Nezaket Abidesi GARIP HAFIZ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
altan
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 60
Kayıt: 20 Oca 2007, 02:00

Nezaket Abidesi GARIP HAFIZ

Mesaj gönderen altan »


Garip Hafız

1903 yılında Erzurum'da Cedit Mahallesinde doğmuştur. Mısırlı oğulları olarak bilinen aileye mensuptur. Babası Bezzaz Mustafa Efendi, Dedesi Süvari Albay Hacı Mehmet Efendidir. Baba tarafından soyu İsmail Fakirullah'a ve Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya dayanır. Soy kütüğü ve aile mühürleri Rus savaşı sırasında kaybolmuştur.

Annesi Rufai Şeyhi Hacı Mahir Efendi'nin kızıdır.

Mustafa Niyazi Efendi'den ders alarak, çok küçük yaşta hafız olmuştur. Hacı Ahmet Efendi'den hat sanatını öğrenmiştir. Hacı Hafız Bedreddin Efendi'den (mezarı Elazığ'dadır) ilm-i vücuh (Kur'an okuma metodları) öğrenmiştir.

11-12 yaşlarında iken babası, 6 ay sonra da annesi vefat etmiştir.

13-14 yaşlarında iken Sivas'a gelmiştir. Medresede Kazancızade Emin Edip Efendi'nin talebesi olmuştur. Ayni zamanda Dar-ül Muallimin Mektebi'nde (Öğretmen okulunda) Arapça Hocası görevini yürütmüştür. Bir yıl sonra -o zamanlar Sivas'a bağlı olan- Gümüş Nahiyesinin Encümen Azası olan Sofu Şükrü Efendi'nin ısrar ve tavsiyesi ile Gümüş'teki Yörgüç Rüstem Paşa Camii'ne Hoca olarak gönderilmiştir. Aynı zamanda Gümüşteki Haliliye Medresesine devan etmiştir. (1918-1919) Askerlik görevine Merzifon'da başlayıp, Vezirköprü askerlik şubesinde tamamlamıştır.

1960-1967 arasında Merzifon'a göçmüştür. 1976 yılında Ankara'da vefat etmiştir. Gümüşte külliyede defnedilmiştir. Çok okuyan, bilimin her sahasında söz sahibi olan bir gönül adamıdır. (Mürşid derecesinde) İbadetini tamamen gizli yapmıştır. On yedi yıl yanında bulunan manevi oğlu, kendisini sadece 2 kez abdest alırken gördüğünü ifade etmektedir. Kendisine sorulmak istenen soruları önceden bilmesi ve cevaplaması meşhurdur.

Tüm hayatı boyunca, insanlara sevgi-hoşgörü, devlete saygı prensipleri ile davranmıştır. Kendisini ziyarete gelenlerle dahi tartışmamıştır. Üst düzey bürokrat ve askerlerden sayısız dostu olmuştur. Hayatı kerametlerle dolu olup; Şahitleri hayattadır.



GARİP HAFIZ

Hiç konuşmamışlardı, Suluca'ya dönene kadar. Rüzgarın uğultusu ve arabanın homurtusu sanki onları sarmıştı. Şehre girerken, Yusuf sordu: "Beyim, nerede bırakayım seni?"

Apayrı bir dünyada olan Ali Yüzbaşı, bir an irkildi. Yavaşça cevapladı: Otobüs yazıhanelerine bırakırsan yeter."

Suluca'ya Amasya tarafından girdiler. Üç-beş yazıhaneden oluşan otogara geldiklerinde ikindi olmak üzereydi. Hiç konuşmadan ücreti ödeyip arabadan indi. Oturacak bir yer ararken gözü, çay ocağı ve hemen yanında ki köfteci dükkanına takıldı. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğini hatırladı. Acıkmıştı. Köfteciye yöneldi.

Yirmi dakika sonra karnı doymuş olarak çay ocağına "Selamünaleyküm" diyerek girdi. On-onbeş alçak taburenin bulunduğu ufacık bir yerdi. Yedi sekiz kişilik grub halka yapmışlar kendi aralarında sohbet ediyordu. Yaşlıca olan ikisi cevapladılar: "Aleykümselam." Ocak başındaki kara yağız delikanlı insanın içini ısıtan sıcak bir gülümseme ile karşıladı: "Hoş geldin abi, buyur." Eliyle köşedeki tabureyi gösteriyordu. Kendisine gösterilen yere yöneldi.

....................

Ocakçının getirdiği çayı sessizce yudumlarken, yine kendi dünyasına dalmıştı. İki- üç gün içinde yaşadığı olaylar; -Canlı, dipdiri bir asker olarak tanıdığı- Kurtboğan'ın beş yüz yıl önce ölmüş bir evliya çıkışı; İki gün önce, oturup sohbet ettiği, çay içtiği yaşlı adamın sekiz yüz yılı aşan mezarını buluşu ruhunda fırtınalar koparıyordu. Önünde açılan yeni kapının ardındaki dünyayı düşünüyordu. Çocukluğunda dedesinden dinlediği; -masal gibi dinlediği- öykülerin gerçek olabileceğini düşünüyordu.

Kapının gıcırtısı ile içinde bulunduğu halden ayrıldı. Yaşlı, kısa boylu sakallı bir adam çay ocağına girmişti. Elinde bastonu, sekiz on günlük sakalı ile tıpkı sabahleyin konuştuğu yaşlı adama benziyordu. Bir an düşündü. İsmini hatırlayamadı. Düşünüyor, düşünüyor, bulamıyordu. Oysa hafızasının kuvvetine inanır ve bir kez duyduğu- tanıştığı kişinin ismini unutmazdı. "N'oluyor bana?" diye söylendi, kendi kendine. Bulamıyordu. Bir türlü hatırlayamıyordu ismi.

