ETNOSANTRİZM VE GÜNEYDOĞU

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ETNOSANTRİZM VE GÜNEYDOĞU

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ETNOSANTRİZM VE NARSİSİZM CANAVARI

SELİM GÜRBÜZER

Etnosantrizm özünde etnik fanatiklik içeren bir kavram. Sadece kınında kavram olarak kalsa belki gam yemeyiz, aynı zamanda etnik kimliğin galebe çalması olarak da sahne alabiliyor. Bir bakıyorsun kimi zaman sahte mehdi, kimi zaman kâinat imamı rolünde ya da gurup egosu şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Nitekim tarihte olduğu gibi pek çok kanlı eylemlerin kaynağında etnosantrizm ve narsisizm illetinin varlığını görürüz. Hele bir insan bu illetlerden birine yakayı kaptırmaya görsün, aklını kiraya verdiğinden kişiliğinin hiç bir hükmü bile kalmaz, varlık nedenini etnik grub ya da kutsal addettiği örgüt lider için adar hep. Artık sanayileşmekmiş, kalkınmakmış, bilgi üretmekmiş bunların hiçbiri kendisi için önem arz etmez, varsa yoksa etnik fanatizme ve grup taassubuna körü körüne teslimiyet çok önem arz eder. Ne diyelim, işte görüyorsunuz taassup denen illet böyle bir şeydir, her daim çağımızın modern bedevi isyancısı olarak başa beladırlar.
Hiç kuşkusuz bu tür tipler bir yandan sosyal değişime uyum sağlayamadıkları gibi birde bunun üstüne ülke içerisinde milli unsurların hassas damarlarına basaraktan güç devşirebiliyorlar da. Yetmedi sureti haktan görünüp mecliste kendilerini temsil edebiliyorlar. Elbette ki meşruiyet dairesi içerisinde kalmak şartıyla mecliste temsil edilmelerinden gocunmayız, ama bir bakıyorsun gözümüzün içine baka baka fütursuzca “Sırtımızı YPG’ye, PYD’ye, Kandil’e dayadık” diyebiliyorlar. Tabii bu tür söylemler öyle yenilir yutulur cinsten söylemler değil elbet, böyle bir durumda mecliste meşruiyet kaybına uğramaları kaçınılmazdır. Zaten sırtlarını millete dayasalar şaşardık, onlar kim siyaset yapmak kim, baksanıza sırtlarını dağa dayamak için varlar. Malum, tek bildikleri şey dağdan talimat almaktır. Bir fert düşünün ki ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını kokladığı topraklarda dış güçlerin güdümünde bir örgüte yakayı kaptırıp maşalığa soyunabiliyor. Peki, şimdi bu nankörlük değil de ya nedir? Nankörlüğünde ötesinde düpedüz ihanettir bu. Üstelik nankörlük yaparken de kendi iradesi doğrultusunda değil ait olduğu etnik grub üzerinden yapmakta. Özgür irade sergilemek haddine mi, bikere örgüt yapılanmasında fert bir hiçtir, adeta eşya gözüyle bakılır kendisine, fert olarak her ne yapacaksa örgüt adına yapmak durumundadır. Çünkü bu tür oluşumlarda bireyselliğe asla ve kat’a izin verilmez. Hele bir örgüt üyesi özgür iradesini ortaya koymaya görsün bak o zaman kendisine ölümlerden ölüm seç denilip ağır bir şekilde bedel ödettirilir de. Dedik ya, ferdin örgüt içerisinde konumu eşyadan farksızdır, ha bir eşya ha bir köle hiç fark etmez, o sadece yapacağı eylemlerde katma değer militandır, asla kendisine hiçbir insani değer atfedilmez.
