Re: ALVARLı EFE ks. HüLâsatü'L- Hakayık
Gönderilme zamanı: 17 Mar 2018, 17:26
MUKADDİME.:
“Ol gün ki; Cenâb-ı Kādir-i Mutlak Hazret-i Allah, bizleri öldükten sonra tekrar ihyâ edeceğini ve Mahkeme-i Kübrâ’ya huzûr-i Rabbü’l-âlemin’de cem’ edeceğini kelâm-ı İlâhîsi olan Kur’ân-ı Kerîm ile haber veriyor: “O günün dehşetinden yürekler hulkûme sıçramış, âkıbet endişesiyle her şahıs etrafından habersiz, azamet-i İlahiyyenin karşısın-da titrerken mâl ü evlad sana hiçbir fâide te’min etmez; illâ huzûr-i İlâhiyyeye götürdüğün küfr ü şirk ü şekk ü nifâktan sâlim ve müberrâ bir kalb-i selîm seni felâh u necâta eriştirecektir.”
Mânâ-yı Hadîs-i Şerîf: “Siz âgâh ve mütenebbih olun! Zîra vücûd-i insanda bir et parçası vardır ki; salâhı salâh-ı vücûdu, fesâdı, fesâd-ı vücûdu müstelzim olup o da kalb-i sanevberüyyü’ş-şekildir.”
İşte Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd Allahü Teâlâ’nın bize işâret buyurduğu kalb-i selîm veyâhut gayr-i selîm ki, Cenâb-ı Hazret-i Resûlullah bizi tenvîren işâret buyuruyor: Herhangi mü’minin kendisinde bir kalb-i selîm yâni füyûzât-ı Rabbâniyye’nin nüzûlüne lâyık bir kalb-i selîm te’mîn etmesi, evvelen Cenâb-ı Hak Teâlâ’nın sıfât-ı bâ-kemâline şeksiz îmân etmesiyle ve şu altı sıfât-ı İlâhiyyeye îtikād-ı küllîsiyle mümkün olacaktır..
SIFÂT-I İLÂHİYYE:
1-) Vücûd: Var olmak demektir. Yâni Allâhü Teâlâ Hazretleri bir faraziye ve bir hayâlî varlık olmayıp, hakîkaten yüce bir varlıktır. Varlığı, aklen ve naklen sâbittir.
2-) Kıdem: Evveli olmamaktır. Yâni Allâhü Teâlâ’nın varlığı ezelîdir.
Hâdisâtın (sonradan yaratılanların) varlığı gibi değildir. Varlığının evveli yoktur.
3-) Bekā: Sonu olmamaktır. Yâni kâinatta her varlığın bir sonu vardır. Allâhü Teâlâ Hazretleri’nin varlığının ise sonu yoktur.
4-) Muhâlefetün li’l-havâdis: Yâni kâinatta var olan ve akıldan ve hayalden geçen hiçbir şeye benzemez.
5-) Kıyam bi-nefsihi: Yâni kâinatta her var olan bir yaratana muhtaçtır ve varlığı da o yaratanın varlığı iledir. Fakat Allâhü Teâlâ Hazretleri öyle bir varlıktır ki; varlığı, zâtı ile kāimdir ve hiçbir şeye muhtaç de-ğildir.
6-) Vahdâniyet: Birlik, benzeri olmamak.
İkinci olarak, mü’minin bilmesi ve inanması farz olan şey îman esaslarıdır. Bunları bilmezse veyâhut kalbinde yâni can evinde tamam tasdîki husûl bulmazsa Allâhü Teâlâ indinde mü’min sayılamayacağı nass-ı kat’î ile sâbittir.
ÎMÂNIN ESASLARI.:
Âmentü billâhî ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi Teâlâ ve’l-ba‘sü ba‘de’l-mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû.
Üçüncü olarak, ubûdiyette üssü’l- esâs olan temel-i İslâmiyyet’in beş şartıyla amel etmek. Namaz, oruç, hacc, zekât ve kelime-i şehâdet.
Şu halde bir mü’min her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’ın zâtına mahsus sıfât-ı İlâhiyyesine, îmân şartlarına ve temel-i İslamiyyet’e tereddütsüz imân ederek onu kalbine iyice yerleştirmelidir. Küfr ü dalâlet ehlinden imtiyâz etmek üzere de fiilen icrâ-ı ubûdiyetle mükellef olduğunu unutmamalıdır. Ancak bu tereddütsüz kabûl ve itaatini isbât ile Cenâb-ı Hazret-i Vâcibü’l-vücûd’a arz-ı ubûdiyetle kâmil bir îmân sâhibi olacaktır.
