Manevî Semâmdaki ALLAH cc DOSTLARI - KULİHVANİ

Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Manevî Semâmdaki ALLAH cc DOSTLARI - KULİHVANİ

Mesaj gönderen Hakan »

Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ

Resim

KALAYCI YAHYA GÜZEL BABA:


Kalaycı Yahya (Güzel) Baba, Somuncu Baba (ks) nın öz torunu olup Behçetgiller âilesinin mensubudur. Katıksız Ehl-i Beyt'tir.

Konya'dan Aksaray DSİ'ye tâyin oldum. 1972 yılı idi.
O zamanlar çok şık giyinirdim. Elbiselerimi dâire arkadaşım Konyalı Pervildâne'nin Pâris'te 10 yıl terzilik yapmış âbisi dikerdi en iyi kumaştan."Diksen durur" derdi.
Ayakkabılarımda özeldi Konya'dan.
Dağ köylerinde okumuş tek inşaat yüksek mühendisi bendim. Kibirli ve şımarıktım belki.

Aksaray eski sebze pazarının bir ucunda Kalaycılar Çarşısı vardı. Teneke barakalar iki sıra halinde uzar giderdi. Araları 1,5 metre olup yağmur suyunu iki tarafta buraya akıtır göl gibi olurdu.
Bir gün çarşıda gezerken arkalardaki bu çarşıdan bir ses duydum. Birisi bakır dövüyordu.
Dövüyordu ama âdetâ notalarla müzik çalıyordu. Salavatı dillendiriyordu. Tekrar tekrar dinledim ve o tarafa yöneldim.
Bahsettiğim kalaycı çarşısının ucundan içeri doğru baktığımda çok yaşlı bir zâtın demir bir topuz üzerindeki leğeni ustaca ve hızlıca dövdüğünü ve tevhide döndüğünü hayretle gördüm.
Ancak yanına varmak için yol, adeta bir su gölü idi.
Bir ayakkabılarıma birde zâta bakdım. Aramızda 50 metre falan vardı.
" Gel erenler gel!..." dedi.
O zaman hiç aldırmadan suların kenarlarına basa basa vardım.
Yıllarca tanışık gibi kucakladı. "Hoş gelmişsin Erenler" diye hitap etti...
Eski bir sandalye istedi yardımcısı Dede Efendi'den... Oturdum.
Konuşmadan çekicini aldı. Yeniden leğeni dövmeye ve tıngırıttı tıngırıttı diye salavata girdi.
Tekrar tevhid çaldı. Resital gibi çalıyordu.
Ve çalarken usta bir müzisyen gibi konsantre oluyor, göz ucuyla beni izliyordu.
Mest olmuştum. Şaşmıştım ve sonsuz haz duymuştum.
5-6 m2'lik kulubenin ağzına yakın bir yerde bir çukur vardı. İçi kum doluydu ve bir deri parçası vardı. Büyük bir tencereyi oturttu. İçine kum koydu. Deri parçasını da... Paçalarını iyice sıyırdı ve tencerenin içine iki çıplak ayağıyla girdi. Elleriyle yukardaki kapı koluna tutundu. İki tarafa bel kıvırarak hızlı hızlı dönmeye başladı.
Ve: "Erenler kalaydan önce bakır kabı iyice kumla temizlemek lâzım. Ma'lum ya, paslı kabı kalay kabul etmez. Kalaya yazık, emeğe yazık. adamın parasına ve kalaycılık mesleğine yazık." dedi.

"Evet öyle!" diyecektim ki..
"Erenler insanın içi de böyledir. Temizlenmeden kalaylanıp pâklaşmaz. Bunu bir güzel parlatırız sonra ateşe veririz. Birazda nişadır verdik mi nerde kalayım demeye başlar mübârek kab!...
İnsan kalbide böyledir. Çilelerle temizlenir. Usta bir kalaycı da rast geldi mi değme keyfine!..." diyordu.
Köse gibi sakalsız yüzü, çakmak çakmak çakır gözlerinin içi gülüyordu.
Şaşıyordum ki beni nerden tanıyordu. Cevabı basit ve kısaydı: "Ezelden Erenler ezelden!..."
En son Hakan tarafından 05 Ara 2009, 23:27 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

KULİHVANim,
Sizin hatıralarınız, neden bizim yüreğimizi,
sızlatıp, kalbimizdekini ağlatır?
Bu ne yaman haldir böyle?
Esselam olsun KALAYCI BABAmıza.
ALLAHCC sırrını kutsasın....


Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönüle tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hakk
Padişah konmaz saraya hâne ma'mur olmadan
Şemsettin Sivasî (k.s.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ

HACI OSMAN AKBULUT BABA:



Geçen zaman içinde bendenize, çok çirkin işler içinde gözüken bir kişiye yaklaşıp, usûlünce (yol, yöntem, tertib, metod, nizam, kaide, düzen) hasbî hizmet edip ve uyarmamı isteyen Osman Baba'ya:
--"Neden böylesi berbad (pis, fena, kirli) işleri hep bana yüklüyorsun... O şöyle kötü kimse, böyle bozuk kimse v.s." diye sızlandım.
Sabırla dinledi ve sonra:
--"Ne zamandan beri Nûr-u Muhammed taşıyan direkler dillendi de yer beğenmiyor... Meyhânenin kapısını istemem beni Kâbe'nin kapısına dikin de hizmeti görün" diyor...
--''Zifiri karanlıktaki meyhâneye ışık gerek ki her şeyi görsünler bilsinler, anlasınlar ve ayıksınlar... Işık nere lâzım oğul... Sen yiğit isen lâzım ve lâyık olan yerde doğru dürüst direk ol... Eğilip, bükülüp, kırılıp yatmadan; her zaman, her hâlde ve dikildiğin yerde, gönülden gönüle Nûr-u Muhammedî isâl ettir, sıla ettir ve aşkı akıt... Gerisi Rabbü'l-âlemin'in işi... vs." demişdi de utanç içinde kalmıştım.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »


Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ

HACI OSMAN AKBULUT BABA:



Bir başka zamanda ise:
--"Antalya'yı çok çirkin işlerin yapıldığı yer olduğu için terk edip Bursa'ya gitmeye karar verdim." dediğimde:
-- "Oğul! Sen Sebilillah (ALLAH için) su sâkisi (Muhammedî su dağıtıcısı) isen Kerbelâ Çölüne çık, bir damla su bin deve... Sen hasbî hizmetle HAKK için halkına beleş su sun... Hasan Dağı'ndaki pınarbaşında su satılmaz ve unutma ki en güzel güller gübreliklerde yetişir..." buyurmuştu.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

>>>>>> GÖNLÜMÜZÜN SESİ >>>>>>



* ZEVK 88 *

ATASÖZÜ

''GÜZEL ONDUR, DOKUZU DONDUR''de! Dokuz ver ''O''nu kurtar
Deve bir-deve bin akçe, nerde para? deve yok para var...
KÖR BİLİR ÂLEMİ ÂŞIKLAR! Dört yanın örerler duvar!
KUL İHVANİ İnsanı ikrarı, hayvanı yuları bağlar...

11.3.1986 10:31
Antalya dr.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Yahya Baba'ya devam...