Peki, örgüt içerisinde hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan sadece militanlar mı, hiç kuşkusuz buna hukuk tanınamazlıkta dâhildir. Geçerli olan tek akçe kuralsızlıktır, bu yüzden kuralsızlık had safhadadır. Örgüt üyesinin haddine mi hak aramak, hele bir hak aramaya kalkışsın, bak o zaman gözünün yaşına bakılmaksızın ipte sallandırılır da. Örgüt elemanının vazifesi bellidir, yani örgüt kararlarını sorgulamaksızın harfiyen yerine getirmek esastır. Bunu uygularken de hiçbir zaman ‘ben yaptım” demeyecek, örgütüm yaptı diyecektir. Böylece yapacağı menfur olaylarla örgütün adını duyurmakla vazifeli olacaktır.
Evet, örgüt yapılanmasında asla bireyselliğe prim yoktur, her şeyde grup narsisizmi esastır. Bu nasıl bir mantıksa birey kendi işlediği fiili üstlenemiyor, grup adına üstlenmekte. Hukukta geçerli kaide olan suçların şahsiliği prensibi hak getire, örgüt içerisinde toptancı anlayış tek geçerli prensiptir. Bakın bu hususta Peygamberimiz (s.a.v) Veda hutbesinde ne buyuruyor; “Herkes kendi işlediği fiilinden sorumludur.” İşte Yüce Dinimizin ortaya koyduğu usullerle etnosantrizm arasında ki farkta budur zaten.
Ama ne var ki şu da bir gerçek; altı yüz sene boyunca çokluk içinde birlik ülküsünü şiar edinmiş Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte bu hastalıklı tablo bizim olan topraklara da sıçramış durumda. Bu hastalığı yakalandığımızdan bu yana da bir türlü kendimize gelemedik diyebiliriz. Nasıl kendimize gelelim ki, ülkemiz gün olmuyor ki modern çağın en üst seviyesine sıçrama hedef ve gayemizden alıkoyan etnosantrizm engeliyle karşılaşmasın. Her şeye rağmen yine de şunu iyi bilsinler ki Doğu ve Güneydoğuda; ÇAP (Çoruh Anadolu Projesi), GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) projemizle, havaalanlarımızla, kentsel dönüşüm projelerimizle daha da kalkınmaya hız verip asla 2023 Türkiye hedefimizden alıkoyamayacaklardır. Her şartta durmak yok yola devam diyeceğiz. Onlar nasıl ki varsa yoksa grup narsisizmi uğruna ‘canlı kalkan’ oluyorlar, pekâlâ bizlerde havada, suda karada ‘Ölürüm Türkiyem’ için var olacağız. Onlar hem madem hizipçi grup olmaktan vazgeçmeyecekler, bizlerde her daim kardeşçe ‘Rabia’ olmaktan vazgeçmeyeceğiz. Ne zaman akıllarını başlarına toplarlar bilinmez ama yol yakınken bu sapkın sevdadan vazgeçmelerini tavsiye ederiz. Aksi halde dünyanın geldiği noktada çağı okumaktan aciz bu ufku dar gruplar kendi kazdıkları çukur hendeklerde, saklandıkları mağaralarda, beton tünellerde can verip tarihin çöplüğüne gömüleceklerdir.