Böyle bir îmân sâhibi Muhterem Mü’min Kardeşim!
Cenâb-ı Hazret-i Resûlullah yukarıda yazılmış olan hadîs-i şerifinde:
“Mü’minin kalbinin salâhı, salâh-ı vücûdunu; fesâdı, fesâd-ı vücûdunu intâç eder.” buyuruyor. Bu emr-i Resûlullah ile salâh-ı kalbin, ancak tezkiye-i nefse vâbeste olduğunu her zevi’l-ukûl, aklî muhâkemesiyle ve kuvve-i müdrikesiyle tefekküren anlayabilecektir. Tezkiye-i nefs dediğimizde yâni nefs-i emmâre ki, küffâr ve münâfıkların sıfât-ı mezmûmeleridir. Bunlar da şu yedi sıfât-ı mezmûmedir:
Riyâ, ucüb, hased, buhl, kibir, hubb-i dünyâ, gaflet. Esâs-ı ahlâk-ı zemîmelerden fer‘îleri ise şunlardır:
Buğz u adâvet, isti‘zâm-ı ağniyâ, istihkar-ı fukara, terk-i tevekkül, tûl-i emel, kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat.
Bu ahlâk-ı zemîmeleri, Musannif Hazretleri’nin nazmen beyân buyurduğu vech üzere takdîm ediyoruz:
Mir’ât-ı kalbe kıl nazar cânân cemâlin gösterir Vâriyyetinden et güzer cânân cemâlin gösterir
Yüz yere sür sular gibi kurbân ol âhûlar gibi Rağbetde hûb-rûlar gibi cânân cemâlin gösterir
Hizmete eyle gayreti hizmet ile al himmeti Her dü-cihân bul devleti cânân cemâlin gösterir
Olur isen ehl-i edeb edeb seâdete sebeb Edeb ile ol müntehab cânân cemâlin gösterir
Kibr ü riyâdan ol berî buhl ü hasedden kal geri Hak yoluna ver bu seri cânân cemâlin gösterir
Mahlûk-ı Hakk’a merhamet eyle bu halka menfaat Ol müsteîd bul mekremet cânân cemâlin gösterir
Her rûz u şeb eyle niyâz niyâz ile ol ser-firâz Çâre kıla ol çâre-sâz cânân cemâlin gösterir
LUTFÎ gibi olma alîl gönlünde bul nûr-i Cemîl Dest-gîrin olur Celîl cânân cemâlin gösterir..
Ey âzim-i râh-ı hidâyet olan Muhterem Kardeşim!
Yukarıda Cenâb-ı Zü’l-Celâl Hazretleri’nin sıfât-ı zâtiyyesine kemâl-i îmânınla senin kalbinde merküz olan hidâyet ve seâdet kapıları açılarak her hâl ü kârında Cenâb-ı Hakk’ın tecelliyât-ı merhametine ve avn ü inâyet-i ulûhiyetine mazhariyyetin tahakkuk edecek ve senin kalbin bir mir’ât-ı hakîkat olacaktır. Sen o âyineye nazar kıldıkça ken-dini mazhar-ı lutf-i Rabbânî, şeytan ve dünya, nefs ve hevâ tasallutundan kurtaracak vesîlelerin sâhibi olarak bulacak ve ihsân-ı İlâhiyyeye nâiliyetle tezkiye-i nefse muktedir, itaat-i İlâhiyyede mukîm, emrullahe mutî bir insân-ı kâmil olacaksın.
Ey Tâlib-i Seâdet Kardeşim!
Kamu Cenâb-ı Hakk’a giden yol edeb ü hayâ ile gitmiştir. Bu sıfatlarla muttasıf olan yol almış ve hidâyet ü seâdet menziline vâsıl olmuştur. Cenâb-ı Hak Hazret-i Âdem’i yarattığında birer cevher olarak Hazret-i Âdem’in önüne aklı, hayâyı ve îmânı koydu. “Yâ Âdem! Bunlardan birini ihtiyâr edeceksin” dedi. Hazret-i Âdem aklı ihtiyar etti. Hayâ dedi ki; “Yâ Rabbi, beni akıl cevherinden ayırma.” Cenâb-ı Hak kabul buyurdu. Hayâ cevherini, akıl cevherine teslîm etti. Îmân dedi ki; “Yâ Rabbi, beni hayâ cevherinden ayırma. Hayâ cevheri olmayan yerde ben kalamam, kalmaklığıma da imkân yoktur.” Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak îmânı hayâ cevherine teslîm etti.
