Sarı

Cevapla
Kullanıcı avatarı
ahsen
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 246
Kayıt: 11 Şub 2007, 02:00

Sarı

Mesaj gönderen ahsen »

Sarı

Ahsen Yıldız Köseoğlu

Güneş, tek parça bulutun olmadığı berrak gökyüzünde parlıyor, etrafı yakıp kavuruyordu.
Gün, öğle vaktini geçmiş olmasına rağmen sokak araları, caddeler, sıcağın vızıldadığı cansız bir ıssızlığa sahipti.
Kasabada binalar yerden yükselen ısının ardından dalgalanarak hareket ediyormuş gibi görünüyordu.

Şimdi şimdi saklandıkları kuytu gölgeliklerden birer birer çıkan kediler, köpekler bu işgalin sona erdiğini haber veriyordu.
Ön ayaklarını ileri yaslayıp kıçını dikelterek gerinen hayvanlar bir yandan esnerken bir yandan da ne olduğunu anlamak ister gibi boş bakıyorlardı çevrelerine.
Hatırladıkları bir işe yetişir gibi çabuk çabuk yürümeye başlıyorlardı sonra da.
Karşılıklı kapıların sıralandığı sokaklarda eski ahşap kapıların ardından kısa pantolonları ve sıska bacaklarıyla oğlanlar dışarı çıkmaya başladı teker terker.
Ellerinde uzun bir tele takılı plâstik arabalarla yan yana durup yapacakları yarış için sıra oluşturmaya başladılar.
Durgun, sıcak, sıcağın altında bunalmış bir kasabada hayat oğlan çocuklarının araba yarışlarıyla hareketlenmeye başlıyordu böylece.
Tele takılı arabalar önde oğlanlar arkada “başla!” komutuyla olanca güçleriyle koşuyorlar sokak arasında.

Çocukların sesleriyle şenlenmeye başladı hayat.
Kadınlar birer ikişer avlularına su döküp süpürmeye başladılar.
Komşuluklara su yürüdü.
“Napan gız!”
“Nolsun Sıkmacı Ebe, heç işte.”
“İşin yoğusa gel de iki laflayak.”
“Olur ebe, hele bi ıhlamur edem de oturak.”
Kadınlar evlerinin önünde, üçer beşer kümelenip yüksek taşların üzerinde oturup öğlen sonunu geçirmeye başladı.
Oturuşları, şalvarlarının ve kalçalarının ısınmış taşlar üzerinde yayılışıyle hakimiyete benzer, iğde yemeye, mekik yapmaya, gevezelik etmeye adanmış gibiydi.
Kimilerinin yanında solgun yanakları, içe kaçmış gözleriyle etrafa sıkkın bakan küçük kızları vardı.
Analarının bacağına yaslı neredeyse sayıklar gibi bilinçsizce iğde yiyorlardı.
Kulakları analarının konuşmalarında gözleri oğlanların oyununda öylece duruyorlardı.
Kız çocuğu olmak, geriden gelenlerin bezginliğini üzerlerine şimdiden yüklemişti.
Başkalarının yaşıyor olmasını, istediklerini yapıyor olmasını sokakta koşturup bağıra çağıra konuşuyor olmasını kızlar izleyerek ödüyor, meşrulaştırıyordu.
Bu, dengeydi.
Havada ağız kurutan bir toz kokusu, kapı önlerinde laflayan kadınlar vardı.
İmrenen ama çaresiz bakışlarla izliyordu küçük kızlar oynayanları.

