El-İnsânü’l-Kâmil Fi Ma’rifeti’l-Evahir Ve’l-Evail

Tavsiye ettiğiniz kitapların tanıtımı.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

El-İnsânü’l-Kâmil Fi Ma’rifeti’l-Evahir Ve’l-Evail

Mesaj gönderen dibbace »



El-İnsânü’l-Kâmil Fi Ma’rifeti’l-Evahir Ve’l-Evail

"Allâh" adı ile kaim olan o yüce Zat'a. Hak ettiği şekilde hamd olsun..

İşbu yüce Allah; Zatının hakkına ve hükmüne göre: Her kemâlde tecelli eyledi..

Celâl beni noktasını, cemâl harfleri noktasına yerleştirdi..

Hem de noktasız olarak..

Mabuda yapılan sena yolu ile, zatını övgüsünü duydu.. Nasıl duymasın ki; Hamd eden, hamd ve hamd edilen kendisidir...

İşbu yüce Allah: Kayıtsız şartsız, mutlak varlığın hakikatıdır..

Hak ve halk ismi ile yad edilen müsemmanın kimliği ondadır..

İşbu yüce Allah: Bu zahir alemi, Adem sureti üzerine sınırladı..

Kâinat, kelimesinin; sözünün ve vasfının manasıdır..

Bu benzeri olmayan eşsiz sanat eserlerinin suretlerine bir ruhtur..

Her aydınlıkta, onun cemal yüzünün nuru parlar..

Zat'ı için nasıl gerekirse.. O şekilde bir cemâl sahibidir.. Her iyiyi ve güzeli kapsamına alan bir kemale sahiptir..

İlk yaratılışa bir öz çekirdek olan cevherlerin de, bu cevherlere sonradan ilişen arâzların da hakik yüzüne bir varlık olan zattır..

Varlığın da, yokluğun da kimliğini taşır..

Babanın da oğulun da benliği ondadır..

Sıfatları ile, cümle güzellikleri şümulüne aldı. Zatı ile, cümle kemâlleri özünde topladı..

Güzellikleri: Safha safha, sıfatları yanaklarında kendini gösterir..

Zatından gelen sesle: Kayyûmiyet sıfatına istikamet çizdi..

Durum ki, yukarıda anlatıldığı gibi oldu, sessizler konuştu:
- O, kendilerinin ayn'ıdır..

İyilikler de kötülükler de şehadet getirdi:
- O, kendilerinin süsüdür..

İşbu yüce Allah: Sayılırda bir oldu..

Azâmeti ile: Ezellerin ve ebedlerin ferdiyetini aldı.. O kadar ki:

Tenzih edilmekten yana münezzehtir..

Tenzihten, teşbihten yana mukâddestir !

Birliğinde sayıya gelmez; büyüktür..

Büyüklüğüne hudut çizilmez; Azîz'dir..

Onun üzerine, bir keyyimiyet ölçüsü vurulup:
- Ne kadar?.
Gibi bir soru vakası olamaz..

Onun için, bir şekil ve bir keyfiyet de düşünülemez.

- Nasıl?.

Denemez.. Bir yer tahayyül edip:

- Nerede?.

Sözü edilemez..

İlim onu ihatasına alamaz.. Göz onu idrâk edemez..

Hayatı, hayat varlığının özüdür.. Nefesidir.. Nefsidir..

Zatı, sıfatların ötesinde kaim olan varlığın aynıdır..

En yükseklerde, onun öncülüğü görülür.. En altlarda, yine onun önderliği vardır..

Evvellerin de, ahirlerin de ayn'ıdır..

Yüceliğine, yüce kemal durumunu kabul eden bir varlıktır..

Sonsuz azametin menşei O'dur..

Onun eşyaya hayat verisi: Varlığa ilim kaynağı oluşudur.. Bilgi merkezidir.

Onları bilmesi: Her gizliyi ve aşikareyi görüp idrak mahallinde olmasıdır..

Onları görmesi: Onların kelamını baştan duymasıdır..

Onun duyması ise.. zatının bir iktizasıdır..

Durum ki anlatıldığı gibidir; Onları nizama sokması hakkıdır..

Onun iradesi; Açık, parlak kelamının merkezidir.

Kelamı ise; Kadir sıfatının menşeidir..

Onun bekası; Ademin -yokluğun- batın durumları ile .. varlığın zuhur hüviyetidir..

Onun uluhiyeti; Mabudun izzeti ile, abidin zilleti arasını birleştirmektir..

İhata edici sıfatı ile: Ferdiyet vasfını aldı..

- Ve bir oldu.. tek oldu..

Babası yoktur; oğlu yoktur; ortağı yoktur..

Zatını, azamet ve kibriya sıfatı ile örtüledi..

Mecid ve baha gömleğini giydi..

İşbu yüce Allah; Anlatılan vasıfları icabıdır ki; her harekette, hareket edenle hereket etti.. Her sakin duranın sükunu ile sakin oldu.. Ama hululsüz..

Zatına ait her makamda, halkın her çeşidinde; İstediği gibi zuhur eder..

Hak ve halk olarak her manada sıfat aldı..

Zıtların bütün çeşidini zatı ile cem etti..

Bütün sıfatları vahidiyet sıfatı ile şümulüne aldı..

Yücedir Allah.. hem de mukaddes.. Özellikle kendilerine ihtiyaç duyulan zevclerden ve ferdlerden..

Zira onun tekliği, bunlara manidir..

Onun ahadiyeti, aynen kesretidir de..

Onun gizliliği, birleyiş izdivaçlar meyanında sayılır.. Hatta ayn'ıdır..

Tenzih sergisi, teşbih terkibinin kendisidir..

Zatında yüceliği:
- İzzet nişanına sahib..

Namının kimliğidir..

Azametini, ilimler kavrayamaz..

Celalinin özünü, fehimler idrak edemez..

İlim sahibi; O'nu idrakten yana aczini itiraf etti..

Akıl; Ulaşması babından onun bağına döndü. Hem de; Ondan ayrılıp bölünmekten yana eli boş olarak..

Gerekli olan vücub, gerekli olmayan cevaz dairesi: Açık söylenen sözlerde ve yapılan beyanların noktasındadır..

İmkan hüviyetinin bir yanı; Gayeyi anlamak ve tam sehadetgahtadır.. Bir de; Cevherin ve arazın zarfındadır..

O'na Dâir Hayat; Bazı müşahadelerin doğuşu ile başlar..

Bitkiler olsun, canlılar olsun.. O hayat eserinin inişi ile, alametleri belirir..

Bir denizdir ki; Ulvi ruhaniyetler gelir.. Hem de, sultanın yüce köşküne.. Şeytanın ve hevanın düştüğü bahçeye..

İman ve idrak nurunun beyazlığı, şirk ve küfür karanlığını yok eder.

Allah adı ile kaim olan o yüce zata. Hak ettiği şekilde hamd olsun..

Hüda alnının sabahı, şaşkınlık ve 'Amâ' gecesi; ezelin ve sonradan olmuşların aynasıdır. Azabın ve nimetin parlak nişanıdır..

Yüce Allah'ın eşyayı kuşatması; Onların zatı oluşudur..

Öyle bir zat ki; Sıfatları onu kavramaktan yana güçsüzdür..

Evvelliği için bir evvellik düşünülemez..

Ahiri için de bir son düşünülemez..

Ezeli bir kayyumdur..

Ebedi bakidir..

Bu varlıkta; Bir zerre dahi kıpırdayamaz.. Ancak onun arzusu, onun kuvveti ve onun kudreti ile kıpırdar.. hareket eder.. canlanır..

Olanı ve olacağı bilir.. İşin önünden taa, sonuna kadar..

Şehadet edrim; Allah'tan başka ilah yoktur..

Öyle bir Allah'tır ki; Bütün bu ibarelerden ötededir.. üstündür.. Kısaca; O, bu ibarelerle anlatılamaz..

Münezzehtir.. Mukaddestir.. Onun varlığı; Ne sarih ifade, ne de muammalı işaretlerle anlatılabilir..

Burada; Ona delil olsun, diye yapılan her işareti; Onun hakikatından bir perdeyi açsın diye yazdım.. Bu da, ancak temsil yollu oldu..

Hangi ibare ki; Ona vardırır, ümidiyle getirildi; nice nice onu anlatmaktan uzaktır. Ona vardıran asıl yoldan alır.. Hem de sürratle..

Ve o; Zatını bildiği gibidir.. Amma nasıl gerekli ise.. Nasıl iktiza ediyorsa..

Bizzat o; Her yönüyle, kemal vasfını haizdir.. Hem de yeteri kadar.. Varlığına ne kadar kemal vasfı gerekse o kadar..

Resulüllah S.A. efendimiz için de, aynı şehadetimi tekrar ederim..

Yüce Allah'tan ona selat ve selam olsun..

Şöyle ki;
O, ademoğlu ferdleri arasında, yüce Hakkın zatına davet edilen ve vasıl olan tek ferddir..

Allah'ın kuludur.. Kendinden önce gelen resullerin şeriatını silip, yeni bir şeriatla gelen, Allah'ın muazzam Resulüdür..

Yeni bir şeriatla gelmeyen, kendinden önce gelen resullerin yolunu izleyen nebiler arasında da; Allah'ın en çok keremine nail olan, Allah'ın bir nebisidir.. Zatı için bir ridadır; perdedir.. Zatına delalet eden, üstün bir nişanıdır.. alametidir.. Varlığına kavuşmakta en kıdemli olandır.. Ona vardıran yolun en sağlamıdır..

Sonra o;
Hakkın zatına parlak bir aynadır..

İsimlerin ve sıfatların son derecede tecellisine bir zuhur yeri olandır..

CEBERUT, nurların bir geliş yeridir.. (CEBERUT: Ebu Talib-i Mekkiye göre; Azamet alemidir.. Yani; İsim ve sıfatlar alemi.. Fakat çoğunluk şu fikirdedir; Orta alemdir.. Yani; Berzah.. Toplu olarak bütün işlerin içinde durduğu alem..)

MELEKUT, sırlarına bir konak yeridir.. (MELEKUT; Ruhlara ve nefislere has olan gayb alemi..)

LAHUT, hakikatlerinin toplandığı bir merkezdir.. (LAHUT; Melekiyet.. Yani; Melekler alemi..)

NASUT, inceliklerinin bir kaynağıdır.. (NASUT; İnsaniyet.. Yani; Bu insanlık alemi..)

Sonra O'dur;

Cibril'in ruhu ile üfleyen..

Mikail'in sırrı ile ihsanlar yağdıran..

Azrail'in kahrı ile yüzüp gezen..

İsrafil'in toplamasına yönelen.. ilk koşan..

.. Ve O'dur;
Sidrelere münteha.. son yolcu.. son yolcu ve.. son yolculuk..

.. Ve isralar köşküne refref olan O'dur..

Hebanın da, tabiatın da, heyulası O'dur..

Üluhiyet atlasının felekidir..

Rububiyet övcü burcunun bir mıntıkasıdır..

Yükseklik ve terakki övülmesinin semalarıdır..

İlmin, dirayetin güneşidir..

Kemal halinin nihayetinde, mehtap safasının ayıdır.. kameridir..

Seçilme ve hidayet yolunda, yön gösteren bir yıldızdır..

Dilek hararetinin ateşidir..

Gayb ve şehadetin ki; Görünen ve görünmeyen hayatın suyudur..

Rahmet ve rübubiyet nefesinde esen bir saba rüzgarıdır..

Zillet ve ubudiyet yerinin billur saksısıdır..

Seb-i Mesânî'nin sahibi, birinci ve ikinci derecedeki füyuzat kapılarının anahtarına sahiptir..

Cemal ve celal sıfatlarının bir iktizası olarak Kemal sıfatının mazharıdır..

Hoş manaya bir ayna, Y üce nâm'a tecelligah;

Tatlı bir kaynaktır, kemal makamında cilvegah.

Güzellik semasının kutbu, oranın güneşi;

Hiç de sönmez o oldukça doğuşa bir karargah;

Tümden kemal, bir hardaldan ibaret ona göre;

Ki dağılışta onun güzelliği bir nazargah..

Ona salat ve selam..

Hallerinde yerine kaim olan ashabına da, ali'ne de salat ve selam.. Kaldı ki; Bunlar, Resulullah S.A. efendimizin, sözlerinde ve işlerinde nöbet makamına nail olan vekil oldular..

Şehadetimi tekrarlarım;
Kur'an Allah kelamıdır.. Onun kapsamına giren manalar da haktır..

Onu; Ruh-u emin olan Cebrail, Nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan en büyük Nebî/Rasûl'ün kalbine indirmiştir..

Tekrar şehadet ederim ki;
Nebî/Rasûl haktır.. Onlara gelen kitaplar doğrudur..

Bütün bunlara iman etmek kesin olarak vaciptir..

Kabir, Berzah, azab olacaktır..

Kıyamet de gelecektir; ki ona, şüphe yoktur.. Ve Allah; Kabirdekileri diriltecektir..

Tekrar şehadet ederim ki;
Cennet haktır.. Cehennem haktır..

Sırat haktır..

Neşir gününün hesabı haktır..

Tekrar şehadet ederim ki;
Allah hayrı da şerri de diler..

Kırmak ve zorlamak, onun eli ile olur..

Hayr; Onun dileği, kudreti, rızası ve hükmü ile olur..

Şer; Onun dileği, kudreti, hükmü ile olur; ama buna rızası yoktur..

İyilik; Allah'ın kuvveti ile hidayeti ile olur..

Kötülük onun hükmü iledir.. Kulun şumluğu ve azgınlığı sebebi ile gelir.. Edeb icabı şu manaya dikkat;
"Sana bir iyilik gelirse.. Allah'tandır.. Bir kötülük isabet ederse.. nefsindendir..

De ki; Hepsi Allah'tan.." (1/79)

Vücud ondan başladı ve.. emri olduğundan yine ona dönecektir..

Besmeleyi çektik.. Allah'a hamd ettik.. Resulullaha salat ve selam getirdik.. Şehadet de getirdik..

Şimdi GİRİŞ kısmında anlatacağımız mevzua girebiliriz...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Şimdi iyi dinle;
İnsanın kemal derecesine erip ergin bir kimse olması; Allah'ı bilmesine bağlı olduğuna göre..
Keza insanın fazileti; Cinsi izinde, onun kapsadığı manadan kazancı kadar olacağına göre..

Evet.. Böyle olacağına göre; Marifet duygularının elde edilmesi gerekir..
Tahkik sonunda elde edileceği kesin olan marifet duygularına gelince; İlahi bir ilhama ve onun vereceği başarıya bağlıdır..

Fakat.. fakat.. orası bir başka bölgedir ki, manasını şu âyet-i kerimenin derinliğinde bulur;
- "Emniyet telkin eden, saygıdeğer bir yerdir.. İnsanlar onun çevresinden uzaklaştırılır.." (29/68)

Amma neyle?.

Evet, neyle uzaklaştırılır?. Şununla; Bir sürü engeller ve oyalayıcı şeylerle..
Sonra oranın hali yerleri, sahilleri; Bir sürü kaya ve kaydırmacılarla doludur..
Denizlerine gelince; Helak ve boğulmacalarla doludur..

Bu arada onun yolu; İnce bir kıldan daha incedir.. Keskinliğine gelince; Keskin bir kılıçtan da keskindir..
Durum anlatıldığı gibi olunca; Yolcunun böyle bir yolda yürüyebilmesi.. ama tam olarak.. dürüst bir şekilde imkânsız gibidir..

Durum yukarıda arz edildiği gibi olunca, ister istemez sorulacak;
- Pekâlâ.. O halde bu yola nasıl girilecek?. Nasıl yürünecek?..

Ve düşüneceksiniz değil mi?.. Nitekim ben de düşündüm..
Düşündüm ve bir kitap yazdım..
Öyle bir kitap ki; Hakikat güneşi gibi parlak..
Açık, belli bir işleme tabi tutulan ve tam bir tetkik mahsulü..

Bu eserden beklenen odur ki;
Salik için, en yüce refikine ileten ola.. Amma, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..
Emelim o ki; Bu kitap, bu yolları taleb edenler için, şefkatli bir kardeş gibi olacaktır..

Evet.. Böyle olması icab eder ki; Issız vahalarda, kimsesiz kaldığı zaman, onunla ünsiyet edebile..
Onun gizli talimgâhına gire, başını onun sinesine yaslayıp kala..

Onun irfan duygusu aşılayan aydınlığı ile, sönük köşesini, bilinmeyen karanlıklarını aydınlatmaya baka..
Bu işin başka çaresi yoktur..

Sebebine gelince; Artık müridlerin kalb semalarındaki cezbe güneşleri kalmadı..
Yolcuların felek semalarında, mehtap safaları getiren dolunay kalmadı..

Bu yolu kasd edenlerin himmet bağlarındaki azimet yıldızları battı..
İşte.. Anlatılan manâların bir icabıdır ki; O âlemin denizinde yüzenlerin kurtulma ümidi azaldı..
Onun sahillerinde gezenler için de, necat ümidi pek kalmadı..

Neden böyledir? Hepsi nasıl anlatılsın?. Anlatılamaz; zira:
Anlatılanlar dışında menziller var yücesine;
Önemlileri: Sarmıştır dehşetler büyücesine..
Kılıçlar var ki, beyaz beyaz yeşil yeşil;
Mızraklar sanki zulüm yüklenmiştir güçlücesine..

İşbu halet içinde kitabı tamamladım: Açık bir keşif üzerine..
Ve.. ondaki meseleleri güçlendirdim; Sağlam kaynaktan gelen haberlerle..
Ve ona bir isim verdim;
EL-İNSAN'ÜL-KÂMİL Fİ MARİFETİL-EVAHİRİ VEL-EVAİL.
(EVVELLERİ VE AHİRLERİ BİLMEKTE İNSAN-I KÂMİL.)

Bu eseri yazarken ve yazdıktan sonra, bazı haller geçirdim ki: Onları da burada anlatmak isterim..
Bu eserin telifine başladım.. Bazı beyanlar ve tarifler yapıyordum..
Bunları yaparken, hatırıma gelen şu oldu: Bu işi bırakayım.. Bunlar birer birer tahkik gerektiren meseleler olması hasebiyle, saygı göstermek istedim..
Tetkik sonunda, bana ihsan edilenin yayımını azaltmak diledim..

İşbu düşünce iledir ki: Eseri parçalamak istedim.. Bütün gayretimi bu yola verdim..
Başladım onu darmadağın etmeye.. Bütün bölümlerini dağıttım.. Bu bahsi kapadım..
Birbirinden ayırdım; Pare pare ettim.. Hiç bir işe yaramaz hale getirdim..

Bundan sonradır ki; Onun güneşi battı; gitti.. Onun güzel yüzüne perde çekildi..
Unutulup giden bir şey oldu.. Yaramaz.. hiç bir işe yaramaz saydım..

Bir zaman sonra, işin rengi değişti.. Bir hayır olarak ortaya çıktı..
Böyle yazılıp dururken bir hayır oluşu ortaya çıktı..

Şu ayet-i kerimeyi okudum;
- "İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki; O zamanda o, anılan bir şey değildi.." (76/1)
Sanki yoktur hacun ile safa arası;
Ne Mekkede yoldaşı ne seyir safası..

İşte; bütün bu istihalelerden, değişen hallerden sonra.. Cenab-ı Hak bana, bu eserin açıklanması emrini verdi..
Açıktan anlatılması gereken bölümleri ile, kapalı ifade edilmesi gereken kısımları aydınlattı..
Ayrıca umûmi bir fayda sağlayacağı yönünden vaadde de bulundu..

Aldığım emirlerle vaadler, uyulması icap eden çeşittendi.. Bu sebepledir ki;
Baş üstüne..
Deyip, eserin, yeni şekli iel telifine hemen başladım..
Anlatıldığı şekilde de, Cenab-ı Hakka tevekkül eyledim..

Evet.. işte ben; Onun ezeli olan kocaman kadehi ile içirmekteyim.. Ama ALİM ismi kâsesine dalıp çıkararaktan..
Ama kimlere?. Haliyle herkese değil.. iman ve teslim ehli olup, bu şarabı içmeye ve sindirmeye güçlü olanlara..
Bu, öyle bir şaraptır ki; İkram sahibi olan candan gelir; emilircesine de içilir..
Bu öyle bir şaraptır ki; Yoku da varı da sarhoş eder..


Bir geçmiş ki, bıraktı güneşi, karanlık geceyi;
SÜHA belirdi, sabah aydınlandı çöz bilmeceyi..

Soyun bu vasıflardan latif bir şemaile bürün;
Ama şümullü bil, zamandaki ince kesmeceyi..

Kadehten geçersen taa, yüce menbaına kadar;
Dönersin, döndükçe zaman, öğrenirsin zemzemceyi..

Ve, niceleri bağlandı kaldı süslü atkısında;
Bağlar Allah'ın mülküdür emr gösterir en yüceyi..

Nice fakir vardır ki, sözü kendini kul eyledi;
Başladı varda yokken, öğrendi ilerlemeceyi..

Nice cahil vardır ki, kokuları onlara vardı;
Ve.. haber verdiler hem iblisceyi, hem ademceyi..

Nice susanlar vardır ki, dinledim haberlerini;
Arşta izzet ikram gördüler ondan yücelmeceyi..

Onun kadehinin gözüne bir kez nazar eylesen;
Yapmazsın artık bilmediğine sürme çekmeceyi..

Bu bir nur güneş sayılır, belki de gece zulmeti;
Bir yüce hayrettir ki, öğrenirsin çekişmeceyi..

Bir nurdur ama ona göz yok, ona bir ışık da yok;
Bir güzel var, yüz yok, yüz vardır neyler öpülmeceyi..

Bir burun var, koku yok ve bir kokudur ki yayılmaz;
Bir şarap.. Yok bardağı ve bulmuş mühürlenmeceyi..

Ey yakınlar, tutunuz onun yüce kadehlerinden;
Emniyet emelleridir, yücel gör büyümeceyi..

Allah için, yüce şanı hakkına ihmal etmeyin;
Ne tad.. Onu bırakan görür nedamet etmeceyi..

Nolurdu ondan tad alanlar kardeşim olsalardı;
Selâmım onlara.. Selâm bilir teslim etmeceyi...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Ben bu halimi hayli gizledim.. Ama ne kadar gizleyebilirdim ki?..

Sonunda; Okkalar, kilolar, batmanlar bitti.. Tartacak bir ağırlık ölçüsü kalmadı..
İşte.. Bu zamana kadar gizleyebildim..

Artık onun ağırlığını tartabilecek bir dirhem kalmadı.. Onun tartacak bir karşı ağırlık bulunmadı..

Düşündüm, taşındım; Ağırlık zaferimi, tetkikte, incelemede buldum..
Ama onu; Tahkik ayarı ile de perkittim.. güçlendirdim.. Sağlama erdirdim..

Sonra ellerimi kına ile boyadım.. Gözümü uyur uyanık bir halle de sürmeledim..

İşte o zaman; Gözümü, esastan tam olarak açtım.. Kilitleri kırdım..

Ve.. O zaman bana;

- Nerede?..

Diye hitab etti.. Ben de;

- Arada..

Şeklinde bir lisanla cevap verdim..

İş bu halden sonradır ki; Aşağıdaki beytleri dile getirdim.. Nefy ile isbat, yokla var arası bir dizi şekline soktum..

Bence gerçek olan o: Yok oldu birdenbire;
Mademki varlık, teşhir edeniyim habire..

Hayal onu, taa uzaktan gördü gerçekten:
Kudret olarak varlık iktidarına göre..

Sen olamazsın kurulan bir duvardan başka;
Haznelerin var o haznedar olduğu süre..

Ben işte şu duvarım o dahi onun için;
Gizli haznedir bilirim gördüğüme göre..

Ve sen onu elinde bir kalıp olarak tut;
O, onun için bir ruhtur, ibretine göre..

Allah güzelliğini artırsın, zira oldu;
Yüce ilâhın cemalı meşhur olduğu süre..

Parlaklıkta senden başka kaim olan yoktur;
İşi anla ki, suretlerini seyrin süre..

Yukarıdaki inci dizisi halindeki nazımları duyduktan sonra, halimla hallendi..
Heyecan dalgamdaki mehtabı devre başladı..

Sonra.. evet sonra; şu nazım beyitleri sıraladı.. Ama hiç bir şeyi ifşa etmeden..
Ama ne güzel ifşa etti.. Haliyle ehline..

Saklı güzellikler dizisi, örtüler de kendinden;
Yılanı ısıranı, sihri dahi görücülerden..

Sarhoşlarda tadıp şarap bir hoş surete büründü;
Sarhoşlarla ayan oldu göründü perdelerinden..

Mehtap onun hayaline girdi tamam olup aldı;
Ondaki huylardan her neki bulunmaz gibilerden..

Atlılar merkezinde kınacı nakışların gördü;
Onu yazmayı istedi başladı saç tellerinden..

Kayserin tacını giydi tebaasına uyaraktan;
Oranın mülkünde saltanat aldı çevrelerinden..

Sonra, tümden halkın mülkiyetine de sahip çıktı;
Ne varsa yeşil beyazlardan, kırmızı bitkilerden..

Onu sayılan tüm güzellikler sahibi bildikçe;
Âmir’in bildiği Leylâ’dakine benzeyenlerden..

Onun özünde saklı duran azizlik hepten çıktı;
İç güzelliğidir neki var belli güzelliklerden..

Onun yukarıdaki tatlı hitabını dinledim; içindeki kurtuluş ifade eden manayı da anladım..

İşte o andadır ki, olan ve olacak oldu; bunun üzerine de yemin ettim..

Bu yemin üzerine ahdine vefa gösterdi, dönmedi; bozmadı..

Yeni libasına büründü; eskilerden soyundu..

Ve.. ufuklarda cemalini göstermeye başladı..

Artık onlardan hiç bir şey, onun için olmadı.. Ne ne için olabilirdi.. İkilik mi var ki; Bir şey, bir şey için olsun..

Sonra.. Akılların ve düşüncelerin uzak gördüğü her neki var; hepsi onun bir beyanı,
açıklaması babında zuhura geldi..

Sırları ve ruhları onu can evine yaklaştırdı..

Bir bereket geldi ki; Onun kuşatması için dehşetler saçtı..

Artık olduğu yerde soyundu.. Bir nokta üzerinde mekân tuttu..

Sonra, kuşatma, sarma çemberini uzattıkça uzattı..

Evet, bunları yaptı.. Ta ki, hicap örtüsünü kaldıra..

.. Ve açıktan açığa bana hitab ede..

Beklenen hitabını yaptı.. Nüzul eyledi.. Bana hitabını sonra yaptı..

Ama kim?.. kendisi ile bulunduğum zat..

- Şark gariblerinden biri..

Demiştim ya.. İşte o.. Amma zahirde o.. Batında anlattığım vasıfların sahibi..

Allah rahmet eyleye..

Şöyle söyledi;

Var veya yok, nefyedilen veya bakî kalan benim;
Hissedilen, vehmedilen, yılan ve efsuncu benim;

Benim bağlanan ve çözülen, içilen, hem de sakî:
Hazine, fakir de benim; hallakım, halkım da benim..

Kadehlerimle içme, zira onda tiryak zehirim var;
Başka arama onu bağlamıştır bağlarım benim..

Beni zimmetlerle koruma, dahi ahdimi bozma;
Varlığımı sabit kılma, yok da görme bakî benim..

Ne bana bir yabancı, ne de bana uzanan bir göz yap;
Her neyi ki aynım yaptın; şevklerim kaybettin benim..

Beni gördüklerinde ol, dolu kadehlerimden iç:
Çözme kuşağı belimden, giyme zıd elbisem benim..

De: Şuyum, şu değilim vasıflarımla huylarımla,
Ben, soğuyum, ama şu kalb yanar ateşimle benim..

Susuzluk benimledir, ama ceyhun da boğmam da var;
Yük aynımdır, ama hiç bir yük yoktur boynumda benim..

Ağırdan ağır çekimi hafiflettim hava sakim;
Hayvanat halim anlatır, şevkim şenliğimdir benim..

O, kanatlarda bir kuştur, boyunlarla bir devedir;
Ama ne devedir ne kuş.. geçen işaretim benim..

Ne göz var, ne de görmek gerçek uzanan bir sırrımdır;
Ne ecel var ne ömür, ne de fanim var, bakîm benim..

Yukarıda geçen şiirde bir;

- O...

Var ki, bu;

- HU...

Manâsına gelir..

Bu nedir, şimdi onun üzerinde duracağız..

O; Bir cevherdir.. Mahiyettir.. Çeşitli yönleri olan, zahirde hiç bir belli yön çizilmeyen öz varlıktır..

İşbu varlığın kendisine ekli iki arazı vardır..

Maddi bir tabirle; Kendisine gelen.. Ya da; Kendisinde bulunan.. iki hâl..

... Ve ikinci bir manâ..

O, Bir zattır.. Özün de özüdür.. Bunun da iki vasfı vardır ki.. aşağıda bu manâlar iç içe anlatılacaktır..
Bulup çıkarmaya bakılmalı..

Biraz tafsile geçelim..

Yukarıda bahsi geçen cevherin kimliği;

a) İlimdir.. Bilgidir..

b) Güçtür.. Kuvvettir.. Veya, güçler ve kuvvetler..

(Bizdeki çeşitli kuvvetler, manâsına da gelebilir..)

Belki de; Alîm ve Hakîm’dir.. Bizzat bilen, bizzat hâkim bir şekilde hükmünü verip sahip olandır..

Anlatılan iki vasıf, Allah’ın yüce varlığından ki sıfattır ki; Kuvveler süzgecinden süzülür gelir..

Yani; Duyguların inbiğinden.. Fakat o gelenleri kuvvelerden, kuvveleri de onlardan ayırmak mümkün değildir..

Ayrıca burada KUVAYI: Nebatî, hayvâni nefis, insanî nefis şeklinde almak da mümkündür..
Bunların maddî tabiri: Üçlü bir saç ayağı gibidir..

İşte.. meydana çıkan ilim ve hikmet bu üçlü kuvvet şeklinde çıkar...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

efendim,bu basta ismi gecen eserin mukaddime bölümü...Abdulkerim El Cili(k.s) efendimizin,cevirisi yapilmis,izahatlaridir...

Paylastiginiz bilgiler icin cok tesekkür ederim...

Hayirda kalin...
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1111
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Alah razı olsun sizlerden,
Noktanın Elif Elifliği Sevgi Sultanımızda nasıl târif bulmuş ÖZünde,
En uzun SÖZün en kısasıyla AŞK OLsun AYVAZ canımız!..

Muhammedi Muhabbetle..
Resim
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Önce ilim olarak akıp gelen duygulara parmak basalım...

Bunun hakimiyeti; Basit madde olarak görünenin, üçte bir kadar nisbetini hükmü altına almasıdır...

Bu manayı kendi özünü anlatabilmek için şu iki cümleyi sarf edebilirsin:

a) Madde asıldır; kuvveler de parçaları...

b) Kuvveler bir yerdir; ilim de ekilen bir ekindir...

Tekrar ilim ve kuvvelere dönelim...

Burada ilmi iki yönlü ele almak kâbildir...Şöyle ki;

a) Kavlî ilim.. Sözde bilgi...

b) Amelî ilim.. İş'te bilgi...

Sözdeki, yani; Sözle gelen ilim, bir nümuneden ve bir örnekten ibarettir ki;
Bu örneği senin, zıdlı şeylerden bir araya gelen şeklinde bulabiliriz...

İşbu hâl, senin esas benliğinde saklı bir şenlikten, saklı görünen varlığından soyunup arınmıştır...

İş'teki bilgiye gelelim...Bu, sınırsız bir hikmet kaynağıdır ki; Hakim bir kimse, ilmi ile faydalanmayı, o yoldan sağlar...

Ve bir sultan; Verdiği hükümlerde şaşırtıcı işleri başarma derecesine o yoldan ulaşır...

Şimdi KUVVA olarak adlandırılan, duygulara gelelim...Onun bölümlerini anlatalım...

İşbu KUVVA da ilim gibi, iki kısma ayrılır;

a) Cümelî kuva...Toplu, bölünmez olan duygular...Ya da güçler...Tek kelime ile; Kuva, güçtür...

b) Tafsîlî kuva...Yaygın dağınık duygular...Kuvvetler, ya da güçler...Görünürde böyle...

Birinci derecede geçen kuva için; Mizacın bozuk olmaması, takip edilen usulün tam olması şarttır...
Özellikle burada istidat önemlidir...

Zira, tabiatında değişiklik olan, acıyı tatlı, ya da tatlıyı acı sanabilir...Yanlış yola sapar...
Bozuk usul takip eden de aynı şekilde yanılabilir...

Kaldı ki, bir işin sıhhatli ve sağlam olabilmesi için, gelen naklin sağlam olması şarttır...
Kemâlli, olgun ve yeterli durum ancak bu yoldan elde edilir...

İkinci derecede geçen KUVVA için; Yine bazı şartlar vardır...
Zira bunun hayâl alemi ile de, ilgisi bağlantısı vardır.. Şartlara gelince;

- Kâbiliyettir...

Demek ve bu şartı başta saymak gerekir... Özellikle onun bir cevher olması yönünden...

Ve...O cevhere bir yer olabilme cihetinden...

Hâsılı; Anlatılan KUVVA için iki şey vardır...Ama her iki halde...Ve, görünürde...
O iki şey ise Kabiliyet ve istidattır...

Burada kabiliyet, sadece bir seçmedir...Yani; Ayırt edebilme...

Anlatılan istidat ve kabiliyet tam olunca, ötesi kolaydır...Artık zât'a geçilebilir...

Biraz da zat üzerinde duralım...

Zat bahsi de, yukarıdaki gibi iki şekildedir... Bu da iki vasıfta kendini gösterir...

Bir tanesi : S E N...

Diğeri de : B E N...

Bu ikisi temeldir...Kalanı da bunlara eklenen teferruat sayılır... Meselâ; Benim için; sana...
Ya da: senin için; bana...

Ve müşterek bir kelime; İlahımız...

- S e n...

Dediğimiz zattır... Ama bu sen, esas kimliğin yönüyle olan SEN’dir...
Akılla kabul edilen bu zahirdeki SEN’liğin değil...

Anlatılmak istenen özet manâ şudur;

- Zat olarak tavsif edilen SEN, bu kulluk vasıflarınla tayin edilen sen değilsin...

Bir de;

- B E N...

Demiştim... Bu da, hakikatım olan BEN’dir.. Bu aklın kabulleneceği cinsten bir BEN değil...

Zira, esas bahsimiz olan BEN, Rabbın vasıfları arasında sayılır...

- B E N...

Kelimesi ile işaret edilen, zattır...

Bir başka BEN daha var ki, bu itibarî yöndendir... Bu, aklın kabul edeceği BEN’liğin yönündendir...

Sonra;

- B E N...

Kelimesi, hükümler meyânında sayılırsa.. Şüphesiz o;

- Allâh...

Demektir...

Yine aynı hükümler meyanında;

- S E N...

Kelimesi... onun kulluk yönüdür..

Yukarıda anlatılanları dinledin... Şimdi düşünmeye başla... Anlatılanlardan ne anladınsa, anladın...

Özüne bir bak... nazar eyele... İstersen özünü;

- B E N...

Faslına bağla... Dilersen;

- S E N...

Bab'ına yasla... Değişen hiç bir şey yoktur...

Gerçekten, bu makamda; Küllî hakikatten başka bir şey yoktur...

O, subhandır... Şanı yücedir... Münezzehtir... Tektir... Ortağı da yoktur...

Öyle bir zattır ki, iki yüzlüdür öz varlığında:
Bir yüzü var süflíde öbürü yüce varlığında...

Hangi yüz olursa olsun ibarenin ve edanın;
İşte o zattır, sıfatlardır beyan açıklığında...

- O birdir...
Diyeceksen doğrusun; şayet diyeceksen:

- İkidir...
O dahi Hak’tır, ikiliği de şanında...

Şayet diyeceksen;

- Öyle değil; belki de üçlüdür;
Yine doğrusun, bu da gerçek insanlık meyanında...

Onun ahadiyetine bak işte onun zatıdır;
- Bir’dir, ahad’dır...
Diyeceksin onun teklik makamında...

Zatında bir ikilik görürsen bu oluşundadır;
Hem kul, hem de Rabb olur o gerçek ikilik kabında...

Dilersen, safhalara ayırırsın o varlığı ki;
Önce toplanmıştır, iki zıd dahi hükmü altında...

Nazarını keskin kılsan diyemezsin süflî için;
- Yüksektir, alttır...

Tekrar onun çok çok yüce namında...
Evet ona üçüncü ismini ver bir gerçek için;

İki vasıflı hakikatlerine katıldığında...
Bu halde iken verilen ismi: Ahmed olmaktadır;

Sonra da: Muhammed’dir halkın özüne dalışında...

O, Aziz olarak bilinir sonra Hüda da olur;
Canım feda olsun bir Rabb oluşu şanında...

Ey pergelin noktası, ey hidayetin sırrı olan;
Ey icab ve imkân âleminin tam mihveri olan...

Ey varlık dairesinin tümden en âlâ kaynağı;
Ey Kur’an’ın da noktası, fürkanın da noktası olan...

Ey hem kâmil, hem de mükemmel olan kâmil de ne ki;
Gerçeğe bakınca süsler onları celâl-i Rahman...

Hep acaipler kutbusun sen onun gizli işinde;
Kemâl küresi yapar senin üzerinde deveran...

Münezzehsin belki benzerin var senin ne zaman ki;
Çıkar ortaya bakî, fâni anlayan anlamayan...

Varlık senin için, yokluk dahi öyledir gerçekte;
Sensin güzel bağlarda iki yüce libasa dalan...

Sensin aydınlık, ve zıddı olan karanlık da ancak;
Sensin karanlık o ârife.. ama hayrete dalan...

Onun takasısın, sonra.. lâmbasısın zeyt yağısın;
Bu manadan mutad sen, kim beni bu alana salan..?

Sen bir zeyt yağısın ki, bu ilk oluşundan sonra da;
Oluşundur bir halk, takada ikinci aydınlatan...

Rabba ait bir kaynaksın vasfın dahi onun aynı;
İşte sen kandilsin, nursun, görünürsün ayan beyan...

Bana önder olunuz karanlık gecelerinizde;
Aydınlığınızda dahi noksanımı tamamlayan...

Ey Kerim ve Resullerin Efendisi ki özüne;
Mekân üstü yüce bir mekânda imkânlar bulunan...

Kerim olan sensin tut elimi sana nisbetim var;
Zira ben: Fani Abdülkerimim sevgiyle bağlanan...

Sıkıca bağla kulun bağını taki ola sende;
Boynum tam olarak salınıp gezen rahatı bulan...

Ey ümit kapısı, ruhum da canım da sana bağlı;
Evet böyle.. sevgi de dilimdir sana yalvaran...

Allah’ın salâtı sana, ama alabildiğine;
Surete gelip manaların da manaları olan...

Keza cümle yakınlara ve o sahabelere ki;
Oldular din evini sütun sütun durutan...

Onun varislerine ve her kim varsa alanında;
Haberli bilgili ve dahi inanıp ta bağlanan...

Tekrar sana Allah’ın salâtı ey hayatın (ha)sı;
Sonra...Ey insandaki Allah sırrının da (sin) harfi...
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

hani dönecektin gittiğin yerden
yoluna duvar mı taş mi örduler?
kadere talihe bu sitem neden?
sen kiymet bildin de çok mu gördüler?

nerde çılgınlığın nerde arzular?
böylemi yaşanır sende sevdalar?
neylesin denizler neylesin dağlar,
sen yola çıktında yol mu kestiler?

kim olsa yanardı kim olsa özler,
günlerdir yoluna baktı bu gözler,
neylesin kapılar, neylesin ziller,
sen gelip çaldılda git mi dediler

ayvaz kardeşim...yüreğine sağlık...
ne güzell dizeler..ne güzel dizilmişler...
sevgiyle...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Onun bana söylediklerini duyup fazilet şarabından kalanı, kana kana içtikten sonra..
içimden bir kaynama geldi.. coşarak dedim ki;

- N’olur?. Bana halinden anlat.. ama hayret veren, daldıran.. Bu anlatacakların senin terkibinden olmalı.. Yaratılışından olmalı.. Dışarıdan öteden beriden değil; senden anlat..

Başladı anlatmaya;

- Şöyle ki..

Dedi sonra devam etti;

- Ne zaman ki, ben: Tur dağına çıktım.. Dolu dolu denizden içtim..

Ve.. satır satır yazılıp meydana gelen kitabı okudum.. İşte o zaman her şeyi bir remizden ibaret gördüm..
Öyle bir remiz ki; Kanunlar onun üzerine terkib edilmiş..

Ve, o şey ki, kendisi içindir; elbette senin içindir..

Ve.. o şey senden haber almadan dışarı çıkamaz..

Sonra.. bu yönde senin için yararlı olan nişan da bulunmaz ki;

- Şu , onundur; şu da benimdir.. Çünkü onun hali ile benim halim arasında bir benzerlik yoktur.. Olamaz da..

Diyebilesin..

Bu hali, ancak Allah-ü Taâlâ sana bir yapışla yaptı ki o, sende yerli bir haldir.. Tıpkı bir benlik gibi..
Ne atılır ne de itilir..

Aksi bir hal taşıyorsan; o bir ayna misalidir.. Bunun aksi de dile gelir.. Yani; Bu konuşan dille ayrı gibi görünür.. ama asla hakikatı yoktur..

Belki de;

- Niçin bunlar böyle?.

Diyeceksin.. Dinle ki onu da diyeyim;

- Bütün bunları senin için yaptı.. Ta ki, onda senin için olanı göresin.. Onun çevresini,
senin çevren bilesin.. Gerçekte durumun böyle olduğunu anlayasın..

İşte.. anlatılan manaın bir icabıdır ki: Onu göremezsin.. Onu idrâk edemezsin..
Onu bir yere konmuş gibi bulup ta tutamazsın..

Şayet, her hangi bir şeyi bir yerde, bulacak olursan; onu ele alırken yüce Hakkı bulduğunu bilesin..
O: Sübhandır; yüce vasıfların sahibidir..

Bütün bunlar, irfana bağlı şeylerdir.. Bir irfan sahibi ârif ki;

- “Ben, onun kulağı olurum; gözü olurum..”

Meâline gelen hadis-i kudsîdeki manayı, gerçek manada anlar da, özüne sindirirse.. onun özüne:
Bu varlıklar âleminde hiç bir gizli kalmaz.. Her şey ona açılır, saçılır.. Hem de, ayan beyan..

Zira ondaki bu göz; Bu varlığı yaratan yüce yaratıcının gözüdür..

Anlatılan manayı, hiç bir şekilde, kabullenmeyip atmak, doğru olmaz.. Onun orada yokluğunu iddia etmek yaramaz.. Zira onun yokluğu, seninde yok olmanı gerektirir.. Zira sen onun bir örneğisin; sanatının maketisin.. Durum böyle olunca, senin yokluğun nasıl olur?. Bak kendine varsın.. Taşıdığın sıfatlardan yok olan da yok..

Onun isbatı da aynı şekildedir.. Yani; Yokluğunu iddianın yersizliği gibi..

Onun isbatı cihetine yöneldiği an; Put yapmış olusun.. O, elle tutulan belli ve ayrıntılı bir şey değil ki, isbat edesin.. Yok gibi görünüyor.. Böyle görünen nasıl isbat edilir?. Böyle bir yola girersen, büyük nasiblerden mahrum kalırsın..

Bir yana bakarsın; yok.. göremiyorsun.. Böyle olunca nasıl isbat edilir?.

Bir başka yana bakarsın: Sen mevcutsun.. o sen olarak mevcut.. Nasıl yokluğun düşünülür?..

Nefyi de, isbatı da bırak.. Ve bak; Allah-ü Taâlâ, seni kendi suretinde yarattı..

Yine bak: Hay, alim, kadir, mürid, semi, basir, mütekellim,
(diri, bilen, güçlü, dileyen, işiten, gören, konuşan) sıfatları onundur..

Ama, bunlar sende de var.. Bunların sende oluşu, bir grçektir.. hakikattır.. Böyle olunca, onların hangisini senden ayırıp atabilirsin?.. Yapamazsın.. Çünkü elinde değildir; zira onlar yüce Allah’ın sıfatlarıdır..
Bir suretidir ki; Seni o sureti üzerine yaratmıştır..

Seni güzel sıfatları ile süslemiştir.. Yüce isimleri ile seni yüceltmiştir..

Hele bir seyreyle;

O, Hay’dir.. Diridir; sen de dirisin..

O, Âlim’dir.. Bilendir; sen de bilirsin..

O, Mürid’dir..Diler, ister; sen de dilersin, istersin..

O, Kadir’dir.. Güçlüdür; senin de gücün var..

O, Semi’dir.. İşitir; sen de işitirsin..

O, Basir’dir.. Görür; sen de görürsün..

O, Zat’tır.. Kendi başınadır.. Benzeri yokyur.. Sen de kendi başınasın.. Esasta bir benzerin yoktur..

O, Camî’dir.. Toplayıcı bir vasıf taşır.. Sende öylesin.. Her şey sende saklı; derli toplu..

O, Mevcud’tur.. Vardır; sende varsın..

O, Rububiyet sahibidir.. Besler; büyütür.. Sen de öyle değil misin?.

-“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz..”

Meâline gelen hadis-i şerif bu manayı teyid etmiyor mu?..

O, kıdem sahibidir.. Evveli yoktur.. Sen de öylesin.. Ezelden beri, onun ilminde mevcutsun..
İlmi ise.. ondan hiç ayrılmadı.. O vardı; ilmi de vardı.. İlim, onun ayrılmaz bir vasfıdır..

Bu makamda, müşahade gözünü kullan; düşün gör: Ona ne izafe ediliyorsa.. sana da aynısı oluyor..
Sana ne izafe ediliyorsa.. ona da aynısı oluyor..

Ne var ki, sonradan durum değişti.. O, zatını izzet ve kibriya perdesine sardı.. tekleşti..

Sana da, zillet ve acizlikle kalmak düştü..

Önce aranızdaki nisbet, tamdı; sahihti.. Ama, burada o nisbet kesildi.. görünmez oldu..

Bu anlattıklarını dinledikten sonra, o zata şöyle dedim;

- Önce beni yaklaştırdın; sonra uzağa attın.. Önce özünü meydana çıkardın..
..

Bunun üzerine şu cevabı verdi;Sonra onu, kabukla kapadın

- Onu, bir hükme bağladım ki; İlâhi hikmet kanunu öyle icab ediyordu.. Onu, beşer idrâki
terazisinin tartabileceği yoldan aldım.. Ta ki, onu alıp yemek; uzağa da, yakınada kolay gele..
Bu yola alınana da, uzak tutulana da onu tahsil etmek nasibi kolay yoldan ola..

Tekrar o zattan istedim;

- N’olur?. O safi şarabından bana biraz daha içir.. Önce içirdiğin güzel şarabın tadından, daha tatlısını tattır..

Bu isteğim üzerine şöyle anlattı:

- Ben, mavi kubbe altındaydım.. Orada bir bilgini dinledim.. Onun lâkabına;

- A n k a..

Deniyordu.. Ondan hoşlandım.. Geçtim önüne oturdum..

O zat, bir ara sustu.. O kadarını anlatıp durunca, beni bir merak sardı; hemen:

-Bu haberini bana daha açık anlatmanı dilerim.. Hele ona ait izlerden bana sağlıkla anlat..

Dedim; başladı anlatmaya:

- O, her bakımdan hakikata uygun, mütenasipti.. Bu hali ile, dehşet ve hayret verici, şaşırtıcı idi..
Bir kuştu ki; Çok keskin bakışları vardı..

Bu hali ile onun; ALTI YÜZ kanadı vardı.. BİN tane de sağlam kuyruğu vardı..

Onun yanında; Haram olan mubah sayılırdı.. İsmi de şu idi:

- Süffah oğlu süffah..

Kanatlarına güzel isimler yazılmıştı..

BA, harfinin sureti başına işlenmişti..

ELİF, göğsüne yazılmıştı..

CİM, alnına yazılmıştı..

HA, gerdan kısmına yazılmış duruyordu..

Baki kalan harfler ise.. saf saf, iki gözü arasına işlenmişti..

Bu kuşun belirli nişanları şöyle idi; Elinde bir mühür.. Peçesindeyse.. kesin emirleri fermanı vardı..

Onda bir nokta vardır, çözümü güç bir şeydir..

Onun bir uçuş üstünlüğü vardır ki; Refref’ten daha ileridir..

Bundan sonra tekrar sordum;

- O kuşun mahalli neresidir?..

Şu cevabı aldım;

- Vüs’at konağında.. Hayrın bulunduğu makânda..

Söylenen lafızlaraki ibareyi anladım.. İşaretleri de çözüp fehmime yerleştirdim.. Artık orası benim durağım olamazdı..

Atmosferde dolaşmaya başladım.. Orada hayli mesafeler aştım.. Mülkü de bıraktım; meleki de..
(meliki de olabilir) hepsini aşıp geçtim..

Devrim, bu;

- Anka-i Mağrib..

Namı ile yad edilen hayretengiz iş üzerinde idi..

Ondan hiç bir haber alamadım.. Onun izine, hiç bir yerde raslamadım..

Sonunda isim bana bir delil oldu.. Bir de VASIF..

İşbu isim, vasıf ikilisi ise.. beni bağlardan çözdü.. Resmiyeti attırdı..

Sıfatım falan kalmadı artık..

Ne zaman ki, sıfattan soyundum; kendimi zat semasında buldum.. Artık oradaydım..

- Hayret..

Namı ile yad edilen denize daldım; gittim..

Bu denizde;

- N u n..

Adı ile söylenen balık benim kanatlarımı yuttu.. Kanatsız kaldım.. Ama yalnız bırakmadı.. Aldı beni; İnci hazinesinden de üstün bir yerde yüzdürmeye başladı..

İş böyle devam ederken, o balık bana şöyle bir dokundu; Uçsuz bucaksız bie yere attı..
Uçsuz bucaksız bir yayla gibi bir yerdi..

Bir süre o yerde kaldım.. Bu süre içinde, ne görmem kaldı; ne de işitmem..
Artık bir şey göremiyor ve bir şey duyamıyordum..

Bu dalgınlığın kalkma zamanı gelmişti.. Gözümü açtım..

Gözümü açınca da, zaman ve mekân kaydından salındım..

İşbu demde anladım ki; Bütün o işaretler bana.. O kuş için sayılıp dökülen ibareler önümde..

Anlatılan kanatlar hep bende.. Tesbihlerle çekilen o isimler, o kanatların üzerine işlenmiş..

Yine gördüm ki;

ELİF, göğsümde..

CİM’de, anlatıldığı gibi..

HA, gerdanımda..

Anlattığımız şeylerin hiç biri dışarıda değil.. Hepsi bende hazır.. tamam..

Her ne var ki: Bana gelmekte; yine benden çıkmakta..

İşte olanlar.. Yukarıda okudunuz.. gördünüz.. Ben de gördüm..

Hem de nasıl gördüm; O hazretin kasdı benmişim..

...Ve noktanın manası zâhir oldu.. Zor mana çözüldü..

Alâmetleri işte.. ben; Ölmüş bir kimse diriltildi..

Bu defa o zata başka şeylerden sordum.. Önce;

- Efendim, emr-i mahtum; kes-i mahtum nedir?.

Cümlesini sordum.. Bunları bana açık bir ifade ile, hemen anlatmadı.. Yabancı bir dille konuştu..
Sonra, onu çevirdi..
Daha garib bir ifade kullandı; onu da tercüme etti.. Sonra korkutucu bir ifade tarzı aldı..
Bir daha kapalı bir ifade kullandı onu çevirdi..

Ancak bunlardan sonra, mevzua girdi ve şöyle devam etti;

- Makul yoldan bir yüce modeldir.. –enmuzec’in karşılığı- Ve bu, bir binektir.. –mahmel karşılığı..-
Bunun bir binek oluşu, kendisine göre değildir; bindirilene göredir.. –mahmul karşılığı..-

Anlatılan yüce modelde bir nakış varsa.. bu da kendisi için değildir.. Bu nakışlar menkul halde olan ve
oradan oraya taşınan esfel derecede olanlar içindir.. Esfel derecede olanlar ise;

- Ş u ş u..

Şeklinde bir işaret yapılabilen şeydir.. Zaten konuşmalarda bunun üzerinedir.. Zira o yüce için söz olmaz..
Ona yetişemeyiz..

Şimdi.. durum yukarıda anlatıldığı gibi olduğuna göre düşün; Nakışlar, kendisine işaret edilene işlendikçe ve yüce modeldekiler de şu himara verilse.. işte o zaman: Esfel ile alâ arasında bir fark kalmaz; aynı olurlar..
Ve o yücede ne varsa, hemen hemen esfelde de olur..

Yukarıda anlatına mesele önemlidir ve bunun üzerine bazı zatların fikirleri vardır.. Aşağıda onları da anlatacağız.. Bu fikirler, yukarıda nisbeten kapalı geçen bahsi açacaktır..

O fikirleri anlatırken, hatalı taraflarına da işaret edeceğiz.. Ayrıca faydalı yönlerini de noktalayacağız..
İstenen yolun böylece, bulunmasına gayret edeceğiz..

Meselâ, zatın biri şöyle demiştir;

- Üzerine nakış işlenen bir şeyle, nakşı işlenen model arasında bir bağlantı yoktur..

Bu fikri savunan her ne kaadar hatalı ise de, doğru yönü de yok değildir..
Kasdedilen manayı kökünden kavrayamamıştır.. Zira esas maksad;

- Model, bir şey üzerine işlenen nakşın aynıdır..

Demek değildir.. Zira, bu manada söylenen;

- Üzerine nakış yapılan şey, modelin aynıdır..

Şeklinde serdedilen fikri de kabul edemeyiz.. Bu modelin ve maksadın aslı üzerinde hata etmiş olabilir..

Zira, model, şeksiz bir üstünlüğe sahiptir.. Kendisine modelin nakşı işlenen ise.. kullanılan ifade iel;
Sadece bir düşüklük vasfı taşır..

Yine aynı manada;

- Model, her şeyi özünde toplayıcı bir vasfa sahiptir..

Şeklinde bir cümle sarf eden etmiştir.. Hatalı olabilir.. Ama, doğru yanı vardır..

Şu yönden hatalıdır ki; Model, sadece kemâl sıfatına sahiptir; noksan sıfatlar hani?. Yanlış karar nerede?.

Model güzeldir; eksiksizdir.. İşlendiği yerin noksanı nasıl olur da kendisine yüklenir?.

Bir başkası ise.. şöyle demiştir;

- Üzerine modelin nakşı işlenen varlık, ancak modelin nakşını kendinde bulur..

Bu hatalı sayılabilir.. Şu yoldan ki; Kendisine nakış işlenen varlık, ancak noksan sıfatlara ait bir yerin adıdır.. Nitekim bu manayı; Nakşı işlenen bir şeyi göstermek için işaret kullanıldığını, mevkilerin sınırlı olduğunu, ibarelerdeki darlığı görürsen anlarsın..

Yine bu manada;

- Cem halini bulmak için, idrakten aciz kalmanın yeterli olduğunu..

Söyleyen vardır.. Bu da yanılmış olabilir..

Bu mana düşünülürse.. üzerine modelin nakşı işlenen varlık için, koşulan bir şart vardır ki, gözden kaçmış olabilir..

İşbu şart ise; Modelin bütün nakışlarını, kendi özüne işlemeye gayret etmesinin gerekli olmasıdır..

Evet böyle yapmalı ki; Kendisine idrâk gele..

İşbu idrâk ise.. o yüce modelle tam bir şekilde, hem cins olduktan sonra, karar kıldığı yerde olabilir..
Kendisinin nasibi olur..

Durum böyle olduktan sonra da, onun için, bir acizlik durumu olamaz..

Kaldı ki; İdrâkten acizlik gibi bir şeyi, irfan sahibi bir zatın vasıfları arasında saymak, sağlam ve doğru olmaz..

Bu manada bir yol gösterelim;

- Bir irfan sahibi düşünelim.. Bu zat, bir şeyi idrâke çalışıyor; ama idrâk edemiyor.. Bu babda da aczini itiraf ediyor.. İşbu itiraf ise.. o şeyin sıfatına karşı tam bir irfana sahib olduğu içindir..

Bu idrak edilemeyiş, iki yoldan olur;

a) İdrâkine çalışılan şeyin sonsuzluğundan..

b) İdrâke çalışan şahsın idrâk kabiliyetinin olamayışından..

Hâsılı; Anlatıldığı şekilde olan acizlik ne kadarsa.. o kadar o şeyi anlamak sayılır.. Haliyle, o şeye uyduğu şekilde..

Bir şeyi, kendisine uyar bir şekilde anlarsan.. aynı şekilde onu idrâk etmiş olursun..

Nitekim bu manada, Hazreti-i Sıddîk r.a. şöyle anlatmıştır;

- Bir şeyi idrâkten yana acizliği idrâk; idrâkin taa, kendisi sayılır..

Bir başka rivayette ise, bu cümle şöyledir;
- İdrâki kavramaktan yana acizlikidrâktir..

Anlatıldığı gibi bir idrâkin husulü ise.. şüphesiz, esas manası ile.. idrâkten acizlik sayılmaz..
Kul bu yolda olursa.. izzet sıfatına bürünür.. Ondan sınır da kalkar; acizlik de..

Bu manada gelen bir âyet-i kerime şöyledir;

- “Bu gözler onu göremez..” (6/103)

Burda gözlerden murad, bu mahluk olan gözlerdir.. Ama, hafi ve kadim olan göz öyledir ki;
Kul Rabbını onunla görebilir.. Çünkü o mahluk değildir.. Kulun görmesini sağlayan gözünün asıl hakikatıdır..

Bu manaları anlamaya çalış..

Aşkta var benim için garib haller;
Benim ve Rabbınındır acip haller..
Ktbum da devreder bir çark üzere;
O felekte ki onda ender şeyler..

İşaretim havada bir hal aldı;
Acizdir okumaktan hep kâtipler..
Onu bir ibarede açıkladım;
Anlayışlılar dahi sezemezler..

Sonra onu süsleyip de gösterdim;
Verdim ki ondan kanarak içeler..
Ağacını diktim yemişler derdim;
Kazdım yeri gömdüm ki gizleneneler..

Zaman zaman hem açtım hem kapadım;
Vallah dostlar dahi bilmeyeler..
Yabancı dillere düşerse zira;
Sır açılır faş olur sezer eller..

Yabancılar da banden uzak dursun;
Sevgiyi bulanlar elimden yerler..
Öğütçünün sözünü dinle, sana;
Külçe eritme usulü hibeler..

Bu işareti anla şu yoldan ki;
Derledim bunda nice mertebeler..
Anladınsa şükür yolunu tut ki;
Şükre karşı geridir hep mezhepler..

Burada önemli bir noktaya işaret edeceğiz.. Dinle, anla ve öğren..

- Tılsım-ı Kutbî..

Şeklinde bir tabir var.. Ki bu; Model yuvarlağının mihveridir.. Ve bu:

- M o d e l ..

Diye anlattığımız, modeller âlemini döndüren çarktır..

İşbu anlatılan manadaki tılsım, tılsımların evvelidir ki; Nefis suretleri, kıvamını bununla bulur..
Aksi halde.. yani; Bu tılsım olmadan ona ait ahkâmın çıkması için bir yol bulunmazdı..

Ve.. onun gerçek durumu kazanmış bir yönü olmasaydı; hiç bir hükmü olmazdı ve..
nakşı kendinde gösteren, bu nakışlanmış şekli ile zâhir olmazdı..

Bu manayı bir başka yoldan ele alalım.. Meselâ;

Şurada bir ayna var.. Öbür yanda da, cisim halinde yapılı bir heykel..

İşbu heykel, o aynanın karşısına düşmeseydi.. elbette o aynada görünmesi imkânsız olurdu..

Bir başka yoldan girelim.. Şöyle ki;

Verilen bir hüküm var..

İşbu hüküm ise: Herhangi bir suretin aynaya karşı durmasını yok bilir.. Böyle bir durumda, suret nasıl olur da, aynaya çıkar?. Durum böyle olunca: Aynada, karşılığı olmadığı için, bir varlık yüzü görmek imkânsız olur..

Anlatılanlar birer misaldir ki, devam ediyoruz.. Bunlardan mana çıkarmaya ve bir şeyler anlamaya çalış.. Meselâ;

Bir suret düşün, bir ayna olmadan kendini gösteremez.. Onun için bir cevaz yolu yoktur..

Şunu da bil ki; Bu da, yukarıda geçen manalar açısından söyleniyor..

Dışarıdan, yabancı bir şey aynada kendini gösterdiği zaman, o aynada görünen şey, aynanın taa, kendisidir.. Başka değil.. Karşısındaki sureti gösterdiği zaman da aynanın durumu aynıdır.. Zira ayna yabancı bir şeyle birleşmemiştir.. Onun o andaki mizacı bir karışıklığa müsait değildir.. Bakıldığı zaman, ancak ayna bulunur; başkası bulunmaz..

Onda gördüğün şeye, hiç bir şekilde, onun dışındaki bir şeyin adını vermezsin..

Yukarıda anlatılan çözümü güç tılsımlı mana, daha önce de ifade edildiği gibi, ilk tılsım idi..
Devamı otuz tılsıma kadar gider..

Kalanları; KUTBÜL-ACAİB VE FELEK’ÜL-GARAİB nam eserimize aldık..

O tılsımların hepsi, bu varlıkta, işaret yollu vardır; yerleşmiştir..

Bütün bunları, sözü geçen eserimizde açık bir dille anlattık..

Bu: İNSAN-I KÂMİL adlı eserimizde, o manalar üzerine bazı tenbihlerde bulunduk..

Şu mana da gerçektir ki; Bu eseri tam anlamak isteyen;

KUTB’ÜL-ACAİB ve FELEK’ÜL-GARAİB adlı eserimizi iyi bir şekilde okumalıdır..

Onu okuduktan sonra, dönüp bu esere bakarsa.. öbürünün cümlesini bu eserde bulur..

Bu eser, öbürüne göre, bir ana gibidir.. Ama dalları da olabilir.. Bunun aksine; Öbür eser de bu
kitab içinde bir kök, bu da onun dalları olabilir..

İki kitab için anlatılan bu manaları anla.. Her iki eserdeki hitapların muhatabını da seç..

... Ve böylece, remizleri çöz, hazineyi bul..

KUTB-Ü ACAİB’den murad.. İşaret kabul eden bir varlıktır..

FELEK’ÜL-GARAİB’den murad ise.. bunda hazır sırlardır..

Şu manayı da, burada açıklamak yerinde olur; Öbür kitabı bir asıl kabul edince, ona varmak için dallarını tutmak icab eder.. Başka yolu yoktur.. Açıklığa ancak bu yoldan kavuşulur..

Anlatılan misallerden şu yola çıkıyoruz; Allah-ü Taâlâ ancak esma ve sıfatları yolundan bilinir..
Onun marifetine yol, ancak anlatıldığı gibi çıkar..

Özet olarak bir mana çıkaralım:

Kul, önce; Yüce Allah’ın esma ve sıfatını müşahade yolu ile anlar.. Bu, mutlak olması gereken bir iştir..

Ve.. bu yoldan, yüce Allah’ın zatına marifet derecesine yükselir.. Amma bir hakikat olarak..

İşaret ettiğimiz bu manayı iyi anla.. Çünkü her şey; Sana, delillerle isbatına çalıştığımız mananın sırrına sığdırılmıştır..

Sende hürüm de, hevaî işlerde yollarım dar;
Ey arzum, karşında aklın, tedbirin ne hükmü var?.

Allah.. kalbim senden daha ne kadar yük alacak?.
Beni hevaiyata attın kalbimi sarman var..

Kalb tasada, göz yaşları dahi daim akmakta;
Ateş ciğerimi dağlar da su bakmamdan akar..

Eğer desem ki, yokum o dem biterim ama;
İşte ruhum benliğim sözümde işimde çıkar..

Şayet ben mevcudum dersem bu sözüm dahi;
Halk arasında hiç görmedim ki illetsiz bir var..


Şimdi bir başka yoldan girelim.. Baskısı yapılacak bir klişeyi düşünceyi düşünelim..

Baskı yapılınca, karşıda çıkacak suret, mutlaka esas şekli biçiminde olacaktır..
Mesela : Daire.. dörtgen ve üçgen..

Suretin çıkış şeklindeki tamlık derecesi ise, basılan veya esas klişenin karşılık durumlarının
sağlığına göre olur..

Burada klişenin veya basıldığı şeyin yapısı, sertliği bir mana ifade etmez..
Esas mesele karşılık durumun tam olmasıdır..

Zira bazen sureti çıkacak şeyin, karşıda çıkan suretinden yapı itibari ile daha büyük olduğu olur..
Bunun tam tersine çıkan suretin, aslına nazaran yapı itibari ile daha büyük olduğu da görülür..

Burası öyle bir makamdır ki, hakikati bulan büyük kâmiller dahi karışıklığa düşmüşlerdir..
Hem de, kemâl derecesini bulup cemal ve celâlin birbirine yaklaştığı noktaya vardıktan sonra..

Şu hususta da bir ittifak vardır; Baskının yapıldığı yer baskıda esas olan şeyin aksi istikametinde seyreder.. Meselâ: Sağdan sola doğru baskıda esas olanda bir zuhur başlar.. Soldan sağa doğru da baskının çıktığı yerde aynı zuhur peydah olur.. Böylece bir durumun, meydana geldiği yer, zıdlar mıntıkasıdır..
Bir de, kulluk sırrının Rabb olmaktaki zuhur yeridir..

İşbu durum, şu hadis-i şerifin gizli manasıdır..

Şöyle rivayet edilmiştir:

- "Resulullah S.A. efendimiz, miraca çıktığında, kendisinde bütün perdeler açıldı; ancak bir perde kaldı.. O bir perdenin açılmasını dilediği zaman kendisine :

- Dur, Rabbın namaz kılıyor..

Dendi..

Bunu bizzat Rasulüllah S.A. efendimiz anlatmıştır..

Bu yüce bir sırdır ki: Ancak kemâl sahibi zatlar onu idrak edebilir.. Haliyle bu idrak :
Cenab-ı Hakkın kâmil ismine bir zuhur yeri olması sonucudur..

Bu halin idrâki, bazı irfan sahiplerinde görülür.. Ama tahkiki bir yönü yoktur.. Sadece bir ittıladan ibarettir.. Böyle bir şeyin oluşu: Cemal sıfatı cihetinden gelir.. Ama, kemâl sıfatının cemal derecesindendir..
Mutlak cemalden değil.. Cemal sıfatının kemâl derecesinden de değil..

Bazı irfan sahipleri bu hali, celâl tecellisinde de bulabilir.. Bu da yukarıda anlatıldığı gibi: Kemâl sıfatının
celâl yönünden olur; mutlak celâlden değil.. Celâl sıfatının kemâlinden de değil..

Burada ayrı bir fasıl açıyoruz.. Konuyu az açacak, sonra toplayıp maksadı anlatmaya çalışacağız.. Meselâ:

Bir şey vasfını alan herhangi bir şeyi düşünün.. Bu şey, toplanmayı gerektiriyor..
Zira tek başına manasız kalır..

Bir örnek şeyi düşünün.. Bu da: İzzeti gerektirir olsun.. Yani : Bir azizlik ister..

El ayak önünde yuvarlanıp giden rakim cinsi şeyler ise.. zilletin mahkûmudur..

Bütün bu anlatılanların, kendilerine has bir seması vardır; orada yüzerler..

Şimdi bir başka kapıyı açalım.. Şöyleki:

A) Model üzerine rakım sıfatlardan birini giydirdiğin zaman, sende modelin kanunları yürür..
Çünkü rakim sensin.. Modelle aranızda bir benzerlik olur.. Ama zâhiri bir beraberlik düşünme..

B) Model kisvelerinden birini rakime giydirirsen.. O’onu onda göremezsin..
Çünkü özüne ait olmayan bir yere görünmüş oluyor..

Bu arada esas zat kaybolur.. Ne modelle görebilirsin; ne de rakimde. İkisinden birine zat’ı bağlarsan; diğeri için ikinci bir zat’a muhtaç duruma düşersin.. Böyle yapınca da şirke saplanmış olursun..

Durum anlatıldığı gibi olunca, sana iki yol gözükür:

a) Zat’ı rakimde, yani kulda tasarruf ettirmen..
b) Zat’ı modelde, -enmûzecde- tasarruf ettirmen..

Bu iki durumu biraz açalım ve sonucunu getirelim:

Zat’ı modelden bir parça ile, rakimin elinde tasarruf ettirirsen, bunun adına:

Zatî yükselme.. Denir..

Zat’ı modelin eli ile, rakimden bir şeyde tasarruf ettirirsen, bunun adına da:Zatî bir tenezzül..
Verilir ki, düşüş kaydeder..

Şimdi de başka bir yoldan girelim; meselâ:

Zatı, rakimin eli ile rakimde tasarruf ettirirsen, onun adı artık:

R a k i m..

Olur.. Yani. Zatın..

Zatı, modelin eli ile tasarruf sahibi görünce de, artık onun adı da:

M o d e l..

Olur.. Ne var ki, burada önemli bir nokta vardır.. Onu unutmamak yerinde olur:
Bütün nisbetlerin kalkması, sırf zatın sözü edilmesi, ismin ve resmin ortadan silinmesi gerekir..

*

Bu fasılda üç kelime geçti.. Yanlış bir yoruma gidilmemesi için onları ne manaya kullandığımızı
anlatmamız icab edecek.. Meselâ:

Rakim : Bundan kastımız kulun kendisidir..

Enmuzec : KUTB’UL ACAİB VE FELEK’UL-GARAİB nam kitabımızın ihtiva ettiği manadır..

Zat : Bu eserimizdir.. Yani:İNSAN-I KÂMİL Fİ MARIFET’IL-EVAIL-I VEL-EVAHİR..

*
Bu güzelliğin rengi onun yanaklarında;
Sonsuzdur renklenme, yoktur özden doğuşunda..

Tozlarda beyaz, bir kırmızı da çıkabilir;
Onun beyazı yeşillendiren siyahlığında..

O ki şanı renklenmedir ve renk özündedir;
Bu durumda renk bulunmaz onun öz zatında..

Ne zaman ki bir güzellik tam olarak doğar;
Her güzellikte de üstün odur tek zatında..

Ey ceylân yavrusu büyü salınıp da gelişde;
Güzellikten bir temizlik kap teşbihatında..

Sen hicazlı ceylan mısın ki yoksa Zeynep mi?
Aşık hayretinde berdavam her sarışında..

Allah için bir haber hepten alabildin mi?
Bilinmez nüktesini benli yanaklarında..

Salınmış saçların onun bağları mıdır ki?
Örgüleri sayılır düştüğü omuzlarda..

Kâküllerin kıvrımı beninin derinliği;
Yabancı kuşu dehşete verdi pençesinde..

Yemin olsun, o kaim olan ehad zata ki;
Cümle sıfatları sıyırıp geçti ıssız dağda..

Bu diyarda miğfer giyenden gayrı bulunmaz;
Benim diri ve bekçi turaları yanımda..

*
Mukaddimenin sonuna geldik; bir fasıl daha açalım.. İyi dinle ve anlamaya çalış..
Bazı isimlerin özellikleri anlaşılacaktır..

AHADİYET : Esma ve sıfatların yokluğunu ister.. Hem de izleri ve bu izlerin sebep ve tesirleri ile..

VAHİDİYET : Bu alemin fena bulmasını ister.. Hak isimleri ve ona ait vasıfların zuhuru ile..

RUBUBİYET : Bu âlemin bekasını ister..

ÜLÛHİYET : Bu âlemin fena bulmasını gerektirir.. Ama kendi beka gözünde.. Bu âlemin bekası ise..
fena gözündedir..

İZZET : Hak’la hak arasındaki nisbet benzerliğini defe çağırır..

KAYYUMİYET : Allah’la kulu arasındaki nisbet vukuunun sağlanmasını ister..
Zira, KAYYUM: Kendi nefsi ile kaim olandır.. Bir de onunla kaim olandır..

Hülâsa olarak: Bütün bu ibarelerden her biri, kendisi için ne gerekli ise.. onu ister..

*
Şimdi bazı şeyler daha anlatacağız ki, yukarıda geçen cümleleri açıcı olacak.. Dinle..

Deriz ki:
- AHADİYET tecellisi cihetinden bakılınca, ne bir isim; ne de bir vasıf kalır..
- VAHİDİYET tecellisi cihetinden ise.. halk yoktur. Çünkü bu sıfatın zuhur yönünde bir sultanlığı vardır..
Öyle bir suretle ki: Her varlığa suret getiren bu sıfattır..
- RUBUBİYET tecellisi yönünden de Hak ve Halk vardır.. Hakkın ve halkın vücudu için bu sıfat gereklidir..
- ULUHİYET tecellisi cihetinde ise.. ancak Hak vardır.. Ama onun sureti halktır.. Ve.. ancak halk vardır..
Onun mana ciheti ise.. Hak’tır..
- İZZET tecellisinde ise.. kulla Allah arasındaki nisbet kalkar..
- KAYYUMİYET sıfatı cihetinden bakılınca da, Rabb sıfatının varlığı için, Rabb olarak kabul edilecek
bir zata ihtiyaç vardır.. Ki bunun adı: MERBUB’dur.. MERBUB sıfatının varlığına da,
Rabb sıfatından bir katkı mutlaka gereklidir..

Bu son cümle biraz kapalı geçti.. Onu, şu cümlelerle bağlamak isteyerek deriz ki:

- O, zâhir ismi cihetinden bakılınca, eşyanın ayn'ıdır.
Batın ismi cihetinden de bakılınca da eşya onun ayn'ı olur..

*
Allah’ı tenzih et ki, şanına bu yarar;
Bunu ne gafiller ne de ayıklar anlar..

Onlarda ne varsa, zattan sıfattan yana;
Hakikat olamaz, rayihadır ki kokar..

Onlar ki ihsandalar öyle sanırlar ki;
Olmuş.. haşa nasıl olur bu kalıplar?.

İlâh kul olamaz, olamaz o sonsuzdur;
Nasıl sonsuz varlık sonu olana sığar..

Zat birdir üstün vasıflar dahi Allah’ın;
Sufl’ı düşük sıfatlar zayıf kula yarar..
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ZAT

Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu bölümde Z A T dan bahsedilecektir..

Z A T bir emirden ibarettir..

- İ ş..

Manasına alınabilir..

Bu, öyle bir iştir ki; isimler ve sıfatlar ona dayanmaktadır..

Ama, isimlerin ve sıfatların özlerindedir.. vücud halini alışlarında değil..

Bir isim veya sıfat düşünün.. Bunların hangisi olursa olsun; dayandıkları şey; Z A T’tır..

Bu:

- Z A T ..

Tabirini kabul eden: İster mevcud bir şey olsun; isterse A N K A gibi yok olsun..

Bu manadaki inceliği anlamaya bak..

Mevcud, iki yönden mütalaa edilir:

a) Katıksız varlık.. Yani: Mevcud..

İşbu; varlık yüce yaratıcı Allah’ın zatıdır..

b) Yokluk karışımı varlık.. Yani mevcud..

İş bu türden varlık ise.. Bu yaratılmışların zatıdır..

Burada önemli bir nokta daha var ki, onu da bilmen gerekir..

Sübhan olan yüce Allah’ın zatı, kendi nefsinden ibarettir.. Öyleki: Yüce Allah onunla vardır..

Zira o: Nefsi ile kaimdir..

O yüce zat odur ki: Kendi kimliğinde, isimleri ve sıfatları hak etmiştir..

Durum böyle olunca o zat: Her suretin kabiliyetine göre suret olur..

Bütün mana ondadır..

Daha açık anlatayım: Her tür sıfatın istediği her türlü vasfa girer.

Kemal hükmü mevhumu üzerine delâet eden her isimden, o yüce zat, hak taleb eder..

Onun kemâl dereceleri çoktur.. Bu cümleden :

- Onun sonsuz oluşunun idrak edilemeyişini..

Söyleyebiliriz..

Bu manada bir hüküm şudur: Kemal dereceleri tüm olarak idrak edilemez..
Ama ona göre bunlar idrak edilebilen şeylerdir.. Böyle olması gereklidir..
Çünkü : Onun için bir cehalet imkansızdır..

Bu manayı da iyi belle..

Anlatılan manaları, aşağıdaki kasidede söyledim :

İhata ettin mi mücmel, mufassal haberini ;
Zatını ey toplayan sıfatların her birini ..

Yoksa yüceldi mi yüzün tüm kavranmaktan yana ;
Sardın ki kuşatılmaya zatının derini..

Haşa sana son buluna.. haşaki olasın sen ;
Sana cahil.. ah.. neyle silerim hayretlerini?.

*
Aşağıda anlatılacak hususlara dikkatle bak ; bil..

Allah-ü Taâlânın zatı: Gizli tekliğinden ibarettir..

Öyle bir teklik ki : Bütün ibareler onun üzerine düşer..
Ama onun manasını pek çok yönden anlatmaya yetmeyecek bir şekilde..

Zira o : Getirilip çözülen ibarelerin anlatışı ile idrak edilemez..
İşaretten doğan bilgi ile onun tekliğini fetmetmeye yeterli değildir..

Şu bir gerçektir ki : Hangi şey olursa olsun; onun bilinmesi, anlaşılması:
O şeye denk ve münasip bir şeyle olur.. Yahut, o şeye aykırı olan zıddı ile bilinir..

Halbuki Allah-ü Taâlâ’nın zatına karşı bu varlıkta:

Denk bir şey yoktur..

Münasip bir şey yoktur..

Aykırı bir şey yoktur..

Hele ona zıd bir şey hiç olamaz..

*
İş öyle bir raddeye geldi ki:

Onun sözde manası için kullanılan istılah yönü uçup gitti..

Bitti.. bitti artık, insanlar için onu idrak silindi..

Yüce Allah’ın zatı üzerine kelâm eden susar oldu..

Oynayıp zıplayan donup kaldı..

Bakanın da gözleri kamaştı..

Öyle bir izzete büründü ki: Akıllar ve fehimler onu idrâkten yana yaya kaldı..

Yüceldi.. Yüceldi fehim ve efkâr kuşları.. onun sahnında cevelân edemez oldu..

İlmin sonradan olmuşu da, ezeldeki de ona ilişemez..

Sınırlamanın ne büyüğü, ne küçüğü, artık onu derleyip toplayamaz..

*

Mukaddes kuş bu boş fezanın derinliğine uçtu..

Bu yüce semanın havasında bütünüyle yüzüp gezdi..

Ve kâinatın tümünde kaybolup kaybolup geçti..

Hakikatını bulmakla, ayan beyan açık hale varmakla isimlerinde, sıfatlarında perdesini araladı..

İşbu hal nice mesafeler kat etti.. Hüdustan ve kıdemden ..

Sonra.. Turlar atarak, yokluk şahikasına uçtu.. Onu öyle buldu: Vücudu mutlak gerekli..
vacip.. Olsa da olur; olmasa da olur.. diye bir şey olamaz.. Bir yitirilmişi varsa.. ona göre o : Kayıp sayılmaz..

*

O mukaddes kuş, artık aradığını bulmuştu.. Bu yapma âleme dönmek istedi.. Ne var ki, bir başka
şey daha istiyordu: Bir alâmet.. bir nişan.. Uçup gittiği âlemden buraya getireceği bir nişan..

Ve dilek kabul edildi.. O güzel güvercinin kanadına şunlar yazıldı..

Şimdi gerçek olan sen.. ey çözümü güç bilmece.. tılsım.. osun ki:

Ne zatsın; ne isim..

Ne gölgesin; ne resim..

Ne ruhsun; ne cisim..

Ne vasıfsın; ne sıfatsın.. Ne de künye..

Varlık senin.. Yokluk senin.. Sonradan olma senin içi, öncelik de senin..

Zatına göre yoksun.. Ama nefsinde mevcutsun..

Nimetinle bilinirsin.. Bir cins, çeşit olmadan yana yoksun..

Sanki sen : Emaneten yaratıldın.. Sanki sen: Ancak eserleri göstermekten ibaretsin..

Açık dilinle, zatına deliller getirirsin..

Seni yaşar buldum.. bilgin gördüm.. güçlü tanıdım.. Konuşan, gören, duyan kabul ettim..

Cemal sıfatı varlığında dürülü.. Celâl sıfatına nail oldun..

Kemalatının bütün çeşitlerini, kendinde topladın..

Senden başka bir mevcut tasavvur ettiğim şey hiç olmuyor.. Bunun isbatı imkânsız..

Güzelliğine gelince: Her yönüyle tamdır..

Sonra.. bak.. bu kelâmın muhatabı sensin..

Ama, sen de olursun; ben de olurum..

Ey.. burada yok olan.. Ne var ki, seni yine burada bulduk..

*

İdrâk noktaları yüce;
Âlemleri de gizlice..

Çokçadır tehlikeleri
Vuruşları da sessizce..

Gözler onu görmeyince;
Sınır da alamaz içe..

Vasıf getiremez öne;
Ona nedim olan nice..

Önünde ibare dilsiz;
İşaretleri gidince..

Mamuresi yıkılır;
Çarpışanı devrilince..

Yüce ama, sema değil;
Ruhtur da, değil melekçe..

Hem sultan hem de mülkü var;
Mahremleri de azizce..

Bir göz ama bu göz değil;
İlimdir değil haberce..

Bir fiildir de izi yok;
İşaretleri bilmece..

Kutuptur felek üzere;
Güneştir yola esence..

Bir tavustur yükseklerde;
Görünüşte de pek yüce..

İstılahla da saridir;
Hem satırdır enmuzece..

Hep ruhumdur âlemleri;
Varlıktan yana temizce..

İşte yapılmış bir evdir;
Bir savaştır ki renklice..

Kanı diken diken ölü;
Nefesi derli topluca..

Zatı da tecrit edilmiş;
Hem sıfattır dahi tekçe..

Nişanları da sıra sıra;
Okunurlar yazarınca...

Nefyi kendi kapsamında;
Varlık temizdir özünce..

Bilinir de bilinmez de;
Kim uykucu kalkınca..

Nefiy olsa da sabittir;
Atılsa yine gerekçe..

Bir işarettir bilinir;
Bir yayındır ki eserce..

Tamaha dahi kapılma;
Görmezsin onu mahremce..

Şayet ganimetçi isen;
Ganimetleri hazırca..

Onun mağrib kuşu Anka;
Sensin onunla dilekçe..

Ve nasıl uygun olursa;
Karışık ya da temizce..

Denizdir aldatması var;
Dalgaları koca koca..



Ateştir külleri de var;
Süslenir onu sevince..

Bilinmez, vasfı edilir;
Marife olur nekrece..

Vahşîdirülfet edilir;
Kalb de bağlanır zalimce..

Bir bildiğini söylesem;
Sen durmazsın insaflıca..

Bilmediğini söylesem;
Ama sendedir bilmece..

Sırrım onun kimliğidir;
Benliği de tam ruhumca..

Kalbimde onun kürsüsü;
Hizmeti olur cismimce..

Onu akıl ediyorum;
Ama durumum cahilce..

Kim onları aparır ki;
Ki koyunları seslice..

Saklarımda yükseldikçe;
Hem de bilirim döndükçe..

İmlâ oldukça yazarım;
Seni korkutur durunca..

Tenzih ettim uryan oldu;
Benzettim kaydı gizlice..

Cisme benzettim de çıkıştı;
Bana dayanma o güce..

İndirdim de kayıp gitti;
Dağıttı hep güzellikçe..

Ona bağlanan kavuşur;
Kirpiklerdedir kesmece..

Sicili yanaklarında;
Şuleleri de parlakça..

Gözlerinde sürmesi bir;
Mızrak gibi durur ince..

Tükürüğünde de bal var;
Ve bir fidandır o boyca..



Lüle lüledir saçları;
Dişleri güler zalimce..

Bilekleri nakış işli;
Saçları dahi siyahça..

Dişleri beyaz beyazdır;
Tebessümü dahi alca..

Parmağındaki şaraptır;
İhsanları büyülüce..

Latifeleri vehimdir;
Buna şaşmak gerek bence..

Bilinmez vasfı edilir;
Anlaşılır saltanatça..

Yabancıyla ülfet oldu;
Konuşmaları kalbimce..

Sanatı dahi yırtmaktır;
öldürmek de âdetince..

Ayırmak oyuncağıdır;
Yemekleri ağulunca..

Yaygın olan terkibi var;
Bağlanır o çözülünce..

Ne cevherdir ne de araz;
Ne hasta sayılır sağca..

Oktur, hedef dahi odur;
Yayları dahi şaşkınca..

Bir ferdir ama çoğaldı;
Topluca hem de ayrıca..

Önümüz ve kalanların;
Hepsi de onun, âlemce..

Cahildir ama ilimdir;
Harptir ama selâmetçe..

Zulüm gibi ama âdil;
Tehlikeleri yaygınca..

Ağlatır güldürür beni;
Ayıltır eder sarhoşça..

Hem kurtarır hem de boğar;
Dileğimdir duruşmaca..

Bazan olur oynaşırım;
Bazan dahi arkadaşça..

Bazan hepten tanışmayız;
Bazan dahi konuşmaca..

Bazan bana vuslat verir;
Bazan da kucaklar dostça..

Bazan benimle cenk eder;
Bazan da bakar hasımca..

Böyle.. bu ferahtır desem;
Ki metin durur görünce..

Yabancılık eder durur;
Hiç tanımaz; bir bilmece..

Bir zattır ki vasfa gelmez;
Düsturları da çok yüce..

Bir güneştir aydınlatır;
Şimşekler çaktı parlakça..

Bir sözdür yayıldı böyle;
Kuşları beni aşınca..

İki zıd dahi birleşti;
Onda yoktur ayrılmaca..

Bir kaynaktır ki kaynadı;
Dalgaları da coşunca..

Tadana zehir kesilir;
Misk olur hep koklayınca..

Alâmetleri kaybolur;
Dalana denizdir onca..

Bundan sonra; o yeşil kuşun kanadına, kibrit-i ahmer mürekkebinin kalemi ile şu satırlar yazıldı:

Bundan sonrasına gelince..

Azamet ateştir.. İlim sudur. Kuvvetler de havadır..

Hikmet topraktır ki: Ferd vasfını alan cevherimiz onun gerçekliğini bulur..

İşbu cevherin iki arazı vardır:

a) Ezel..

b) Ebed..

Aynı biçimde o cevherin iki vasfı vardır:

a) Hak..
b) Halk..

Aynı şekilde o cevherin iki natı – sıfatı – vardır:

a) Kıdem..

b) Hüdus..

Aynı değerde o cevherin iki adı vardır:

a) Rabb..

b) Abd..

Aynı yönde iki yüzü vardır:

a) Zahir.. Ki, bu, düyadır..

b) Batın.. Ki bu ahirettir..

Aynı yoldan o cevherin iki hükmü vardır:

a) Vücub.. Varlığı gerekli olmak..

b) İmkân.. Oluşu da, olmayışı da eşit olmak..

Yine o cevhere iki yönden itibar edilir:

a) Kendi özüne göre yok oluşu.. Başkası için mevcut oluşu..

b) Kendisi için var oluşu.. Başkası için de yok oluşu..

Yine o cevherin iki marifet yönü vardır:

a) Önce vücudiyetini kabul etmek: sonra da selbiyeti cihetine gitmek..

b) Önce selbiyeti cihetine gitmek; sonra vücubiyetini kabul etmek.

Sonra..

O cevherin anlaşılması babında bir noktası vardır ki, çok dikkat gerek .. Zira onda:

Bir sertlik vardır..

Onun ibareleri çözülürken, manalarından inhiraflar olabilir..

İşaretleri çözülmeye çalışılırken, dikkat başka cihete dağılabilir..

Sakın ha.. Sakın ey kuş, bu yazılanları çok iyi korumaya bak.. O kadar ki: Yabancı onu okumasın.

*

O kuş, bu semalarda uçuşunu sürdürdü.. Hali: Ölüm içinde dirilik.. Helâk içinde beka..
Taa, topladığı kanatlarını açıp yayıncaya kadar.. Kapamış olduğu gözünü açıncaya kadar..

Bir de baktı ki, o : Kendi dışında değil.. Kendi cinsinden başkasına salınmış değil..

Bir denize girmiş ki: Ondan hariç gibi..

Her ne kadar ondan içmekte ise de, yine susuz; yine içi yanık.. Ondan yana hiçbir şey demedi..
Ama onda bir şey de kaybetmedi..

Mutlak kemal derecesini hakikat olarak : Kendi nefsinden ve zatından ibaret buldu.. Hal böyle iken;
onun sıfatlarından bir sıfata dahi, sahip olamadı ki: Zat ve sıfat isimlerine hakkıyla bürüne..

Sonra o aradığı yüce varlığın bir tutulacak yeri de yok ki: İttifak, ihtilaf hükmü ile de olsa, ona yapışıp kala.. Tam manası ile, onun sıfatlarından birinde mekân tuta..

Bu işler böyle olunca, o kuşun bu tayin âleminde, kendine has bir kemâl durumu olmadı..

Uçuşunda bir kemâl durumu varsa o da, ancak kendi âleminde ve kendine tayin edilen mahalde oluyor.. Bu durumda ise, kanatlarında işaretli yerlerde, kendisine ancak inhisarlı bir hal kalıyor..

Bundan sonra o kuş baktı: Aradığı yüce zatın mehtabını kendi özünde hakikat olarak gördü..
Artık o güneş içinde doğmuştu.. Onun nurunu söndurmeye de, güç yetiremiyordu..

Bir şey bilmez gözüktüğü halde, biliyordu, biliyordu..

Bir yerden göçüp gidiyordu: ama bakınca yine ilk olduğu yerde durduğunu görüyordu..

Onun dilsiz konuşması vardır; dilli de konuşabilir..

İrfan duygusu tamdır.. Onda bir kayganlık yoktur..

İrfan bakımından; âlem halkının irfanına sahip olduğu varlıkta, en girginidir..
Bir açıklama olduğunda, en uzağı yine o görünür..

O irfan sahasına, halk arasında en uzak olan olduğu gibi, onların en yakın olanı yine odur..

Onun kelâm harfleri okunmaz.. Manasını anlamak ve derinliğini kavramak güçtür..

Onun harfi üzerinde vehmi bir nokta vardır.. Daire, onun üzerinde devrini tamamlamaya çalışır..

Ve noktanın özünde bir âlem yaşar.. O âlemde yuvarlak bir daire gibidir..

Yine onun için, iki noktayı kasdediyorum; sözü geçen daireden bir nokta vardır..

O nokta ise..o dairenin umumî heyeti cüzlerinden bir cüzdür..

Daire bütünüyle, o noktanın genişlik yanlarından birindedir..

Adı geçen nokta, özünde basit; ama duruşuna göre mürekkeptir..

Zatı yönünden tekdir..

Aydınlığı yönünden bir nurdur.. Bilinmeyişi ciheti ile de, zulmettir.

Nice şeyler söylendi; değil mi?. Hemen hepsi, işaret ve imalı sözlerdi.. Böyle olunca: hiç biri
o yüce zatın hakikat noktasına isabet etmez.. Başka türü olması da imkân dışıdır..

Zira bu dil, onu anlatmakta lâl oldu.. Kısıldı; kaldı..

Zaman da ondan yana faydasız.. Dardır.. Sıkıştırılamaz ona; zira o da, belli bir haldedir.. Ölçülüdür..
Ölçülü olan, bir ölçüsüze nice zarf olur? Kab olur?

*

Yüce Allah.. Şanı büyük.. Bütün rifat dereceleri olan sultandır.

Azizdir, Deyyandır..

*

Hindin bölgesinin ev eşikleri çok engellidir;
Binaları yüce, kapıları dahi şereflidir..

Onun ötesinde nice boyunlar vuruldu gitti;
O işte halk güçsüzdür, çeviremez engebelidir..

Hey.. orada bir rüzgâr esecek olsa dehşetinden:
Akıllar gider, kalbler çarpar zira dehşetlidir..
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

değerli dibbace kardeşimiz,
bu muhteşem eseri hizmete sundunuz,
inşaallah bitince ana sayfamıza kitap olarak da yayınlarız.
Allah razı olsun..

Muhammedi Muhabbetle..
Resim
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ecmain efendim...

muhtesemlik görenin gözündedir...


Resim

hayirlara vesile olsun...

sevgiyle...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Burada, umumî bir ifade ile İSİM üzerinde durulacak ; ona göre bir mana verilecektir..

İSİM : Kendisi ile ad konulan şeydir..

Şöyle ki :

Fehim gözünde isim verileni gösterir..

Hayalde, o isim verilene suret verir...

Vehimde, o isim verilen hazır eder..

Fikirde, o isim verileni düşündürür..

Sonra isim verilen şey adı geçtiği zaman, almış olduğu isimle ezberlenir..

İsim verilen, akılda yoklanınca, yine o isimle akla gelir..

Bu isim verilen şeyin : Var olması, yok olması , İSİM durumunda bir değişiklik yapmaz..

*

İsmin kemâl yönünden ilk büyüklüğü : Kendisi ile ad alan şeyin ; kendisini bilmeyene
İSİM yolunda bildirmesi ile başlar..

*

İsmin, isim verilen bağlanışı, "iç"in "dış"a bağlanışı gibidir..

Esas mana anlatıldığı gibi olunca: İsim, kendisi ile ad alan şeyin aynı olur..

*

İsimlendirilen şeyler arasında, öyleleri vardır ki, yok görünür.. Ama, kendi varlığı içinde..
Fakat, konuşulurken aldığı isimle vardır.. Buna misal : Anka-i Mağrib’dir..

Aslında o, belli bir varlık değildir.. Ancak ismi ile vardır.. İşte bu isimdir ki :
Onu bir varlık haline getirmiştir..

Yine bu isim yolundadır ki : İsim sahibi zata gerekli olan sıfatlar bilinir..

Durum anlatılan yola girince, isim verilen şey, bir başka olur; isim çerçevesini aşar..
İsim, isimlendirilenden başka olur..

Misal olarak : Bu yolun ehli dilinden geçen : Anka-i Mağrib, mefhumu muteberdir..

Mana bu olunca : Anka-i Mağrib üzerinde az duralım.. O nedir?.

O, öyle bir şeydir ki : Akıllardan fikirlerden uzak duran, özel durumu, yapısı,
nakşı ile azameti icabı bu misal âleminde benzeri mevcut değildir..

Anka-i Mağrib..

Adını alması da bu mana icabıdır..

Şimdi düşün.. Anka-i Mağrib için getirilen isim, onun için verilen manâ hükmünü
kapsar mı?.. Şüphesiz kapsamaz..

Sanki o isim, anlatılan mana için ona konmamıştır ; küllî bir hal ile akla uygun bir mana için konmuştur.. Özellikle varlık mertebesindeki rütbesi ezberlensin diye..

Ta ki, böylece yok olmaya ve onun: Zatında, anlatılan hükümde olduğunu bilesin..

İşte.. İsmin, ad olduğu yeri bu yoldan bilmek mümkündür..
Fikir dahi, o adlananın akla uygun manasına bu yoldan girer..

*

Yukarıda nisbeten çözümü güç cümleler geçti.. Mana ağırlaştı..

Fakat sen: Bu sözlerdeki ağırlığı kaldır.. Tomurcuklar arasındaki gülü dermeye çalış..
çıkarmaya bak.. Zira, aşağıda anlatılacaklar için lüzumludur..

*

Şimdi "halk" mefhumundaki Anka-i Mağrib ismi, "Hak" manasındaki Allah adı,
açıları ters orantılı bir zıdlık teşkil eder..

Misal : Anka-i Mağrib adı ile adlandırılan, aldığı ada karşı kendi özünde "halk" olarak yoktan ibarettir..

Allah adı ile anılan yüce zata gelince : Hak olarak sırf varlıktır..

Ancak yüce Allah adı ile, Anka-i Mağrib mefhumu arasındaki zıdlık bir yönde kalkar..
O da : Esas varlıklarına, ancak isim yolundan gitmek..

Şöyleki :

Anka-i Mağribe, ancak isimle varılır.. Ve o : Yalnız bu itibara göre mevcuttur..

Yüce hak ise.. aynı minvalde ancak isimleri ve sıfatları yolundan vâsıl olunan bir varlıktır..
Bu yol, geniş bir alandır; Hakkın marifetine geçmeyi mümkün kılar.. Başka türlü imkânsızdır..

Hasıl-ı kelâm: Allah-ü Taâlâ’ya vuslat için Allah ismi yolundan başka bir yol yoktur..

*

Bu yüce ismi unutma, manasını bil..

Çünkü bu ismin kazandığı bir varlığı vardır..

Bu varlığı : Hakikati ile birleştiği için bulmuştur..

Durum anlatıldığı gibi olunca, yüce Allah’a varan yolu onunla aydınlanmış olur..
İnsandaki mana büyüklüğü de, onunla mühürlenmiş olur..
Rahmete eren kimse dahi onunla rahmana varır..

Bu mana açısından şöyle bir hükme varmamız mümkündür:
Bir kimse, mühürün nakşına bakar kalırsa .. onun Allah ile oluşu isimde kalır..
Ama ondaki nakşa, yazıya bakmaz da, başka yanları ile kalırsa,
onun da Allah ile oluşu sıfatlara dayanır..

İşbu halin dışında, bir başka durum vardır ki: Tam bir üstünlük sahibidir. Meselâ :

Bir kimse mührü parçalarsa.. ismi de vasfı da geçmiş olur.. Böyle olunca da, o kimse :
Yüce Allah’ın zatını bulur.. Sıfatlarını da görür.. Sıfatlar da, kendisine kapalı kalmaz..

Bu dururumda, o yüce zata varan kimseye bir vazife düşer :
Hak ile halk beynini bulmak..

Bu beyni bulup birleştirmek kolaydır..

Şayet o kimse : Yıkılıp çökmek üzere olan duvarı tekrar yaparsa..
parçaları dağılma tehlikesi geçiren mührü yapıştırır kuvvetlendirirse.. olur..
İşte o zaman, olduğu âlemde kalır.. Zevkle yaşar..

.. Ve böylece onun :

Hak ve halk..

Namları ile yad edilen iki yetimin hissesini yeterince ödemiş olur..
Hem de onların erginlik çağlarında ..
Hem de, her iki halin hazinelerini bularaktan..

*

Kademe kademe geçiyoruz.. Yukarıda anlatılanları bildinse.. daha ötesine geçeceğiz..

Bunu da, iyi kavrayıp anlamaya gayret eyle.

Bütün noksan sıfatlardan temiz olan yüce Hak : "Allah" adını insana bir "ayna" yapmıştır..

Bu manayı yüzüne baktığı zaman anlar.. Bilir.. Hem de gerçeğe dayanan bir ilimle.. Özellikle :

“ Var olan Allah imiş.. onunla birlikte bir şey yok imiş..”

Cümlesi ile ifade edilen mananın gerçek yüzüne geçer..
O yüze geçer geçmez, kendisine bir keşif kapısı açılır..
O keşif sayesinde görürür ki:

İşitmesi , Allah’ın işitmesi..

Görmesi , Allah’ın görmesi..

Konuşması, Allah’ın konuşması..

Hayatı, Allah’ın hayatı..

İlmi, Allah’ın ilmi..

İradesi, Allah’ın iradesi..

Kudreti, Allah’ın kudreti..

Evet.. Görür ve anlar ki : Kendinde bulunan bütün bu duygular,
asaleten yüce Allah’ındır..

Yine bilir ki : Kendindeki o duyguların cümlesi ;
bir mecaz, bir ariyet , emanet olarak kendisinde ..

Hem hakikat yönünde ; hem de mülk olarak..
Ne varsa hepsi Allah’ın..

Bu manayı bir âyet-i kerime ile açalım :

- “Allah, sizi de, yaptığınız işleri de yarattı..” ( 37/96 )

Bir başka yerde ise.. şöyle buyuruldu :

- “Siz ancak putlara tapıyorsunuz.. Böylece iftira yaratır durumdasınız..”
( 29/17)

Görülüyor ki, manalar birleşti : Kul yaratıyor ; Allah yaratıyor..

Şimdi düğümü çözelim: Sanki, bir şeyi kullar yaratıyor ; ne var ki,
aslında o şeyi yaratan Allah’tır..

Yaratma işi : Kullarda mecaz yolu ile ve emaneten bağlanmıştır.. Ne var ki,
hem mülkün sahibi oluşu, hem de tam bir bağlantı ile Allah’ındır..

Derin bir mana kapısı açtık.. Daha da ineceğiz..
Dinleme ve anlama gücüne sahip olarak dinle..

Bütün bu anlatılanlar, bir zevk işidir.. Böyle olunca, bu yüce ismin aynasında
yüzüne bakan bir kimse : Zevk olarak bu ilmi elde eder..

Anlatılan zevke erdikten sonrada, o kimsede, Tevhid ilmi çeşidinden
vahidiyet ilmi vardır..

Her kim anlatılan makama yerleşirse :

- Allah..

Diye çağırana icabet edip cevap veren olur..
Çünkü o : Allah isminin mazharıdır..

Bundan sonra o kimse, bir yükselme kaydeder ; yok olma durumu kederini siler :
İlme doğru safa seyrini varlığı bir gerekli varlık halini alırsa..
sonunda, yüce Allah onu kıdem zuhuru ile, sonradan olma kirinden de temizlerse..
İşte o zaman, Allah isminin aynası olur..
Buna misal: İki aynanın karşılıklı duruşu gibidir.. Böyle olunca da, o aynada ne varsa..
bu aynada da o olur..

Bu makama varan kimse için duânın kabul olunma ihsanı yapılır..
Kim için duâ ediyorsa.. Allah o duâyı kabul eder..
Kime darılıyorsa.. Allah ona darılır.. Kimden razı ise.. Allah ondan razı olur..

Bu makamı bulan kimsede Tevhid ilmi çeşidinden ahadiyete kadar ne varsa.. mevcuttur.. Ahadiyetten yukarısı değil..

Bu anlatılan makamın sahibi ile zatî tecelliye eren kimse arasında bir incelik vardır.. Şöyle ki :

Bu makamın sahibi yalnız fürkanı okur..– sıfatlar âlemini okur, manasına alınabilir..

Zatî tecelliye eren kimse ise.. nazil olan cümle kitapları okur..

Bu manadaki inceliği anla..

*

B i l..

Bu Allah ismi, bütün kemâl derecelerinin temel maddesidir..

Ne kadar kemâl derecesi varsa.. hepsi bu yüce ismin kubbesi altındadır..
Onun dışında hiç bir kemâl derecesi bulunmaz..

Bu durum ki böyle oldu: Yüce Allah’ın kemâl derecelerine bir son olmayacağı açıktır..

Çünkü : Kendi zatından, meydana getirdiği hangi kemâl derecesi olursa olsun ;
kendi gizliliğinde, ondan daha üstünü, daha temellisi vardır.. Böyle olunca, elbette
onun kemâl durumunun sonunu bulmaya yol olamaz…

Yani : Onun katında, gizli bir kemâl derecesi bırakmama yönünden..

Bir başka kapı açalım.. Şu yoldan ki: İnsanda bu akıl yolu ile bilinen bir temel madde vardır.. Aynı zamanda, bu kâinatta da vardır.. Bunun bir kabiliyeti de , çeşitli görüntü suretleri açığa çıkarmaktadır..

Şimdi düşün : Buradaki bir temel maddenin kabiliyetli olduğu suretlerin hepsini ;
artakalan olmamak üzere bilip bulmaya bir yol var mıdır?.. Elbette olamaz..
Zira, hiç bir şekilde onun suretlerinin sonuna varıp :

Bu iş burada biter..

Deyip bir idrâk noktası bulmaya imkân yoktur..

Yine düşün : Anlatılan durum, bu yaratılmışlar âleminde ki böyledir ; o yüce, her yönüyle
büyük hak’ta nasıl olur?.. Onun kemâl derecelerine nasıl bir hudud çizilir?..

Bu büyük bir iştir..

Her kime ki, yüce hakkın tecellilerinden bu yönde bir tecelli gelirse..
özünü idrâkten aciz kalır ve şöyle der :

Bir şeyi kavramaktan yana acizliği idrâk idrâkın taa, kendisidir..

Ne var ki, bu tecellinin de ötesinde bir tecelli vardır.. Onu da unutmamalı..

Meselâ : Yüce "Hak" bir kimseye, mana tecellisi içinde tecelli eder ve ilmi cihetinden kendisinin aynı olduğunu, aynı oluşu cihetinden hakikatı bulmuş olduğunu anlatırsa..
gayrı böyle bir tecelliye eren, acizlik dili ile konuşmaz.. İdrâkten aciz olduğunu söyleyemez..
Bu manaya aykırı bir yöne de kayamaz..

Peki ne yapar?

Diyeceksiniz ; anlatalım :

Her iki tarafı da özüne çağırır..

Sebebine gelince : Onun makamı öyle bir makam olmuştur ki, onu anlatabilmek imkânsızdır..
Zira, o : Yüce Allah’ın zatında, en yüce makama yükselmiştir..

Sen de onu ara.. O makamı iste.. ondan yaya kalma ; yanılma..

*

Yukarıda anlatılan manada söylenen şu şiir nekadar güzeldir..

Allah, söyleyene rahmet eyleye..

Allah-ü ekber.. bu deniz ne kadar kabardı;
Esen fırtına ile dalgalandı inci çıkardı..

Elbiseni çıkar, ona dal, sonra bırak gayrı ;
Sendeki yüzmeyi, övünülür yanı kalmadı..

Ve.. öl.. zira Allah denizinde ölü rahattır ;
Hayatı Allah hayatı oldu, öz ömür aldı..

*
Şimdi, o yüce Allah ismini bir başka yönü ile işleyeceğiz.. Bunu da bilmen gereklidir..

Sübhan olan yüce Hak : Allah ismini, ilâhi manaların suretine de, ilk temel maddesi yaptı..

Cenab-ı Hakkın kendisinde, kendisi için nekadar tecellisi varsa..
hepsi, bu Allah isminin kapsamına dahildir.. Geri kalanı sırf zulmettir.. Ki :

- Zatta, zâtın batın yanları..

Adı verilir..

Bu yüce Allah ismi, anlatılan zulmete bir nurdur.. O nurla, Cenab-ı Hak kendisini görür..

.. Ve halk o nurla, Cenab-ı Hakkı bilmeye ulaşır.

Bunu da böyle bilesin..

Biraz da, bu kelime üzerine söylenen itikad âlimlerinin fikirleri üzerinde duracağız..
Bu yüce kelimeyi, çeşitli yönleri ile eleştirenleri dinleyelim..

Faydalı olacağı düşüncesi ile onları iyi dinleyelim..

Mütekellim âlimlere göre, bu yüce Allah kelimesi : Ülûhiyet istihkakı olan bir zatı anlatan sancaktır..

Evet.. onların istilâhında , bu yüce Allah isminin kelime türeyişi üzerinde çeşitli görüşleri var..

Bazılar der ki :

Bu kelime dondurulmuştur.. Kendi başınadır.. Ve ona cins olacak bir kök yoktur..

Dolayısı ile, başka bir kelime kökünden de türememiştir..

Bu görüş bizim mezhebimizin görüşüdür.. ki :

Henüz kelimeler türememiş, türeyen kelimelerden bir şey de türememiş iken Cenab-ı Hak bu :

ALLAH..

Adı ile söylenir, anılırdı..

Bu yüce ismin, bazı kelime kökünden türediğine kail olanlar ise şöyle diyor :

Bu kelime : ELEHE YELEHÜ, kökünden gelmiştir.. Bu kelimeler ise.. aşka gelenin halini dile getirir..

Şimdi bu aşkın manası üzerinde duruşlarına bakalım. Demek istiyorlar ki :

Anlatılan mana, yüce Hakkın geçerli iradesi üzerine ; kâinatın kendi özelliği ile, onun kulluğuna düşkünlüğü ve onun azameti önünde zilleti istemeleridir..

Zira kâinat, kendi oluşları icabı, kendilerine gelen Hakka kulluk istek, arzu ve aşkına karşı bir
savunma gücüne sahip olamaz.. Demir cinsi şeylerin mıknatısa can atıp içten bir yöneliş
gösterdikleri gibi.. Onlar da mıknatısın çekiciliği karşısında güçsüzdürler..

Kâinatın bu içten duyduğu Hak kulluğu aşkı, bir tesbihtir ki : Onun bütünüyle anlaşılması zordur.. Anlaşılamaz..

Kâinatın ikinci bir tesbihi daha vardır ki: Hakkın zuhurunu kendisinde kabullenişidir..

Kâinatın üçüncü bir tesbihi ise.. Kendisinin Hakta halk olarak zuhurudur..

Kâinatın, yüce Allah’ı Tesbih ediş şekli daha çoktur.. Bitmez..

Zira, kâinatın ; yüce Allah’a ait her isimde bir bağlantısı vardır.. O ilâhi isme uyan biçimde tesbihi yapar.

Sayı itibarı ile, çokluğundan ötürü, hesaba kitaba sığmayan bu tesbihlerin tümü
bir dille ve bir anda Allah için yapılan tesbihlerdir..

Ve.. bu varlık âlemi ferdlerinden her birinin, yüce Allah ile olan halleri
bu minval üzere devam edip gider..

Anlatılan mana icabıdır ki : Yüce Allah, kelimesinin yukarıda sözü geçen kelime kökünden geldiğini istidlâl eder ve derler ki :

Eğer o, bir kelime kökünden gelmeyip de dondurulmuş, kendi başına olup kalsaydı; anlatıldığı gibi bir tasarrufa sahib olamazdı..

Sonra, ELEHE kelimesini İLÂH, haline getirmek isteyerek şöyle dediler :

Bu yüce ismin kökü, ELEHE olduğu kabul edildiğine göre, mabud için kullanılınca,
başa bir EL, lâm-ı tarifi getirildi.. O zaman EL-ELEHE oldu.. Çok kullanılması dolayısıyla,
ortadaki ELİF görünmez hale getirildi ve : ALLAH, oldu..

Arab dili âlimlerinin bu yüce isim üzerine sözleri çoktur.. Ama teberrüken bu kadarını aldık..
Bu kadarını yeterli gördük..

*

Burada, ALLAH lafzı üzerine bazı kelâm edilecektir.. Ayrıca, onun harfleri üzerinde de durulup ifade ettiği manalara bakılacak..

Bu hususlar da, bilmen gereken bilgiler arasındadır..

Şöyleki :

ALLAH, olarak anılan bu yüce isim, harf itibarile beşlidir.. Ama lafızda..

Her nekadar, yazı şeklinde (LÂM) ile (HA) arasındaki (ELİF) görünmemekte ise de ; lafzan sabittir.. Lafız da, yazıya hâkim olduğuna göre : (ELİF) i de, o harfler meyanında sayıp :

ALLAH ismi beşlidir..

Deyip kabullenmek icab eder..

*

Bilmen gerekli olduğundan o harflerin ifade ettiği manalar üzerinde duralım..

BİRİNCİ HARF

ELİF : Haliyle baştaki elif.. İşbu harf, AHADİYETTEN ibarettir.
.Ahadiyet teklik manasına alınabilir..

Öyle bir ahadiyet ki, onda çokluk manasına gelen kesret tamamen düşüp helâk olur..
Hangi yüzden bakılırsa, bakılsın; ondan başka varlık kalmaz..

İş bu mana :

“Yüzünden başka her şey helâke varır..” ( 28 / 88 )

Meâline gelen, Yüce Hak kelâmının hakikatdır..

Burada, zamir, ŞEY’e verilmektedir ki :

Kalan, şeyin yüzü olur..

Manası çıkar.. O şeyin yüzü ise.. Özünde bulunan,
özünden tecelli eden yüce Hakkın ahadiyetidir..

Böyle olunca, her bakımdan duruma hâkim olmak, o yüze düşer..

… Ve o yüz: Kesretle bir kayda bağlanamaz.
Çünkü bu manada, kesretin hiç bir hükmü yoktur..

Şimdi manayı toplayalım :

Ahadiyet, zat tecellilerinin ilkidir.. Ama bu tecelli,
zatın, kendinde, kendisine, kendisi ile olmaktadır..

Esas mana bu olunca : ELİF, tek başına, bu ALLAH, isminin başına kondu..
Öyle bir teklik ki : Diğer harflerin hiç biri ile bir bağlantı kurmadan..

İşbu durum, doğrudan doğruya, ahadiyet makamına bir tenbihtir ; uyarmadır..

O, öyle bir ahadiyet makamıdır ki : Ne Hakka ait vasıfların, nede halka dair vasıfların
orada zuhuru vardır.. Çünkü o : Sırf ahadiyettir.. O kadar ki: Orada, isimlerin ve sıfatların,
fiilerin, mahlukatın hiç bir hükmü yoktur..

Tek başına değil de, yazılış itbariyle, diğer harfleri ile de, zata işaret edilir..
Zira hepsi, onun içinde gizlidir..

ELİF; zat olunca, diğerleri onda gizli sıfat ve onunla alâkalı olanlar olur..
Ki bu mana, aşağıda daha açık anlatılacaktır.

Meselâ : ELİF harfi, yazılı gösterildiği zaman, ELİF, LÂM, FA, dan ibarettir..

ELİF harfi, tek başına yazıldığı zaman, yazılış şeklini ve tek başına yazılışını da
özünde toplayan zata delâlet eder..

LÂM, harfi, dik kısmı ile ; yüce zatın kadim sıfatlarına delâlet eder.
Kendisinin, LÂM olduğunu anlatan kıvrık kısmı ile de, sıfatlarla alakalı kısımlarına delil sayılır..
Sıfatlarla ilgili kısımlar ise.. zata bağlanan kadim fiillerdir..

FA, harfinin ifade ettiği manalar ise.. şu şekilde sıralamak mümkündür :

a) Duruşu ile, yapılmış işlere delâlet eder..

b) Başındaki noktası ile, halkın zatında var olan, Hakkın varlığına delâlet eder..

c) Başının yuvarlak oluşu, sonucu, içinin boş oluşu feyz-i ilâhîyi kabul edişleri yönüyle
halkın onda bir yer edinip sonsuzluğunu kavramasına bir durak olmayacağına delâlet eder..

d) Ayrıca yuvarlağının daire biçiminde oluşu da; mümkin vasfını alan varlıkların sonsuzluğuna işarettir..
Zira dairenin nerede başlayıp nerede biteceği bilinmez..

e) Ayrıca içinin boşluğu, feyiz kabulüne bir işaret mahallidir. Zira, içi boş olan ;
kendisini dolduracak bir şeyi kabul etmek zorundadır..

Sonra.. burada bir başka husus vardır; bunu da belirtmemiz yerinde olur..

İşbu husus : FA, harfinin başında duran noktadır.. Bu durumu ile o noktanın yeri.
FA harfinin yuvarlak boşluğu gibidir..

Anlatılan manaya göre, ince bir işareti burada göstermek gerekecek..

İşbu işaret : İnsanın ezelde aldığı emanettir..

Burada, emanetten kasdım :

- Kemâl-i ülûhiyettir.. ki bu : Yerin, göğün ve onlarda bulunan mahlukat çeşitlerinden
hiç birinin taşımaya gücü olmadıkları emanettir.

Burada bir başka husus var ki, onu da belirtmemiz yerinde olur..

Şöyleki: FA harfi, bütünüyle ele alındığı zaman, içi boş başından başka noktaya
yer yer olacak bir kısım yoktur..

İşbu baş kısım ise.. insandan ibarettir.. Çünkü insan, bu âlemin reisidir..