Muhakkak böyle olunca, akıl nerede hayâ orada olur; hayâ nerede îmân orada olur ki, Cenâb-ı Hazret-i Peygamber buyurmuştur: “Hayâ îmânın âyînesidir.” Her kimde hayâ varsa ; muhakkak onda îmân vardır. Her kimde hayâ yoksa, muhakkak onda îmân da yoktur.
Musannif Hazretleri de buyurmuş: “Edeb ile ol müntehab.” Yani edeb ü hayâ ile indallah ve inde’n-nâs mahbûb olursun. Bunların dışın-da edeb ü hayâdan mahrum kalırsan; ulü’l-elbâb, ulü’l-ebsâr meyânında menfûr olursun.
Hayâ ve edebsizlik şunlardır: Büyüklerine saygısızlık ve âdâb-ı muâşerete uymayan harekât u sekenâtında tab-‘ı selîmin kabul edemeyeceği ve nefretle karşılayacağı herhangi kavl ü fi‘l ü harekâtın… Bunlar seni “kemâlsiz” kelimesi altında nefretle itham edecektir. Meselâ: Büyüklerin ve küçüklerin yanında kahkaha ile şakır şakır gülmek buna benzer. Ehl-i kemâl ve ehl-i edeb insanlar sana, “kemâlsiz” numarası verecektir. Bunun gibi, kıyâfetinde âzâlarını gösterecek elbise giymek, sana hayâsız bir insan dedirtecektir. Hulâsâ senin meyân-ı ehl-i kemâlde edebli, hayâlı bir insan olman ancak kemâl ü edebinle; hâssaten, “Mâdem ki her an Cenâb-ı Hak beni görüyor, Cenâb-ı Hakk’ın manzarından hiçbir an ayrılmıyorum” inanç ve düşüncesiyle gerçekleşecektir. Bu şekilde her kavl ü fi‘l ü harekâtın kemâl ü edeb ü hayâ ile olacaktır. Bu sâyede seâdet-i ebediyyeye nâil olursun bi-mennihi-Teâlâ…
Böylece, inâyetullah ile kibr ü riyâdan hıfz u emân-ı ilâhîde olacak kemâl-i ihlâs ve tevâzû haslet-i hamîdelerini elinde tutabileceksin. Buhl ü hased haslet-i zemîmesinden halâs bulma ise; niam-ı İlâhiyyeyi, rızâullah uğrunda sarf etmekle mümkün olacak ve böylece gönlünde bir zevk u safâ duyacaksın. Cenâb-ı zü’l- Celâl Hazretleri’nin rızâsında canını fedâ etmekle, yâni nefsine herhangi bir şey ağır ve güç gelirse rızâ-yı İlâhiyyeyi tercîh etmekle rızâ-yı İlâhiyyeyi tahsîl edeceksin.
Cenâb-ı Hakk’ın Hadîs-i Kudsî’sinde buyurduğu gibi: “Yeryü-zündeki mahlûkuma merhamet et ki, biz Azîmü’ş- şân ve gökteki mahlûkum size merhametli duâlar etsinler.” Benî beşere menfaatli olan insanı, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz şu Hadîs-i Şerîf’iyle şöyle vasıf buyurmuştur: “Nâsın hayırlısı, nâsa menfaatli olandır.” Âgâh ve nazariyyât sâhibi ol ve bu hisâl-i hamîde ile muttasıf, musteîd ol ki, indallahda Cenâb-ı z’ül-kerem Hazretleri’nin, “İkram sofralarına buyurun” hitâbına muhâtab olup O’nun in‘âm ü ihsânına nâil olasın.
Her varlığın unutarak müflis, yolsuz bir çölde ne tarafa gideceği-ni tâyin edemeyecek kadar şuûru iflas eden bir merd-i garîb , o anda Cenâb-ı zü’l-Celâl Hazretleri’nden nasıl halâs ve kurtuluş temennî ve niyâzında bulunur ise, sen de bu vech üzere Cenâb-ı Hakk’a her gece ve her gündüz, sûzişli niyâzdâr olarak recâ ve niyâz sâhibi olacaksın. İşte ancak bu niyâz ve tazarru‘unla Cenâb-ı Hakk’ın merhamet ve rah-mine nâil olacaksın. Herhangi müşkillerin çözmek üzere, “Cenâb-ı Hakk’dan meâdâ çâre-saz yoktur.” îtikad-ı tâmmınla Cenâb-ı Hakk’ın hıfz u emânına dâhil olacaksın.