Evet, ufuksuzluk sığ bir bakıştır, bu bakış açısıyla ne kendilerine ne de başkalarına faydaları dokunabiliyor. En belirgin özellikleri herhangi bir ülkeye sızdıklarında anti şehir tutum takınmalarıdır. Maalesef sızdıkları ülkelerde Moğolları aratmayacak derecede pimi çekilmeye hazır canlı bomba olabiliyorlar. Başta dedik ya, bunlar iflah olmaz asi ve narsist gruplardır, onlardan yakıp yıkmaktan başka bir şey beklenmez zaten. Islah etmeye kalkışsan onlardan çekindiğimiz zannına kapılabiliyorlar. Bakın nice zamandır devletimiz dağdan ovaya inmeleri için elinden gelen tüm çözüm önerilerini seferber etmekten imtina etmedi de. Bir ara devletin çözüm çağrısına kulak verir gibi görünseler de, fazla değil bir baktık iki yıl sonra hendek kazma eylemleriyle çözümü baltalayan taraf oldular. Onlar kim çözümden yana olmak kim, bikere başıboşluğa alışmışlar, isteseler de kınlarında duramazlar. Yakıp yıkmaktan hendek kazmaktan vazgeçmeyecekler gibi. Ah şöyle bir silkinip acaba biz nerde bir yanlış yaptık deyip de bir iç muhasebe yapabilseler, her an Rabia’mızın gölgesinde gölgelenmeleri an meselesi diyebiliriz. Ama ne var ki onları Rabia olmaktan ve bütünleşmekten alıkoyan en temel etken unsur grup taassubudur. Örgüt şeması içerisinde sadece narsisizmce ve grupça hareket etmek ağırlıklı bir değerdir. Zaten grubun dışında kalmak bir grup üyesi için intihar demektir. Her ne kadar devletimiz insanlıktan nasibini almamış bu iflah olmaz gruplar için topluma kazandırmaya yönelik bir takım projeler devreye ortaya koysa da intibakları hiçte öyle kolay bir iş olmadığı görülüyor. Dedik ya bir kere alışmışlar başıboş bir hayat sürdürmeye. Bu yüzden devlete teslim olduklarında üzerinden fazla zaman geçmeden yine bir bakıyorsun alışkanlıkları depreşip devlet kuruluşlarını örgüt karargâhı, devlet yöneticilerini de aşiret ağası gibi görmekteler, dolayısıyla ıslah olmaları zor gibi gözüküyor. Tıpkı tarihte Hz. Ali (k.v), Haricilerin başkaldırılarına karşı yürüttüğü o uzun soluklu mücadelesinde gördüğümüz benzer tabloyu bugünde bir başka versiyon da görüyoruz. Değim yerindeyse dünün Harici grupları bugünün Haricileri, bugünün narsist ve etnosantrizm grupları dünün Harici gruplarıdır. Madem öyle dün nasıl ki Hz. Ali (k.v), Haricilere karşı Devlet aklıyla mücadele ettiyse bugünde aynı devlet aklı anlayışıla etnosantrizm vebasına karşı mücadeleden pes etmemek gerekir. Sadece devlet mi, elbette ki bu mücadelede tüm sivil toplum, ve sivil inisiyatif kuruluşlarda buna dahildir. Hep birlikte Rabia olmak için buna mecburuz da.
Baksanıza etnosantrizm tutkusu öyle tavan yapmış durumda ki, tam bir bataklık içerisinde habire debelenip durmaktalar, Tavsiyemiz odur ki bir şekilde kendilerini Türk adaletine teslim etmeleridir. Şu bir gerçek Türk adaleti “aman dileyene kılıç kalkılmaz” atasözünü ölçü edinmiştir hep. Hiç kuşkusuz bunu sırf sözle değil, bilakis ıslah evlerimizle, eğitim yuvalarımızla fiiliyata döker de. Zira bizim adalet anlayışımız Şeyh Edebali’nin “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” öğüdü üzerine kuruludur. İşte bu öğütten hareketle bataklığa sürüklenmiş her kim olursa olsun