MEVÂKİ’UN NUCÛM(Yildizlarin Mertebeleri)

Tavsiye ettiğiniz kitapların tanıtımı.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

MEVÂKİ’UN NUCÛM(Yildizlarin Mertebeleri)

Mesaj gönderen dibbace »



SUNUŞ
Kıymetli okurlarımız...
Hazret-i eş-Şeyh'ul Ekber Muhyiddin-i İbn Arabî (K.S.)'nun
"MEVÂKİ'UN NUCÛM — Yıldızların Mertebeleri" namlı eserini
nasipkârlarına ulaştırmaya vesile kılan ALLAH'a şükr olsun, yaratmış
olduğu sonsuz âlemlerdeki zerreler miktârınca âlemlerin nûr kaynağı,
HAK'kın Hâbibi, Rasûlallah Efendimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselâtû
Vesselam'a da Selâm olsun.

Çok sevinçliyiz, çok mutluyuz. Zira çok iyi idrâk etmekteyiz ki bu gibi
Tasavvufî eserleri telîf etmek, neşr etmek, okumak ve özellikle de okunan
nükteleri kavramak, onlarla özdeşleşerek yaşamak ancak ve ancak çok
büyük bir lûtf-u ilâhî, ikrâm-ı ilâhî, tevfik-i ilâhî ve himmet sayesinde
mümkündür.

İşte bu lûtf-u ilâhîye ve ikram’a nâil olabilenlere Selâm olsun. Allah
cümlemizi bu yolda daim eylesin. MÛİN'imiz olsun.
Hazret-i eş-Şeyh'ul Ekber Muhyiddin-i İbn Arabî (K.S.) bu kıymetli
eserini meşhur eseri "FUTUHAT"da gerek mevzûsu gerekse konulara
açıklık getirmek için bir çok yerinde defalarca zikrederek tanıtmıştır. Adetâ
Futuhat'da anlaşılamayan mevzuların daha da iyi anlaşılabilmesi için
başvurulacak eser olarak "Mevâkî'un Nucûm"u tavsiye etmiştir. Dolayısıyla
Şeyh'ul Ekber Muhyiddin-i İbn Arabî (K.S.) bu tanıtımlarının bazılarını
SUNUŞ bölümüne koyarak eserin muhtevasını yani Eserin tanıtımını
ancak Hazret-i Şeyh'in yapabileceğinin bilincinde olarak sözü ona
bırakıyoruz...
— Mevâkî'un Nucûm'da zikr ettiğimiz herşey, bu açılmanın
verdiğinin ancak bir kısmıdır...
İlim ve mârifet'in ve bu ikisi arasındaki farkın tahkik edilmesini
isteyenlerin üzerine, bize âit Mevâkî'un Nucûm kitabını okumak
gerekir.

Allah'a ait samedânî (ebedî) tecellîde marifetler, hakîkâtlar, ziya
sırrları vesâireden (doğan) bu menzilin tazammum ettiğine vakıf
olmak isteyen Mevâki'un Nucûm kitabında bâb'ül kalb -Kalb'in Feleği
içinde onu mütâlâa etsin...

Biz bunları (uzuvlarla ilgili) tam olarak, onlara âit, nurlar,
menziller, sırtlar ve tecelliler ile birlikte, Mevâkî'un Nucûm isimli
kitabımızda beyân ettik... Onu, Ramazan ayında, Meriyye şehrinde
(H.595. M. 1199) yılında onbir günde kayd ettim. O Üstâd'tan
müstağnidir (hocasız okunabilir). Belki üstad ona muhtaçtır. Bu kitap,
bir üstadın bulunabileceği en yüksek makamdadır.

Hz. Rasûlullah'ın işaret ettiği gibi, "Salât için TAM abdest alanlar,
sonra iki rek'at rükû edenlere, bu iki rek'âtta onlara Cennette'ki
göklerin kapıları açılmış olur. Hangisinden isterse girerler" bu şahsa
böylece tahareti mükemmel ve sırrı temiz oluşunda uzuvların
işlemlerinden (cennet kapıları, mertebeler) açılır. Uzuvlar için bu
önemli mertebeleri, Mevâki'un Nucûm kitabında beyan ettik...
İnsandaki ana kuvvetler , sekîz tanedir. Beş tane hissî kuvvet ve
ayrıca akıl, müfekkire ve hayal kuvvetleri. Bu kuvvelerden mâdası, bu
sekiz kuvvet için gardiyan gibidir. Bu kuvvetler her ne kadar ana
kuvvetler ise de, bunlarda diğerlerinden başka gardiyan ve ıktîd bir
mertebe vardır. Bu nevîlerdeki fazilet ma 'lûmdur.

Her uzuvda kendisine mahsus bir amel olması gibi, işlem için
dahî, kevn'den yana kendisine mahsus bir netice vardır ki ona
keramet adı verilir. Bunu intâc eden, bu işlemin hâlidir. Mükellef uzuv
ve bu uzva mahsus olan işlemin hâli, bu kerametle münâsibdir.
Mevâki'un Nucûm kitabında bu kerametlerin fasıllarını zikr ettik;
onun mertebelirin ve intâc ettiği şeyleri beyân ettik. Bunu
"münâsebet" üzere bina ettik. Zira münâsebet, âlem'in varlığının ve
âlemden mucizelerin aslıdır...Onun yanî işlemin, Hakk'dan yana bir
neticesi vardır ki MENZİL adını alır. Bunu da bu işlem'in makamı intâc
etmektedir. Bu menzil dahî, Allah'ın indinde sorumlu uzuv ile
bağlantılıdır. Bu uzva mahsus olan makamın tafsilâtı çeşit çeşit
menzilleri birinden ayırır. Bütün bunları bize âit Mevâki'un Nucûm
kitabında beyan ettik. Bu kitap, talebe için hoca yerine kâim olur.
Talebe güçlüğe uğradığı zaman, üstâd da bu kitabı eline aldığı alıp
onu Mârifet'e hidâyet ettirir. Bu, doğru yollu,faydası büyük, cirmi
küçük bir kitaptır.

Kur'ân; Allah kelâmıdır. Böylece, Allah'ın kelâmında Vâhid, lâfzı
bulunduğundan bunun hükmü bundaki lafzî iştirak sebebi ile
Ehadiyet hükmündedir. Vah id, Allah'tan başka hiç kimsenin
isimlenmediği Allah ismi gibi olur. Allah'a mahsus bu tenzıhden
ortaya çıkan bu menzile müteallik şeyden de, Mevâki'un Nucûm
kitabında zikrettiğimiz marifetler hâsıl olur...

M. İbn ARABİ

HAK'tan niyazımız, Hazreti Şeyh'in bu eserinin seyr-i sülük
okurlarımıza ve cümlemize rehber olmasıdır...
ALLAH, bu hakîki yolda siz okurlarımızla beraber cümlemize kabiliyet,
samimi niyet, gayret, himmet, tevfîk ve inayet nasib etsin. Kolaylaştırsın,
hazmını versin. İlmiyle amîl olan "MUHAKKİK" mü'min olmayı ALLAH
(C.C) herkese nasip eylesin. Rasûlullah Efendimizin, Ashabının ve
evlâdlarının halleriyle cümlemizi hâllendirsin...
Yayınevimiz KİTSAN'a da bu kıymetli zevât-ı kiram'dan olan zâtların
eserlerini hatasız olarak yayınlamayı ve bu eserlerin kısmetlilerine
ulaşmalarına vesile olmayı daîm nasîb eylesin.
Rasûlullah Efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhisselâm'a
zerreler miktârınca Salât-u Selâm olsun..
Güzide Al'î'nin, Ashabı Kirâm'ın, Rasûlullah evlâdı olan başta
Abdulkâdir Geylâni (K.S.) hazretleri, Şeyh'ül Ekber İbn'ül Arabî (K.S)
hazretleri olmak üzere tüm zevât-ı kiramın, ALLAH ilminin nasipkârlarına
ulaşmalarına vesile olan kardeşlerimizin, âhırete intikâl eden okurlarımızın
ve tüm mü'min kardeşlerimizin rûhaniyyetleri için
EL-FATİHA.

KiTSAN
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

MEVÂKİUN NUCÛM

Hamdler Hayy ve Kayyum olan ALLAH’a mahsûsdur.

Öyle ALLAH ki; sabit ve gezgin olan yıldızlarla yemin eden, yüce
mevkilerden başlayarak yıldızların altındaki cisimlerin karanlığında
gizlenmiş ruhlara Rabbani hikmetleri bağışlayan, rüsum ve himmet ehlî
arasında çok aydınlatıcı hakikât nurunu yağdıran, hiçbir şarta
bağlanmaksızın dilediği kuluna hikmeti verendir.

Özellikle HİKMET, dilediği kulları için takdîr ettiği bir rızıktır.

"O" ALLAH Aliym ve Hakiym'dir.

Allah'ın salâtı beyaz cevher ve yeşil zebercedin üzerine olsun.

Öyle cevher ve zeberced ki, yerleri ve gökleri dolduran nûr ve onları
aydınlatan ışık Sahibidir.

Ve İmâm-ı Ezher, tevbe-i efhar sahibi, iksiri devlet ve Kibrit-i Ahmer
olan MUHAMMED BİN ABDULLAH’dır.

Öyle şahsiyet sahibi ki ma'sûm-ı pak ve seçilmiş Nebî'dir.
Öyle Nebîki, Kadîmin huzurunda Yüce Makamda daha kâinat icâd ve
hiçbir şey taksîm edilmeden, kendisine Hilâfet Sancağı verilendir.

Artık planlandırılan ve cisimlendirilen âlemde ızdırap ve ihsan sırr-ı ile
zahir oldu. Ve bu âlemde Yüce Rabbi ve Mucidiyle ecel-i merkumu
zamanına kadar hiç kimseyi dost edinmeksizin yaşadı. Sonra, bu tertib ve
cisimlerden oluşan âlem den Kerîm Mucidine döndü.
Ki, bu dönüşümünü Ma’bûdundan hiçbir şekilde ayrılmaksızın
gerçekleştirdi.

Ve "O" Nebî kendisinden sonra sırr ve anlayış ehlî olan şû'râ'yâ
İmamet Sancağını emânet olarak terk etti.
Artık İmamet Sancağını asil ve şerefyâb olanlar ve ilâhî yakınlığa
erenler nöbetleşerek alırlar.

Nöbeti bu surette devr alıp vermeleri, Kıyamet gününe kadar
sürecektir.

Öyle MUHAMMED bin Abdullah Sallallâhû Aleyhî ve Sellem ki
Nübüvvet ile Velayeti birleştiren seçkin ve merhametli babaya benzeyen
felekî türabiyi devranını hatmedendir.

Sallallâhû Aleyhi ve A’lâ Âlîhî Efdale Salâtın ve Selleme E'mmete
teslimin emmâ ba'du.

Ey Aklı selim sahibi ve güzel sıfat ve ahlakla süslenmiş Dostum!..

Ben MEVÂKİ-UN NUCÛM adlı Risalemi doğruları araştıran, engin
idrâk sahibi olanlar, ilimde zirveye ulaşanlar ve içeceğini aynî saf iyeden
içenler veya içeceğini kâfur ve tesnim ile karışık içenler için yazdım.

Bu Risalede bahs mevzu olan Yıldızlar idrâk sahibi olan araştırmacılar
içindir.

Uhlet ise, ilimler ve ahlâkların sırlarına vâkıf olup o ilim ve ahlâk
mucibince kendisine çeki düzen veren, Rabbânî terbiye ile yetişen
Hakîmler içindir.

Ve ben bu Risalede ahmak olanlar ile Hakkını ısrarla arayanlar
arasındaki münakaşalara cevâp vermekten de geri kalmıyorum.
Usul ve Furû'da muhalif olmayanlar hakkında necat ve hilmi elde
etmekle hükm ettim.

Muhalif olanlar ise, çizmiş oldukları hayat safhalarına neyi işlemişlerse
onunla, onlar hakkında hüküm ettim.

Yıldızlara mahsûs mertebelerden, her bir mevkî için mühürleyici ve
mühürlenen güzel tedbir alıcı yağmurlar vardır.

Her mevkî için, şerefli mefhûmlar ve mühürlü olması gerekli olan
yıldızların doğması kaçınılmaz bir gerçektir.. Her şeyin muayyen bir ömrü
vardır. Ben, bu risaleyi bunun idrâk edilmesi için yazdım.

Kuşların kafeslerinden (*) ayrılıp gitmeleri ve müşahede bahçesinde
dostlarına kavuşup dudak dudağa konuşmaları da bize ömrün sınırlı
olduğunu tasdik ediyor.

Rabbani keşf ve İlâhî müşâhadede vukuf sahibi olan; Âlim ve Ariflerin
huzuruna ulaştırmaya vesile olmasını temenni ederek yazdım.
Mutlak doğruların sahibi, her şeyin mucîd'i her şeyin yok edicisi, her
şeyde kudretiyle tasarruf eden, her şeye hakîm olup hiçbir şeyin "O'na
hâkim olamayacağı Zât ve müminlere şefkat ve merhametle muamele
eden Ezel ve Ebed Sultânın rızasını celb etmeye bu risalenin vesile olması
için telifine cü'ret gösterdim.

Not: Kuşdan maksat "Ruh", kafesten maksatda "beden'dir.

Bu risâle, güneş misli ışıklar yayar oldu. Seyr edilmesi doyumsuz
bahçeler gibi kendisini temâşâ edenlerin her birine ayrı ayrı hazlar takdim
eder.
Bu risalenin nurunun şulelerini ve çiçeklerinin güzelliklerini; ancak ana,
baba, yâr, yaran ve vatanını terk ve Hakkın rızâsını kullardan tecerrud edilmiş olarak taleb edenler elde edebilirler..

O halde, bütün kondurulmuş sınırları kaldırıp yakanlar, baharları uçsuz
bucaksız konaklara vâsıl olmak için binek edinenler, beden karalarının
avazını her şeyin en doruğuna ulaştıranlar, huzûr-u ilâhi ye vâsıl edecek
önder ve içeriye alması için kapı kulu arayanlar ve kendi kendisine hem
Resul hem de Mürsel olanlar için Rab'lerini bilmek talebi kalblerinde "O'nu
bilmeye davetçisi olmuştur" hükmü verilmekten başka söylenecek bir şey
kalmıyor.

İşte bu risale böyle olan kimseler içinde bir Rehberdir..
O kimselerden biri de temiz zâhid ve fazilet sahibi olan Ebu
Muhammed bin Abdullah bin Nadr Abdullah Habeşil Harranil Temîmî,
vakfa-ki tâlim esnasında ALLAH ona sıddıklâra has olan tevfîkîni versin
bana "Allah'a kalb-i selimle kavuşmanın manâsı nedir?" diye sordu..
ALLAH, bizlerin herbirine ulaşılması güç olan hikmet ilmiyle ihsanda
bulunsun.
AMİN

Biz Kitabın ana konusunu gelecek bölümden sonra yazacağız. Ancak,
bu gelecek kısımda bu kitabın yazılmasına sebeb olan yönlendiricileri izah
edeceğiz..
Sırat-ı Müstakime insanları ulaştırmak ancak "Hâdî" olan Allah'a
mahsûs'dur.
Öyle ise biz dâim Allah'tan bizi İslâm üzerine dosdoğru kılmasını
temenni ve niyaz ederiz.
AMİN
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

KİTABİN TELİF SEBEBİ

Vakta ki ALLAH Subhanehû bu kitabın vücûda çıkmasını diledi ve
kerem hazinelerinde ki bereketli halka dilediği kulun eliyle hediye vermeyi
irâde etti, kervanların Mürsiliyye'den Murebbiye'ye uzanıp gitmelerine
sebeb olacak hareketle kalbimi hareketlendirdi..

Artık ben de devenin palanlarına binip en temiz ve şerefli bir toplulukla
yola koyuldum.. Bu yolculuk 595 senesinde gerçekleşti.

Düşündüklerimi gerçekleştirmek için ne zaman ki Murebbiye'ye vardım,
yüce Ramazan ayı hilâliyle beni karşıladı. Ramazanı Şerîf'in çıkışına değin
orada Ramazan ayının geceleri benimle dostluk ederek musafahâ etti..

Böylece bana Ramazan-ı Şerîf'in bereketiyle orada herşeyi
kolaylaştıran Asâ-yı Musa misli bir asâ verildi.

Madem ki bu ay beni bu kadar bereket ve ihsanlarla karşıladı artık ben
de zikr ve istiğfarı en iyi arkadaş ve en güzel enis edinerek zikr ve istiğfar
etmeye başladım.

Allah'ın yüceltilmelerine İzin verdiği evlerde huşu ve havf ile herşeyle
alâkamı keserek Allah'a huşu ve havf ile ibâdet etmekle meşgul iken,Allah
Subhânehu, kalbime ilham elçisini kasd ettiğim telifi yapmamı teyid ettirici
olarak gönderdi. Artık Ramazan-ı Şerifin on üçüncü günü olmuştu..

Evet, bu ayın faziletini bilen Allah'ın sâlih kulları, o ayın gündüz ve
gecelerini Allah ve insan haklarına riâyet ederek kulluk vazifeleriyle meşgul olanlar Ramazan-ı Şerîf'in feyz ve bereketiyle büyük kazanç elde ederler.

Allah'ın bana lütfettiği ilhamın mislini takva sahibi olan Abdullah El
Habeşî'ye rüyada göstermesi yapmak istediğim telifi yazmam için ikinci bir
te'yîd olmuştur.. Zira, rüyası ilhamıma muvafık olmuştu. Öyle ise bu bir
tevâfuk-û ilâhidir.

Daha sonra, bu kitabda bahs edilecek hikmetler ilhâm-ı ilâhi eseri
olarak, gönlüme en güzel bir tarzda manzume olarak doğdu.
Başta belirttiğim gibi... "ALLAH" DİLEDİĞİ KULUN VASITASIYLA BU
KİTABI BİR HEDİYE OLARAK VÜCÛDA GETİRİR.

İşte bütün bu olan bitenlerin esnasında bu kitabın açığa çıkmasına
beni vasıta kıldığını idrâk ettim.

Bu hikmetlerin bekçisi olduğumun ve tayin edilen planda bana tasarruf
etme yetkisinin verildiğinin şuuruna vardım.

Ey Aziz!..
Allah'ın sonsuz lûtfuyla o kitabın ruhu kalbime döküldü ve irâdemin
semâsında Allah'ın yardımıyla nurlar saçan dolunay doğdu..

Böylece, akl-ı ruhi bu kitabın tasnifini kabullendi. Ayrıca onun te'lîf
edilmesine sebeb olan davet ediciler gitgide çoğalınca bu te'lîf in
yazılmasının terk edilmeyecek bir hakikât olduğunu gördüm ve kitabı te'lîf
ettim.

Rûh-u fikri, kitabın yüce keyfiyetini ve emsalsiz nazmının güzelliğini
tefekkür ederek kitabı üç mertebeye taksim ederek tertibledi. Bu tertibi en
salim üslûbu seçerek sülük etti.

Birinci Mertebe: İNAYET MERTEBE sidir. O da TEVFÎK'tir.
İkinci Mertebe: HİDÂYET MERTEBE'sidir. O da TAHKİK İLMİdir.
Üçüncü Mertebe: VELAYET MERTEBE'sidir. O da Sıddîklarm
Makamına ulaştırmaya vesile bulunan SALİH AMEL lerdir.

Güzel sözler ALLAH'ın katına yücelirler.

Bu üç Mertebeyi Dokuz Felekte cereyan ettirdim.

Öyle dokuz felek ki, merkezleri olan çekim alanlarıyla fezada dolaplar
gibi dönüp dururlar..

Bu (dokuz) feleklerden üçü; İSLÂMİ'dir. Birinci, dördüncü ve yedinci
felekler.

Bunlardan üçü de; İMÂNİ'dir. İkinci, beşinci ve sekizinci felekler.

Bunların diğer üçü de; İHSÂNİ'dir. Üçüncü, beşinci ve sekizinci
felekler.

İslâmî olan felekler, bîdayet yıldızlarının doğduğu yerlerdir.