Tam da bu sırada köşeyi dönüp sokağın başında göründü, elindeki yıllanmış bastonu ile Ferit Dayı.
Ağır ağır önce bastonu sonra da ayaklarıyla adımlıyordu toprak yolu.
Yüzlerce kere gidip geldiği çocukluğunu geçirdiği bu sokakların sanki bilinmeyen topraklarmış gibi önce bastonu ile yokluyor sonra adımını güvenle atıyordu ihtiyar.
Bastonu, her adımının sağlaması gibiydi.
Baston yere değmeden adım yere değmiyordu.
Ya güvenecek bastonundan başkası yoktu ya da alışkanlıkları, hayatının temel hareketi, amacı haline gelmişti yıllarca önce.
Ferit Dayı yaşı altmış- yetmiş arasında duralamış, kamburca kırçıl saçları misk kokan sakallarına karışmış, güzelce bir ihtiyardı.
Ne şişman ne zayıf olan gövdesi, yavaşlatılmış zaman çekimi gibi ağır ağır hareket ederdi.
Geçmişten ayrılamayan, bu günle buluşamayan hali tam da kasabalılara özgüydü.
Zaman asılıydı.
İnsanlar sohbetler sıcak hep o aynı değişmezlik penceresinde asılıydı. İplere asılı alatavlı çamaşırlar gibi, asılıydı.
O denli elle tutulur bir durgunluk hali vardı. Sokaktaki hareketlerde.
Ferit dayı sokağı, kadınları, iğdeleri, sohbetleri, oğlan çocuklarının kaldırdığı tozu bile ürkütmeden, çekinircesine yürüyordu bastonuyla. Evlerin gölgeliklerinde, kümelenmiş kadınlar yaşlı adam geçerken ayağa kalkıp susuyordu.
Bu bir gelenekti.
Ataya, adama tanınan öncelik kendilerini hep erlere göre konumlama geleneği.
Bunu görmemek için kafasını bile kaldırmadan ağır ağır geçiyor Ferit Dayı.
Bu ona da dayatılmış bir efendilik rolü.
Eline bakarak, bastonunu tutan elinin üzerindeki yaşlılık lekelerine bakarak yürüyor.
Deri muşamba gibi pürüzsüz lekeler kahve telveleri gibi fallı.
Öbür eli keten ceketinin cebindeki otuz üçlük tesbihin ufak tanelerini usul usul deviriyor.
Ceketinde bu taneleri devirmenin titreşimi ağır ağır gidiyor.
Zaman çok, ömrünün uzatmalarında yapacak hiçbir şey yok.
Kadınlar, çocuklar, oyunlar, evler o yürürken devriliyor geriye doğru.
Sabit kalan toz tadı ve sıcak.
Fert Dayı, araba yarıştıran oğlanların – onlar farkına bile varmıyor, geçtiğinin – arasından geçerek yaklaşıyor kestaneli kahveye.
Bu kahve kasabanın tek buluşma yeri tabi işsiz genç erkekler ve emekli olmuş ya da yaşlanmış adamlar için.
Torun sahibi olmuş artık hayatın cebinde onlara sunulacak hiçbir heyecan hediyesi kalmayan bu yaşlılar asıl müdavimleri kahvenin.
Onlara geçen zaman herkesten daha yavaş geliyor.
Özellikle akşam üzerleri yaşadıklarını kendilerine kanıtlamak zorunluluğu kaçınılmaz oluyor.
İşte bu ihtiyarları bu zorunluluk sürüklüyor her öğleden sonra kahveye.
Kahve, kasabanın sahip olduğu en yaşlı yaban kestanesinin yanında olduğu için adını halk öyle koymuş.
Kestaneli kahve…
Vakti, saati geldiğinde dikenli kabuklarının içinden yere düşen kestaneler var ortalıklarda.
Yere düşen yaban kestanlerinin neredeyse kimse farketmiyor artık.
Yanlışlıkla onlara değen bir pabuç az öteye iteliyor kimilerini.
Gerisi ise belki de yok olana kadar düştükleri yerden kımıldamıyor bile.
Her zamanki ağacın altında sarı sandalyelerin üzerinde iğreti oturan adamlar, her zamanki karbonatlı çayları yudumluyor arada bir.
Her zamanki konuşulacak bir şey yok konuları geveleniyor ağızların loş, nefes kokan kuytularında.

