldı.

Hikâye uzun ve hakîkî olmuştur. Bulursanız okursunuz..
Kızın bu sırrını nihâyet Cûneyd öğrendi:

Gece namazı.
Tesbih.
Salâvât-ı şerife.


Amma hangi tesbih? Hangi salâvâtı şerife?

Kız:
"“Herkes sizi bilir mi Yâ Cûneyd!"” dedi.

“"Öyleyse kendini unuttur. ALLAH’ın bilmesi sana yeter. Haydi işinize, başımı karıştırmayın!”"dedi.
Cûneyd ayrılırken, kız peşinden:
"“Livâi’l- Hamd’da görünmez şu yazı yazılıdır" dedi: "Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdulillâhi Rabbi'l - âlemin!."

O hâlde:
Muhammed Sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem.
Ahmed. Sallallahu aleyhi ve sellem
Hamid Sallallahu aleyhi ve sellem!.
Bunu hatırından çıkarma!.”


09.10.1983

Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.

KELİMELER:

İ’tikâl : (Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz
kenarlarındaki karaları döverek aşındırması.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III - ATEŞ=NAR

Mesaj gönderen Ahmed »

ATEŞ=NAR

Dünyâda ateş çeşit çeşit muhtelif şekillerde görünür.
Yakıcıdır.
Isıtıcıdır.
Bilvâsıta insanların faydalanacağı en büyük bir nesnedir.
Ateşsiz insan yaşayamaz.
Aynı zamanda fazlası da hayâtı söndürür.
O hâlde ateş dünyâda madde olarak canlılara büyük bir rahmettir.
Kıymetli bir yardımcıdır.
Her türlü rahmet olan bu nesneyi fenâya kullanmak haramdır.
Zâten ateş; insan, hayvan, nebat hudûdu aştı mı ihtârı şiddetlidir.
Yakar...
Bu insana îkazdır.
Ateşin yakması da sudan menşeini alır.

Suyun terkibinde
Oksijen ve 2 Hidrojen vardır.
Yanan hidrojendir.
Yakıcı olan oksijendir.
Bunlar birleşti mi su olur
“H2O” .

Ayrıldı mı yanar, yakar.
Bu yanma ve yakma en büyükten hissedilmeyecek dereceye kadar her an insanda, hayvanda, nebatta mevcuttur.
Zira bu yanma ve yakma olayı, hayâtın, canlılığın fizyolojisidir.
Harâret bu yanma yakma hâdisesinin ismidir.
Hudûdu aştı mı bütün şiddeti ile hissedilir ve görülür...

Ateşde; hayvan, nebat yakmak yasaktır. Taş yakarak kireç yapmak yasaktır..
Yaş odun yakmak yasaktır.
Ancak kurumuş, ölmüş, hayâtiyetini kaybetmiş ağaçlar kesilebilir. Kömürün bulunması bir hikmettir.
Kömür bile kullanılmasa elmas olur.
Elmas da bir kömürdür.
Yâni kömürün en mütekâmil bir hâlidir.

Ateş, cehennemi temsil eder.

ALLAH'ın cehennemidir.
Yukardaki söylediklerimiz taklit olacağından şirktir.
Ateşde yanarak ölenlerin cesedi şehiddir.
Bu küçük malûmatdan sonra Ateş. Nar. Azab nedir buna temas edelim.


AZAB:

Mânâsı eziyet değildir.
Azab gök yüzünden indirilmez.
Azâbı îcab eden sebepler yer yüzünde bir araya gelir.
Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî, ruhî ve cesedî azabların sebeplerini
HAKK Taalâ kuruluşda halketmiştir.

İyiliklerin, fenâlıkların, ızdırap ve dertlerin sebeplerini de halketmiştir.
Herşey ve insan Ahsen-i takvîm olarak yaratılmıştır.
Bütün iyilikler ve güzellikler insanda mevcuttur.
Bunların ortaya çıkması için de sebep ve kâideler halk etmiştir.
Bu sebepleri insan kendi akıl ve irâdesi ile bir araya getirirse iyilikler, hayırlar, güzellikler, kendiliğinden tecellî eder.
Şer sebeplerini bir araya getirirse şerler ve azablar husul bulur.

Yalan haramdır, yasaktır, insanları birbirine düşürür.
Adâlete balta vurur.
Hakların tecellîsi kaybolur.
Yavaş yavaş doğruluk i’tikâle uğrar, aşınır...
Ticârî alışveriş bozulur.
Pahalılık ve ihtikâra yol açar.
Nihâyet doğruluk ortadan kalktı mı cemiyette birlik kalmaz.
Açlık baş gösterir.
Zenginler doyarlar, diğerleri sefîl olurlar.
Bundan yek diğerine düşman olurlar.
Bir yalan işde insanları karıştırarak, şahsî duyguları kamçılayan ve aksi’l-amel göstermesine vesile olan sebepleri biraraya getirmiş olur.
Cemiyetde dinmeyen bir dert, bir ızdırap, bir azab ortaya çıkaranlar
HAKK'ın emirlerine karşı gelmiş oldukları uhrevî azâbı da hazırlamış olurlar…

Cenâb-ı
HAKK hayır sebeplerini, güzellik sebeplerini, iyilik sebeplerini de halk etmiştir.
Kullar bu sebeplere gitsinler diye emirler göndermiştir.
Hangi emrinde aksaklık vardır.
Resûlü Ekrem’in tebliğlerinde kulun iyilik ve hayrından başka birşey bulunmaz.

Hangi fenâ yola git diye emir vardır. Yoktur.


HAKK ’ın emirlerini yapmamak:

Zekât vermemek.

Namaz kılmamak.

Oruç tutmamak,

gibi ibâdetleri yerine getirmeyenler bunları terk etti diye azâba dûçar olmazlar.

ALLAH'ın ibâdete ihtiyacı yoktur.

“Ben ins ve cinni bana ibâdet etsinler diye yarattım”

âyeti,
Bu ibâdetler iyilik sebeplerini bir araya getirmeleri için bir düsturdur.
Bir yoldur.
Bunlar insandaki iyilik doğruluk sebeplerini ortaya çıkaran sebeplerdir. Bunlar ortaya çıkmazsa, fenâlık sebepleri ortaya çıkar.
O zaman insan kendiliğinden azâbı hazırlamış olur.
Azâba yuvarlanırlar.


ALLAH, GAFÛR ve RAHÎM'dir...

“Cehennem ateşi dal odun yoktur.
Herkes ateşini burdan götürür!”


Bunun en veciz bir ifadesidir
Cenâb-ı
HAKK zulüm yapmaktan münezzehtir.
Hayır ve şer sebeplerini evvelden halk ettiği için bu zıddiyetlerden nizâmı kâinat ortaya çıkmıştır.
Sebepleri bir araya getirmek de çalışmak ve iyi niyet ile olur.
Menn buyurduklarının hepsi birçok şer sebepleri ortaya getirir.
O halde yasaklar da bir nevi mağrifet vesilesidir.
Kulu îkaz ve doğru yola sevk vesîleleri vardır.
Bunları yapanlar kendiliklerinden azâba düşerler.
Uhrevî azab da bunun semeresidir, meyvasıdır.
Dünyâda ne dikersen âhiretde onu seçersin...
Bundan dolayı Resûlü Ekrem Rahmetenlil âlemin’dir.
İnsanlara rahmet yollarını hayır vesîlelerini göstermiştir.
Azabtan kasıt, bir fenâlık ve şerri ref’ edip hülâsa, kurtuluşa mağrifete götürmektir.


Dünyevî azab : Maddî, mânevî, ruhî ve cesedîdir.

Uhrevî azab : İman ve tasdik ettiğimiz cehennem azabıdır.


Bunun hakkında şiddetinden, nevinden ve dehşetinden Kur’ân-ı Kerim ve tebliğleri vardır.
Nasıl olduğunu tasavvur edemeyeceğimiz gibi elim bir azab olduğunu düşünür
HAKK'a sığınırız. O kadar...

Maddî ve cesedî azâbı ruhumuz duyar.
Izdırâbını, acısını o çeker.
Bir zengin iflâs eder, malı mülkü yok olur.
Maddî bir azâba yuvarlanmıştır.
Bu acıyı rûhu yüklenir...
Bilip yapmadığı veya bilmeyerek birçok hatâların, sebeplerin bir araya toplanması bu azâbı husûle getirmiştir.

Cesedî azab, birçok dikkatsizlikler hastalık sebeplerini bir araya toplar. Hastalanır.
Onun acısını yine ruh yüklenir...
Bütün hastalıklarda bir ihtâr-ı Rahmânî gizlidir.
Bilerek veya bilmeyerek yaptığı hatâların temizlenmesi için bu hastalık bir nevî vücûdunu istiğfar ettirir.
Bir insana sıhhat, sağlık temenni ve duâsında bulunmak, fenâ sebeplerin bir araya gelip bunu doğurmaması için,
HAKK'ın o kimseyi doğru yoldan ayrılmaması için ALLAH'dan yardım dilemektir.
Sevdiğin bir yakınını kaybedersen için yanmaya başlar.
Bu yanma, uhrevî azâbın milyonlarda bir nebzesidir.

HAKK’ın emirlerine karşı gelmek; onları yapmamak, onları tanımamak demektir.
Bu hâl, şirk koşmaktan daha elimdir.
Şirk koşmakla
ALLAH'a birşey yapamazsın.
Emirlerini yapmazsın
ALLAH'a üzüntü vermiş olursun.
Halbuki Cenâb-ı
HAKK sana nîmet, rızık, sıhhat, mal, mülk veriyor, akıl veriyor.
Bu hâlinle bunlara hıyânet etmiş olursun.
Evlâdın sana hücûm etse, iyilik ve hayır yolundaki dileklerini yapmazsa büyük bir üzüntüye düşersin.

HAKKın üzüntüsünün milyarlarda bir nebzesidir.

Hakîki saâdet ve hayır, ebedî rahatlık,
HAKK’ın emirlerini yerine getirmekle elde edilir...
Vakit kaybettik zaman geçti demeyiniz...
İslâmda tövbe kapıları dâima acıktır.


HAKK'ın en büyük nîmet olarak yarattığı ve her şeyi ondan halk ettiği içtiğimiz su, aynı zamanda insanoğlunu benimle abdest alsın diye bekliyor. Aklınızı toplayın.
Âhir zamandayız...


