İNSANLIĞIN KURTULUŞU

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 208
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

İNSANLIĞIN KURTULUŞU

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

İNSANLIĞIN KURTULUŞU
SELİM GÜRBÜZER

Aslında hümanizm Rönesans’la ortaya atılan ve çağdaş laisizm kılıfı altında bize yutturulmaya çalışılan bir kavram. Dahası insanlıktan nasibini almamış sözde insan sever insanların insanı hayvan sever ölçüsüne indirgemenin adıdır hümanizm. Eeeh batılılar ne yapsın, yitirmiş oldukları inançlarının yerini dolduracak bir şeyler kalmayınca, sonunda tutunacak dal olarak içi boş hümanizmi buldular. Peki, bu kavrama tutundular da ne oldu, huylu huyundan vazgeçmez misali dünyanın değişik ülkelerinde döktükleri kanlarla tutundukları kavramın bir kılıf olduğu ortaya çıktı. İşte Bosna, işte Çeçenistan, işte Karabağ, işte Filistin, işte Afganistan, işte Irak ve Suriye’de mazlum insanlar üzerinden akıttıkları kanlar bunun en bariz göstergesi zaten. Şimdi sormak gerekir, bugüne dek işledikleri cinayetlerle dosyaları bir hayli kabarık olmasına rağmen, nasıl olurda hiç utanmadan sıkılmadan bize insanlık (hümanistlikten) dersi vermeye kalkışırlar doğrusu şaşmamak elde değil. Oysa buna kargalar bile güler.
Hem onlar kim bize insanlık dersi vermek kim. Bikere bizim insanlık anlayışımızı ölçecek şimdiye kadar daha henüz bir alet keşfedilmedi. Ancak şu kadarını diyebiliriz ki, bizim insanlığımız batılılar gibi pragmatist menfaat ilişki ağına dayalı insanlık değil, bilakis demin dedik ya ölçülemeyecek derecede karşılıksız sevgi üzerine dayalı bir insanlık anlayışıdır. İşte bu anlayışın gereğidir ki, insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görürüz. Böyle görmeye mecburuz da. Çünkü Yüce Allah (c.c), yarattığı tüm mahlûkat içerisinde sadece insanı ‘eşref-i mahlûkat’ olarak ilan etmiştir. Ama bu demek değildir ki, her insan baş tacıdır. Öyleleri de var ki şeytana pabucu ters giydirirde. Hele insanoğlu yaratılışının başlangıcında ki safiyetinden git gide uzaklaştıkça artık o safiyetin yerini şeytanlaşmış egemen güçler aldı diyebiliriz de. Güç derken, elbette ki kastımız onlara güç atfetmek değildir. Biz biliyoruz ki gerçek kudret ve güç sahibi sadece Yüce Allah’tır. Bunun dışındaki güçler tali ve suni olup keramet kendinde menkul güçlerdir. Dikkat ettiyseniz güçleri sahip oldukları silahlardan, haksız beslendikleri ekonomik kaynaklardan, üstün performansa sahip propaganda malzemelerinden ve küresel boyutta istihbarat ağlarına sahip olmalarından gelmektedir. Dedik ya sakın ola ki buradan onlara güç vehmettiğimiz anlaşılmasın, tam aksine asıl amacımız onların korkak yürekli olduklarının delili diyebileceğimiz onca güç gösterisi donanım ve teknik şova ihtiyaç duyduklarını vurgulamak içindir. Oysa gerçek güç sahibi tüm bunlara ne tenezzül eder ne de ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyacağı tek şey insanı yaşatmaktır. İnsanı yaşatan gücün devleti de yaşar, yaşatanı da yaşar. Yok, eğer böyle bir yaşatma ve yaşama diye bir dert tasa yoksa biliniz ki bu kafa yapısı sadece korkak yüreklilere has bir kafadır. Bize ancak cesur yüreklilik yaraşır, dolayısıyla bizim korkak yüreklilerle işimiz olmaması icab eder. Ama ne zaman ki teknik şov egemen güç hale geldi, maalesef gelinen noktada cesur yüreklilikten eser kalmadı da. Bakın, Köroğlu ne de güzel dile getirmiş “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye, aynen öyle de Vahşi Batı da teknolojik donanıma ulaştı ulaşmasına ama dünyanın hemen her karış toprağında kan dökmediği yerde kalmadı diyebiliriz. Bu nasıl teknolojik üstünlükse masum insanların üzerlerine fütursuzca bomba yağdırabiliyorlar. Tabii yüreklerinde zerre miskal aşk ve sevgi taşımayan bu korkak yüreklilerden başka bir şey beklemek hayal olurdu. Bakmayın siz öyle Vahşi Batının üst perdeden ikide bir ahkâm kesip insan haklarından ve özgürlüklerden dem vurmalarına, bu tamamen şimdiye kadar işledikleri insanlık cinayetlerini örtbas etmek için ileri sürdükleri sloganik söylemden başka bir şey değildir. Nitekim ‘Yeni Dünya Düzeni’ sloganını irdelediğimizde altından kan ve gözyaşı çıkmakta hep. Vahşi batı kan ve gözyaşı dökerek insanlığı hizaya getire dursun, bize Yunuşçasına aşk ve sevgiyle insanlığın kurtuluşuna vesile olmak düşer.