Diğer feleklere gelince onlar ise nihayet ehlinin doğuşlarıdır., öyle ise
felekleri şöyle özetleyebiliriz..

İslâm'ı Felekler Cismâni'dir.
İmâni Felekler Nefsanî'dir.
İhsâni Felekler Ruhanî’dir.

İhsâni Feleklerin her birisinin sığındığı ve bağlandığı kalasını ihsâni
Feleklerin her birisinden sonra zikr ettim.
Her bir mertebenin birinci hilâlini her ayın son üç gününde ki hilâli
kıldım..

NOT: Yani her bir mertebenin bir başlangıcı ve sonu vardır. Burada Şeyh-ı Ekber mertebeleri Kâmer-i aylara benzetmiştir. Nasıl ki Kâmer-i ayların başlangıcı ve sonu Hilalin doğmasıyla belli oluyor. Bu mertebelerin de her birinin kendisine has birer alâmetleri vardır. Bu alâmetlerden biri o mertebenin başlangıcını ve diğer bir alâmet ise,sonunu gösterir. (Mütercim)

Yine her bir Mertebenin ikinci Hilâlim bütün afatlardan gözetilen Hilâli
yaptım. İşte bu iki makamdan dolayı, her bir mertebe için iki hilâli münasib gördüm.

Beşinci feleki sekiz nurla müşerreftendi.. Bu nurlar görsel ve gaybî
olarak diğer sekiz felekte yüzerler ve İslâm'ı mevki'nin üçüncü mertebesine devran ederler.

Daha sonra bu kitabı güzel bir fasılla bitirdim.. Bu Fasılda Yıldızların
yerlerinden ve delillerle tertipleyerek muğlak meseleleri izah edici sırr
ehlinin doğuş yerlerinden bahsettim.

Bu izahlarda şu yolu kasd ettim; nesir ve nazmen bu kitabda geçen
kokuları kemâli vuzuhla açıkladım ki benden başkasına bu kokularla
alâkalı ihtiyaçtan istiğna etsin.

Allah'ın lûtfu keremiyle aynen kasdettiğim uslûbla bu kitab vücûda geldi.

Ey Aziz!..
Ben bu kitabı ve diğer eserlerimi Mabud-u Zişâni'nin meleklere ilkâ
ettiği hikmetleri direkt kendisinden telakki ederek yazdım.
ALLAH'ın Rahmetine muhtaç kul dedi:
— Vakfa ki kitab ve fasıllarının tertiblenmesi bitti şereflendirmeme
vesile olan minbere çıkıp ehli tevfîk ve ilimler deryası zevata zeki ve
mübarek oğlum olan Bedreddin tanıtmaya yönelerek kalabalık bir topluluk
huzurunda şu dizeleri irticalen okudum..

Biz Vucûd-u Ebedin (kudretiyle zahir olan) sırr-ı ezeliyiz.
Biz, yükselmekle Makam-ı Kudsiye'ye eşit olduk. Bize bağışlananlar,
Bedr-i Habeşi'nin sır Narıdır.
Biz onu zeki reislere elçi gönderdik.
Yazdığım kitabla (öyle kitab ki okuyucusunu) içinde ki ilimlerle sahibul
hikmet zâtlara muhtaç bırakmaz.
Bu kitab, insanlara varlıklarının sebebi olan amellere kavuşmaya
rağbet ettirir. Ve en son ulaşabilecekleri ahlâkî makamlara onları
yönlendirir.
Halbuki Âlemde yüce ve düşük bütün varlıklarda Zât-i Esmalar tecelli
eder. İnsanlardan o isimlere imân edenleri o isimlerin hayatıyla hayatdar
olurlar. Ve o isimlerden i'râz edenler hiçbir şeyi elde etmeyen (hüsran ehli
olurlar),
MUHYİDDÎN İBN'ÜLARABÎ
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

KİTABIN FİHRİSTİ

Birinci Mertebe: İnayet Tevfîki hakkındadır.
Tevfîkin birinci mevki'nin unvanı Âlem-i Şehâdet'te tedbirci olan
İmâm'ın kalbine vâki olan inayet yıldızıdır, O kalbin her tarafını örerek
kapatır. Bu da İSLÂMÎ olan Feleklerin ilkidir.

Vifâki olan birinci Matla'ın unvanı Âlem-İ Ceberut ve Âlem-i Melekût'da
tedbirci olan İmâm'ın nefsiyle doğan ayın son üç gününde ki hilâl ki, o
kalbe ğâlabet eder.. Bu da İMÂNİ olan ikinci Felek'tir.
ilâhi olan birinci matla'ın unvanı Âlem-i Rahamût ve Rahabût
berzahinde mutasarrif olan Kutbun burcunun doğmasıyla gözetilen
Hilâl'dir. Hilâl hem vermeye hem de engellemeye sebebdir. Bu da, İHSÂNİ
olan feleklerin üçüncüsüdür.

İkinci Mertebe: Hidâyet Mertebesidir.
ilmi olan hidâyet yıldızıdır. Bu yıldız hidâyetin kabulüne sebebdir.
Bu da İSLÂMI olan feleklerin dördüncüsüdür.
Yani, Ayanı olan matla'ların ikincisinin ünvanı Âlem-i Ceberut ve
Melekût'ta müdebbir olan İmâmın zatiyle doğan ayın son üçüncü günün
hilâlidir. Bu Hilâl'de hidâyetin kabulüne sebebdir. Bu da İMÂNİ olan
feleklerin beşincisidir.
Bu hilâl kudsî sekiz nuru aydınlatır..' Onlar ise, Güneş, Hilâl,
Kamer, Bedir, Sabit Yıldız, Şimşek, Ateş ve Sırâc'dır.
İlâhı matlaların birincisinin Rahamût ve Ceberut berzahinde kutbun
ruhu ile doğarak yükselen hilâldir. Bu Hilâl Hidâyet ve sapkınlığa sebebtir.
Bu da İHSÂN'ın Feleklerinden altıncısıdır. Hemen ardından ünsiyet ettiği
karasını zikr edeceğiz..

Üçüncü Mertebe: Velayet İlminin Mertebesi'ün.
ilmi olan mevkilerin üçüncüsünün unvanı; Âlem-i Şehâdette müdebbir
olan İmâmın kalbiye vaki olan velayet yıldızıdır. Bu yıldız, nehyin
yapılmasına sebebdir. Bu da İSLÂMİ olan feleklerin yedincisidir.
Bu Mevkide; aynı zamanda İmân-ı hilâl'ın matlalarından olan Beşinci
Felekteki sekiz nûr'un felekleri de vardır. Bunlarda sırasıyla; İşitme Feleği,
Görme Feleği, Lisân Feleği, El Feleği, Karın Feleği, Fere (Tenasuf)
Feleği, Ayak Feleği ve Kalb Feleğidir.

Ahlâkî olan matla'ların ikincisinin unvanı Melekût ve Ceberut ilminde müdebbir olan imâmın nefsiyle doğan ayın son üç gününün hilâl'ıdır. Bu
hilâl'da nehy sebebdir. Bu da İMÂNİ olan feleklerin sekizincisidir.
İlâhi olan matla'ların üçüncüsünün unvan Rahamût ve Rahabût
berzahında Kutbun burcuyla doğan, gözetilen Hilâl'dir. Bu hilâl, zengin ve
fakirliğe sebebdir. Bu da İHSÂNİ olan feleklerin yedincisidir. Hemen
onun peşinde unsiyet ettiği kalasının zikri gelecektir. Ve bütün bu
sözlerden sonra da kitabın son faslının zikri gelecektir.

ALLAH'ın Rahmetine muhtaç olan kul dedi ki;
— İnşâAllâh yazdığımız bu tertib ve taksîm aynı zaman da kitabın
fihristi olur.
Varlıkları icâd eden Mucîd-i Ezeli ve Ebediden bize güç vermesini
ve yardım etmesini diliyorum..
Lâ havle velâ kuvvete illâ bil'lahil aliyyi'l-azîm ve hasbûnallahû fil
külli mevtinin ve ni'mel vekîl.

BİRİNCİ MERTEBE
Birinci Mertebe, inâyet-i ilâhiye vesile kılınan tevfîk-i İlâhî
hakkındadır.
İslâm-i Feleklerden ilki kutbun kalbinden doğan İnayet Yıldızıdır.
İslâm ve imânın ilk kelimesi LÂlLÂHEİLLÂLLAHdır.

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİYM
Ve Sallallahû a'lâ Seyyidenâ Muhammedîn ve Âtihî ve Sahbîhi ve
Selleme teslîman kesîran.

Ey Bedr Munâdi'nin çağrısına süratle yönel ki kendini kötülüklerden
koruyasın.

Seni Hak'ka, ulaştıran ni'metlerden ötürü nankörlerin yapamadığı şükr
vazifesini ifâ et.

Sana gelen Hak'kın nûr'undan (hikmeti) al. (Bundan sonra) boş
fısıltılara meyi etme.
Her kim ki kazâ-i ilâhi kendisini rızâ-ı ilâhi'den geri bırakmışsa o
murekkeble yazı yazmayı terk etsin.

(Madem öyle) öyle ise İlâhi Sıfatlarla ahlakını güzelleştirmeye çalış ve
(sebeblere güvenmeyi kalben terk ederek) bütün nesnelerde (tecelli
eden) Allah'ın Sıfatlarına nazır ol.

Dâ'vet-i ilâhiyeye muhatap olduğun vakit de kulaklarını (O'nun
dışındaki çağrılardan) muhafaza et.

Sen ilâhi dâ'vaya çağrıcı olduğun zaman sözlerinde samimi ol.

Cevvad ve Vâhibin ikrâmlarıyla hâz almak diliyorsan, Mevlâ'nın rızâsı
için fakr elbisesini kendine giysi edin.

Ve, Mevlâ'nın huzuruna fakîr (zelîl) olarak çıktığında "Ey Padişâh'ım
(senden başkasına olan) güvenimi kalbimden kaldır.

Ve, "Visal şarâbını bana kana kana içir, öyle şarâb ki devamlı
suda uzak kalanlar şekva ederler ondan.." de.
(Öyle uzak kimseler ki) ay çiçeğinden başka yiyecek görmediklerinden
ötürü uzun bir müddet azıksız olarak şaşkın kalmışlar..
Tâ ki çok kınayanlar acı ve ızdıraplarla ölünceye ve düşmanlık ateşi
sönünceye değin.. Sen onlara Rahmet azığı olmaya devam et.
insanlar dalâlet ehli olup da inayeti ilâhi ile: hidâyete geldikten sonra,
mürşid olmalarına şaşırırlar.
Ölü olup da dirilenler hiç şüphesiz yok olmaktan uzaklaşırlar.

Musa'dan başkası Tür dağının eteklerinde ki Eymen vadisinde nâleyn'i
(ayakkabılarını) çıkarmadı. Evet, (ayakkabısı) nâleyn'i çıkartılan
kimsenin sözleri doğruluk rütbesine ulaşır.
Eğer sen Haşemi'nin vârisi isen, o verasetle doğruluk yolundan git. Ve,
papuçlarını giyin.. Zira, papuçlarını giyinmeyen kimse çukurlu bozuk
yollarda kalır.

Ve papuçlarını giyin.. Zira, çukurlu yerlerde papucunu giyinmeyen
kimse nasıl yolculuk edebilir.. (1)
Dikilmiş elbise ile dikilmemiş kumaş acaba eşit olabilir mi..???
Hak'kın Kudret eserlerini bu âlemde müşahede edemeyen kimse
heiâktadır.

Kalb de vâki olan kudsî bineklerde (ilhamlarda) (nefs ve şeytan'ın)
hilelerini gördüğün anda, o hileleri İlhâm-i Rahmâni'den temyiz et.
İlhamların ilk gelişin de sırr'ın sırrlarla gizlice konuştuğu anlarda (ilham
eseri olan) ilimleri tertible,(1) Bütün bu anlatılan şeyler, nefs muhasebesinde kullanılan üsluplardır.

"Papuç'tan" maksâd, ilim olması gerekir.. Zira halkın içine girdiğin zaman bilgi silâhını
kuşanmak gerekir.. Tâ ki insanlara doğruyu yanlışlardan ayırd etmeye sebeb olsun..

Allah'ın huzurunda ise, Hazreti Musa gibi papuçlarını çıkarması gerekir. Zira, O huzurda bilginin fâideden ziyâde zararı olur. (Mütercim)

Ve heran gelmek ve gitmek özelliği bulunan her sırrın vehminde ilimleri
gözet. (1)

Ve kâlb'e gelen ilhamları sekr hâlinde iken meclisinde bulunanlar ve
bulunmayanlara hemen dağıtma!. (2)

Eğer sekir hâlinden intibah ederek dönüşün sana bağışlanırsa, hazır
ve gâib olanlar arasında ayrım yap.

Küheylan ile vahşi eşeklerin birlikte olduğu zamanda develere
binmekten sakın. Yani, sür'âtle gelip giden bir takım ilhamlar ile ısrarla
tekrar tekrar aynı gelen ilhamların ikisini bırakıp nefsin hoşlanacağı,
kıymettar surette gelen Şeytan'ın hilelerine binmekten sakın.
(1) Kalb'e vâkî olan her vehm ve ilham da bir çok hikmetlere anahtar olabilecek sırlar vardır.. Sakın hal. Kâlb'e gelen bu tür ilhamları boş ve abes şeylerdir diye kulak ardı etme!. Şunu bilmek gerekir ilimler yâ bilinenleri tertibleyip o tertiple bilinmeyenleri açığa çıkarmakla elde edilebilir. Veya direk ilhamlarla gelir. Sofiler ikinci şıkkı tercih etmişlerdir.
Yalnız ilhamları İslâm ölçüleriyle ölçmek şarttır.

(2) Mü'min, yapacağı işlerde teenni ile hareket etmek zorundadır. Teenni ise,
yapacağı işin Allah'ın emirlerine uyup uymamasını ölçmeye sebeb olur.

Zira mü'min irâde ettiği işi yapmak için sür'âtle Kur'ân'a ve Rasûlullah Efendimizin Sünnetlerine başvurur ve onun izni dairesinde yapacağı veya yapmayacağı işe teşebbüs eder. Konuşmakta bu durumdadır... Öyleyse kâlb'e gelen ilhamları konuşmadan önce Kitâb ve Sünnet ve icmâ-i
Ümmette müracaat etmek zaruridir. Mütercim.

Seni, o yarışın yükseklikleri, hedefine ulaşmandan alıkoymasın. Ve, o
yarışı güçlükle elde edebilen mühimmatını kazanmaya sabırla çalışarak
elde et. Ve (Omühimmatlara ulaşmak için) baş gözünü, gönül gözüne
bağlayarak sana hikmetleri bağışlayan Zât'ın kereminde tefekkür et.
Ve o hikmetlerin kabul görülmesindeki hükmü de, O Zât'a nisbet et ki,
dayanağı olan kimse olasın. Yani, olan biteni kendine nisbet etme.

Bu makamla alâkalı açıkladıklarım hususunda, başkalarının sözleri,
seni aldatmasın. Zira Hak, karmakarışık duruma giren kalbe nida etmiş.
Yani, hakikâte ermek; Tevhîd-i Kıble etmek lüzûmiyetiyle gerçekleşir.
Tevhid-i Kıble ise, itimâd edilen zatlardan birisinin sözleriyle amel
etmek suretiyle oluşur. Amma bir ondan, bir bundan seyr-u suluk
hususunda ihtilâfı gerektirecek tarzda Hakk'ın nidasını anlamaya engeller
oluşur. Ve bu makam derûnidir. Nasıl ki, küheylanın olmadığı yerde hiç
kimse o asil atı, emsali bulunmadığından dolayı tanıyamaz...
Öyle ise şiddetli rüzgârların getirdiği ilim ve hâlle Hak'la ol. erken
Hak'kın sıfatlarıyla vasıflan. Amma, Hak'kın zatiyle Hak'la olmaya
kalkışma!..

Zira, varlığını Hakk'ın varlığına mukayese etmek bizzat mûhâl bir
kıyaslamadır.

"O"nun Zât'ını bilmek arzu ve sevgisini taşıma. Zira, muhiblerin
kalblerinin susuzluğu şiddetlidir.

Hasret gerektirecek bir şeye aşık olan kimseye kalbin harareti dâima o
şeyden şikâyetçi olur.

Muhabbet ettiğin Zât'a ayrılık gözüyle bakarsan, kulluk hikmetini
bilirsin.
Ve hazm etmenin, tembellik, sulhun ve celladın hikmetini de bilirsin.

Âlemde ki zıtlık hikmetini, sayıları az olan hikmet sahiblerinden başkası
göremez.

Şüphenin büyük düz kayalarını ağaçla vurana bak!. Ve, böyle yapan
genç adam diyet alandır.
O genci müşkülen çözümleyen dost edinirsen, ateşlemekte kendine
onu tetik gibi bulursun..

Su, rûh için ilim azığıdır.. Cisim, ateş için azık gibidir..
Su dünya yurdundan gelip geçerse, âhıretin için onu bulamazsın.

Velevki onun ateşi yatakta ölen kimsenin sertleşmesi gibi, geceye
değin devam etmede.

Sen hür irâde sahibi isen, ben sana öyle sırlar açıkladım ki, o sırlarla
tetiği ateşleye bilirsin. Her kim ki Hak'kı ilmi zevk ile bilirse onda tuğyanla
hidâyet birleşmez.

Öyle ise habîb-i keşf cihetiyle kendisine gelen kimse, uyku lezzetinin
ne olduğunu bilemez.

Allah Rasûlü Aleyhisselâm gibi. Zira, o Rasûl'ün kalbinde uyku denen
şey mevcûd değildi.

Şayet ekin tarlada olgunlaşırsa, insanlar o ekinin hasadıyla meşgul
olurlar..

Veyahud düşman orduları bir kal'aya girse o ahali cihada süratle
başlar..

Allah için söyle ey halilim!. Hiç halis ipekten yapılan döşek ceviz
ağacına benzer mi?

Hayır! Aynen öylede kendisine yönelmemiz emredilen Zât'ın katında
iyilikler kötülükler gibi değildir.

Senası yüce ve esmaları mukaddes Rabbimiz şöyle buyurdu:
«Benim muvaffakatiyyetim ancak Allah'ın yardtmıyladır.»
(Hûd Sûresi, Âyet: 88)
Allah Subhanehû bu âyette kula verdiği tevfîk-i, Zât'ının esma, sıfat ve
fiilleriyle bağlantısı olan İsm-i Azam "ALLAH" lafza-ı celâline nisbet etti..

Niye?.
Zira, Lafzâ-ı Celâl taalluk içindir, tehalluk için değildir. Yani, lâfza-ı celâl
kul baz alarak belirli bir ahlâk elde edemez. Fakat Esmâ-ı Hüsna'nın her
birisinde işaret edilen ahlâkla kul ahlâklanabilir.

Bu said yıldızın hilalinde İnşaallahû Teâla tevfîk'in lâfza-ı celâle
isnadındaki güzel hikmetlere işaret edeceğiz.
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

BİRİNCİ FELEK

Ey necib ve hür oğlum!..

ALLAH sana muvaffakiyet versin. Şimdi, Tevffki sana izah
edeceğim..

Tevffk; ebedi sa'detin anahtarı, Nebî-ı Zişânin yolunda sülûka kulu
vâsıl edici ve ilâhî ahlâkla ahlâklanmasına rehberdir.
Tevfîk-i ilâhi'ye nail olan kişi, büyük ganimeti eide etmiştir.
Tevfik-i ilâhiden mahrum kalan kimse de hayrın tamamını yitirmiştir.

Ey Azîz!..
Tevfîk; kulun çalışarak elde edeceği bir şey değildir.
TevfTk, Allah'ın kendi huzuruna seçtiği hâs kullarının kalblerine
ilkâ ettiği bir nûr-u ilâhidir.

Kulun kurtuluşu ancak Tevfîk-i İlâhî ile gerçekleşir. Kul yüce
derece ve mertebelere de ancak Allah'ın yardımıyla ulaşabilir.

Tevfîk hibe edilen bir sırr ve kulun kalbinede kondurulmuş bir nurdur.