.....................

Yan masadan gelen yüksek sesli sohbet işte o anda dikkatini çekti. Eski fakat temiz giyimli yedi sekiz kişiydiler. En yaşlıları kırklarında, en genci ise en fazla yirmilerinde idi. En yaşlı görükenin yanında, ona yakın yaşlarda şakakları hafiften ağarmış, kıyafeti nispeten daha iyi, biri daha bulunuyordu. İkisinin memur olduklarını düşündü.

"Geciktik" diyordu, gençlerden biri. "Çok geciktik."

"Kısmet" dedi en yaşlı gözükenleri. Ve ekledi: "Kısmetten ötesi olmaz ve dahi tedbir takdiri kesemez."

"Ama" diye itiraz etti genç olanı: "Ama, bize öğleden hemen sonra burada olacağını söylemişti, İbraam. Üç saat oldu beklemekteyiz, minibüsü. Hava da bozuyor. Bu saatte gidip gelmek zor olacak. Üstelik Hafız efendi ile sohbetimiz de kısa olacak. Gitmişken uzun uzun sohbetinde bulunsaydık."

"Sakin ol, İsa." diye uyardı yaşlı olanı. "Hem bilmez misin? Her şey olacağına varır. Aptal boşa çabalar. Üstelik Garip Hafız çağırdıysa nasıl olsa gidersin."

Ali Yüzbaşı birden aydı. Sabah konuştuğu kişinin adını hatırladı. Garip Hafız'dı. Nezaket kurallarını unutarak söze karıştı. "Afedersiniz. Garip Hafız nerede bulunur?"

Sohbetçilerden en yaşlı olanı yavaşça yarım döndü, omuzunun üzerinden cevaplarken sordu: "Gümüş'tedir. Bilir misin?"

"Öğleye doğru burada karşılaşmıştık. Gani Babayı sordum tarif etti." diye cevapladı, Ali Yüzbaşı.

"Garip Hafız sabahleyin burda mıydı?!" diye, şaşırarak atıldı genç olanı.

"Mümkündür" diye araya girdi, yaşlı konuşmacı.

"Ne iş yapar Garip Hafız?" sorusunu nasıl sorduğunu anlamadı, Yüzbaşı.

"Sen kendisi ile konuşmadın mı?"

"Sadece Gani Babayı sordum. Tarif etti."

"Sohbet etmediniz mi?"

"Hayır."

"Yazık kısmetin yokmuş. Bizler kendisini dinlemek için Gümüş'e; ziyaretine gidiyoruz." dedi yaşlı olan.

"Kim o?" diye üsteledi, Ali Yüzbaşı.

"Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin torunlarındandır. Şu, Marifetnameyi yazan İbrahim Hakkı'nın. Gümüşte oturur. Gönül ve ilim ehlinden olduğu söylenir." diye cevapladı, guruptan biri. Ve ekledi: "Biz ziyaretine gidiyoruz. İstersen sen de gel."

Hava birden kararmaya başlamıştı. Ali Yüzbaşı bir an sustu. Sonra tavrına kendi de şaşarak, yavaşça "Olur" dedi. İsimlerini dahi bilmediği bu insanlarla yolculuğa çıkmayı kabul etmişti.

Aynı anda ortalık şimşek çakışında aydınlandı.. Onu, kuvvetli bir gök gürültüsü takip etti.

Oluşan ürperti dolu sessizliği, iri iri düşen yağmurun sesi bozdu.

Ziyaretçilerden yaşlı olanı yavaşça mırıldandı. "Işık aydınlık; Yağmur rahmettir."

Ali Yüzbaşı, son sözlerin kendisine söylendiğini zannetti. Sanki başka hiç kimse duymamıştı. Yalnızca yaşlının hemen yanında oturan, - şakakları hafiften ağarmış olan ona bakıyordu. Gözlerinde sevgi saygı ve merak okunuyordu.

.................................

Ocakcı, çayları tazelerken, kapı açıldı. İçeriye, yarı ıslanmış durumda sendeleyerek bir müşteri girdi. Otuz otuz beş yaşlarında gösteriyordu. Yaka bağır dağılmıştı. Peltek bir konuşma ile selam verip, grubun hemen yanına oturdu. Kesif bir alkol kokusu duyuldu. Ocakçının getirdiği çaya şekeri atıp karıştırırken, bulunanları süzmeye başladı. Birden yüzünden, güven veren tanıdık birini bulmanın verdiği, mutluluk dalgası geçti. Grubun en yaşlısına hitaben, yine sarhoş pelteklemesinde, ama saygı dolu sesle hitap etti: "Merhaba Hoca. N'aber?"

"Eyvah" diye mırıldandı, Ali Yüzbaşının hemen yanında oturmakta olan İsa adlı genç. "Keş Celal'e çattık."

"Sağolasın Celal. Sen Nasılsın?" diye cevapladı, yaşlı hoca. Sözlerin sonuna doğru, yüzü İsa'ya dönmüştü. Ali Yüzbaşı'ya kaşları hafif çatılmış gibi geldi. "Erken başlamışsın demlenmeye." diye devam etti.

"Boş ver Hocam." dedi Keş Celal. "Biz de böyleyiz işte......... Siz... Hayırdır? Sohbet mi var? Yolculuk mu?". Konuşması hep peltekti.

"Gümüş'e gideceğiz. Minibüsü bekliyoruz." diye cevapladı, Hoca.