Ferit Dayı, ulaşıyor buraya.
Bir eli tesbihin imamesindeki püskülle oynarken diğer eli bastonunun boğazında neredeyse hiç yorulmadan ulaşıyor.
Usulen selamlaşmalar, baş üzerinde giden gelen eller ağır ağır.
Ağacın gövdesine çok yakın bir sandalyeye oturuyor.
Bastonunu yaslıyor masanın ucuna.
Düşmesin diye ucunu kaydırıp boğazından destekli dayıyor masaya.
Bir derin soluk veriyor.
Yorgun değil ama buraya gelirken gördüğü her ayrıntıdan genzine dolan toz tadından, ıhlamur kokusundan ve çocuk seslerinden çok iz var üzerinde.
Ruhu ağırlaşmış çok uzun zamandır.
Kambur bir hammal gibi...
Bu yaştan sonra, yaşıyor olmak bile çok yorucu.
Ağır ağır yaslanıp arkasına çevresine bakınıyor.
Sanki gene de yeni bir şey, heyecan verici eskiden kalmış bir çift dost göz, yapılacak işlerin heyecanını paylaşacak bir yaren, yepyeni ama eskinin güvenini tanımlanmaz huzurunu sunan bir koku...
Her zamanki kahve, her zamanki müdavimler, her zamanki yaban kestaneleri yerlerde.
Ellerinin üzerindeki kirli önlüğe kurulayarak geliyor.
Çaycının zayıf genç çırağı:
“Emmi hoş geldin, erkencisin bugün!..”
Onun da hayatının vazgeçilmezi müşterilerinin geliş gidiş saatleri, değişmez siparişleri, sandalyelerin düzgünlüğü, çaya katılacak karbonat...
Masanın üzerine düşmüş bir iki yaprağı, çöpü iteliyor eliyle.
Yapış yapış üzerini incecik toz kaplamış, solgun çiçekli muşambayı silmeye bile gerek görmeden.
Sonra az ilerideki iki sandalyeyi masa içine doğru düzeltiyor.
Elini önce alnına sonra da tersinden kalçasına doğru yaslıyor.
Ağırlığını bir ayağına devirip cevap bekleyen ama umursamayan, yapacak hiçbir acele işi olmayan ama cevabı almasını da bir o kadar iş olduğunun bilinciyle bakarak bekliyor, dayının az ötesinde çırak.
Bir yandan ileride görünen evlerin önündeki kadın kümelerine bakarak göz ucuyla bekliyor çırak.
Dayı da bekliyor.
Geçmek bilmeyen zamanın geçmesini, şu ağır sıcağın altında yapacak bir şeylerin çıkmasını.
Hayatın kendisine bir şeyler ifade etmesini ve hayat için mühim olabilmeyi bekliyor.
“ Hiç işte oğul evde geçmek bilmedi vakit. Bi kahve istediydi de canım.”
“ Kahve ha?..”
Kahve, akşam yemeklerinden sonra ya yeni gelin elinden ha hanımın elinden belki – varsa – taze kız elinden erkeğe sunulan ikram, ödül.
Var olduğu için, kadın başını boş bırakmadığı için, evin direği olduğu için.
Acı, köpük köpük üzeri.
Ama Ferit Dayı nicedir yapayalnız yaşar, damındaki asmaların çoktan kuruduğu taş yığma evinde.
Ferit Dayı kendisi bile şaşıyor, canının kahve istemesine.
“He ya, kahve! Acısından iyi bi kahve yap bana.”
“ Eee iyi ya!”
Son bir nazar atıyor, kadın kümesine doğru çırak ve içeriye doğru yürüyor.
Yarısı cam çerçeveli tek göz kahvehaneye giriyor.
Kahvehanenin içi loş ve sıcak.
Kirli camın ardındaki çırağın ocağın gerisindeki silüeti yüzyıllarca önceden kalma, orada öylece devinirmiş gibi geliyor onu izleyen dayıya.
Tam dalınmamış uyku aralığında.

Kestane ağacının koruyan gölgesinde her şeye bundan yüz yıl evvel de böyleydi; yüz yıl sonra da böylece kalacak sanki.

Sol kolunun uyuşukluğu artıyor Ferit Dayının eğilip yerden eskimiş mestleriyle beraber giyildiğinde sıkan kara lastiklerinin yanından bir kestaneyi alıyor.
Dikenli muhafazasının içinde pürüzsüz yüzeyleri birbirine yaslı iki yaban kestanesi.
Dayı önce usulca ayırıyor, nasırlaşmış parmaklarıyla kabuğu kestanelerden.
İki kestane düşüyor avucunun kayış gibi olmuş derisine.
Kestaneleri sol elinde tutup açıp açıp kapatıyor avucunu.
Uyuşukluk nicedir kıpırtısız, gizli ama sessiz, orada kolundan göğsüne doğru yaslanmış bekliyor.
Uslu kızların anasının dizine yaslanıp uyuması gibi sâkin.
Açıp avucundaki iki parlak kahverengine bakıyor.
Dokuları üzerindeki iç içe, birbirlerinin titreşimlerini izleyerek dolanan ince çizgilerine dokunuyor kestanelerin.
Yaşlılıktan, çalışmaktan yorulmuş kalınlaşmış elleriyle.
Kestanelerin üzerindeki açık tondaki çizgiler, bastonunun üzerindeki ağaç dokusunu hatırlatıyor.
Ellerindeki derinleşmiş çizgiler, bastonundaki ağacın çizgileri, kestaneyi çevreleyen çizgiler hep aynı.
İç içe titreyerek kendi etrafında dolanıyor.