Kulun İrâdesi tevfîk'in özelliklerini ve hakikâtlarını bilmesi itibariyle, tevfîkle vasıflanması ve tevfîkin kulda peyda olmasında Allah'ın İrâdesinin
bağlantısı vardır. Böylece de, kul için bu irâde hâsıl olur ve o irâdeyi kendi
kesbi olduğunu tahayyül eder.

Halbuki kulun tevfîkle vasıflanmasında ki gerçek sebeb; Allah
Subhânehû'nun iradesidir. Fakat kul, kendisini tevfîkin talebine sevk
eden irâdesinin, İlâhi Tevfîkin eseri olduğunu bilemedi.

Evet!., ilâhi Tevfîk olmamış olsaydı kulun irâdesi gerçekleşemezdi.
Zira, kulun tevfîki irâde etmeside İlâhi Tevfîkdendir. Ancak insanların çoğu
bunu bilincinde değildir.

Şimdi tevfîki anlattığımız tarzda isbât ettiğimizde, insanlar, ancak
Hakîm, bağışlar yapan ve kula muaffakiyeti veren Zöt'tan tevfîk'in kemâlini taleb edebilirler.

Tevfîk'in kemâli ne mânâya geidiğini şöyle izah edebiliriz: Kulun
bütün fiil ve hâllerinde tevfîki ilâhinin kula arkadaşlık etmesidir.

Kulun hâlleri şöyle taksîm edilmiştir.
1- İtikâd,
2- Kalb’e gelen ilhâmlar,
3- Akıl ve kalbinde doğan nûrlar,
4- Müşahedeler,
6- Mükâşafeler,
7- Zahiri ve batini bütün fiiller.

Netice-i Kelâm:
Kul, bütün hâllerinde İlâhi Tevfîk'in kendisine devamlı surette
arkadaş olmasını taleb etmesi, tevfîkin kemâl mânâsıdır.
Öyle ise, kul zâten kendisine verilen muvaffakiyetin artmasını tâleb
eder. Yoksa tevfîk bölünmeyi kabul eden bir şey değildir. Zira, tevfîk
insanla kâim olan mânâlardan bir mânâdır. Mânâ ise bölünmeyi kabul
etmez. Tevfîke nisbet edilen noksanlık ise, Tevfîk-i İlâhinin kulun her hangi
bir fiilinde kul ile kâim olması ve diğer bir fiilinde kul ile kâim olmaması
itibariyledir.

Tevfîk-i İlâhinin kulun bütün fiillerine olan beraberliği de aynı
anlattığımız gibidir.

Artık bu izahlarımızda kulun tevfîki Allah'tan istemesinin hikmeti
de zahir oldu.

İlerde şunu da izah edeceğiz:
— Kul Allah'tan tevfîki istediği vakitte kulda Tevfîk-i İlâhin yoktu
denilemez. Zira kulun isteme fiilinde yine ilâhi muvaffakiyet vardır.

Tevfîk lâfzı Arap dilinde muvafakat babından Tefti babına intikâl etmek
suretiyle türetilmiştir. Tevfîk de kulda sudur eden fiillerin peyda olması
esnasında zâten kulda kâim bir mânâdır. Dolayısıyla kulla kâim bulunan o

Tevfîk-i İlâhi kulu, kuldan sudur edecek fiili hakkındaki islâm
ölçülerine muhalefet etmesinden engeller. Fakat bu engellemesi sadece
kendisinde sudur edecek olan fiilde gerçekleşir. Diğer fiilleriyle alâkası
olmayabilir. Öyle ise hükmü böyle olan her mânâya tevfîk ismi verilir.

Ey Oğulcuğum!..
Günahkarı kendisi için meşru olan her hangi bir ameli yapmaya
muvafık olursa o günahkar olmaz.
Fakat meşru haklarından herhangi birisine muvafakati
gerçekleşmezse, o zaman İslâm'a muhalefet etmiş olur. Zira kaidedir bir
mahal şeyden veya onun zıtından boş kalmaz. Tabiatın boşluğu kabul etmediği gibi. Kulda yapacağı fiilinin mahalidir. Dolayısıyla ya o fiil
İslâm'a muvafak veya muhalif olması zaruridir.

Bazen bir zamanda, kulun yaptığı bir fiilinde, tevfîk kendisiyle kâim
olduğu gibi, aynı o anda diğer bir fiilinde kendisiyle kâim olmayabilir. Buna
misâl: Gasb edilen bir evde namazı edâ eden musallidir. Zira o salâtı edâ
etme fiiliyle tevfîk kendisiyle kâim olmuştur. Fakat aynı anda salâtı
kendisinde edâ ettiği yeri gasb etmesinden ötürü tevfîk kendisiyle kâim
değildir. Öyle ise aynı anda kulda hem tevfîk hem de hizlan kâim
olabilir.

Hizlan ise; Allah'ın razı olmadığı bir fiili kulun talebi üzere Allah'ın
kulda muvaffakiyet vermesine denir.

İşte bu anlattığımız sebebden dolayı kul, Mevtasından tevfîk'in
kemâlini ister.. Böylece de kul, İlâhi Tevfîk'in kendisine bütün
hâllerinde arkadaşlığını istemiş olur. Tâki kul, hiçbir fiilinde şeriat
ölçülerine muhalefet etmesin.

Açıkladığımız tarz üzere kulla kâim olan Tevfîk-i İlâhi tam ve kâmil
olursa, artık o tevfîk; Hıfz-ı İlâhi ve ismet diye ta'bir edilir. Yani, böyle
olan kul, ALLAH'ın koruması altında olur.

Allah Tealâ vakitlerin aleyhimizde geçip gitmesinden ve gafletin
neticelerinden cümlemizi muhafaza etsin.
ALLAH, hayırlarla cömertlik yapan Cevâd-ı Mutlakdır.

Ey Oğulcuğum!..
Tevfîk: Kul yaratılmadan önce, Allah'ın katında kul için olan
inâyet-i ilâhi'dir.
Tevfîk: Allah kulu icâd ve hitâb ettiği esnada kulun üzerine olan
en yüce ihsanıdır.
Tevfîk'in İlâhi bir inayet ve ihsan olduğuna, Allah'ın şu buyruğu delâlet
etmektedir.

«İmân edenlere Rab'leri indinde kendileri için muhakkak bir
kadem-i sıdk olduğunu müjdele.»
(Yunus sûresi, âyet: 2)

İmân edenler daha yaratılmadan önce kendileri için bu kadem İlmi
İlâhide gerçekleşmiştir. Bu kadem de Allah'ın kendi Zâtına yazdığı
Rahmeti İlâhidir.

Vakta ki Allah Tealâ, Kerem sıfatıyla Ayân-ı Sabiteleri icâd etti ve
onların varlığını açığa çıkardı, lûtfuyla onların ihtiyaçlarını üstlendi.
Artık, Allah Azze ve Celle onları tevfîk'in hakikâtlarıyla donattı ve
onlara, O'na ulaştırıcı yolları açıkladı.

Enbiyâ'ya melekler, Evliyaya da Enbiyâ'lar ve meleklere de yaratılışları
vasıtasıyla açıkladığı gibi.. Böylece onlar güneşe giden aydınlık yolu üzere
hidâyeti kabullendiler. Ve Mi'raca vesile olan yükseliş kanatlarına binerek
uruc ettiler. Artık Tevfîk, bütün hâllerinde onları yalnız bırakmayan sadık
bir arkadaş olmuştur. Tevfîk onları Allah'a yaklaştıran amellere yön
vermekten de geri kalmadı.

Allah'ın rızasına vesile olacak ameller; kalbî, nefsi ve duyu
organlarına mütevecih muamelattan ibarettir.
Tevfîk-i İlâhi onları himmetlerinin fevkine varıncaya değin
yönlendirdi..

Tevfîk-i İlâhi onları hazreti Cud ve Kerem Makamına indirdi.
Onlar o ni'metler deryasında ve Cennet nimetleri içinde gark
oldular. Ve Tevfîk-i İlâhi onları istivaya benzer bir makama çıkardı.. O
makamda Allah'ın onlara, vermeyi takdir kıldığı nimetleri bağışladı.
Bütün bu olan bitenlerin esnasında, Hak'kın onların işlerini
üstlendiğini bildiler. Halbuki daha "İNSAN" namıyla yâd edilen bir şey
değildiler..

Sonra, onlar için duâ etme mahallinde Allah'a sözlü yakınlıkları, o
işlerden uzak olduklarını gösterdi. Zira, Allah'ın ihsan ettiği bunca
cesim ve lâtif nimetlere karşı şükür etmeyi irâde ettiler. Halbuki Şâkir
meşkûr ve Zâkir mezkûr idi. Dolayısıyla bu hakikât onları, irâde
ettikleri sözlü Şükür'den engelledi.. Artık kul, bütün gücünü sarf
etmesine rağmen, Allah'a hamd ve sena etmekten aciz oldu. Ve, bu
hâlin senanın fevkinde olduğunu gördüklerinden, şaşkınlık ve hayret
makamında durakladılar... Sonra, insanlar kendilerinden açığa çıkan

Allah'ı övmeleri sena etmeleri, ancak Allah'ın kendi fiiliyle Zâtını sena
etmesi olduğunu bildiler.

İnsanların böyle idrâk etmelerinin lüzûmiyetini yazacağımız âyet
delâlet etmektedir.

«Zaten size az bir ilimden başkası verilmemiştir.» (İsrâ Suresi,
Âyet: 84)

Öyle ise, az bir ilim de Allah'ın inâyetiyle bize bağışladığı bir terazidir.
Çok ilme ulaşmamız ise bizim için mümkün değildir. Öyle ise ilimde çokluk
iddia edebileceğimiz şeylerden değildir.

Muhakkik şeyh, herşeyi inceleyip yontandır. Fakat o, yaptığı işlerde
samimidir.

İddia sahibi ise, o da herşeyi inceleyip yontar.. Fakat o, yaptığı
işlerde samimi değildir. Bu makamda Allah Rasûlü Aleyhisselâtu
vesselam şöyle buyurdu;

«Senin med ve senanı sayamam, sen kendini övdüğün gibisin.»
(Ebû Davud ve Tirmizi)

Ve Sıddık-ı Ekber'de - Allah ondan razı olsun- bu makamda şöyle
buyurdu;
— "Allah'ı idrâk, idrâk edilemeyeceğini idrâk etmektir."

Yaratıcısını idrâk etmeyi kasd edene şöyle söyle!..
— "Allah'ı idrâk, idrâk edilemeyeceğini idrâk etmektir. Kim Allah'a
hayretle kulluk ederek yaklaşırsa, işte o nihayet Rahmanı idrâk edendir.

Gerçekten Allah'ı idrâk etmemek nusuk semâsında cevelan eden feleklerin
doğuş sebebi olan duha vaktindeki Güneş'tir.

Tevfîk'in başlangıcı, ortası ve gayesi vardır.

Ey Oğulcuğum!..
Tevfîk, her fazilete yönlendirici, temiz sıfatlara uiaştıncı ve gözleri
cilalayan, sırlan islah eden ve kalbe hulûsiyeti veren bütün güzel
ahlâklarıda celb edici olduğunu bil.

Tevfîk kalbde ki kilitleri açan, kalblerde ki şek ve şüpheleri gideren,
kalblerin varlık hikmetini bağışlayan ve azâmet-i İlâhiyeyi öğretendir.

Tevfîk, kulun istikâmeti taleb etmesine sevk eden, esas muharrik ve
kulu selâmet yoluna ulaştırıcıdır.
Tevfîkle vasıflanan her kul, hidâyete erip doğruluk üzere olur.
Tevfıkden mahrum kalan da rezil ve rusva olur..

ALLAH emirlerine muhalif olmaktan ALLAH a sığınırız.

Tevfîkin başlangıcı İslâmı, ortası imânı ve nihayeti ihsanı sana
verir.

Tevfîkin başlangıcı olan İslâm, kan ve malı korur.

Tevfîkin ortası olan imân, nefisleri sapıtma ve saptırma
zulmünden muhafaza eder.

Tevfîk'in sonu olan ihsan, ruhu Allah'tan başkasına bakmaktan
engellediği gibi rûh'a murakabe ve Allah'tan utanmayı bağışlar.

Öyle ise...
Nefis, Cennette şehvetlerini yerine getirmekle mutlu olur.
Göz, Rahmanı görmekle huzur bulur.
Ruh, nimetlerin hakikâtlarından lezzet alır.

Ey Oğulcuk!..

Tevfîkin ulaştırdıklarında tefekkür et!..
Öyle ise, bütün hâllerinde seni tevfîk'e davet eden, hiçbir iyilik yoktur ki
Allah sana vermesin. Artık sana düşen, onları geri çevirmemektir.
Tevfîkin mebdei, sana ilim ve ameli ihsan eder. Ortası, seni pis
hedeflerden temizler. Sonu, varlık ve ezelin sırrlarım verir.
Tevfîkin başlangıcı seni hislerinden, ortası nefsinden uzaklaştırır
ve sonu sana senin güneşinle cömertlikte bulunur.
Tevfîkin başlangıcı sana kerametleri ihsan eder.. Ortası, seni
sıfatlardan fâni kılar.. Sonu, seni Zâtla mutlu eder.
Tevfîkin başlangıcı sana Cennetle, ortası varlıkla ve sonu varlığın
fenasıyla şahidlikte bulunur.

ALLAH'tan başka umutlarımızı bağlayabileceğimiz bir varlık mevcûd değildir.

Menân ve bütün nimetleri bağışlayan ALLAH bütün noksan
sıfatlardan münezzehtir.

TEVFÎK İN KISIMLARI

Ey Oğulcuğum!..

ALLAH seni muvaffak kılsın.

Tevfîk. GENEL ve ÖZEL olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır..

1) GENEL TEVFÎK; bütün insanların kendisinde müşterek
oldukları tevfîkdir. Müslüman ve müslüman olmayanlar eşittir. Genel
tevfîkde iki kısma ayrılmaktadır.

a) Hikmete muvafak olan tevfîk. Bu tevfîk, hikmetle eşyanın
yaratılışında ki sırları bilmekle gerçekleşir,

b) Şahsın maksadına muvafık olan tevfîkdir.

Bu tevfîkde;
1) Maksada muvafık olan,
2) Hikmete muvafık olan, diye ikiye ayrılır.

1) Maksada muvafık olan tevfîki şöyle izah ederiz: Su bulunmayan
bir yerde hangi dinde olursa olsun bir kimsenin kuyu kazıp su çıkarması
oradan gelip geçen kimselerin maksadına o suyun çıkması muvafıkıdır,

2) Hikmete muvafık olan tevfîki de şöyle açıklayabiliriz: Nesnelerin
arasındaki mesafeyi ve onların asıllarını bildiği için nesneleri birbirinden
ayıran kimsenin tevfîkidir. Zira, bu tür bir çalışmaya her hak sahibine hakkını vermek denir.

Meselâ; eşyanın hikmetini bilen bir adam elekle su içmeye ve bardakla
un elemeye teşebbüs eden bir şahsı gördüğünde, derhal unu eleğe ve
suyu bardağa boşaltır.. Ve o şahsa da şöyle der;

"Bu elek un elemek ve bardak su için yapılmıştır."

Görüldüğü gibi nesnelerin hikmetini bilen şahıs, ilmi ve ameli olarak bütün nesnelerin yaratılış gayesine riayetederek muamele eder. İşte bu hikmet tevfîkidir.

2) ÖZEL TEVFÎK; seni zulumattan nura çıkaran ve bütün
mertebeleriyle ebedî saadete velev ateşe girsende seni ulaştıran
tevfîkdir.

Bu Özel tevfîkde; ÖZEL ve GENEL olmak üzere iki kısma ayrılır.

a) Özel Tevfik'in Genel kısmı: Allah'a, Rasûllere ve Allah'ın
katından gelenlere imân etmekten ibarettir.

b) Özel Tevfîk'in Özel kısmı: Meşru olan ilimlerle amel etmekten
ibarettir.

Şöyle de açıklayabiliriz...
1) Genel olan Özel Tevfîk ki sadece Farzların edasından ibarettir.

«Zümman ibnu Sa'lebe Allah Rasûlü Aleyhisselatu Vesselama;

- "Farz ibâdetler nelerdir?" diye sorduğunda Allah Rasûlü
Aleyhisselâtu Vesselam da ona cevap verdikten sonra Zümmam;

- "Saydıklarının dışında üzerine başka Farzlar var mıdır?" diye
sordu. Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam;

- "Hayır yoktur. Yalnız dilersen nafilelerle meşgul olursun."
buyurunca Zümmame;

-Allah'a yemin ederim üzerime farz olanlardan ne noksanlık ve ne
de fazlalık yaparım.." dedi. Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam o
gittikten sonra;

- "Söylediklerinde sadık olursa kurtuluşa erdi." buyurdu.»
İşte bu Hadis'te Özel Tevfîk'in Genel bölümünü böylece ğrenmiş
bulunmaktayız.

2) Özel Tevfîk'in Özel bölümüne gelince, o da kalbi tasfiyeye,
marifete, boş şeylerden arınmaya, riyâzat ve mücâhedeye seni
ulaştırandır.

Bu kısımda a) Genel ve b) Özel olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

Bu kısmın;

a) Genel tevfîki; senin için bütün ulvi ahlâkları ve Rabbani sıfatları meyve verendir.

b) Özel tevfîki ise, tahkik etmek mânâsını ve ahlâk
sırlarını senin için meyve verir.

Tahkik etmek mânâsı ve ahlâk sırları da;

1) Özel ve 2) Genel olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

1) Genel kısmı, sana ahlâklanacağın hususları ve o ahlâkların
sırlarını ihsan eder.

2) Özel kısmı da, seni muhtaç olmak mülâhazasından musteğni
kılar.

Öyleyse, kulun zahiri ve kalbi bütün hareketlerinde ve durgunluklarında kula arkadaşlık eden tevfîk, ilmiyle âmil ve veresatu enbiyâ olan Ariflerin tevfîkidir.

Hareket ve durgunluğun bazısında kulla arkadaşlık eden tevfîkde o
ba'za nisbet edilir ve özellikle o kula varlık mertebelerinden verdiği şeye
muzafdır. İşte bu da, sadece Arif, Zahid, Abid ve bunlardan başka suluk ve makamat erbabından olanların tevfîkidir.

Tevfîkin peyda olması da muhakkikin ulema katında, iki kısma
ayrılmaktadır.

1) Allah'ın vasıtalı sende var ettiği tevfîk,
2) Allah'ın vasıtasız olarak sende icâd ettiği Tevfîk.

Bunları da şöyle açıklarız:
Vasıtalı sende icâd edilen tevfîk; ana ve babanın telkin ettikleri İslâm
Dinini kabul etmen gibidir. Zira, her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Anne
ve babası onu ya Yahudi ya Mecûsi ya da Hıristiyan yaparlar.
Bu anlattıklarımız Allah Rasûlü’nden rivayet edilen bir Hadis'in
mefhumudur.

Veya hiç ummadığın bir anda yoluna, seni çirkin ameller işlemekten
engelleyen nasihâtlarda bulunan bir şahsın çıkması gibi, Yapılan
nasihâttan ötürü sen gaflet uykusundan uyanırsan, Allah Subhânehû,
senin kalbine tevfîk nurunu ilkâ eder... O şahsın vasıtasıyla gönlüne İlkâ
edilen tevfîk nuru, seni nefsin hilelerinden kurtulmaya ve sai'dler
zümresine girmeye sevk eden ilâhi bir rehber olur.

2) Vasıtasız olarak sende hâsıl olan ilâhi tevffk'e gelince; o da
kimsenin yardımı olmaksızın Allah'ın senin ayıblannı görme duygusunu
sana bahş etmesidir, öyle duygu ki işlemiş olduğun çirkin amellerinden
ötürü nefsin ve hâlin sana buğz ettiğini idrâk edersin...

Bu duygun güçlendikçe kurtuluş yoluna ve senin için ezeli olarak takdir
edilen güzel amellere seni süratle sevk eden ilâhi bir rehber olur.
Özel Tevfîk'in makamlarının ilki hiç şüphesiz Allah'ın sana tahsil
etmeni emrettiği şer'i ilimlerle iştigâl etmendir.