devlet ve millet olarak topluma kazandırmak için ıslah yoluna gideriz. İcabında yetmedi geçmişte neler olup bittiğini ve tarihi süreç içerisinde toplumların geçirdiği sosyolojik evreleri de hatırlatırız. Hatırlatmalı ki geçmişten ibret alıp geleceğine yön verebilsinler. Bilhassa tarihi süreç içerisinde geçirdiğimiz sosyolojik değişim evrelerimize şöyle bir göz attığımızda, bizim küçük çapta geçirdiğimiz ilk evremizin ‘klan’ yapılanması olduğunu görürüz. Malum, klan yapılanmasında konumlanan her bir çadır aileyi oluştururken ailelerden oluşan çadırlar da obayı, yani ‘Hayy’ı oluşturuyordu. Hayy bir anlamda aile biriminin de üstünde bir üyeler topluluğu ya da akraba toplulukların bütününü kapsayan kavim (sop, klan) manasına bir kavram. Derken tüm bu yapılanmaların nihayetinde ‘kabile’ evresi oluşur. Kelimenin tam anlamıyla özetle şunu diyebiliriz ki; her bir çadır aileyi, çadırlar topluluğu Hayy’ı, Hayy’larda kabile oluşumunu ortaya koymakta. Bu demektir ki sosyolojik değişim evreleri kaçınılmaz bir realite, bu realitenin aksine bir direnç göstermek ancak aklı ziyanların işidir. Madem günümüzde klan değiliz, oba değiliz, çadır değiliz o halde mağaralarda, hendeklerde anti-şehir refleksle pineklemek niye? Kaldı ki tabiat bile kendi içinde değişime uğramakta. Nasıl mı? İşte derelerin birleşmesiyle nehirler, nehirlerin birleşmesiyle denizler, denizlerin birleşmesiyle okyanuslar oluşması bunun bariz bir göstergesi zaten. Öyle ya madem sosyolojik anlamda küçük alt birimlerin birleşmesiyle de büyük birliktelikler oluşmakta o halde yerleşik kalıp medeniyet olmak gerektir. Burada önemli olan husus her değişim evresinde küçük bir birimden büyük birime mesafe kat ederken gurup narsisizmine, etnosantrizm ağına ve soy sop faslına takılı kalmamaktır. Takılı kalındığı an sosyolojik değişimlere ayak uyduramamanın neticesinde çağın bedevisi bir hayata mahkûm kalınacağı muhakkak. Sadece değişime ayak uydurmak mı gerek, elbette ki buna ilaveten bir arada kardeşçe nasıl yaşarız onun alt yapısını oluşturmakta çok mühimdir. Aksi halde tıpkı yakıp yıkmakta sınır tanımayan Moğolların akıbeti bizim içinde mukadder olur. Malumunuz Moğollar yerleşik hayata intibak edemedikleri için yüz seneyi geçmeyecek kısa bir hükümranlıkları olabildi ancak. Ama Osmanlı öyle değildi, bilakis yeryüzüne medeniyet olarak damgasını vurduğu içindir altı yüz senelik bir hâkimiyet sürdürmüşlerdir. Madem öyle geçici olana değil daimi olana talip olmalı. Hem madem Türkiye’yi çağlar üzerinden sıçratma hedefimiz söz konusu, o halde bu hedefin birinci basamağında ki 2023 Yeni Türkiye’sine giden yolda kardeşliği sabote edecek her türlü fitne, fücur ve ayak oyunlarına karşı dirlik ve birlik içerisinde olmak zamanıdır. Zira geldiğimiz noktada etnosantrizm ve narsisizm illeti bizi 2023 hedefimizden alıkoymak için pusuya yatmış durumda. Yinede hiç boşa heveslenmesinler artık eski vesayet dönemlerine bir daha dönme niyetimiz yok, bu kez sosyolojik ibre yeni Türkiye istikametinde yana bir ivmeyle ilerlemekte. İsteseler de bizi bu istikametten alıkoyamayacaklardır. Yeter ki ne yapacağımızın bilincinde olalım, gerisi gelir elbet.
