BALTA AYAKLILAR

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

BALTA AYAKLILAR

Mesaj gönderen Gul »

Balta Ayaklılar

Resim

Saat on ikiyi gösterince, masanın üzerine yığılmış onlarca dosyaya aldırış etmeden elindeki işi yarıda bırakıp öğle yemeği için bürodan çıktı. Hava o kadar sıcaktı ki, bürodan dışarıya adımını atar atmaz bir damla ter burnunun üzerinden şıp diye yere damladı. Elini, beyaz üzerine mavi çizgili gömleğinin cebine götürüp mendilini çıkardı. Mendili dörde katlayıp önce alnına, sonra burnuna, sonra çenesine, sonra da yanaklarına sürüp tekrar cebine yerleştirdi. İçine cüzdanını, anahtarlarını ve gözlüğünü koyduğu küçük el çantasını açtı. Çantanın içinden siyah çerçeveli güneş gözlüğünü çıkardı, taktı. Gözlük camı kirli olduğundan etrafı net olarak göremedi. Gözlüğünü çıkarıp mendiliyle sildikten sonra tekrar taktı. Her gün yemek yediği lokantaya doğru yürüdü. Şehrin en işlek caddesindeydi. Arabalar etrafından vızır vızır geçiyor, insanlar aceleyle yürüyor, sokak satıcıları ellerindeki malları satmak için bağırıyor, mağaza görevlileri içeriye müşteri çekmeye çalışıyordu. Güneşin tam tepede olduğu saatte insanların bu derecede enerji dolu olmaları hayret vericiydi. Kendisini yorgun ve halsiz hissetti. Lokanta, bürosundan yaklaşık olarak on dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Yolun ilk beş dakikalık kısmını tamamlamışken, kaldırımda korsan kitap satan bir adam kolundan tuttu. Gereksiz samimiyetten hoşlanmazdı. Bu haddini bilmez adam kim oluyordu da hiç tanımadığı bir insanla bu derecede yakın temasa geçebiliyordu? Adama dönerek, “Ne istiyorsun?” diye sordu. Yirmi beş yaşlarındaki genç satıcı, “En son çıkan kitaplar burada. Bakmak istemez misiniz?” dedi. “Hayır,” anlamında başını sallayarak yoluna devam etmek istediyse de satıcı kolunu bırakmadı. O zaman iyiden iyiye sinirlendi. Güneş gözlüklerinin ardından satıcının yüzüne ters ters baktıktan sonra, sert bir ses tonuyla, “Lütfen,” dedi, “kolumu bırakır mısınız?” Adam geri çekilince dosdoğru yoluna devam etmeye hazırlanırken gözü yerdeki kitaplardan birisine takıldı. “Şuna uzatır mısınız?” dedi. Satıcı yerdeki kitabı alıp kendisine verdi. Kitabın kapağına yakından bakmak için güneş gözlüğünü çıkarır çıkarmaz dipsiz bir karanlığın içinde buldu kendisini. Başı döndü, olduğu yerde sendeledi. Karanlığı tansiyonunun düşmesine bağladı. Satıcı ise gördüğü manzara karşısında hayrete düştü. Karşısında duranın gözleri yoktu. Hayır, kör değildi. Ne gözleri, ne kirpikleri ne kaşları ne de gözkapakları vardı. Burnunun üst kısmı araya başka organ girmeksizin direkt olarak alnıyla birleşmişti, dümdüzdü.