Bakın, hayvan hayvanlığıyla kurtulurken, insan da ancak ilahi aşk ve sevgiyle yoğrularak kurtulabiliyor. Nasıl ki bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek gibiyse, bir insanın kurtuluşuna vesile olmak da tüm insanlığı kurtarmak gibi bir büyük ecir getirici kapı olabiliyor. Düşünsenize bir insanın kurtuluşuna vesile olduğumuzda aynı zamanda o insanın insanlığına kavuşmasına da vesile olmuş oluyoruz. Madem öyle, sözde insanlıktan dem vuran hümanistlere bir çift sözümüz olmalı. Ve bu insan kasabı cellâtlara inat şöyle seslenmeli: Ey insan avcısı karanlık güçler! Artık kirli ellerinizi insanlığın üzerinden çekin. Masum insanların yakasından düşün ki, tüm insanlık ruhunun susuzluğunu giderecek kaynaklara yönelebilsin. Daha hale gözünüz doymadı mı ki; bir yandan moda bahanesiyle defileler tertipleyip kadını cinsel meta ve sömürü aracı hale getiriyorsunuz, diğer yandan da tüm insanları tüketim çılgınlığıyla sarhoş edip telef etmeye devam ediyorsunuz. Bırakınız hayvan hayvanlığıyla kurtulsun insan insanlığıyla. Ne hayvanı insanlaştırmaya çalışın ne de insanı hayvanlaştırmaya. Şayet bu uyarılarımızı dikkate almazsanız biliniz ki er geç yüce Allah (c.c) ‘mazluma umut, zalime korku’ salacak gönüllü fedailerini her devirde çıkardığı gibi bu devirde de çıkarıp üzerinize salacaktır.”
Evet, sakın ola ki sözde insanlıktan dem vuran hümanistlerin cilalı boyalı laflarının cazibesine kapılıp kurtuluşumuzu onların reçetelerinde aramayalım, zaten bizi kurtuluşa erdirecek reçete Müberra dinimizin öğretilerinde ziyadesiyle mevcut. Dolayısıyla Batı kim bize reçete sunmak kim, bikere Batılı filozoflar ne maddede ki mekanizmi, ne bitkideki tropizmi, ne hayvandaki içgüdüyü, ne de insandaki ruhi melekeyi kavrayabilmiştir. Şimdi nasıl olurda bunlar bize yol gösterebilir ki. Nitekim Seyyid Ahmet Arvasi “Peygamber ve velilerin ellerindeki sıcaklığı filozofun soğuk ellerinde bulamazsınız. Filozoflar kesrette bunalırken, Peygamberler tevhit de mutlu olurlar” derken kurtuluşa ermenin ancak vahyin ışığında soluklanan Peygamber kavlinde olduğuna vurgu yapmıştır. Böylece batılı feylesoflar kesrette oyalanıp detaylarda boğulurken, Peygamber kavlince hareket eden bu ümmetin bilge ulemaları da İslam’ın o engin deryasında çokluk içerisinde vahdete yol almakla kurtuluşa ermişlerdir. Allah korusun bilge âlimlerimiz aksi istikamette bir yol takip etseydiler belkide kendi kafalarına göre suni bir din icad edip kendileriyle birlikte tüm ümmetin helakine sebep olacaklardı.