"Garip Hafız'a mı?" Keş'in sesindeki pelteklik sanki bir anda düzelmişti.

Hoca evet anlamına başını sallamıştı.

"Ben de geleceğim" dedi, Celal.

Soğuk bir hava esti gurupta. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Garip Hafız'a sarhoş birini götürmenin yakışıksızlığını düşünüyorlardı. Bir müddet kimse konuşamadı. Nihayet Hoca cevapladı: "Celal, hava kötü. Üstelik arabanın ne zaman geleceği de belli değil. Biz çok bekleyebiliriz. İstersen sen gelme. Başka zaman birlikte gideriz."

"Hoca!" dedi Celal. "Ben Garip Hafız'a gitmek istiyorum. Senin evine değil."

Cevap oldukça ağır olmuştu. Buna rağmen Hoca, hiçbir şey demedi. Yavaşça, -kabul anlamına- başını salladı; "Gözlerini yere indirdi. "Celal." dedi yaşlı hoca. "Yalnız......... Hacı Bektaş-ı Veli'yi bilirsin. Makalat'ında demiş ki: Bir kuyuya bir damla içki damlasa; o kuyunun suyunu dışarı boşaltsalar, o suyun boşaltıldığı yerde ot bitse, o otu bir koyun yese, takva ehli kavlince o koyunun eti haramdır."

"Allah, Rahman ve Rahimdir." diye cevapladı, Keş Celal.

...........................................

İsa'nın Anlatısı:

O gün bizim hocanın teklifiyle, Garip Hafız'ı ziyarete karar vermiştik. Bir gün önceden bizim şoför İbraam'ın minibüsünü ayarladık. Minibüs dediysem, siz anlayın: On beşini geçmiş bir feka. Her metrede ayrı bir tarafından ses gelir. Üstelik, gidip geleceğimiz de seksen kilometrelik yol. Ancak İbraam arkadaşımız. Arkadaşımız kazansın istedik. Gelgelelim, bizim İbo, öğlene söz vermesine rağmen, ikindi oldu, gelmedi. Delikanlı uşaktır. Verdiği sözü tutar. Muhakkak bir aksilik oldu.

Biz çay ocağında can sıkıntısı içinde İbo'yu beklemekte iken; Keş Celal zil zurna sarhoş olarak geldi ve tebelleş oldu. Sevmediğim bir adam. Ne dostluğuna güvenilir. Ne arkadaşlığına. İçer, dağıtır. Bir kadeh içki ısmarlayanın her türlü kılıcını sallar. İki lokma yemek, bir kadeh içki için en yakın arkadaşını bile satar. Sevmem öylelerini......

Bizim Hoca gani gönüllü. Kısa bir sohbetten sonra onun da gruba katılmasına rıza gösterdi. Hey Allah'ım. Biz gidiyoruz Garip Hafız'a..... Yoldaşımız Keş Celal.... Gerçi bizim Hoca, Gürün'lü Deli Mehmet'in hikayesini anlatmıştı, bir keresinde.

Deli Mehmet, Gürün'ün delisiymiş. Yakın zamana kadar da hayattaymış. Bir keresinde kendi gibi deli olan Hasanla beraber bir köy düğününe davetsiz olarak gitmişler. Köylülerden biri, -cahilden biri- Deli Mehmet'le dalga geçmeye başlamış. Zaman ilerledikçe dalga geçme, ağır şakalara dönüşmüş. Gönül kırmaya başlamış. Hakarete kadar varmış. Zavallı Deli Mehmet, elinden bir şey gelmediğinden oturup hıçkıra hıçkıra ağlamış. Duruma ziyadesiyle üzülen Deli Hasan arkadaşını teselli etmek istemiş: "Bre deli! Ne ağlıyorsun. Kalk el aç; Dua et Allah'a. Şu herifin canını alsın diye. Ben de amin derim, namazını kılarız; Olur biter." Dediklerini yapmışlar. Herif, aynı gün -muhtemelen bir kalb krizi ile- vefat etmez mi? Gerçekten cenaze namazını kılıp köyden ayrılmışlar. Ertesi gün Gürün'de camii avlusunda karşılaştığı bir nur yüzlü kişi, Deli Mehmet'in gözlerine uzun uzun baktıktan sonra: "Hal senden alındı." deyip yürüyüp gitmiş...... Hoca bunu anlattıktan sonra eklemişti. "Kimde ne olduğunu ancak Tanrı bilir. Kızıp, beğenmediğimiz o sarhoşlar, deliler, keşler, bu bayrak, bu vatan, bu din, bu ezan için ola ki mümin görünenlerden önce koşa ve hatta can vere..... Kimseyi hor görmemek gerek. Kimde ne olduğunu ancak Yaratan bilir."

Hoca'nın bu hikayeyi anlattığı günden beri deliden keşten ve sarhoştan çekinirim.

Buna rağmen......... Yanımızdaki bir keş. Üstüne üstlük adamakıllı sarhoş. Adam laf konuşmakta zorlanıyor. Hafız Efendiye nasıl anlatırız? Ya bir densizlik yaparsa. Ya Hafız Efendi bizi kabul etmezse........ Ne yaparız?....

...............................................

Eski, yıpranmış feka minibüsün içinde -şöfor dahil- on bir kişiydiler. En önde şöfor ve Hoca, onların arkasındaki koltukta ise Ali Yüzbaşı ve İsa, aralarında şakakları ağarmış kişi vardı. Diğerleri 3. ve 4. sıraya oturmuşlardı. Keş Celal ise en arka koltuğa oturmuş; kafası önünde, sızmış veya uyukluyordu.