Kahvecinin çırağı getirdiğinde kahveyi Ferit Dayıyı avucundaki kestanelere bakarken buluyor.
“İşsizlik!” diye geçiriyor içinden,
“Hiç mi görmedi sanki!..”
Kahveyi bırakırken masanın üzerine dumanı tütüyor, ılık rayihası yükseliyor.
Ferit Dayı, saklıyor elindekileri,
“Sağ olasın!” diyor ağzının içinde geveleyerek.
Kahvenin köpükleri parlıyor ikindi güneşinin altında.

Ferit Dayı kahvesinden bir yudum alıyor ama usulünce höpürdeterek değil.
Kahvenin acı tadı yerleşiyor ağzının içine.
Şükrediyor içinden dayı fincanı tabağına bırakırken.
Birazı içilmiş kahve fincanı, kadim yaban kestanesi ağacı, genzinde kahvenin acı tadı arkasına yaslanıyor.
Uzanıp boğazından iki eliyle tutuyor bastonunu.
Bakışları dalgınlaşıyor, öne doğru eğiliyor, çenesini ellerinin üzerine dayıyor.
Elleri nerede bitiyor, bastonun ağacı nerede başlıyor; hiç ayırt edilemiyor.
Yaşlanmışlar.
Yıllanmışlar.
Tepeleri hışırdıyor ağacın, gizli fısıldaşmalarla.
Altında yaşlı bir adam unutmuş kahvesini gözleri çok eskilerden bir şeyleri izliyormuş gibi dalgın bakıyor.
Uyuşması sızıya dönüşünce doğruluyor Ferit Dayı.
Kahvesini görüyor, alıp eline fincanı titreyen eliyle götürüyor ağzına.
Soğumuş kahveyi iki üç yudumda bitiriyor.
Şükrediyor içinden.
Cebinden bozuk metal paralar çıkarıyor.
Çiçekleri solmuş muşambanın üzerine bırakıyor.
Masada duran iki kestaneyi koyuyor cebine, tesbihinin yanına.
İkindi okunmak üzeredir.
Kalkıp câmiye gitmeli.
Câmide abdest tazeleyip namaza durmalı.
Ağır ağır davrandı, bastonuna abandı kalktı yerinden.
Oturanlarla usulen eliyle selamlaştı.
Artık anlatacak hiçbir şey olmadığını herkes bildiği için yetiyordu iki el işareti; selama da vedaya da.
Gene bastonunun ardında câminin yolunu tuttu.
Kahvenin yanından ince bir sokak geçerdi.
Bu sokağın üzerinde bakkalın yanındaydı kasabanın iki câmisinden biri.
Uzak olana gitmeye yüksündü.
Sol kolundaki sızı ısırmaya başladı.
Yakın câmi, kestaneli kahveye yürümeyle yedi – sekiz dakikalık mesafedeydi.
Ferit Dayı yalnızdı.
Zaman onun hayatındaki en ağır taştı.
Uğraşacak ne işi vardı ne de kimsesi...
Şiddetle ihtiyacı vardı zamanı yadsımaya.
Hayatının bu devresinde en çok kendine kanıtlanması gereken bir şeydi, yaşıyor olduğu.
Bunu kendine ıspat edebilmek için günün bölümlerine çeşitli işler atfetmişti.
Kahveye gitmek, câmide namaz kılmak, yavaş yürümek...
Önünde asla bitiremeyeceği kadar tepeleme doldurulmuş bir tabak yemek gibiydi zaman.
Zamanı doldurmaya çalışarak yalanlıyordu; yaşadığını kanıtlıyordu kendine ağır hareketleriyle.
Hareketleri hem şimdinin hem geçmişinin pelerinini sürükleyerek var ediyordu Ferit Dayıyı.
Ama şimdi bu sızı...
Sanki altına saklandığı taş kaldırılmış gibi olmuştu.
Yol uzamıştı, ömrü uzamıştı, sancısının boyu uzamıştı…
Ne çok ölüm görmüştü tüm hayatı boyunca.
Ama düşüne düşüne eskitmişti tüm anıları.
Artık hiç biri onun bile değildi.
Eskiyen kabuklar gibi içinden çıkıldıktan sonra teker teker kaybolmuştu anıları.
İşsizlikten bilinçsizce yenen ay çekirdekleri gibi.
Avuç avuç boş, kabuklu yalnızlığı.
Bu yol bu kadar uzun muydu ki, diye geçirdi içinden.
Sızısına sevinç karıştı belli belirsiz.
Yine de o, aynı yolun uzunluğunu bunca yıla rağmen farklı hatırlıyor olmasına gizliden gizliye sevindi.
Tüm ayrıntılarına kadar alışılmışlarla örülü hayatında yolun uzamasına, yanılmasına ya da yanıldığını sanmasına kalmıştı artık, heyecanı sevinci.
Câminin taş örme kapısına yaslandı sol omuzu ile.
İçimdeki kasvet sıcaktan mı; kahveden mi, diye düşündü.
Başını göğe doğru kaldırdı.
Acımasız, bulutsuz, pırıl pırıl, berrak gökyüzü.
Elini yumruk yaptı, koydu göğsünün üzerine, bastırarak oğuşturdu.
Bir ağaç dalını gövdeye sürtünüşü canlandı usunda.
Kahvenin telvesindeki kara gölgeler dolmuş gibiydi gönlüne.
“Hayırlısı, çok şükür!” diye mırıldandı kuru dudakları.
Câmi her vakit boş olurdu.
Kasaba ölgündü, hava sıcaktı.
Câminin kaderi sadece ramazan ayında teravih namazında biraz değişir, kahvenin müdavimleri -yaşlı olanları- akşama da namaza gelirdi.
Ama şimdi yaz sıcağında, ramazan değildi, câmi boştu.
Ağır ağır oturdu çeşme başındaki sabit tahta taburenin üzerine Ferit Dayı bastonunu dayadığı yandaki taburenin üzerine çıkardığı keten ceketini koydu.
Cebinde iki yaban kestanesi olan keten ceketini.
Yekindi, yenleri aşınmış gömleğinin kollarını sıvadı dirseğinin yukarısına dek.
Abdest almaya hazırdı şimdi.
Öne doğru eğildi.
Ellerini uzattı akan çeşmenin altına.
Ellerinde kayıp dökülüyordu su hayat gibi.
O kadar yaşlıydı ki elleri, o kadar yorgundu ki çizgilerinin arasına bile girmeden, neredeyse hiç ıslatmadan dökülüyordu su avuçlarından.
Usulünce yıkadı ellerini birbirine sürterek.
Avuçlarını birleştirip su doldurdu.
Dudağının ucunda mırıl mırıl dualarının kıpırtısı ile baktı Ferit Dayı avucundaki suya.
Acıyla doldu içi…
Avucunun içine dolan berrak su, ağlamak isteği uyandırdı içinde.
Yorgundu, yıllardan beri var olan onu kuşatmış olan lanetli yalnızlığıydı onu bu kadar çok yoran…
Bir türlü inkar edemediği yok sayamadığı.
Sahibi olduğu tek şey yokluktu.
Sevinci, heyecanı, öfkesi, hevesi, işi, kimsesi yok.
Onun her şeyi içine alıp doymaz bir iştahla yutan yokluğu vardı sadece.
Ömrünün sınırlarıydı bu yalnızlık bu yokluk.
Dünyanın ucundaki fenerdi...

Başını ağır ağır eğdi suyu akan çeşmeye yasladı alnını.
Musluktan akan suyun sesi ömrünün tüm konuşmaları gibi çoğul, hep bir ağızdan doluştu kulaklarına.
Hangisini dinlemeli bilemedi.
Suyun gidere doğru akışını, akan suyun doldurduğu dar kenarlı arkı gördü.
Suyun altındaki taşların kaygan görüntüsü…

Müezzinin yalın sesi duyuluyordu.
Sıcak, çıplak, durgun kasabada dalga dalga yayılarak :
“ALLAHU EKBER! ALLAHU EKBER!..”
Cevapla

“Hikaye, Makale ve Yazılar” sayfasına dön