Bakınız Auguste Comte kendi mantığından hareketle insan ruhunda var olan özgürlük tutkusunu kollektif ruhun bir ürünü olmasına bağlaması hem materyalistlerin ekmeğine yağ sürmesine hem de bu arada ‘İnsanlık dinin’den bahsedip suni din icad etmelerin yolunu açmıştır. Allah aşkına, bu nasıl pozitivist akımsa, suni bir din icad edecek kadar basitleşebiliyorlar. Batılı filozoflar insan ruhunu hiçe sayıp türlü zırva tevil yollara sapa dursunlar, şunu iyi bilsinler ki bu tür sapkınlıklarla bizim akaidimizi bozamayacaklardır. Bizim İslam akaidimizde tek mutlak varlık ‘Yüce Allah’tır, Yüce Yaratıcının dışında her şey masiva olarak addedilir. Dolayısıyla hiç boşa kürek sallamasınlar bize masivayı asla ilah olarak yutturamazlar. Hele hümanizm ve hoşgörü kılıfı altında yutturacaklarını sanıyorlarsa büyük bir yanılgı içerisindeler. Peygamberimiz (s.a.v) “(Feraset sahibi, akıllı, olgun) Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz” (Buhari, Edep, 83 Müslim, Zühd, 63) beyan buyurmakla zihnimizi açıp mü’min olan gerçekten ısırıldığı delikten bir daha girmez. Girse de o bir defaydı. İşte gördük hoşgörü kandırmaca oyunları 15 Temmuz gecesinde milletin iman dolu göğsüne tosladığında kendisine kâinat imamı sıfatı altında ulûhiyet isnad edilen Pensilvanya kaçağı hain papazın o sahte kucaklayışı, yüzünde ki o sahte ağlamaklı vaaz gözyaşları yerle bir yeksan oldu da. Bu demektir ki; sahtelik bir yere kadar sürdürülebiliyor. Nitekim akaidi sağlam bu milletin derin irfanına tosladığında ne olduğunu gördük, bir anda maskeleri düşüp kendilerini ele vermiş oldular. Hiç kuşkusuz bu beklenen kaçınılmaz akıbetti, sahici bir hareket olsalardı asla akıbetlerinde rezil rüsva olmayacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki, Allah’ın rızası dışında faaliyet gösteren hangi akım olursa olsun eninde sonunda tarihin harabelerine gömülmekten kendini kurtaramamakta. Ama hakikat öyle değildir, nasıl ki güneş balçıkla sıvanamayacağı gibi hakikatte perdelenemiyor. Her ne kadar tarihte medeniyetimizle insanlığa ışık olup sonrasında düşüşler yaşasak da üzerimize yeniden hakikat güneşi doğduğunda bir bakıyorsun yeniden dirilişe geçebiliyoruz. Zira Yüce Allah’ın vaadi var: “Nurumu tamamlayacağım” diye. Dolayısıyla bizim düşüşümüz ile “her şey güzel olacak” sahte sloganla umut tacirliği yapanların, sahte kucaklayıcıların ve Vatikan diyalogcuların düşüşleri birebir aynı olmayacağı muhakkak. Birinde 15 Temmuzda olduğu gibi düştüğümüzü sandıkları yerden kıyama kalkıp Yenikapı ruhuyla yeniden diriliş vardır, diğerinde ise milletin irfanına ihanet etmenin ne demek olduğunun bedeli olarak tarihin harabelerine gömülmek vardır. Kökü dışarıda Batının kilise papazlarını, kardinallerini, fundamentalistleri örnek alıp FETÖ ihanet şebekesi elebaşını kâinat imamı olarak ilahlaştırırlarsa olacağı buydu. İşte Yüce Allah’ın hikmeti bu ya, hele balon şişmeye bir görsün hemen iğnede peşinden takip eder. Nitekim işi zıvanadan çıkarma noktasına geldiklerinde o balon ellerinde patlar da. İşte ellerinde patlayan bu balonu şeytani üst akıl allayıp pullayıp içimize attı da ne oldu, en nihayetinde hevesleri kursaklarında kaldı ya, bu onlara büyük bir ibretlik ders olması açısından kara kara düşündürmeye yetti bile. Umarız bu ümmetin irfanını arkadan hançerlemeye bir daha kalkışmaya tevessül etmezler. Üst akıl artık anlamalı, nihai kazananın şeytanın sahte gülen yüzü değil, hakikat güneşi Yusuf Yüzlüler kazanır hep. Ne diyelim, işte görüyorsunuz kökü dışarıda ki akımlarla ‘al takke ver külah’ ilişkisine girip Batılı feylesoflarla, papazlarla dinler arası diyalog ilişkisine girenlerin acı akıbeti hep böyle sonlanmakta. Oysa biz biliyoruz ki gerçek âlim bir şahsiyet olsaydı asla bu tür karanlık işlerde rol almazdı. Allah’a şükürler olsun ki, hala bu ümmetin içerisinde sayıları azda olsa gerçek ehlisünnet âlimlerimiz var da bu sayede ne A. Comte’nin insanlık dinine, ne Spinoza’nın panteizmine, ne de batının şusuna busuna kendimizi kaptırıp göz kırpmıyoruz. Nasıl göz kırpalım ki, bikere ta baştan Batı düşüncesiyle doku uyuşmazlıklarımız söz konusudur. Kaldı ki Peygamber izini iz süren ulemamız vahyin ışığında teslim olmuş akılla insanlara rehber olurken filozoflar da sadece sırf kuru akılla rehber olmaktalar. Oysa akıl bir yere arkadaş, aklında giremeyeceği sahalar var. Hele akıl sahasının dışına at oynatmaya kalkıştığında rehber olmaktan çıkıp insanı şüphe girdabı içerisinde vehme sürükleyeceği an meselesidir diyebiliriz. Vehme düşmemek için neydik edip akıl melekemizi vahyin ışığında, yani Kur’an’ın ifadesiyle akl-ı selim hale getirmek gerekir. Öyle ya, kalbin kumandasında işleyen akıl melekesini vahyin ışığında akl-ı selim meleke hale getirmek varken, aklı positivizm kuşatması altında şüphe girdabında boğdurmak niye?
Hele aklımız akl-ı selim hale gelmeye bir görsün, filozofların sıkça düştüğü şüphe bataklığında debelenmeyeceğimiz gibi her karşılaşacağımız vakaya eşyanın dili veya gözüyle değil vahyin ışığıyla analize tabi tutarız da.
Peki, eşyanın diliyle konuşan akıl bize bir gün yön vermeye kalkıştığında ne olur? Olacak olan besbelli eşyanın donuk yüzünde her şeye şüpheci gözle bakıp psikolojimiz ve ruh sağlığımızın altüst olacağı muhakkak. Ruh sağlığı altüst olan bir insanın bir halini düşünün, ne sözü özüne uyar, ne de özü sözüne uyar. Tamamen denge ayarları bozulduğundan kendisi olmaktan çıkar da. Her ne kadar Sigmund Freud, İd (alt ben) ve süper ego (üst ben) arasındaki kavgaya son verecek ego (ben) dengesinden söz etmiş olsa da onunda açmazı hakiki ruh gerçeğini idrak edememiş olmasıdır. Kaldı ki, Freud’un “İd, süper ego ve ego” diye ortaya attığı kavramlar bizim Ehlisünnet İslam âlimlerince izah edilen Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame ve Nefs-i Mutmainne kavramlarından başkası değildir. Tabii kendisinin İslam tasavvufundan bihaber olması hasebiyle nefsin mertebelerini ve ruhun keyfiyetini bilmemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Zaten İslam’dan haberdar olmuş olsaydı kendisinin insan egosunun yani nefsin üç değil yedi evrelik bir aşama olduğunu kavramış olacaktı. Ama bu demek değildir ki egoyu kavramakla İd (alt ben) ve süper ego (üst ben) arasındaki kavga sona erip yeniden denge ayarımız sağlanacak. Oysa kavramak başka bir şey, kavradığını uygulamak başka bir şeydir. Dolayısıyla kavgaya son vermenin yolu bildiğini tatbik etmekle mümkün olabiliyor. Yani teori pratiğe geçerse ancak o zaman bir anlam ifade etmekte, bunun dışında lafügüzaftır. Nitekim insanoğlu nefis terbiyesi aşamalarını tek tek aştığında idrakine açılan ruh penceresinde birtakım şeylerin nuraniyet kesb ettiğini ve kendisinde şu üç bilinçlenme gelişim kaydettiğini müşahede eder de:
-Allah'a bakış tarzında bilinçlenme,
-Eşyaya bakış tarzında bilinçlenme,
-Kendine bakış tarzında bilinçlenme.