Özel tevfîk'in seninle arkadaşlık etmesi yönüyle son makamı da, şayet
özel tevfîk'in bütün makamları tamamlanırsa, aklı hiçbir şeyin kendisiyle
oluşması mümkün olmayan Tevhîd-i Zât sende kendi Tevhîdiyle hâsıl
olmasıdır.

Velev ki bazı huzûr-u vücûdiye ve kerem-i lûtûfiye sende noksan olsa
da bu durum değişmez.

Netice-i Kelâm; cehaletle birlikte ne hayat ne de makam söz
konusu olmaz.. Yani, şer-i ilimlerden cahil olan bir şahsın ne hayatının ne
de makamının hiçbir kıymeti harbisi yoktur.

BÖLÜM:
Bu bölüm, zahiri ahkamlarla bağlantısı olan muamelelerde tevfîkin
hâsıl olacak neticeleri ile alâkalıdır.
İnsanlar bu neticelerin hâsıl olması itibariyle iki kısma ayrılır.

1) Kendilerine tam neticelerin hasıl olduğu kimseler ki "Zamanın
Sahibi" diye işaret edilen Kutub'lardır.

2) Kutubların dışındakilerdir ki, Alîm ve Hakîmin onlar için ezelî
ilmînde neyi takdir etmişse, onların ona ulaşmasıdır.

Ey Oğulcuğum!..
Eğer tevfîkin sıhhatli olursa, - ki sıhhatli oluşu da ancak şer'i ilimleri tahsil etmekle gerçekleşir...

Artık tevfîk, sana inâbeyi, inâbe de tevbeyi, tevbe de hüzünü,
hüzün de havf'u, havf'da insanlardan uzaklaşmayı, insanlardan
uzaklaşmada, halveti, halvette tefekkürü, tefekkür de huzuru, huzurda
murakabeyi, murakabe de haya etmeyi, haya etmede edebi, edeb de
İslâm'ın hükümlerine riâyet etmeyi, Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet
etmekte yakınlığı, yakınlıkta visali, visâlda ünsü, üns de nazlanmayı,
nazlanmakta istemeyi ve istemekte Allah icabet etmesini netice verir.
İşte bütün bu makamlara bir kısım Tasavvuf Ehlî MARİFET ve
diğer kısmı da İLİM diye isimlendirmiştir.

istemek -duâ etmek- kendi açısından çok çeşitli olduğundan kişinin
bulunduğu durumda kesin bildiği makama bakar. Bu da kendi hâlini
müşâhade etme makamıdır.

Kimi bir resmi, kimi bir alâmeti, kimi hayret ve şaşkınlığı ve kimi de acziyeti duâ etme makamında kendisinde müşahede eder. Herkes kendi
durumuna uygun olan meşrebini bilir.

Bütün bu makamlar ise ancak RESMİ ve ZEVKÎ ilimleri tahsil
etmekle gerçekleşir.

RESMİ ilimleri iki bölümde ele alabiliriz.
1) Akaid bilgilerine bağlantısı olan Aklî ilimler.
2) Mükellef olduğun amellerin İslâm da ki hükümlerini bilmekle
alâkalı olan Şer'i ilimler.

Bu ilimlerden ihtiyacı miktarı öğrenmek zaruridir. Zaten ilim
mertebesinde ilerde bu ilimlerden ne kadarını öğrenmek gerekir
İnşaallahu Teâia açıklayacağız.

ZEVKÎ ilim’den maksat ise, şer'i ilimlerle amel etme neticeleri olan
sırrlardır. Bu da Allah'ın senin kalbine ilkâ ettiği ilâhi bir nurdur. Sen,
bu nûr vasıtasıyla mevcûd mânâların hakikâtlarına, Hakk'ın
kullarında gizlediği sırrlara ve nesnelerde ki yaratılış hikmetlerine
vakıf olursun. Bu ilme; "İLM-İ HÂL" derler. Zira kul, Esmâ-ı İlâhiden
herhangi birisiyle ahlâklanırsa kendi halini o Esma ile müşahede
eder.

Kişinin hâlinin delilleri ya onun hâlinin doğruluğuna veya
yanlışlığına şâhidlik yapar.

Ey Oğulcuğum!..
Taleb edlien saadeti ebediye veya başka bir şey için kendisiyle tevfîkin
kâim olduğu şahsın delileri ya onun da'va ettiğini tasdik veya tekzib eder.
Hâlinin delilleri iki kısma ayrılmaktadır.

1- Bir şeyi iddia eden şahısla kâim olan deliller.
2- Başkasıyla kâim olan deliller. Yalnız başkasının hâli, iddia edicinin
iddia ettiği şeyleri bir fiil icraat etmekle vasıflı olması şarttır. Bu husûsda
üçüncü bir delil yoktur.

Birinci delil: Hâl sahibinin durumunu gösteren delile gelince, o da
korkuda yüzünün sararması, utandığında kızarması ve ilâhi
hükümlerde Allah'a karşı itirazları terk etmektir.
Mutlak surette kadere teslim ve kaza-ı ilâhiyeye razı olduğunu
iddia eden bir kimsenin kendisine isabet eden musibetlere karşı
sabırlı olması da o hâlinin delilidir.

İkinci delil, Başkasının haliyle kâim olan delildir. Öyle delil ki hâl
sahibinin bulunduğu durumu, hâl lisanıyla bildirmektedir.

Bu durum şöyle tasvir edilebilir. Kendisinden vücûd diliyle muayyen bir
şeyin ayrıldığını söyleyen şahsın hâli gibi.. Bu da iki çeşit olur.

1) Maharetiyle kendisinden ayrılan muayyen şeye ulaşması
mümkündür. Halbuki bu kimsenin daha önceki hâlinin müşahedesi onda
böyle bir maharetin olmadığını bildirmektedir.

2) Yahud o ayrılan muayyen şeyin, insan gücünün haricindedir. Artık
bu da tekrar ulaşması ancak bir lûtfû ilâhi gerekir.
Buraya kadar yaptığımız izahatlar kısaca hâllerin belirtilerini
bildirmek içindir. Zaten bu kitabtaki ana gayemiz, veciz bir tarz ile bu
risaleyi yazıp tebliğ etmektir. Yoksa sadece şöhret bulmak ve
mevzuları gereksiz uzatmalarla izah etmek değildir.

Her yönüyle mükemmel vecîz kelâmla maksat Allah'ın izniyle hâsıl
olur. Zira, bıkkınlığa sebebiyet ancak gereksizce kelâmı uzatmaktır.
Hakiki Mürşid ALLAH Tealâdır. Ondan başka Rab'ler yoktur.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

dibbace CANım,

ÇİLE ÇÖLÜnde kum fırtınasına tutulduk şükür ki fırtına durdu. Üzerimize yapışan kumları temizlemekteyiz.
Zorunlu olarak giremediğim süreçlerde nete, CAN DOSTum HATİCEMden miras kalan HAKK DOSTlarımızın eserlerini okumaktayım.

Babam ''Hazret-i eş-Şeyh'ul Ekber Muhyiddin-i İbn Arabî (K.S.)'nun
''SAATLERİN HAZİNESİ'' adlı kitabını okuyordum ne hoş muazzam tevafuk!
"MEVÂKİ'UN NUCÛM — Yıldızların Mertebeleri" sizin güzel ve özel hizmetinizle tekrar tekrar okuyacağız.
Sabahtan beri bütün hücrelerim zangır zangır titremede, KALBim kabına sığmıyor göğüs kafesim HA YARıldı- HA YARılacak sANki HAYR OLsun İNŞAALLAH!

Alemleri YARATMA SEBEBİ hörmetine RAZI oluş perdesini HAYırlısınla sıyırıp, alemlerin RABBı olan ALLAH'u Teala Hazretlerimin RIZAsına kavuşalım İNŞAALLAH!


MUHAMMEDİ MuHABBetlerimİZle!....
Resim
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

Bilmiyorum...

İbn-i Arabi(k.s) efendimiz eserinde şöyle buyuruyorlardı:

Heraket ile Durgunluk birbirleri ile münakaşa etmişler...

Hareket:Senin yaptığın iş değil çünkü RIZIK oturdugun yerde gelip seni bulmaz,mutlaka hareket etmelisin...

Durgunluk:Yanılıyorsun kardeşim,ALLAH Rızkı durgun olana vermeye de muktedirdir...

Münakaşa böyle sürerken,bakmışlar bir sonuç alamıycaklar konuşarak,Hareket demişki o zaman izle şimdi beni...demiş ve harekete geçip çalışmaya başlamış...

Aradan çok zaman geçmemiş,çalışması sonucu elde ettiklerini getirmiş Durgunluk'un önüne koymuş ve:

-Bak sana demiştim,RIZIK için harekete geçmen lazım...

Durgunluk da buna nazaran demiş ki:

-Sana demiştim,RIZIK onu taşıyanın değil,kendisine verilenindir...

Böylece Durgunluk delilde Harekete üstün gelmiş...

Ancak Bereketin Hareket ile oldugunu itiraf etmeden de edememiş...

Sevgili nur-ye kardeşim...

Söylediklerinize ilaveten hiçbirşey söylemek istemiyorum...

Su akıyor,yatağını bulacak inşaallah...

Yolunuz,Yolumuz,YOL Açık Olsun...

Muhammedi sevgi ve muhabbetle efendim...

...
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Kıymetli dibbace CAN,

NASİB ile KISMETi ne kadar güzel açıklamış PİRimiz CANımız.

Nâsibimizde olanın, kısmet olabilmesi için Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, Ehl-i Beytinin ve dosdlarının yolunu izlemek...
Canla başla iyi niyyet, ciddîyet ve samimîyyetle çaba sarf edip gayret göstermek...
HALİK (celle celâluhu)'nun halkına merhamet etmek!
ALLAHÜ ZÜ'L-CELÂL'in ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hatırını kırmamak...
Muhammedî olduğumuzu her yerde, her zaman ve her hâlde unutmamak!
VE;
Çalışmak!
Çalışmak!
Çalışmak!
Çalışmak!
"

MUHAMMEDİ MuHABBetlerimİZle!....
Resim
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

İKİNCİ FELEK

İMÂNİ Feleklerin ikincisi: Âlem-i Melekût ve Ceberût’ta tedbir alıcı
Kutbun zâtıyla doğan vifâk hilâlinin doğuş yeridir ve bu hilâl onun
kalbinin her tarafını örerek örter..

Zekâ ve anlayış sahibi olan âlim, muvafakat sabahının nuru teneffüs
ettiğini bilmez mi?..

Sabah nûr'unun muvafakati, içindeki güzellikleri açığa çıkarıp gecenin
karanlığını giderir,Eşyanın suretlerinin bulunduğu Âlem-i Misâl'de tam bir benzerlikle birbirine benzeyen iki şey'in zâtının muvafakatiyle, Allah'ın keremine mazhar olan keremi misâl âleminde onlar hakkındaki tevfîk-i ilâhi açığa çıkar. Bu âlem, gerçek âlemdir. Burada ki suretlerin gölgesi, maddi ve hissi suretlerdir.

Bu mertebe; bir şey'in zâtının parçalanma ve bölünme kabul etmeyen
şekiller ile hariçte zuhurudur.

Bu mertebeye "Misâl" denmesinden maksat; ruhlar âleminde
bulunan her bir ferdin cisimler âleminde bürüneceği bir şeklin
benzerinin bu âlemde zahir olmasından ötürüdür.

Beş hazret, kudret ve onun temsilcileri yerinde kullanılan bir
terimdir. Bu, Allah'tan zuhur ve sudur eden sıfat ve fiillerin
geçirdikleri beş âlemdir. Bu beş âlem şunlardır:

1- Mutlak Gayb hazreti; ilim hazret-i alemindeki Âyân-ı Sabite buradadır.
2- Gayb-ı Muzâf hazreti: Bu da iki kısımdır.
3- Ya mutlak gavba yakın olana muzâf olur: Bu hazret; Ceberûti ve
Melekûti ruhlar çâlemidir. Bunlar; mucerred nefisler ve akıllar
âlemidir.
4- Ya da şuhûd-ı mutlakava yakın olana muzâftır: Bu misâl âlemidir.
Buna Melekût Âlemi'de denir.
5- Bu dört Âlemi bir araya getiren, toplayan hazrettir: Bu Âlem-i
İnsandır. Öyle bir insan ki, bütün âlemleri ve ondaki varlıkları
kendisinde toplamıştır.

Bu Hazret-ı Hamseden üçüncüsünün ve dördüncüsünün biz bu
bölümde izahatına gayret sarf edeceğiz.

Bu iki hazret için ikişer alâmet vardır.

1- Eğer vücûd-ı mislinin tecellisi bazı benzetimle taalluk etse,
muvafakat hazret-ı farkda gizli ve Tevfîk-i İİâhi sonucunda mislinin Âlem-i
Ezel'de yaratılışı cihetiyle tahakkuk eder.

2- Eğer tecellisi kullT benzetimle ta'alluk etse muvafakat hazret-ı
cemde hakiki olur ve vücûdu mislinin Âlem-i Ezel'de yaratılışı cihetiyle
gerçekleşir.

Öyleyse, Âlem-i Şehâdette tezahür eden varlıkların vücûdu
hususundaki Tevfîk-i İlâhi, Âlem-i Misâldeki özlerinin muvafakat
etmesinin feridir.

İnsanların bedenleri oluşlarının itibariyle gerçekleşen Tevfîk-i ilâhi'de
onların ruhlarının muvafakat-ı nahiyesinin neticesidir.
Bu hakikâta Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam bir Hadis-i Şerifte
şöyle buyurarak işaret etmektedir:

«Ruhlar, toplanmış muhtelif nevilere ayrılmış zümrelerdir. Cesedler ise,
sağlam örülmüş boş kalıplardır. Binaenaleyh bunlardan Allah yolundan
tanıyanlar vasıfları, huyları müttehit olanlar birbiriyle hak için
tanışmışlardır, aralarında tevâfuk ve tenasüp bulunmayanlar da ihtilâfa
düşmüş, birbirlerinden nefret edip durmuşlardır.»
(Buhari, Müslim, Cami-us Sağir)

öyle ise, Tevfîk-i İlâhi ebrar ve işlerinde muvafakati olanlar hakkında
muamelelerde ve muvafakat-ı ilâhi'de onların münacatlarında
gerçekleşir.

Tevfîk ile muvafakat arasında intisâb vardır.
Şöyle ki: Şayet bir kimsede tevfîk-i ilâhi ve muvafakat toplanıp
birleşirlerse, o kimsenin yapacağı işlerde hayret verici şeyler zahir
olur.

Eğer her ikisi de bir kimsede ayrılsalar, onunla Hak arasında
engelleyici perdeler vakî olur. Tevfîk ve muvafakat'ın bir kimsede
toplanmaları insafa dayalıdır. Ayrılışları Riyaset sevgisiyle gerçekleştiği
bilinmektedir.

Tevfîk-i ilâhi; kul hakkında kesbi olan şeylerde gerçekleşir.
Muvafakat-ı İlâhi: kul hakkında vehbi olan şeylerde gerçekleşir.

BEYT
Eğer said yıldızı hilâline muvafak olursa,
Her ikisinin varlıkları bir akışta olur.
Onlardan dostça biribiriyle yaklaşım olmazsa,
Varlık, zaid varlığından noksanlaşır.
Öyle ise, kalbine bak bakalım!..
Onlarla olan hazzın birleşmeden mi?..
Yoksa.. Uzaklaşmak âleminden mi?..
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ÜÇÜNCÜ FELEK

İHSANÎ Feleklerden Üçüncüsü:Âlem-i Rahamût ve Rahabût
berzahında mutesarrıf olan Kutbun burcunun doğmasıyla doğuş
yeridir.

Öyle hilâldir ki hem ihsanda bulunur hem de men etmekte.
Rahamût ve Rahabût Âlemlerinde ki varlık, açılan sabahın nuru ve
bitmekte olan gecenin aydınlığı olduğunu ve karanlık zindanda kurulan
mecliste en zarif ve lâtif zinetlerle süslenmiş kandillerin ışıklarının idrâki,
duyu organlarını aydınlattığını hikmet ehli bilmez mi..?

Ve o Âlemde soluklamalarının bahçesinde gizlenen ceylanın yatağı
imânlarının vasıtasıyla onlara zahir oldu.

O Âlemde kendi şemaillerine olan Cinsiyetlerinden ötürü oluşan
kalıpları sinsice hakikâtlara ulaşmaya engellemeye çalışan her azgının
hilesine karşı güvenceleridir.

Ve o Âlemde âb-ı hayatı içme duygusu ve onlarla birlikte içme
arkadaşlarına su yatağının oluşumunun yeri zuhur etti. Ceylan yavrusu
"Cinsiyet edilecek bir müşfik ve her şeyden alâkasını kesen hiç kimse yok
mu?" diye haykırarak, eline aldığı ümitsizlik kılıncıyla başına vurarak sallanan ağacın yaprakları gibi onlardan uzaklaştı.

Su yatağından göç ettirildi.. O suya en güzel giysiler geçirildi, insanlar
imtihana duçar oldular. Muhafızlar kıskandılar. Arkadaşlar kibirlendi... Sizin
için hiçbir zarar endişesi yoktur.

Ey altışarları beşlerle çarpan kişi!.. Ben insanlardan gafil değilim.
Hannastan kork! Zira vesvese onun ilhamıdır.

Rabbiniz terazileri sonra o âlemde Kutub yazılı evrakları teraziyi
kurmak için okumaya başladı ki o evraklarda şöyle yazılıydı;

— Arşın ihtiva ettiği felekler kendilerine münâsip varlıklarla
doludur. Ve Rabb'inizin bu ihtişamlı arşına bakın!, öyle Arş ki;
koruyucu muhafızları tarafında korunmaya alınmıştır. Bu varlıkların
içinde Melek ve Hannâsı bir arada cem etmiştir, ilhama mazhar
olacakları da hem İlhâm-ı Melek hem de İlhâma-ı Hannâsa mustaid
olarak yaratmıştır. Yani, ilhamın açığa çıkacağı yerde Melek ve
Hannâs'ın ilhamını birleştirir.

Öyle Rabbiniz ki; aşkının ateşini hazret-ı kudsî'ye mahsûs kıldı ve
nimetlere ünsiyet etmeyi ondan uzaklaşmak azabı yaptı.
Arifler, Rableriyle unsiyet etmekle soluk alıp verirler. Artık
Rabbiniz o âlemde ki varlığı, irâde deryasında his edilmecek tarzda
akıttı. Aşıkların hâllerinin dalgaları da o deryaya vurdu..

Binaenaleyh, o irâde deryası da onları yaydı. Fesahat yokuşunda
ki yolda Rabbinizin askerleri, fasih Arab ve Acemleri dilsiz bırakarak
mağlûp ettiler.

And ederim o geri dönüp aydınlık neşreden, akıb akıb yuvalarına
giden yıldızlara o derya, izleri yok eden akışların ve sönmüş
görüntülerin kal'ası ve sığınağıdır.

O Âlem-i sırr erbâbları yaymıştır. O Âlemde ki kâselerin ayakları
neşr edilmiştir.

O kâselerde soylu develer hudus etmiştir. Ve Rahman onun
başına gelecek olan her boyadan nefis cevherlerle
sağlamlaştırılmıştır. Veyahud onun vücûdunu en lâtif cevherlerle
süslenmiş zırhla sağlamlaştırmıştır.

Bu Âlemin sonu, akıl ile idrâk edilir.
Önü ise, müşahede etmek suretiyle his edilir.
öyleyse, Kutub yedi yıldızın varlığı sürdüğü müddetçe Kuds
Deryasında yüzer. İşte bu Âlem'e ruhlar çıkar aklî ve hissî bilgilerle
geri gelirler. Bu durum, ilk hâli üzere haps edilen ile Arslan
yatağında emin oturan arasında baki olur.

İnsanları yüzü ekşi, ahmak ve müdebbir öncüler arasında gelip
giden, kılan Zâtı noksan Sıfatlardan tenzih ederim.