HAKK’a bir adım yaklaşana HAKK 10 adım yaklaşacağını bir hadîsi kudsîde vâdetmiştir.
Abdest aldığın su, ne der bilir misin, bunu duymakda, görmekte hüner var.
Abdest almak, en basit mânâsı bu:


“ HAKK ın istediği doğru yol yolcusuyum.
Ona teşekkür edeceğim.
Huzûra çıkacağım, temiz olayım!”


Buradaki temizlik, kirliliği gidermek değildir.
Kirli olan zâten abdest alamaz.
Bir Niyetdir..


“Elden, yüzden, düşünceden ayaklardan, her türlü
HAKK ’ın sevmediği şeylerden kaçınacağım.
Elimde olmayanlardan
HAKK beni korur.
Huzuruna öyle çıkacağım!”


demektir.

Su tekrar söyler:


“ HAKK beni yarattı.
Benden herşeyi yarattı.
Bensiz hayat olamaz.
Ne olur kul benimle abdest alsın!
Benimle beni yaratana doğru dönsün!
Ben de
HAKK huzurunda iftihar edeyim!”

Çeşmeler akıyor
Dereler, nehirler şırıl şırıl akıp gidiyor.
Kuyularda su dolu...
Çölde değilsin...
Abdest al!

Su bulamazdan teyemmüm var.
Bu hâl başka hiçbir dinde yoktur...
Toprak ile:


“Toprak olmasaydı su görünmezdi. Nereden toplanacak”.

Toprak suya vekâlet ediyor ve sana diyor :

“Senin mayan benim!”

diyor.

Su gördüğün zaman tekrar abdest almak suya karşı hürmettir.
Toprağa da yani aslına da vefakârlık etmiş olursun.
Onun için daima Abdestli bulun!
Abdestsiz ne ye, ne iç, ne konuş!
Aslın Su, Toprak...
Aslını temiz tutmuş olursun.
Konuşma, zîra konuşturan
ALLAH'dır.
Onun nâmına konuştuğunu da unutma!..


10.3.1984 Cumartesi


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.


KELİMELER:


Ahsen-i takvim : En güzel kıvama koyma. * Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.

Aksi’l-amel : Yapılanın tersi yapılan iş.

İhtikâr : Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. * Vurgunculuk, bozgunculuk. (Bak: Muhtekir)



وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ve ma halaktul cinne vel inse illa li ya'budun : Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56)

Uhrevî : Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.

Ref’ : Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III -ŞEYTAN

Mesaj gönderen Ahmed »

ŞEYTAN

Şeytan;
Haris isminde bir melektir.
Haris
ALLAH’ı münkir değildir.
Meleklerde irâde yoktur.
Emrolunanlan yaparlar.
Buna karşı çıkamazlar.
Kendilerine verilen vazîfe ne ise mütemâdiyen onlarla meşgûldürler.

Topraktan halk edilmemişlerdir.

Ne yerler. Ne içerler.

Çoğalma, eksilmeleri yoktur.
Dişi ve erkek meselesi onlarda mevcut değildir.

İsyankârlık. Kâfirlik. Dinsizlik diye bir şeyleri yoktur.

Her yerde mevcutdur. Onlarsız boş yer yoktur.

Şekilleri hakkında kâfi bir mâlûmat da yoktur.
Âyetlerde kanatlarından bahsedilmektedir.

Kendilerine emir çıktığı zaman irâdeleri de yoktur.

Bütün bu mâlûmat Rasûlü Ekrem’in bildirdikleri ve âyetlerde olanlardır.
Meleklere îman bilmediğimiz, görmediğimiz
“Bize göre gayba inanmak” demektir.

ALLAH kelâmında var ya...
Rasûlü Ekrem bildirmiş değil mi...
Velhâsıl aklımızın alamayacağı birşey.

Bunlardan sonra görüp anladığımız kitaplara, onları bildiren peygamberlere, ondan sonra tekrar aklın hudûdu dışında tekrar dirilmeye inanmak...

Meleklere :
“Âdem’e secde “edin!” emri çıkıyor.
Müfred olarak teker teker edin mânâsınadır.
“Ediniz” cem’i olarak emir değildir.
Meleklere, irâde olmadığı hâlde secde arzuya bırakılmıştır.
Burada küçük mikroskobik bir serbestiyet kokusu vardır.

Ve aynı zamanda;
ALLAH’ın murâdı gibidir.
Melekler emrolunan şeyi yaparlar.

Halbuki
“secde edin!” kelimesinde îtirâza müsâade kokusu vardır.
Melekler hemen secde ediyorlar, istemezseniz etmeyebilirsiniz gibi küçük bir serbestiyet de vardır.
Yalnız Haris:


“Ben topraktan yaratılan bir şeye secde etmem!”

“Peki neye secde etmesi lâzımdır?”

diye kendi kendimize gizli bir sual soralım.
Ve şimdilik cevap aramayalım…


“Ben topraktan yaratılan şeye secde etmem!”

Bu söz insandaki ilâhi nûru perdeleyerek:

“Ben ancak o nûra secde ederim!”

demektir.
Bunun derin mânâsında da:


“Hiçbir şeye secde etmeyin, ALLAH’a secde edin!”

hakîkâti gizlidir.

“ALLAH’a secde edin!”

demektir.

Cenab-ı
ALLAH insanları serbest bıraktığı için “kendi akıl ve irâdeleriyle” kendine âsi kullar olmasın diye, imkân ve isyânı tevlid edecek her türlü hareket, fiil, düşünceyi “şeytan” lâfzı altında toplayarak bu meleğe bu vazife verilmiştir.
Şeytan bu vazifenin ismidir.

Şeyâtîn cemi olarak bütün bu hareketlerin toplamıdır.
Şeytanın temsil ettiği bu işler lânetlenmiştir.
Recim edilmiştir.
Taşlanmıştır.
Yâni
ALLAH tarafından istenmemiştir.
Şeytan, bu vazifesinden dolayı mes’ul değildir.
Temsil ettiği fenâ, işleri recmedilmiş hareketleri yapanlar mesuldür.

Şeytana küfretmek de küfürdür.
İnkârın delâletin, mikroskobik, atomik nüvesi buradan başlar.
Meleklere secde edin emri çıktığı zaman melekler hemen secde ettiler...
Şeytan niçin secde etmedi?
Veyahut şeytan niçin secde etmedi de öteki melekler secde ettiler?
Bu ters gibi görünen sualin içine dalmak ve anlamak lâzımdır:


İNSAN; Ruh, Cesed, Nefis bir mekânda yer kaplar.

Görünmeyen ruh ve nefis,
ALLAH’ın arzu ve murâdı böyle olarak insan yaratılmıştır.
Bu yaratılışı muayyen ve sâbit bir kânun hâlinde tecellî etmesini murad etmiştir, kusursuzdur, inkârı da isyânı da serbest bırakılmıştır.

Bu serbestiyeti kendi arzusuna göre icrâsı için peygamberler, emirler, kitaplar da göndermiştir.
Verdiği serbestiyeti tahdid için...

Fenâlıkları bir külliyat hâlinde şeytan ismiyle toplamış...
Bunun da kendisinin murâdı olduğunu gizleyerek kendi üzerine alarak, şeytana vazîfe vermiş ve kendini gizlemiştir.

Ve sonra; Cennet, cehennemi halk etmiştir.
Rızık vermiştir.
Her şeyi vermiştir...


RAHMÂN ve RAHÎM olduğunu da îlân etmiştir.

Bu küçük yazıyı tekrar tekrar oku!
Hâlletmeye çalış!..
Haydi bakalım.
“Gül’ üm” ...

Bu yasakları yaparsan sana verilen cüz’î irâdeyi ve serbestiyeti inkâr etmiş olursun.
O kötü işleri o sana verilen irâde ile yaptığın kabul olur ki bunları
ALLAH’ın yaptığını zımnen kabul etmiş olursun.
Bu da küfürdür...
İyiliği de kötülüğü de seçmek insana düşer.

“Şeytan” bunu ifâde eder ve temsil eder…

Şimdi:
Niçin Âdem’e secde edin buyrulmuştur?
Sebep ve murad nedir?


“BEN, Onlara akıl ve irâde vereceğim. Bunları da hududlandıracağım!..”
Burada sebep, hikmet nedir?
Aha bu son cümlede sebep, hikmet gizlidir...


“Secde etmem!” dedi.

Bu mesele en mühim noktadır.
Emir çıktığı hâlde meleklerde de kendi irâdeleri olmadığından, bütün melekler secde etti de Haris niçin secde etmedi?..

Burada:
Müstakil bir irâde.
Emre itaatsizlik, isyan var gibi görünür.
Fakat mesele tamâmıyla öyle değildir.
Bu da îzah edilir.
Fakat bu iş halvette öğretilir.
Ben söyleyemem.
Bu söyleyemem kelimesini nasıl düşünürsen düşün!
Sözümüz bu kadar...

Neslimin sonu olmak bakımından üzüntülüyüm.
Kendi başına farklı gibi görünen, adım atanı da takdir eder severim!..

Bana en son yudum suyu hangi pınardan hangi elin vereceğini bilmiyorum.
Birtakım şeyler değişmeseler de unutulurlar.
Herhalde bizden sonra bizi unutmayacaklar da bulunur...


(Muhammedî Melâmette, Münir Derman Hocam yüreklerimizde “Biz”le biledir İnşâallah..)


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.


KELİMELER:



Haris : Son derece hırslı olan.

Tevlîd edecek : Doğuracak.
Müfred : (Müfred) Tek, yalnız. Müteaddid olmayıp yalnız birden ibâret olan. * Basit, mürekkeb olmayan. * Gr: Yalnız bir şey veya şahsa işâret eden veya bire mahsus olan kelime. Cemi veya tesniye olmayan. * Edb: Başı ve sonu olmayan tek ve kâfiyesiz beyit.

Tahdid : Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Târif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek.