Minibüs Suluca'dan çıktığında, şakakları ağarmış olan ilk kez ve yavaşça konuştu: "Cümleten hayırlı yolculuklar."

İsa ve Ali, Yüzbaşı aynı anda aynı kelimelerle cevapladılar. "Size de."

"Adım Esat." diye devam etti konuşmaya beyaz şakaklı olan. "Ankara'da memurum. Aslen Amasya'lıyım. Siz?"

"Ali" diye tanıttı kendini, yüzbaşı. "Askerim. Amasya'ya Kurtboğan'ı ziyarete gelmiştim." Yaralı bacağı hafiften ağrımaya başlamıştı. "Yol ne kadar sürer?" diye sordu.

"Bir buçuk saati bulur." diye cevapladı, Esat. "Daha önce hiç gitmediniz mi?" diye ekledi.

"Hayır. Benim ki tamamen tesadüf. Son iki üç gündür hayatımın akışını tesadüflere bıraktım." diye cevapladı, Ali Yüzbaşı.

"Ben de öyle. Ben de öyle." diye mırıldandı, Esat. Yine yavaşça anlatmaya başladı. "Ankara'da bakanlıktaydım."

Minibüs her bir yerinden farklı sesler çıkararak yoluna devam ediyordu.

.........................................................

Esat Bey'in Anlatısı

Ankara'da bakanlıktaydım, o gün. Dairede gündelik işlerle uğraşıyordum. Sekreter misafirlerin olduğunu söyleyerek içeri aldı. Gelenler Mukbil ve Ağası isimli iki eski askerdi. Hoş beşten sonra konuya girdiler. Basit bir işti istedikleri. Hallettim. Hemen kalkmak istediklerinde bırakmadım. Çay kahve söyledik. İşlerimin sıkışık olmasına rağmen sohbet kendiliğinden başladı. Nereli olduğumu sordular. Amasya'lı olduğumu söylediğimde ikisi birden Garip Hafız'ı tanıyıp tanımadığımı sordular. Duymuştum. Ama tanışmamıştım. Her ikisi de yakınen tanıdıklarını ve saygıdeğer bir insan olduğunu belirttiler Hatta Ağası Bey, aktif askerlik döneminde -pilotken- uçuşta zor durumda kaldığını; Garip Hafız'dan imdat istediklerini anlattı. Mukbil Bey de kendisini imtihan etmek amacıyla giden -Merzifon'daki Nato Üssü'nde görevli- kişilerin yaşadığı şaşırtıcı olaylardan bahsetti. Sonuçta, her ikisi birden, Amasya'ya gittiğimde muhakkak uğramamı tavsiye ettiler.

Epey zamandır memlekete gelememiştim. İki üç ay kadar önce geldiğimde ziyaretine gittim. Bayağı sıcak bir ağustos günüydü. Geceyi amcaoğlunun evinde geçirmiştim. Abdest almadan, eski medreseye gittim. Küçük bir odada bizi kabul etti. Geçmiş gün, içerde üç beş kişi vardı. Garip Hafız köşede dizleri üstüne oturmuştu. Dışarıdaki harman ateşinin aksine içerisi loş ve serindi. Elini öpmek istedim. Öptürmedi. Kısaca, "Hoşgeldiniz dedi." Bu hoca da, - ön koltukta oturan yaşlı hocayı işaret ediyordu.- ordaydı.

Herkes oturduktan sonra Garip Hafız bir müddet Kur'an okumanın hikmet ve faziletlerinden bahsetti. "Fatiha" diyerek konuşmasını bitirdi.

Fatihayı okumaya başladım. Aynı anda abdestsiz olduğum aklıma geldi. Sıkıldım. Utandım. Hayıflandım. Terlemeye başladım. Kafamı önüme eğdim........

Kafamı kaldırdığımda Hafız Efendi'nin gözlerimin taa içine baktığını gördüm. Küçük bir baş hareketinden beni çağırdı. Saygı, utanç ve korkudan dağılmış vaziyette yaklaştım. Elini omzuma koydu. Yavaşça "Bizim Amasya'da yazlar çok sıcak olur. Üstelik su da pek azdır. Ola ki ihtiyacın vardır. Hoca sana yardım etsin." dedi. O zamana kadar bu hocanın yanıma geldiğini hissetmemiştim. Hoca ile birlikte çıktık... Şimdi tekrar gidiyorum....

.................................................

Minibüs Çelteği geçmiş Sırıklının yokuşu tırmanmaya başlamıştı. Yağmuır daha da artmıştı. Birden arkadan gelen seslerin arttığını duydu. Şoför İbraam, "Allah kahretsin; Lastik patladı." diyerek arabayı sağa çekti ve durdu. Herkes arabadan inerken, Keş Celal hala uyukluyordu. İbraam, bıkkın, yorgun, birazda sinirli söylendi. "Celal Bey, Kaftanınız ıslanacak ama, sizin de inmeniz gerekiyor." Bizim sarhoş, -sarhoşluğun aksiliğinde- söylenerek indi. Yağmur inadına hızlanmıştı.

Rampada üç tekerin taşlarla desteklenmesi, krikonun vurulması, sağ arka lastiğin değişmesi, hızla -ama zahmetle- yapıldı. Dolu dolu yağan yağmura rağmen hala ayılmamış olan Keş Celal, -hepsi gibi- sırılsıklam olmuştu. Farkı söylenmesindeydi. Şöfor İbrahim ve ona yardım eden İsa hariç tutulursa, tümü yağmurdan korunmak için sonuçsuz uğraşırken; Celal'in kızgınlığı diline vurmuştu.