Şimdi bize düşen çağ atlayan Türkiye istikametine giden yolda daha neler yaparız diye kafa yormak gerektir. Hiç kuşkusuz yapılması gereken ilk hamlemiz hiçbir etnik unsurun kökeni ve kimliği sorgulamaksızın bir üst birimle buluşturmak olmalıdır. İşte bu büyük buluşma gerçekleştiğinde bak o zaman 'İri olacağız, diri olacağız, hep birlikte Türkiye olacağız' sevdamız bir rüya değil hakikatin ta kendisi olacaktır. Zaten hep birlikte Türkiye olmaya mecburuz da. Baksanıza yolumuza taş koymaya çalışan fanatik etnik ve narsist gruplar hiç boş durmuyorlar, her an boş anımızı yakalamak için fırsat kollamaktalar.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda var, sakın ola ki asabiyet, kavim ve millet kavramlarını ırkçılık çağrıştıran ‘etnik’ kavramla karıştırılmasın. Çünkü birbirinin aynı kavramlar değillerdir. Nasıl ki elma ve armudun her ikisi de meyve olarak bilinse de sonuçta biri elma diğeri armut cinsinden meyvelerdir. Keza kavmiyetçilik ve milliyetçilik gibi kavramlarda öyledir, her ne kadar bu kavramların her biri mensubiyetlikle illiyet bağı kurulmaya çalışılsa da aralarında bariz bir şekilde anlam farklılığı söz konusudur. Maalesef bu gerçeklere rağmen bir takım sözde aydınlar dini kaynaklarda sıkça zikredilen kavim kavramıyla milliyetçilik kavramı arasında sanki hiç fark yokmuşçasına farklı anlamlar yükleyebiliyorlar. Oysa soy sop, klan ve kavim gibi kavramalar akraba topluluklar için kullanılan kavramlardır. Kabile kavramı ise taraftar manası içeren bir kavramdır. Ama gel gör ki sapla samanı karıştırmayı huy edinmiş birtakım sözde aydınlar tarihi sosyolojik evrelerin başlangıcında yer alan alt birim kavramlarla günümüzde sıkça kullanılan millet ve milliyetçilik kavramlarını aynı kefeye koyup eşit kılabiliyorlar. Her neyse onlar sosyolojik evrelerden bihaber halde kavramları aynı kefeye koyadursunlar şu bir gerçek etnik kimlikleri bir üst birime taşıyamadığımız sürece grup narsisizmi ve etnosantrizm canavarı ile daha çok uzun yıllar mücadele edeceğiz demektir. Tabii burada alt birimi üst birime taşıma derken asla maksadımız asimilasyon manasına bir taşıma değil elbet, bilakis çokluk içinde bir olmak manasına taşımadır bu. Şayet alt birimleri üst birimle buluşturamazsak Allah korusun Osmanlının son dönemlerinde hasta yatağında can çekiştiği dönemlerin aynısını yaşarız demektir.
Beklentimiz odur ki tarih boyunca onca yaşanan acı ibretlik vakalardan sonra bu tip sapkın gruplar akıllarını başlarına toplayıp uluslararası zinde güçlerin piyonu olmaktan çıkalar. Şimdiye kadar piyon olmaktan, etnosantrizm’e ve narsisizme köle olmaktan kim ne bulmuş ki, bu militanlarda bulsun. Yazık hayatlarının baharında bir hiç uğruna onca kaybettikleri zamana, hem de ne yazık, baksanıza neredeyse ömürlerinin tamamını dağlarda, mağaralarda, tünellerde tüketerek çağ dışı hayat geçirmekteler. Allah aşkına bir bilen varsa söylesin, ömür boyu bu çağda böylesi bir hayatı kim çekebilir? Dedik ya bunu ancak çağın gerisinde kalmış modern bedeviler çeker. İşte çağı okuyamama hastalığın denen narsisizm ve etnosantrizmi illeti budur. Meğer ne kadarda meraklıymışlar ömür boyu marjinal kalıp sonunda da etnosantrimz ve narsisizmin kollarında bu dünyadan hayırla yâd edilmeden göçüp gitmeye.