Sakın ve sakın gâfillerle teşrîk-i mesâî etme, Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kullarıyla hem-bezm ol ki; Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kullarıyla oturup kalkan sâdık olur, Cenâb-ı Hakk’a âsî kullar ile oturup kalkan âsî olur. İşte bu minvâl üzere ve yukarıdan aşağıya anlatılan Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyyetine mahsûs akîdelerin, kâmil insan olmak üzere inanacakların ve nefs-i emmâre leşkerine karşı gayretlerinle kalbin kalb-i selim ve merkez-i nûr-i Cemîl-i Yezdânî olur. Bu kalbin sâhibine insân-ı kâmil ismi verilir. Nefs-i emmâre leşkeri ki -daha önce bahsettiğimiz ahlâk-ı rezîlelerdir- bu leşkere karşı gereğinde silahını kul-lanır, kalbin kapusunu bekler ve bu şeytan leşkerinin kalbe duhûlüne yol vermez isen kalbini salah üzere muhafaza etmiş olursun. Yok eğer bu leşker-i şeytânın kalbe duhûlüne yol verir isen, o gün kalbin şeytan istilâsına uğramış; inzibâtını, kānun , idâre ve kâidesini, leşker-i şeytan eline almış olur. İşte o kalb o gün fesâda gitmiştir.
Kalb, vücûd iklîminin pâdişahıdır. Cevârih-i a‘zâsı, onun askeridir. İşte Peygamberimiz sallallâhû aleyhi vesellemin buyurduğu gibi: “Kalb, fesâda giderse cevârih-i a‘zâsı fesâda gider.” O kimsenin nişânı şudur: Ulemâyı sevmez, yetîmlere merhamet etmez, miskînlere ihsân ve şefkāt etmez, fukarâyı gāyet hakîr görür, kalbi gibi katı ve galîz olur, nifâk ve dalâlet alâmetleri onda tam tezâhür eder. Eğer tevbe edip dönmezse, el-ıyâzen billâh îmânsız ölüm ile karşı karşıya kalır. Bir de insanlığın diğer iki şartı ki bunlar, insâf ve kıyâs-ı nefistir. Bu iki şartı kendisinde toplamayan kimseyi zevi’l-ukûl, insan saymamıştır. Peygamberimiz sallallâhû aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “İnsâf ve kıyâs-ı nefsi olmayan bir şahıs ehl-i nifâktır yâni münâfıktır.”
Ey Azîz!.
Mâlum olsun ki, tarîk-i Muhammedî’de ahlâk-ı Peygamberî’yi kendisine şiâr edinmek her mü’min-i mükellefin borçlu olduğu bir vazîfedir. Bir mü’min ahlâk-ı Muhammedî’yi fener gibi önüne ışık edinmedikçe onun sonu husrân ve helâktir. Ahlâk-ı Muhammedî’yi kendisine şiâr edinen kimse, her zaman dünyevî ve uhrevî seâdet-i ebediyyeye mazhar olarak kalbi, mir’ât-ı hakîkat ve merkez-i tevhîd-i sırr-ı Yezdânî ve delîl-i kurb-i Subhânî olur… O kalbe nazar ettikçe, hakîkat-i râh-ı hüdâyı teayyün ederek kurbiyyet-i Hudâ-yı Lem-yezel ile feyz-i füyûzât-ı Samedânî, bütün cevârih-i a‘zâsını istîlâ edecek ve o âyîneye nazar ettikçe “Cânân cemâlin gösterir” sırrına mazhar olacaktır. Ve bi’n-netîce likā-yı İlâhiyyeye karşı teslîm-i ruh edip Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’i ile va‘d ettiği cennet-i Firdevs-i a‘lâsında niteliksiz Cemâlullah’ı seyretmekle son ikrâm-ı İlâhiyyeye mazhar olacaktır. Cenâb-ı zü’l-Celâl Hazretleri, dergâh-ı ulûhiyetinde makbûl, mergûb, mahbûb ibâd-ı kirâmının hurmetine biz-lere avn u inâyetini delâlet buyursun bi- mennihî-Teâlâ…
Muhterem okuyucu kardaşlarım!.
Ben abd-i nâçiz, Musannif Hazretleri’nin mahdûmu, mukaddime-i kitâb olarak takdîm ettiğim risâlede zaaf ü sehv ü hatâlarımın ve kusurlarımın afvini istirhâm ederken edîb-i kâmilin şu beytini takdim etmeden geçemedim.
Muhabbetle nazar her bir uyûbu setr eder görmez
Adâvetle nazar kemlikleri ifşâ eder durmaz..
Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühû.