Dinle Erenler der de başlardı.
Başladı:

"Çok gençtim. Yeni târikata girmiştim. O zamanlar toplu zikir falan yasaktı. Zikirlerimizi şehrin dışındaki Lâle Bağlarındaki bağ damlarında yapardık. Ancak Lâle Bağı ile Aksaray arasında bataklık vardı. Ulaşım yolunu bataklık özleri keserdi. Derin bir gömüktü her taraf. Ya da dağ yüzünden Kılıçaslan Tepesi tarafından gidilirdi. Bir perşembe akşamı "Herkes yatsıdan sonra siloların oradaki sille çayırında toplansın" diye haber aldık.
Kış günü çok soğuk bir kar yağıyor ki makinalı tüfek gibi göz açtırmıyor.
Biraz bekledik. Efendi Baba (ks) Hazretleri (Ahmedî Lutfî Baba) geldi.
Ve: "Oğlum Yahya, öne geç kestirmeden yolumuzu göster de arkandan gelelim." buyurdu.
Bir anda kaynar kazanlar başımdan döküldü.
"Ben bu batakta, bu havada nasıl yol bulurum. Önümüzü bile göremezken" diye içim yandı.
Çâre yoktu. Öne fırladım. Besmele çektim: "Yâ ALLAH celle celâhu, Yâ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem! Yâ Pirim Abdulkadir Geylânî kaddesallahu sırrahu Meded!..." dedim ve gözlerimi kapatıp yürüdüm.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Efendi Babanın sözüyle irkildim: "Ula oğlum Yahya dam solda kaldı. Sen gidiyorsun hâlâ" diyordu.
Gerçekten ışık yakılmış iki odalı evin hemen önünde idik...
Ayaklarımız kuruydu Erenler!...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Yahya Baba'ya devam...

Askerden dönmüştüm. Alper ve Mustafa vardı. Fatma hanımın okulu tâtile girince memleketine Antalya'ya çocuklarla birlikte bırakıp geri Aksaray'a geldim.
O zamanlar Almanya'ya gidenlere işçi bulmada yardımcı olurdum.
Onlarda izine gelirken bana hediyeler getirirlerdi. Çok çokta viski...
Dâirede Elbistan'lı şii bir ziraat mühendisi vardı. Seyit Halil Çiftçi diye birisi.
İyi bir arkadaşdı. O günlerde Tofaşın çıkardığı serçelerden kırmızı bir araba almıştı.
"Şefim, yalnızsın değenlendirelim gel bu akşam Zafer Mahallesinde kürt Sabri bir oturak alemi ayarladı. Viskiler senden gelip alırım..." dedi.
Bende: "yok öyle şey, kafamı dinliyorum. Asla olmaz, sakın gelme" dedim.
Ama saat 23:00'de geldi oturduk. Biraz biraz demlenirken göz kafayı sildi.
Çerezleri topladık bir kaç şişe viski aldık indik.Arabaya bindik.
Yaz idi... Ben önde idim. Arabanın pencereleri açık kafalar iyi...
"Elvedâ meyhaneci" şarkısı meşhur...
Bağırarak söylüyoruz ve gidiyoruz saat 01:30 in cin yok.
Buharalı Hacı Abdullah Efendi'nin mescidinin önüne vardığımız da acı bir frenle durduk. Arabanın sol burnu duvara vurdu. Önümüzde yaşlı bir zât yerden düşen takkesini alıyordu.
Baktım ki Yahya Baba. Doğru benim pencereye geldi: "Azimet nereye Erenler bu saatte, bende şöyyle bir Bedir Muhtar Mezarlığına doğru dolaştımda falan" diyordu.
Ve eliyle geriyi benim evi gösteriyordu.
Seyit Halil ağzına geleni söylüyor: "Deli misin depek misin gebereceksin v.s..." derken,
Yahya Baba: "Oğlum, sana sözümüz yok, Erenler ALLAH hakkı ve hayrı kalbimize ilham etsin, ALLAH rahatlık versin!." derken hâlâ eliyle geriyi gösteriyor ve bahçelere doğru gidiyordu.
Utanç içinde kalmıştım. Ter ayakkabıma dolmuştu. Her tarafı alkol kokusu kaplamıştı.
İndim ve arkadaşıma: "Defol, nere gidersen git, canınız cehenneme!..." dedim.

Israr etti ama boşuna. Bıraktım döndüm...
Bir daha çarşıya çıkamadım. Mahalle Câmisi dışında bir câmiye gitmedim. Utanıyordum.
Çocuklar geldi. Okullar açıldı...
Aylar geçti. Bir sabah saat 07:00 yeni kalktık.
İşe hazırlanıyoruz. Kapı çalındı. Açtım.
Yahya Baba elinde bir sepek erikle: "Erenler torunlarım yesin. Erik çok bir dönüm bahçemiz var çok şükür" diyordu.
Sanki bir şey olmamış ve görmemişti.
Bir daha ömrümde böyle şey olmadı şükür...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Yahya Baba'ya devam...

Bir bayram sabahı erkence Yahya Baba'nın evine ziyârete gideceğim ama evin yerini de bilmiyorum. Tarif etti...
Fatma Hanım'la yola koyulduk. Elimizle koymuş gibi bulduk.
Bahçelerin arasında bir sokağın sonundaydı.
Ev karşımızda, solunda ise Somuncu Baba (ks)'nın oğlu Yusuf Hakikî Baba'nın (ks) türbesi vardı.
Şaştım, çünkü ben bu türbeyi yıllar önce aynen rüyamda görmüştüm. Avlusu ve kapısı her şey gördüğüm gibi idi.

Avlusunda Arş'a kadar gümüş eriyiği gibi bir nur kütlesi hortum gibi dönüyordu. Ben duvarına dayanmış dışardan seyrediyordum. Önce dönen bu nurdan İbrâhim Aleyhi's-selâm'ın cismi belirdi.
Sakalı Sâlih Baba'nın sakalına benziyordu ve ondolinli idi.
Göz göze geldik. Gülümsedi ve döndü.
Sonra Mûsa Aleyhi's-selâm o da öyle...
İşte burası orası idi.
Yahya Baba gömlek yelek giymiş dışarı çıkmış...
Her yer süpürülmüş. İki katlı küçük bir ev.
Yukarı kata tahta merdivenle çıkılıyor.
Sokağa bakan pencerede eski çanta delta marka bir radyo bayram şarkıları çalıyordu.
Mübarek bizi görünce çok şamata yaptı.
Yere dizlerini vurdu kalktı: "Kimler gelmiş Erenler kimler gelmiş çok şükürler olsun!..." dedi.
Sarıştık...Bizi üst kata aldı.
Hanımı annemiz sessizdi. Daha doğrusu sesini hiç duymamıştım. Bir köşede oturup seyrediyordu.
Çok tertipli ama az eşyalı fakir bir evdi. Önünde meşhur bahçesi vardı. 1-2 dönümdü. Bir ucu Uluırmağa dayanmıştı.

"Bu ırmağın duvarını yaptınız da (DSİ) kurtulduk Erenler ne ni'met şükür" dedi.
Yahya Baba'nın insana te'sir eden hiç hatırından çıkmayacak bir çehresi ve bakışı vardı.
Çok şefuk ve atuf idi. Şen şakrak ve hep ibret dolu konuşurdu. Candan idi.
500 yıllık dosd gibi, baba gibi dede gibi, canında can gibi idi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »


Yahya Baba'ya devam...

İzzeti ikramdan sonra sohbet faslı başladı.
Başımızın üstünde fotoğraflar vardı. Eski çerçevelerin birinde yakışıklı bir genç vardı.
Bir kaç kez baktığımı görünce derin bir ah!... ah!... çekti.
Şağ elinin şehâdet parmağını havaya dikti. Bana ve Fatma hanıma göstererek:
"Erenler Aşkta böyle dosdoğru olacaksın dosdoğru. Eğri mutlaka düşer. Doğru aslâ düşmez. Kader Kaderullah. Tökezir gözükür ama asla düşmez. Bu yol sırât-ı müstakim yolu" dedi.