Üstte anlatılan mana icabıdır ki, Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi rivayet edilmiştir :

“Ya Cabir, Allah’ın önce yarattığı peygamberinin ruhudur.”

Bu manadan anlaşılıyor ki : İnsan, yaratılışta bir önceliğe sahiptir.

Aynı şekilde yazarın elindeki kalem, Fa harfini yazmaya başladığı zaman : Boş yuvarlağını yapmaya öncelik verir.

Gerek bu son sözlerden, gerekse önceliklerden hâsıl olan mana şudur :
Yüce Hakkın ahadiyeti :

İsimler, sıfatlar, etkisine aldığı diğer şeyler, mahlukatından hemen her şeyin hükmünü kendi özünde gizler..

Durum anlatıldığı gibi olunca. Zatî sıfatından başka baki kalan olmaz. Bu sıfattan da bir başka yönüyle

AHADİYET..

Diye bahsedilir..

*

Bu yüce ALLAH ismi, üzerine, açık ibare ile; buradakinden daha fazla :

- El - Kehf’ü Ver – Rakim – Fi Şerh-i Bismillahirrahmanirrahim..

Adlı eserimizde hayli kelâm ettik.. Orada bulunup okunmalıdır ; faydalı olur..

*

İKİNCİ HARF

LÂM : Bu harf, Allah isminden , birinci Lâm’- dır.. Elif’ten sonra, ikinci sırayı alır..

Bu, celâl sıfatından ibarettir..

Anlatılan mana icabıdır ki : Eliften sonra geldi.. Kısmen onunla bitişti.. Böyle olması gerekir ;
çünkü Celâl sıfatı, tecelliler derecesinin en yükseğidir.. Cemal sıfatından daha öndedir..
Bu fikrimizi teyid eden bir hadis-i şerif vardır.. Hemen arz edelim :

“ Azamet gömleğimdir, Kibriya cübbemdir..”

Bu kudsî hadis anlatıyor ki : Bir şahsa en yakın olan şey, gömlek ve cübbedir..

Şimdi sabit oldu : Celâl sıfatı, yakınlık itibariyle, cemal sıfatından daha yakındır..

Celâl sıfatının bu yakınlığı :

“Rahmetim gazabımı geçti..”

Meâline alınan kudsî hadisindeki manayı bozmaz.. Çünkü geçen rahmet
umum ve şümul şartıdır.. Böyle bir umumiyet ise… Celâl sıfatına aittir..

Nisbeten kapalı geçen üstteki ifadeyi daha iyi anlamak için, aşağıdaki cümlelere
dikkat et ; bil ve anla..

Vahidiyet, şeklinde de anlatılan cemal sıfatı : Zuhur yönünde tam kemâlini bulduğu : ya da anlatılan kemâl haline yaklaştığı zaman, onun adı :

C e l â l..

Olur.. Onun böyle oluşu, kuvvetli ve saltanatlı zuhurundan ötürüdür..
Cemal sıfatındaki rahmet mefhumu, şümulü ile sonucu işte bu celâldir..

*

ÜÇÜNCÜ HARF

LÂM : bu harf de, Allah isminin ikinci lâmıdır..

İşte bu harf, yüce ve sübhan olan Hakkın bütün zuhur yerlerinde,
mutlak geçerli olan cemal sıfatından ibarettir..



Cemal sıfatı bütünüyle iki vasfa dönüktür :

İ l i m..

L ü t u f..

Aynı şekilde celâl sıfatı da, iki vasfa dönüktür:

A z a m e t..

İ k t i d a r..

Cemal sıfatında sayılan iki vasfın sonucu, celâl sıfatının iki vasfında birleşir..
Böyle olunca da : Cemal ve celâl bir sıfat haline gelir.

Bu manada şöyle söylendi :

Halka zahir olan cemal sıfatı celâl sıfatının cemal cihetinden başka değildir..

Aynı şekilde onlara zahir olan celâl ise, ancak celâl sıfatından cemal sayılır.
Sebebine gelince : Peşpeşe gidişleri, birinin diğeri için gerekli olduğudur..

Cemal ve celâl sıfatlarının tecellisi için bir misal olmak üzere ; güneşle tan yerinin
ağarması ile başlayan fecir vaktini getirebiliriz. Fecir, güneşin doğmasına bir başlangıçtır..
Güneş tam doğuncaya kadar kalır..

Bu misalden cemal ile celâl sıfatı arasında bir bağlantı kurmak isteyince :

Fecrin cemal olduğunu ; güneşin de tam aydınlatıcı vasfı ile, celâl olduğunu..

Bir benzetme yolundan söyleyebiliriz.. Düşün ki, o tam aydınlık fecrinden başlayıp geldi..
Fecir ise, aydınlığı güneşten aldı..

İşte :

Celâlin cemali, cemalin celâli..

Demekteki mana budur..

Bu bahsi biraz daha açalım..

Bahsi edilmekte olan bu ikinci LÂM, yazılışı itibari ile üç harften ibarettir :
LÂM, ELİF, MİM..
Ebced hesabı ile bu üç harfin sayı toplamı YETMİŞ BİR eder..

İşbu sayı : Yüce Hakkın sarındığı ve halkı ile arasına gerdiği perdelerdir..

Nitekim bu mana, şu hadis-i şerifle kuvvet bulur :

“ Gerçekten, Allah’ın nurdan ve zulmetten yetmiş küsur perdesi vardır..
Onları açacak olsa.. yüzünün güzelliğinden, gözünün gördüğü yere kadar ne varsa yanar..”

Bu hadisi şerifte geçen:

- “Nur..”
Cemal sıfatıdır..

“Zulmet..”

İse, celâldir..

Bu hadîs-i şerifin anlatmak istediği bir mana şudur :

- O makama varan kimsenin, ne kendisi kalır ; ne de izi..

İşbu halin adına, tasavvuf ehli zatlar :

MAHK (1) ve SAHK (2)

Derler..

Sözü geçen harfin sayılardan her sayısı : Yüce Hakkın zatını
halkından gizlediği mertebelerden bir mertebeye işaret eder..

Ve.. o hicap mertebelerinden her mertebe için, yine bin perde vardır..

O mertebe çeşitlerinden, biri izzet mertebesidir..

Bunun da ilk perdesi: İnsanın bu kevn âleminde ki bağıdır..
Bu bağın dahi, bin yüzü vardır.. Bu yüzlerden her birinin de bir perdesi vardır..
Kalan perdeler de buna göredir..

*

Burada kasdımız : Kısa kesmektir.. Eğer böyle olmasaydı ; onların şerhini yapardık..
Hem de en tam şekli ile..

Onları anlatırdık: Eksiksiz, bütün özelliği ve fazilet toplamlarının tümü ile..

*

DÖRDÜNCÜ HARF

ELİF : Bu harf, Allah isminin dördüncü harfi ve ikinci ELİF’idir..

Burada bu harfle, ifade etmek istediği mana verilecektir. Üzerinde durulacaktır..

Bu harf, yazı şeklinde görülmez.. Ama okunurken, söylenirken, ikinci lama med olması yönünden bellidir.. vardır.. Bunun adına :

Kemal ELİF’i..

Denir.. Ama bir kaplayıcı nitelik taşıyan kemal.. O kadar ki : Onun ne bir sonu.
Ne de bitimi için sınır vardır..

Onun sınırsız oluşunun işareti : Yazıda görünmeyip düşmüş olmasıdır.. Böyle bir şeyin de,
kendisini tam idrâk mümkün olmayacağı gibi, izini bulabilmek dahi zordur..

Okunurken, var oluşu da şu manaya işarettir :

Kemal durumunun öz hakikatı, yüce ve münezzeh Hakkın zatında gizlidir..

Yukarıda kısaca yapılan izahtan şu manayı çıkarabiliriz :

Allah ehli, kâmil ismini alan kimse, daha mükemmel olma yönünden daima :
Yüce münezzeh Hakta ve onun cemal sıfatı tecellisinde terakki eder..
Yükselir.. Hiç bir şekilde, bu tecelli kesilmez..
Peş peşe gelir.. İlerleyiş yönünde, son gelen ön gelenden yüksektir..

Bir kaidedir : İkinci, birinciyi de toplar.. Böyle olunca da, her yeni tecelli bir yükselmedir.

Üstteki açıklamamızı, tahkik ehli âlimlerin aşağıdaki sözleriyle teyid edebiliriz..

Derler ki :

Âlem, her an, her nefes bir yükselme kaydeder.. Zira, o anlar ve nefesler Hakkın tecelli eseridir.. Böyle bir şey ise.. terakki sayılır..

Bu fikirden de anlaşılıyor ki : Bu âlemin, daima terakkide olması lâzım gelir..

Ancak, burada bir incelik vardır.. Onun üzerinde biraz durmak isterim..

Anlatılan terki durumuna bakarak :

Her noksandan münezzeh ve her bakımdan yüce olan Hakkın da terakki etmekte olduğunu..

Söylediğin zaman, meramın Hakkın halktaki zuhuru olursa.. bu oldu..
Aksi halde, Cenab-ı ilâhî bahsinde buyurulan :

“ Yüce Allah, artıp eksiltmekten yana münezzehtir..”

Manasına gelen hadis-i şerifi vardır ki : Onun zatı için bir yükselme mevzuu asla olamaz..

Zira o : Zatında olduğu gibidir.. Yaratılmışların vasfına bürünmekten yana tam olarak münezzehtir..

*

BEŞİNCİ HARF

HA : Bu harf, başta da anlatıldığı gibi, yüce Allah isminin BEŞİNCİ ve son harfidir..

Burada onun ifade ettiği manalar üzerinde duracağız..

Burada, HA harfi Hakkın kimliğine işarettir..

İşbu Hakkın kimliği ise... bu insanın öz varlığıdır..

İhlâs suresinin baş âyetini burada zikretmek yerinde olur..

Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu :

- “ De ki : O, ahad olan Allah’tır..” (112 / 1 )

Burada :

“ De ki : “

Kelimesinin muhatabı, Resulüllah (S.A. efendimizdir..)

“ O..”

Zamiri ise.. insanı gösterir..

Bu mananın böyle olduğu, aşağıda beyan edilecek delillerle de anlaşılacaktır..

“ O..”

Manasına gelen (HÜVE) kelimesindeki HA :

“ De ki :”

Emrinin failine işarettir ki :

- O, sensin..

Demektir..

Bu, böyledir ; başka türlü olamaz.. Çünkü, adı geçmeyen bir şeye zamirin bağlanması usulde yoktur..

“ H ü v e..”

Zamiri gaibe işarettir.. Muhatabdan evvel, bir gaib de geçmediğine göre,
muhatab gaib yerine oturtulur..

Bu mana, beyan ilminde : İltifat, olarak kabul edilir ki, yapılan hitabın
tek başına hazır olana değil ; hem hazıra, hem de gaib aynı durumdadır..

“ Ateşe karşı durduruldukları zaman bir görsen..” ( 6 / 27)

Meâline gelen âyet-i kerimedeki :

“ Görsen..”

Kelimesine de muhatab, sadece Resulüllah S.A. efendimiz değil, bütün görenlerdir..

*

Ayrıca, HA harfinin yuvarlak oluşu : Hakka ve halka nisbet edilen varlık çarkının
insan üzerinde döndüğüne işarettir..

Bu misal âleminde insan : HA, ile kendisine işaret edilen daire gibidir..
Anlatılan manayı iyi anladıktan sonra, dilediğin gibi konuşabilirsin..

İstersen şöyle söyle :

Daire Hak’tır.. İçindeki boşluk ise.. halk..

Dilersen, şöyle söyle :

Daire halk’tır..İçindeki boşluk ise.. Hak’tır..

Çünkü o : Hem Hak’tır ; hem halk..

İnsanın yapmakta olduğu iş emrine gelince, onun içinde :

Onun emri ilham ile olmaktadır..

Diyebilirsin.. Çünkü, bu iş emrinde insan ; şu iki devre arasındadır :

O, mahluktur ; kulluk ve acizliği vardır..

O, rahman sureti üzerinedir ; kemâl ve izzet sahibidir..

Aşağıda arz edeceğimiz âyet-i kerimeler, anlatmak istediğimiz manaları teyit babında önemlidir..

“ Ve Allah, o velidir..” ( 42 / 9 )

Bu âyet-i kerimede geçen :

“ V e l i..”

Kelimesi :

İnsanı Kâmil..

Demektir.. Bu insan-ı kâmil hakkında ise, şu âyet-i kerimede işaret vardır:

“ Anlayınız ki : Allah’ın veli kullarına korku yoktur.. Ve onlar, mahzun da olmazlar..”
( 10 / 12 )

Bu mana, bir gerçektir.. Çünkü, onun için korku ve hüzün muhaldir.. Hatta buna benzer şeyler de Allah için muhaldir.. Sebebine gelince:

“ O, Veli ve Hamid’dir..” ( 42 / 28 )

Âyet-i kerimesi, yüce Allah’ı ve insan-ı kâmili anlatma babında açıktır..

Aynı manada şu âyeti-i kerimeyi alabiliriz :

“ Allah, o velidir.. Ölüleri o diriltir ve o : Her şeye kadirdir..” ( 42 / 9 )

Bu âyeti-i kerimedeki:

“ O..”

Zamiri veliye aittir.. O, Haktır.. Halka bağlanan suretlerle suret bulur.. Yahut böyle değildir de:
İlâhi manalarla tahakkuk eden halktır..

Hâsılı : Durum ne olursa olsun ; her hal ve takdirde.. her söz ve ikrarda o :
Hem noksan, hem de kemâl sıfatları özünde toplar.. Yani : O yüce güneş nuruyla,
yer varlığını aydınlatmaktadır.. Yer, odur; gök odur. Tul ve arz odur.

*

Anlatılan manalar üzerine şu beytleri söyledim :

İki cihanda damülk benimdir görmem onlarda;
Gayrım yok ki, fazlını dileyen ve korkan darda..

Evvelimden evvel yoktur ki, katılayım ona;
Sonumdan son yok ki koşayım ona has manada..

Kemal çeşitlerine nail oldum gerçekten ben;
Tümden celâller cemaliyim ancak ben o varda..

Sonra.. ne kadar görürsen maden, bitki çeşidi;
Ve.. hayvanatın ünsiyet ettiği huyda, arda..

Ne kadar görürsen, unsur ve tabiat cinsinden;
Asıldan bir toz, koku, olarak ilk oluşlarda..

Ne kadar görürsen, denizlerden ve sahralardan;
Ağaç cinsi, ya da tepe başı yüce yukarıda..

Ne kadar görürsen, manevi suret çeşidinden;
Hem de göze hoş gelenin bütünü canlı var da..

Ne kadar görürsen, fikir ve havaldekilerden;
Akıldan, nefisten, kalbden ne var ki bunlarda..

Ne kadar görürsen, meleklere has yapılardan;
Ve.. neyi ki var İblis ve hempasının nazarda..

Ne kadar görürsen, beşerde olan isteklerden;
Tabiat icabı, ya da Hak için ihsanlarda..

Ne kadar görürsen, önceki ve sonrakilerden;
Sonra bir kavme gitmiş sarılıp da kalmış orda..

Ne kadar görürsen, seyid ve seyidlik taslayan;
Ve aşık ki, kalmış Leylâsından esen rüzgârda..

Ne kadar görürsen, tüm arşından ve çevresinden;
Kürsüsü ve refrefden ki azizdir yukarda..

Ne kadar görürsen, parlak görünen yıldızlardan;
Aden cennetinden, ne hoştur kalmak buralarda..

Ne kadar görürsen, sonu gösteren pâk ağaçtan;
Ve bir zil çalar çilenin dolduğu anlarda..

İşte.. benimdir hep, tümden makamımdır oralar;
O değil, tecelli edeniyim hakikatlarda..

Düşün, halkın rabbı, hem de onların efendisi;
Zatım müsemması tüm isimdir o kalanlarda..

Mülk benim, melekût benim, dokurum iş işlerim;
Gayb benim ceberut gücümledir kuruluşlarda..

Şimdi dikkat et, anlattıklarımın hepsinde ben;
Zattan anlattım, mevlâya kulum her hal û kârda..

Hem fakirim, hem hakirim, düşkünüm ve zelilim;
Günahlara esirim, bağlı kaldım hatalarda..

Ey saygı değer o Arab-ı kiram ve onlar ki;
Sardı onları şaşkınlık, hoş melce olsalar da..

Ziyaretinize geldim, suçlarım azığımdır;
Şefaatçim de sizsiniz bence umulanlarda..

Ey efendim, baştan sona kemal olan yüce zat;
Yoluna koşmaya kurbanım işte.. yücel orda..

Alemlerin şeyhi aşkına, hep şeyhleri için;
Bir nur aşkına ki parlar kâmilleri sarar da..

Selâmım size, gecenin ve gündüzün tümünde;
Eklensin buna geçtikçe zaman, tahiyatlar da..

(1) MAHK : Kul vücudunun yüce Hakk'ın zâtında fena bulmasıdır.
(2) SAHK : Kul kendi varlığından geçip ondan tamamen uzaklaşmasıdır.

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Burada, umumî bir ifade ile SIFAT üzerinde durulacak ; ona göre mana verilecektir..

Sıfatı, özet olarak şöyle anlatabiliriz :

- SIFAT, herhangi bir şekli ile tavsif edilen bir şeyin durumunu sana ulaştıran bir şeydir..

Özet olarak :

SIFAT, bir şeyi özel hali ile bilmeyi, fehmine ulaştıran bir şekildir..

SIFAT, bir şeyin sana göre şekillenmesini sağlayan bir vasıftır..

SIFAT, bir şeyin vehminde toplanmasını temin eden anlatılış tarzıdır..

SIFAT, bir şeyi fikrinde aydınlatan izah şeklidir..

Sıfat bir şeyi aklına yakın bir şekle getiren bir ifade yönüdür..

İşte.. bütün bu anlatılanlar, sıfatın tarifidir..
Bunları anladıktan sonradır ki : Anlatılan bir şeyi kendine has şekli ile bilirsin..
Ne olduğunu zevk yolu ile anlarsın..

İşbu anlayış sonunda ise.. bir kıyas yoluna gidersin..

Sana anlatılan şeyi, özünde bir ölçüye vurur bakarsın :

a) İnsan "tabiatı", yaratılışı, karakteri ona karşı meyle müsait midir?.
Anlatılan şeyde, insanın meylinin kabul edecek bir durum var mıdır?..
Böyle bir durum varsa.. şüphesiz " tab’an", o şeye yönelmekte mümkündür..
Ona meyledilir ; yanaşılır..

b) O şeyde, insan "tabiatına" zıd bir şey var mıdır?. Bir nefret uyandırıyor mu?.
Böyle bir durumdaysa.. şüphesiz o şeye "tabiat" icabı yönelmek mümkün değildir..
Ondan kaçılır..

Bu manayı iyi anla..
Sonra.. iyi düşün ve zevk haline getir ki : Her halini, cümle durumunu,
rahmanın mühürcüsü, kulağına doldura ; üstüne de mührü basa..

Anlatılanı bir kabuk say.. Olmaya ki, bu kabuk sana engel ola..
Sonra, öze varamayasın.. Kabuğu, daima özü saklayan bir perde bilmeli ;
yeri gelince de içine girmeli..

Kaldı ki, sözde kalmak, dahi idrâk yüzünü kapatır..


Sonra..

SIFAT, kendisi ile sıfat alana ( mevsufa ) bağlıdır..

Üstteki cümlenin izahlı açıklamasını şöyle yapabiliriz:

- Sen, senden başkasının sıfatları ile sıfat alamazsın..
Kendi öz adın, lakabın vasfı ile de bir sıfat sahibi olamazsın..

Hülâsa : Onlardan hiç bir şey alamazsın ; ta ki :
Vasfı edilen şeyin aynısı sen olduğunu bilinceye kadar..

Böyleki oldu : Vasfedilen şeyin aynısı olursun..
Ama yukarıda da anlatıldığı gibi, sözde değil, hakikatte..
Çünkü söz kabuktur ; perdedir..

Kabuğu parçalar, perdeyi aralar, öze varırsan..
bjzzat bjlen sen olduğunu gerçek manası ile bilirsen..
işte o zaman, bilgi sana bağlanır..

Bunun böyle olması zarurîdir..
Daha fazla tekide, manayı güçlendirmek için delile ihtiyaç yoktur..
Çünkü sıfat : O sıfatı alanın bağlısıdır.. Ona tabidir..

Sıfat alanın bulunduğu yerde sıfat vardır.. Onun olmayışı ile de yok olur..


Arab dili üzerine ihtisası olan bilginlere göre, sıfat iki türlüdür :

a) Sıfat-ı fazailiye..

b) Sıfat-ı fazıliye..



Sıfat-ı fazailiye : İnsanın zatı ile, esas varlığı ilgili sıfatlardır.. Meselâ Hayat..

Sıfat-ı fazıliye : İnsanla bağlantılıdır; ama onlardan ayrı da olabilir. Meselâ :
Kerem sahibi olmak, iyilik etmek vb. vasıflar..

Bu bahsi burada keselim; Cenab-ı hakkın sıfatlarına dönelim..


Muhakkik vasfını alan âlimler demiştir ki :

- Yüce Hakkın isimleri iki kısımdır..

Burada :

- İ s i m l e r..



Şeklinde ifade edilen mana vasıftır.. Nahiv âlimlerine göre, isimlere :

- Esam-i Nuutiye..

Tabir edilir..

BİRİNCİ KISIM : Bunlar Cenab-ı Hakkın zatına bağlanan isimlerdir..

Meselâ : Ahad, Vahid, Ferd, Samed, Azim, Heyy, Aziz, Kebir, Müteâl vb. isimler..

İKİNCİ KISIM : Bunlar, Cenab-ı Hakkın sıfatlarına bağlanan isimlerdir.

Meselâ : İlim ve kudret..

- Nefsiye..



Tabir edilen, muti ve hallak isimleri ile :

- Ef’aliye..

Tabir edilen diğer isimler de bu kısma bağlanır ki,
hemen hepsi, Cenab-ı Hakkın sıfatlarına bağlı isimlerdir..


Bütün ilâhi sıfatlarda yapılan vasfın kökü :
Yüce Allah’ın RAHMAN ismine dayanır..

Çünkü rahman ismi, şümulü ve kapsamı dolayısıyle,
ALLAH isminin mukabilidir..
Aralarında fark şudur :

a) RAHMAN : Toplu ve umumî bir mana ifade ettiği için,

vasıfların zuhur yeridir..

b) ALLAH : Sadece isme mazhardır..


Burada, RAHMAN sıfatı üzerinde biraz duralım..
Bilmen gereken husus vardır ; öğrenmeye çalış..



Rahman sıfatı : Tam kemâli ve şumulü icabı ;
var olma yönünden yüce zat mertebesini gösterir..
Bu mertebede halka nazar olmadığından : Rahman sıfatında bir noksanlık görülmez..

ALLAH ismi : Vacib’ül-vücud olan zata işarettir..

Şöyleki: Hakka "nisbet" edilen kemâl şümulü ile,
halka "nisbet" edilen noksanları da kapsamına alır..

Çünkü :

a) Allah, umumî bir mana ifade eder..

b) Rahman sıfatı ise.. hususî bir mana ifade eder..

Bu manayı daha açık anlatmak isterim.. Esas kasdım şudur :
Rahman ismi, cümle ilâhi kemâlleri özünde toplar..
Onun özelliği buradadır..

Allah ismi ise.. hem hakkı, hem de halkı şümulüne alır..

İş anlatıldığı gibi olunca :
Rahman ismi, kemâl vasfını alan kemâlli durumlarından birine tahsis edilince,
rahman isminin manası, o kemâle uyan bir isme geçer..

Meselâ : Rabb, melik vb. isimler gibi.. Bu türden isimler sınırlıdır..
Ancak vasfından aldığı mertebenin manasını anlatır..
Rahman ismi böyle değildir..

Çünkü : Rahman isminden anlaşılan mana ;
Bütün kemâlleri toplayıcı bir vasfa sahib olmaktır..
Kaldı ki, bu isim, yukarıda kısmen izah edildiği gibi :
Cümle sıfatları özünde toplar.. Onların hepsine bir asıldır..


Sıfat üzerinde devam edelim.. Bu arada bazı zatların fikirlerini alalım..

Öğrenmeye çalış..

Tahkik ehli bir zata göre : Sıfat tam manası ile kavranamaz..
Çünkü sonu yoktur.. Ama zat, böyle değildir ; kavranabilir..

- Şu Allah’ın zatıdır..
Denir ve idrâk edilip kavranır; ama
kemâl iktizaları icabı, sıfat idrâk edilemez.. Kavranamaz..

Meselâ : Bir kimseyi, umumî bir durumu ile tanımak ;
ama onun gibi vasıflara sahib olduğunu ve neler yapacağını tam kestirememek gibi..

Zira kemâl : Allah’ın zatı itibârı ile açıktır :

- Şöyledir..

Diye kestirilir.. Ama sıfatları cihetine gidilince, kestirilemez..

Burada bir misal vermek yerinde olacak.. Şöyleki :

Bir kul, bu kevnî mertebeden yükselir ;
kudsî mertebeye geçip, ondan kendisine gelen bir keşif olursa,
bilir ki : İşte Allah’ın zatı kendi zatının aynıdır..
Böylece, zatı idrâk etmiş olur..

Resulüllah S.A efendimizin şu hadis-i şerifi bu manayadır :

- “ Bir kimse ki, nefsini bildi ; gerçekten Rabbını bilen o oldu..”



Bundan sonra, o kula kalan : Zat için gerekli sıfatları bilmektir..

Bu bilinmesi gereken sıfatlar,
O zat-ı ilâhiye tam manasıyla Hak olan ve özünü büründürdüğü vasıflardan ibarettir..

Böyle bir bilgiye ise.. o kul için idrâk yolu yoktur..

Bir misal olmak üzere ilim sıfatını ele alalım..

Diyelim ki :

- O kul, ilim sıfatını aldı..

Peki bütün dallarile bu ilim sıfatını nasıl kavrasın?. Elbette kavrayamaz..
Ancak, kalbine o ilim sıfatından inen miktarı bilir.. Meselâ :

Bu varlıkta nekadar insan vardır?
Bunu bildikten sonra, o insanların isimlerini tek tek bilmek kalır..

O isimleri bildiğini kabul edelim.. Bu sefer onların şekillerini bilmek kalır..

Hadi, şekillerini de bildi diyelim.. Bu sefer kendilerini tek tek tanıması,
bir bir görmesi ve hallerini anlaması, bilmesi gerekir..

Hatta daha başka şeyleri de bilmesi icab eder..

İşte, kalan sıfatlar da böyledir.. Onlarında durumu tek tek aynı şekildedir..

İş bu durum gösteriyor ki,
sıfatların hiçbirini detayları ile idrak etmek mümkün değildir..

Ancak toplu yoldan bilinir ki,
O da zat cihetinden gelir ; zatını idrâk edişi icabı bilinir..
Ve bundan da eksik bir şey kalmaz..

Şimdi bir neticeye varalım.. Şöyleki :
İdrâk edilen ancak zat olduğuna göre..
Sonsuzluğu dolayısıyla bu zatın sıfatlarının da idrâk edilmeyen sınıfa girdiklerine göre :

a) Zat idrâk edilir, muhakkaktır ; malumdur..

b) Sıfatlar ise.. meçhuldür ; sonsuzdur..


Hak ehli zatların çoğuna, bu mana örtülüdür..

Kendilerine, Allah-ü Taâlâ, zatını keşfi nasib ettiği zaman,
sıfatlarını idrâki de istemişlerdir.. Bu sıfatları idrâki kendilerinde bulamayınca,
Allah’ı da inkâr cihetine gitmişlerdir.. Özellikle Musalarına :

- “ Gerçekten ben Allahım.. Benden başka ilâh yoktur.. Bana ibadet et..”

( 20 / 14 )

Âyet-i kerimesi ile yapılan emre icabet etmediler ve o hitaba :

- Sen ancak mahluksun.. Başka değilsin..

Dediler.. Bu durum da açıkça gösteriyor ki :
Yüce Hak için itikadlarında :
Zatın idrâk edileceğini, sıfatların bilinemiyeceğini bilemediler..

Ne var ki, tecelli ; itikad edilenin aksine oldu.. Dolayısı ile inkâr hasıl oldu..

Sandılar ki : Müşahede yolu ile, zat nasıl idrâk ediliyorsa..
O zattaki sıfatlar da öyle idrâk edilir..
Bunun olmasının imkânsızlığını kavrayamadılar..

Bu durum, değil yüce Allah’ta, mahlukta da böyledir..

Bizzat kendinde dene.. Sende gördüğün nedir?.

Ancak zatındır ; kendindir..

Sende neler yok ki : Kahramanlık var, cömertlik var, ilim var..
Tam bir müşahede ile, bunların durumunu tesbit edebiliyor musun?..
Onlardan ancak parça, parça, bilinen kadar gelenini, ortaya çıkanını bilip görüyorsun..



Sende anlatılan vasıflardan biri çıkınca, ancak onun bir belirtisi olur..
Ve hüküm yolu ile ;

- Bu budur..