El-Hâc Seyfeddin Mazlumoğlu
Sultanahmed-1394/1974
“Ol gün ki; Cenâb-ı Kādir-i Mutlak Hazret-i Allah, bizleri öldükten sonra tekrar ihyâ edeceğini ve Mahkeme-i Kübrâ’ya huzûr-i Rabbü’l-âlemin’de cem’ edeceğini kelâm-ı İlâhîsi olan Kur’ân-ı Kerîm ile haber veriyor: “O günün dehşetinden yürekler hulkûme sıçramış, âkıbet endişesiyle her şahıs etrafından habersiz, azamet-i İlahiyyenin karşısın-da titrerken mâl ü evlad sana hiçbir fâide te’min etmez; illâ huzûr-i İlâhiyyeye götürdüğün küfr ü şirk ü şekk ü nifâktan sâlim ve müberrâ bir kalb-i selîm seni felâh u necâta eriştirecektir.”
Mânâ-yı Hadîs-i Şerîf: “Siz âgâh ve mütenebbih olun! Zîra vücûd-i insanda bir et parçası vardır ki; salâhı salâh-ı vücûdu, fesâdı, fesâd-ı vücûdu müstelzim olup o da kalb-i sanevberüyyü’ş-şekildir.”
İşte Cenâb-ı Vâcibü’l-vücûd Allahü Teâlâ’nın bize işâret buyurduğu kalb-i selîm veyâhut gayr-i selîm ki, Cenâb-ı Hazret-i Resûlullah bizi tenvîren işâret buyuruyor: Herhangi mü’minin kendisinde bir kalb-i selîm yâni füyûzât-ı Rabbâniyye’nin nüzûlüne lâyık bir kalb-i selîm te’mîn etmesi, evvelen Cenâb-ı Hak Teâlâ’nın sıfât-ı bâ-kemâline şeksiz îmân etmesiyle ve şu altı sıfât-ı İlâhiyyeye îtikād-ı küllîsiyle mümkün olacaktır..
SIFÂT-I İLÂHİYYE:
1-) Vücûd: Var olmak demektir. Yâni Allâhü Teâlâ Hazretleri bir faraziye ve bir hayâlî varlık olmayıp, hakîkaten yüce bir varlıktır. Varlığı, aklen ve naklen sâbittir.
2-) Kıdem: Evveli olmamaktır. Yâni Allâhü Teâlâ’nın varlığı ezelîdir.
Hâdisâtın (sonradan yaratılanların) varlığı gibi değildir. Varlığının evveli yoktur.
3-) Bekā: Sonu olmamaktır. Yâni kâinatta her varlığın bir sonu vardır. Allâhü Teâlâ Hazretleri’nin varlığının ise sonu yoktur.
4-) Muhâlefetün li’l-havâdis: Yâni kâinatta var olan ve akıldan ve hayalden geçen hiçbir şeye benzemez.
5-) Kıyam bi-nefsihi: Yâni kâinatta her var olan bir yaratana muhtaçtır ve varlığı da o yaratanın varlığı iledir. Fakat Allâhü Teâlâ Hazretleri öyle bir varlıktır ki; varlığı, zâtı ile kāimdir ve hiçbir şeye muhtaç de-ğildir.
6-) Vahdâniyet: Birlik, benzeri olmamak.
İkinci olarak, mü’minin bilmesi ve inanması farz olan şey îman esaslarıdır. Bunları bilmezse veyâhut kalbinde yâni can evinde tamam tasdîki husûl bulmazsa Allâhü Teâlâ indinde mü’min sayılamayacağı nass-ı kat’î ile sâbittir.
ÎMÂNIN ESASLARI.:
Âmentü billâhî ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi minallâhi Teâlâ ve’l-ba‘sü ba‘de’l-mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû.
Üçüncü olarak, ubûdiyette üssü’l- esâs olan temel-i İslâmiyyet’in beş şartıyla amel etmek. Namaz, oruç, hacc, zekât ve kelime-i şehâdet.
Şu halde bir mü’min her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’ın zâtına mahsus sıfât-ı İlâhiyyesine, îmân şartlarına ve temel-i İslamiyyet’e tereddütsüz imân ederek onu kalbine iyice yerleştirmelidir. Küfr ü dalâlet ehlinden imtiyâz etmek üzere de fiilen icrâ-ı ubûdiyetle mükellef olduğunu unutmamalıdır. Ancak bu tereddütsüz kabûl ve itaatini isbât ile Cenâb-ı Hazret-i Vâcibü’l-vücûd’a arz-ı ubûdiyetle kâmil bir îmân sâhibi olacaktır.