O zaman baktım ki çakır gözleri şimşek şimşek oldu yaşlar dökülmeye başladı dizleri üstüne.
Hep diz çöker otururdu: "Dinle erenler, çile çarşımızda dolaştıralım seni. Misâfire ikram gerek" dedi ve başladı:
"Ben Kalaycı idim. Tek atlı bir arabam var idi. Aksaray'dan bir çıkardım, o köyden o köye kalaycılık yapar, bir kaç ay sonra malzemem bitince geri şehre dönebilirdim. Ekmek peşinde koşarken bir haber gelir ki çocuğun ölmüş. Atı arabayı kalayı bırakıp koşardım. Ağlar sızlar yine ekmek peşine. Böyle böyle yıllar içinde 10 çocuğu toprağa verdik. Elimde bir tek Ahmet oğlum kaldı.
15-16 yaşında verem oldu. Varımı yoğumu döktüm. HAKK'a kavuştu gitti. İşte şu resim Ahmet" dedi.

Sesi boğuldu. Hıçkırıktan konuşamaz oldu. Bekledik. Sonra: "Olacak Erenler olacak şükürler olsun!..." dedi.
Devam etti: "Ahmedin gidişi ağır geldi. Senin okul arkadaşın Rahime o yıllarda düşdü. Kızcağızımı Eğridir Kemik Hastanesine götürdüm ama sırtı ve göğsü kambur kaldı. Şimdi kapı komşususunuz. İki kızı var şükürler olsun!." dedi.
Sonra Vâlideyi seyretti, biraz sustu.

Devam etti: "Ahmet gitti ama acı bitmedi, hayatın kaydı gitti. Yatsı namazını kıldım, sonra doğru Bedir Muhtar Mezarlığına Ahmed'in mezarına... Başımı baş taşına çâresiz koydum. Gittin, içimi yaktın felan derken yağmur başladı. Başladı ama kalkacak mecal kimde. Tüm yağmurlar sırtımdan geçmiş: "Yahya!... Yahya!... oğlum Yahya!..." diyen bir sesle irkildim.
Sesi tanıdım Şeyhim Efendi Babanın (Ahmet Lûtfi Hazretleri) sesi idi.
Mezarlığın duvarı dışından sesleniyordu. Toparlandım yanına vardım.
Kollarını açtı öyle bir kucakladı anlatamam.
"Yahya, oğlum sen ıslanmışsın, üşümüşsün, yalnız kalmışsın. Sen ne olmuşsun böyle. Gel hele gel eve gidelim!." dedi.
Tekrar bağrına bastı ki gözümüz açtım Vallâhi evinin önündeydik.
Erenler bilirsin Efendi Baba'nın evi Hashas Mahallesindedir. Hashas nere, Bedir Muhtar nere?...
"Hanım, hanım nerdesin, bak bizim Yahya geldi. Islanmış, üşümüş!..." dedi.
Hacı annemizde kapıya çıktı: "Gelin hele gelin tarhana çorbasını pişiriyorum. Pişti pişecek gelin!..." dedi.
Sabah ezanına belki 1-2 saat vardı daha. Olanlar oldu Erenler bir daha asla üzülmedim.
İşte böyle bir denk gelirse oluyor bu da olacak canım. Sallallâhu Aleyhi Ve sellemde de olmuş" dedi.

Biraz bekledi. Çaylar geldi.
Ben bu gün bitmese diyordum. Çok sevmiştim.
Sözlerini kalb teybine alıyordum. Belki videoma!...

Devam etti: "Rahime'den sonra bir kız daha oldu. Senin arkadaşın Cevizci'nin İlhâmi'nin karısı. Şimdi Almanya'daki...
Ama oğlan yok. Bir sürü oldu ama öldü...! 11 çocuk yan yana yatırdık Erenler...
Ocak kurudu... Somuncu Baba'nın soyu kurudu...
İşte anneniz oturuyor. Aradan yıllar geçti. Yaş 65'i geçti.
Çocuk doğurma mevsimi geçmiş yıllar önce ama ALLAHu Zu'l-celal lütfu kereminden: "Ulan Yahya çok kahrımı çektin, sana Veysî hibe ediyorum" buyurdu.
Anneniz hâmile kaldı. Olmaz iş oldu. Dillere düştük tâbi...
"Yahya bu ne iş!..." derler
"Bende bilmem, hanıma, o'na sorun" derdim.
Veyis doğdu elimde torunum gibi...
Salih Baba: "Ula oğlum Yahya çingenlerden mi aldın bu çocuğu derdi mübârek..."

Şimdi Türkiye Petrollerinde işe girdi Erenler!...
Dosdoğru olacaksın dosdoğru!... Doğru yıkılmaz Erenler!...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Yahya Baba'ya devam...

"Birde işin öteki yüzü var...
Çippilikten 3 dönüm kavaklık aldım. Aylarca tek başıma hendekler açtım, diktim büyümeğe başladı.
Bir dönümünü çocukların düğünleri, bir dönümü altımız üstümüze, bir dönümü ile de Hacca gider geliriz koca karı ile diye düşlerken.
Çile rüzgârları sildi süpürdü. Sıkıştıkça beş paraya sattım.
Son bir dönümünü sattığım kişi 15 sene sonra: "Allah razı olsun Yahya. Kavaklığı bana sattın sağol.
Bir sırasını kestim bu yıl hacca gittim geldim..." dedi.
"Ey ulu Allahım, kul senin, hac senin, hal senin, kavak senin" diye şükrettim.
Nasib olmadı bize Hac, Erenler. Bilmem ki olur mu?" dedi ağlarcasına...

Yahya Babam gönül dostumdu. Antalya'ya gitmeme en çok yanan oydu.
"Antalya'ya geleceğim. İşleri bir düzene koyup Erenler!..." derdi.
Hiç düzene koyamadı ve gitti.
Antalya'dan Aksaray'a izinli döndük.
Valizleri terminâle bırakıp Fatma Hanım'la önce onun meşhur kalaycı kulubesine uğradık.
O ki bizi gördü. Göğe çıktı sevincinden yerdeki suların içinde debelenir, perende atar, peşrev çeker ve var gücüyle bağırıyor: "Ey ahâli bakın hele bakın kimler gelmiş!... Hoş gelmiş. Canım gelmiş!..."

Gözlerinden boşanan yaşlarla boynuma sarılıp uzun süre ağlaştık.
Sonsuz Ehll-i Beyt, Rasulullah Sallallâhu Aleyhi Ve sellem ve ALLAHu Teâla Celle Celaluhu sevgisiyle hep içimde yaşadı Yahya Baba.

*

Yine Antalya'dan izinli döndüm.
Uğradım yine aynı hâller ama çok üzgün. "Ne oldu?" dedim.
"Sorma Erenler, Sâlih Baba HAKK'a yürüdü." dedi.
"İki gün önce bana geldi. Yahya, kızım Emine sana emânet." dedi.
"Helâlleştik, şaka sandım ama gitti mübârek" dedi...
Ağlıyordu, ağlıyordum... ve anlatıyordu:

"Cuma günü idi. Damâdı pis herif Ekecik tutturdu ki cenâze benim. "Hemen kaldıracağım" diyor. Ulan oğlum! mübârek cuma günü mübâreğin cenâzesini Cuma Namazından sonra kaldıralım dediysekte olmadı...Saat 10:00'da Ulu câmide cenâzesini kıldık.
O anda başımızın üstünde 400 - 500 Leylek dönmeye başladı.
Tekbir aldık. Kabre kadar bizi tâkip edip üstümüzde döndüler Erenler!...
Tekbir aldıkça duyan duyana. Tüm şehri tevhid sesi kapladı. Yer göğe kapandı tevhid sesinden.
Rûhu Şâd olsun. Himmeti var olsun!.."