"Allah kahretsin." diyordu, Celal. "Allah kahretsin. Bu yağmurda bu taka araba ile ne işim vardı. Neymiş? Garip Hafız'ı ziyaretmiş. İşin mi yoktu, be sersem herif.. Bu sıkıntıyı çekmenin ne gereği vardı. Bir yaşlı bunağı ziyaret için, bu kadar zahmeti çekmeye değer mi?"

Hızını alamamıştı, kendisine küfrediyordu: "Kafasına tükürdüğümün salağı! Takılırsan böyle herkesin peşine...... Islan bakalım sıpalar gibi! Gelsin de Garip Hafız'ın kurutsun seni." Sıgara üstüne sıgara içiyordu.

Lastiğin değişmesi yarım saati geçmişti. Arabaya bindiklerinde hepsi sırılsıklam olmuş; Celal hemen uyuklamaya başlamıştı. Diğerleri hiç konuşmadan yolu, motor sesini ve arabanın her bir yerinden gelen ayrı tondaki sesleri dinliyorlardı.

...................................................

Gümüş'e girdiklerinde akşam ezanı okunuyordu. Minibüs doğrudan Yörgüç-Rüstem Paşa Camiin önünde durdu. Hep beraber namazı kıldılar. Namazdan sonra Haliliye medresesinin kapısını çaldılar. Kapı açılmamıştı.

Üçüncü çalmadan sonra kapı yavaşça aralandı. Otuz yaşlarında kısa kesilmiş saçlı, kısa bıyıklı esmer bir adam görüldü. "Buyurun" dedi. "Buyurun. Ne arzu etmiştiniz?" Akşam karanlığında, karşısında on bir kişilik, sırılsıklam gruba bakıyordu.

"Hafız Efendi'yi ziyarete gelmiştik. Vakit te geç oldu ama, Cemal Hocam. Bizi kabul eder mi acaba?" dedi, grubun başındaki yaşlı hoca. Belli ki yaşlı hoca, kapıyı açanı, ismiyle hitap edecek kadar yakın tanıyordu.

Kendisine ismiyle hitap edene dikkatle bakan Cemal Hoca, geleni tanımıştı. "Hocam, hoş geldin. Bilirsin babam ziyaretçileri genelde öğleden sonraları kabul eder. Ama bir ileteyim. Siz lütfen şöyle geçin. Beklerken ıslanmayın......................"

Beş dakika sonra zayıf iki üç ampulun aydınlattığı medresede, Cemal Hoca'nın peşinde, köşedeki odaya doğru gidiyorlardı.

......................................................

Cemal Hoca'nın anlatısı:

Garip Hafız Efendi'nin yanına ilk geldiğimde on üç yaşımda idim Hafızlık talebesi idim. Beni kendisi istedi. Aslen Gümüş'ün köyündenim. Babam ve anamın izin vermesi üzerine yanına geldim. Askerlik görevim dışında hep yanında oldum. Merzifon'a gittiğinde de senelerce orda kaldım. Çocukluğumun son dönemleri, yeni yetmeliğim, delikanlılığım, gençliğim hep yanında geçti. Onun yanında onun izniyle evlendim. Beni manevi oğlu kabul etti. Ben de kendisine hep "Babacığım" diye hitap ettim. Hatta ona hürmeten -Gül olan soyadına izafeten- soyadımı değiştirdim "Güloğlu" yaptım. Gençliğimde, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı, Reşat Nuri Güntekin'i, Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu bana o okuttu. İlim konusunda ne öğrendimse ondan öğrendim. Zaman zaman bana hayatını anlattı. Hocalarını ve babasını hep rahmet ve minnetle anardı. Amma, annesine karşı sevgi ve özlemi çok fazla idi.

Meclislerinde bulundum. Dost meclislerinde, arkadaş toplantılarında, ziyaretlerde. Hep sevgiyi, saygıyı, dine-devlete bağlılığı gördüm. U'l-ul Emr'e uymayı öğütlerdi. En saygısız insanlara karşı bile, sesinin yükseldiğini duymadım. İnsanın kusurlarını görmemek gerektiğini söylerdi. Alçak gönüllüğü ve hoş görüyü esas alırdı. İbadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini öğütlerdi. On beş seneye yaklaşmıştır birlikteyiz. Sadece iki kez abdest alırken görmüşümdür. Cemaatle birlikte olduğu zamanlar dışında, namaz kılarken görmedim. İbadetleri hep gizli idi. Odasına ziyaret saatleri dışında, -ben dahil- kimse girmezdi. On yedi yılda tek bir kez habersiz girdiğimde kapıdan vahşi bir hayvanın çıktığına şahidim.

Askerlik arkadaşlarından biri anlatmıştı. Bulunduğu mecliste gösteriş için rabıtaya geçen dervişin düştüğü güç durumu.

....................................................

Aralanan kapıdan içeri girdiler, en önde yaşlı hoca, peşinden Esat Bey ve diğerleri. En arkada Keş Celal ve Ali Yüzbaşı. Loş ışıkların aydınlattığı odada, -köşede- yaşlı, sakallı, kamburlaşmış, kısa boylu Garip Hafız ayakta duruyordu. Ziyaretçiler el öpüp selamlaşıyor ve sıraya geçiyorlardı. Hafız Efendi her ziyaretçiyi aynı kelimelerle karşılıyordu: " Hoş geldiniz." Ve mutat selamlaşma. Keş Celal, hala ayılmamış sarhoşlukta, Hafız Efendinin eline sarıldı, dudaklarından tek bir kelime döküldü: "Hocam!"