Resim

Elinde tuttuğu güneş gözlüğüne baktığında, satıcının şaşkınlığı iki kat daha artacaktı; çünkü gözlerin, kirpiklerin, kaşların ve gözkapaklarının gözlüğün ardında asılı kaldığını gördü. Satıcı,
“Ne oldu size böyle?” diye sordu. Öteki, kendisini biraz toparladıktan sonra, “Sıcaktan tansiyonum düştü sanırım,” dedi. Gözlüklerini tekrar gözüne taktığında her şey normale dönmüştü. Bulunduğu yerde daha fazla oyalanmadan ve gerçekte kendisine ne olduğunun farkına varamadan lokantaya doğru yürümeye devam etti. Satıcı arkasından bakakaldı.
Öğle arasında dışarıya çıkmakla hata yaptığını düşünüyordu. Pekâlâ dışarıdan yemek istetebilir ve bir saatlik öğle arasını klimalı odasında huzur içerisinde geçirebilirdi. Daha fazla oyalanmadan hızlı adımlarla lokantaya ulaştı, içeri girip pencere kıyısındaki her zamanki masasına oturdu. Dışarıdaki hareketliliği izledi bir süre. Garson, menüyü getirip ne istediğini sorunca pencereden gelen güneşe aldırmadan gözlüklerini çıkardı. Tam o anda aynı karanlık ve baş dönmesi peyda oldu. Garson kız, karşısında duran kırk beş yaşlarındaki bu adamın garip yüzünü görünce küçük bir çığlık attı. Lokantadaki müşteriler çığlığın geldiği yöne doğru bakınca hayretten, korkudan veya tedirginlikten donakaldılar. Kapkaranlık kör bir kuyunun içinde olan adam etrafta olan biteni göremiyor; çığlıklara, bağırtılara, paniğe bir anlam veremiyordu. Herkes kendisini izlerken, o, ne olduğunun farkında değildi. Müşterilerden birisinin küçük kızının tuhaf gözlüğü görmesiyle ortalık iyice karıştı.
“Bakın!” dedi kız, “adamın gözleri gözlüğüne yapışmış.” Lokantada ne kadar müşteri varsa, hepsi birden adamın başına üşüştü. Kimse gözlüğü eline almaya cesaret edemiyor, ama onu izlemekten kendisini de alamıyordu. İşte iki beyaz küçük topu andıran yuvarlaklar. İşte kirpikler, kaşlar ve göz kapakları. Kalabalığın içinden birisi, gözlüğe yapışmış bu tuhaf şeyin canlı olup olmadığını test etmek için elini gözün içine değdirince gözkapağı ani bir refleksle kapanıverdi. Lokanta çok geçmeden boşaldı. Annelerle babalar, çocuklarının ellerinden tutup onları bir an önce bu bu tuhaf insandan uzaklaştırdılar. Yaşlılar, biraz daha orada kalırlarsa kalp krizi geçirip öleceklerinden korktular. Gençler, elleri ve ayakları titrerken kendilerini lokantadan dışarıya zor attılar. İşletmenin sahibiyle garson kız lokantanın bütünüyle boşalmasını bile beklemeden kapıdan çıkıverdiler. İçeride otuz yaşlarında, esmer, zayıf bir kadın kaldı yalnız. Kadının gözlerinde siyah çerçeveli bir güneş gözlüğü vardı. Bu gözlük, adamın gözlüğünün aynısıydı. Dışarıda çığ gibi büyüyen kalabalık lokantanın pencerelerine yapışarak içeride olan biteni izlemeye koyuldular. Siyah gözlüklü kadın masasından kalkıp tek başına kalan adamın yanına doğru yürüdükten sonra bir sandalye çekip onun masasına oturdu. Masanın üzerinde duran gözlüğü eline alıp adamın gözlerine taktı. Karanlık birdenbire yok oldu.
Adam ışığa kavuşunca sordu:
“Neler oluyor?”
Kadın yanıt verdi: “Bu gözlükler senin güneşin. Eğer onları gözünden çıkarırsan ne gökyüzünü, ne denizi, ne toprağı, ne insanları görebilirsin.”
Adam şaşkın ve kederliydi. “Nasıl olur?” dedi.
Kadın kendi gözlüklerini çıkarıp yüzünü gösterdi ona. Karşısında duvar gibi dümdüz bir yüz görünce ağlamamak için zor tuttu kendisini adam.
“Bu bir rüya mı?” diye sordu. “Hayır,” dedi kadın, “öyle olsaydı çoktan uyanmamız gerekirdi.”
Kalabalık camlara iyiden iyiye yüklenmiş, kadınla adamı merakla izliyordu.
“Neler oluyor? Bilmediğim ne var?” diye sordu adam.
“Ne olduğunu ben de bilmiyorum,” dedi kadın. “Kendi durumumu yaklaşık iki ay önce fark ettim. Korkudan kimseye söyleyemedim. Durumun kendiliğinden düzelmesini beklerken bugün sizinle karşılaştım.”
“Peki, ne olacak şimdi?”
O anda lokantanın camlarından birisi kırıldı. Dışarıdaki kalabalık itişip kakışarak camın önünde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. Kalabalığın içinden birisi, “İnsan değil bunlar!” diye bağırdı.
“Anlayamıyorum,” dedi adam. “Durup dururken nasıl olur? Bir nedeni olmalı.”
Kadın, çantasından beyaz bir midye çıkarıp masanın üstüne koydu.