*

Seneler sonra Hacı Mahmut'larla birlikte Bedir Muhtar mezarlığına gittik.
Yahya Baba sağlığında mezarım Bedir Muhtar'da hazır derdi. Derdi ama neresindeydi?...
Koca mezarlık... Zem zem yerine çıktık. Zem zem içtik.
Dönerken kendi kendime: "Sende bu kervanın Kıtmiriyim dersin. Sen kim kervan köpeği kim. Onların burnu hassastır. Sen ise Öz dostuyun kabrini bulamadın yazıklar olsun sana!" derken gözümden yaşlar boşandı.
Bir yöne yöneldim. "Çocuklar şuralarda Yahya Baba'nın mezarı olacaktı derken Hacı Mahmut: "işte "Yahya güzel Behçetlerden" yazıyor!" dedi.
O meşhur cennet kokusunu bizzâtihi duydum çok şükür.
Rûhu şâd, himmeti vâr olsun. ALLAH rahmet eylesin!..
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ


Resim

MESTÇİ SALİH BABA

ZEVK 1149

Sâlih Babasının sırrı, Koç Dölü
Bilindi mi kim imiş diriyle - ölü
Derbentli Hasan Baba, kalaycı Yahya
Âşıkların kalbi Kerbelâ Çölü…


01.11.1995 09:10

O zamanlar Somuncuoğlu Pasajında bir dervişler kahvesi vardı.
Oyun oynanmazdı. Sâdece çay kahve...
İçeride loş bir yerdi. Su küpleri sıralıydı.
En iyi kahve, küllü ocakta yapılıyordu.
Sonraları rahmetli kardeşim Hasan da işletti o kahveyi.

Salih Baba üç tekerlekli arabada elma satardı sokaklarda.
"Elmacı Sâlih geldi. Paralı parasız elmacı geldi!..." der de gerçekten gelenin durumuna göre elma fiyatı değişir, Bazen beleş bile olurdu.
Tek kızı Emine, şehrin en zenginlerinden Ekecik'in karısıydı da: "Kader Kaderullah Erenler, daha çayını içmedim hiç Emine'min" der de ağlar gibi olurdu.
Bana dâima: "Koç dölü" derdi.
İsmimi bir kez duydum ağzından. O da Antalya'ya tâyin oldum. Bu bana çok çok zor geldi.
Bu insanlardan ayrılmayı unutamadım ve hâlâ yerleri dolmadı.
Aksaray'a İzinli gittim. Rahmetli Babamla birlikte Rahmetli kardeşim Hasan'ın Dervişler Kahvesine gittik.
Sâlih Baba Hasan'a hep beni sorar ve sonra: "Ah oğul, vah oğul!.." dermiş...
Biz bu kapıdan girince içerisi karanlıktı. İnsanlar hemen fark edilemiyordu.
Hasan bizi görünce: "Salih Baba Lâtif âbim geldi!..." diye bağırdı.
Mübârek zât ise: "Bizim Lâtif mi?... Bizim Lâtif mi?... Koç dölü mü gelmiş!..." diyerek fırladı.
Masalar sandalyeler devrildi. Ortada sanki harmandalı dönüyordu:
"Kim gelmiş Erenler!, nerden gelmiş, nasıl gelmiş! v.s" diyor, ağlıyor ve oynuyordu.
Öyle bir sarıldık ki hâlâ sıcaklığı sinemdedir.

Sâlih Baba ricâl-i gayb (ebdâllerden) olduğunu rahmetli Hoca Amucam söylemiş ve: "Sakın bu zâtın sırrını ölünceye dek söyleme, nasıl olmuşsa öğrenmişsin. Sakın oğlum ha!..." diye tembihlemişti.
Ulu Câmi'de buluştuğumuzda: "Koç dölü sırrımız sırrımızdır saklarsın değil mi?" demişdi.
En son Hakan tarafından 30 Ara 2009, 00:07 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Salih Baba'ya devam...

Ulu Câmiden birlikte çıktık.
1.90 boyunda, sakalı çok uzun ve ondolünlü idi. İbrâhim Aleyhi's-selâm'ın sakalını da böyle görmüştüm.
Öne eğik yürürdü. Hasan'a bir resmini vermişti. Bu resim yukarda bakınız!..
Bana geldi. Şiir defterimin içinde hâlâ!..

Câmiden çıkınca elimde tesbihi gördü de: "Koç dölü, kötü kadınların ziyneti gibi teşhir etme tesbihini, eğer zikretmekse maksadın seyret!..." dedi ve havaya fırladı.
1 metre kadar yükseldi. Diz üstü betona düşdü. Yüzü sararmıştı ve derhal: "Hu!..." zikrine girdi.
Bir "Hu, Hu!..." zikri başladı ki durdurana aşk olsun.
"Baba, yapma insanlar bakıyor falan" dediysem de nâfile.
Neden sonra kalktı. Hiç bir şey olmamış gibi koluma girdi yürüdük. Yorgundu.

Ulu Câmiden sabah câmisinden çıktık. Kulağıma ağzını yaklaştırdı: "Koç dölü bir derdim var ki utanıyorum kimselere demeye. Sen dinle bir bak çâresi ne ki!..." dedi.
Ben de: "Buyur babacığım!..."dedim.
"Ben basur oldum, oturamıyorum. Kanıyor abdest tutmuyor. Perişanım!. " dedi.
Ben de o günlerde "Venoroit" diye bir ilacın basura çok iyi geldiğini dâirede duymuştum.
Hemen ayrıldım. O eczâne bu eczâne koşturdum. Ama nâfile... Hepsi de o ilaç pisayadan kalktı diyorlardı.
Çâresiz kaldım eve dönerken yolum üzerinde Amaratlıların bir eczânesi vardı.
Eczâcı genç: "Abi gel bir çayımızı iç, hiç gelmezsin!..." diye sitem etti.
Döndüm ve: "Venoroit diye bir homoroit ilacı arıyorum" dedim.
"O ilaç yok, ancak onun işini gören bir ilaç var ancak o da yok yalnız bir arkadaş iki kutu getirtmişti, tezgah altında varsa çocuğu salalım" dedi.
Bir kutu varmış. 50.000TL idi. O zamanlar bu para çok para idi...
"İthal ma'lesef pahalı" dedi.
"Olsun, bulduk ya!..." dedim.
İkindi okunmadan erkence Ulu Câmiye girdim.
Bir kaç kişi vardı. İlerde tek başına Sâlih baba oturmuş zikrediyordu.
Taş kesilmişti. Cebine ilacı koydum, duymadı bile... Arka bir tarafa geçtim oturdum.
Ezan okununca ilacı fark etti, beni aradı ama bulamadı.
Onun âdeti en son çıkardı câmiden. O gün ise hemen çıktı.
Ben ise mahsus geç kalktım ki para pul demesin diye.
Çıktığımda kapıda bekliyordu: "Sağol koç dölü, Allah razı olsun!..." dedi.
"Ne önemi var!" dedim.
Cebinden eski asker cüzdanları vardı çıt çıtlı, 3 gözlü...
Birinci göz boş, ikincisi boş ve ücüncü gözde bir tek o mor elli bin lira vardı.
Bu sırada bana: "Benim bir akadaşım var ne nâmussuzdur, adam ne anaforcu, somurucudur.
Beni çok üzüyor be herif!..." diyordu.
Bende: "Sen bana göster hallederiz" diyordum ki baktım elli bin lira elindeydi. Bana uzatıyordu.
Anladım ki nefsinden bahsediyordu: "Babacığım hani bana "dört âlemde oğlumsun, oğlum yoktu sen oldun" derdin sen. Bu nasıl iş!" deyince boynuma sarıldı.
"Hakkın var koç dölü, hakkın var!" dedi.