Nasıl hayırla yâd edilsinler ki, arkalarına dönüp baktıklarında hem insanlığa, hem de kendilerine kıydıklarını göreceklerdir. Hayatları boyunca örgüt aklıyla ömür törpülerseler olacağı buydu, elbette ki lanetle anılacaklardır. Hele şimdiye kadar bir yaptıklarını düşünün, yaptıkları zulümler unutulacak gibi değil elbet. Bilhassa 2023 Yeni Türkiye yoluna giden yolda her türlü alavere dalavere cinsten toplu katliamlar işleyerek, hendek kazarak, canlı kalkan olarak aydınlık yarınlarımızı çaldılar hep. Gezi olaylarından tutunda MİT Tırlarının durdurulması hadisesine ve oradan da Ankara Garı Patlaması gibi bir dizi hadiselerin akabinde 17 Temmuz Paralel İhanet Çetesi Darbe Girişimine kadar süreçte hemen her olayın altından bu söz konusu leş kargaları çıktı hep. Şimdi gel de etnosantrizm ve narsisizmin galebe çalması denen hadiseleri unutuver, ne mümkün.
Ne hazindir ki bunca yaşanan hadiselere rağmen hala içimizde işi sulandıraraktan haddini bilmezlerde var. Malum dünyada eşi ve benzeri olmayan 17 Temmuz darbe girişimi için kontrollü darbe diyenler çıktı. Nasıl kontrollü darbeyse 16 Temmuz İhanet Çetesinin Darbe girişiminin sabahına kıl payı uçurumun kenarından döndük. Neyse ki FETÖ davaları bir bir sonuçlandıkça, hiçte kazın ayağı öyle olmadığı, bilakis bunun bariz bir şekilde kırk yıllık birikimin neticesi bir darbe girişimi olduğu ayan beyan ortaya çıkmış oldu. Öyle anlaşılıyor ki, ister adına narsisizm ister etnosantrizm densin sonuçta her iki marjinal örgütte birbirinin ruh ikizidirler. Ha devlete etnik grup yapılanması üzerinden ihanet etmişsin ha paralel devlet şebekesi olarak ihanet etmişsin hiç fark etmez. Yani her iki durumda da hainlik damgası yemekten kurtulamadılar. Nasıl kurtulunur ki, biri yarım asrı bulan bir sızmayla devlete ihanette sınır tanımadı, diğeri de kırk yılı aşkın bir süreçte dağlarda, mağaralarda, tünellerde tedhiş çemberi oluşturarak sınır tanımadı.
Evet, al birini vur ötekini, hiç fark etmez her iki örgütte ruh ikizidirler. Devletimizin de bir sabır sınırı var elbet, önce kardeşkanı dökülmesin, anaların gözleri yaşarmasın, Fırat’a ağıtlar yakılmasın düşüncesinden hareketle hep sabır gösterdi. İşte o sabır bir yere kadardı, bardağı taşırdıklarında hem 15 Temmuz Darbe girişiminde hevesleri kursaklarında bırakılarak hadleri bildirildi, hem de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtıyla Osmanlı tokadı nedir o hatırlatılmış oldu. Üstelikte devletimiz çok öncesinden gelin yol yakınken silahları toprağa gömmek şartıyla çözümden yana bir tavırda sergilemişti. Önce çözüme yanaşır gibi olduysalar da ancak bunu iki yıl sürdürebildiler. Sonrasında inat bu ya, çözüm sürecini baltalayanlar yine kendileri oldu. Oysa milletçe ne de çok sevinmiştik, şehit tabutları artık yurdun dört bir yanına gelmiyor diye. Maalesef gel gör ki iki yılın ardından bir anda umutlar sel olup çözüm paketinin Fırat sularına karıştığını gördük. Aslında Fırat suları boğmak için değil, hayat vermek için vardır. Zaten Fırat GAP’la, GAP’ta Fırat’la birlikte çağladıkça daha da ülkemize hayat kaynağı olacaklardır. Allah korusun çağlaması durduğunda ne Fırat’a olan sevdamızdan, ne GAP gibi devasa projemizden, ne de çağlar üstü 2023 Türkiye hedefimizden söz edebiliriz. Madem öyle, Fırat’ın çağlamasına karşılık gelin hep birlikte