İşte bu bilinçlenmelerle birlikte Freud’un ego dediği bizimde adına nefis dediğimiz nefsin sırasıyla Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mutmaine, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye ve Nefs-i Kamile mertebelerinden geçip hak ve hakikat yolunda ıslahı gerçekleşip vuslat hâsıl olur da. Yeter ki bir insan, canı gönülden Allah’ın ipine sımsıkı sarılsın, bak o zaman Allah adı anıldığında yüreğinde nurlar saçılır da. Öyle ki mutmaine ve huzura ermiş kalbin eşyaya bakışı değişeceği gibi donuk ve matlaşmış eşyanın sırlarını çözebilecek noktaya ulaşır bile. Derken “ilim kendin bilmektir” gerçeğini idrak etmiş olup eşyanın esaretinden kendini kurtarmış olur. Kaldı ki, kendini bilen burnu bir karış havadakiler gibi ego dünyasında yüzmeyip, Rabbini ‘kendini bilme’ ilmiyle (marifet ilmiyle) bilir de. Böylece marifet ilmi sayesinde yüzünü Allah’a çevirip gerçek hürriyeti eşyada değil Allah’a kul olmakta bulur. O halde daha ne duruyoruz, şimdi tamda Allah’tan başka tüm iç ve dış sahte putlara meydan okuma zamanıdır. Allah korusun ha bugün ha yarın derken ertelemeye kalkışırsak onlar bu arada boşluktan istifade edip hürriyetimizi elimizden almaya kalkışacaklardır. Dolayısıyla her an uyanık olmaya mecburuz.
Evet, gerçek özgürlükten söz edebilmek için maddeye köle olmamamız icab eder. Nasıl ki, bir insanın onuru ayaklar altına alındığında hür olmanın kıymeti o an daha iyi idrak ediliyorsa, aynen öyle de bir insan kendi olmaktan çıkıp nefsinin kölesi olduğunda da ruhen özgür olmanın kıymetini o an idrak etmiş olacaktır. Hele ki bu özgürlük cephede düşmanın esaretinden kurtulmaktan daha çok kıymet ifade edecektir. Ne mutlu vaktinde kıymet bilene. Öyle ya, iş işten geçtikten sonra ruhen özgür olmanın kıymetini bilsek ne bilmesek ne... Kaldı ki bizim liberalistler gibi bana dokunmayan bin yıl yaşasın kafa yapısıyla işi yarına bırakma cinsinden ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şeklinde bir vurdumduymazlık içerisine girme lüksümüz ve kaybedecek zamanımız yoktur. Böyle bir mantık garabetine asla dinimiz cevaz vermez de. Hem kaldı ki ‘Mevlam kayıra saldım çayıra’ anlayışından kim ne bulmuş ki bizde bulalım, bu anlayış düpedüz insanlığa başıboş sürü muamelesini reva görmek olur. Başıboş sürü olmamak için hürriyetimizi mutlaka Allah’a kul olmakta aramalı. Aman dikkat, başıboşluk aynı zamanda anarşizme ve tüketime davetiye çıkarmak demektir. Umut edilir ki, insanlar vahşi kapitalizmin ürettiği başıboş düzene başkaldırıp tüketim çılgınlığından, maddi ihtiraslardan, sahte mabutlardan ve anarşizmden kurtulabilsin. Kurtulmalı da, çünkü insan gerçek hürriyetin tadını ancak Allah’a abd olmakta bulabiliyor. Böylesi bir hürriyette köleler sultan olur da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz köleyi halifeye eşit kılan gerçek özgürlük budur. Madem öyle gelin İlay-ı kelimetullah zikrini kalbimizde yüceltip tüm sahte putlara başkaldıralım ki, Allah (c.c) “Ben insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” buyruğunun yerine getirmiş olalım. Öyle ibadet edelim ki “Onlar ne ticaret ne de alışverişin Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır” ilahi fermanının gereği olarak hayatımızı zikirle donatmış olalım. Buna mecburuz da. Çünkü Bezm-i eleste “Elestü Bi Rabbikum” (Sen bizim Rabbimizsin) sözünü vermiştik. O halde daha ne duruyoruz, vakit sözümüzü yerine getirme vaktidir.