Kalaycı Baba ve Salih Baba..
İkisinin de son zamanlarına rastladım.
İkisini de çok sevdim ve ikisi de beni çok sevdiler.
Kalaycı Yahya Baba - Sâlih Baba hep birlikte olurlardı.
Her sabah önce ulu Câmi'de buluşulur, sonra derviş kahvesine gidilirdi...
En son Hakan tarafından 20 Ara 2009, 20:52 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Mesaj gönderen Gariban »

Hocam boyle güzel Hakk dostlarını bizlere tanıttıgınız için Allah c.c razı olsun, Cenab-ı Hakk bizleri şefaatlerine nail eylesin inşaallah, devamını sabırsızlıkla bekliyoruz.

Selam ve sevgiyle
GaribAN
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Salih Baba'ya devam...

Derviş kahvesi ilginçti.
Sabah namazı saat 06:00 da kılınıyorsa saat 08:00'e kadar orada onlarla kalıyordum.
Sonra servis yerine çıkıp dâireye giderdim.
Bu kahvede neler gördüm ve neler yaşadım neler... Staj yerimdi.

Kahveye Aksaray'da yaşayan deli, veli, evli, evsiz her türden türlü türlü insan geliyordu.
Çok erkendi. Her gün erkence simitçi geliyordu. Çay hazırdı.
Câmiden dönünce simitler kapışılıyor, çaylar içiliyordu.
Çok garip görünümlü teşhirci gibi ve sakat insanlar vardı.
Gündüzleri çöplerden bir şeyler topladığını gördüğüm insanlar hep orada cem oluyorlardı.

1 Saat sonra filan kalkarken Salih Baba "Oğlum Yahya paralar senden. Koca bir bahçe sâhibisin" diyor.
O da tüm simit ve çay paralarını veriyordu.
Bir başka gün ise Sâlih Baba ve benzeri başkaları...
Ben bir gün olsun para veremedim ona yanarım hâlâ.
Ne zaman kalksam: "Sen misâfirsin erenler!" derlerdi verdirmezlerdi.
O kimselerden bir tânesi bile kalkıp da: "teşekkür ederim" bile demiyorlar, kalkıp işine gidiyorlardı.
Çok antika bir yer ve insanlardı vesselâm!.

*

Derviş Kahvesindeyiz.
Sağımda Sâlih Baba, solumda Yahya Baba masada ben aradayım.
Derken kavgaya başladılar. İş ciddi. Sözler sert ve ağır...
Sâlih Baba: "Ulan Yahya, sen çok utanmaz bir adamsın. Nankör herif, ben sana 70 kat elbise teslim etmedim mi?" diye bağırarak soruyordu.
Yahya Baba: "Evet, verdin ne yapalım yâni vermeseydin!..." diyordu.
Sâlih Baba vurmak için saldırıyor, ben aralamaya çalışırken az da olsa bir iki sille tokat isâbet ediyordu.
"Ya elbiseler, ya parası. Yahya canına okurum. Kıvırtma nettin güzelim 70 kât elbiseyi?"
diyor yine saldırıyordu.
Ben ise kan ter içinde: "Yapmayın etmeyin" deyip duruyor ve üzülüyordum.
Hiç bir kimse yerinden kıpırdamıyordu.
Sonra Amaratlı yaşlı bir Şeyh bana yaklaştı: "Mühendisim, sen bunlara bakma. Cilve yapıyorlar. Salih baba Yahya'ya 70 yılı nerde harcadın hesab ver diyor. O da kem küm ediyor. Bunlar sana gösteri yapıyorlar" dedi.
Anladım ki adamcağız hâlime acımış...
Hemen sonra hiç bir şey olmamış gibi güzel güzel konuşmaya geçtiler.. Şaştım kaldım...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Salih Baba'ya devam...

Derviş Kahvesindeyiz.
Yine aynı masa. O masa bizim sanki aynı yerlere oturuş...
Salih Baba "Ulan Yahya senin için şikâyet var. Şu tazına sahip çık!.
Bir itin hakkından gelemiyorsun. Bize laf söz getiriyorsun.
Madem ki avcısın tazına sahip ol. Ne bu ulan be herif!.
Mahalle tazıyın elinden zâri zâri olmuş. Evde bacı şikâyetçi.
İtinin kalaycı çarşısında ne işi var. Onlar da şikâyetçi.
Bak, bak işte işte şikâyeti olan!" dedi.
Baktım gösterdiği de başka bir kalaycı idi. Suratı asık adam "evet! evet!" diye başını sallıyordu.
Ben de: "Allah, Allah Yahya Baba avcılıkta mı yaparmış!..." diyordum.
Yahya Baba: "Ne yapalım yâni, bu şehirde bir ben mi besliyorum tazıyı. Her gün güzelce çulluyorum, üç öğün yidiriyorum. "Sakın ola ki, kimseye hırlama!" diyorum ama dinliyor mu Babacağım tazı bu adı üstünde it!..." dedi.
Bir ona bir öbürüne bakıyordum. Bu işin içinde bir iş var mıydı diye!...
Amaratlı Şeyhe işâret ettim. "Ne oluyor?" diye... O kimse muşfikti...
Bana acıyordu ki: "Oğul, Salih Baba, Yahya'ya nefsine çeki düzen ver. Herkesi hallediyor. Uyuma, aklını başına topla!..." diyor dedi.
En son Hakan tarafından 31 Ara 2009, 17:40 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
HAYY-DOST
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1856
Kayıt: 16 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen HAYY-DOST »

Ne kadar şanslısınız, Muhterem Ağabeyim,
hatıralarınızı okurken , çok imrendim. Ben de çok alemimdir, siz demeden
ben deyim dedim.Böyle bir erenler kahvesine gitsem beni kabul ederlermi acaba diyede kalbimden geçirdim.
Gördüğüm bir rüyayı hatırlattınız bana..
Anlatsam ayıp olmaz herhalde..
Rüyamda , olağan üstü bir durum olmuş, insanlar sağa sola kaçışıyorlar.
Yeraltı sığınaklarına, tünel altlarına felan doluşuyorlar. Buralara sürgülü kapılar yapılmış,insanlar girdikçe kapılar kapanıyor..
Ben de dışarda kalmışım. Neyapacağımı bilemeden ortalıkta duruyorum.
Aklıma dua etmek geliyor."Allahım bana yardım et "Diyorum.kalbime ilham ediliyor ki:"Biraz ilerde erenler binası var oraya git."
Binaya bakıyorum, bembeyaz boyalı yedi katlı bir bina..
Beşinci katın balkonunda eşim abdullah bey(ogünlerde biraz kendisine değer vermeyip,saygısızlık yapıyordum), yanındada aksakallı bir pir-i fani..
Kendimi onların yanında buluyorum. Mübarek Pir, burasının erenler yeri olduğunu, benim hanım olduğumdan burada barınamıyacağımı söylüyor.
Eşime bakıyorum.Bana arka çıksın yardım etsin diye. Hiç oralı olmuyor. Güya bana küsmüş..
O arada başımı göğe kaldırıyorum. Gökyüzünde bir sayfa açılıyor..
Sevgili Peygamberimizin sav Mühr -ü Şerifi nurdan ışıklarla parlayıp duruyor.
"AA Sevgili Peygamber'imizin mührü ne güzel de parlıyor diyorum. Bunu duyan mübarek pir" sen bunu görebiliyormusun "diye bana soruyor..
"Tabiiki" diyorum "ben daha neler görüyorum gökte, Allah bana sayfa sayfa gösteriyor çok şükür" diyorum. Bunun üzerine , o binada kalabileceğimi söylüyor. Ve uyandım.
Bu güzel bir rüya yorumada gerek duyulmayan ..
Ama, ben o günden sonra eşime çok değer veren ve saygılı davranan bir hanım oldum.En azından maneviyatının benden yüksek olduğunu anladım.
Halen , ne zaman, bir anlaşmazlığa düşsek bu rüyayı hatırlar kendimi geri çekerim.
İşte mübarek ağabeyim,beni sizin gittiğiniz o erenler kahvesine misafir ederlermi acaba?
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ


SÜLEYMAN BABA

Aksaray'da DSİ Başmühendisiyim.
Yaşlı bir bekçimiz var. İşe geç girmiş. Abdurrahim Amca diye birisi.
Ama öyle nurlu bir yüzü ve edebli bir hali vardı ki herkesi hayran bırakırdı. Gece bekçisi idi.
O zamanlar hurdalıktan bakır tel filan çalınırdı.
Onun için Konya'ya toplantıya gittik mi çok geç dönerdim.
Daireye uğrar biraz ilerde arabadan iner arabayı bekletirdim. Ben yayan gelir kontrol ederdim.
Her defasında dolaşırken ve mırıldanarak Kur'ân okurken bulurdum.
Belki her gece bir hatim inerdi. Hafızdı belki...
Bu zât her bayramın birinci günü namazdan sonra erkence yalnızca ziyâretime gelir çok konuşmaz fazla oturmaz ve giderdi.

Bir bayram ben de ona jest olsun diye babamgile giderken döndüm onlara...
Fatma Hanım Kız Meslek Lisesi Müdürü idi.
Abdurrahim Amcanın sanırım 7 kızı vardı. Sonradan tek oğlu olmuş.
Kızlarının hepsi de hanımın öğrencileri idi.
Fakir bir aile bir sürü talebe olunca Hanım onun kızlarına her imkanı kullanıp her türlü yardımı yapıyordu. Kumaş vs. vermekteydi. Dolayısıyla o da istedi ki uğrayalım.
Evleri yol üstünde tek katlı toprak damlı idi. Kapı sokağa açıktı. Bir sürü ayakkabı vardı kapıda.
Selam verip başımı uzattım ki sofra kurulmuş kurban eti... Sıkışarak anca sığmışlar çoluk çocuk.
Tam karşımda ay yüzlü bir zat ki 100 yaşın üzerinde idi...
Beni görünce Abdurrahim Amcanın hanımına: "Gelin, gelin işte bu zattı sabah sana söylediğim kişi. Tas tamam bu!..." dedi.
En son Hakan tarafından 01 Oca 2010, 17:35 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Süleyman Baba'ya devam...

Ben ilk kez görmüştüm. Daha içeri de girmemiştik kapıdaydık.
Neyse girdik. Yemeğe toktuk. Sedire geçtik oturduk.
Abdurrahim amca: "Baba!..." dedi.
Tanıştıracak ama babası Süleyman Baba hemence bana: "Oğul, bu sabah seni divana çekip imtihan ettiler. Şükürler olsun ki cevabı bildin." dedi. Şaşırdık haliyle.
Sana sorulan soru: "İbrahim aleyhisselâm oğlu İsmail aleyhisselâmı ziyaretine gitti.
Bulamayınca İsmail'in karısına: "Ben geri dönüyorum. Döndüğünde oğluma şöyle söyle" dediği söz ne idi? " İşte sorun bu idi ve güzelce cevabı verdin" dedi.
O zaman korktum. Çünkü gerçekten cevabını o ANda biliyordum.
"İsmail gelince evinin eşiğini değiştirsin. Yani eşini boşasın" demişti.
Süleyman Baba harika bir şekilde güldü ve: "Yok, yok. Bunun seninle ve eşinle âlâkası yok. Korkma haa!" dedi...
Abdurrahim Amca: "Baba! Latif Bey benim Başmühendisim. Karaviranlı. Sen bilirsin Molla Mehmet Amcanın yeğeni." dedi.
O zaman gözünün içi güldü ve: "Öylemi! Molla Durmuş'un torunu, Molla Mehmet'in yeğeni, Tahir Hocanın oğlu desen ya!... Nesli pâk insanlar. Çok severiz. Baba dostuyuz!." dedi.
"Bak evlad! Sen gençsin... Yolumuz sadakat yoludur. Aşk yoludur. Doğru ol!. Allah'a bırak gerisini!... Beni iyi dinle. Kulağını aç!..." dedi.
Bende pür dikkat dinliyordum. Uzun ve apak sakallı konuşurken salınıyordu:
"25 yaşındaydım. Askerden yeni dönmüş, Ahmedî Lütfî Hazretlerine bağlanmış ders almıştım. Bir düvem vardı. Satmam gerekti... Köyümüz Ekecik Dağının yüzünde bilirsin. Aksaray'a o zaman Hayvan Panayırı kurulurdu. Adana'dan, Ankara'ya her yerden mal gelirdi, alınır satılırdı.
Mahşer gibi olurdu. Panayırdan bir gün önce ikindiyi kıldık.
Düveyi yola sürdüm pazara... Bir düveyi kimseye katamadım. Ama hayvanını satacak herkes gelip: "Süleyman mâdem gidiyorsun bizimkileri de götür. Yarın panayırda karşılarız seni" diyorlardı.
Bizde nazlım (zararsız) mısmıl (murdar olmayan) insanız. "Olmaz" diyemedik. Önümde bir sürü oluştu. Sürdüm otlata otlata sabah oldu. Şehre girdik sürüyle... Sürüyü Hashas Köprüsünden geçirdim karşıya.
O anda bir böğelek böcüsü bir danaya vurdu. Bir dana ki kuyruk havada gitti gider Hashas Asfaltında yıldırım gibi...Ardına gitsen sürü çobansız kalacak. Hırsız pek çoktu. Şaştım kaldım. O zaman ellerimi açtım:
"Ya Allah, Ya Rasûlullah, Ya Pir Abdûlkadiri Geylanî Meded!..." dedim.
Sözüm bitmeden dananın ayakları yerden ateşler çıkararak gerisin geriye geliyordu. Ve Vallahi kuyruğu elimdeydi" dedi.
"İşte oğul bu yol böylesine sadakat yoludur BİLesin!."
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Süleyman Baba'ya devam...

"Himmetleri var olsun!" dedi.
Sonra uzun uzun bana dua etti.
Elini öptüm. Sarıldı, sakalı ıslaktı...
Yürüyemiyordu, oturaktı, çok yaşlıydı.
Bir daha görmedim. Vefat etti. Rahmetler olsun!.
Rahmetli Hoca amcam: "O Rical-i Gaybdendir. Ulu kişidir. Ehlullahtır. Sır Sahibidir..." demiş ve sevinmişti.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Manevî Semâmdaki
ALLAH DOSDLARI


KULİHVANİ


DERBENT'Lİ (DELİ) HASAN BABA

1965 yılı yaz tatiline geldim. Adana Erkek Lisesi son sınıftaydım.
Yazın Hasandağı'na yaylaya çıkmıştık. Yayladan köye dönüyorduk köylü komşularla.
Babayiğit bir merkebimiz vardı. Katır gibi bir boz eşekti.
Dağdan epey indik. Ormanın içinde ilerlerken bir zât çıktı ormandan. Başında siyah sarıklı, orta boylu, çok celâlli bir derviş. Kıvırcık sakallı, konuşması sert ve kısa idi.
"Nere gidiyorsunuz?"
"Karaviran'a!."
"Bende oraya Molla Mehmet'e gidiyorum!..." dedi.
"Bak yeğeni!" dediler.
Hayvanı bir kayaya çektim. Arkama bindi. Yol boyunca hiç konuşmadı.
Sadece bazan: "Yâ HUuu!..." dediğini duyuyordum.
Köye geldik. Amcamgile gitti.
O gece camide muazzam bir halakayı zikir kuruldu. Köy tevhid sesiyle çınladı.
İlk kez o zaman gördüm Hasan Baba'yı...
En son Hakan tarafından 30 Oca 2010, 11:28 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Derbent'li Hasan Baba'ya devam...

Mana âlemimde büyük bir yeri vardır mübareğin.
Aradan yıllar geçti. Başmühendisim.
Bazen bira içerdim. Sürekli Namaz kılardım. Ama içim karışıktı...
Hep düşünüyordum. Kerâmeti kabul edemiyordum. Bazı şeyler safsata geliyordu.
Bir pazar günü ikindi namazına Ulu Câmiye gittim.
Câmiden çıkarken kapıda biriyle çarpıştık.
Elinde dal parçasından sopası vardı boyunca...
"Ben seni tanıyorum!..." dedim.
Dedim ama yüzüme öyle bir hınçla baktı ki korktum: "Defol git!..." dedi çekip gitti... Kafam karıştı...
Bu kimseye vurulmuştum ve aklımdan hiç çıkmıyordu. İşlerim de pek çoktu.
İnsanlar peşime düşmüştü. Sağcısı, solcusu, şucusu, bucusu...

Bir gün sonra ikindiye yine Ulu Câmiye döndüm araziden...
Namazı kıldık. Onu arıyordum. Ama yoktu. Tam çıkmıştım ki karşımda duruyordu: "Seni tanıyorum!..." dedim gayrı ihtiyâri...
Birden kızdı köpürdü: "O amucana söyle, boynuna ipi takar şehrin sokaklarında dolaştırırım. Defol!..." dedi. Hâlâ kim olduğunu hatırlayamamıştım.
Hemen amcama gittim ve anlattım. Güldü ve: "Yiğenim o zât Derbentli Şeyh Hasan. 40 yıldır seyyah gezer. Boş ver sen onu. Ona uyma, başına iş açar. Ona bakma sen o âşıktır. Senin çocukların küçük neyine gerek aşk!" dedi.
"Peki size neden gerekmiş aşk!." dedim.
Duymamış gibi: "O adamla görüşme, ona bakma!. Geçenlerde sabah namazını bile kılmadı!" diyor beni görüşmemeye iknaya çalışıyordu. Ama nâfile artık onu hep arıyordum...
Geceleri uykum kaçıyor, sabah namazından 1 saat önce Ulu Câmi’ye gidiyordum.
Câminin kapısında bir dut fidanı vardı. Ağaç sayılırdı. Dutun dalında paltosunu asardı. İşâreti o idi.
Palto asılı ise oralarda bir yerde demekti...
Artık benden kaçmıyor ve kovmuyordu da ama çok az konuşuyor du iki üç kelime...

Her sebah Ulu Câmi'ye giderdim onun için.
Sabah ezânından önce Ulu Câmi’nin kapısına vardım. Bulamadım, yoktu.
Sonra kapıda bir şey gördüm, unutulmuş palto sandım. Yaklaştım yerde yatan o idi.
Secde eder gibi idi. Sadece elleri başından ilerde idi. Yanağının biri yerde yatıyordu.
Bana: "Çoban, böyle ne yatar!..." dedi.
"Bilmiyorum" dedim.
"Bilirsin, bilirsin çoban!... Köpek yatar böyle, bana: "Hasan sen git Ulu Câminin kapısına it gibi yat!..." dendi. Sen ne sanıyorsun bu yolu!..." dedi.
Sustum, yanına oturdum.
Kalktı sırtını duvara dayadı. Zikrediyordu.
Sanırım Hu Esmâsında idi...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Derbent'li Hasan Baba'ya devam...

Sabah Ezânından önce yine gittim orada idi.
Aynı yerde çömelmiş sırtı kapıda oturuyordu... "Ve aleykümüsselâm Yâ Çoban!..." dedi.
Cebime biraz para hazırlamıştım. Vermek için uzatınca birden bir kükredi ki ödüm koptu:
"Ulan Firâr, ne sanıyorsun bu yolu, kim sanıyorsun sen BİZi... Benim bir sahibim var ki: “Eğer birisine ihtiyaç elini açarsan sana 1001 yerden yokluk kapısı açarım!" buyuruyor. Sen kim oluyorsun. Git başımdan defol!..." dedi.
Çok üzüldüm ve çekildim. Hiç konuşmadı o gün.
Halim iyi ise "ÇOBAN" diye, halim kötü ise "FİRAR" diye hitap ederdi. Adımı dediğini hiç duymadım.
Sabah namazından sonra derviş kahvesine pek gelmezdi.
Bir kere gördüm orada. Bir masaya tek başına oturmuştu. Kimseyle konuşmuyor sadece arada bir dik dik bakıyordu. Hiç kimseden bir şey almaz, çayını bile içmezdi.
Kimsenin evine gelip gitmezdi. Üç Kızlar Türbesinde yattığı söylenirdi.
Paltosuna “"Damım!”" derdi. Başka da bir şeyi yoktu.
Kimsenin yemeğini yemezdi.
Bir sabah: "Baba bir çorba içelim mi?" dedim.
Konuşmadan bekledi ve: "Çoban senin çorban içilir. Haydi bir işkembe içelim!" dedi.
Ne var ki, nereye varsak: "Her çorba var, işkembe bugün yok!" diyorlardı.
Epey dolaştık. Şaşırdım kaldım. İkram edecektim ama çorba yoktu.
Halime baktı ve: "Düş arkama!" dedi.
Doğruca Kalaycılar Çarşısının içine daldık.
Bir odada iki masa bir kaç sandalye... Bir tencere işkembe...
Oturduk "iki porsiyon!" dedim. İçtik.
"Sağol çoban bereket bul!... Çok şükür!..." dedi çıktık.
Vakit ilerlemişti. Ben servis yerine çıkacaktım.
Birlikte yürüyoruz. Caddelerden ilerlerken: "Bu ne iş ben koca bir Başmühendisim. Yanımda süklüm püklüm kılıklı bir meczub ve elinde boyunca sopası. Görenler ne derler bana!..." diye düşünüyordum ki:
"Vay köpek vay! Bizimle dolaşmaktan hayâ mı ediyorsun?. Bir daha bana yanaşma kafanı uçururum hergele!..." dedi ve sopayla saldırdı..
Ve o anda başımı eğdim üstümden rüzgar gibi sopa geldi geçti. Tekrar hamle ederken ben kaçıyordum o kovalıyordu.
Dükkanlarını açmakta olanlar, İsâoğullarından birisi koştu ama ona da sopayı sallayınca o da kaçtı.
Çok üzülmüştüm. İçimdem geçeni okuması beni sarsmıştı.
Bu nasıl oluyordu?. Ayrı bir dünya mı vardı... Kafam allak bullaktı…..

Aksaray Müftüsü Mehmet Gültekin, Kayseri'li ve arkadaşımdı.
Ona bir mersedes hediye etti Almancılar... Bir gün Birlikte bindik dolaştık.
Sonra Ulu Câmi’yeöğle namazına gittik. Hasan Baba Dut Ağacının dibindeki su göleğinde uğraşıyordu.
Su doldurmuştu. Paltosu dalda idi. Selâm verdim.
"Ve aleykümü's Selâm Çoban!..." dedi.
Mehmet Bey de: "Hasan Amca! Lâtif Beye çoban diyorsun bize demiyorsun!." deyince
"Ulan zındık mufti, ne zamandan beri Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vessellem câmiye mersedesle geliyor!... Sen ne anlarsın çobandan!... Ben 43 yıldır dağlardayım. Seyyahım. Tanırım çobanları... Çoban o ki seni görür uzaktan: "Gel Yolcu Baba gitme gel!" der. Belinden azığını çözer. İkiye böler yedirir de salar... Çoban haaa!... Çoban mı olmak istiyorsun zamâne müftisi!..." dedi.
Ben de: "“Hasan Babam yapma o benim arkadaşım" dedim.
O zaman bana da kızdı: "Sen de defol firar!..." dedi. ..