"Hoş geldin Celal'im." karşılığını aldı. "Hele gel bakalım." Hafız Efendi, Celal'e sarılmıştı. Ayrılırlarken ancak en yakın birkaç kişinin duyabileceği yükseklikte bir sesle devam etti. "Bilmez misin, oğul Celal'im. Zahmet olmadan rahmet olmaz." Keş Celal'in Sırıklı'daki kendi kendine söylenmelerini, küfürlerini duymuş olan Ali Yüzbaşı, dondu, kaldı.

"Hoş geldin Yüzbaşım." sözleri ile kendine geldi. Garip Hafız kollarını açmış kendisine hitap ediyordu. "Hoş bulduk Efendim." diyerek kendisine uzanan eli öptü. Nasıl olduğunu hiç anlamadan, Garip Hafız'la kucaklaştı. "Gazan mübarek olsun, Allah'ın arslanının adaşı; Kurtboğan'ın, Gani Baba'nın, Gülaziz'in yoldaşı."

Şaşırdı, Ali Yüzbaşı. Suluca'da karşılaştıklarında, Hafız Efendi'ye Kurtboğan'dan hiç bahsetmemişti. Gülaziz'i hiç duymamıştı. Aptallaşmış vaziyette selamlaşma sırasındaki yerini aldı. Garip Hafız oturmuştu. İnsanın içini ısıtan bir sesle hitap etti: "Buyurun, oturun."

Cemal Hafız şeker getirmişti. Sıradan, kağıtlara sarılı, hiçbir özelliği olmayan şekerlerdi. Ali Yüzbaşı bir tane aldı. Cebine koydu.

İsa., "Keş Celal için iyi ki bize kızmadı." diye kısa bir sevinç yaşadı,

...........................................................

Garip Hafız'ın sohbeti:

"Mevlana Hazretleri, sıcak bir gün yanında talebeleri ile yürüyormuş," diye söze başladı, Hafız Efendi. "Yollarının üstünde köpek leşi görmüşler." diye devam etti. "Görmüşler ama leş, ben deyim üç günlük, siz deyin beş günlük. Kurtlanmış; Kokmuş. Dayanılır gibi değil. Talebeler önce maşlahalarını - hani o peçe gibi yüze takılan kumaşlarını- ağız ve burunlarına çekmişler. Amma koku yine de dayanılır gibi değil. Yollarını değiştirip leşten ve kokusundan uzaklaşmak istemişler. Mevlana ise, maşlahını çekmeden yoluna devam ediyormuş. Köpek leşinin yanına gelinceye kadar yanında hiç kimse kalmamış. Tüm talebeler kokudan kaçmış.

Mevlana Hazretleri ise, eğilmiş köpek leşine.............. Uzun uzun bakmış. Ben deyim üç, siz deyin beş dakika incelemiş. Sonra, yavaşça doğrulup, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmiş. Leşten epey uzaklaştıktan sonra, - kokunun ulaşamadığı yerde- talebeler tekrar yaklaşmışlar, yanına. O ise, kendi kendine mırıldanıyormuş: Hay maşallah ne de beyaz dişleri varmış diye."

İsa, Keş Celal hakkında, yola çıkmadan ve yolda düşündüklerini hatırlayıp utandı.

"İnsan oğlu nakıs yaratılmıştır." diyordu, Garip Hafız. "Önemli olan insanın yaptığı hataları bilip kabul etmesi, tekrarlamamasıdır. Peygamber Efendimiz, mümin aynı delikten iki kere sokulmaz buyurmuştur."

İsa, kulaklarının ucuna kadar kızardığını ve alev alev yandığını sandı.

"Fark neden?" diye düşündü, Ali Yüzbaşı. "Madem herkes kusurlu, -öyleyse- insanlar arasındaki fark neden?"...... Gözü, ortadaki kilimin üzerindeki, -süpürge artığı- ufacık sararmış yaprak parçasına takılmıştı.

"Fark" diyordu, Garip Hafız; "Fark, insanın oğlunun kendi fıtratında ve kendini tanımasındadır. Nefsini tanıyan Allah'ı tanır buyurulmuştur.......... Hallac-ı Mansur'un, enel hakk demesinde mana vardır. Amma o konuya girmeyelim. Ağırdır..... Bir de....... Söz konusu olan nefs-i emmare değil tabii."

"Tababet insanın beş duyusu ile kendini ve çevresini algıladığını, göstermiştir. O nedenle de çoğu insan, beş duyusunun alabildiğini anlar. Gördüğünü, duyduğunu, kokladığını, tattığını ve dokunduğunu bilir. Bu üç boyuttan ibarettir. Cismanidir. En boy, derinlikten oluşur. İnsan oğlunu düşünen hayvan olarak anlatanlar, dördüncü boyutun eşiğine kadar gelenlerdir. Çünkü insan, düşününce yorumlamaya başlar. Zamanı kavrar. Zaman ise dördüncü boyuttur.......... Şimdi, sararmış bir yaprağı düşünelim......"

Gözleri, kilimin üzerindeki sararmış yaprakta, tüm dikkati ile konuşmayı dinleyen, Ali Yüzbaşı, irkildi. Bu loş odada, beş- altı metre mesafeden o yaprak parçasının görülmesi, zor hemi de çok zor gibi gelmişti, kendisine.