Diyebiliyorsun.. ya onun diğer teferruatı.. Yok olan sıfatların..
onlar, sende idrâk edilemez.. Bir yoldan gizli kalıyor.. Müşahede edilmiyor..

Sende bir sıfatın belirtisi görülüyor ; akıl onu sana bağlıyor.. Bu, âdettir..
Mefhum kanunu böyle yürüyor..

Ama, ne temeline iniliyor; ne de, detayları ile kavranıyor..


Zat-ı ilâhiyi idrâk üzerinde duralım.. Bu da, bilmen gerekli bir konudur..
Özünde tam bir yüceliğe sahib bulunan zat-ı ilâhiyi idrâk şu yoldan olur :

Bileceksin ki ; sen osun ; o da sen..

Ne var ki bu : Kuru bir bilgi ile değil :
Hak katından ihsan olunan ilâhi bir keşfe sahib olmakla olur..

Anlatılan keşfe, ilâhi bir ihsanla nail olup
senin o olduğunu ; onun da sen olduğunu bildikten sonra anlarsın ki ;
Bu böyledir.. Bunun böyle oluşundaysa.. ne bir ittihad ne bir hülûl vardır..

Demek isteniyor ki :

- Anladığımız veya anlamadığımız manada ne bir bitişme var ; ne bir giriş çıkış..

Bunun böyle olduğuna, bitişme veya giriş çıkış olmadığına göre :
Her şey yerli yerinde kalıyor..

Bu olan iş : Her şey yerinde olduğu halde oluyor..
Rabb, makamında ; kul da, kulluk halinde berdevam..

Çünkü : Ne rabb kul olabilir.. Ne de kul Rabb..

İlmin ve bütün açık hallerin, çok çok üstünde olan,
bir zevk yolundan ve ilâhi keşif ihsanı ile bu kadarını anlarsan..
sana şu kalır :

a) Yüce zatta, bu geçici varlığın eriyip bitmesi..

b) Kulluk vasıflarının tamamen eriyip gitmesi..

Anlatılan yüce makamı bulmuş olmanın üç alâmeti vardır :

1) Kul, önce nefsinden geçecek.. Nefsi bilinmez bir şey olacak ;
fena bulacak ve rabbı zuhur edecek..

2) Sonra, Rabbından da geçecek.. Ondan da fena bulacak..
Ve : Rübubiyet sırrı zuhur edecek..

3) Bundan sonra, sıfatlarla olan bağlantılar da kalmayacak..
Çünkü : Her şey bitmiş ; yüce zatla hakikat bulunmuştur..

Sayılan bu üç hal, peş peşe olduktan sonradır ki :
Zatı anlamak sana nasib olur..

Ve.. bu iş de burada bitmiş olur.. Daha fazlası yoktur..
Zat zattır ve alâmetleri tam olduğuna göre idrâkin kadardır..

Bir şeyi bilince, ondan daha fazla malumat edinmek sıfatlar kapısındadır..

Sıfatlar senin kimliğindekilerdir..
İlim, idrâk, işitmek, görmek, azamet, kahır, kibir ve emsali şeylerdir..
Ki bunlar, sıfatlar kapısından idrâk edilip, görülür ve bilinir..

.. Ve "zata mensup kimselerden" her biri, bu sıfatları
kendi azmi, kuvveti ve üstün gayreti ve
ilim sıfatına büründüğü mikdar idrâk eder..


Yukarıda anlatılan manayı iyi kavradıktan sonra :

- Zât idrak edilemez..

Diyebilirsin.. Haliyle bu idrâk edilemeyiş, sıfatları yönündendir..
Çünkü sıfatlar da, aynen zattır.. Şu âyet-i kerime bu manaya işaret eder :

- “Gözler onu göremez..” ( 6 / 103 )

Çünkü : Gözler, sıfatlar meyanında sayılır..

Sıfatları idrâk edemeyen de zatı idrâk edemez..

Fakat, daha önce anlatılan zatı bulma bahsindeki mana itibarı ile :

- Zat, idrâk edilebilir..

Diyebilirsin..


Bu mesele önemlidir :
Ehlüllahtan pek çoğu ; benden önce bu mevzuda konuşmamıştır..

Bunun üzerinde durmalı ; düşünmelidir..

Özellikle bu zamanda benzerine raslamak mümkün değildir..
Nadirattan bir şeydir..

Bu mevzuu anlamak, bir tecelli işidir ki :
Kendisine bu tecelli yolu açılan kimse,
yüce Allah’ın sıfatları ile sıfatlanma tadını tadar ; bu hal içinde yükselirse..
Allah’ın sıfatları ile sıfatlanma keyfiyetini de anlar..

Gerek bu yola giriş, gerekse bu yolda yapılan yolculuğun sonu buradadır..

Bu manayı anla..

Zira, bunu ancak celâl ve ikram sahibi zata yakınlık bulmak için ;
kendilerinde tam bir kemâl hazırlığı olanlar anlayabilir.

Anlatılan makam, tam bir kurtuluş makamıdır..
Bu makama çıkamayanlar için,
nice nice, öldürücü oklar ve kesici kılıçlar vardır..

Onun hayat suyunu kalbim de arzular;
Vah bana, öldü arzularla nice kullar..
İçenler arasında umdum damlasını ;
Evvelden beri, nicelerini boğdu bu ummalar..


Bu mevzu üzerine bir başka sözümüz daha var..

Dış konuşmaya bakılınca, öncekine zıd gibi görünür..
Ne var ki, arada bir zıdlık yoktur..
Çünkü birbirine zıd gibi görünen hakikatların tümü gerçek manada birdir..

Öncekine zıd gibi görünen fikrimiz şudur :

a) Mutlak olmaları yönünden, sıfatlar malum manaları taşırlar..

b) Zat ise.. bilinmeyen bir iştir..

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, malum manaları anlamak, meçhul işi anlamaktan daha kolaydır..

Şimdi.. daha önceki manaları da nazara alarak,
sıfatları idrâk mümkün olmayınca, hiç bir şekilde zatı idrâka yol yoktur..



Daha açık bir mana ile konuşalım : Hakikî manası ile,
yüce Allah’ın ne zatı idrâk edilen bir şeydir ; ne de sıfatları..

Burada : Rahman, ismi üzerinde duracağız..

Bu kelime : Fa’lan, vezninde gelir..

Rahman, kelime olarak lügattaki manası şudur :

- Bu isimle sıfat alan kimsenin kuvvetine ve zuhurdaki gücüne delâlet eder..

Bu mana icabıdır ki, yüce Allah’ın rahmeti, her şeyi kapsadı ;
hatta cehennem ehlini bile kapsamına aldı..

Şunu bilesin ki, bu Rahman ismi altında :

- Esma-i ilâhiye-i nefsiye..

Adı ile anılan bütün isimler vardır..

Sözü geçen isimler şunlardır : Hayat, ilim, kudret, irade, semi’, basar, kelâm..
( Yaşamak, bilmek, güç, arzu, işitmek, görmek, konuşmak.. )

Bu isimler yedi tanedir..

Rahman, isminin harfleri de yedi tanedir..

Önce bu ismin baş harfi olan ELİF’i alalım.. Bu harf, hayattır..

Baktığın zaman, göreceksin ki :
Yüce Allah’ın hayatı bütün eşyaya sirayet etmiştir..
Ve her şey onunla kaimdir..

Tıpkı ELİF, harfinin bizzat bütün harflerde bulunduğu gibi..
O kadar ki : Harfler tek tek incelendiği zaman :
Gerek konuşma, gerekse yazı itibarı ile, ELİF’ten başkası mevcut değildir..

BA, elifin yaygın bir şekilde yazılışıdır..

CİM, elif harfinin iki tarafı kıvrık şeklidir..

Kalan harfler de buna göredir..

Elif, harfi yazıda anlatıldığı biçimdedir..

Konuşma tarzına gelince, yine orada da ELİF’i bulursun..
Ya yazılış şeklinde, ya da yazılış şekillerinden çıkan diğer şekillerde..

Durum anlatıldığı gibi olunca, ELİF harfini bulmana imkân yoktur.

Bir misal olarak : BA ile CİM harfini ele alalım..

BA, harfi yazılış itibarı ile göründüğü zaman, ortasında ELİF görürsün..
CİM, harfi yazıldığı zaman : YA, MİM’den ibaret görülür..
YA, harfinde ELİF, bulunur.. MİM, harfi de böyledir..

Kalan harfleri de bu misaldeki gibi kıyas edebilirsin..


Yukarıda anlatıldığı manada ELİF harfi,
varlıklara sirayet eden rahmanî hayatın zuhur yeri olduğu
böylece anlaşılmış oldu..

Bu ELİF, harfinden sonraki LAM harfine bir göz atalım..

Bu harf, ilim mazharıdır..

Dik kısmı ile, Cenab-ı Hakkın kendi zatını bildiğine delâlet eder..
LAM, harfi olduğunu isbat eden kıvrık kısmı ise..
Cenab-ı Hakkın mahlukatını bildiğine delildir..


RA, harfine gelelim : Bu harf kudret mazharıdır..

İşbu kudret, yokluk âleminden bu varlık âlemine gelenleri gösterir..
Böylece ilim denizinden gelenleri görürsün..
Yokluk âleminden gelenleri de bulursun..


HA, harfi, iradenin zuhur yeridir.. Mahalli ise, gizli tarafıdır..

Ha, harfinin gösteriş tarzı da bunu gösterir..

Boğaz kısmının sonundan başlar ; göğse kadar iner..

Böyle olunca : Dıştan görünmeyen bir şey olur..

Yüce Allah’ın iradesi de aynı şekilde bilinip görülen bir şey değildir..
İradesini, arzusunu, yüce Allah kendi zatında saklar..

Neyi dileyecek ve ne hüküm verecekse, kendisi verir..
Başkaca ne bilinir; ne de anlaşılır..

Hâsılı : İrade sırf gizlilikten ibarettir..

MİM, harfi, semi isminin mazharıdır..

Bu harf, dudağın dış kısmı ile söylenir.. Ancak, sesle söylendiği zaman duyulur..
Bu durum, lafzan söylendiği zaman da, duruş halinde de öyledir..

Baş kısmının yuvarlak oluşu, kendisi için bir hüviyettir..
Ve kendi kelâmını işitmesine bir yerdir..

Çünkü, daire çizilirken :
Bir yerinden başlanır, yine aynı yere gelinir..

Yüce Hakkın kelâmı da aynı şekilde..Ondan başlar; yine ona döner..
Bu harfin çekimli kısmına gelince ;
Yüce Hakkın, sözle olsun ; halle olsun :Konuşmalarını duymasına delildir..

ELİF : Bu harf, mim ile nun harfi arasındadır..

Basar ( görmek ) mazharıdır..

Bu harf, sayı yönü ile de, BİR sayısını gösterir..
Ki, bu sayı da Cenab-ı Hakkı işarettir.. Bir de onun zatı ile görüleceğine..

Bu harf, yazılırken görülmez ; düşmüştür..
Ama, söylenirken vardır ; sabittir..

Yazıda düşüş şekline verilecek mana şudur :

- Yüce Hak yaratılmışları kendinden görür..

Onlarda, kendisine yabancı
bir şey yoktur..

Konuşmada sabit olduğu da şu manaya gelir :

- Yüce Hakkın, zatı ile, zatında mahlukatından ayırd ediliş şekline delâlet eder..

Özellikle yüce Allah, mahlukatın vasfı olan :
Zillet, noksan gibi vasıflardan tamamen uzaktır..
Yücedir ; mukaddestir..


NUN, harfine gelince..
Bu harf kelâm mazharıdır..

_ “ NUN, kaleme ve yazılanlara yemin olsun..” ( 68 / 1 )

Meâline gelen âyet-i kerime, bu manaya işaret eder..

Sonra, bu kinayeten levh-ü mahfuza da işaret sayılır..

Çünkü, levh-ü mahfuz, kelâm denizidir..

Ve o : Allah’ın öyle bir kitabıdır ki, ondan bahsederken :

- “ Kitaba almadığımız bir şey kalmadı..” ( 6 / 38 )

Buyurur.. Onun kitabı, doğrudan kelâmıdır..

Burada bilmen gereken bazı noktaları da işaretleyelim.. Bunları da bilesin..

NUN harfi, mahlukatın suret noktalarından ibarettir..
Tüm halleri, vasıfları ile..Toplu halde, oldukları gibi..

Bunlara işlenen nakış ise; yüce Allah’ın :

- “ Kün.. ol..” ( 16 / 40 )

Emrinden ibarettir.. Bu emir alındıktan sonra,
Yüce Hazretin bu kelimesine zuhur yeri olan levhdeki kalem nasıl çizerse öyle olurlar..

- “ Ol..” ( 16 / 40)

Emrinden ne geliyorsa.. hepsi levh-ü mahfuzun kapsamı altındadır..

İşte bu mana icabıdır ki :

- NUN, Allah kelâmına bir zuhur yeridir..

Dedik..


Biraz da, NUN harfinin üzerindeki noktada duralım ki, onu da bilesin.

O nokta, mahlukat suretlerinde zâhir olan, yüce Allah’ın zatına işarettir..

Çünkü mahlukatta, ilk zâhir olan, onun zatıdır..
Mahlukat sonra zâhir olan, onun zatıdır.. Mahlukat sonra zahir olur..
Zira, onun zat NUN’u, mahlukatın NUN’undan daha aşikâr ve daha yücedir..

Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi, buraya işaret eder..

- “ Sadaka, önce Rahman’ın eline düşer, sonra da dilencinin eline..”

Bu durumu düşün, halin icabı nasıldır? Anla..

Keza, Hazret-i Sıddık’ın şu cümlesi de, aynı manaya gelir..

- Her neye baktımsa, o baktığım şeyden önce Allah’ı gördüm..

Evet.. noktanın yüce Allah’ın zatına işaret olduğunu bildiysen..
NUN harfinin yarım dairesini de mahlukata işaret bil..


RAHMAN, ismi üzerinde :

- EL-KEHF’Ü VER-RAKİM Fİ ŞERH-İ BİSMİLLHİRRAHMANİRRAHİM.

Adlı eserimizde, buradakinden daha fazla kelâm ettik.

Bunu bilmek isteyen, o kitabı mütalaa etmeli..
Bu güzel ismin ihtiva ettiği sırları görmelidir..

Onlar, öyle sırlardır ki : Fikir kuşları orada ötmez ; susar..

Bu ismin harfleri üzerinde dursak, onun sırlarını, yazılış tarzları ile, sayılarını anlatsak ;
harflerden her birinin altında, bulunan kâinatın infialini ve harika işlerini söylesek..
çok şaşırtıcı işler meydana getirmiş, fehimleri hayrete daldıran şeyleri anlatmış olurduk..

- Bu nereden geliyor?..

Denir ve şaşılırdı..

Ama, onları söylemedik, yazmadık ; tuttuk..

Böyle yapmamızın adı :

- C i m r i l i k..

Değildir.. Maksadımız kısa kesmektir..

Bu eserde hülâsa olarak yazdık ki : Okuyup yazanı bıkıp usanmaya..
Şayet bir usanma olursa.. faydasını arzu ettiğimiz manayı kaybederler..

Ne var ki, bu esere yazdığımız sırlar, ondan daha fazladır..

Haliyle, dikkat edilince görülür..

Yardım talebine bir karargâh yüce Allah’tır..

Güvenilecek makam yine odur..

Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Bu bölümde ULÛHİYET manası izlenecek..
İşlenecek ki, o nedir? Bilesin..

Tüm olarak, bu varlığın gerçek yüzleri ile,
onları kendi mertebelerinde korumaya :

ULÛHİYET
Adı verilir..

- Bu varlığın gerçek yüzleri.. Dedim..

Bunda hükmüm :
Zâhir olup gelenle, bu gelene teşne olan zuhur yerleridir..

Özet olarak diyelim :
- Hak ve Halk

Hak zâhir, halk mazhardır..
Yani : Zuhur yeridir..

Bu kevnî alemin tüm mertebeleri, varlık mertebesinde,
her birine hak ettiği şeyin verilmesi..

İşte : ÜLÛHİYET manası budur..

Bu mertebe, Rabbın mertebesidir..
Bu Rabbın ismi ise.. bu mertebede : Allah’tır..

Allah ismi ise.. Vacib’ül-vücud, her bakımdan yüce ve mukaddes zattan başka olamaz..

Yüce zatın, zuhur yerlerinin en yükseği, ULÛHİYET zuhurunun meydana geldiği yerdir..

Çünkü o : Zuhur yerlerin her birini, kapsamına alır ; kuşatır..
Bu vasıf onda vardır..

Zira, her vasfın, her ismin üzerine uçar konar..
Bu vasıf da onda vardır..


ULÛHİYET : Ümm’ül - kitabdır..

Kur’an : Ahadiyettir..

Fürkan : Vahidiyet-i fürkaniyedir..

Üstte, özellikle ULÛHİYET için :

Ümm’ül - kitab şeklinde yapılan açıklama,
itibarî bir açıklamadır..

Halbuki, muteber olan ilk sofiye tabirlerine göre :
Zatın esas mahiyetinden ibarettir..

Durum böyle olunca, aşağıdaki tabirleri de dinle :

Kur’an : Zattır..

Fürkan : Sıfattır..

Kitab : Mutlak varlıktır..

Allah dilerse, bu açıklama isteyen cümleler için ;
yeri geldiğince izahlar yapılacaktır...


Yukarıda iki çeşit tabir geçti..
Dıştan bakınca, birbirinin aksi gibi.. Ama değil..
Sen işin özünü bulmaya bak.. Dış aksamı ile kalma..

İşin özüne varıp, istılâhlardaki manayı kavrar ;
işaret ettiğimiz öz mananın gerçek yüzüne geçer ;
onda bir irfana sahip olursan..

İşte o zaman, bilirsin ki : Bu da öbürü gibi..
İki söz arasındaki ayrılık, yalnız ibarede.. Mana aynı..


Yukarıda anlatılanları iyi anladıktan sonra,
sana bir başka mana kapısı açılır..
İşte o zaman görürsün ki :

ULÛHİYET saltanatı altındaki isimlerin en yükseği ahadiyettir..

Vahidiyet ismine gelince, bu da :
Yüce hakkın ahadiyet makamındaki tezahürlerinin ilkidir..

Vahidiyet mertebesinin kapsamında bulunan mertebelerin
en yükseği Rahmaniyettir..

Rahmaniyet mazharlarının en yüksek derecesi Rübubiyettedir..

Rübubiyet mazharlarının en yükseği ise,
yüce Allah’ın Melik isminde olmaktadır..

Durum anlatıldığı gibi olunca, sonuç şu şekilde bağlanır :

a) Melikiyet, rübubiyetin altındadır..

b) Rübubiyet, rahmaniyetin altındadır..

c) Rahmaniyet, vahidiyetin altındadır..

d) Vahidiyet, ahadiyetin altındadır..

e) Ahadiyet, ULÛHİYET’in altındadır..

Görülüyor ki, ULÛHİYET hepsini kapsamına aldı..
Bunun böyle olması gerekir ; çünkü ULÛHİYET :

Bu varlığın dışında kalanların hakkı, bütün kapsam ve şümulu ile verilmesi..

Demektir..

Ahadiyet, varlık hakikatlerinin tümünden bir hakikattır..
Bu manaya göre, ÜLÛHİYET daha yüksektir..

İş bu mana icabıdır ki :
Onun Allah ismi, isimlerin en yücesidir..

Hatta : Ahad isiminden de yücedir..

Ahadiyet, zat mazharlarında zatın kendine has zuhurudur..

ÜLÛHİYET ise.. zuhur yeri olma yönünden :
Gerek zatın kendine, gerekse başkalarına göre,
en faziletli makamı alır..

Bu makamın bir gereği olarak. Ehlüllah :

Ahadiyet tecellisi bahsine engel olmuşlar ;
ULÛHİYET tecellisi bahsine engel olmamışlardır..

Çünkü :

Ahadiyet, sırf zattan ibarettir..
Orada sıfatlar için bir zuhur yoktur..
Hele mahluk için hiç bir şey olmaz.. Dolayısı ile ahadiyet makamının,
hiç bir şekilde mahluka bağlanmasına yol yoktur..

Zira orası :

Zatıyla kaim olan ezelî ve ebedî zata mahsustur..
O : Varlığı mutlak gerekli bir zattır.
Böyle bir zat hakkında kelâm yolu kapalıdır..

Sebebine gelince :
Ona kendisinden hiç bir şey gizli olamaz..

Anla.. Sen o olursan, sen sen olamazsın..
Elbette olan odur o..

O, sen olursa.. o, olamaz.. Elbette sensin sen..

Her kime, üstte anlatılan tecelli hâsıl olursa.. bilsin ki : O vahidiyet tecellilerindendir,
ahadiyet tecellisinden değil.. Çünkü Ahadiyet tecellisinde : sen, o zikri geçmez..

Bu manayı anlamaya çalış..

Bu kitapta yeri geldiği zaman :
Yüce Allah dilerse.. ahadiyet üzerine kelâm edilecektir..

Şimdi bir başka mana kapısı açacağız ;
dikkatle dinle ve anlamaya bak..

Bilesin ki..

Varlık ve yokluk karşılıklı durur..

ULÛHİYET seması ise, her ikisini kapsamına alır..

Çünkü ULÛHİYET :
Karşılıklı zıddı özünde toplar..

Meselâ ; Evveli olmayanı, sonradan olmuşu :
Hakkı; halkı ; varlığı, yokluğu.. bütün bunların hepsini özünde toplar..

ULÛHİYET durumu anlatıldığı gibi olunca : Onda
vacib, muhal olarak zuhura gelir,
zuhurundan sonra vacib olur..

Yine onda, muhal vacib olarak zuhura gelir ;
zuhurundan sonra, yine muhal olur..

.. Ve onda ; Hak halk suretinde zahir olur.. Şu hadis-i şerif, bu manayı anlatır :

“Rabbımı, taze bir delikanlı suretinde gördüm..”

.. Ve onda :
Halk, Hak suretinde zâhir olur..

Şu hadis-i şerif de bu manayı anlatır :

“Yüce Allah, Âdemi kendi sureti üzerine yarattı..”

Anlatılan bu zıd haller, daha da sürdürülebilir..
Çünkü, ULÛHİYET, kendi şumulünde bulunan hakikatlerden, her şeye hakkını verir..

Sebebine gelince : ULÛHİYET, için, kendi mertebesinde
ekmel ve âlâ mertebe zuhur vardır..

En değerli ve en üstün mazharları vardır..


Hakkın ULÛHİYET sıfatındaki zuhuru : Mümkünün kendi çeşitleri, değişik halleri
varlığı ve yokluğu durumunca, hak ettiği kadar olur..

Varlığın ULÛHİYET’ teki zuhur : Mertebelerinde hakkı olduğu gibi kemâl üzeredir..
Hak’tan ve halktan hepsi bu mertebeye girer..
Bu mertebe Hakkın ve halkın fertlerini de içine alır..

Yokluğun.. ULÛHİYET’ teki zuhuruna gelince bu da
:Onun gizlenişi ve kendi başına kalması sayılır..
Bir de sırf fena halinde, mevcutsuz olarak en güzel bir şekilde kendi başına kalmasıdır..


Yukarıda anlatılan mana :
Akıl yolu ile bilinemez ; düşünmekle kavranamaz..

Ancak, birine bu ilâhi keşiften bir şey hâsıl olursa..
o kimse, bu manayı sırf zevk olarak tadar..

Böylece o tecelliden hoş bir nefes alınır..

İşbu tecellinin bilinen manası : Tecelli-i ilâhidir..


Burası, şaşırtıcı bir mevzidir..
Hatta, ehlüllahtan kâmil olanlar bile hayrete düşmüştür..

O kadar ki :
“Allah’ı en çok bileniniz olduğum halde ; ondan en çok korkanızım..”



Hadis-i şerifi ile, Resulüllah S.A. efendimiz
bu sırra işaret etmiştir..

Görülüyor ki : Resulüllah S.A. efendimiz,
Rab’dan ve Rahmandan korkmamış ; ancak :

“Allah’tan..”

Korktuğunu anlatmıştır.. Şu âyet-i kerime dahi bu manaya işarettir :

“Bilemem ; bana ne yapılır, size ne yapılır?..” ( 46 / 9 )

Burada biraz duralım..

Resulüllah S.A. efendimiz, irfan yönüyle ;
yüce Allah’a karşı marifetin en üstününe sahiptir..

Onun bu durumunu,
Cenab-ı İlâhî katından alıp, açıkladığı hakikatlerde gösterir..

Böyle olduğu halde :

“Bilemem..”

Buyuruyor.. Bunun manası şudur :

Bilemem ki, ilâhî tecellide ; suretlerin hangisi ile izhar edecek..

Bu durum böyledir.. Bir suret meydana getirir ;
bir sonraki zuhuru, o suretin hükmünü bozar..
Meydana gelen o suretin hükmünde :

Bunu, bir başka zuhur bozamaz..

Diye bir karar yoktur..

Böyle olunca : Tecelli durumunu kendisi bilir, başkaca bilinmez..
Başkalarına meçhuldür.. Ama kendisine değil..

Bu böyledir.. Çünkü ÜLÛHİYET tecellisi için bir sınır yoktur ki,
tafsil edilsin.. Ve kalınsın..

Kaldı ki, tafsil yönünden de, hiç bir şekilde ;
tam olarak, oraya varmak mümkün değildir..
Böyle bir idrâk Allah için, muhaldir..

Çünkü, böyle bir şey nihayet sayılır..
Yüce Allah’ın ise.. nihayeti yoktur..

Nihayetsiz bir şeye de, idrâk yolu kapalıdır..

Ancak yüce Hak,
bu tecellide, küllî, icmal ve bütün olarak görülür..
Bu tecelliden alınan hazlar da değişiktir..

Durum anlatıldığı gibi olunca,
herkes o yayılan tecelli cümlesinden
nasibi kadarını ve yüce, büyük olanın
kendisine nasib ettiğini alır..

Durum ki böyledir..

Her kemâl sahibinde görülen kemâl hali ;
esas kemâl halinden bir eserdir..
Ve o kimsenin haddi nisbetindedir..


Ey saba rüzgârı al ehl-i diyara tebliğini ;
Su ile ateş arasındaki sevgi haberini..

İnersen, geceyi bekle de öyle in o diyara ;
Güçsüz kalırsan, gündüz bulamazsın menzilini..

Orası öyle bir diyardır ceylân avlar arslanı ;
Çünkü oralarda arsalanın hiç yoktur zarar
vereni..

Dayanamadık onlarla olmaya da ayrıldılar ;
Katlandık ayrılığa uzattık ziyaretlerini..

Yüce Hakkın güzellikleri kalbe Kur’an yazdı ;
İndirdiler oraya da gösterdiler güçlerini..

Kalb, aşk âyetini o kadar okudu ki hatta ;
Okuyup bitirdi iştihar süresinin sırrını..

Cemal yüzündeki perdesi kalkıp da görününce ;
Bakanları da öldürdü açınca perdelerini..

Diller konuştu güzelliğine hayran olaraktan ;
Tükrüğü sarhoş etti, kaldır şarabın yeterini..



Kalbleri esaretle gördüğü zaman şöyle dedi :
Siz zengin oldunuz, seçince fakrin iyicesini..

Bu varlıkta ne varsa, gayrın, hemen hepsi bendendir ;
O benim zatımdır istedim seçtim çeşitlerini..

Ben ber elbise gibiyim, renge bürünürsem bir gün ;
Alırım kırmızıyı, bazen seçerim sarısını..

Eğer kırmızı beyazı yok gösterirse ortada ;
Ortaya o kesret çıkar ki hepten arar rengini..

Bana, ne bölünmekne ayrılmak vardır hiç bir zaman ;
Almak olmaz bana göre elbiselerin rengini..

Elbiseler daim renklenmededir, Hakka gelince ;
O perde içindedir ancak olmaz benden geleni..

Her ne var ise, âlemlerinde cemadat cinsinden ;
Bitkilerden ve say bu arada ruh sahiplerini..

Hepsi benim, arz ettiğim suretler sayılır şayet ;
Onları giderirsem, perdemdir ; gider sanma beni..

Onlarla bir ittifakım varsa, o çeşit çeşittir ;
Rütbe olarak benimki yüksekte geçer hepsini..

Bende bir mana vak ki, açılınca mana olurum ;
Onun manaları, gösterir fakrimde zenginliğini..

O gitse de, ben yine kalırım libası içinden ;
Elbise almadım, say günlerimden çıplak geçeni..

Her mana terkibi onun üzerine kuruldu ;
Ama benim için gör aziz zatın parlak halini..

ÜLÛHİYETİM dahi zatım için bir kök sayılır ;
Belki de bir daldır söyler şiarımın belgesini..

Hayret edilir o köke ki, hükmen dahi öyledir ;
Dallara sirayet eder anlatır sirayetini..

Bu söz seni, hiç dehşete düşürmesin, zira ben ;
Hiç onun dalı değilim, ancak say perdedekini..

Bütün dallar, onun üstünde kök olma yolundadır..
O bir asıldır bana, görünür zâhiri, batını..

Belli şey görünürse, görünen tecellimdir orda ;
Perdemdir, sayılır ki, attım ondan salınıp gideni..

Sen onu anlarsın ama göremezsin, fakat beni ;
Görürsen, bilemezsin durağımın belli yerini..

Bu âdettir ki, böylece sürüp gider ama ben hiç ;
Muhtaç değilim istemem örtülmeyi ve göreni..

•


ULÛHİYET, eserleri ile müşahede edilir, ama görünürde kayıptır..
Hükmen vardır ; bilinir, ama resmen görülmez..

Zata gelince, aynen görülür ; ama ona bir mekân yoktur..
Ayanen görünür ; ama bir beyan yolu ile idrâk edilemez..

Bu manada, bir insanı misal yolu ile ele alabiliriz..

Şöyleki :
Bir insan görürüsün : Çeşitli, müteaddit sıfatlarla sıfatlanmıştır..
Ondaki, sabit vasıfları ancak ilim ve itikad yolundan bilirsin..
Ve inanırsın ki, o belli vasıflar onda vardır..
Fakat o vasıfları ayan beyan göremezsin..

O şahsın zatına gelince,
onu toplu olarak, açıktan görürsün..
Ama onda baki kalan vasıfları bilemezsin..
Özellikle bilgi yönünden ulaşamadığın vasıfları..

Belki o şahsen gördüğün zatın, bin vasfı vardır ;
böyle olması da mümkündür..
Ve sen : Ancak, onların az mikdarını biliyorsun..

Cümleyi toparlayalım : Zat görülür ; sıfatlar meçhul kalır..

Sıfatların birini görürsen, ancak eserini görebilirsin ;ama o vasfın özünü göremezsin..
Bu, hiç bir zaman, görülemez.. Ama, hiç mi hiç..

Buna bir misal olmak üzere, muharebe esnasında bir kahramanı gösterebiliriz..

Düşman karşısında ancak, onun düşmana hücumunu görebilirsin..

Bu ise.. kahramanlığın kendisi değil ; eseridir, belirtisidir..

Kerim olan bir zatın da, ancak ihsanını görebilirsin.
Bu ihsan ise, onun keremine bir belirtidir..
Kerem sıfatının kendisi değildir..

Çünkü, sıfatın kendisi zatta gizlidir.. Onun ortaya çıkmasına imkân yoktur..

O sıfatın ortaya çıkması, caiz olursa, O zattan ayrılma durumu meydana çıkar ki ;
işte bu, mümkün değildir..

Bu manayı anla..


ULÛHİYET sıfatının bir sırrı vardır..

Şöyleki :

Bir şey olma yönünden her ferd,
kendinden başka şey olma vasfını alanlara benzer bir isme de sahiptir..

Eşya cinsinden bir ferdin,
ezelden beri var olması, sonradan yaratılmış olması,
yok görünmesi veya var olması hiç bir şey değiştirmez..

Durum, anlatıldığı gibi olunca, o eşyanın bir ferdi, kendi özü ile
ULÛHİYET saltanatı kapsamında bulunan cümle eşyayı toplar..

Bütün mevcudatın, hali anlatıldığı gibidir..

Böyle olunca, varlıkların misalleri, birbirine karşı konan aynalar gibi olur..
Birinde ne varsa diğerinde de aynısı olur..

Anlatılan misâl üzerine şöyle söyleyebilirsin :

Karşılıklı duran aynalardan her biri, ancak karşısına gelen diğer aynadakini alır..
Böyle olunca, yalnız bir aynayı alıyor ; onun altında kalan müteaddid aynaları alamamıştır..

Bu durumla, yukarıdaki mana nasıl bağdaşır?..

Bunu şu şekilde cevaplandırmamız mümkün olur :

- Şu açıktır ki, varlık ferdlerinden her biri, ancak, zatının hakkı kadarını alabilir..
Daha fazlasını alamaz..

Bu, bir başka manadır..
Esas anlatılmak istenen manayı itibara alarak :

- Tümünün varlığı, aynalardan her birinde vardır..

Dersen, ki bu :

Varlık ferdlerinden her birinde, bütün mevcudat gizlidir..

Şeklinde bir mana çıkar ki, senin için, esasa bir geçit noktasıdır..

Şu bir hakikattır ki :Misaller tam manası ile, anlatılan mananın tıpkısı değildir..
Bir yaklaştırmadır.. Ama misalini de aynı görmek icab eder..

Hakikatta, anlatılan misal asıl murad edilen manaya bir kabuktur...

Bu misal, ancak bir bağlantı olsun, diye getirildi..

Ümid edilen odur ki :
Fikir kuşun belki bu sayede ahadiyet tuzağına düşer..

İşte.. o zaman :
Zatta, sıfatlardan hakkın kadarını görürsün..

Kabuğu at.. Özü al..
Perdeleri görmek sureti ile, esas yüzden âmâ olma..


Kalbim, hep sizden güç alır;
Hem döner,hem sakinkalır..

Hayali hep sevginizdir ;
Bazan gider, bazen gelir..

Siz hiç gayrım değilsiniz;
Özümden nasıl kaçılır?..

Nefsi attım sabahladım ;
Oldum, ülkenizde kalır..

Kendimi attım da buldum ;
Ana baba sözde kalır..

İnkâr ettim evvelimi ;
Sonum da şüphesiz kalır..

Attım ihtisası yüzden ;
Ona nasıl yaklaşılır..

Benim o kuddûs, şöyleki ;
Amada perdeli kalır..

Ve ben, öyle bir ferdim ki;
Kemâldir bakan şaşırır..

Ümid çemberine kutbum ;
Yüceyim ki, toptan alır..

Ben, şaşırtırım ne varsa ;
Gören şaşırır bırakır..

Güzellikler semasıyım ;
Güneşim hiç batmaz kalır..

Mekânda yüceliğim var ;
Ona nasıl yaklaşılır?..

Ve her kılın bittiği yer ;
Benden tam bir kemâl alır..

O kuş ki, daima öter ;
Sonra, o dal ki sallanır..

Her aynada da suretim ;
Gâh kapanır gâh açılır..

Hep kemâlim baştan sona ;
Halim de bundan hal alır..

Derim ki, onun halkıyım ;
Şaşınız, zatım Hak kalır..

Nefsim temiz o sözden ki ;
Yalanlanmaz öyle kalır..

Yücelik Allah’ın hakkı ;
Şimşeğim yağmursuz kalır..

Ben, hiç o ezel olmadım ;
Söz uzatmaya ne kalır?..

Söz de bitti artık ses yok ;
Ne söz ne de sükût kalır..

Güzellikleri derledim ;
Bağışım var, suçum kalır..

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

ahadiyet...

Mesaj gönderen dibbace »

Bu bölümde, AHADİYET sıfatından anlatılacaktır..

AHADİYET, yüce zatın tecellisinden ibarettir..

Orada : Ne isimlerin, ne de sıfatların sözü geçer..

İsim ve sıfatların tesir sahası da buraya varamaz..
Burası, mücerret, zata ait bir isimdir..

O kadar ki :
Hakka dair itibarların da burada sözü edilmez..
Keza, halka nisbet edilen itibarların da..

AHADİYAT tecellisi sensin..
Bütün bu kainat içinde, senden daha tam olarak, o tecelli için bir zuhur yeri yoktur..

Şu şartla ki :
Sana "nisbet" edilen bütün itibarları bir yana atıp özüne dalasın..

Bir de, seni sende bulur, dış bağlarından da geçersen..

İşte o zaman, sen sende olursun..
Hem de, sana "nisbet" edilen Hakka ait vasıfların tümünü bir yana ataraktan..
Keza, halka dair vasıfların da tümünü bırakaraktan..
Meselâ Güç, kuvvet vb. sıfatlar gibisinden..

İşte.. anlatıldığı gibi olunca ; insan bu hali kendinde bulursa..
bu kâinatta ondan tam zuhur yeri olamaz..

Yukarıda anlatılan manayı iyi anlamaya çalış..

Çünkü bu hal ; görülmez zulmet âleminden, tecelli nurlarına ulaşan "zatın" ilk tenezzülüdür..

Bu tecellinin en yükseği ise.. anlatılan şeklidir..
Çünkü orada, sırf kendisi vardır.. Bütün sıfat, isim, işaret, nisbet ve itibarlardan yana temizdir..

O kadar ki : Varlık tümden oraya dahildir..
Fakat içte olan bir şekilde.. Dışa çıkan bir zuhur hükmü ile değil..

Bu AHADİYET sıfatı için umumî ve şümullü bir tabir kullanıldığı zaman, kendisinden :

- Kesret.. ama tabi olanları ile birlikte..
Olarak bahsedilir..

Bunun için, yapılı bir binayı misal getirebiliriz..
Şöyle ki :
Bir kimse, uzaktan bir duvara bakar ; görür..

Bu bina ; çamurdan, tuğladan, kireçten ve ağaçtan yapılmıştır..

Fakat.. yapıya karışan o şeylerin hiç bir eseri görülmez.. söylenmez..
Yalnız bir duvar görülür..

Şimdi bu duvarı bir AHADİYET misali olarak ele alalım..
Bu AHADİYET, çamurun, tuğlanın, kirecin ve ağacın toplamı içinde bir AHADİYET’tir..

Hiç bir şekilde ona : Sayılan eşyanın adı isim olamaz..
Özel durumu ile sadece bir duvar ismi verilir..

Bu misali, kendinde de deneyebilirsin..
Müşahede ve istiğrak haline geçtiğin zaman ;
ama aslındaki hal üzere.. yalnız "kendi" kimliğini görürsün..

Bu müşahede halinde sana, hakikî durumlardan hiç biri zahir olmaz.
Ki o hakikatler, tüm olarak sana bağlıdır..

İşte senin için AHADİYET budur..
Ama, senin kimliğine itibar edilerek, zata bir tecelligâh olmana isim olaraktan..
Hakikatlerin tümünün sana bağlı oluşu manasına gelemez..

- O hakikatlerin tümü sen oldun..
Diyelim.. Ama, bir muhal olarak..

Esas zatî tecelli n’olacak?..
Ki o, esas AHADİYET’İN sende bir zuhur yeridir..
Ama senin zatına, isim olaraktan.. Ve kimliğin itibarı ile..

Senin kimliğinde bir zuhur yeri alan bu isim, yüce Hakkın ilâhi katında ;
isimlerinde, sıfatlarında tümünden yana mücerreddir..
Hatta orada, eserlerin müessirlerinin de sözü edilmez..

Çünkü, tecelli yönlerinin en yükseği orasıdır..
Ondan sonraki tecelli yeri için, ondan bir tahsis beklenir..

Hatta ulûhiyet için bile.. bir tahsis beklenir..
Sebebi açıktır ; çünkü ulûhiyet, umuma tahsis edilmiş durumdadır..

AHADİYET’te umum diye bir şey yoktur..
Yukarıda anlatıldığı gibi, AHADİYET zatın ilk zuhurudur..
Ondan sonrası mahluktur..
Böyle olunca da, AHADİYET’in mahluk sıfatına girmesi mümkün değildir..

Daha önce de anlatıldığı gibi, AHADİYET sırf zattan ibarettir..
Hakka ait itibarlar da, halka ait itibarlar da orada yoktur..

Özet olarak, diyelim :
Kul da, mahluk olduğuna göre ; o hakikatlerin tümünü almak kul için mümkün değildir..
Keza, AHADİYET’le sıfatlanamaz da..

Aynı şekilde, onunla sıfat olmak ; çalışmak ve zorlama ile de olmaz..
Zira, böyle bir şey AHADİYET hükmüne uymaz..
Hiç bir şekilde mahluk için oraya yol yoktur..

Çünkü : AHADİYET, yüce Allah’ındır ; ona mahsustur..

Yukarıda anlatılanları, dikkate alarak dinle..
Şimdi sen ; kendinde, anlatılan tecelliden bir şey görürsen.. onu Allah’ından, Rabbından bil..
Ona bağla.. Yaratılmışlığınla onu iddia etme..

Çünkü, bu tecellilerde mahluk için, hiç bir nasib yoktur.. Bu, kesin olarak böyledir..
Çünkü o, tek olan Allah’ındır.. Zatî tecellilerin ilki oradan başlar..

Sen, nefsinden ibaretsin..
Zattan, Hak dan ve halk dan murad, sen olduğunu bilirsen..
halk cihetinden kesilmek suretiyle hükmünü yürüt..

Yüce Hakkı ise, isimlerinin ve sıfatlarının hakkı ne ise.. onunla gör..

Böyle yaptığın takdirde, kendi özünü müşahede ile Allah’ı müşahede edenlerden olursun..

Ayn'ım senin içindir, münezzehtir zatında ;
Mukaddestir isimlerinde, sıfatlarında..

Onun hakkı olduğuna şehadet et, deme ;
Nefsim hak etti hüsnünü onun sebatında..

Kadehlerle içmeye devam, ama konuşma ;
Bir gün biter yol, onun canibinde varanda..

Ne zararı sana, kinaye yollu kullansan ;
Sana ismi kalsa, kusur etmesen saygıda..

Zat tecellisini ismine mazhar yapsan da ;
Bulsan izzet ismi, yüceliği mazharında..

Hazine üstüne bir ev yapsan da otursan ;
Ta ki, görüp yaya kalmaya cahil saygıda..

Bu sana emanet, onu çok çok iyi sakla ;
Bırakma onun sırrını yaygaracılarda..
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: ahadiyet...

Mesaj gönderen MINA »

dibbace yazdı:Sen, nefsinden ibaretsin..
Zattan, Hak dan ve halk dan murad, sen olduğunu bilirsen..
halk cihetinden kesilmek suretiyle hükmünü yürüt..

Yüce Hakkı ise, isimlerinin ve sıfatlarının hakkı ne ise.. onunla gör..

Böyle yaptığın takdirde, kendi özünü müşahede ile Allah’ı müşahede edenlerden olursun..

Ayn'ım senin içindir, münezzehtir zatında ;
Mukaddestir isimlerinde, sıfatlarında..

Onun hakkı olduğuna şehadet et, deme ;
Nefsim hak etti hüsnünü onun sebatında..

Kadehlerle içmeye devam, ama konuşma ;
Bir gün biter yol, onun canibinde varanda..

Ne zararı sana, kinaye yollu kullansan ;
Sana ismi kalsa, kusur etmesen saygıda..

Zat tecellisini ismine mazhar yapsan da ;
Bulsan izzet ismi, yüceliği mazharında..

Hazine üstüne bir ev yapsan da otursan ;
Ta ki, görüp yaya kalmaya cahil saygıda..

Bu sana emanet, onu çok çok iyi sakla ;
Bırakma onun sırrını yaygaracılarda..
Allah c.c razı olsun inş..
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Amin...Ecmain...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

VAHİDİYET, mazharıdır zatın ;
Tüm belirtir, farkın sıfatın..

Her şey onda bir'dir parça parça ;
Şaş parçalara 'bir'idir zatın..

Bu, şu ile onun misalidir ;
Âtî hükme nişan hakikatın..

Kesrettir, hakikatten ibaret ;
Parçalanma içinde vahdetin..

Her şey, orda her şey bir'de gibi ;
Bu yüz, nefyi sayılır isbatın..

Fürkân, Allah’a zat, cem sûresi ;
Evsaf, sayısı gibi âyâtın..

Oku, sendedir sırrı kitabın ;
Açan sen, sırrısın kâinatın..


Burada, VAHİDİYET ismi anlatılacaktır.. Öğren, anlamaya gayret et..

VAHİDİYET, yüce zatın zuhuruna bir tecelli yeri olmaktan ibarettir..
Onda, zat sıfattır ; sıfat da, zattır..

Durum anlatıldığı gibi olunca : Meydana gelen her sıfatın zuhuru,
diğer sıfatın aynı sayılır.. İsterse birbirinin zıddı olarak gözüksün..

Meselâ : Bu makamda, müntakim aynen Allah’tır.. Allah ise, müntakimin aynıdır.
Aynı şekilde müntakim sıfatı ile, mün’im sıfatı birdir..

Durum anlatıldığı gibi olunca : VAHİDİYET, nimet içinde kendisi olur.
Nikmet de onun aynı olur..

Nikmet, azabın kendisidir ; aynı olarak rahmetten ibarettir..



Her şey, buna göre kıyas edilir ;
zatın sıfatlardaki zuhurunda ve bu zuhur eserlerinde, hatta VAHİDİYET hükmü ile,
zatın zuhura geldiği her şeyde.. daima : Biri, diğerinin aynıdır..


Yukarıda anlatılanları, özellikle, aynı oluş şekillerini yanlış anlamamak icab eder..

Aynı oluş şekli, birlik tecellisine göredir ;
her hak sahibinin hakkını teslim etmek gereğine göre değildir..

Bu mana, zatî tecelli yönüdür..

Yani : Bir sıfatın, diğerinin aynı oluşu manası..


Burada ; ahadiyet, VAHİDİYET, ulûhiyet sıfatları arasındaki fark üzerinde duralım.. Şöyle ki :

Ahadiyet..
Bu sıfatta isimlerin ve sıfatların zuhuru yoktur.. Kendi özündedir..
Ve, sırf zattan ibarettir.. Bu sıfatın şanı bunu gerektirir..

VAHİDİYET..
Bu sıfatta, isimlerin ve sıfatların tesir sahasına göre zuhurları vardır..
Ancak bu zuhur : Zatın hükmü ile olur.. Zattan ayrı bir hükmü düşünülemez..
Böyle olunca : Her şey, birbirinin aynı olur..

- Ulûhiyet..
Bu sıfatta, isimlerin ve sıfatların zuhuru vardır..
Ve, toplumdan her şeyin hakkını tek tek vermek gibi bir zuhuru olur...

Durum anlatıldığı gibi olunca : Bu sıfatta, zıdlar belirir..

Meselâ : Mün’im, müntakimin zıddı olur.. Müntakim ise, mün’im zıddı olur..

Bu makamda kalan isimler ve sıfatlar da, birbirinin zıddı olarak gözükür..

Meselâ : Ahadiyet, ulûhiyet sıfatında zuhura geldiği zaman,
ahadiyet hükmüne göre zuhur eder.. VAHİDİYET de, aynı şekilde zuhur eder..

Çünkü, ulûhiyet hepsinin tecelli şeklini şümulüne alır..
Her tecellinin hükmü ne ise, onu meydana getirir..

Zira, ulûhiyet her şeyin hakkını yerine getirmeye yeterli bir tecelli makamıdır..

Ahadiyet, ulûhiyet gibi değildir ; onda ancak, Allah vardır..
Onunla ikili bir şey yoktur..

VAHİDİYET, ise :
- Şu anda, ilk halinde gibidir..

Cümlesinin ifade ettiği manaya bir tecelli makamıdır..

Daha öncede anlatıldığı gibi, ahadiyet bir başka makamdır.. Orada :

-“Onun yüzünden başka her şey, helâke varır..” ( 28 / 88 )

Meâline gelen âyet-i kerimenin hükmü geçer..

İş bu hüküm icabıdır ki ; ahadiyet, VAHİDİYET’ten üstündür.. Çünkü, ahadiyet sırf zattan ibarettir..

Ulûhiyet ise, ahadiyetten üstündür.. Ahadiyete, hakkını ulûhiyet verir..

Zira, ulûhiyet : Her haklının hakkını verme makamıdır..
Bundandır ki : İsimlerin en yücesi, en genişi, en azizi ve en yükseğidir..

Ahadiyetten üstün oluşunun misali : Bütünün parçaya olan üstünlüğü gibidir..

Ahadiyet sıfatının, kalan tecellilere nazaran üstünlüğü,
kökün dallara nazaran üstünlüğü gibidir..

VAHİDİYET sıfatının, kalan tecellilere göre üstünlüğü de, toplu olanın ayrı kalana üstünlüğü gibidir..

İş bu manalara dikkat et.. Hepsini senden bil ve kendinde düşün..


Der bu meyveleri ancak ;
O süslendi toplanacak..

Şahitleri işe katma ;
Şahitlere zor ulaşmak..

Ağızdan şarab iç daim ;
Onun içindedir kanmak..

Kadehleri bir önder gör ;
Zor içindekine kanmak..

Açtım hoş güzelliğini ;
Düşmez sana saklı tutmak..

Gayra aldanmayı bırak ;
Değildir ulaştıracak..

Hep özden ye, at kabuğu ;
Olmaz onu elde tutmak..

Sakın, sırrı yayanlardan ;
Gelmez sana öyle olmak..

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Rahmaniyet...

Mesaj gönderen dibbace »

RAHMANİYET : İsimlerin ve sıfatların gerçek yüzleri ile meydana gelişinden ibarettir..

Bu durumda onun yeri, yüce Allah’ın zat isimlerinde kendisine tahsis edilen yerle ;
bu isimlerin mahlukata dönük yüzleri arasıdır..

Zat isimlerinin halka dönük yüzleri : Alim, Kadir, Semi, vb. isimleridir..
Bu isimler, varlığın hakikî yüzleri ile ilgilidir..
O hakikî yüzler, Hakka bağlanan bütün mertebelerde, RAHMANİYET sıfatına bir isimdir..
O hakikî yüzlerde halka nisbet edilen mertebelerin iştiraki yoktur..


RAHMANİYET, ulûhiyetten daha özge bir duruma sahiptir..

Sebebi : Yüce Hakkın tekliğini sağlayan isimle bir isim almıştır..
Bu makamda, halkla bir ilişkisi yoktur..
Ulûhiyet, öyle değildir.. Hakka ve halka nisbet edilen hükümlerin özünü alır..

Durum anlatıldığı gibi olunca :
- Ulûhiyet, umumî ve şümullü bir mana taşır..
- RAHMANİYET, husûsi bir durum alır..

Bu itibarladır ki, ulûhiyetten daha aziz bir duruma geçer..
Çünkü, yüksek mertebelerde zatın zuhurundan ibarettir..

Alt mertebelerden yana mukaddestir..
RAHMANİYET sıfatı dışında ; zat için tahsis edilen yüksek mertebelerde zuhura yol yoktur..

RAHMANİYET ile ulûhiyet arasında bir bağlantı yapacağımız zaman ;
misal olarak, kamış ile içindeki şekeri söyleyebiliriz..

Şüphesiz kamış içindeki şeker, derece itibarı ile daha yüksektir ; çünkü sırf şekerdir..
Kamışta ise, şeker dışında başka şeyler de vardır..

Bizim düşüncemiz bu yoldadır.. Ama başka türlü de düşünebilirsin..

Şayet bizim fikrimize katılır :
- Şekerin kamıştan daha değerli.. Olduğunu söylersen ; ki bu, bizim anlattığımız gibidir..

O zaman : RAHMANİYET ulûhiyetten daha üstün olur..

Ancak bu yoldan değil de :
- Kamış tüm olarak, şekeri ve diğer şeyleri kapsamına almıştır..

O zaman, ulûhiyet, RAHMANİYET’ten daha üstündür..


RAHMANİYET mertebesine verilen zâhirî isim : RAHMAN’dır..

Bu, öyle bir isimdir ki :
Yüce Allah’ın zatına ait isimlerle, nefsine ait sıfatlara dönük yönü vardır..

Nefsî sıfatlar yedi olup, sırası ile şöyledir :
Hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semi, basar..

Zatî isimler de :
Ahadiyet, vahidiyet, samediyet, azamet, kuddusiyet vb. sıfatlardır..

İşbu isimler ancak :
Vacib’ül-vücûd olan yüce ve mukaddes sultan "Ma'bûd"undur..


RAHMANİYET'in bu mertebede : Rahman ismi ile, bir özellik almasının sebebi :
Hakka ve halka bağlanan bütün mertebeleri rahmet şümulüne almasıdır..

Hakka bağlanan mertebelerdeki zuhuru ile,halka nisbet edilen mertebelerde zuhur etmiş olur..

Durum, anlatıldığı gibi olunca :
RAHMANİYET katından gelen ve bütün mevcudata şamil olan bir rahmet olur..


Yüce Allah’ın ilk rahmeti odur ki :
Onunla bütün âleme rahmet tecellisi ile, onları kendi özünden yarattı..

Bu manayı, şu âyet-i kerime doğrular :
“Yerde ve göktekileri size teshir eyledi.. Hepsi O'ndandır..” ( 45 / 13 )

İş bu mana icabıdır ki : Onun zuhuru bütün mevcudata sirayet etti..

Böyle olunca da, bu âlemin parçalarından her birinde, her ferdinde kemal zuhuru gösterdi..

Bu zuhurlarda, hiç bir zaman da, sayılı parçalara bürünmedi..
Kendi özünde, zatı nasıl iktiza ediyorsa, öyle tektir..
Bütün zuhur yerlerinde bir'dir..

Böyle olunca : Bütün mevcudata sirayeti, kemâl sıfatlarının icabıdır..
Varlık zerrelerinden her zerrede zuhuru ile de, mevcudatın tümü içinde,
belli bir zümreye sirayet eden varlıkla imtiyaz verdi..

Bu sirayetin başlıca sırrı, bu âlemi kendi özünden yaratmış olmasıdır..
Ama kendisi, hiç bir şekilde ; bölünüp parçalanmadı..

Bu âlemin parçalarından her şey, O'nun kemâli iledir..

Bu şey, aslında tam bir kemâldir.. Ona :
- Halkiyet İsmi bir emanet olarak verilmiştir.. Ama sadece ;
ilâhi vasıfların kulda emanet olduğunu sananın sandığı gibi değil.. Sadece :
- Halkiyet İsmi emanettir..

Şu şiir anlatılan manaya işarettir :
Emaneti bir yanıdır, görür kendini ;
Bir yanı gören de, alır kendininkini..


Eşyada bulunan emanet vasfı, ancak ondaki halkiyet bağlantısıdır..

Yüce Hakka bağlı varlık ise, eşyada asıldır..
Yüce Hak, hakikatlerine :
- Halkıyet.. İsmini emaneten verdi..
Ta ki, ulûhiyet sırları ve onun gerekleri olan zıdlar zuhur etsin..


Yüce Hak, bu âlemin bir temel maddesi ve aslıdır..

Bu manayı şu âyet-i kerime bize anlatır :
“Yeri, semaları ve bu ikisi arasında bulunanları Hak olarak yarattık..”(46 / 3)


Yukarıda anlatılan manaları, daha iyi açmak için, işe bir misal katalım.. Şöyle ki :
Bu âlem kara benzer.. Yüce ve sübhan olan Hak ise.. bu karın aslı olan sudur..

İlk nazarda görülecektir ki ; kardaki :
- K a r.. İsmi,
bir emanettir..

- S u.. İsmi ise,
onun için bir hakikat olur..


Üstte geçen mana üzerine :
Bevadir’ül-Gaybiyye Fin-Nevadir’ül-'Ayniyye.. Adlı kasidemde hayli tenbihatım olmuştur..
O, büyük bir kasidedir ; derin manalıdır..
Hakikatler gömleğinin üstüne, onun benzeri bir süs işlenmemiştir..
Onun güzelliği zamanın kulağına girmemiştir..
Çünkü, onu anlamak pek zordur..

O manada şöyle demiştim :

Halkın misali kar gibidir yağan ;
Sen ondaki suya benzersin akan..
Tahkikimizde kar ne? Sudan başka ;
Bir'de hükmünü icraya çağıran..

Lâkin kar eriyince hükmü kalkar ;
İş biter, hüküm, suyun olur kalan..
Zıdları topladın bir güzellikte ;
Kar yok oldu, odur ancak parlayan..


RAHMANİYET üzerinde durmamız bitmedi..
Bu yüce isim üzerinde biraz daha duracağız..
Anlatacağız ki, onu iyice bilesin..

RAHMANİYET, en büyük zuhur yeridir..
RAHMANİYET : Tecelli yönünden tamına sahiptir..

Anlatılan mana icabıdır ki :
a) Rububiyet, onun arşıdır..
b) Melikiyet, onun kürsüsü mevkiini aldı ..
c) Azamet, onun refref bineğidir ..
d) Kudret, onun uğultulu avazıdır ..
e) Kahır, onun tantanalı sesidir ..


Hâsılı : Rahman ismi, cümle kemâl iktiza eden yerlerde, zâhir olur..
Haliyle, onun zuhuru : Yerinde yerleşmiş olmasına, bütün mevcudata sirayetine,
hepsini hükmü altına almasına bağlıdır..

İşbu mana ;
- “Rahman Arş'ı istiva etti..” (20 / 5)
Âyet-i kerimesi ile, anlatılmak istenen manadır..

Bu, böyledir ; çünkü :
Varlıkların her birinde, yüce ve sübhan Allah’ın "zatı" vardır..
Onun zatının bulunduğu varlıklar ise, doğrudan doğruya arşıdır..
Bu mana açıktır ; çünkü onlar varlıklarını yüce Hakkın zatından almaktadır..

O, Sübhân'dır ; yücedir..
Allah dilerse.. arş üzerine, bu kitapta konuşacağız..
Yeri geldiğinde çok çok anlatırız..


Burada, Rahman’ın istilâsı üzerinde biraz duralım..
Yüce sübhan Allah’ın, Rahman ismi ile istilâsı :
Kudret, ilim ve ihata ile varlıklarını sarmasıdır..

Bu sarma, varlıkların içine girme ; onlara yapışma gibi bir durum almadan olmaktadır..

Ve.. kendi varlığı ile bir istiva hükmü icabıdır..
Varlıklara girme ve onlara yapışma durumu, onun için nasıl caiz olur?..

Olamaz ; çünkü mevcudatın özü aynen kendisidir..
İşbu hüküm icabı : Rahman ismi yönünden ; yüce Allah’ın varlığı bu varlıklardadır..
Yaratılmışlarda, kendi zuhurunu yapmakla onlara rahmetini ihsan etmiştir..

Aynı şekilde mahlukatı kendi zatında meydana çıkarmakla, onları rahmetine nail eylemiştir..
Anlatılan her iki mana da doğrudur ve yüce Hakkın zatında olmuştur..


Üstteki manayı daha iyi anlatabilmek için ; bir başka yola girelim..
Böyle yapalım ki bilesin..
Bir hayal vardır.. Bu hayal zihninde bir suret benzeri olarak teşekkül eder..

Anlatılan teşekkül ve hayal, yaratılmış, bir şeydir..
Yaratan ise.. her yaratılmışta vardır..

Şimdi.. bu manada kendini de al :
Gerek hayal ; gerekse ondan meydana gelen şekil sende vardır..
Çünkü, onun varlığı sendedir ; bu itibarla sen Haksın..

Böyle olunca, Hakta suretlenmek senin için gerekli oldu..
Hak ise, o hayalin ve şekillenen suretin içinde bulundu..


Bu manayı iyi anla ve yoluna devam et..
Bu bölümde, çok değerli sırları anlattık..
Dikkat edilirse, yüce Allah’ın sırlarından çoğu bilinir.
Kader sırrı, Allah’ın ilim sırrı gibi..

Hepsi bir bilgiden ibarettir. O bilgi ile, dikkat edilirse..
hem Hak bilinir ; hem de halk..


Kudretin menşei aslında ahadiyettir..
Lâkin Rahman tecellisi yolundan gelir..
İlmin kökü, vahidiyet sıfatına dayanır..
Ne var ki, bu da Rahman tecellisi yolundan gelir..


Sözle ancak bu kadar anlatılabilir ; bunun ardında, bir çok nüktecikler vardır ki ;
onların hemen hepsi, yüce Hakkın bu varlıkta kemâl durumlarına işaret eder..


Bu bölümün başından düşünmeye başla..
Anla.. Kabuğu at ; özünü al..
Doğru yolda başarı nasib eden Allah’tır..


Burada, ayrı bir fasıl açmamız gerekecek..
Bu fasıl : Rahîm ve Rahman isimleri üzerine açılacaktır..

Bu da, bilmen gereken bir mevzudur..
Rahîm ve Rahman, iki isimdir ; rahmet kökünden gelmektedir..
Aynı kökten gelmesine rağmen, mana itibarı ile, bazı özellikleri vardır..

Şöyle ki :
- Rahman, umumî bir mana taşır..
- Rahîm, özel bir mana taşır..
Tamamlayıcı bir durumu vardır..

Yukarıda özet olarak anlatılan manayı, biraz açalım :
- Rahman isimin umumî bir mana taşıması demek, bütün mevcudatı rahmet yönü ile zuhuruna alması sayılır..

Rahim isminin özel bir mana taşıması ; tamamlayıcı bir durum alması..
Demek, ancak saadet ehline tahsis edilmiş olması icabıdır..


Rahman ismi yönünden gelen rahmet, azab ile karışıktır..
Meselâ : Tatsız ve kötü kokulu ilâcın içilmesi gibi..

Aslında o ilâç, hasta için deva ise de ;
insanın hoşuna gitmeyen bir durumu vardır..
Rahîm ismi yönünden gelen rahmet ise, sırf nimettir..
Ona başka bir şey karışmamıştır..
Ve o, tam saadeti bulan kâmillerde bulunur..

Ayrıca Rahim ismi altında bulunan, yüce Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına
rahmeti ve bütün eserleri ve tesirleri ile zuhurudur..

Rahman ismindeki Rahîm ismi, insan heykelindeki göz gibidir..
Gözü, Rahîm olarak ele alırsak, özel ve aziz bir durum meydana çıkar..
Kalan kısmı odur ki : Her şeyi kapsamına alır..


Anlatılan mana icabıdır ki :
- Rahîm ismi, tam kemâli ile ancak ahiret âleminde zuhura gelir..
Denmiştir.. Çünkü âhiret, dünyadan daha geniştir..

Dünyada gelen her nimete, mutlaka keder karışmıştır..
Bunun böyle olması gerekir ; çünkü, RAHMANİYET tecellilerinden gelmektedir..



Allah.. Hak söyler.. Doğru yola hidayet eden O'dur...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Rububiyet...

Mesaj gönderen dibbace »

RUBÛBİYET : Bu varlıkların istedikleri isimlerin iktiza ettiği mertebe için bir isimdir..
Yüce Allah’ın : Alim, semi’, basir, kayyum, mürid, melik, vb. isimleri RUBÛBİYET isminin içindedir..

Çünkü anlatılan isimlerden de her biri, kendisi için olması gereken bir şey ister..
Mürid ismini ele alalım : Bu da, murad olunan bir şey taleb eder..
Diğerlerini buna göre ölçebilirsin..


Şunu da bil..
Yüce Allah’ın Rabb ismi altında toplanan bütün isimler,
halkı ile kendi arasında ortaklaşa kullanılan isimlerdir..
Halka tahsis edilen isimler, sadece onların tesir özelliğidir..

Yüce Allah’ın zatına tahsis edilen isimlerle ; bir yüzü halka dönük olan isimlerden biri :
- A l i m..
Diye anlattığımız isimdir.. Bu isim, nefsî isimdir.. Bu ismin bir gereği olarak :
- Kendisi bilir ; halkı da bilir..
Diyebilirsin.. Aynı şekilde ; Semi’ ismi için de :
- Kendisi işitir ; başkası da işitir..
Diyebilirsin.. Aynı şekilde, Basir ismini ele alalım :
- Kendisi görür ; başkası da görür..
Diyebilirsin..
Hâsılı : Daha önce de anlatıldığı gibi bu isimleri, benzerleri ile birlikte ;
Hak ile halkı arasında ortaklaşadır.. Bu ortaklığa maddi bir mana verilmemesi gerekir..

Esas kasdım şudur :
Bir ismin iki yüzü vardır.. Bir yüzü yüce Allah’a mahsustur.. Bir yüzü de halka bakar..


Anlatılan durum dışında, sadece halka tahsis edilen isimler vardır.. Bu isimlere :
Esma-i fiiliye.. Adı verilir.. Bu isimlerden bir tanesi :
- K a d i r ismidir..

Fiiliyat sahasında, bu ismi ve benzerlerini, yüce Allah’ın sırf zatı için kullanamayız..

- Allah mevcudatı yarattı.. Diyebilirsin ; ama ;
- Allah kendisini de yarattı..
Diyemezsin.. Aynı şekilde :
- Allah mevcudatın rızkını verdi..
Diyebilirsin ; ama ;
- Allah kendi rızkını da verdi..
Diyemezsin.. Aynı yoldan :
- Kendine gücü yeter..

Şeklinde bir cümle kullanılmaz..
Bu cümlelerde her ne kadar tevil yolu varsa da ; üzerinde durmadan,
onların halka tahsis edildiğini kabul etmek gerekir..

Çünkü :
- Esma-i fiiliye..
Diye anlattığımız isimler, yüce Hakkın Melik ismi kapsamındadır..
Melik olan zat için ise.. elbette bir memleket gereklidir..


Burada, yüce Allah’ın Melik ismi ile, Rabb ismi arasındaki farka işaret edeceğiz..
Şöyle ki :
a) Melik, esma-i fiiliyeyi içine alan bir mertebenin ismidir..
Bunların halka tahsis edilen isimler olduğunu anlatmıştık..

b) Rabb, müşterek isimlerdir ; halka tahsis edilen yüzleri de vardır..


Rabb ve Rahman ismi arasında da bir fark vardır.. Şöyle ki :
- Rahman, ilâhi ve yüce olan isimlere tahsis edilen bir mertebeye isimdir..

Bunda, yüce zatın tekliğini belirten : Azim, Ferd gibi isimler ile ; müşterek olan Azim, Basir gibi isimleri,
ayrıca halka tahsis edilen Halik, Razik gibi isimler aynıdır..

Rahman ismi ile, Allah ismi arasındaki fark şöyledir :
- Allah ismi, ulvîsi, süflîsi ile beraber, bütün mevcudatın hakikatını toplayan zata bağlı mertebeye isimdir..


Yukarıdaki manaları şöylece özetleyelim :
a) Rahman ismi Allah isminin kapsamı altındadır..
b) Rabb ismi Rahman isminin kapsamına girer..
c) Melik ismi Rabb isminin kapsamındadır..

Durum anlatıldığı gibi olunca ; RÛBUBİYET, bir arş olur..
Yani : Kendisi için bir zuhur yeri olur.. Ve orada zuhura gelir..

Yine bir zuhur yerinde : Rahman, varlıklara nazar eder..
İşbu mertebe icabıdır ki : Kulları ile Allah arasındaki bağlantı sağlanmış oldu..

Resulüllah S.A. efendimizin şu hadisi şerifi bu manaya işarettir :
- “O, Rahm’i, Rahman’ın HİKV’inden bulup aldı..”
Burada HİKV, orta mahal manasınadır..

Bu arada RÜBUBİYET’i rahmaniyet isminin ortasında saymak gerekir..
Çünkü rahmaniyet : Hakkın tekliği ile, halkla müşterek olarak isimleri ;
bir de sadece halka tahsis edilen isimleri toplar..
Bu manadan da anlaşılıyor ki,müşterek isimler ortada kalıyor..
Burası ise, doğruca RUBÛBİYET mahallidir..

Rahmetin, Rahman ortasında bulunması, Rab ile merbub arasında bir bağlantıdır..

Bu böyledir.. Çünkü ; bir Rabbin mutlaka merbubu olması gerekir..
Bu durumda sana düşen : Bu ortadaki bağlantıya bakmak ve anlamaktır..

Bu bağlantının sırrını çözmeye çalış.. Maddî bir mana düşünme.. Çünkü Hak,
"Kendinden ayrı olana bitişmeklik ve kendine bitişik olandan ayrılmaklık" gibi hallerden münezzehtir..

Şimdi.. düşün.. onun tecelli çeşitlerinden başka bir şey kalmadı..
Bunlara da Hak ismi veriliyor : yahut bu Hak ismini, kinaye yollu mahlukata kullanırız..


Bizler, ancak sizlersiniz ;
Değişmez gelip gitmemiz..

Varlık sizden başka değil ;
Aynı, çıkmanız kalmanız..

O, cemalinize suret ;
Onun manası sizsiniz..

Bu varlık oluşunuzla ;
Onun oluşu sizsiniz..

Attınız yabancı sevbi ;
Hüsnünüzü de açtınız..

Hoş güzelliği mal edip ;
Size ihanet ettiniz..

Deyip : kasvet masiva hep ;
Biz, demeye gelmediniz..

Hakikat isminiz oldu ;
Gelen halk dahi isminiz..

Renkler verdiniz cemale ;
Vefa var zayetmediniz..

Kemaliniz var ki ; sonsuz ;
Halk onun, murad sizsiniz..


Burada, biraz RUBÛBİYET tecelileri üzerinde durmamız icab edecek.
Bu da bilmen gereken bir mevzudur..
RUBÛBİYET isminin iki tecellisi vardır :
a) M a n e v î..
b) S û r i ..
- Suretlerdeki tecellisi ile, mana yönünden gizli tecelliler..

Demeğe gelir..
Önce manevî tecelliyi ele alalım..
Bu tecelli : Tenzih kanunları usulünce, isimlerde ve sıfatlarda meydana gelir..
Bunların, hemen hepsi, tam bir kemâl çeşidinden sayılır..

Sûri tecelliye gelince :
Bunun zuhuru da, yaratılmışlar üzerinde görülür..
Bu durumdaki tecelli ise, halka bağlanan teşbih yönlü icaplarında görülür..
Bir de, mahluk vasfının ihtiva ettiği durumlarda..
Bu tecellide, noksan çeşitleri görülebilir..


Sübhan olan yüce Allah, hak ettiği şekilde mahlukatından birinde zuhur edince ; bunun adı :
- Teşbih yönlü zuhur olur.. Fakat bu zuhur yüce Hakkın kendi zatındaki tenzihe bir halel getirmez..

Şeklinde bir cümle ile ifadesini bulur. Böyle bir tecelli durumu ;
teşbihe bağlı bir suret tecellisiyle ; tenzihe bağlı manevî bir tenzih durumu alır..

Şöyle ki :
a) Surî bir zuhur olursa, manevî yön onun zuhur yeri olur..
b) Manevî bir zuhur olunca, surî yön, onun için zuhur yeri olur..

Anlatılan mana, bir galip - mağlup meselesidir..
Hangisi galip gelirse ; kalanını içine alır.. İş bir tanesine kalır ; diğerine perde olur..

Allah Hak söyler...

Doğru yola hidayet eden O'dur...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

AMÂ odur ki, ilk mahalli sayılır evvelin;
Bir semadır, söner onda güzelliği güneşin..

Bu öyle bir özdür ki, Allah’ın özü onunla;
Olmuştur ayrılmaz ve imkânı yok değişmenin..

Buna en güzel misal o gizlilik gibidir ki;
Bir taş misalidir özünü saklamış ateşin..

Ne zaman ki, o taşlardan ateş parlar görünür;
Ateş onun hükmüdür, imkânı yok ondan göçmenin..

Ateş bu taşlarda gizli durur şayet sırrını;
Çözmeye yeltenirsen, bir bak zorudur tahlilin..

Bu halde ona batanların nicesini gördük;
Yolu kapalı, yüce Allah’a misal vermenin..

Hep birden kalbler hayrettedir onun dehşetinden;
Bir AM’dır salınıp, kendisinde kendisinin.

O kendi özüdür ki, karanlığa itibar yok;
Belli nurudur, işine yarar akıl edenin..

Burada ahadiyetten gayrısı hiç bilinmez;
Yahut bilinen kesret halidir vahidiyetin..

İnce mana, zatının inceliğinde eridi;
O gizliliği ilk görünmezliğidir evvelin.

Bilesin ki..
AMÂ' Hakikatların öz hakikatinden ibarettir.. İşbu hakikat:
Hakka bağlı sıfatlarla halka nisbet edilen sıfatların hiç biri ile sıfatlanmaz.. Çünkü o: Sırf zattan ibarettir..

Sonra.. hiç bir mertebeye da izafe edilemez; Hakka ait mertebelere de.. Halka ait mertebelere de..
Onda, bir izafet durumu olmayınca, kendisine bir vasıf veya isim verilemez..
Bu manada, Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi yeterlidir:

“AMÂ,nın ne altında ne de üstünde hava vardır..”

Bu hadis-i şerif şunu anlatmak ister:
- Orada, ne Hak ismi vardır, ne de halk..

AMÂ, Ahadiyet isminin karşılığıdır.. Ahadiyette, isimlerin ve sıfatların eriyip gittiği gibi;
AM’da da aynı şekilde olur.. Orada hiçbir şeyin zuhuru yoktur..
Aynı şekilde, AM’da: Hiçbir şey için bir tecelli ve bir zuhur düşünülemez..

Ancak, AMÂ ile ahadiyet arasında bir fark vardır; şöyle ki;
- Ahadiyet, zatın zatta hükmüdür.. Bu geçerli hüküm yüce zatın, yüceliği iktizasına göre olur..
NETİCE: Ahadiyet, tek zatın zuhurundan ibarettir..

- AMÂ, itlak suretiyle zat hükmünü geçerli kılar..
Böyle olunca, ona: Yükseklik ve alçaklık şeklinde bir mana çıkarılamaz..
NETİCE: AMÂ, görünmezliğe bürünen zatın gizliliklerinden ibarettir..
İşte, onun ahadiyete mukabil olması anlatılan manadadır..

Bunun daha açık manası şöyledir:
a) Ahadiyet, sırf zatın tecelli hükmüdür..
b) AMÂ; ise sırf zattan ibarettir.. Ama kapalı bir şekilde..

Anlatılan kapalı olma durumu, maddi manada bir örtünme manasına alınmamalıdır..

Bu durum, yüce Allah’ın kendi zatında gizliliğidir; hiçbir şekilde kendine gizli değildir.. Hele tecelliden yana; yahut kendi özüne, perde arkasından tecelli etmeden yana..
Yüce Allah, bu gibi şeylerden tenzih edilir..

Anlatılan bu mana, zatının iktizasına göre olur.. Tecelli, perdeleme, gizlilik, açıklık, şekil alma,
bağlantılar, itibar ve izafetleri hep aynı yön ile görmek gerekir..

İsimlerinde ve sıfatlarında hiçbir değişiklik ve başkalık düşünülemez.. Bir vasfa bürününce, diğerini terk etti manası çıkmaz.. Üstündeki bir şeyi atıp diğer bir şeyi alması da tasavvur edilemez..

Hâsılı: Bütün bunlar, zatının hükmüne göre olur.. Onun zatı ise, olduğu gibidir..
Önceki hali ile, şu andaki hali arasında hiçbir fazlalık yoktur..

Yukarıda anlatılan manaları, şu âyet-i kerime pek güzel ifade eder:

“Allah’ın halk'ında hiçbir değişiklik yoktur..” (10/64)
Bu ayette geçen:
- “H a l k..” (10/64)
Sıfatlar manasına gelir ve şu demektir:
- Kendisinde bulunan sıfatlar için, hiçbir değişiklik yoktur..
Bu zâhir âlemde görülen başkalaşmalar, değişiklikler, ancak bu suretlerde görülür..
Ayrıca, bağlantılar, izafetler ve itibarlar da yine bu suret âleminin görüntüleridir..

Bütün bu olanlar, bizde yapılan tecelli hükmüne göredir..

Bize olan tecelli böyledir.. Daima değişir.. Ancak, yüce Allah zatında nasıl ise, öyledir..
Bize tecellisinden ve zuhurundan önce hangi halde ise, yüce zatı yine o hal üzeredir..

Bunun dışında, O'nun zatı için verilecek hüküm ancak olduğu halden gösterdiği tecellidir..
Başka türlü bir şey O'nun için makbul değildir..

Onun tecellisini de, parça parça değil, bir bütün olarak ele almak lâzımdır..
Tecelli bir olunca, ona verilecek isim de:
B i r.. Olur.. O 'Bir' isminin yalnızca bir vasfı vardır..
Durum anlatıldığı gibi olunca, toptan her şey için, sayıya gelmez tek Hak vardır..

NETİCE: Yüce Allah ezelde kendi zatına tecelli etmektedir;
ebedde dahi kendi zatına tecelli edendir..

Zeynep verdiği sözlerin hepsinde sadık kaldı;
Hadiseler bozmadı, onun için kapanmadı..

Hiç değişmeden vermiş olduğu sözleri tuttu;
Zeynep tek sözünü dahi karıştırıp bozmadı..

Ara bozanlar onu ayırmak isteseler de;
Bu bir sebeb değil; onu yabancılaştırmadı..

Ayırmak ve kovmak için korkutmaları dahi;
Vefa şimşeği, lütuf yağmuru onu kurtardı..

Ey nedimleri, kadehlerinden akanı alın;
Onun nedimlerinin elleri hep kınalandı..

Onun selâmeti için ümitsiz olmayınız;
Ama yarasa kuşları güneşe yaklaşmadı..

Onun bakışları sizi çok güzel aydınlattı;
Rahmeti yağdı artık,ona hiç hicab kalmadı..

Gerçekten onun güzelliğine bir denk olamaz;
Ancak, size Ankâ-i mağribden sakınmak kaldı..

Bu manadaki tecelliye:
- Tecelli-i Vâhid..
Denir.. Bütün izleri kendinde toplar.. Bu tecelli ile kendinden başkasına tecelli eylemez..
Çünkü onda: Halkın hiçbir nasibi yoktur..

Sebebine gelince: Bu tecelli; itibarı, bölünmeyi, izafeti, vasıfları vb. şeylerin
hiçbirini kabul etmez..
O tecellide, halkın bir bağlantısı olacak olsa, o zaman:
Bir itibar, bir nisbet, bir vasıf meydana gelmiş olur ki; bunların hiçbiri o tecelli hükmünde değildir..

Zira bu tecelli, yüce Allah’ın zatındadır ve ezelden ebede kadar durumu aynıdır; değişmez..
Ayrıca, bu tecelli; zata bağlı ilâhi tecellilere, sıfatlara bağlı fiilî tecellilere ve isme bağlı olan cümle tecellilere de yeterlidir; onları da özünde toplar..

Böyle olunca, her ne kadar yüce zatın o tecellilerde de, bir hakikatı varsa da, bu onun bir zuhur iktizasıdır
ve kullarına olan tecelli yönüdür; başka değil..

Hülâsa: Bu tecelli tam olarak zata mahsus bir tecellidir.. Durumu, kendi özünde saklıdır..
Anlatıldığı gibi olmasına rağmen, bütün tecelli şekillerini de özünde toplar.. Onun böyle oluşu:
- Başka tecelli ile görünmez.. Demek değildir..

Kendi durumunu korur; bu durumu, başka türlü tecelli etmesine engel değildir..
Ne var ki:
- Başka türlü tecelli.. Dediğimizde de, bu tecellinin hükmünü yürütür..

Buna bir misal olarak:
- Yıldızlarda, güneş hükmünün yürüdüğünü.. Söyleyip gösterebiliriz..

Yıldızlarda nur vardır; ama aslında kendilerinin olmadığı için de yoktur..
Zira: Asıl olarak; yıldızların aydınlığı güneşindir..

İşte kalan tecelliler, bu misaldeki gibi, zata has olan ve bu makamda anlatılan
tecellinin hükmüne böylece girmiş olur..

Kalan tecellilerin hemen hepsi, bu:
- Tecelli-i Vahid..
Adını verdiğimiz tecelli semasından bir nur olmaktadır.. Ya da, onun denizinden bir damla..
Aslında, bunun dışında kalan tecelliler bu tecellinin etkisi ve sultanlığı altında yok gibidirler..İşbu durum, yüce zatın hakkıdır.. Kendi ilminin kendisine olması icabıdır.. Kalan tecelliler için böyle bir şey düşünülemez..
Onların hali başkasına aittir.. Bir bilgileri varsa.. bu başkasının bildiği bilgidir..
Kendi hak ettikleri bilgi değildir..
Bu manaları anlamaya çalış..


Burada bir başka hal oldu.. Beyan cömertliği yürüdü..Özellikle bu saklanması gerekenleri açıklama yolunda..
O kadar ki: Açılmaması gereken mana yolları açıldı.. Dizgini biraz çekelim.. Artık kılavuz lâzım.. Kılavuzun bulunduğu yola girelim.. O yoldan yürüyelim..


Buraya kadar anlattıklarımızın bir özetini yapalım:

AMÂ, gizlilikler içinde ve perdeler altında kalan, itlak durumu da nazara alınarak, zatın kendisinden ibarettir..

Ahadiyet, kendisinde herhangi bir zuhur itibarı nazara alınmadan, sırf yüceliğine bakılarak yüce Hakkın
kendi özünden ibarettir.. Burada yücelik ve zuhur itibarı vardır; AM’da yoktur..

Yukarıda:
- Zuhurun ve perdelerin itibara alınmasını..

Söyledim.. Aslında bu, bir benzetmedir..Ve bunu, dinleyenin zihnine yerleştirmek için söyledim..
Yoksa:
- G i z l i l i k.. Derken, bunu AM’nın hükmünde saymış değilim..

Aynı şekilde:
- Z u h u r.. Derken; bunu ahadiyet hükmü arasına katmak istemedim..

Burada sana öğretmek istediklerimi iyi anlamaya çalış..
Yukarıda anlattıklarımızı ve sana öğretmek istediklerimizi anladınsa, sana başka bir kapı açacağız..
Dikkat et ve bil..

Önce kendini ele al.. Yüce Allah için, en güzel misali sende bulabiliriz..
Özellikle, AMÂ' üzerine.. Senin kendine mutlak ve tamamen zuhurun olmadığını nazara alalım..
İşe bu yoldan girelim..

Anlatılan durumunda: Sende ne gibi haller olduğunu bildiğin halde, bir zuhurun olmuyor..
İşbu halinde sen: AM’da sayılırsın..

Şimdi bu yoldan, yüce Hakkın AMÂ makamındaki durumunu kavrayabilirsin..
Zatta, AMÂ' sensin.. Hele bir bir bak.. Sübhan olan yüce Hak, senin aynın ve kimliğindir..
İstersen sen tam hakkın olan bu durumdan gafil bulun..

Biraz daha açalım.. Zuhurun olmadığı için AM’dasın.. Bu da seni bir hicaba büründürmüyor..
Sen ki, anlatıldığı gibisin; yüce Hak için nasıl böyle olmasın?.
O'nun kendisi, kendisine nasıl perde olsun.. Çünkü O'nun hükmü kendinden perdeli olmamaktır.

Sende; Kendin için bir zuhur olunca, AM’dan sana kalan ne ise.. onunla olur..

Burada, senin için AMÂ, halk olma hükmü ile perdelenmendir..

Böyle olunca, sen kendin için zâhir olursun.. Ama, esas varlığına göre batınsın..
Çünkü, özünden perdelisin.. Perde ise.. halk olma durumundur..

Yukarıda geçen cümleler, oldukça kapalı geçti.. Ve, bir darb-ı meseldir.. Bu meselin durumuna,
ancak şu âyet-i kerime ile cevap verebiliriz:
- “Bunlar, insanlara getirdiğimiz misallerdir.. Ne var ki, onlara ancak, bilenlerin aklı erer..” (29/43)

Bu manada, bir hadis-i şerif anlatmamız yerinde olur.

Bir gün soruldu:
- HAK Teâlâ, halkı yaratmadan önce nerede idi?..

Resulüllah S.A. efendimiz, şu cevabı verdi:
- “AM’da idi..”

Bu böyledir.. Çünkü tecellisi kendi özünde idi..
Önce Yüce isminin iktizası gereğince zatında örtülü idi

Yukarıdaki cümlede geçen:
- Ö n c e l i k..

Sözümüz hükmen bir önceliktir.. Vakte bağlı bir öncelik değildir..
Çünkü Allah-ü Taâlâ, halkı ile arasında: Vakte bağlanmaktan, ayrılmaktan,
parçalanmaktan, bitişmek, bir şeye bağlı olmaktan yana münezzehtir..

Çünkü, vakte bağlanmak, ayrılmak, parçalanmak, bitişmek, bir şeye bağlı olmak onun yaratmış olduğu şeylerdir.. Kendisi ile, yarattıkları arasına ayrı bir yaratılmış nasıl girebilir?..
Böyle bir şeyin olması zincirleme bir yolu ve devri gerektirir.. Halbuki, bunların olması muhaldir..


Şüphesiz yüce Allah’ın bir önceliği ve bir sonralığı vardır.. Evveli ve âhiri vardır.. Ne var ki bu, hükmen böyledir.. Böyle bir şeyin dıştan nazara alınması muhaldir..

Onun bağlı olduğu şeyler de vardır.. Sınırları da vardır.. Ne var ki, bunları belli bir zaman ve mekân kaydına bağlamak mümkün değildir.. Bütün bunlar, zatına lâyık olduğu şekildedir..

Zatına lâyık olan şekli ise.. Halkı yaratmadan önce AMÂ oluşudur..
Halkı yarattıktan sonra da, bu durum değişmemiştir.. Yine önceki gibidir..


Buraya kadar anlatılanlardan beklenen mana: AMÂ, zata verilen geçmiş bir hükümdür..
Bu hükümde, zuhur iktiza eden halkın yaratılmasına itibar yoktur.. Bakılmaz..
Zuhur, varlıklar nazara alınarak sonradan zata bağlanan bir hükümdür..

Burada:
a) Geçmişlik, bir önceliktir..
b) Sonradan zata bağlanan durum ise.. sonralığın kendisidir..

İşin özüne bakılınca, ne öncelik vardır; ne de sonralık..
Çünkü: Önce O'dur; sonra da O'dur.. Evvel, O'dur; Âhir O'dur..

Asıl hayrete düşüren mana şudur ki: Zâhir oluşu, gizlenişinin ayn'ıdır..
Böyle oluşunda, ne bir nisbet vardır; ne de bir yön..

O, şu varlığın aynıdır.. Bu varlık da onun aynıdır..
Sebebine gelince: Onun Evveliyeti, Âhiriyetinin aynı; önceliği sonralığının aynıdır..


Bundan öte akıllar için yol yoktur; onda akıllar hayrete düştüler..
Onun azameti önünde artık bir vüsul yolu da düşünülemez..

Onun suretini çizmek için, zihinlere yerleştirilecek bir mana yoktur; akıl da onun şeklini çizme yolunu bulamaz.
Cevapla

“►Kitap tavsiyesi◄” sayfasına dön