BEYT
ALLAH'ın Esmâsıyla su yüzünde yüzen Arşa bak!

Ve Arşın içinde devran edici murekkeb cisimlerin
yerleştirilmesine taaccubla bak!

O murekkeb cisimlerle birlikte Arş, gecenin zebun karanlığında
şahitsiz bir deryaya yüzer.

O geminin yönünü Hak aşıklarının hâlleri tâyin eder.

Ve o gemiyi yüzdüren rüzgâr ise, o aşıkların tükettikleri aşk
nefesleridir.

Arşı, ihtiva ettiği varlıklarla elifinin hattından yarına seyr edici ve
bu seyrin varacağı nokta ilk çıkış yeri olduğunu bil!.

Arşın seyr-u seferi esnasında kendisinde açığa çıkacak şeylerin
sonu yoktur.

Arş sabahları gecelerin üzerine sarar ve onun sabahı geceye
muhtaç değildir.

Feleklerin derinliklerinde ve ortalarında ki seyyare olan hikmete
bak!

Her kim o hikmetlerin oluşumlarını bilmeyi taleb ederse, o dünya
da kendi idaresiyle oturur.

Böylece kendi zatında ki, ALLAH'ın inşâ ettiği Feleği ve sanatı
görür.
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

İHSANI FELEKLERDEN ÜÇÜNCÜSÜNÜN UNSIYET ETTİĞİ KAL’ ASI.

Hilim sahibi olanlar bu güzel karanın hakikâtini bilmezler mi?

Doğruluk, bu kala da akan gözyaşları ve özür sahibi aşıklardan devran
eden aşkın ateşinin sıcaklığıdır.

Gaddar ve yalancılar evin ve ziyâretgâhın uzaklığından şikâyetçi
olurlar. Halbuki seven sevgilisini arzuladığında onun ziyaretine gider.
Salgın develer ne zaman doğum yapar?.. Deveye katırların eziyeti ne
zaman giderilir?.. Yıldızlar ne zaman doğacak?.. Yağmur damlaları eziyet
verici nesneleri ne zaman giderecek?..

Denizler teşbih eder. Sınırların hiçbir anlam kalmayacak bir tarzda uzayacak. Engeller çoğalacak.. Yurdlardaki evler birbirleriyle birleşecek..
Yazıklar olsun!!! Yazıklar olsun!!! İnsanla oyun oynayacak.

Artık böyle asırların kendisini oyuncak yaptığı kimseyi seherde doğan
yıldızların vaktinde riâyet etmesi gereken amellerinden, bakirelerle
oynaşması, güzel kokulu çiçeklerin kokusunu koklaması, mevyelerin
özlerinden lezzet alması, kuşların nağmelerini dinlemesi ve makyaj yapan
kızlarla müzik yaparak dönüşüm yapması, hakikâtten meşgul ederek onu
her şey'den engeller. Böylece böyle olan herkes sapıtarak şaşkın hâlde
kalır.

Herkes kaçmaktan şikâyetçi oldu.. Hakîm-i Mutlak'ın san'atının ve
Cebbarının sibğasının nuruyla parlayan İftar hilâli gözüktü. Öyle hilâl ki
parlayan bileziğin yansı gibidir. Hilâl ve Dolunay'ın devranı ve onların
çizdiği çizgileri feleğin ortasıdır.

Asıllarının kuvvet yerlerinde gelip-gitmeleri karşı karşıya gelir, O
asıllarında ki güç tek yönlüdür. Ve Dolunay ve Hilâl Ay'ın ortasında
varlıklarında asıl olan yerde bir hizaya gelip birleşirler,
Dolunay ve Hilâl ateş ve sudur. Ateş ve Su ise, ancak merkezlerinde
aslî unsurlarda ehemmiyetli bir şe'nden ötürü karşılaşıp birleşirler. Onların
birleşimleri büyük bir hükümdür.

Ateş harb için alevlendi. Eserleri taleb etmek için alevleri sür'atlendi.
Ve, alevler, bazen mağaranın sağ bazen de sol taraflarına meyi ederek
mağrada mazinin tercübesizlikleriden oluşan boş nesneleri gösterdi. Orada
esareti kabul edenleri sağlam bir tarzda bağladı.. Helak olmak kâfirlerin
sahasına bu sebebden ötürü kondu. Ehlinin zilletinden ötürü paraya
karşılık kendisinde sulh yapılan yurdun akibeti ne kötü akibettir.

İmân ışıklar yayarak o yeri aydınlattı. Israrın düğümleri bu vesile ile
çözüldü. Aslan ve ceylan imân nuru ile dostlaştılar. Öyle nûr ki, onun
tesiriyle ceylan kurttan uzaklaşmıyor. Kurt'da onun tesiriyle ceylan'a karşı
komşuluk hukukuna riâyet etti.

İmân nurunun tesiriyle muhsin kullar, maddi ve ma'nevi faideleri elde
etmekte başkalarını kendi üstlerine tercih etmek ahlakıyla ahlâklandılar.
İmân nurunun bu tesirleri itibariyle Mukarribinin seyiati Ebrar'ın
hasenatı olmaya intikâl etmiştir.

Evet!. Evet!.

Sebat, seçilenlerin yüksek zirvelerde ki en hayırlı evleridir, öyle
seçkinler ki, onlar arınma vadisinin ortasında otururlar.

Peyderpey nadir vaki olan olaylar ve yaygın haberler sağlamlaştı..
Duraklamanın kendisine meşakkatli gelmeyen seyyarlardan bir hatib
emr-ı ilâhi ile kâim oldu. Hürlük ve köleliğin sırlarını açıklayıcı olarak bizleri
da'vet etti.

Tefekkür edenler ve herşeye ibretle bakanlar nerede?

Sabah olunca ayan ve ağyarın karanlıkları kayb olup nurlar belirtir.

Artık o karanlıkları çirkin serlere konar.

Ay, ne zaman bilezik gibi yusyuvarlaklaşır ondan nice sırrlar zahir olur.,
öyle sırlar ki, çizilmiş olan eserlerin tamamını siler, öyle çizilmiş eserler ki,
onlar görüş ve yeşermek için ölçüdür. Öyle ölçüler ki yükseklerde sabah
akşam ışık yayan büyük bir fenerdir..

Abd-ı Muhtar, inkârı istimal etti.. Düşünceler onu seyyar ve mukim
olmak arasında sevk etti..

Bu hâl üzere intizarı uzadı. Artık ihbarlar o halde hibe edildi. Hibe
edilen ihbarlardan bir azı güneşin yükseliş vaktinde nuzûl eder etmez
hemen âlemde inkâr vaki olup perdeler kaldırıldı.

insanla Hak arasında vaki olan varlık perdeleri kaldırılınca insanın
teslim olmasını iltizam eden Dolunay nûr'lanarak doğdu. Böylece varlık
âleminde olanların tamamı müjde hilâlini ve Melik-ı Kahhar'ın Resullerini
iza'n ettiler.

Not: Bu anlatımlar tamamen kalbî duygularla alâkalıdır. Yani Dünyadaki
nimetlere kalben yapılan ünsiyetleri izah edilmiştir. Hz. Şeyh Kuddise Sırruhü'nun bu tarz beyânları daima kalbin nefsin tesirlerine karşı okuyucusunu ikâz etmektedir. Binaenaleyh günümüzde İslâm'ın emr ettiklerini yaşamadığı hâlde tasavvuf bilgisiyle dem vuranlara ne demeli? (Mütercim)

BEYT
Ey karanlık gecelerde parlayan hilâl gündüzleri de parla.
And olsun Sen görmenin nurusun.

Sen her izi yok eden ve gözler için dolunaysın.
Senin tecellinle ışıkta imâr vardır..

Sırlar bahçesinde mânâların hilâl gözüktüğünde ona yükselt
tevazuyla şöyle söyle; "Ey iki taraf arasında seyr eden hilâl ağyarın
karanlıklarından ayrılma!."

O hilâlin sarayına köle ve ayın son gününde size ulaşan izleri
mahv ediciden sonra kral ol!.

Bu öyle bir hikmetdir ki akıl onda hayrete duçar olur..

Gündüz ile aydınlık veren iki kandildir.. Onlar, yüksekliklerde nasıl
görünüyorlar diye taa'cub edilir..

Güneşin yüksekliği ise bütün nurların mezhebidir..

Muhtarın varislerinin kalbine gelen nurların dışındaki her kalbe
vaki olan her nur ay yıldızıdır..

Öyle ise, ey gardaş fikirlerin neticelerinin bağışladığı şeylere karşılık ALLAHa şükr et!.
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

dibbace yazdı:
Öyle ise, ey gardaş fikirlerin neticelerinin bağışladığı şeylere karşılık ALLAHa şükr et!.
elhamdülillah.....
elhamdülillah...
elhamdülillah...

sevgiyle....
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

dibbace yazdı:BEYT
Eğer said yıldızı hilâline muvafak olursa,
Her ikisinin varlıkları bir akışta olur.
Onlardan dostça biribiriyle yaklaşım olmazsa,
Varlık, zaid varlığından noksanlaşır.
Öyle ise, kalbine bak bakalım!..
Onlarla olan hazzın birleşmeden mi?..
Yoksa.. Uzaklaşmak âleminden mi?..
Resim


Kalp, yalnız Allah'ı seviyor ve dini ona halis kılıyorsa, aşk bir yana, hiçbir zaman başkasını sevme sevdasına tutulmaz. Allah'tan başkasına aşık olması, yalnız Allah'a olan sevgisinin azlığındandır.

Yusuf, yalnız Allah'ı sevdiği ve dini ona halis kıldığı için baştan çıkarmaya çalışan kadının aşkına boyun eğmedi. Onun hakkında Yüce Allah şöyle buyurur:

"And olsun ki kadın Yusuf'a karşı istekli idi; Rabbin'den bir işaret görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Şüphesiz o bizim çok samimi kullarımızdandır." (12 Yusuf/24)

Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun,

İslama ve sünnete kavuşturduğu için hamd ve minnet onadır.

Açık ve gizli nimetlerini kullarına veren odur. Yüceliğine ve büyüklüğüne yakışan şekilde ona sonsuz şükürler olsun.

Allah'ın salatı ve selamı Muhammed'e, aile fertlerine ve ashabına, müminlerin anneleri temiz eşlerine ve kıyamet gününe kadar onlara ihsan ile uyanlara olsun.
__________________
sevgiyle.........
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

İKİNCİ MERTEBE

İkinci Mertebe: HİDÂYET MERTEBESldir

İlmi olan ikinci mevkinin unvanı Âlem-i Şehâdete müdebbir olan
imamın kalbine gelen hidâyet yıldızıdır.

Bu yıldız hidâyetin kabulüne sebebdir. Bu da islâmi Feleklerden
dördüncüsüdür.

«Allah, şu hakikâti: Kendisinden başka hiçbir Tanrı olmadığını,
adaleti ayakda tutarak (delilleriyle, Âyetleriyle) açıkladı. Melekler
(bunu ikrar etti, hakîkî) ilim sâhibleri (Nebîler, Alimle)de (böylece
inandı). Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. "O" mutlak ğalibdir, yegane
hüküm ve hikmet sahibidir.»(Al-i İmrân Sûresi, Âyet: 18)

Bu Âyette Allah Subhânehu, kullarına ilmin şerefini kendi Zât'ını ilimle
vasıflayarak bildirmektedir. Öyle ise, Ey muvaffak ve said oğlum!, ilmin
şerefi kâmille sahib olduğunu itikad et.

ilim sıfatı varlığı vacib, varlığı caiz ve varlığı muhal olan her şeye
bağlantısı bulunduğundan ötürü, sıfatların en kapsamlısıdır. İlmin dışındaki
hiçbir sıfat, varlığı vacib, varlığı caiz ve varlığı muhal olan şeylerin
tamamına taalluk etmez. Belki ilmin dışındaki sıfatlar ya varlığı caiz olan
şeylere veya varlığı vacib ve caiz olanlara bağlantısı olur.

Ey Aziz!.
İlim için iki şeref vardır.
Bu şereflerden birincisi; ilmin kendisi itibariyle,
İkincisi; bilinen şeyler yönüyledir.

Bunların açıklaması:ilmin kendisi itibariyle olan şerefi, üç şeyden dolayı hâsıl olmaktadır.

1- ilmin, eşyanın nefs-ul emir (realite)de bulundukları hakikâtlarına seni
ulaştırması,

2- Bilmek istediğin şeylerle alâkalı sende bilgisizlik varsa ilim o
bilgisizliği senden gidermesi,

3- ilim, zanni, şüpheli, ilmi gerçeklerle ters düşen bilgileri ve gaflet
edilen meselelerdeki gafleti izâle etmesi itibariyle, ilmin bizzat kendisinde
büyük bir şeref vardır.

Bilinen şeyler yönüyle ilimdeki şerefe gelince.. O şerefi ma'lumu
elde etme itibariyle hâsıl olan şereftir.

Yani, ma'lumatların bir kısmı, bazı kısımlarına nazaran daha şerefli ve
üstün olduğu gibi, bazı ilimlerde bazısından daha üstün olur. Meselâ;
Hak'kın Sıfat ve Fiillerini bilmekten ötürü Hak'kı bilme vasfı kendisinde
bulunan şahısla Zeyd'in evde olmaklığını bilmekten ötürü kendisinde
Zeyd'in evde oluşunu bilme vasfı.. Bulunan şahıs arasında şeref
bakımından çok büyük fark vardır. Nasıl ki bu iki malum arasında şeref
bakımından hiçbir münasebet yoktur.. Aynen öyle de o iki ilmin arasında
da şeref cihetinde hiçbir alâka mevcûd değildir, öyle ise bu ikinci şeref
malumdan ilme arız olan üstünlük ve şerefdir.

Allah Tealâ, Kurân-ı Kerîm'in birçok yerinde alimlerden övgüyle
bahsetmektedir. Birçok Âyette de kendisini ilimle vasıfladığı gibi, kullarını
da ilimle vasıflıyor. O Âyetlerden biri de mevzunun başlangıcında zikr
ettiğimiz Al-i imrân Sûresinin 18. Âyetidir. Bu Âyette Allah Subhanehu
kendisini Melekleri ve insanları ilimle vasıflamıştır. Zira şahidlik bir şeyi
görüp onu itiraf etmektir. Dolayısıyla burada ki itirafda ancak bilmekle
oluşur. Öyle ise bilinmeyen bir mevzuda şahidlik yapılmaz.

Bu Âyetin işaretiyle şöyle bir netice zuhura gelmektedir. Hakikâtte
Tevhîd Ehlî ancak Ulemâ'dır. Ve böyle olduğunu bu âyetle Allah
Subhanehu Celle, bil'işâre ile bizlere bildirmektedir.
Tevhid kendisine ulaşabilen makamların en şereflisidir. Tevhidin
ötesinde hiçbir makam yoktur. Fakat ikilik vardır.

Öyle ise Tevhîd yolunda itikâd veya hâl yönüyle bir kimsenin
ayakları kayarsa hiç kuşkusuz o kimse şirkin içine düşer. Artık her
kim ki ayağı inançta (itikâtda) kayarsa, o ebedi olarak şakilerden olur.
Ve onu ebedi ateşten ne şefaatçıların şefaati ne de başka bir şey
çıkaramaz.

Her kim de hâl de (yani ameli konularda) ayağı kayarsa o da gaflet
sahibidir. Öyle gaflet ki Zikrullah onu giderir. Veya tevbe eder ve terk
ettiği şeyleri yapabilir. Zira bu gafletten ötürü Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına riâyet etmeyen şahısta imân billah bakîdir. İmânı kaldığı
müddetçe umulur ki Allah ona lûtfuyia afveder.

Öyle ise Allah'ın Rasûlü Aleyhisselâm'ın vasıtasıyla bizlere dinen
inanılması zaruri olan şeylere inanmayan insanlar ebedi olarak ateşte
kalacaklardır.

Ancak dinen inanılması zaruri olan şeylere inandığı halde,gereğince yaşayamayan insanlar ise, onların hâli Allah'ın dileğine
bağlıdır, isterse onları afveder Cennete koyar ve isterse amellerinden
dolayı cezalarını çektikten sonra Cennete dahil eder.

ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden birisi de Allah Tealâ'nın hazreti
Musa'nın arkadaşı hakkında ki buyruğudur:

«Derken kullarımızdan (öyle) bir kul buldular ki biz ona
tarafımızdan bir Rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (haas) bir ilim
öğretmiştik.» (Kehf Sûresi, Âyet: 65)

Burada ki ilim, ilhamla öğrenilen ilimdir. Öyle ise âlim, ilmi kesbiye
sâhib olduğu gibi ilham ve hikmete de sâhibdir.
İlmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de şu âyettir:

«Allah'tan, kulları içinde, ancak alimler korkar.» (Fatır Sûresi, Âyet:
28)

öyle ise ulema; ilim, ilham ve hikmete sâhib oldukları gibi haşyete de
sâhibdirler, ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de:

«İşte misâller!. Biz onları insanlar için irâd ediyoruz. Âlim
olanlardan başkası onları anlamaz.» (Ankebut Sûresi, Âyet: 43)

öyle ise âlimler Allah'ın âyetlerinin hükümlerini ve tafsilatlarını
gereğince anlarlar, ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de;

«ilimde yüksek payeye erenler ise; "Biz "O"na inandık. Hepsi
Rabb'imizin katındadır" derler.» (Al-i imran Sûresi, Âyet: 7)

Öyle ise; âlimler, ilimde kök saldıkları için şüphe, şek gibi şeyler asla
onları, ilimle müşahede ettikleri hakikâtlerden saptıramaz.
ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de;

«İsrail oğulları bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir âyet (bir
delîl) değil miydi?» (Şuarâ Sûresi, Âyet: 197)

Öyle ise ulema nesnelerin varlığı açığa çıkmadan önce onların
oluşumlarını bilirler ve onlar husûla gelmeden oluşacaklarını
bildirirler.

ALLAH Tealâ, Nebîsine -Allah'ın Salât ve Selâmı onun üzerine
olsun- ilimde ziyâdeliği tâleb etmesini emrederek ilim sıfatının yüksek
şerefini bildirmektedir.

Rabbi zidnîilmâ.
«"Rabbim, ilmimi artır" de.»
(Tahâ Sûresi, Âyet: 114)

Ey Aziz!.
Cenab-ı Hak, Rasûlüne ilmi sıfatının dışındaki sıfatlar hakkında
böyle bir talebi emretmemiştir. Bu da bize ilmin Allah katındaki
şerefini izah etmektedir.

ilim hakkında niye bu kadar çok beyanatta bulunduk. Zira, ilmin
makamı hakkında kendilerinde cehaletin gâlib geldiği ve heva-ı nefsin
kendileriyle oyun oynadığı adedleri sayılmayacak kadar kimseler bu
zamanda türemeye başladılar. Hattâ onlar; ilmin perde olduğunu söylerler.

And olsun!..
Onlar, söylemiş oldukları bu şeye inanıyorlarsa farkında olmadan
doğru söylemişlerdir.

Evet!.
İlim, kalbi gafletten, cehaletten ve ilmin zıttı şeylerden engelleyen
büyük bir perdedir.

Öyle ise, ilim hakikâte ulaşmaya kesinlikle engel değildir. Ancak,
İlimle gururlamlmadığı müddetçe.
İlim ne şerefli bir sıfattır ki; Allah Subhanehû bizlere, ondan lezzet ve
hâz almakla ihsanda bulundu. Nasıl olur da insan ilimden ötürü sevinmez.
İlim, öyle bir sıfattır ki onu elde etmek için her şey terk edilebilir.

İlim için iki yüce şeref vardır. Şöyle ki:
1- Allah Tealâ, kendi Zâtını ilimle vasıflamıştır.
2- Kur'an'da Enbiyâ ve Melekler ilimle övülmeye mazhar olmuşlardır.
Dolayısıyla Ulemâ, Enbiyâ'nın varisleridir.

Ey Aziz!.
Allah Tealâ, bizleri ilimde Enbiyâya varis kılmakla bize en büyük
nimetle ihsandan bulunmuştur.
Bu ihsana nail olmamızı da Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam
şöyle beyân etmiştir:

«Enbiyâ ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır.
Onların bıraktığı miras, ancak ilimdir. Kim ilme nail olursa büyük bir
nasibe, yüksek bir dereceye ulaşır.» (Tirmizi)

Ey insanlar!.
Allah ve Rasûlü'nün bizler hakkında kullandıkları ismi niçin değiştirip
yerine Arif diyorsunuz? Bu yaptığınız, nefsin yaratılışında asi olan
muhalefet etme özelliğinden peyda olmaktadır. Zira nefis Allah'ın emir
ettiklerine muhalif hareket etmek üzere yaratılmıştır. Ve sen halâ

"Âlim" demekten kaçınıp "Arif" istimal etmekte ısrar ediyorsun..
Allah'a muhalefet etmekten hâsıl olacak mahrumiyetten Allah'a
sığınırız.

Marifet, Arap lisânında ilmin derecesinden haddi zatında düşüktür.
Zira marifet tek mefu'le geçiş yaptığı için onunla tek bir fâide hâsıl olur.
ilim ise, iki mef'ule geçiş sağladığı için onunla iki fâide vücûda gelir.
Zikr edeceğimiz âyette ilim, marifetin yerinde kullanılmıştır.

Şöyle ki:
«Hemde sizin bilmediğiniz..» (Enfâl Sûresi, Âyet: 60)

Aslında ilim, iki mef'ule tesir edendir.. Fakat burada marifet yerinde
niyâbeten istimal edildiğinden ötürü tek mef'ule tesirde bulunmakta esas
anlamına bir noksanlık peyda olmuştur, ilim ve marifete her ne kadar bir
şeyin hakikâtini olduğu gibi idrâk etmekte birdirler.

Bize ne oluyor ki, biz Allah'ın kullandığı ismi terk edip yerine başka bir
şeyi zikr ediyoruz!!!

İlimle marifet arasında çok ince bir fark vardır. O da ilim;
külliyatlara taalluk eder. Marifet ise cüzivatlara.

Öyle ise, ilmin muteallak külliyatlara nazaren cûziyatlara olan
muteallakı itibariyle küllileri kapsamına almaz, işte bu farka binaen

Allah'a "Âlim" denir. "Arif" denilmesi caiz değildir.

ilmin kendisinde vaaz edilmesi gerekli olan makamda marifeti kullanan
şahıslar, Verasat-ı Nebevide tahkik sahibi olsaydılar o makama ilim ve
makam sahibine de Âlim ismini verirlerdi. Böylece onlar, adâb-ı ilâhiye ile
hareket etmiş olurlardı.

Sehl bin Abdullah -Allah ondan razı olsun- bu makamda alâkalı
söylemiş olduğu şu cümleleri, işin hakikâtini ne güzel izah etmektedir.

— "Kişinin Ârif-i Billâh olması; ilim ile ALLAH'I bilmesine bağlıdır.
Âlim olması da mahlukata Rahmet ile muamele etmesiyle
gerçekleşir."

Sehl - Allah ondan razı olsun - böyle dedikten sonra da;
— "Semâlar yeryüzü için, yerin içi yerin üstündekiler için, âhıret
dünya için, ulemâ cahiller için ve Nebî-i Zişân - Allah'ın Salât ve
Selâmı onun üzerine olsun - bütün mahlûkat için Rahmet'tir." dedi.

Ey Aziz!.
Allah seni muvaffak kılsın!.
Düşün, bak!.. Sehl, âlimi hangi makama koydu ve kime benzetti!!!..
Bu yüce imâmın idrâk ettiklerini bize de idrâk ettiren Allah'a hamd
olsun. Öyle imâm ki muhakkikin sofîlere karşı Allah'ın hüccetidir. Zira Ebu-I Kasım Cüneyd onun hakkında şöyle söylemiştir:

— "Hz. Süleyman, meliklere karşı, Hazreti Eyyub belâlara duçar
olanlara karşı, Hazreti MUHAMMED Aleyhisselâm fukaraya karşı ve
Sehl bin Abdullah da sofîlere karşı Allah'ın hüccet ve delilidir."

Cüneyd, Enbiyâ'yı bir takım şeyleri iddia edenlerin her bir grubuna
karşı Allah'ın hüccet ve delilleri olduğunu söylüyor. Bu söz Cüneyd'in Sehl
bin Abdullah'ın makamı için yaptığı şâhidlik vesikasıdır.

imâm Kuseyri "Risâle-i Kuşeyri"de Cüneyd için; "O Seyyidu-I
taifedir." Yani, "Sofilerin önderlerinden biridir." diyor, imâm Kuseyri'de
sofilerin önderlerinden biridir.

Öyle ise söylediğimiz bu hükümde onlara muvafık oluşumuzdan ötürü
Allah'a hamd ederiz.

Sehl'in söylediği bu cümlede şu sonuca varıyoruz:
Kişinin Ârif-i billâh olması ancak kendisinden önce yaşamış
muhakkiklerin usûl ve kaidelerinde, söylediği şeylerin denk olması ve
bu husus da onlar gibi İlâhi ahlâkla ahlâklanmasıyla gerçekleşir. İşte
bu ahlâk gereği zahiri ve batini ilme sahib olanlara "Âlim" derler.

Ebû Tâlib-i Mekkî "Kut" adlı kitabında Sehl bin Abdullah'ın ilim sahibleri
hakkında şöyle dediğini nakleder:

— Â'limimiz ve büyüğümüz olan Sehl bin Abdullah; "Âlimin üç tür
ilmi vardır.

1) Zahir ehline öğrettiği ilmi zahirisi,
2) Ehlinden başkasına öğretmediği ilm-i bâtınî,
3) Allah ile ilim sahibi arasında sırr olan ilim ki, bu da onun imân
hakikâtidir. Ne zahir ehline ne de bâtın ehline söylemez." dedi.

Görüldüğü gibi Sehl üç tür ilim sıfatıyla mevsuf olan şahsı, âlim ve
bildiklerine de ilim ismi vermiştir, işte Sehl'i böyle söylemeye yönlendiren
tek unsurun Ahlâk-ı ilâhi ile ahlâklanmasıdır.

Bu şerif makamdan dereceleri düşük olanlar ve himmetleri ya
Rab'lerine veya nefislerine taalluk edenlere, bulundukları makam
kendilerine Arif demelerine sebeb olmuştur. Zira muhakkikin sofilerin
katında Bekâ-ı Resm" diye tâbir edilen kemâl-ı hakikî; ancak Rab'lerini
ve nefislerini birlikte müşahede edenlerde gerçekleşir.

Şehrzurîve başkaları;
— "Hâli itibariyle yalnız Rabbisini müşahede eden kimsenin
kemâlat dereceleri noksandır, ve o kişi fâideden beridir" demişlerdir.
Kulun, hem nefsini hem de Rabbisini müşâhade etmekiiğinde,

Hakkın kendisini kendisiyle muşâhadesi gerçekleşir. Ve bu durumda
Rabb'in Ganî, Kadir ve bütün kemâlatlara sahib ve nefsinin aciz, fakir
ve bütün noksanlıklara sahib olduğunu müşâhade etmekle iki fâide
elde etmiştir.

Ancak hâli itibariyle yalnız Rabbisini müşâhade ettiğine inanan
kimse, kendi nefsini müşâhadesizliğinden ötürü, kendisinden geçip
giden fâideleri kazandığını ZAN eder. Halbuki bu kimse, varlığı
kesinlikle gerçekleşmeyen bir müşahedeyi iddia etmiştir. Bu da
müşahede makamında bir şeyleri birbirine karıştırmaktan ibarettir.
Kendisine nefsi duygulardan arınmaktık bu müşahede de onun
işlerini üstlendiğini zan etmesidir. Artık böyle bir kimse, hâli ile beşeri
özelliklerden arınarak ilâhi ahlâklarla ahlâklandığını hayâl eder..

Halbuki bu durum sahibi olan şahıs, bütün işlerini ve nefsini gark
eden derin bir uykuya dalan şahsın hâli gibidir. Öyle uyku ki uyuyan
şahıs o hâlde ne hisleri ne de nefsiyle birlikte olamaz.. Aynen bu makamı
iddia eden şahısda, bulunduğu müşahede de ne nefsiyle ne de Rabbisiyle
beraber değildir.

His ve nefsinden alâkasını kesen uykuya dalan kimseyi o şahsın hâlini
izah etmek için örnek vermemiz mevzûyu daha iyi idrâk etmen içindir.

Bu uykuda ki adam uyandığında ona şöyle denilecek;

-"Sen uyuduktan sonra his âleminde bizlere peyda olan nice ilimlerden sen
mahrum kaldın. Peki hayâl âleminden senin için hâsıl olan bir fâide
var mı?

O da;"Hayır!. Bir şey görmedim, bir şey bilmedim" diyecek.

Ona bu cevâptan sonra şöyle diyecekler;

-And olsun ki, sen ne bizimle ne de nefsinle birlikte bir fâide elde etmedin. Sen bu suretle vaktini boşa harcamaktan başka bir şey yapmamışsın."

işte bu durum gerçekleşmeyen bir müşahedeyi iddia eden şahsın
hâlidir. Bu hâli de sofilerin usûl ve kaidelerini bilmeyen ve kıyâs-ı fâsidle
meseleleri ölçen kimseden başkası konuşmamıştır.

Veyahud hâl ilmi, kendisine iltibas eden kimsenin söylemleridir, Eğer
bu şahıs iddia ettiği o müşahedesinde bir fâide ile gelse ve Bekâ-ı Resmi
hâl ile inkâr etse bu adam Fena- Resme Arif olmayan ve vaktin fenasını
bilendir. Müşahedesi bu surette gerçekdir. Fakat ona müşahedesinde ilim
hâl ile ilTibâs etmiştir. Öyle ise bu kimse açıkladığımız gibi noksanlık
sahibidir. Kemâl ehli değildir.

Buraya kadar hâlini izah ettiğimiz kimse, yalnız Rabbini müşâhade
ettiğini söyleyenin durumudur. Aynen onun gibidir, ikincisinin hâlide. Bu
ikincisi yalnız nefsini müşahede eden kimsedir. Bu da gaflet, iddia ve şirk
sahibidir. Böyle olan muallimlerden ALLAH'a sığınırız.

Gerçekten kâmil olan şu kimsedir ki, kemâlat ondan başkasında
mecazen bulunur. Zira gerçekten kâmil olanlar Rabbisini hem ilmen hem de hâlen ve nefsini yalnız ilmen müşahede edenlerdir.

Burada işaret edilen malûm kesinlikle mevcûd olmayan
YOK'luktur.

Ebûl Abbâs Kasım ibn-ul Kasım El Seyyarı, bu Makama şöyle "Akıllı
olanlardan hiç kimse müşahedeyle lezzet almamışlardır. Zira Hakkın
müşahedesi kendisinde lezzet bulunmayan yokluktur. Ancak bu
müşâhadeyi eden kimseye, ilim müşahedesi hâl müşahedesine
galabet etmiştir. Velevki her iki müşahede bir anda hâsıl olsa da.."
diyerek işaret etmektedir.

Bu zât; "Akıllı olanlardan hiç kimse müşahede ile lezzet
almamışlardır.." sözüyle Bekâ-ı Resm'in hükmünü ifâde etmiştir.

öyle ise, Bekâ-ı Resm şöyle tanımlayabiliriz; "Nefs'in arzu ve
isteklerinden arınmak." Nefs'in arzularından arınmakta Hakkın arzu
ve isteklerin de YOK olmakla gerçekleşir. Hak'kın arzu ve isteklerinde
YOK olmakta, beşeri duygu ve ahlâklardan arınmaktır.

Öyle ise, müşahede de lezzet edinmek nefsin hâz duymasıdır. Nefs'in
hâz aldığın bir şeyin Rabbanî olması düşünülemez. Eğer bu kimse
hakkında şöyle dersek “Rabbisini hem ilmen hem de hâlen müşâhade
ettiği gibi, nefsini de ilmen ve hâlen müşahede etti.” o zaman o
kimsenin müşahedesi tamamen mevcûd olmaya yokluğa taalluk etmiş
olur. Yani o kimse, Bekâ-ı Resm ve Fenâ-ı Resm ile vasıflanmış olur.

Bütün bu izahatlarımızda şu gerçek sabit oluyor: Bu müşahede sahibi
İM fâide elde edendir. Biri zahmet çekmek diğeri de lezzet almak
fâidesidir. Zahmet fâidesinin hâsıl olması esnasında Bekâ-ı Resm ile
müşahede de hâsıl olan marifete lezzet denir.

İlmin iki mefule geçiş yapmasından ötürü iki fâideyeye
sâhib olana "Âlim denir. Âlim için hâsıl olan fâidelerden
birisini kazanana "Arif" denir. Çünkü o, Âlim'in ulaştığı ilim Makamına ulaşmamıştır.

inayet yıldızı mebhasında açıkladığımız gibi, eğer o kişinin Âlem- i
Misâl'de Hak'la olan muvafakatiyeti gerçekleşmişse Âlem-i Şehâdet'te
Tevfîk-i İlâhi onun hakkında vakî olur.

Biz, ilmin marifetten üstün olduğunu söylediğimiz gibi Âlim de
Ârif'den üstündür deriz.

TENBİH
Sehl bin Abdullah Allahondan razı olsun- nakl ettiğimiz kelâmı Ebû
Abdullah Hüseyin bin Musa En Nişâburî "İzâhât-ı Tarik fî Usûli Ehli
Tahkik" Melâmiye'lerin usûl ve kaidelerini izah eden kitabda rivayet
etmiştir.

Cüneyd-i Bağdadî'nin Sehi'den nakl ettiği kelâm da; "Kitab Muhtehab
il Esrar fî Sıfatıssıddıkin vel Ebrar" adlı kitapta zikr edilmiştir.

Ebû'l Abbâs El yessâri'den nakl ettiğimiz kelâm da; "Risâle-i
Kûşeyri"de mevcuttur...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

TEYİD VE BURHAN

Aşağıda yazacaklarım arifin sıddık âlimden derecesinin düşük
olduğunu te'yid edecektir.

Allah'ın, kalbini genişlettirdiği kimse, âlemde üstün olur. Zira bu ihsana
mazhâr olan, dâim huzûr-u ilâhi'de olmak şartıyla Hakk'ın edebiyle
edeblenmiş olur.

Hakk'ın edebiyle edeblenmekte; onların nasıl ve neler oldukların
bilmekle gerçekleşir.

Öyle ise âlim, bütün bunları bilen ve uygulayandır.
Ahvallerden ağlamak, makâmatlardan işitmekle imân etmek ve
amellerden Allah'ın rızasını kazanmak, salîhlere karışmak ve
şâhidlerden yazılmak nasibi olanları ALLAH Tealâ, "Arif" diye
isimlendirmiştir.

Anlattıklarımız kendisine nasib olanlara Arif denilmesine delil
yazacağımız Âyetlerdir,

«Rasûle indirilen (Kur'ân-ı Kerîm)i dinledikleri vakit Hakkı
tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onlar
(şöyle) derler "RABBENA ÂMENNA FEKTÜBNÂ MAAŞŞÂHİDİYN - Ey
Rabbimiz imân ettik. Artık bizi (Hakka) şahid olanlarla beraber yaz.»
(Maide suresi, âyet: 83)

Böyle talebte bulunanlara ilim mastarından türetilen fiili isnad edilmeyip
tanımak mânâsına gelen marifet mastarından çıkarılan "arife" fiili nisbet
edilmiştir. Bu da bize onlara niçin Arif denildiğini yani onların Arif diye
adlandırmalarına sebeb teşkil eden fiillerini göstermektedir. Âyetin
devamında onların şöyle dediklerini de görmekteyiz:

«Zaten biz, Rabbimizin bizi de salîhler katarına katıb koymasını
unutup dururken ne diye Allah'a ve bize gelen hakikâte imân
etmeyelim?İşte Allah'ın onların (bu) söylediklerinden dolayı altından ırmaklar akan Cennetleri - kendileri için ebedî kalıcı olmak üzere - onlara
mükâfat olarak ihsan etti. Bu iyi hareket edenlerin mükâfatıdır.»
(Maide Sûresi, Âyet: 84-85)

Hâli böyle olan kimselerin kendi nefislerinden işitmeyip Kitâb-ı
Kebîr'den dinlediklerini ALLAH Subhânehu bize bu âyetlerle bildirmektedir.

Allah Tealâ'nın şu; «İşte onlara mükâfat olarak ihsan etti» kavlinde
bizden olanlara işaretler vardır. Şöyle ki:

Arifler, salîhlerden ve şâhidlerden olmayı taleb ediyorlar. Halbuki
Sıddıkiyyetin Mertebesi bu iki sıfatın mertebesinden üstün olduğunda hiç
şüphe yoktur. Öyle ise; Sıddıkiyyet'in Mertebesi o iki Sıfatın dışındadır.
Hâl böyle olmasına rağmen onlara Arif denilmiştir.

«Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, işte onlar, Allah'ın
kendilerine ni'metler verdiği Nebilerle, sıddıklarla, şâhidlerle, iyi
adamlarla beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştır.» (Nisa Sûresi, Âyet: 69)

Sıddıkların derecesinin salîhler ve şâhidlerin derecelerinden üstün
olduğunu yazdığımız Âyette anlaşılmaktadır. Zira Allah'ın kendilerine
ni'met verdiği kimselerin içinde en büyük dereceye Nebîier ve onlardan
sonra sıddıkların sahip olduğunu Âyetteki sıralamada anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla sıralamada önde olanların derecesi sonra gelenlerinkinden
üstündür.Bunların aralarındaki derece farklarını anlamak için sıhhatli tefekkür etmek gerekir ki netice alınabilsin.

Şunu da bilesin ki; Arif, şehîdler ve sâlihler katarına girmeyi
arzulayandır.Halbuki katarına girmek istediği şehîdler ücret ve sevabın hâsıl olması karşılığında amel ederler. Yani onlar, yaptıkları güzel ameller
karşılığında ücret ve sevabı taleb ediyorlar.

Sıddıklar, yaptıkları güzel amelellere karşılık gönüllerinde ücret ve
sevab orzusu bulunmadığından ötürü, Allah Azze ve Celle onları ivaz
ve sevab beklentisinden beri kılmıştır.

Binaenaleyh sıddıklar dâima kendilerini kul olduklarını müşahede
ederler. Kulluk ise, kendilerinden açığa çıkan fiilleri kendi güç ve
kuvvetleriyle olmadığını kabul etmekle onların katında gerçekleşir. Bu
sebebten ötürü; yapmış oldukları güzel amellere karşılık ücret ve
sevab istemezler.

Yapan da, veren de HAK olduğuna göre HAK'kı taleb etmekten
daha güzel bir mükâfat olabilir mi?

Sıddıklar, kendilerini hakikaten "Abd" mecazen ise "Malîk"
görürler. Yani, dünyada icra ettikleri her şeyi bir emânet olduğunu ve
kendilerini de emanetçi kabul ederler.

Sıddıkların amellerine karşılık mükâfat beklemediklerine delil ise
yazacağımız Âyetdir:

«ALLAH ve Rasüllerine imân edenler işte onlar sıddıklardır.»
(Hadîd Sûresi, Âyet: 19)

Allah Azze ve Celle onların amellerine karşılık bir "ivaz" zikr
etmemiştir. Zira yaptıkları amellerde kendi güç ve kuvvetleriyle olmadığını
müşahede ettikleri için, gönüllerinde o amellere karşılık ücret bulunmak
endişesi asla mevcûd değildir.

Sıddıklar, yaptıkları hiçbir şeyde "biz bunu yaptık" iddiasında
bulunmaktan beridirler. Onlar, bütün hareket ve durgunluklarının
HAK'kın kudretiyle oluştuğunu müşahede ederler.

Allah Azze ve Celle, şehîdlerin Rab'leri katında ecirlerinin ve nûr'larının
olduğunu bize Kur'ân'ın birçok âyetleriyle bildirmektedir.

Arifler ise şühedâ olmayı ve onların divanlarında yazılmayı taleb
ediyorlar. Allah Tealâ, onları Hazret-i Rububiyyete hâs kılmıştır.

Allah Tealâ, ariflerin imânında şart kıldığı işitmeyi, sıddıkların imânında
şart koşmadı. Allah'ın böyle yapması ise, bizlerin varlıkların nasıl
tertiplendiğini ve onlara karşı hangi edeble muamele etmemizin doğru
olduğunu öğrenmemiz için bir hikmet'dir.

Böylece biz her varlığın menzili ve mertebesinin istediği şeyleri yerli
yerince oturturuz. Ve Hak'kın onlara verdiği isimlerden başkasına
yönelmeyiz. O hangi isimleri kullanmışsa bizler de o isimleri yâd
ederiz. Öyle ise, isimlerin bilgisi yüce bir ilimdir. Ve isimlerdeki ilimle
Allah'ın ahlakıyla ahlâklanan Allah yolunun yolcusunun edebi belli
olur.

İsimlerin ilmiyle babamız Hazreti Adem Aleyhissalatu Vesselam, katıra,
katırın babası eşek olduğu için merkeb adını vermiş olsaydı, Allah'ın ona
öğrettiği isimleri yerinde kullanmadığından öğrendiği ilme saygısızlık etmiş
olurdu.

Öyle ise Hak'ın edebiyle edeblenen, ilâhi edeble durur ve ilâhi
edeble yürür. Böylece o Hazret-i ilâhiyenin hürmetine riâyet etmiş olur.
Yani o edeble edeblenen kişi, her hâlinde Hakkın bildirdiklerine riâyet
eder. Hatta en masum bir şeyin adında bile o edebe uyar. Kendisi yeni
bir ad koymaktan kaçınır. Bir şey'in adını bilmediğinde; o şey'e bir şeyle
işaret edersin. Eğer bir şey'e ad koyan kimse hikmet ehli ise ad
koyduğu şey'in mânâsına yakın bir ismi yeni bir ıstılah olarak
verebilir.

Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselamın;

«Kim nefsini tanırsa Rabbisini tanır." demekle Hak'ka karşı olan
edebine nazâr-ı ibretle bak!. Hak, arife ne makamı vermişse Allah Rasûlü
de ona riâyet etmiştir.

"Kim nefsini tanırsa.." cümlesinde ki TANIRSA fiilinin Arapça
karşılığı; "ARİFE"dîr. Allah Rasûlü cümlede geçen kime Arife fiilini nisbet
ederek Arife verilen değere kemâl-ı edeble açıklamıştır.. Zira, "Kim
nefsini tanırsa.." cümlesinde ki "Âlime" fiilini kime nisbet kılmakla, Arifi
Hazret-ı Rububiyyet ve Hazret-ı Nefs Makamından indirmemiş oluyor.

Öyle hazret-ı Nefs ki Cennette ki ni'metiere sahib olmaktan ibarettir. Zira
âyetlerin beyanatına binaen Nefsin arzuladığı herşey ancak Cennette
mevcûd olur..

Öyle ise Arif, sıddîk âlim'in gözetimi altında arifi terbiye olunan
güzel arzuların sahibidir.

Ey Ğâfîl!. Hakikâtların mülâhazasında edebli ol!.

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ÎTİZAR (ÖZÜR) :

Bir kısım sofilerin açıklamasını yaptığımız makam sahibine, Arif ismini
verip o makam sahibine Âlim denilmesi her yönüyle daha uygundur. O
sofilerin böyle o makam sahibine Arif adını koymalarının özrünü aşağıda
izahı gelecek. Bu özrü de ashabımızdan, o sofileri savunmak için keşif
sahibi muhakkikler beyân etmişlerdir.

Bu makama erişenlerin katında Âlim ismini bırakıpta Arif
ismine meyi etmelerinin aslında hiçbir özür yoktur. Zira böyle
davrananlara;

— «Allah de!Ve onları terk et!..» hitabının hükmü bu davalarında
yönelmektedir. Ve o makama ulaşmanın şartı; o makamda edeb-i
ilâhiyeye üzere hâlin devam etmesidir. O makama erdikten sonra,
ilâhi edeblere riâyet etmemek edebsizliktir.

Fakat muhakkik sofiler üzerine Allah yolundan giden gerçek bilginleri,
başkalarından korumak tarafı ğalabet etti. Zira onlar, âlemde herhangi bir
bilgiye sahib olanın Âlim denilmesinin yaygınlaştığını görüyorlar. Halbuki
bu bilginlerin birçoğu, şehvetler içinde yüz üstü dalmış, şüpheli şeylerde
vartalarla dolup taşmışlar. Bu bilginler, haramları da işlemekten geri
kalmıyorlar.. Bunlar, dünya hayatını âhırete tercih edip kanaatkârsız
olmuşlar.

Onlara söyle!. Dünya meta'ı azdır!!! Bu meta'ın azlığını o bilginler de
bilmektedirler. Böylece onlar, dünyalarını tamir, âhıretlerini de
tahribkârdırlar. işte böyle olan Âlim, sözleri yaşantısıyla çekişen
kimsedir.

imâm Müslim'in Ebu Hureyre'den tahric ettiği Hadis'in ifâdesine binaen
hâli bu minvalde olan Âlim, herkesten önce Cehennem azabını
tadacak üç sınıftan birini teşkil etmektedir. Daha sonra bu Âlim tevbe
etse de nefs, ona hakîm ve mâlik olduğundan onun mücâhedesinin amacı
Cennetteki ni'metlerden hâz almaktır. Bütün bu olumsuz hâllerine rağmen
bu kimseye Âlim (!) denilmektedir.

Muhakkik sofiler, sâadatları için hâsıl olan yüce makamın ilme ve o
makama ulaşanlarında Âlim ismine daha uygun olduğunu biliyorlardı.
Zaten Cenab-ı Hak'ın o makama; ilim ve sahibine de; Âlim demesi de
onların edeb-ı ilâhiyeye riâyet etmelerini gerektirmekte idi. Fakat muhakkik sofiler, âlemde her hangi bir bilgi sahibi boş kimselerin bu yüce makam sahiblerine isimde ortak olmalarına razı olmadılar.

Eğer muhakkikler, o yüce makam sahiblerine "Âlim" ismi vermiş
olsaydılar, o boş bilgi sahibi kimselerle aralarında ki makam farkı temyiz
edilemezdi.

Artık bu durum, muhakkikleri, o yüce makama; "Marifet" ve sahibine
de; "Arif" demeye zorladı. Zira hakikâtte; ilim ve marifet tanım
açısından eşittirler. Dolayısıyla muhakkikler bu iki makam sahibleri
arasında ki farkı da böylece oluşturmuşlardır.

Öyle ise muhakkiklerin bu anlatımında şunu anlamaktayız: Onların
yüce makam sahihlerine "Arif" demeleri lâfzî bir deyimdir. Mânâ
bakımında yine Âlim anlaşılmaktadır.

Binaenaleyh onların böyle davranmalarında mânâda ittifak, lâfız da ihtilâf vardır. Zira bu yolda mânâ da asla ihtilâf olmaz. Eğer ihtilâfı ifâde edecek bir söz onlardan tezahür ederse o ihtilâf mânâ bakımından olmayıp lâfzı bir ihtilâf olduğuna hami ederiz. Fakat bu anlattıklarımız, o yüce makam sahiblerini korumak tarafı kendilerine galebet ettiği esnada üzerlerinde geçen gaflet vaktinde kendi İstılahlarını Allah'ın verdiği isimler üzerine tercih edenlere nazarandır.

Öyle ise o yüce makamı ehil olmayanlardan böyle söylemekle tenzih etmeyi kâsd ettikleri için ehl-i huzur için hâsıl olan makamların oniar içinde hâsıl olması umulur...

El hamdu lillâh-il muni'mil mufaddili...
Nimetleri ihsan eden ALLAH'a hamd olsun...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

HİDAYET

- İlmin tanımı ve hakikâti nedir?
İlim bir şeyi gerçeğe uygun şekliyle algılamaktır.

- İlim nasıl fâideli olur?
İlim kendisiyle amel edildiğinde fâide verir. İlimdir saâ'det-i
ebediyeyi sana veren.

Bildiklerine zıt amel etmekle muhalefet
etmekten sakın.

Bizim ilim hakkında bildirdiklerimiz gerçekleştiği zaman, herkes
dilediğini söylesin.

Yine ilim hakkında yaptığımız açıklamalara zıt getirilen bütün deliller bâtıldır. Bu bâtıl delilleri getirenlerin Allah'tan tevbe etmeleri ve
mağfiret istemeleri gerekir.

ALLAH, Ğafûr ve Rahiym'dir.

Ey Azîz!.
İlim ilâhi bir nûr'dur.
Allah, o nuru kullarından dilediğinin kalbine ilkâ eder.

İlmin envari ilâhi'den bir nûr oluşunu yazacağımız âyet ifâde
etmektedir:

«Bir ölü iken kendisini diriltdiğimiz, ona insanların arasında
yürüyeceği bir NûR verdiğimiz kimse; içinden çıkamaz bir hâlde
karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu?» (Enam Sûresi, Âyet: 122)

O nûr ilimdir.

İlim, kulun nefsi natıkasıyla kâim bir mânâdır. Ve bu mânâ kulun
eşya'nın hakikâtini algılamasına vesiledir.

Meselâ; Güneşin ışıkları gözün görmesi için ne hassaları varsa ilmin
de basiret için aynı özellikleri vardır. Belki ilmin basiret için olan özellikleri
Güneşin gözlerin görmesi için olan hususiyetlerinden daha kâmil ve
üstündür.

Ulemâ, ilmin malûmu yönüyle ilim hakkında üç görüş beyân etmişler.
Kimisi ilmin sayımları olan malûmu ile birleşik olduğunu, kimisi ilmin
sayımları olan malûmu ile tekliğini ve kimisi de ilmin sayımları olan
malûmu ile çokluğunu söylemişler. Her malûmun bir ilmi vardır ilim,
kesinlikle tek bir maluma bağlantısı vardır.

ilmin bu tasnifinde ulemâ, Allah'ın ilmini kasd etmiyor. Zira "O"nun ilmi,
bu tür tasniflere tabî edilemez. Belki burada insanların ilminden bahs
edilmektedir.

ilmin ma'lûma olan bağlantısında iki görüş beyân edilmiştir:
1) ilmin ma'lûma bağlantısı hiçbir kayıtla mukayyet olmaksızındır.
2) İlimin ya iki ma'lûma veya daha fazlasına bağlantısı vardır.

İlmin ma'lûma bağlantısı da iki çeşittir.
Ya ilmin bağlantısı, malûmun çeşit çeşit olmasıyla bağlantısı da çeşit
çeşit olur..

Veyahut ilmin ma'lûma bağlantısı malûmun zamanla olan
bağlantısı itibariyle gerçekleşir.

Aslında bu mevzu bu kitapta kendisine ihtiyaç duyulan meseleler
değildir, öyle ise biz gayretimizi toparlayıp, bizi ebedi saadete ulaştırmaya
vesile olacak ilimleri izah edelim.

BÖLÜM:
Bu bölüm: Selâm yurdunda sonsuz mutluluklara vesile olacak
ilimler hakkındadır.

İlmin çeşitleri çoktur. Akliyat, Haber, bitki, hayvan ve felek ilimleri gibi.
Ve her ilmin kendisine has bölümleri vardır.

Biz kitabın bu bölümünde ebedi saadetimize vesile olacak ilimden
bahs edeceğiz. O ilmin hangi ilim olduğunu anlatacağız ki onun tahsiliyle
iştigal edebilelim.

Ey Aziz!..
ilimden bilinmesi zaruri ihtiyacımız olmayanları, vakitlerin Allah'ın
izniyle lehimizde geçmesi için terk edelim.

İlmin bölümlerinden kendisine ihtiyaç duyulan iki bölümdür:
1) Aklî ilimlere dahil olan ilm-ı Kelâm,
2) Haber ilmine delil olan Şerîat ilmi'dir.

Bu iki kısma giren malûmatlarda sekiz sınıfa ayrılmaktadır.
1) Vacib, 2) Caiz, 3) Muhal, 4) Zat, 5) Sıfat, 6) Efal, 7) Şekavet,
8) Saadet ilimleridir.

Kendisinin kurtuluşunu arzulayan her şahsın bu ilimleri
öğrenmesi vacib'dir.

Saadet ve şekavet ilmi sekiz şeyin bilinmesine bağlıdır. Sekiz
şeyden beşi ahkam itibariyle bilinmesi zaruri olan ilimdir. Bunlar:
1)Farzlar,
2) Haramlar,
3) Menduplar,
4) Mekruhlar,
5) Mubahlardır.

Bu beş hükmün aslı da üç şeydir.

1- Kitab,
2- Mutevatir Sünnet,
3- İcma-ı ümmet.

İnsanlar bu ilimleri tahsil etmekte iki mertebeye ayrılmaktadır.
1) Âlim olanlar,
2) Bir âlimi taklid edenler.

Artık insan bu ilimleri öğrendiği zaman teklif-i ilâhinin vazifeleri
onun üzerine teveccüh eder.

Öyle ilâhi teklifler ki, kulun sekiz organında açığa çıkan fiillerine
bağlantısı vardır. Bu organlar şunlardır:
1) Göz,
2) Kulak,
3) Dil,
4) El,
5) Karın,
6) Tenasül organı,
7) Ayak,
8) Kalb.
Bu organlardan açığa çıkan fiillere bağlantısı bulunan teklifât-ı Nahiyeyi bilmek ebedi saadete ulaştırmaya öncü ilimdir.

İnşaallah bu bölümden sonra yazacağımız velayet yıldızında ilimle
alâkalı bilgileri daha genişçe anlatacağız., insan bildiği ilimlerle amel
ederse hangi mertebelere ulaşacağını o bölümde göreceğiz.

İlmin müfid olması kişinin bildiklerini yaşamasına bağlıdır.
Yaşantısız bilgi, insanın ilim sıfatıyla vasıflanmasına yeterli sebeb
değildir. Zira kişinin yaşantısına tesir etmeyen bilgi tasavvuridir.

Tasavvuri olan bir şey ise, sadece sureti zihinde peyda olan nesneler
hükmündedir. Varlığı zihni olan bir şey ise haricde hiçbir fâidesi yoktur.
Öyle ise ilmin mücerredlikden muşahhaslığa geçişi tasavvur hâlinden izan
ve kabulü gerektirdiği tasdike bağlıdır. Tasdik ise; varlığı zihni olan
nesneleri bir hükme bağlamaktır.

Binaenaleyh insanın ilimle vasıflanması; ilmi kendisinde
somutlaştırmasına bağlıdır. İlmin insanda somutlaştırması ise; o
ilmin gereği yaşamasıyla gerçekleşir.

Ey Oğulcuğum!.,
Allah, senin gönlünü ferahlandıran işleyeceğin güzel işlerde sana tevfîk
versin.

Şunu bil!.
Âhırette saadete vesile olacak ilimleri Allah Subhânehu zikr
edeceğimiz âyette nûr ile isimlendirdiği muhtemeldir.

«Nurları önlerinde ve sağlarında koşacak..» (Tahrîm Sûresi, Âyet:
8)

Yine Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam da şu Hadiste;
«Gece karanlıkta nuru tam ile mescide gidenleri müjdele» ilimleri "nûr'u tam" ile adlandırmıştır.

Öyle ise ilim zihinde algılanmaktan ibaret olan edilgenlikten çıkması o
ilmin kişinin yapacağı işlerinde etkili olmaklıgıyia gerçekleşir.

Bu nurların sekiz ad, her bir ismi için sekiz sınıf insan, her bir sınıf
için sekiz makam ve her bir makam için sekiz zulmet vardır.
Şehvetlere düşkünler, bu karanlıklarda şaşkındırlar. Onların bu hâlini

Cenab-ı Hak şöyle bildirmektedir:

«Allah nurlarını giderip (söndürüp) kendilerini karanlıklar içinde,
görmez (ve şaşkın)ler hâlinde bırakıvermiştir.» (Bakara Sûresi, Âyet:
17)

Huzur ve inayet ehli, dâima ilâhi nurlarla şerefyab olmaktadırlar.
Onlar Allah'ın onlara ihsan ettiği nûr üzerindedirler.

Bunlardan başka bir taife daha vardır. Onlar bazen güzel amel bazen
de kötü amel işlerler. Dolayısıyla onlar bazen nûr bazen de zulumat
üzere karışık hâl sahibleridirler.

«(Onlar) diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir
ameli başka bir kötü ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların
tevbelerini kabul eder.»(Tevbe Sûresi, Âyet: 102)

- BEYT -
Nur seher vaktinin askerlerini yendi,
Gece de gündüzü aramak için geldi..

Artık hiiekârların kaçışı gibi kaçıp gitti..
Sehere sığınmak için geri dönüş yaptı..

Nurlar sekiz felekte yüzerler..
Sekiz felek için sekiz hareket..

Sekiz doğuş ve batış yeri..

Ve istiva noktasının merkezinde sekiz orta yeri vardır..
O sekiz orta yerini ayın küre-i arza en yakın noktası karşılar..

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

NURLARIN İSİMLERİ

Nurların sekiz ismi vardır, Bu İsimler şunlardır:
1) Güneş,
2) Hilâl,
3)Kamer,
4) Bedir,
5) Sabit yıldız,
6) Şimşek,
7) Sirâc ve
8) Ateş.

Bu isimler için de sekiz sınıf insan vardır. O insanların sınıfı
şöyledir:
1) Güneş nuru marifet ehlî,
2) Hilâl nuru murakabe ehli,
3) Kamer nuru hikmet ehlî,
4) Bedir nuru sohbet ehlî,
5) Sabit yıldız nuru gözetmek ve koruma ehlî,
6) Sırâc nuru halvet ehlî,
7) Ateş nuru mücâhade ehlî,
8) Şimşek nuru ilim ehlî içindir.

Öyle ilim ehlî ki anlatılan bütün makamları kendilerinde toplamakla
başkalarından temyiz etmişlerdir.

İlim ehli, Zât ehlidirler. Şimşeğin nuru onlar için diğer nurlardan daha yücedir. Şimşek, âlimin hatırına gelen kuvvetli bir ışıkdır. Öyle ışık ki sabitleşmez ve helak edicidir. Her ne kadar öldürücü olsa da fâideleri çoktur.

Şimşeklerin çakmasından sonra heybetle yıldırımlar ve esrar yağmurları açığa çıkar..

Evet, bütün bunlar, şimşeğin heybetle tecelli etmesinden sonra gerçekleşir. Şayet şimşek tecellisi Cemal'le olursa o vakit, yağmursuz buluttan başka bir şey açığa çıkmaz, işte anlatılan ilim etbâbı; bu hâl ve sırrlar sahibi kimselerdir.

Bu nurların delâlet ettiği mânâları yönüyle makamları da sekizdir.
1) Bedir nurunun mânâsı; büyük Dünya,
2) Sabit yıldızı nurunun mânâsı; küçük Dünya,
3) Sırâc nurunun mânâsı; büyük Cennet,
4) Ateş nurunun mânâsı; küçük Cennet,
5) Kamer nurunun mânâsı; büyük Cehennem,
6) Hilâl nurunun mânâsı; küçük Cehennem,
7) Güneş nurunun mânâsı; mânâ sıfatları,
8) Şimşek nurunun mânâsı; Zat sıfatlarıdır.

Bu nurların mânâlarından büyüklükle vasıflananları, küçük âlem olan
"Âlem-i insan"a aittir.

Küçüklükle vasıflanları ise, büyük âlem denilen "Kâinat"a mensuptur.
Tefekkür et gerçeklere ulaşasın.

Bu nurların karşıtı olan sekiz zulumat (karanlık) vardır. Her bir nur,
karşıtı bulunan karanlığı gidermektedir.
1) Güneşin nuru nefsin,
2) Hilâlin nuru şekkin,
3) Kamerin nuru gafletin,
4) Bedrin nuru hiyanetin,
5) Yıldızın nuru cehalet ve şüphenin,
6) Siracın nuru vesvesenin,
7) Ateşin nuru ahmaklığın
8) Şimşeğin nuru tenzihin zulumatını giderir.