Böyle bir îmân sâhibi Muhterem Mü’min Kardeşim!
Cenâb-ı Hazret-i Resûlullah yukarıda yazılmış olan hadîs-i şerifinde:
“Mü’minin kalbinin salâhı, salâh-ı vücûdunu; fesâdı, fesâd-ı vücûdunu intâç eder.” buyuruyor. Bu emr-i Resûlullah ile salâh-ı kalbin, ancak tezkiye-i nefse vâbeste olduğunu her zevi’l-ukûl, aklî muhâkemesiyle ve kuvve-i müdrikesiyle tefekküren anlayabilecektir. Tezkiye-i nefs dediğimizde yâni nefs-i emmâre ki, küffâr ve münâfıkların sıfât-ı mezmûmeleridir. Bunlar da şu yedi sıfât-ı mezmûmedir:
Riyâ, ucüb, hased, buhl, kibir, hubb-i dünyâ, gaflet. Esâs-ı ahlâk-ı zemîmelerden fer‘îleri ise şunlardır:
Buğz u adâvet, isti‘zâm-ı ağniyâ, istihkar-ı fukara, terk-i tevekkül, tûl-i emel, kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat.
Bu ahlâk-ı zemîmeleri, Musannif Hazretleri’nin nazmen beyân buyurduğu vech üzere takdîm ediyoruz:
Mir’ât-ı kalbe kıl nazar cânân cemâlin gösterir Vâriyyetinden et güzer cânân cemâlin gösterir
Yüz yere sür sular gibi kurbân ol âhûlar gibi Rağbetde hûb-rûlar gibi cânân cemâlin gösterir
Hizmete eyle gayreti hizmet ile al himmeti Her dü-cihân bul devleti cânân cemâlin gösterir
Olur isen ehl-i edeb edeb seâdete sebeb Edeb ile ol müntehab cânân cemâlin gösterir
Kibr ü riyâdan ol berî buhl ü hasedden kal geri Hak yoluna ver bu seri cânân cemâlin gösterir
Mahlûk-ı Hakk’a merhamet eyle bu halka menfaat Ol müsteîd bul mekremet cânân cemâlin gösterir
Her rûz u şeb eyle niyâz niyâz ile ol ser-firâz Çâre kıla ol çâre-sâz cânân cemâlin gösterir
LUTFÎ gibi olma alîl gönlünde bul nûr-i Cemîl Dest-gîrin olur Celîl cânân cemâlin gösterir..
Ey âzim-i râh-ı hidâyet olan Muhterem Kardeşim!
Yukarıda Cenâb-ı Zü’l-Celâl Hazretleri’nin sıfât-ı zâtiyyesine kemâl-i îmânınla senin kalbinde merküz olan hidâyet ve seâdet kapıları açılarak her hâl ü kârında Cenâb-ı Hakk’ın tecelliyât-ı merhametine ve avn ü inâyet-i ulûhiyetine mazhariyyetin tahakkuk edecek ve senin kalbin bir mir’ât-ı hakîkat olacaktır. Sen o âyineye nazar kıldıkça ken-dini mazhar-ı lutf-i Rabbânî, şeytan ve dünya, nefs ve hevâ tasallutundan kurtaracak vesîlelerin sâhibi olarak bulacak ve ihsân-ı İlâhiyyeye nâiliyetle tezkiye-i nefse muktedir, itaat-i İlâhiyyede mukîm, emrullahe mutî bir insân-ı kâmil olacaksın.
Ey Tâlib-i Seâdet Kardeşim!
Kamu Cenâb-ı Hakk’a giden yol edeb ü hayâ ile gitmiştir. Bu sıfatlarla muttasıf olan yol almış ve hidâyet ü seâdet menziline vâsıl olmuştur. Cenâb-ı Hak Hazret-i Âdem’i yarattığında birer cevher olarak Hazret-i Âdem’in önüne aklı, hayâyı ve îmânı koydu. “Yâ Âdem! Bunlardan birini ihtiyâr edeceksin” dedi. Hazret-i Âdem aklı ihtiyar etti. Hayâ dedi ki; “Yâ Rabbi, beni akıl cevherinden ayırma.” Cenâb-ı Hak kabul buyurdu. Hayâ cevherini, akıl cevherine teslîm etti. Îmân dedi ki; “Yâ Rabbi, beni hayâ cevherinden ayırma. Hayâ cevheri olmayan yerde ben kalamam, kalmaklığıma da imkân yoktur.” Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak îmânı hayâ cevherine teslîm etti.