Resim

“Midyelerin çok azında göz olur. Mevcut olanlarda da gözler diğer hayvanlarda olduğu gibi vücudun ön ucunda değil, manto denilen zarlarının kenarı boyunca sıra halindedir,” dedi.
“Ama biz insanız,” dedi adam.
“Gözleri olmayan midyeler de midyedir,” diye yanıtladı kadın.
“Ya gözlerimizin gözlüklere sabitlenmesi?”
Dışarıdan lokantanın içine büyük bir taş atıldı. Kadınla adam panikle yerlerinden kalkıp servis tezgâhının arkasına gizlendiler.
“Gözlük takınca nasıl görebiliyoruz?” diye tekrar etti adam.
“Midyelerin ‘balta ayaklılar’ sınıfına dâhil olduğunu biliyor musun?” diye sordu kadın.
“Hayır,” dedi adam, “o da nedir?”
“Midyelerin kaslardan yapılı gelişmiş ayakları vardır. Bundan dolayı bunlara ‘balta ayaklılar’ denir. Ayaklarındaki uzantılarla istedikleri yere gidip yapışabilirler. Gözlüklerimiz bizim bir tür uzantılarımızdır.”
Kadın konuşmasını tamamlayamadan kalabalık büyük bir gürültüyle kırılan pencerelerden içeriye doluştu. Lokantanın içindeki masaları, sandalyeleri birbirine kattıktan sonra servis tezgâhına uzandılar. Kadınla adam korkuyla birbirlerine sokulmuş olacakları bekliyorlardı. İki el ateş sesi duyuldu.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: BALTA AYAKLILAR

Mesaj gönderen Gul »

MINA yazdı:Esselamun aleykümm sevgili Gül kardeşim...

gönlümü sana yönlendiren bir soru oldu...
Balta ayaklılar yazını OKUdum, ama bir türlü ordaki manayı ANlayamadım..
ANlayamadığım için de merak ettim...
Gözlüğe neden yapışmış gözleri, bunca zaman nasıl fark edilememiş...
Batıni manasını özetle yazarmısın bana yormazsam seni.....

Hiç bir düşünce oluşmadı içimde...
Yine aynı zamanda içimde birşeyler depreşmekte..
Su dolu bir bardağın içindeki karıncanın, kurtulmak için depreşmesi misali..

Rabbimm GÜL gönlünü iki cihanda mutlu eylesinn dileğiyle...

Esselam sevgiyle
Gul yazdı:Vealeykümesselâm Mina kardeşim. Sorduğun soruları bende sormaktayım ve soruşturmaktayım. Aklımda bir şeyler var ama tam toparlayamamaktayım. Ama bir cevap oluşursa sana göndereceğim inşallah. Allah razı olsun kardeşim, güzel gönlüne Es Selâm ederim.
Resim
İKİ GÜN SONRA
Gul yazdı:Merhaba Sevgili Mina,

Anlayabildiğim kadarıyla sorularına cevap vermeye çalışacağım inşallah.
Birinci olarak sorduğun "gözlüğe neden yapışmış gözleri" soruna şu şekilde cevap verebilirim.

Buradan anlayabildiğim ve aklıma ilk gelen can-cisim "ile"liği ve "bile"liği kavramları oldu. Bir insan düşün ki bacağı kesilmiş ve yerine protez bacak takılmış. Bu insan protez bacağı "İLE"dir. Çünkü onu istediği zaman takar, istediği zamanda çıkarır. Ama sen bacağınla "İLE"misin? Değilsin. Çünkü senin bacağın takma değil. Yani bir "BİLE"lik söz konusu. Aynı burada göz ve gözlük ilişkisinde olduğu gibi. Göz mü gözlükte, gözlük mü göz de artık belli değil. Çünkü yapışmışlar yani "BİLE" olmuşlar.

Diğer sorun da ise “bunca zaman nasıl fark edilememiş” demektesin. Bu durumu da şöyle yorumlamaya çalıştım. Mesela yukarıda ne dedik. Sen ayağınla “BİLE”sin dedik. Sen bunu fark ettiğinde ayağınla bile olmadın ki. Sadece bunu fark edebilmen için belli bir süre geçmesi gerekti. Zaten öyküdeki adam da daha önce ile olduğunu zannettiği ve bu zannı doğrultusunda gözlükle “ile” gibi yaşadığı halde belli bir süreçten sonra anladı ki gözlükle gözleri bileymiş. Anladığı anda anladığı gibi yaşamaya başladı ve artık ne zaman gözlüklerini çıkarsa gözleri de çıkmaya başladı. Çünkü artık göz ve gözlük bileydi.

“Senin sorularında olmayan ama kendimi düşünmekten alamadığım bir nokta daha var ki o da öyküdeki adamın gözlükleri çıkarması ile doğal olarak gözsüz kalması ve hiçbir şey görmeyip kendini derin bir kuyuya düşmüş gibi hissetmesi.” Bu ne anlama geliyordu? Bu anlayabildiğim kadarıyla, can ve cismin ayrılması demekti. Yani can ve cism ayrıldığı zaman ki bunu ölmek olarak algılıyorum, bizler yıllarca bile olarak yaşadığımız bu bedenimizden ayrıldığımızda “eğer şayet ölmeden önce ölemezsek” bu öyküdeki adamcağız gibi kendimizi karanlık ve derin bir kuyuda bulabiliriz. Çünkü ne yürüyebileceğimiz bir ayağımız, ne görebileceğimiz gözlerimiz ve ne de duyabileceğimiz kulaklarımız v.s olacak. Öyküdeki adam gibi, can-cisim bileliğini anladığı halde bu bileliği terk edemediği için yani ölmeden evvel ölemediği için, gözlüğü çıkarınca yani ölünce hiç bir şey görmez hale geldi. Oysa ki “ölmeden evvel ölünüz” buyruğunu duyup uyabilseydi ya da “insanlar uykudadır ölünce uyanırlar”ı anlayabilseydi sanıyorum ki o zaman şu kudsi hadiste anlaşılmış olurdu

Bir hadis-i kudsî de ALLAH celle celâlihu : “Kim benim bir velime/dostuma düşmanlık ederse bana karşı savaş açmıştır. Kulum bana ancak emrettiğim ve farz kıldığım ibadetle yaklaşır. Ve devamlı nafile ibadetlerle bana yakın düşer. Öyle ki ben de onu sevmeye başlarım. Onu sevince de, duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyuruluyor...
(Buharî, Rikâk 650, İbn Mâce, Fiten, 16, İbn Teymiye, el-Furkân, 7.)


.......
BİR GÜN SONRA
MINA yazdı:Canımsınnn...

Ne hoş tefekkür olmuş...
Nerelere gittim okurken yazını...Nerelere aktı kalbim...
Sözlerle resimlemek istedim sözcükler tarifden uzak kaldı sanki..

Kuran-ı Kerim de buyrulduğu gibi, her işin bir vakti vardı...
Bunun yankılanması gibi düşüncelerin...

Demişsin ki..
Senin sorularında olmayan ama kendimi düşünmekten alamadığım bir nokta daha var ki o da öyküdeki adamın gözlükleri çıkarması ile doğal olarak gözsüz kalması ve hiçbir şey görmeyip kendini derin bir kuyuya düşmüş gibi hissetmesi.” Bu ne anlama geliyordu?