"Bir dikiş iğnesi düşünün." diyordu, Hafız Efendi. "Yerdeki, kutudaki, iğnelikteki, dikiş iğnesini düşünün." Sağ eliyle duvarda, -kapının hemen yanındaki bir çiviye asılmış- bezden yapılmış kalb şeklindeki iğneliği işaret ediyordu. Üzerinde belli belirsiz iki üç iğne seçiliyordu. "Uzaktan baktığınızda deliğini göremeyeceksiniz. İğneyi gözünüze yaklaştırdığınızda deliğini önce bir karartı, sonra bir delik olarak görürsünüz. Yaklaştırmaya devam eder ve içinden bakarsanız, dünyanızın iğne deliğine sığdığını göreceksiniz. Bu bakmayı, dinlemeyi, koklamayı, dokunmayı bilmektir.............."

Ali Yüzbaşı, yaprakla iğne deliği arasında ilişki kuramamıştı. Konunun değiştiğini sandı. Garip Hafız devam ediyordu.

"Şimdi o iğnenin deliğinden tabiata baktığınızı düşünün. Bir ağacı seçin. Ağacın dalına doğru ilerleyin. Dalcıklarına...... En uçtaki sararmış ufacık yaprağını düşünün. Sonra tüm diğer varlıkları silin. Gök yüzünü, yer yüzünü, ağacı, dalları....... Sadece yaprak kalsın. Görün biçimini, rengini. Yaklaşın duyun kokusunu, hışırtısını; Elleyin, yumuşaklığını hissedin. Ağzınıza alın. Acımsı tadını yaşayın. İşte modern tıbbın tarif ettiği beş duyunun size verebilecekleri bu kadardır............ Bu üç boyutta kalmaktır............ Şimdi, düşünün yaprağın ne işe yaradığını........ Üç beş kuruşluk değeri olmayan, yaprağın neler yaptığını. Terlediğini, solduğunu, bir fabrika gibi oksijen yaptığını, enerji ürettiğini........... Düşünün yedi sekiz ay önce o yaprağın henüz tomurcuk bile olmadığını; bir hafta, bir ay, altı ay sonra ne olacağını........... Cevabı bulacağımız yer dördüncü boyuttur."

Ali Yüzbaşı, çöp parçası olarak görülen sararmış yaprak parçasının üç beş gün öncesine kadar dalında asılı olduğunu, çok değil on beş yirmi gün önce dalında yemyeşil durduğunu ve tüm görevlerini yerine getirdiğini; Yaşadığını düşündü. Kendisini yaprağın yerine koydu.

"Zamanın anlamını çözdüğümüzde tesadüflerle izah edilemeyecek bir muazzam düzeni görmemek mümkün değil." diyordu, Hafız Efendi. Gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan kainatın oluşması; O küçücük parçaya, tüm dünyayı, gezegenleri yok edecek kadar büyük enerjinin saklanması tesadüflerle açıklanamaz. Tüm dört boyuta da hakim olan, yaratılmış her şeyin sahibi olan bir güç olması gerekir. Onu anlamak için beş duyunun veya aklın izahlarına ihtiyaç yoktur. Kalbinizi, gönlünüzü açmanız yeterlidir. Aklın sınırlarının ötesine geçildiğinde, -Mana aleminde- gerçek ortaya çıkar. Beşinci boyut için beş duyu ve akıl gereksizdir. Teslim olmak gerekir. Ondan sonraki makamlar nasip meselesidir. İmam-ı Gazali'ye yaşlı kadının cevabını bilir misiniz?"

Hiç kimseden cevap gelmemesi üzerine devam etti: "İmam-ı Gazali, aylar boyu çalışarak, Cenab-ı Hakkın varlığına dair bin beş yüz delil bulmuş. Kitap yazmış. Bir gün Pazar yerinde talebeleri ile bu konuyu tartışarak giderken, yanına yaşlı bir kadın yaklaşmış ve dinlemeye başlamış. Bir müddet sonra da sormuş: Kaç delilin var? diye. İmam-ı Gazali bin beş yüz deyince cevaplamış: Demek ki senin bin beş yüz şüphen varmış."

"Ne makamından bahsediyor, Hafız Efendi?" diye düşündüler aynı anda, Esat Bey ve Ali Yüzbaşı.

Yine sorular dillenmeden, cevap geldi: Hacı Bektaş-ı Veli'ye göre, mana alemi dört kapı ve kırk makamdan oluşur. Nasip ve sebat meselesidir. Kırk yıl odun taşımak dahi gerekebilir."

"Peki ya devlet? diye içinden geçirdi, Ali Yüzbaşı. Bir buçuk saatlik yolculuğa, akşam namazına ve bir saati aşan sohbette diz üstü oturmasına rağmen; -Her zaman kendisini rahatsız eden- yaralı bacağındaki ağrıyı, duymuyordu.

"Devlet bu dinin, bu milletin, bu toprağın koruyucusudur. Ordumuz peygamber ocağıdır. Peygamber Efendimizin, evliyanın, alplerin, erenlerin, Hakk dostlarının duası üzerindedir. Bu devlet İslam'ın bayraktarlığını yüzyıllarca yapmış; Allah'ın adını yaymak için dört kıtada at koşturmuştur. U'l-ul Emr'i temsil eder. Mutlak biat gerekir. Bu topraklar şehitlerin, gazilerin, evliyanın, alplerin, erenlerin vurdukları mühürlerle vatan olmuştur. O mühürler ki kanla, irfanla, imanla kazınmış; yüzlerce yılda bu toprağa vurulmuştur. Mühürleri unutmamak, yaşatmak, çocuklara anlatmak gerektir. Her kim ki, bu topraklara Dar-ül Harb der; her kim ki bu devlete biat etmez: imanı şüphededir."