Muhakkak böyle olunca, akıl nerede hayâ orada olur; hayâ nerede îmân orada olur ki, Cenâb-ı Hazret-i Peygamber buyurmuştur: “Hayâ îmânın âyînesidir.” Her kimde hayâ varsa ; muhakkak onda îmân vardır. Her kimde hayâ yoksa, muhakkak onda îmân da yoktur.
Musannif Hazretleri de buyurmuş: “Edeb ile ol müntehab.” Yani edeb ü hayâ ile indallah ve inde’n-nâs mahbûb olursun. Bunların dışın-da edeb ü hayâdan mahrum kalırsan; ulü’l-elbâb, ulü’l-ebsâr meyânında menfûr olursun.
Hayâ ve edebsizlik şunlardır: Büyüklerine saygısızlık ve âdâb-ı muâşerete uymayan harekât u sekenâtında tab-‘ı selîmin kabul edemeyeceği ve nefretle karşılayacağı herhangi kavl ü fi‘l ü harekâtın… Bunlar seni “kemâlsiz” kelimesi altında nefretle itham edecektir. Meselâ: Büyüklerin ve küçüklerin yanında kahkaha ile şakır şakır gülmek buna benzer. Ehl-i kemâl ve ehl-i edeb insanlar sana, “kemâlsiz” numarası verecektir. Bunun gibi, kıyâfetinde âzâlarını gösterecek elbise giymek, sana hayâsız bir insan dedirtecektir. Hulâsâ senin meyân-ı ehl-i kemâlde edebli, hayâlı bir insan olman ancak kemâl ü edebinle; hâssaten, “Mâdem ki her an Cenâb-ı Hak beni görüyor, Cenâb-ı Hakk’ın manzarından hiçbir an ayrılmıyorum” inanç ve düşüncesiyle gerçekleşecektir. Bu şekilde her kavl ü fi‘l ü harekâtın kemâl ü edeb ü hayâ ile olacaktır. Bu sâyede seâdet-i ebediyyeye nâil olursun bi-mennihi-Teâlâ…
Böylece, inâyetullah ile kibr ü riyâdan hıfz u emân-ı ilâhîde olacak kemâl-i ihlâs ve tevâzû haslet-i hamîdelerini elinde tutabileceksin. Buhl ü hased haslet-i zemîmesinden halâs bulma ise; niam-ı İlâhiyyeyi, rızâullah uğrunda sarf etmekle mümkün olacak ve böylece gönlünde bir zevk u safâ duyacaksın. Cenâb-ı zü’l- Celâl Hazretleri’nin rızâsında canını fedâ etmekle, yâni nefsine herhangi bir şey ağır ve güç gelirse rızâ-yı İlâhiyyeyi tercîh etmekle rızâ-yı İlâhiyyeyi tahsîl edeceksin.
Cenâb-ı Hakk’ın Hadîs-i Kudsî’sinde buyurduğu gibi: “Yeryü-zündeki mahlûkuma merhamet et ki, biz Azîmü’ş- şân ve gökteki mahlûkum size merhametli duâlar etsinler.” Benî beşere menfaatli olan insanı, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz şu Hadîs-i Şerîf’iyle şöyle vasıf buyurmuştur: “Nâsın hayırlısı, nâsa menfaatli olandır.” Âgâh ve nazariyyât sâhibi ol ve bu hisâl-i hamîde ile muttasıf, musteîd ol ki, indallahda Cenâb-ı z’ül-kerem Hazretleri’nin, “İkram sofralarına buyurun” hitâbına muhâtab olup O’nun in‘âm ü ihsânına nâil olasın.
Her varlığın unutarak müflis, yolsuz bir çölde ne tarafa gideceği-ni tâyin edemeyecek kadar şuûru iflas eden bir merd-i garîb , o anda Cenâb-ı zü’l-Celâl Hazretleri’nden nasıl halâs ve kurtuluş temennî ve niyâzında bulunur ise, sen de bu vech üzere Cenâb-ı Hakk’a her gece ve her gündüz, sûzişli niyâzdâr olarak recâ ve niyâz sâhibi olacaksın. İşte ancak bu niyâz ve tazarru‘unla Cenâb-ı Hakk’ın merhamet ve rah-mine nâil olacaksın. Herhangi müşkillerin çözmek üzere, “Cenâb-ı Hakk’dan meâdâ çâre-saz yoktur.” îtikad-ı tâmmınla Cenâb-ı Hakk’ın hıfz u emânına dâhil olacaksın.
Sakın ve sakın gâfillerle teşrîk-i mesâî etme, Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kullarıyla hem-bezm ol ki; Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kullarıyla oturup kalkan sâdık olur, Cenâb-ı Hakk’a âsî kullar ile oturup kalkan âsî olur. İşte bu minvâl üzere ve yukarıdan aşağıya anlatılan Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyyetine mahsûs akîdelerin, kâmil insan olmak üzere inanacakların ve nefs-i emmâre leşkerine karşı gayretlerinle kalbin kalb-i selim ve merkez-i nûr-i Cemîl-i Yezdânî olur. Bu kalbin sâhibine insân-ı kâmil ismi verilir. Nefs-i emmâre leşkeri ki -daha önce bahsettiğimiz ahlâk-ı rezîlelerdir- bu leşkere karşı gereğinde silahını kul-lanır, kalbin kapusunu bekler ve bu şeytan leşkerinin kalbe duhûlüne yol vermez isen kalbini salah üzere muhafaza etmiş olursun. Yok eğer bu leşker-i şeytânın kalbe duhûlüne yol verir isen, o gün kalbin şeytan istilâsına uğramış; inzibâtını, kānun , idâre ve kâidesini, leşker-i şeytan eline almış olur. İşte o kalb o gün fesâda gitmiştir.
Kalb, vücûd iklîminin pâdişahıdır. Cevârih-i a‘zâsı, onun askeridir. İşte Peygamberimiz sallallâhû aleyhi vesellemin buyurduğu gibi: “Kalb, fesâda giderse cevârih-i a‘zâsı fesâda gider.” O kimsenin nişânı şudur: Ulemâyı sevmez, yetîmlere merhamet etmez, miskînlere ihsân ve şefkāt etmez, fukarâyı gāyet hakîr görür, kalbi gibi katı ve galîz olur, nifâk ve dalâlet alâmetleri onda tam tezâhür eder. Eğer tevbe edip dönmezse, el-ıyâzen billâh îmânsız ölüm ile karşı karşıya kalır. Bir de insanlığın diğer iki şartı ki bunlar, insâf ve kıyâs-ı nefistir. Bu iki şartı kendisinde toplamayan kimseyi zevi’l-ukûl, insan saymamıştır. Peygamberimiz sallallâhû aleyhi vesellem buyurmuştur ki: “İnsâf ve kıyâs-ı nefsi olmayan bir şahıs ehl-i nifâktır yâni münâfıktır.”
Ey Azîz!.
Mâlum olsun ki, tarîk-i Muhammedî’de ahlâk-ı Peygamberî’yi kendisine şiâr edinmek her mü’min-i mükellefin borçlu olduğu bir vazîfedir. Bir mü’min ahlâk-ı Muhammedî’yi fener gibi önüne ışık edinmedikçe onun sonu husrân ve helâktir. Ahlâk-ı Muhammedî’yi kendisine şiâr edinen kimse, her zaman dünyevî ve uhrevî seâdet-i ebediyyeye mazhar olarak kalbi, mir’ât-ı hakîkat ve merkez-i tevhîd-i sırr-ı Yezdânî ve delîl-i kurb-i Subhânî olur… O kalbe nazar ettikçe, hakîkat-i râh-ı hüdâyı teayyün ederek kurbiyyet-i Hudâ-yı Lem-yezel ile feyz-i füyûzât-ı Samedânî, bütün cevârih-i a‘zâsını istîlâ edecek ve o âyîneye nazar ettikçe “Cânân cemâlin gösterir” sırrına mazhar olacaktır. Ve bi’n-netîce likā-yı İlâhiyyeye karşı teslîm-i ruh edip Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’i ile va‘d ettiği cennet-i Firdevs-i a‘lâsında niteliksiz Cemâlullah’ı seyretmekle son ikrâm-ı İlâhiyyeye mazhar olacaktır. Cenâb-ı zü’l-Celâl Hazretleri, dergâh-ı ulûhiyetinde makbûl, mergûb, mahbûb ibâd-ı kirâmının hurmetine biz-lere avn u inâyetini delâlet buyursun bi- mennihî-Teâlâ…
Muhterem okuyucu kardaşlarım!.
Ben abd-i nâçiz, Musannif Hazretleri’nin mahdûmu, mukaddime-i kitâb olarak takdîm ettiğim risâlede zaaf ü sehv ü hatâlarımın ve kusurlarımın afvini istirhâm ederken edîb-i kâmilin şu beytini takdim etmeden geçemedim.
Muhabbetle nazar her bir uyûbu setr eder görmez
Adâvetle nazar kemlikleri ifşâ eder durmaz..
Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullâhi ve Berekâtühû.
El-Hâc Seyfeddin Mazlumoğlu
Sultanahmed-1394/1974