bizde eşlik edip tüm enerjimizi 'İri olmak', 'Diri olmak', ‘Bir Olmak’ ve ‘Hep Birlikte Türkiye Olmak’ için çağlayalım. Bunun içinde öncelikle devlet ve millet dayanışmasını ilelebet sürdürmemiz şarttır elbet. El ele gönül gönüle büyük bir dayanışma içerisinde çağlayalım ki tüm marjinal oluşumlar tüm aşiret yapılanmaları bu büyük buluşma karşısında eriyip yok olsunlar. Gönül ister ki, onlarda bu büyük buluşmaya dâhil olabilsinler. Şayet bu büyük buluşmaya dâhil olurlarsa ne ala, dâhil olmazlarsa eninde sonunda onlar için acı akıbet kaçınılmazdır. Yeter ki canı gönülden pişmanlık duyup aman dilesinler devletimiz yine şefkat elini uzatıp buzdolabında donmaya aldığı çözüm paketini tekrar yürürlüğe koyacaktır elbet. Böylece Türk’üyle Kürt’üyle, Çerkez’iyle, Laz’ıyla büyük bir buluşma sayesinde hep birlikte aydınlık yarınlara yelken açmış oluruz. Derken etnosantrizm ve narsisizm canavarının kursağına ot tıkayıp tüm tedhiş ve şiddet hareketlerine son verilmiş olur. Elbette ki devletimizde biliyor; bölge insanının geçim sıkıntısı, gelecekten endişe duyma ve zor hayat şartlarının doğurduğu bir takım sıkıntılarla dağa çıkmak zorunda kaldıklarını. Allah var, devletimiz şimdiye kadar elinden gelen tüm çabayı gösterip bütçeden ayrılacak aslan payın büyük dilimini Doğu ve Güneydoğu'ya ayırıyor da. Malum, kalkınamamak, şehirleşememek yerleşik olmamak demektir. Nitekim PKK elemanlarının şehir dışı Doğu ve Güneydoğu’nun kırsal alanlarında, sarp dağlarında, mağaralarda ve mezralarda kendilerini konumlandırması bu gerçeği teyit ediyor. Zaten dağlar, mezralar göçebe dinamizme en uygun alanlardır. Madem öyle, devletimize düşen göçebe dinamizmin inadına daha da yatırımlara hız vermektir. Baksanıza adamlar habire devlet tarafından yapılan her ne yatırım varsa tüm yatırımları sabote edip yakıp yıkmaktalar. Şunu iyi biliyorlar ki, Doğu ve Güneydoğu mamur oldukça bölge halkını dağa çekmek çok kolay olmayacak. Bizde şunu iyi biliyoruz ki, değişmemekte ısrar eden bu narsist gruplara karşı izlenecek en etkin stratejik hamle ülkemizin dört bir yanını ekonomik sosyal ve kültürel yönden donatacak projeleri hayata geçirme metodudur. Şayet bu projeleri devreye sokamazsak etnosantrizm ve narsissiz canavarının varacağı en son nokta çoluk çocuk, yaşlı genç dinlemeden acımasızca insanları katletmek olacaktır.
Hele bir genç narsisizmin kollarına kendini kaptırıvermesin bir anda o genç canlı kalkan ve canlı bomba adayıdır artık. Hatta o genç için eylem yapmak meslek olur da. Asla bu meslek bizim anladığımız manada ‘Bir elde Kur’an, diğer elde bilgisayar olan meslek eğitimi’ değil elbet, tedhiş ve şiddete yönelik gerilla eğitimidir bu. Ve bu gerilla eğitimi günümüzde göçebe dinamizminin tüm ekonomik ve sosyo-kültürel değişmelere karşı direnç gösterecek nitelikte bir eğitimdir. Tabi böyle bir eğitimden geçen bir militanın dünyadaki tüm değişimlere gulyabani kalması kaçınılmazdır. Her halde dağlarda, mağaralarda, tünellerde literatür tarayacak değiller ya, hazır ellerine tutuşturulmuş gerilla broşürleri varken ne diye değişime yelken açsınlar ki. Kaldı ki gerilla eğitimi dışında kafaları pek bir şeylere basmaz da. Yine de haklarını yememek gerekir, bazen köşeye sıkıştıklarında özgürlük ve barıştan dem vurup ağızlarına sakız yapmakta da pek mahirdirler.