*

1977-1980 Martına kadar beraber olduk.
Kendisi: "Çoban; Diyar-i Bekir - Tersuz - Aksaray üçgeninde görevliyim, bunun birisindeyim... Bu Aksaray'a senin için göevlendim..." derdi. "Diyar-i Bekir'den bilatı kestirdim. Tersuz'a oradan Aksaray'a" derdi.
Gidişi de gelişi gibi bilinmezdi. Birşey demeden yok olurdu.
Paltosu dut ağacı dalında olmadı mı anla ki gitmiş!...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

Derbent'li Hasan Baba'ya devam...

Eşyalaramızın hepsini taksitle Konya'dan almıştık. Maaşların çoğu oraya ve kiraya gidiyordu. Kızıl Minâre'nin yanında Somuncuoğlu Apartmanında idik.
Cebimde 120 TL kalmıştı. Fatma Hanım kuruşunu bile hesaplıyordu.
Bir gün hasan Baba: "Çoban gözlerim hasta oldu. İyi görmüyor" dedi.
Ben de hemence: "Seni arkadaşım Kazım'a, göz dokturuna götüreyim, bir gözlük alalım!" dedim.
Hemen kotum gittim ki, muayenehâne de yok, hastahânede yok, bulamadım gitti... Eve döndüm..

Akşam evde Fatma Hanıma: "Hasan Amcaya gözlük alacağım" deyince fırtına koptu...
Deme gitsin. Sabah oldu söz, söz...
Öğle namazına gittim. Câminin önündeki parkta buluştuk.
Beni görünce: "Çoban sıkma canını, kadınların saçı uzun aklı kısadır. Gözümün de bir derdi yoktur, ancak sen git de bana demir hapı al!" dedi.
Koştum eczacı Hanifi'ye: "Demir hapı varmış, bir tane ver!" deyince,
Hanifi: "Hasan Baba'nın hapı mı" dedi. "Evet!" dedim, para verdim.
"Para istemez ona" dedi. Bu işlere şaştım kaldım doğrusu. Hanifi de tanımaktaydı..

*

Ben o zamanlar keramet göstermeye pek inanmazdım.
Aksaray'da Zafer Mahallesi Camisinde bir imam vardı.
Çok güzel Kur'ân okuduğundan ona Profosör diyorlardı. ama dünya işlerinde kendisi yaramazmış.
Ben de önce dinlemeyi isterdim ama denk gelmezdi.
Bir sabah ezandan önce kalktım yola düşdüm. O zaman etraf bağ bahçe idi. Biraz ilerledim.
Bir köpek musallat oldu. Gideceğim yer 1-1,5 km ilerdeydi. Kimseler yoktu.
Derken 2 köpek, 5 köpek derken bir sürü köpek oldu.
Sesine gelen gelene beni çepe çevre sardılar.
Yürüyorum saldırıyorlar. Duruyorum duruyorlar.
Geri dönmek isteyince üstüme atladı birisi.
İlerledim. Dura yürüye kanala çıktım. Oraya oturdum. Dağılıp gittiler.
Ezanlar okundu. Câmi az ilerde ama ezan okunmuyor.
Kalktım vardım. Kapı kilitli kimse yok.
Kendi kendime kızdım. Aç karnına bir Samsun sigarası yaktım: "Ne işin var ulan profosörle, namazını kılıp yatsan olmaz mıydı?" diyordum.
Biraz sonra 70 yaşı civarında bir zât geldi
"Ezan okundu mu?" dedi.
"Okunmadı" dedim kızgınca.
"Sen okur musun?" dedi.
"Hayır" dedim.
Olduğu yerde durdu hızlı bir şekilde hiç çektirmeden ezan okudu. 2 dakika sürmedi.
Kapının üstüne uzandı bir anahtar aldı. Anahtarı gördüm eski köy tipi borulu anahtardı, büyüktü.
İçeri girdik. Sünneti kıldık.
"İkamet getir!" dedi... Ben aldırmadım. Kendisi getirdi.
İmam oldu. Bana da sağ tarafa biraz geriyi gösterdi.
Yüzünü gördüm. Kaşı dahi bembeyaz harika bir yüzü vardı. Misk gibi kokuyordu.
İkinci rekata kalkınca bir kimse daha geldi yanıma durdu.
Çok kısa sûrelerle namaz bitti. Tesbih bitti. Kalktık ve çıktık.
Çok bağlı bir ayakkabım vardı. Daha birincisini bağlarken kapı kilitlendi sesini duydum.
İkincisi bağlarken geriye baktım ki kapının üstünde anahtar koyacak bir yer yoktu. Dümdüz bir mermerdi...
Hemen bağlamayı bıraktım. Yaşlı amcayı aradım yoktu.
Yanımdaki adama: "Nere gitti?..." dedim.
O da şaşırmıştı: "Vallahi nere gitti, yer yarıldı yok oldu gitt!" dedi.
Câminin etrafı boştu. Kanal boyuna koştum etrafta kimseler yoktu...
Câmiden erken çıktığımız için her yer ıssızdı... Aklım iyice karıştı.
Bir sigara daha yaktım. İçim bulandı...

Düşünerek eve yürüyor ve: "Ne oluyor Rabbım, aklımı yiyeceğim!..." diyordum.
Tam evin önüne varmıştım ki arkamdan bir "çat! çat!" sesi duydum.
50 kadar köpek, koyun sürüsü gibi geliyor. Ortalarında Derbentli, elinde sopası.
Arada sırada sopasını asfalta vuruyordu. Köpekler "çıt!" sesi çıkarmıyor ama âdetâ dans ediyorlardı. Yatıyor, kalkıyor, zıplıyorlardı ama ses yoktu...
Apartmanın önündeki merdivenlere oturdum. Bir sigara daha yaktım. Neredeyse kusacağım, Aç karnına... Bekliyorum gelsinler de bir şeyler söyleyem!...
Ben davranmadan Derbentli: "Çoban çoban sen çık yat, BİZim adamımızı rahatsız eden köpekleri böyle şehrin sokaklarında koyun sürüsü gibi dolaştırırız! Sen çık yat çoban!..." diyordu ve gidiyorlardı.
Karşı evdeki fırıncı, bizim apartmandaki pastacı lazda çıkmışlardı seyredip gülüyorlardı. Ama hiç bir şey anlamıyorlardı belli ki...
Başım zonkluyordu... "Keramet hakmış" derken hastane köprüsü köpekleri almıyor, sıkış-tepiş geçiyorlardı. Şehrin içine doğru sürü halinde gidiyorlardı...
Resim
Kullanıcı avatarı
kamuran
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 183
Kayıt: 17 Eki 2008, 02:00

Manevi Sema

Mesaj gönderen kamuran »

Manevi Semamdaki Allah Dostları başlığı altında Kulihvani Üstadın hayatındaki özel insanları ilgiyle okuyor ve devamını merakla bekliyorum. Hususen merak ettiğim konu şudur. Ki, sitemizde önem ve değer verildiği her haliyle belli olan Dr. Münir Derman ve Kulihvani üstadın manevi seması arasındaki irtibat nedir. Bu sorunun cevabını merak ediyorum. Umarım bu bölümde öğrenmek nasip olur.
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen Hakan »

İnşallah Kamuran kardeşim.
Resim
Cevapla

“Kul İhvâni Söz ve Sohbetler” sayfasına dön