Hafız Efendi susmuştu. Sohbetin bittiğini gösteriyordu. Sessizliği müezzinin okuduğu yatsı ezanı bozdu. "Allah-u Ekber. Allah-u Ekber." Yatsı ezanı hicazdan okunuyordu.

"İslam dinine estetiği ve sanatı sokan bizim milletimiz olmuştur." dedi, Garip Hafız. Her vakitte ayrı bir seda verilir. Sesi güzel olanlar okur. İmam olabilmek için gereken şartların ağırlığını anlatmaya vakit yok. Ama bilin ki, Sultan Alparslan'ın söylediği : Biz temiz müslümanlarız. Bid'at nedir bilmeyiz sözü sonuna kadar ve halen de doğrudur. Tüm İslam aleminde Kur'an ve sünnete en çok uyanlar bizleriz. Araplar, Peygamber Efendimize saygısızlık yaparken; sahabelerin adına inşa edilmiş mescitleri yıkarken; biz onlardan kalan her hatıraya sonsuz hürmet ederiz. Hatta siyasi iktidar uğruna biribirleri ile savaşan ehl-i beyt ve sahabenin hepsine aynı saygıyı gösteririz Çünkü biz Peygamberimizin takdirine mazhar olmuş bir milletiz." diye konuşmasını sürdürdü.

Müezzin "Hayyal-el Salah" diyordu.

Hafız Efendi, "Çağırıldık. Gitmek lazım. Yatsı namazını camide kılalım." teklifinde bulundu. Hep beraber medreseden çıktılar. Abdest tazelenip camiiye girdiklerinde cemaat farza duruyordu. Garip Hafız mırıldandı: "Peygamber Efendimiz de sünnetleri evinde kılarmış."

El bağlayıp durdular. İmam, su berraklığındaki, akıcı sesiyle kıraatte başladı. "Alemlerin rabbine hamd olsun. O esirgeyen ve bağışlayandır............" Ali Yüzbaşı, gözlerini kapadı. Tüm dünya silinmiş, sadece ayetler ve duyamadığı, göremediği, hissedemediği varlığı kalmıştı. Fatiha bitti. Cemaat "amin" diye mırıldandı. İmam zamm-ı sureye başlamıştı. "Elem neşrah leke sadrak. Ve vada'na anke vizrak. Ellezi enkada zahrak. Ve refa'na leke zikrak Fe inne me'al-usri yüsran. İnne ma'al-usri yüsran. Fe-iza ferağte fensab. Ve ila rabbike fergab." "Ve ancak rabbine tazarru et ve niyaz et. O'na doğrul. Ümid edebileceğini yalnız O'ndan iste." diyordu.

İçi huzur doldu. "Allah-u Ekber" nidasıyla rüku yaptılar. İmamın "Semi Allhulimen hamideh" sözleri ile doğruldular. Allah hamd edenleri sever, diyordu, imam. "Rabbena velekel hamd." -Rabbimiz, hamd yalnızca sanadır.- diye cevapladılar. "Allah-u Ekber" nidasıyla yere kapandılar. "Sadak Allah-ul ala" derken; Bilinmez neden, ismini hatırlamadığı şairin mısraları geldi, aklına.

"Madem ki, kader de var gitmek.,

Madem ki gidiyor her gelen.

Kapanmalı secdeye,

Kalkmamalı secdeden.

Gitmeli, böyle giden."

Ölümün, anlamı değişmişti. Yaşarken ölmenin; ölüyken yaşamanın sırrı, bu kadar kolay ve açıktayken................................
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Hakk Dost'larını bizlere hatırlatmanız ne kadar güzel.

''Allah'a giden Yol, Allah Dost'larının kalbinden geçer!'' buyruluyor.

Gönlü güzel kardeşim altan, hizmetinin kabul olsun, Himmetleri üzerimize olsun.
Rahmet bulutu sağanak sağanak üzerlerine yağsın İNŞAALLAH!


Hazret-i Muâviye efendimize buğzeden üç kişi Gümüş'te sohbetine geldi. "Efendi! Muâviye hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular. Garip Hâfız; "Hazret-i Muâviye sahâbedendir. Sevenler selâmettedir. Aleyhinde bulunanlar azaptadır. O, sahâbenin büyüklerindendir. Resûlullah efendimizin hadîsleri ile övülmüştür. İmâm-ı Hüseyin efendimizin şehâdetine sebeb olan Yezid dahi son nefesinde îmânını muhâfaza edebildi ise, onun hakkında bile kötü söylemek tehlikelidir." buyurdu.

Garip Hâfız'ın ziyâretine gelen bir zât; "Hoca Efendi! Ben de sizin gibi olmak istiyorum." deyince;

"Pazarda satılsa otuza kırka
Ben de alırım vücûduma öyle bir hırka."

cevâbını verdi
.
Resim
Kullanıcı avatarı
fedai
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 142
Kayıt: 19 Kas 2007, 02:00

Mesaj gönderen fedai »

Hakk Dost'larını bizlere hatırlatmanız ne kadar güzel.

''Allah'a giden Yol, Allah Dost'larının kalbinden geçer!'' buyruluyor.

Gönlü güzel kardeşim altan, hizmetinin kabul olsun, Himmetleri üzerimize olsun.
Rahmet bulutu sağanak sağanak üzerlerine yağsın İNŞAALLAH!
Nezaket, nezafet ve nezahet abidesi tortusuz bir şahsiyet, Garib hafız...
(Garib Hafız, İbrahim Hakkı Gül "Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.'nin torunudur.)
Himmetleri üzerimize olsun. Ruh'u Şad olsun.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sirin_1.jpg[/img]
Cevapla

“İz Bırakanlar” sayfasına dön