Anlaşılan o ki, taassup bataklığına saplanmış etnosantrik ve narsist çevrelerin bakışıyla bizim kardeşlik değer bakışımız çok farklı, yani birbirine taban tabana zıt bakışlardır. Zira bizim kardeşlik değer yargımızda Yunusça sevgi, Ensarca kucaklayış vardır, etnosantrik ve narsist bakışta ise Ebu Cehilce kin ve nefret kusmak vardır, Selçuklu dönemine geldiğimizde de Hasan Sabbah’ın elinde efsunlanıp haşhaşça intihar eyleminde bulunmak vardır. Günümüz 15 Temmuz 2016 yılına geldiğimizde ise Pensilvanya’dan efsunlanıp ülkemizin bağrına hançer saplamak girişimi vardır. Onlar besbelli ki ülkemizde ayrılık tohumları ekerekten bölmek için var olacaklar bizlerde bu ülkede sevgi iklimini yeşertecek ve kardeşliği tesis edecek projelere hız kazandırmak için var olacağız. Yani şer şerliği yapacak biz ise hayır ve hasenatta yarışmak için var olacağız. Tabii hayırlara vesile olmak içinde öncelikle “Bir elde Kur’an diğer elde bilgi teknolojisi olan” donanımlı nesil yetiştirmek şarttır. Aksi takdirde havanda su dövmüş oluruz.
Evet, etnosantrizm ve narsisizm meselesi enine boyuna çok boyutlu masaya yatırılması gereken bir husustur. İşte toplumumuzu içten içe kemiren bu etnosantrizm ve narsisizm canavarına fırsat vermemek için ülkemizin havasını teneffüs eden adı, kimliği, milliyeti, mezhebi, meşrebi her ne olursa olsun bir arada farklılıklarımızla beraber huzur içerisinde yaşamanın keyfini çıkarmalı. Kalkınmaksa kalkınma, dert dava kültürel haksa o da veriliyor zaten. Nitekim devletimiz GAP’la birlikte elinden gelen tüm imkânları devreye sokmuş durumda. Hakeza ana dilde konuşmak ve Kürtçe şarkı söylemekte artık serbest, çoktan devlet eliyle yerel dillerde televizyon kanalı kuruldu da. Yok, eğer dert dava etnik ayırımcılıksa buna hiçbir devlet müsaade etmeyeceği malum, asla etnosantrizm’e geçit verilmezde. Dedik ya, etnosantrizm çağı okuyamamaktan kaynaklı devlete karşı başkaldırı harekâtıdır. Malum PKK bunun tipik misalini teşkil etmekte. Hatta gurup narsisizmde öyle olup FETÖ ihanet örgütü bunun en canlı örneği olarak tarihe geçti. Sonuçta her iki canavar akım devlete başkaldırmanın bedelini eninde sonunda ödeyip eriyip yok olacaklardır, buna inancımız tamdır. Çatlasalar da patlasalar da devletimiz bilhassa Doğu ve Güneydoğu kalkınmasına yönelik hamlelerinden vazgeçmeyecektir. Hem nasıl vazgeçilebilir ki, karşımızda adına ağıtlar yazılmış ve aynı zamanda medeniyetlere beşiklik etmiş Fırat’ımız var. Dolayısıyla biz ne Fıratsız yerimizde durabiliriz, ne de Fırat bizsiz yatağında akabilir. Şu iyi bilinsin ki Fırat yatağında kıvrım kıvrım aktıkça kardeşliğimiz daha da anlam kazanıp çağlar üzerinden sıçrayacağız demektir.
Vesselam.
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön