Her Evlât Bir Emanet

Cevapla
Kullanıcı avatarı
der-ya
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 853
Kayıt: 29 Eki 2011, 07:01

Her Evlât Bir Emanet

Mesaj gönderen der-ya »

Her Evlât Bir Emanet

Afra Dayı / Deneme - Ağustos 2014

Resim

Kat kat ülfet perdeleriyle örtülmüş zihnimiz, bahşedilen nimetlerin genellikle hakkımız olduğunu düşünür; onların birer lütfu İlâhî olduğunu hatırlamaz. Bir çocuğumuz mu olacak? Elbette doğacak, büyüyecek… Onu ellerinden tutup okula götüreceğiz. Başka bir ihtimal olabilir mi!?

Evet olabiliyormuş! Bebek, hiçbir sebep yokken erken doğabilir, Hastane mikrobu kapıp haftalarca yoğun bakımda kalabilirmiş. Zavallı anne, 'benim' dediği bebeği için hiçbir şey yapamayabilirmiş. Günlerce yoğun bakımın kapısında gözyaşlarıyla beklenir, doktorların söyledikleri yetmez; jest ve mimiklerden mânâlar çıkarılırmış.

Dualar edilir, Yasinler okunur, tefriciyeler çekilir, kurbanlar adanır; ama buna rağmen belki de Rabbi hoşnut edecek asıl sözler dudaklardan dökülmeyebilir, kalblerden geçmeyebilirmiş. Annesinin bırakıp gittiği bebeklere ağlanır, kucağında bebeğiyle giden annelere gıpta edilirmiş. En çok da "Daha gençsin, yine olur." diyenlere sitem edilirmiş. Yirmi gün oldu, bari bir defacık kucağıma alsaydım, kokusunu içime çekseydim, düşüncesiyle minik yavru ancak uzaktan uzağa sevilebilirmiş. Yoğun bakımdaki küvezini boş görünce dünya insanın başına yıkılır; ama "Lütfun da hoş kahrın da…" demek akıllara gelmezmiş. İnsanoğlu gerçekten aciz ve gerçekten gafilmiş.

Uykulardan bazen sıçranarak, bazen ağlanarak ama her seferinde kollar bomboş uyanılırmış. Dünyada bir bebekler, bir de onlara kavuşmayı bekleyen anneler var zannedilirmiş. "Senin bebeğin nerede?" sorusuna muhatap olmamak için kimseyle göz göze gelinmez, hastane içinde dolaşılmaz, küçücük odanın Karacaahmet manzaralı penceresinden dışarıda yağan kar seyredilirmiş.



Bütün bunları fark etmem, kısacık bir ânda oldu. Annesinin hastanede terk edip gittiği zavallı çocuğu kucağımda tutuyordum. Hemşirenin işi vardı. "Benim" dediğim bebeği beslemesi lazımdı. Kendimi tebessüm ederken yakaladım birden. "Acaba ne olacak?" İradem dışımda gelişen, farkına varmadan harfiyen uyduğum bir senaryoyla çepeçevre kuşatıldığımı hissettim. "Acaba ne olacak?" En keyiflisi sabredip, bekleyip görmek dedim. Değiştirmeye değil, sadece istemeye muktedir olduğum bir dünyada yaşıyorsam eğer, elimden gelen, tebessüm etmekten başka nedir ki?

Musibet dediğimiz her hâdise aslında bir duanın vaktiymiş. Ben de o ân yoğun bakımın kapısında kucağımda terk edilmiş bebekle dururken duamı bulmuştum: "Rabbim, biliyorum ki, benim evlâdım dediğim kişi, senin kulundur ve benim mümin kardeşimdir. Lakin madem bu dünyada kulunu emanet etmek için beni seçtin ve hattâ kendisini göndermeden sevgisini yüreğime yerleştirdin, onun büyüdüğünü görmeyi de bana nasip et. Veren de Sen'sin alan da Sen. Daha kendi emanetimi kucağıma alamadım, şu terk edilmiş yavruya sarıldığım gibi, emanetine de sarılmayı bana nasip et. Varsın, Birsin, Rabb'imsin. Kuluna Sen'den fazla merhamet edecek değilim. Ey Rabb'im, lütfun da hoş, kahrın da. Sen'in muradından başkasını dilemeye gücüm yetmez."

Belki daha da devam edecektim; ancak hemşirenin gülen gözleri mâni oldu. "Battaniye getir, bebeğini kendin besleyebilirsin." sözünün neresini anlamadım bilmiyorum; ama merdivenin son basamağında ancak durumu idrak edebildim. Odaya girdiğimde sadece "Anne, battaniye!" diyebildiğimi hatırlıyorum.

Gözlerimizi kuvvetli bir akıntının ortasında açıyoruz. Nereden geldiğimizi, ne kadar devam edeceğini bilmediğimiz bir yolculuğa başlıyoruz. Çoğumuz şanslıyız. Bizi teskin edecek yumuşacık kucaklara başımızı gömebiliyoruz. İrademizle gelmiyoruz, irademizle gidemiyoruz. Ağaçlar geliyor, meyvelerini cömertçe ikram ediyor, dallarında kuşları, gölgesinde insanları ağırlayıp sessizce çekilip gidiyor. Bulutlar gelip geçiyor başımızın üstünden hiçbiri başıboş değil.

Ama insanız ve aczimizi fark edemeyecek kadar da aciziz. "Gören biziz; çünkü göz bizim." zannediyoruz. Ya gözümüze giren ışığı yollayarak kâinatı görünür kılan Güneş, o kimin? Mutluyuz; çünkü yetiştirdiğimiz evlâtlar bizim, zannediyoruz. Ya onları şekilden şekle sokan milyarlarca benzerinin içinde biricik, eşsiz yapan kim?

Sonsuza giden yolculuğumuzda biraz güneşlenip olgunlaşmak için mola verdiğimiz bu gezegende şikâyet edecek neyimiz var? Verdiği gözlerle göremiyorsak, kulaklarla işitemiyorsak, kalbimizle duyup sevemiyorsak, insan kardeşlerimizi kucaklayamıyorsak kabahat kimin? Mola yerleri mola vermek içindir, kalmak için değil. Kendimize ait olmayan evin kusurlarından dolayı neden kendimizi yoralım ki. Kurgusunu bizim yapmadığımız bir hikâyede akışı ne kadar değiştirebiliriz ki?

Bunları rahatça söyleyebiliyorum; şükürler olsun ki, on üç yıldır aynı evde yaşıyoruz doktorların "Yaşamaz." dediği, ama Rabb'imin yaşamasını murad ettiği yavrumla. Artık biliyorum ki, dünyada bedelsiz lezzet yoktur. Sabırla ödenen o bedeller de sonsuzluk yurdunda sonsuz nimetler olarak bizi bekler. Ve insanoğlu gerçekten acizdir, Rabb'iminse gerçekten her şey gücü yeter.
Eğer göğün yedi kat üstüne çıkmaksa niyetin, Aşktan güzel merdiven bulamazsın.
Eğer aşkı bulmaksa niyetin, Aramadan duramazsın. -
Yunus Emre.k.s
Cevapla

“Hikaye, Makale ve Yazılar” sayfasına dön