Zımnen : Açıktan olmayarak, dolayısıyla, îma yolu ile. İçinden olarak.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

SES-İHTİZAZ-GÜRÜLTÜ-KUVVETLİ ZİYÂ-KOKU

Bunlar insan uzviyetinin hem maddesine, hem kimyâsına metabolizmasına direkt veya indirekt tesir etmektedir.
Direkt olarak insan rûhuna, sinirlerine duygularına tesir ediyor.
Ve vücudda o anda bilmediğimiz bir cevher meydana geliyor.
Bundan ötürü hiddet, sinirlilik hâli tezâhür ediyor.
Devamlı üzüntülü hâllerde vücudda yavaş yavaş bu üzüntüler organizmada bir takım hormonal biyolojik cevherlerin teşekkülüne sebep oluyor veyâhut vücud metabolizmasındaki anyon, katyon ve diğer tabiî cevherlerin azalma veya çoğalmasına sebep oluyor.
Böylece vücud da hasta oluyor.
Bu küçük îzah basit olarak şu demektir.
Durgun, dibindeki temiz çakıllar görülen bir gözeyi, karıştırıp bulandırmak gibidir.
Bugünkü cemiyetlerdeki sebebi bulunmayan birçok hastalıkların mahsûlü üzüntü, gerilim ve ifrat derecede düşünme, bunalmadır.

Kur’ân-ı Kerimde:


“Nebî’nin sesinden fazla sesinizi yükseltmeyiniz”

Âyet...

“ ALLAH yavaş konuşanları sever”

Hadîs.

Bu âyet ve hadîsdeki asıl mânâ nedir ve niçin böyledir.
Bu çok mühim ve ince bir nezâket içinde
HAKK’ın bir sırrını haykırıyor

ALLAH her yerdedir.
O'nsuz boş mekân yoktur.
Yâni her şey
O’nda hazır ve nâzırdır.
Şah damarından yakındır.

Kâinatta her zerre harekettedir.
Atom âlemini düşünün.
Devamlı intizamlı bir kaynaşma var her şeyde, insan hücrelerinde bile.
Fizyoloji, hematoloji, metabolik hormonlar, gıdalar, hep bu kaynaşmayı muhtelif organların iştirâki ile intizamı devam ettirmektedir.

Bir televizyonun içindeki binlerce telleri, lâmbaları her şeyi düşünün cereyan verildiği zaman;
Duyulmayan dalgaları, görülmeyen şekilleri, renkleri hemen ses, şekil renk, hâline getiriyor...

Televizyonu düşünmeye devam ediniz.
Fizikî, kimyevî, elektronik, matematik, atomik bilgilerimizle...
Bu malûmatla dönünüz, vücûdunuzu aynı bilgilerle düşününüz.
Televizyon ne için yapılmış?
Ne için çalışıyor?
Sesleri şekilleri, renkleri görünür, işitilir hâle getirmek için değil mi?

Kâinattaki bu intizamlı kaynaşmanın ismi tesbîhatdır.
Yâni
HAKK’ı tesbih ediyor her şey.

Burada:
“ HAKK ’ı tesbih ediyor!” dedik bu ne demektir?

Bu işleyiş hakdır, doğrudur, çünki Cenâb-ı
ALLAH’ın eseridir.
Nasıl hak olmasın, doğru olmasın...


HAKK kelâmı da sessiz sözsüzdür.
“Cebrâil bunları Rasûl’ün kalbine üflüyor!” diyelim.
Rasûl’ün cesedlerinde bunlar ve ilâhi mevceler televizyonda olduğu gibi ses hâlinde mubârek ağızlarından çıkıyor.
Yani Rasûl’ün dilinde söze, sese inklâp ediyor, insan da
“Kul” dur.

Yani kul demek:
“ HAKK namına konuşan” HAKK :

“Ben kulumla birlikte işitirim!”

diyor.

Sessiz sözsüz kelâmını bile yarattığı insan radyosundan işitmek istiyor. Onun için
HAKK her yerde hâzır ve nâzır olduğuna göre fazla yüksek ses HAKK’ın her yerde bulunduğunu ve işittiğini unutmak olur.

Evet mi?
Hayır mı?..
Öyle zannediyorum ki hayır diyecek münkir bile yoktur...
O hâlde yavaş konuş!

Gürültünün birçok allerjik ve vücudda aksi tesirler yaptığını fen tesbit etmiştir.
Tâze bir yumurta yanında kuvvetli çalan bir sirenden, yumurtanın beyazı 30 sn de pişer...
Daha söylemiyorum.
Düşün artık...

Şunu unutmayınız ve hâlletmeye uğraşınız:
Ses işitmeyen doğmalık sağır olanlar konuşamaz.
Çünkü bütün bilgiler ses ile öğrenilir.
Peygamberler arasında görmeyenler vardır.
Fakat sağır yoktur.

Âyetde:
“Es SEMİ'u’l- BASÎR”

Es - SEMİ’
esmâsı, âyetde tekaddüm etmiştir.
Bunun sebebi, niçini bu âyetde gizlidir...


ALLAH kelâmı kara düşünce ve yobaz düşünce ile anlaşılmaz.

ALLAH’ça bilmek lâzımdır.

Arapça ile de olmaz...
Size birşey söyleyeyim mi?
Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Velî mükemmel Arapça bilmezlerdi.
Bu ne demektir?

Amma
ALLAH’ça bilirlerdi...
Cenâb-ı
ALLAH dostu ile ALLAH’ça konuşur, Arapça değil...

Senin düşüncen ile konuşur.

Yalnız

O 'nunla konuşmak için mi’rac olan namazda Rasûlü Ekrem’e indirdiği Arapça kelâmı ile ibâdet edersin.
O kadar.
Diğerlerini kendi dilin ile...

Hem:
“ALLAH her dili bilir, illa ben Arapça konuşacağım!”

dersen yanına bir tercüman al!
Tercüman kim biliyor musun?
Zâten namazda konuşuyorsun.

Dâima cemâatle namaz kıl.


15.3.1984
Perşembe


Allah Dostu Der Ki III den Alıntıdır.

KELİMELER



Direkt : Doğrudan doğruya.
Mevce : Dalga.
Tekaddüm : Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen nur_umim »

UTANMAK GEREK!.

Rasûlullah:
“Kızım insan hûrisidir.”
“Fâtıma benden bir parçadır.”

Fâtıma huzurlarına girdiği zaman O’na Rasûlullah ayağa kalkarlardı. Kıyam ederlerdi.
Kıyam ayağa kalkmak amma, bu başka kalkmadır.
Bunu iyi bil ve öğren!. Niçin kıyam ederlerdi onu da öğren!..


“Gözümün nûru kızım!.”
buyurdukları, yanına girdikleri zaman kıyam ettikleri Fâtıma’ya, bak ne söylemişlerdir:

“Kızım! Canını cehennem ateşinden kurtarmaya çalış!”
Burada Can Ruh değildir, işleyen, dünyâda rûh’un oturduğu canlı olan cesed demektir.

“Zîra farzları terk, yasak olan şeyleri işlemeniz, kendi kendini zedelemek olur ve bu sebeple azâba sürüklenmenize “ ALLAH dilerse” yol açar. Üzerinize gelecek azab ve cezâyı ref’ edip uzaklaştırmaya muktedir değilim!
Ben yalnız rûhunuz için,
HAKK önünde ALLAH'ın izniyle şefaat için yalvarabilirim! ALLAH herkese serbest irâde vermiştir. ALLAH'ın kullara verdiği serbestiyeti ben nasıl kısıtlayabilirim. Mümkün olmayan bir şey...”

Hz. Fâtıma kazâya namaz bırakmamışlardır.

Hakîki insana bundan fazla söylemek doğru değildir.
Ondaki kıymete hakâret olur. Susarız….
Artık neden utanmak lâzımdır. Sen bul..

Bugünkü devirde utanmak diye bir şey yok...
“Utanmak” dan “Utanan” bir devirdeyiz.
Yani utanmayı utanç sayan bir sürü...
Lût kavmi bile utanarak târihten silindi.
Şimdi yeni dünyâ nesli, Lût kavmi kimdir bilmiyor ki...
“Utanma, hicab” Kelimesi utanarak lügat kitaplarına gizlenmiştir.
Arasan bile Lûgatlarda yoktur.
Garip... Fakat doğrudur. Arayın isterseniz...

Utanma, korku mudur, nedir bilinmez. Elde olmayan bir hisdîr.
Utanma,
ALLAH'ın verdiği en mukaddes bir duygu, ilâhi bir haslettir.
Cenâb-ı
ALLAH bile “Utanırım” Lâfzını kullanmıştır.

Utanan insan: Yüzü kızarır. Başını öne eğer ve susar konuşmaz.
Bunları tahlil et! Neden oluyor?
Utanmayı davet edecek : Hareket. Söz. Her ne ise, dimağda neye tesir ediyor ki hem yüzde kızarma, hem başı Öne eğme hareketi ve dili susturuyor.
Bu hâdise çok büyük rûhî, fizyolojik, hatta kimyevî değişiklikleri mûcib oluyor.
Düşün, tetkik et! Anlamaya çalış!.
Bunlar insanın kendini anlamak yollarından biridir.
“Utanmaz!” diye bir lâkırdı vardır. Bu fena mânâda yanlış kullanılmıştır…

Bugün hayâ ve utanma kalmamıştır.
"“Utanmaz!."” diye bir şey yok artık...
Hayâ ve utanma insanın haberi olmadan nesilden nesile intikal eden ilâhi bir duygudur, îzah edemeyiz.
Bu duygular insanlardan uzaklaştı.
Sebep, o ilâhi hasletin bilinmeyen merkezini taşıyacak temiz cesed kalmadı.
Cesed insanın emrindedir. Onu fenâya kullanırsa iyi hasletler buharlaşır uçar gider. Yerinde bir nasır kalır.
Şaka söylemiyorum ayak altında bazı nasırlar vardır...
O nasırlar yalınayak gezmek veya ayakkabı vurmaktan değildir.Senin haberin olmadan buharlaşan bir şeyinden dolayıdır.
Bu duyguları harekete getirmek kudretini ne kadar yazık ki kaybettik. Zannetmem ki geri dönsün...
Bu sözlerimizi kan nakleder gibi damla damla anlamaya çalış!..
Dağ yürekli ol!. Melek gibi olmaya savaş!..


“Saçları beyazlaşmış, dağ yürekli kuluma sual sormaya hicab ederim!.”
buyuruyor.
Bir hadîs-i kudsîde her şeyin Sâhibi..
Bunun mânâsının içine dal, kabukta kalma!..
Haramlar, yasaklar, bu temizliği muhafaza için kula bahşedilmiş çârelerdir.

Yasaklar:
HAKK'a yanaşmak edebini kaybettiren nesnelerdir.

Islâmda;
Gıbta, dedikodu, hased, kanaatsizlik, adâletsizlik, yalan, hırsızlık hepsinde Hakkı yani doğruyu inkâr gizlidir.
Hepisi rûh’a haramdır.
Faiz rûh’a haramdır. Dikkat et!.. İşin şakası, te’vili yok...


“Her meydana çıkıp zuhur eden, o zuhur eden şeyin içinde kalandır.”
Bu sözü saatlerce düşün!..

Hülâsa;
İnsanın öte âlemden bir cevheri vardır: “Ruh”.
Bir de mekânda rûh’un oturduğu maddî cesed cevheri vardır.
Rûhî tarafın gâlip gelmesi murad edilmiş ve insan o mekanizmayla yaratılmıştır.

HAKK'a yanaşmak için bu hususlara rûhun temiz kalması, ilâhi murâdın isteğidir.

Her insanda et ve kemikten ibâret olan:

1- Tutulur.
2- Görünür.
3- Tartılır.
4- Muayene edilir bir kısım vardır, buna “vücud” diyoruz...

Nil nehrini Mısır’dan,
Dicle ve Fırat’ı Mezopotamya’dan,
Ganj’ı Hindistan’dan,
Amazon’u cenubi Amerika’dan,
Pınarları Anadolu yaylalarından kaldırınız!
Hepisi bir iskelet ve insan rûhuna üzüntü ve utanç veren bir harâbe, bir çizgi hâline inkilâb eder.
Biraz evvel târif ettiğim insan vücûdundan, rûhanî âlemini ve bu âlemin güzelliklerini kaldırınız.
İnsan bomboş kalır...
Bu boş tarafı dolduran kısma “insan” diyoruz. Ete, kemiğe değil...
Dış nisbetlerin sahte tefsirine kapılıp iç nisbetlerin hakîkatinden ayrılmamak lâzımdır.
Baktığı şeylerin gerisinde bir görünmeze bakan gözler bugün azaldı dünyâ yüzünde...
Böylelere ras gelirsen onları dinle!
Onlar, fikirlerini kan nakleder gibi damla damla söylerler.

Ben insanı severim. İnsanın sevilecek tarafını seveni unutmazlar.
Sevenler toplarlar benden sonra söylediklerimi...
Her şeyin parlaklığı karanlıkta görünür. Yıldızlar karanlıkta parıldarlar görünürler. Yahut biz onları karanlıkta ancak görebiliriz...
Herhâlde karanlığa intikal edenlerin kıymeti sonradan anlaşıldığı için “Filânın gecesi” diyoruz. “Günü” Demiyoruz...
Ne yaptığını, ne yapacağını, ne söyleyeceğini düşünerek icra et!.
Ateşe yanaşan tavuk kızarır. Ateşe bir şey olmaz.
Tavuk lezzet değiştirir. Hoşa gitme o zaman başlar.
Yalnız çiğ et yemek âdet değilse. Tavuk misâli olmamalıdır...

Şunu kat’iyyen unutma!
Rasûl’u Ekrem’in haber verdiği hakîkat şudur:
İslâm’da hiçlik ve yokluk mefhûmu diye birşey yoktur. Herşey vardır.
Böyle olduğuna göre:
Kâinatın kusursuz düzeninden hareket ederek
ALLAH'a ulaşmaya çalış! Kendi kendine uzaklık yaratma!.
Deryâda damlasın, deryânın içinde kimi arıyorsun?.
Birliktesin... Her şey bir aynadır. Nereye baksan kendini görürsün.
Be budala daha ne istiyorsun?
Ama kızma, çünkü yine anlamadın dediklerimizi. Malak...


16.4.1985 Salı



KELİMELER:

Cevher: Bir şeyin özü, esası.
Mûcib: (Mucîbe) Îcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesiîe ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen.
Nasır: ayakta oluşan ve acı veren sert deri katmanları.
Gıbta: İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir hâlinin kendisinde de olmasını arzu etme.
Te’vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bâzı müfessirlere göre, rücû' mânâsına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerîmenin mânâsını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bâzılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bâzılarınca da hükûmet ve siyâset mânâsına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibârettir ki, kelimeden maksud olan mânâ zâhir ve söyleyenin murâdı âşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzûl-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mânâ ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibârettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânâsına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi)
İnkilâb eder : Dönüşür.
Malak: Manda yavrusu.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

KÂİNATIN KUSURSUZ DÜZENİNDEN HAREKET EDEREK ALLAH’'A ULAŞMAYA ÇALIŞ!.

Zekât hakkında konuşmak tehlikelidir.
Namaz, Oruç, Hacc, bunların hepsi emirdir...
Yapılmazsa ne olur?
İnsan dinden çıkmaz.
Ötede de sorgu ve suali yoktur.
Bunlar kulun kendini bilerek Yaratanı’nı bilmesi için yollardır.
Kâinat’ta ne varsa her şey
ALLAH ’da hâzır ve nâzırdır.
Her şey
O’ndandır.
Fakat hiçbir şey
O değildir.
Bütün görünüşler
O ’nun kudretlerinin görünüş ve tecellîleridir.
Fakat zekât öyle değildir.
Sorgusu suali hesâbı vardır.
Zekât vermemede, insanın bildiği fakat şuûrlandıramadığı bir inkâr vardır.
Cenâb-ı
ALLAH ; Er RAHÎM, Er RAHMÂN, Er REZZÂK tecellîlerini her mahlûk’un serbest bırakılan nefsî arzularını korumak için ne farz, ne sünnet olmayan sadakayı, her mahlûkta bulunan “Rahîmlik” duygusuna bırakmıştır.
Sadaka da
RAHÎM ve RAHMÂN gizlidir.
Sadaka,
ALLAH ’ın Er REZZÂK olduğunu tasdikdir. Zekât'ın mikroskobik nüvesidir.

“Sadaka oruçtan efdaldir” Hadîs.
Rasûl-u Ekrem sadaka kabul etmezdi. Kimsenin rızkına müdâhaleden çekinirdi.
Sadaka zekât’dan büyüktür. Sadaka, azâba müteveccihdir.
Mal ve paradan değil. Helâl rızıktan verilir. Dikkat!..
Sorgu, sual, hesâbın sonu yoktur.


"Ebediyen azabtadır” âyeti bu sorgunun, hesâbın ismidir. Bunu bilin!..
Sorgunun sonu gelmez.
Azab çekilir biter. Azâbın mâhiyeti de meçhuldür.
Sadaka emir değildir. Mecbûriyet ve mesûliyet korkusu yoktur.
Sadakanın zenginlik, mal, servet, para ile alâkası yoktur...
Sadaka; sözle, güzel lâflarla, iyi hareketle, yardımla, duâ ile herşeyle olur...
Zekât hakkında söylemek izni bende yok... Söylersem cırçıplak kalırsın.


ECİR :
Âhirete âit mükâfat.
Mükâfatın mâhiyetini bilmiyoruz.
Kul ile
HÂLIK arasında gizli bir sırdır.

SEVAB :
Mûcib-i ecir olan fiil, hareket. Sevab, kulu ecre namzet yapar.

GÜNAH :
İnsanın kıymetini korumak, kendi kendine hakâret etmemesi için yasak olan her şey, her hâlet, her türlü duygu ve söz.

FARZ :
Yapılması kâfi olan şeyler.
Farzda mecbûriyet yoktur.

ALLAH ’a, hakîkate yanaşmak için bu mecbûriyet vardır.

VÂCİB :
Yapılması zarûri olanlar.
Hepsinin hülâsası şunu unutma: Kalb kırmak günah, gönül almak sevab...


“Mubah, Helâl, Câiz değildir” gibi kelimelerin mânâları;
“Haramdır, günahdır!” demek değildir.
Bu iş İslâmın en ince meselelerindendir...


“Haram, Helâl, Günah, Sevab, Ecir, Mubah”
Bunları bilmek hem de çok iyi bilmek lâzımdır.
Bunlarda küfre kadar, inkâra kadar giden anlaşılması güç ince tehlikeler gizlidir...


ALLAH ’a şeksiz şüphesiz inanmanın ve inkârın dönüm noktasıdır.
“Kur’ân a mubah giremez.
Bahâne aramak için “*****” dır! bunlar.”


MUBAH :
Ne haram ne helâl olan her şey...
Kur’ân’da açık olarak varsa evet...
Söze, lâfa, uydurma güzel lâflara bakma!..
Buradan bakarak anlayamazsan, öteden bakarak buradakilerini görüp bilenlerden öğrenmeye çalış!..


“ ALLAH ’ım bana her şeyin hakîkatini göster, öğret!” diye duâ eden Rasûlu görmeğe canla başla uğraş!
Kaybın olmaz...


“"Nefsini bilen ALLAH’ını bilir."”

Ne demektir?
ALLAH nefsî arzuları serbest bırakmıştır.
Akıl vermiştir.
Doğruyu yanlışı tefrik için...
Sevmediği hareketleri de bildirmiştir.
O hareketlerin mümessiline de Şeytan ismi verilmiştir.
Her şeyin
HÂLIK 'ı olduğuna göre niçin böyle murad etmiştir?

"“Şirk koşmayın!."” buyurmuştur.
Kime?..
Mücâzât koymuştur.
Mükâfat koymuştur.
Yasaklar koymuştur.


“Rızıklarınızı ben vereceğim!” demiştir.
Hastalıklar yaratmıştır. Devâlarını bildirmiştir.
Hayat vermiştir. Hisler, Duygular vermiştir.
Hepsi değişmez kânun hâlinde...
Her şey başlar, tekâmül eder, sezip anlayamadığınız bir sona gider.

Buğdayın ekmek oluncaya kadar geçirdiği devirleri, safhaları düşün!
Ekmeği tekrar buğday yapmak mümkün değil, koyduğu kânuna göre...
Nedir bu?. Nedir bu âhenk?.
Nedir bu murad bilinmez...
Perdeler.. Tekrar perdeler bitmez tükenmez...


“Ben RABB’ım!
RABB’ınızım! Yani bunların ustası benim!

"Sizin de ustanız benim!” buyuruyor
Beni, ancak nefsi bilirseniz bilirsiniz. Ki nefis de serbest bırakılmıştır!.


Peki nedir bu?..
Kimine göre trajedi, kimine göre komedya, kimine göre hakîkat.


“"Görmediğim ALLAH ’a secde etmem, inanmam!."” diyor.
Kim, biliyorsunuz...
Akıl hudûdunun içinde hem de. . .


“"Benim bildiklerimi eğer bilseydiniz saçlarınızı yolar perişan olurdunuz."” diyor Rasûl-u Ekrem...

“"Bana mağfiret et ALLAH’ım!."” diyor aynı zamanda Nebîyyallah...

Rasûl-u Ekrem bile:
“"Ben sizin rûhunuz için şefaat ederim. Yardım edebilirim ancak!."” diyor. Üzüntü ile...

Cesed ki nefsin emrindedir. Onu siz koruyun...
Mübârek kızı Fâtıma’ya bile:
“"Aman kızım kendini azabtan korumaya çalış!”." diyor….

ALLAH RAHMÂN RAHÎM ’dir.
Sanki bu yaratılışın noksanı varmış gibi.
Gizlice Rasûl’e vahiy ile insanlara bildirmesi için kurtulma çârelerini fısıldıyor.
Zıtdıyetler içinde bilinmeyen bir nizam bir hakîkat…
Mükâfat ve mücâzât.
Cennet cehennem arası bir var oluş...
Nerede dert varsa devâsı da oradadır.
Güçlük nerede ise çözümü de oradadır.
Buğday bir çok merhâlelerden geçerek ekmek hâline gelir.
O ekmeği tekrar buğday yapamazsınız değil mi?
Evet…..
Niçin böyledir?
Ve niçin mümkün değildir, amma herşey böyle değil gibi görünür.
Su buhar olur. Bulut olur..
Tekrar yağmur hâlinde su olur.
Buna evet mi, hayır mi? diyeceksiniz çok dikkat edin.
Burada sizin evet veya hayır demenizde imtihanı kazanmak veya kaybetmek vardır.. Çok dikkatli olun!..
Şirk. Küfür, inkâr. Tastik. Mükâfat veya Mücâzât.
Nihâyet Sırat burada gizlidir...
Nefsin ne olduğunu bilmeden nefsinin ne olduğunu bilemezsin...
İnsanlarda nefisle karışmış ortak hâtıralar vardır. Bunlar nedir?
Birbirleri ile paylaşırlar... Tek taraflı bir şey ifâde etmezler.
Hâtıraları vardır ortak. El ile tutulur. Görülür.
Hâfızasında kalan söz, ses hâlinde hâtıralar vardır.
Bütün bunlar bazen silinir fakat bâzıları güzelliklerini, bâzıları da nefretlerini muhafaza ederler...


“Bir dost bulamadım gün akşam oldu!.”

Damla kul idim
Ummâna daldım kayboldum
Yine bir dost bulamadım!.
Meğer ummânın dostu ben imişim.
Onun dostu olmasam ölüm olmazdı hiç!..

Hakîkî kul ölmez.
Ölüm; nefsin rûhu, cesedi, serbest bırakmasıdır.
Bir şey aramaya, görmeye:
ALLAH ’ın dışında değilsiniz ki onu göresiniz.

Siz kendi kendinizi dışarı attınız. Aklınızla...
Sonra o akılla ne arıyorsun?..

Sadaka emir değildir. Mecbûriyet ve mesûliyet korkusu yoktur.
Sadakanın zenginlik, mal, servet, para ile de alâkası yoktur.
Sadaka Ahsen-i takvim yaratılan bir insanın
El GANÎ esmâsı ile yoğrulduğunun ifâdesidir.
“Sadaka oruçtan efdaldir : Essadaka efdalu mine’s- sıyam.”

Sadaka: Sözle, güzel laflarla, iyi hareketle, yardımla, duâ ile, her şeyle olur.

Zekât emirdir.
Bu emre itâatin altında
ALLAH ’a hakîki îman ve peygamberi tasdik vardır. Bunların altında da HAKK olan ALLAH ’ın rızâsı gizlidir.
Emrin yapılmaması düşüncesi îmânın hakîkî olmadığını ve
ALLAH ’a karşı isyan hâleti doğurur. Ve insanda mesûliyet korkusunu kaldırır.
Zekâtı verilmeyen mal, servet, paranın verilmeyen kısmı da helâl değildir. Haram mıdır onu söyleyemem...

Namaz, oruç, hacc, zekât bunların hepsi dünyâda kullara farz olduğunu bildiği hâlde bunları yapmadığından dolayı azab yoktur. O azâbı dünyâda çeker.
Fakat zekât vermediği takdirde sorgu vardır. Sorgunun sonu gelmez.
Azab çekilir biter.
Fakat sorgu öyle değildir. Sorgunun sonu yoktur. Ebediyen azabtadır.
Bu, sorgunun ismidir..


“Sadaka zekâtdan da büyüktür” Rasûlu Ekrem.
Sadakadan hisse alınması için zekât emr olunmuştur.
Sadaka azâba müteveccihdir. Mal, paraya değil...
Rızık artıklarından sadaka verilmez.
Eski pantolon, ayakkabı, ceket, ölü elbisesi ve malzemesi sadaka olmaz. Belki yardım olur. Dünyâda kalır.
Sadaka ahsen olmalıdır.
Sadaka mânâ itibarı ile
HAKK ’ın Er REZZÂK olduğunu tasdîk etmek, şükretmek, HAKK’ın emirlerine bilhassa zekâtın mikroskobik nüvesidir. Rasûlu Ekrem sadaka kabul etmedi.
Niçin?
Kimsenin rızkına müdâhale etmemek için...

18.3.1985 Pazartesi



Resim

Ecr-Ecir: (C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukâbilinde verilen şey. * Âhirete âid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukâbil, karşılık. Sevab. * Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.
Mucib-i ecir: Ecre sebeb olma.
Namzet: Aday.
Hâlet: Sûret. Hâl. Keyfiyet.
Müteveccih: Yönelmiş, dönmüş. Bir yere doğru yola çıkan. * Birisine karşı iyi düşünce ve sevgisi olmak. İhsan ve iltifat üzere olmak. * Pir-i fâni olmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

NAMAZ..

Mekânda iken lâ mekâna dalmak.
Namazdır...

“Gözümün nûru namaz” buyurmuş Rasûlu Ekrem.
O göz
HAKK ’a bakar.
O, nûrdur demektir.

HAKK ’ı HAKK ile görür...

Cennet, sâfiyet-i ilâhiyede erimek yeridir.
Oradan
HAKK ’ı yâni hakîkati görmeye hak kazanmak lâzımdır.
Semâya bakmak sonsuzluğa, lâ mekâna bakmaktır, iç hakîkati bilmeden dış gerçeği ortaya çıkarmaya çalışmak, bir nevi suda akis gibidir.
Bir şeyin sudaki aksi madde değildir.
Onu maddede, sesde, şekilde, sözlerde maddelestirmeye uğraşmak beyhûdedir.

İlim ve fen: Lâbratuvarda eşyânın, maddenin dili ile düşünür, konuşur.
Sanat erbabı: Fert ve cemiyet olarak arzularını, ızdıraplarını, dertlerini ve çilelerini: Renkde, şekilde, sesde, sözlerde göstermeye çalışır...


ALLAH HAKK olan kelâm-ı celîlinde hepsini hülâsa ederek Rasûlu Ekrem’in ağzı ile insanlara şunu ilân eder :

“Dipsiz semâvâtda ve arzda, ne varsa, ALLAH ’ın Azîz ve Hakîm olduğunu tesbih eder!”
“Yusebbihu lehu”...

Arz nedir? Semâvât nedir? Bunu bil!..
Her ümmetin gönlünde, özünde, nüvesinde
HAKK ’dan bir tad vardır. Peygamber dıştan seslendi mi ümmetin canı içeriden secde eder. Kâinatın tesbihine girer.
Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır.
İnsan, lâ mekânı içine almış bu mekândır.


“Ben kulumla görürüm. Kulumla işitirim.”

ALLAH ’ın kudretleri, güçleri tahammül edeceği miktarda kula verilmiştir.
O kudret ve güçleri
HAKK ’a ne kadar ünsiyet peydâ edebilirsen, icâbında Cenâb-ı HAKK o güçleri yine senin taşıyabileceğin miktarda sana bahşeder.
O zaman herkesin göremediği mesâfelerden görür, işitilemeyecek uzaklıklardan duyarsın.
Ve icâbında cesedi rûhun emrine alarak da tayy-i mekân yapabilirsin...
Bu sözlerimiz;
Bazılarına, imkânsız hatta gülünç gelir.
Bazılarına, olabilir.
Bazılarına, olur gelir.
Bazıları da, bu hâli yaşarlar.

Sen hazreti insanı ne zannediyorsun!..İnsan bir damladır.
Okyanusa düşer ve kendini yok farzederse artık o damla değil okyanustur.
Hayır mı?..
Git...
Evet mi?..
O hâlde gel!..
Okyanusa düşer de boğulacağım diye korkarsa okyanusu inkâr etmiş olur.

Yok:

“Ben neyim Ondan bir damlayım Ona karıştım!” derse Onunla varolur.

“Arzın her yeri mesciddir.” Bu âyetdir.
Ayda olduğunu farzet. Nereye doğru dönerek namaz kılacaksın?

Namazda istikbâl-i kıble:
Kıbleye, Kâbe’ye dönmek demektir. Bu dönme cesede farzdır.
Niyet etmek: Tükcesi şöyledir :

“Şu vaktin namazını kılmaya niyet ettim. Bu, mi’raca gideceğim” demektir. Niyet farzdır. Yani mecbûridir. Rûha farzdır.
Bu niyetde ikrar, mi’racı tasdik ve iman etmek vardır.

“Ben de bu niyetle rûhen mi’raca iştirak ediyorum. Rasûlu Ekrem’in arkasında olarak...”
Burada da Rasûlullah’a îman ve tasdik gizlidir.

“Herşey ALLAH ’da hâzır ve nâzırdır.
O olmasa hiç birşey yoktur” demektir.

ALLAH mekândan münezzehtir. O ’nun indinde mekân mefhumu yoktur.
Ama ben
O ’nu göremiyorum. Görmeye tahammül kudretim yoktur.
Fakat Kâbe vasıtası ile
O ’nun göremediğim huzûruna duruyorum.
Mekânda bana orası gösterildi. Bu dönmek rûha farzdır.
Rasûlu Ekrem ceseden mi’raca oradan teşrif etti.


“Ben de onun başladığı yere ceseden dönüyorum! Arkasına takılıyorum!
Namaz mü’minin mi’racıdır.
Ben de oraya dönerek mi’raca başladım!
Ancak huzura kabul edilebilirim!..”


“Kâbe’yi ziyâretde; ruhânî mi’racı, cesedî olarak ben de tamamlamak için ömrümde bir defa muayyen zamanda oraya gideceğim.
Toplu olarak ümmetin hacc mevsiminde ceseden mi’racına iştirak edeceğim!”
demektir.

Rasûl bir defa ceseden mi’rac yaptı.
Rasûl 5 vakit namazda oraya dönerek ruhanî mi’racını yaptılar.
Onun için namazda bütün mü’minler günde 5 vakitde rûhen mi’racdadırlar.

Namazı terk: Mi’racı bir nevi inkârdır.

“Men tereke’s- salât fakad kefera : Namazı terk küfürdür.” Bu hadisdir.
Burada haccı da inkâr vardır.
Daha ince ve derin mânâda
ALLAH ’a isyan Rasûlu Ekrem’e tasdikde şüphe mevcuttur.
Mekke’den Kudüs’e kadar RASÛLU EKREM mi’raca ceseden teşrif edip orada namaz kıldılar.
Sonra mi’raca teşrif ettiler...
Niçin doğrudan doğruya teşrif murad edilmedi?

Kudüs’e kadar bir vâsıta “BURAK” İle...
Yanında Cebrâil aleyhisselâm refâkat ediyordu.
Ondan sonra, bilmiyorum nasıl oldu bilemeyiz yasak ondan sonrası...
Hudud...Cebrâil bile geçmiyor.
Yalnız olarak lâ mekâna teşrif başlıyor.
Namazda yalnız rûhen mi’rac mü’mine verilmiştir. Ceseden değil...
Bu merhâleleri katetmek lâzımdır.
Onun için namazda konuşmak, birşey çiğnemek rûhun cesede refâkati olur, namaz bozulur.
Çünki; Rasûl’un mi’racı hem rûhen hem cesedendir. Onun mi’racı taklit edilmiş olur.
Cebrâil onun için geçemedi.
Edeben
“geçemem!” dedi.
“Yanarım Yâ Rasûlallah! Senin kıymetini zedeleyemem!” demektir.

“Namazda huzur bulamıyorum” diyorsunuz...
İlk iş, cesedden rûhu ayırmak lâzımdır.
Cebrâil’in yaptığı işi taklit etmek gerek...
Cesede haram lokma sokmamak... Cesedi temizlemek...
Nefsin arzuları rûhu cesede yapıştırır. Bunları kaldırmak gerek.
Sonra abdest, sonra namazın fizikî erkânına
“rükû, secde, erkânına” dikkat etmek...

Yavaş yavaş mi’raca girmek lâzımdır.
Hatırınıza olmayacak şeylerin gelmesi, nefsin cesede yapışıp rûhu bırakmadığındandır. Çarpışmadan çıkan düşüncelerdir.
Bilmeyenler buna “şeytan hatırıma getirdi!” der...
Abdestli bir insana şeytan yanaşmaz! “Yanaşamaz” değil.
Çok dikkat buyurun!.. Ona öyle emrolunmuştur.
Şeytan
ALLAH ’a âsi değildir.
Gizli emirle bir murâdın tecellîsi için vazîfe görmektedir.
Şeytana küfretmek yasaktır.

“ ALLAH ona lânet etmiş ne yapalım!” demek hududdur...

Şeytan
ALLAH ’a itaatkârdır.
ALLAH ’a nasıl isyan edebilir, karşı gelebilir...
Bunların böyle oluşu, murâd-ı ilâhinin dünyâ icâbâtı içindir.
Âhiretde Kur’ân-ı Kerim’de şeytandan bahsedilmemiştir... Bu dünyâya âitdir...
Bunları herkes idrak nasibine mazhar olsa idi, cehennem kendiliğinden sönerdi...
Bu işi karıştıran aşikâre mürşidlik, şeyhlik, efendi hazretliği, bilmem artık neler neler...

“Aman efendim falan zâtı biliyor musun?
Filân yere gittin mi aman ne mübarek, ne mübarek zât!..
Kutbu’z-zaman, Hızırla konuşuyor, her dediği çıkıyor, kerâmetini gördük!..”


Hepsi yalan... Uydurma.
Hızırla konuşan Velî olan; Utangaçlığından bunları söylemez, İzhar etmez “açığa vurmaz” ona haramdır.
ALLAH'ın azâbından tir tir titrer...

15.3.1984 Perşembe..



Resim

Sâfiyet: Saflık, hâlislik, temizlik.
Teşrif: Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
Murad: İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel.
Refâkat: Arkadaşlık, berâberlik.


Resim

هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“ Resim---Huvallâhul hâlikul bariulmusavviru lehu'l-esma ul-husna yusebbihu lehu mâ fis-semâvâti vel'ard. Ve huvel'azîzu'lhakîmu. : O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O, gâliptir, hikmet sâhibidir ” (Haşr 59/24)
Resim
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Münir DERMAN - ALLAH KELÂMINDA “BEN” “BİZ” LÂFIZLARI

Mesaj gönderen Ahmed »

ALLAH KELÂMINDA “BEN” “BİZ” LÂFIZLARI


BEN = Zât-ı Ahadiyetleri...

BiZ = Esmâlarıyla tecellî şekilleri, kudret ve güçlerin ve bütün bu tecellîlerin ustası, yapanı yani “RABB”ı...
Bu doğrudur. HAKK”dır.

Ben= Vahiy = Zât-ı Ahadiyetinden sudur eder.

Biz = Kudret ve kuvvetlerinin tezahürleridir.
Muntazam değişmeyen bir kanun hâlinde...
Maddî ve mânevî ne varsa hepsi dahil...

Vahyin Şekilleri:
1- (Ben) dağa vahyettim.
2- (Ben) Ağaca vahyettim.
3- (Ben) Arıya vahyettim.
4- (Ben) Meryem”e vahyettim.
5- (Ben) Resûl”e vahyettim.
6- (Biz) Nebîlere vahyettik.

Âdem ve bütün Peygamberler göğe bakarak, oturarak, diz çökerek, ellerini göğe doğru kaldırarak, muayyen bir yıldıza bakarak vahiylerini daima gece alırlardı.
Ses olarak alırlardı.

İsa ayakta:
Turda göğe bakarak ellerini kaldırırlardı.
Vahyi daima gece alırlardı, ve muayyen yerlerde.

Musa Turda:
İsa dağda.
Vahiy, bunlara kuvvetli ilham şeklinde adeta duyarak işiterek...

Resûlü Ekrem ise zaman ve mekân olmadan her yerde gece ve gündüz mübârek kalblerine çevrilerek vahiy”i Cebrail”den alırlardı...

”Lâ nüferriku beyne ahadin mir Rusûlih” âyeti kerimesi.
“Ben”, “Biz” Lâfızlarında gizli HAKK”ın murad”ı ve arzusundaki hikmetin ifadesidir bu Âyeti Kerime...

Kelâmın sudur yeri aynıdır:
Musa”ya “İbranice”,
İsa”ya “Süryanice”,
Resûl”e “Arapça” ya çevrilerek gelirdi.

Aralarında Resûllerin fark yoktur lâfzı bunu ifade eder.
Mânâya çok dikkat ediniz!..

BEN = Ruha... Sırdır.
Biz = Cesed”de cari hayy”ın husule getirdiği bütün havas ve hassalar her türlü işleme, ahenk... Kâinattaki...

“Bunların içine dalmak için bazı Âyet-i Kerimeler vardır.
Bunları iyi anlamak gerekir!” demişlerdir...

1 -
”Er rasihûne fil ilim”
“İlimde rasih olanlar”

Rasih kimdir?.

2-
”Fezkirunî Ezkirkûm”
“Beni anınız, ben do sizi anarım.”


3- “Ennellahe Rabbe Rabbeküm”:
“Ben ALLAH, RABB”bım! sizin de RABB”ınızım!”


4- ”Velekad kerremnâ benî Âdem”e”
“Âderm”e kerem olarak hüner ve keramet “Verildi”...

”Verdik” denmiyor.
“Verildi” yani gizli gibi.
Sanki:
“Ara bul!” onu demektir...

5-
”Velezikrullahu ekber”
“En büyük zikir ALLAH”ın zikridir”

”Beni anınız!”
Tavsiye ediyor.
O zaman: “Ben de sizi anarım!”
Serbest bırakmış, sana verileni bulursan…
“Ben de sizi zikrederim!” demek;
Benim zikrime girersin, işte o zikir en büyük zikirdir ki ALLAH”ın zikridir.

6-
”Ekimussalâte”z- Zikrî”
“Benim zikrim için namaz kıl!”

Benim zikrim ne demektir?

7-
”Ene celisu min zikrî”
Ben beni zikredenle hembezmim...


Kur”ân-ı Kerim”de:
Bazen Cenab-ı ALLAH doğrudan doğruya konuşur.
Bazen Resûl”un ağzıyla konuşur.
Bazen ortak gibi başkasının ağzından konuşur.
Bazen yokmuş gibi, başka biri konuşur zannedersin.
“Yarattık”, “Yarattı”, “Yaratacak”, “Yaratıldı” Lâfz-ı celilleri bunu apaçık ifade etmektedir.
Daha fazla söyleyemeyiz...

Aklın eremediğini akla sokmağa calışmakda akla hakaret vardır.
ALLAH”ın yarattığı şeylerde ALLAH”ın kudretini görmeye çalış!
ALLAH”ı ispata kalkmak şüphe etmenin tam kendisidir.
ALLAH”ı yarattığı şeylerle varlığını ispata kalkma!
Kime ispat etmeğe uğraşıyorsun?
Sen bilebildin mi?
Evet mi?
“Evet!”
O hâlde sus.
“Hayır!”sa defol kitabımızı okuma!..

ALLAH”ın dışında değilsin ki onu göresin.
Siz kendi kendinizi dışarı attınız aklınızla...
Sonra o akıl ile ne arıyorsun?..

Hiçlik, yokluk diye bir şey yoktur.
Herşey vardır.
Aklın durduğu ve boşlukta kaldığı hudud, ötelerin ötesidir.
Fakat akıl yine çırpınıyor.
Nedir bu ötelerin ötesi?
Başı da yok, sonu da...
Ne yapacaksın ötelerin ötesini?..
Merak değil mi?..
Öğrendin ne olacak, cevap veremiyeceksin şimdiden söyleyeyim... Tımarhâne...

Bunlara akıl “Ermez” değil...
“Yetmez”...

Elbette açılır birgün perdeler ötenin ötesinden, sana da görünür öteler.
Bu dünya perdesinde...

Bunlara aklı yeten var mı?
Olmaz olur mu!
Bak onlardan birinin söylediklerini söyleyeyim dinle:
Sonra o mübârek zâtın ruhuna abdestli olarak bir fatiha oku.
Abdestsiz fatiha okunmaz ha!..


”ALLAH”ı idrakden âciz olduğunu beşer hissettiği dakikada O”nu idrak etmiştir”.
“ALLAH”ı bulamıyacagını anladığı dakikada insan ALLAH”ı bulmuştur”...


O zaman ötelerin ötesi nedir burnunun ucu kadar yakın olduğunu anlarsın.
Hayır ve evetin dışında cevaplar vardır.

Hataların güzel tarafları vardır.
Ümitsiz olmamalıdır.

Bunları hakkıyle öğrenirsen Resûlü Ekrem”in o zaman:

”Gözümün nûrudur” dediği namazın mi”rac olduğunu anlarsın.

Mekânda iken Lâ mekâna dalmak, kudret âlemine sokulmak olduğunu, namaz nedir anlarsın.

İnsan “Ahseni takvim” yaratıldı.
O hâlde “insan” aklın varamadığı Lâmekânı içine almış bir mekândır.

Akşam ve sabah namazları mi”rac”ta emrolunmuştur.

”Güneş dogmadan evvel, güneş battıktan sonra namaz kıl!” emir böyle...
Bu namazları vaktinde kıl!
Onların kazası yoktur.
Kim ne mırıltı ederse etsin...

Hatta Resûlü Ekrem :

”Süvariler sizi kovalasa bile sabah namazının sünnetini kaçırmayın” diye buyurmuştur.
Bu, Resûlü Ekrem”in sabah namazına verdiği kıymetin gizli ifadesidir.

(Bilmediğimiz bir âlemde) Mi”rac”ta Cenab-ı ALLAH tarafından:
“Güneş dogmadan ve battıktan sonra” namaz kılmak emrolundu.
Arada vasıta yok.
Doğrudan doğruya.
Sonra âyeti Kerime ile te”kiden bildiriliyor.
Kur”ân-ı Kerim”de:

”Sabah akşam namaz kıl!” o kadar.
Miktar yok...
Ondan sonra Cebrail vasıta olmadan, “An-ı vahit”te Mekke”ye döndü...
İmkân âleminden kudret âlemine kendisine vasıta Cebrail”di.
Kudret âleminden imkân âlemine gelmede vasıta yok...

Resûlü Ekrem mi”rac”tan döndüğü gece uyuyamıyor.
Sabah güneş dogmadan Cebrail geliyor, imam oluyor, Resûlü Ekrem”le birlikte iki rekât sabah namazı kılıyor.
Cebrail namazda cehri okuyor.

Akşam”ı büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla bekledi Resûlü Ekrem...
Cebrail ve Mikâil aleyhîsselâm geldiler.
Yine Cebrail cehri okuyarak namazı kıldırdı ikinci rekâttan sonra kaidede otururken Cebrail “ALLAHu Ekber” dedi ve ayağa kalktılar.
Bu arada, Cebrail ile Mikâil kayboldu...

Resûlü Ekrem ne yapacağını bilemedi, hafî olarak bir fatiha okudu veya okumadı, kati olarak bilmiyoruz.
Üçüncü rekâtı tamamladı ve selâm verdi.
Müteakiben iki rekât daha namaz kıldı.
Bu iki rekâtın sebebini açıklamak doğru değildir.
Bize düşmez.
Halvette öğrenmek ancak belki mümkündür.
Haketmiş ise o da...

Hadîste:
”Süvariler sizi kovalasa yine siz sabah namazının iki rekât sünnetini bırakmayın!”
Söylemesi bir tavsiye değildir.
Gizli bir hikmetin ifadesi olduğu gibi, kendilerine has bu nezaket içinde ümmete emirdir.
Çünkü emirin yalnız ALLAH’a ait olduğunu bildiğindendir.

Cebrail Aleyhisselâm ile birlikte kıldılar.
Cebrail”in bu namaza refakati da muhakkak ki emirledir.

Vaktinde kılınmayan sabah namazı öğleye kadar (bilirsiniz) kaza değil sünnet ile birlikte kılınmasına ruhsat verilmesi bundan dolayıdır.
Halbuki sünnetlerin kazası yoktur.

Ertesi günü sabah namazında Resûlü Ekrem Cebrail”i bekledi, gelmedi. Hemen iki rekât sünnet namazı kıldı.
Bekledi Cebrail gelmeyince iki rekât sabah namazı farzı kıldı.
Sabah namazının sünneti Resûlü Ekrem”in şükür namazı oldu...

Bazı kimselere vakit geçse bile akşam ve sabah namazları kazaya kalsa bile sünnetleri de birlikte kılınır.
Sebebini söylemek doğru olmaz.
(Fetva-yi Hindî).

Akşam namazının sünneti için birşey söylememeleri, niçin söylemedikleri de bir hikmete bağlıdır.

Hülâsa:
Sabah ve aksam namazlarını vaktinde kıl!
Nerede bulunursan bulun “sokakta, vapurda, tayyarede, trende” onların kazaları yoktur.
Rekatlarından ziyâde vakitlerinin kıymeti vardır.
Kim ne söylerse söylesin, ne mırıldanırsa mırıldansın bu böyledir...

Mekke”de sabah ve akşam namazları kılınmıştır.
Abdest almak, gusül etmek henüz emrolunmamıştı.
Bunlar Medine”ye teşriften sonra emrolunmuştur.
Resûlü Ekrem yalnız ağızlarını çalkalardı ve:

”Ceddim Hz. İbrahim dua edeceği zaman böyle yaparmış..”

Medine”ye teşriflerinde:
”Hafizu alesselavati ves selatil vusta” âyeti indiği zaman:
”Ara namazları da kılınız!” emri üzerine beş vakit namaz olmuştur.

Sabah akşam namazlarında Melâikeler”de kendi tesbihatını bu namazları vaktinde kılanlarla yaparlar.
Onların vakitlerini bilmediğimizden:

”Sabah namazının sünnetini kaçırmayınız!”
Bir rahmetin kaçırılmaması için Resûl”ün gizli bir tavsiyesidir ümmetine... Unutmayın!..

Sabah vaktinde âlemde hersey başkadır.
Canlı cansız, her şeyde bir sükûn vardır.
Tam bu vakitte âfet olmaz.
O zaman azdır, kısadır.
Seher vaktidir.
O zaman bir rüzgâr eser.
Hayvanlar susar:

”Ven necmû veş seçeni yescudan” âyeti o zaman tecellî eder.
Şebnem o zaman düşer.
Muayyen bir çiçek ve onda “...” bir koku vardır, her şeyde...

Denizde “med-cezir” olur.
Kuşlar zikrederler.
Rızık dağılır.
Yıldızlar bile kıpırdamaz.
Bütün bunlar “Sünnetullah” kanunlarının fizikî, kimyevî, meteorolojik nizamı ile örtülmüş ve perdelenmiştir.
Kâinattaki bütün tabiî kuvvetler maddenin görünmeyen atomlarına ait hareket işleme hâlleridir.
Bütün kâinat, âlem, hareketten ibarettir.
Sükûn yoktur.
Tesbihat budur...
Kemâle erme, gelişme, hareket ve tekâmül vardır.

Eskiyen madde yerine hissolunmaksızın yeni maddeler ortaya çıkar. Herşeyin hakikatini bilmek mümkün değildir.
Hakikatler ya maddî veya mânevî olur.
Maddî ilimler his ve akıl ile, mânevî ilimler keşf ve ilham yollarıyla idrak olunur.
His ve akıl yoluyla idrak olunan maddî hakikatler, dış âlemin yüzünden istidlâl ile hasıl olan hakikatlerdir.
Dış âlemin iç yüzü keşif ve ilham ile hasıl olan ilâhi bilgilerdir.
Kelimesiz, sözsüz bir tebliğin, mesajın sözcüsü medyumu olmak herkesin kârı değildir.

Namazınızın bir kısmını evlerinizde “kılın!” “kılınız!” değil...
Teker teker bir ihtardır.

”Evlerinizi kabirlere çevirmeyin!” Hadîs-i şerifinde Resûlü Ekrem ne demek istemiştir?
Kabirlerde namaz kılınmaz.
“Evinizi kabirlere çevirmeyin!” demekle,
“Evinize de rahmeti çekin!” demektir.
“Eviniz ölü değildir. Nûrlansın!” demektir.

En basit olarak bunu açıklamak da doğru değil...

26.2.1985


Münir DERMAN (K.S.)
Allah Dostu Der Ki III den alıntıdır.



AYETLER - KELİMLER

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
“....ve ma ya”lemü te”vilehu illellah, ver rasihune fil ilmî yekulune amenna bihi küllüm min indi Rabbina, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab : .... Halbuki Onun te”vilini ancak ALLAH bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân 3/7)

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ
“Fezküruni ezkürküm veşküru li ve lâ tekfürun : Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)

إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“İnneni enallahü lâ ilahe illa ene fa'büdni ve ekimis salate li zikri : Gerçekten Ben, Ben Allah'ım, Ben'den başka ilah yoktur; şu halde Bana ibadet et ve Beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (Tâ Hâ 20/14)

إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى
“İnni ene rabbüke fahla' na'leyk inneke bil vadil mukaddesi tuva : Muhakkak ki ben, evet ben senin Rabbinim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!” (Tâ Hâ 20/12)

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِّمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً
“Ve le kad kerramna beni ademe ve hamelnahüm fil berri vel bahri ve razaknahüm minet tayyibati ve faddalnahüm ala kesirim mimmen halakna tefdiyla : Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (İsrâ 17/70)

اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
“Ütlü ma uhiye ileyke minel kitabi ve ekimis salah innes salate tenha anil fahşai vel münker ve lezikrullahi ekber vallahü ya'lemü ma tasneun : (Resûlüm!) Sana vahyedilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 29/45)

أَقِمِ الصَّلاَةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا
“Ekimes salate li düluküş şemsi ila ğasekil leyli ve kur'anel fecr inne kur'anel fecri kane meşhuda : Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsrâ 17/78)


Cehri : Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak.

حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ
“Hafizu ales salevati ves salatil vüsta ve kumu lillahi kanitin : Namazlara ve orta namaza devam edin. ALLAH'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” (Bakara 2/238)


Te”kid : Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama.

Hafî : Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.

Müteakiben : Hemen arkasından.


وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ
“Ven necmu veş şeceru yescudan. : Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.” (Rahmân 55/6)


Tekâmül : Kemâl bulma. Olgunlaşma.

İstidlâl : Dış delillerle analama.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1126
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: Münir DERMAN (k.s) Allah Dostu Der ki III

Mesaj gönderen Ahmed »

TAVAF - UMRE

Esselamu aleykûm!
Yâ Bâkiyyetü’l- cüz’ül cesedi’l- insan!
Yâ Yakud-ul harda!
Yâ El Hacerü’l- Esved!
Şâhid ol!

İşaret parmağını diline dokun!
Sonra parmağının ucunu Hacer’e değdir!
‘Sakladığın sırdan bana görünmeyeni ver!’
Sonra elini çek, elinin üstünü öp!
Elin üstünü sağ gözüne sür!
Sakın Hacer’i öpme!


O gece göreceğin rüyayı kimseye söyleme!
Hiç kimseye...
Kâbe’de bulunduğunuz zaman seferi değilsiniz unutma!
Dışarıda seferi olduğunuzu da unutmayın!


Gece teheccüd namazı kılarsanız.
Mekke’de nerede kalıyorsanız orada kıl!..


Umre’de:
Birinci gün: Sabah ve akşam namazlarını Şafiî taraftan Medine’ye doğru çevrilerek kıl (Güney).
1. 2. 3. günlerde : Öğle, ikindi, yatsı namazlarını Hanbelî tarafta yani Kızıldeniz tarafı (Batı). Arkanı Kızıldenize vereceksin.

2. 3. günü: Sabah-akşam Malikî tarafta yani arkanı Medine’ye vereceksin. (Kuzey).
4. günü: Bütün namazları: Sabah, akşam, öğle, ikindi, yatsı, dönünceye kadar; Hanefî tarafta yani Kızıldenize doğru güneşin battığı tarafa döneceksin.


Medine’ye gittiğin zaman:
Namazlarda sefer’i olduğunu unutma!..
Beş vakit namazı mümkünse Mescîd’de kıl!
Fazla namaza lüzum yok.
Laflara bakma!
Medine’de Resûlü Ekrem’e selâvat getirin!
Hz. Fatıma’nın ruhuna bildiğini oku!..


Nisâ kapısı vardır.
O cihetin dış tarafından Resûlü Ekrem’e münacaatda bulun!
Sebebini o tarafın ne olduğunu da sorma!


Ravzaya yanaşmak, görmek arzusunu firenle!
Kendini zorlama!
Uzaktan münacaat efdaldir.
Yakın tehlikelidir...


Bırak o seni çağırarak yanaştırsın.
Lâflara, arzulara kapılıp da cezbeye kapılma!
Cezbe öteden çekilmedir.
Bunu çok az kimse bilir...


Hatta:
‘Cezbe hâlinde söylenen sözlerden insan mes’ul değildir!’ derler.
Böyle düşünmek insanı küfre götürür.
‘Oradan’ çekilen insan ilâhi cezbededir.
O anda normalde küfür sayılan hâl ve sözlerde bulunmaz, bulunamaz...
Zira o anda:
‘Fâğlem ennehu lâ ilâhe illâllahu’ sırrı içindedir.


‘Bir dost bulamadım gün akşam oldu’...
Damla kul idim ummana dalıp kayboldum.
Yine bir dost bulamadım.
Meğer ummanın dostu ben imişim...


O’nun dostu olmasan ölüm olmazdı.
‘Er refiki’l- alâ’ sözünü unutma!..


‘Herkes ölümü tadacak.’
Lezzet var bunda!

Resim

Resim

Burada:
Kâbe duvar mıdır?
Duvarın hududlandırdıgı saha mıdır?
Çünkü dışarıdan da içeriden de duvara doğru dönülmektedir.
Kâbe emr-i ilâhi ile İbrahim Peygamber tarafından kurulmuştur.
Resûlü Ekrem’in Mekke’de dogması, Kâbe’nin orada olduğundan mıdır, yoksa Resûlü Ekrem’in murad-ı ilâhi sebebiyle Mekke’de doğacağı için mi Kâbe, Hazreti İbrahim tararından kurulmuştur.
Bunları bilmek gerek...


Kâbe dünya yaratılışında ALLAH’ın sır olarak bir muradıdır.
Bunu bilenler vardır.
Aşikârdır.
Fakat ne akla, ne göze, ne düşünceye çarpar.
Zâten asıl sır da budur.
Aşikârdır...


Beş vakit, dünyanın her tarafından Kâbe’ye dönen müslümanlar o anda tavaftadırlar.
Yani Umre’dedirler.
Hacc emir hâlinde bir Umredir, ziyârettir.
Umre de bu emrin değişmez ulûhiyetinin emirsiz şeklidir.


Zekât: Emir olmayan sadakada gizlidir.
Sadakada emrolunan zekâtın nüvesi gizlidir.

Haccda umre, umrede hacc gizlidir.
İtiraz etme, lâfı beğenmezsen zedeleme!
Gül geç!
Ne düşünürsen düşün!
Bir iddiamız yok.
Fakat söylediğimiz doğrudur.
Ben senin bilgine yetişemem. Sen de bana.
Sen yüksekte, baştasın.
Biz ayak altındayız.
Sen haklısın, evet...
Fakat biz de doğruyuz.


Şu küçük söylediklerimize cevap bul!
Gel o zaman dost olalım...
Şimdi dost değil miyiz? diyeceksin.
Dostuz.
Fakat sen kendinin dostusun, bizi dost bilemezsin.
Bu düşünce ve görüşünle.


Dinle hele:
Resûl’e vahiy geliyor, bunu Cebrail getiriyor.
Nereden getiriyor?
ALLAH’ın yeri var da oradan mı getiriyor?
O hâlde ALLAH başka yerde, Resûl başka yerde mi?
Haberler, emirler gönderiyor.
Kadir gecesi Kur’ân indiriliyor.
Nereden?
Mi’rac’a teşrif ediyor Resûlü Ekrem...
Ne zaman var, ne mekân var diyoruz.
Aklımızda zamanı da mekânı da kendimiz kuruyoruz, icad ediyoruz...
Bu ‘küfür’ dür.
Yani yanlıştır.
Böylelikle aklımızla her şeyin hazır ve nazır olandan ayrılıyoruz.
Haberimiz olmadan.
Bu gaflet ve şirktir.


Kimisi demiş:
‘Görmediğim ALLAH’a secde etmem!’


Resûlü Ekrem :
‘Ölmeden evvel ölün.’
‘Nefsini bilen ALLAH’ını bilir.’


Bu bilgisizlik, idrak edememezlik bir perde ile ayrılmıştır.
O perde ‘nefis’ dir.
‘Nefis nedir?’ onu bilmek gerek.
Ondan sonra konuşalım...


Allah Dostu Der Ki III den alıntıdır.



Esselamu aleykûm : ALLAH’ın selâmı üzerinize olsun!

Yâ Bâkiyyetü’l- cüz’ül cesedi’l- insan: Ey yaratılan insanoğlunun cesed toprağındab kalan parça!

Yâ Yakud-ul harda! : Ey yeşil yakut!

Yâ El Hacerü’l- Esved! : (El-Hacer-ül Esved) Kâbe'de bulunan meşhur siyah taş. Rengi siyah olduğundan "Esved" denmektedir. (İslâm Ansiklopedisi'ne göre: Kâbe'nin şark köşesinde olup, yerden bir buçuk metre yükseklikte kapıya yakın bir yerde yerleştirilmiş, üç büyük ve bir kaç tane de küçük parçadan müteşekkil ve gümüş bir halka ile çevrili ve bir adı da El-Ruh-ul Esved denilen taştır.)Rivayetlere göre; bu semavi bir taş olup Hz.İbrahim Aleyhisselâm'a Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildi. Daha evvel Ebu Kubeys Dağı'nda muhafaza ediliyordu.Hz. Ömer Radiyallahu anhu, Hacer-i Esved'e yaklaşıp öpmüş ve demiştir ki; "Çok iyi bilirim ki, sen zararı ve menfaatı olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seni takbil ettiğini görmese idim, aslâ seni takbil etmezdim (öpmezdim.)" (Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi) Kâbe'nin şark köşesinde ve yine yerden bir buçuk metre yüksekte diğer bir taş, El-Hacer-ül Es'ad (Mes'ud) da vardır ki; tavaf esnasında buna yalnız el ile temas edilir.


فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ
’Fâğlem ennehu lâ ilâhe illâllahu’ : (Ey Muhammed!) bil ki ALLAH’tan başka ilâh yoktur” ( Muhammed 47/19)

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُم بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ
’Küllü nefsin zaikatül mevt ve nebluküm biş şerri vel hayri fitneh ve ileyna türceun : Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.’ (Enbiyâ 21/35)


Hacc : Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve hâli vakti müsait olan her müslümana farz olan, Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Şerif'i usulüne uygun olarak Arabi Zilhicce ayı, Kurban Bayramı günlerinde bir defa ziyaret etmek.Farz olan hacca, Hacc-ı Ekber denildiği gibi, umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Maamafih arefe günü cumaya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilir.

Umre : Ziyâret. Hacc mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir.

Tavaf : Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları.
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Cevapla

“► Münir Derman(k.s) Eserleri” sayfasına dön