Bilmem şunu hiç kendi kendimize sorduk mu, niye İmamı Gazali “İnsan dış gözü ile bakar, iç gözü ile görür” diye demiş diye. Düşündüğümüzde bu özlü sözden öyle anlaşılıyor ki; eşyaya bağımlılık insanın iç gözü karartmakta. Hani hep denilir ya ‘dışı seni yakar, içi beni yakar’ diye aynen dış ve iç gözde bunun gibi bir şeydir. Madem öyle, eşyanın donuk yüzü bizi yakmaması için dış ve iç bakış tarzımızı değiştirmemiz şarttır. Nasıl mı? Şayet hem eşyanın hem dünyanın peşinden koşmayıp dünya ve eşya bizim ardımızdan koşacak hale gelirse elbette ki dış gözümüzle bakar ve iç gözümüzle de görür konuma gelmemiz her an mümkün. Nitekim tasavvufi hayat yaşayanlarda bunu pekâlâ görebiliyoruz. Bu nedenle tasavvuf ilmi ledün ilmi olarak karşılık bulur. Öyle ya, madem kâinatta zerreden kürreye her ne varsa kendi hal lisanıyla Allah’ı anmak için vardır, o halde biz ne güne duruyoruz, hazır önümüze ledün ilmide konulmuşken bu fırsatı niye kaçıralım ki. Hele insan ki diğer mahlûkatlar arasında eşrefi mahlûkat varlık olarak ilan edilmiş, dolayısıyla bizim daha çok zikretmemiz gerekiyor ki kurtuluşa ve felaha erebilelim. Bakın önümüze iki seçenek konulmuş, ya nefsin hevasına kapılıp şeytana uyacağız ya da ruhun sesine kulak verip Allah’a itaat edeceğiz. Çünkü insan yaratılış itibariyle bir yönüyle balçığa, diğer yönüyle de nur’a meyilli olarak yaratıldığından bu seçeneğin önümüze konulması gayet tabiidir. Eğer yaratılış çamur mayamızı cilalayıp kalaylamak diye bir derdimiz varsa bu ancak Allah’a hakiki manada kul olmakla ruhen yükselebiliyoruz. Bunun dışında bir yol takip etmek beraberinde ruhi çöküntüyü doğuracağı muhakkak
Evet, yaratılış mayamız iki kutup üzerine kodlanmış ve bunlardan biri iyiliği telkin eden meleki kuvvet, diğeri ise kötülüğü telkin eden şeytani kuvvettir. İşte bu iki kuvvetten cüz-i irademizi melek-i kuvvetten yana kullandığımızda biliniz ki kurtuluşa ve felaha ereceğiz demektir, yok eğer tercihimizi şeytanı kuvvetten kullanacaksak vay halimize, biliniz ki hayvandan da daha aşağı esfel-i safilin mertebesine düşeceğiz demektir.
Maalesef, iki kutup arasında gelgitlerimiz ve ikilemlerimiz sıkça tekrarladıkça ömrümüzü heder etmekteyiz, bu yüzden istikamet sahibi olamıyoruz. Yine de her şeye rağmen zararın neresinden dönersek fayda var düşüncesinden hareketle bir an evvel ‘gün bugündür’ deyip gelgitlerimize son verme vaktidir. Son verelim ki, ömrümüzün geri kalan kısmında ecel kapıyı çaldığında son nefesimizi hüsnü hatime ile sonlandırabilelim. Dolayısıyla ümidimizi yitirmemek gerekir. Çünkü melekler son nefese dek insan ruhuna iyilik kuvveti emdirmek için vardır. Malum şeytan ise son nefeste imanımızı çalmak için vardır. Hatta şeytan son nefesi de beklemez, insanın kanında her daim dolaşır dururda. En iyisi mi biz ‘hiç ölmeyecekmişiz gibi dünya için, yarın ölecekmişiz gibi ahret için çalış’ hükmünce her an tedbiri elden bırakmadan kurtuluşumuzu Allah’a abd olmakta bulalım.
Velhasıl-ı kelam; Allah’a abd olalım ki kalpler Allah’ın zikri ile huzur bulup kurtuluşa erebilelim.
Vesselam.

http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/34 ... ulusu.html
Resim
Cevapla

“İlim” sayfasına dön