Zaman zaman bende iç dünyamda böyle hissederim...
Kuyuya düşmüşüm gibi, ne SES verenim, ne SESimi duyacak biri yok zannederim...Geçicidir bilirim ardından gelecek güzelliği sezer gibi olur yüreğim...Bu yüzden beklemek zevk verir bir zaman..
Uzaklardan, bir o kadar da yakından BAK-ANı görür gibi olurum...
Eğer öyle olmazsa, nefes alamayacağımı bilirim...
Ferahlarım, dışımdan bakan yangınlar içinde sansa da beni...
Bu mübarek Ramazan da mübarek bir hediye gönderdi Rabbim...
Kuyudan çıkışa vesile...çölde sunulan zemzem misali..
Seninle de paylaşmaK istedim bu sevinci...Hocama anlatmıştım...
Oda sevinmişti ben gibi..BİLE-lik böyle birşey değil mi...
Sevinciyle sevinmek kardeşimizin, dost bildiklerimizin..
üzüntüsüyle üzülmek...
İşte geçen gecelerin birinde, mana aleminde gösterildi ki, bir köydeyim...
Issız sessiz, ağaçsız,çiçeksiz, çöle benzer bir yer...Burası neresi, nerdeyim diye geçirirken içimden, Burası dediler, Peygamber efendimizin sav köyü...
Adı Ebva değil mi dedim, o sıra güçlü bir rüzgar esti, yanıbaşımdan Efendimiz sav hızla geçiverdi, ayaklarını görebildim geçerken...
Baka kaldım ardından, ve uyandığım da hoşnut olmuş buldum kalbimi, ve Resulullahın (s.av) sevgisiyle dopdolu,
Hasta birinin sağlığına kavuşunca ki haline benzettim halimi...
İyileştim sanki...
Yine nasıl şükredeceğimi bilemedim...
Ama O c.c bildi halimi...
Halimi bildiğini bilmemi istemiş OLması, çokk İYİ GELiyor, YANındayım der gibi.

Yine dünya hayatının genelinde rahat olmadığı için, ahiret'i de böyle tefekkür etmekte kalbim...Dünya kuyusunda kalma süresi bittiğinde,
gel dosta gidelim diye SEslendiğinde, YÜCE ALLAH'ın izniyle, inşallah geldiğinde Azrail meleği, kuyudan kurtulmuş, güzelliklere kavuşmuş olacağız...
Dua niyetine, Mübarek Ramazan günleri hürmetine inşallahh lütufda bulunur Rabbimiz ve böyle belki de umulmadık güzellikte olunur..

İşte seninde güzel tefekküründe yol aldığın gibi,

Sen ayağınla “BİLE”sin dedik. Sen bunu fark ettiğinde ayağınla bile olmadın ki. Sadece bunu fark edebilmen için belli bir süre geçmesi gerekti. Zaten öyküdeki adam da daha önce ile olduğunu zannettiği ve bu zannı doğrultusunda gözlükle “ile” gibi yaşadığı halde belli bir süreçten sonra anladı ki gözlükle gözleri bileymiş. Anladığı anda anladığı gibi yaşamaya başladı ve artık ne zaman gözlüklerini çıkarsa gözleri de çıkmaya başladı. Çünkü artık göz ve gözlük bileydi.

Yüce Allah'a c.c yakınlıkta böyle birşey...
farkedebilmeyi bekliyor, anlamayı bekliyor bilinmesi gereken bilinmezlik diye düşünüyorum...
Bilinmeyi murad etti Rabbimiz, alemleri yarattı..
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım. buyurulmuş...

Yani bilmek, BİLElik bilmeye bağlı...Çok basit bir söz gibi ama değil...
Bildikçe, bilemeyeceğini bildikçe muhabbet artmıyor mu...
Gözlerden Onun için akan yaşlara sormak lâzım,

Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti...HİCR - 29
Bu ayeti kerime'yi getirdi içime Muhabbet rüzgârı...
Hakikatına ermek dileğiyle...

Başka güzelliklerde gizli bu yazıda...Kokusunu alanlar vardır elbet..
BİZİmle BİLE olurlarsa seviniriz...
Göremediğimizi gösterirlerse dua ederiz...

.......

Allah c.c razı olsunn, hoşnut olsun, ilginizden..
Muhabbetinizden inşaALLAH...
Resim

"BİZ BİR-İZ İNŞALLAH"

"Allahımıza sonsuz şükürler olsun"
Resim
Cevapla

“Hikaye, Makale ve Yazılar” sayfasına dön