Bu nurlar haddi zatında çoktur. Şayet hepsini anlatsak kitabın
yazılışında ki gayemizden çıkarız. Zira kitabı muhtasar yapmaktır amacımız...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ŞİMŞEĞİN NÛR'U:

Şimşeğin nuru, basiretleri örter ve o nura sahib olanları acz ve
hayret denizine atar. Bu nur, kıyas ve misâl ile algılanamaz. Bu nûr,
insan hayâlinde şekillenmez. O nurun böyle olmaklığı onun
mahiyetinin keşf edilmesine engelleyici sırrdır.

Bu nûr, kendisini varlıkta ferdâniyetle ve tenzih kılmakla kıyas ve teşbih edilmekten engelleyen manîdir. Öyle ise varlıkta hiç kimse o nurun mâhiyetini açıklayıcı tâbirlere asla güç getiremez. Zira o nurun şanına lâyık marifette ikiliğin bir arada birleşmesi mümkün değildir.

O nurun marifetinde kulun; algılamaları tâbiri caiz ise: cihazları
kapalıdır. Binaenaleyh kul, kendi anlayış ve kavrayışından
sıyrılmadıkça o nurun mahiyetini kavravamaz. Kul da dünya
hayatında olduğu müddetçe bu anlayış ve kavrayıştan sıyrılamaz.
Öyle ise, o nurun sanına lâyık marifet; bu yönüyle dünyada kula
açılmaz. Ancak kul, acziyet ve hayret deryasında yüzmekle kendi
açısında o nurun mahiyetini hep hayretle seyre dalar.

Her kim ki hissi ve tecrübi bilimin kıyaslarıylg ve ana maksattan
uzak örneklerle o nûr'u tanımlarsa; büyük vebal altına girer ve tenzih
inancına da çelişik olur. Tecrübi bilimlerin kıyaslarıyla o nûr'u
ölçmeye devam ederse artık bu kimseye vehim musallat olur.
Öyle ise, Allah'ın varlığını; tecrübi bilimlere dayatarak izahat
yapmaktan kaçınmak gerekir.

Allah'ın Zât ve Sıfatlarının mahiyetlerinden bahs edenler, haddi
zatında kendilerine musallat olan vehimlerin mevhum varlıklarından
bahs ederler. O mevhum varlıkları Allah'ın Zâtı, Sıfatı ve Ef ali diye
isimlendirirler. Öyle ise, Allah, bize kendisi hakkında hangi isimlerle
hitâb etmişse, bizde o isimleri zikr eder keyfiyyetleri ile alâkalı
konuşmaktan kaçınırız.

Şayet, Murid, akılla algılanmayan, zevk ile gördüler babında hâsıl olan,
ilâhi bağışlardan bulunan bu sırra ulaşmayı arzularsa, şunu bilsin ki kâmil
tevhîd aklî delillerle oluşmaz. Zira akıl, bu yolda kördür. Edineceği
deliller ise, kör bir şahsın gören kimseye şehrin güzelliklerini anlatmakta
getireceği misâllere benzer.

Tevhîd-i Hakikî: Allah'a her yönüyle teslim olmakla oluşur. Ancak
müridin ulaşmayı arzuladığı o sırra ulaşmasının yolu; Rabbani
vasıflarla vasıflanıp ilâhi edeplerle ahlâklanmasıyla gerçekleşir. Tâ ki,
onun gönlünde var olan ve var olmayan hiçbir şeyin izi
kalmayacaktır.

Artık o kişinin gönlünde var olan ve var olmayan hiçbir şeyin izi
kalmamışsa o nurdan gelen yansımaları zevk etmeye lâyık olur. Veyahud
mahv isbât, fena ve bekası nisbetince o nûr'dan birşeyler tadar. Öyle ise o
kimse bağışlar yapanın diledikleriyle lezzet alsın.

Hiç balın mânâsını ve tadını bilmeyenin balı alıp önüne koyup
bakmasıyla aldığı lezzetle, bal yiyen kimsenin tattığı lezzet eşit olur mu?.
Balı önüne koyup bakan kimse balın lezzet ve tadını anlatmak için toplarca
kağıtlarla misâller yazsa da bal tadını zevk edenin zevkini hissedemez.
Bir tek şeyi temaşa eden iki şahıs arasında da zevk ve lezzet alma
bakımında nice farklar vardır. Birisi baktığı şey de ni'rnetlerin
hakikâtlannda şuuru açılmasıyla bir çok hikmetleri zevk eder. Diğeri ise,
abes ile iştigal ettiğinden hüsrana uğrar.

And olsun ki kendilerine verilen vazifeleri icra etmekten noksanlık
yapanlar hiçbir zaman o vazifeleri hakkıyla yapanları geçemezler.
Tenbel ve gafil olanlar asla gayret sahiblerinin derecelerine
ulaşamazlar.

İnsana verilen en yüce şeref, insanın bütün varlıkların
özelliklerinin kendisine yerleştirilmesi yönüyle Âlem-i Sağtr (küçük
âlem) oluşudur.


İnsan, Hakkın sıfat tecellilerinin birbirine benzetilmesi mahallidir.
Mü'minin aynası Zat ve Sıfat Marifetidir.

İnsanı en aşağılara indirmeye sevk eden unsur; kendisinde
bulunan bunca mânâları görmekten körleşmesidir.

YAZIKLAR OLSUN!.
İnsan, Allah'ın dışında ki varlıklardan lezzet almasıyla şakilerin en
büyüğü olur.

Ey Oğulcuğum!.
Allah, sana Zatî şimşeğin nuruna has kimselere verdiği tevfîkle
seni muvaffak kılsın.

Bil kil.
Semavi nurlar ve ruhani yüce kamerler insani feleğin heyeti var
olduğu müddetçe o feleklerde devran edecekler.

Mücâdele nûr'u; nefsin ayıplarını bilme feleğinde yüzer.

Halvet nûr'u; afatlardan korunma feleğinde yüzer ve o nurun
devranı da doğusundan başlayarak batıya yönelir. Ve o felek
doğudan başlayarak batıya doğru devran eder.

Halvet nûr'u afatlardan korunma feleğinde yüzer ve bu felekte doğudan batıya doğru döner. Zira insanın ağyar ile irtibatı yoksa onun halvete
girmesine ihtiyacı kalmaz.

Burada zikr edilen ağyar ve afattan maksad; sebebler âlemi olan zahiri
varlıklardır. İşte bundan dolayı bu feleğin devranı doğudan batıyadır.

BÖLÜM:

Feleklerin Devranı Hakkında

Bu feleklerin devranı hem zahir hem de bâtına nazarandır. Öyle
ise, bu feleklerin hareketlerinin aslı batıdan doğuyadır.

Sebebler âleminde zahiri ve batini mücâhadeye insanı yönlendiren
unsur; kalbin kemâlat yarışındaki İhtimamı, insanı seri koşan küheylan ve
sert kafafı deve gibi olan nefsini zayıflattırmaya başladı. Nefs'in
zayıflamasının neticesinde; Hak'kın neşvesinde ki yarışta yarışanların
zümresine ulaşabilsin.

Gözetme ve koruma nuru muamelelerin tertibini feleğinde yüzer.
Bu feleğin devranı doğudan batıyadır.

Murakabe nuru: Allah'ın koyduğu sınırları muhafaza etmek
feleğinde yüzer. Bu felek de devranı doğudan batıyadır.

Hikmet nuru; amellerin mizanı olan felekte yüzer.

Sohbet nuru; tedbirler feleğinde yüzer. Bu felek de doğudan
başlayarak batıya doğru döner.

Marifet nuru; müşâhade feleğinde yüzer. Bu felek batıdan
başlayarak doğuya doğru döner.

Bu felekler kimi vakitlerde iki türlü devranı olur. Nûr-u Zat-i de
böyledir.

Nûr-u Zât'i; ilim nurudur. Bu nûr, TEVHÎD feleğinde yüzer. Bu
nurun doğusu batısı yoktur. İlim nûr'u bütün nurların asıl maddesidir.
Bu nurun maddenin aslı oluşunu yazacağımız âyette ifâde
etmektedir:

«O kandil de sanki bir inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki güneşin
doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir
ağaçdan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş
dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nûr üstüne nûr
dur. Allah kimi dilerse onu nûr una kavuşdurur.»
(Nûr Sûresi, Âyet: 35)

İlim nûr'u. onu zevk ile algılayan muhakkik ve yakîn sahibi ilim
erbabına zahir olur.

Bu nurun neticesi; eşyanın hakikâtlarının iktizâ ettiği gerçeğe
binaen o nûr sahibinin katında ilim ve hâl yönüyle varlığın fena
bulması ve eşyanın birbiriyle ittihadır. Böyle olması da o nûr
sahibinin idrâkında tevhîdle birlikte hiçbir şeyin varlığının mevcûd
olmamasıdır. Zaten Tevhidin tevhîd olabilmesi de ancak bu tarz ile
gerçekleşebilir.

Tevhîd. varlıkta açığa çıkan hiçbir şeyin Allah'ın Zât. Sıfat ve
Fiillerine eş. benzer ve ortak olmamasıdır. Hatta varlıkta açığa çıkan
şeylerin de müstakil olmadığı ve Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının
gölgeleridir.

ilim nûr'u, güneşin batıda doğuşuna misâl olduğundan ötürü biz de o
nûr'a çabukça kayıb olan şimşek nûr'unu misâl verdik.

Artık o nurla batı şark olmaya dönüşür ve bütün cihetler aydınlık verir.
Bu durumda batı yok olduğunda baki olmaz. Batı yok olduğunda, zıttı
bulunan batı da doğu da, doğu olması yönüyle intifa bulur. Fakat doğu zatı
itibariyle doğudur.

Her hangi bir sıfat ve fiilde fena bulmakta ki müşâhade de böyledir. Bu
hakikâti zevk edenin mahiyeti, mükellef olduğu teklifler ve zatı o makamda fânî olur. Zira bu makamın hakikâti bu hâli ihsan da bulunur.

Fakat bu makamda olan insan bildiklerini halka tebliğ için döndüğünde artık hazret-ı tefrikte hareket edici olmaya intikâl eder. Yalnız onun hakikâti fena makamında resmen ve hükmen sakin olduğu gibi, o makamda İlmen ve keşfen de durgundur.

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

BU RUHANİ FELEKLERİN MARİFETİ

Ey Oğulcuğum!..

Ruhanî feleklerin her birisinin kendisine özgün hareketi vardır. O
hareket de bizim sana izah ettiğimiz devranlarıdır.

Sen o feleklerle ahlâklandığın zaman, o hareketleri, yani her
feleğin kendisine özgün hareketini o feleğe yerleştirmen için senin o
hareketleri öğrenmen zaruridir.

Nefsin ayıblarının feleğinin hareketi; hayırlı işlerde acele ile o
hayratı yapmaya yönelmektir.

Afatlardan korunmanın feleğinin hareketi; ulemânın sohbetine
gitmekte yarışmaktır.

Gözetme ve koruma feleğinin hareketi; ahde vefa etmeye cüretkâr
olmaktır.

Amellerin mizanının feleğinin hareketi; nefis muhasebesinde en
ayrı inceliklere dalmaktır.

Tedbir feledinin hareketi; gönlü boş hatiratlardan temizlemeye
vesile olacak kendini ve kainati okuma kabiliyetidir.

Marifet feleainin hareketi; ihlasin devamlılığıdır.

İlim nur'unun feleainin hareketi; daimi sukunettir. Yalniz bu sukunet, tenzih ve takdis sukunetidir.

Eğer işin hakikatini bilmeyenlerin ifadelerinde herhangi bir gunde
ilmi nur'un feleğine hareket nisbet edilirse bu hareket Rahmet ve
bağışdır.

İşin hakîkatinden cahil olanlar yazacağımız âyetlerin ifâde ettiği
anlamları anlamadan cihet vehmine kalıyorlar.

«Rabbinin emri gelib melekler saf saf dizilir. » (Fecr Sûresi, Âyet:
22)

Ve kâfirlerin şöyle dediklerini Allah Subhânehû bizlere bildirmektedir:

«Allah buluttan gölgelikler içinde geliversin. » (Bakara, Âyet: 210)

Bu tür soylemler haddi zatinda tevhîd'i idrak edemeyenlerin sözleridir.
Tevhîd ehIi, böyle cihet ve mekan ifade edecek söylemlerden
kaçınmalı. Zira bu tur itikatta bulunmak tevhid'in geregi olan tenzihe
ters düşmektedir. Hele Allah'in Zat'min mahiyetini asla yaratılan
nesnelerin hiç birine ne benzerligi ne de zıdlıgı tasavvur edilmez.

Gök nedir?..

Arş kimdir?..

Fezâ ve insan hangi hakikâtlere binaen yaratılmışlardır?..

Bütün bu incelikleri ancak; Allah ve Rasûlü'nün yolunda ittibâ
edenler Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine çelişmeyecek tarzda
anlatanlar idrâk edebilir.

Allah Celle ve Alâ; «Ben, kâinatı, arşı, insanı ve bütün varlıkları
yarattım» diyor. Hayır efendim, "âlemde hiçbir şey yoktur, yalnızca ALLAH
mevcuttur..." veya "Allah âlem'in bâtınında ve zahirinde görünmektedir.."
denilebilir mi?..Tâbi ki Hayır!. Ancak, varlık Allah'ın sıfatlarının
gölgesidir.. Dolayısıyla, âlemde Allah'ın "El- Bâtın" isminin tecellisi
batini ve "Ez-Zâhir" isminin tecellisi zahiri olmak yönüyle, âlem'in
batini ve zahiri özellikleri o isimlerin hakikâtlarinde sabit olan
hakikâtlarıdır.
Ayrıyetten şunu da belirtmekte fâide vardır. Zira Esmalar Uluhiyet
Makamında her birisi diğerinin aynıdır. İşte bu cihetle "Vahdet-i
Vücûd" denmektedir.
Yani, Esma ve Sıfatlar, Zât-i İlâhinin varlığında her biri bir
diğerinin aynıdır. Orada isimlerde taaddüt yoktur. Ve Zâtta bütün
Esmalar birbirinin aynıdır.

Âlemde ki tecellilere gelince, bu varlıkların istidadına göre açığa
çıkmaktadır. Öyle ise, varlıkta açığa çıkan isim ve Sıfatların özellikleri
Hak'kın isim ve Sıfatlarının aynı değildir.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

Bütün bu incelikleri ancak; Allah ve Rasûlü'nün yolunda ittibâ
edenler Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine çelişmeyecek tarzda
anlatanlar idrâk edebilir.
MUHAMMEDİ NUR NEŞESİ!

GERÇEK TASAVVUF; TASAVVUF EHLİ, KARŞISINDAKİ TALEP EDENİ KANDIRMAYA DEĞİL, İNANDIRMAYA ÇALIŞIR.
BUNUN İÇİN HİZMETİ AMAÇLAR.
NASIL Kİ NORMAL HAYATTA SENİN YERİNE BİR BAŞKASI YİYİP-İÇEMİYORSA,
MÂNÂ İLMİNDE DE SENİN YERİNE BİLMEYE, ANLAMAYA VE ONU YAŞAMAYA ÇALIŞAMAZ.
ONUN İÇİN TASAVVUFÎ ÖĞRETİM VE EĞİTİMİNDE HASBÎ HİZMETÇİLİĞİ MESLEK EDİNENLER,
SENİN BİLMENDE, ANLAMANDA, GÖRMENDE VE YAŞAMANDA SANA HİZMET EDER.


KENDİNDEKİNİ SANA VERMEK DEĞİL DE
SENDEKİNİ ORTAYA ÇIKARMAK İSTER.


EHL-İ TASAVVUF GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRDÜĞÜ HAKAİK (HAKİKATLER) VE DAKAİKLERİ (İNCELİK) BİR BAŞLANGIÇ OLARAK TALEBENİN HİZMETİNE SUNAR.
HERKESİN PARMAK İZİ GİBİ; KENDİ GELİŞİM ÇİZGİSİNDE YÜRÜMESİNİ İSTER.
BU GELİŞİM VE OLUŞUMUNDA HİZMETİNİ ESİRGEMEZ.


* İÇLERİNDEKİNDEN HABERSİZ OLANLAR, DIŞLARINDA DA BİR ŞEY BULAMAZLAR ''BENLİK BATAĞI''NDA BOĞULURLAR. *

BİZİM METODUMUZDA;
KAİNATTA BİR TEK ''BEN'' VARIM!
İMTİHAN OLAN "BEN"İM..
BEN KİMİM?
NEYİM?
NEREDEN?
NEREYE?
NASIL?
NİÇİN?
NE ZAMAN?
NE İLE?

...YOLCUYUM?

EVVELİM - ÂHİRİM - ZÂHİRİM VE BÂTINIM NEDİR?

VE NEDEN?..

ÖZ BİLGİLERİ KENDİ VİCDANINDA DÜŞÜNMEK VARDIR.....
ALAVERE VE PİYASA İŞİ DEĞİLDİR!

CİDDİYET İSTER!.....

LATİF YILDIZ-KUL İHVANİ
Hayy ALLAH c.c razı olsun. Gönlünüze sonsuz bereketi dilerim. RIZA bulunuz İNŞAALLAH.
Resim
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

İMÂNÎ FELEKLERİN BEŞİNCİSİ

İmânı Feleklerin beşincisi Âyanî olan matla ların ikincisi Âlem-i
Ceberut ve Melekûf da müdebbir İmâmın zatıyla doğan ayın son üç
günün hilâlidir. Bu hilâl de hidâyetin kabulüne vesiledir.

Bu makam da öncü ve önder olan Zat bilmez mi nurlar, asillerin
övgülere mazhâr olan meclisinde toplanarak birleşir. O asillerde nurlarla
müdafaa etmeye ve yorumlamaya başladılar.

işte bu mecliste hazır bulunanların dereceleri artık yüceldi. Gelen
sesleri can kulağı ile dinlediler. Hâl böyle olunca artık, onlar, hakikâtları
görmek ve anlamak kabiliyeti sahiblerine, o mecliste kendilerine ulaşan
ilâhi lutûfları bildirdikleri gibi, hiç birisinin okunun, Allah'a hamd olsun
hedeften sapmadığını da söylediler.. Böylece, adalet övgüleriyle dimdik
duraklayıp kaldı.

Artık güneşin ilk ışınları nefiste gizlenenleri apaçık olarak ortaya
çıkardı. Güneş, temizlik minberinin üstüne "karanlık gecelerde hisleri
aydınlatıcı olan nefise ışıklar salıyor." diyerek yükseldi..

Öyle güneş ki bütün emsallerinden daha â'li ve daha pâk idi. Öyle
güneş ki "hazret-ı Kuds"ta tecelli etti.. Kargaşalar vâkî olduğundan ötürü,
insanlar onu inkâr etmeye teşebbüs ederek gerçeği örttüler.

Öyle güneş ki dar bir yerde oturdu ve bugün ve dün ile kayıtlandı..

Öyle güneş ki nasıl ona dokunulur. Halbuki gizli nidalar geldi. Bütün
bunlardan sonra, en pâk düğünle o asilzade tertemiz eve Beytu'l Kuds'e
girecek.

Araplar hiçbir semeresi olmayan fasihler oldukları için onu inkâr ettiler.
Fars ise, ona imân getirdiler.

Allah Subhânehû insanları teşvik etmek için Risâletini nereye
tahsis edeceğini bilir.

BEYT
Âlem de hidâyet güneşi ışıklar saldı,
Artık o güneşin doğuşu esnasında kalbler aydınlandı.
Ey Mevlâmın sevgisi benden yüz çevirme!..
Sensiz hayatın anlamı yok. Sensiz hayat güzel değildir.
Kalb, ancak sevgilinin tecelli ettiği zaman,
Ahbablarıyla saf ünsiyet edebilir.

Ben sevgiye, zeki Ariflerin sözlerinden daha müştakım.
Daha sonra, güneş indi ve hilâl visal minberine yükseldi-çıktı ve
şöyle dedi; "zahir ol!'

Artık apaçık olarak gorunmesiyle ayrılmak
deliliyle muteâl ile birleşik olmak şüphesini kendisinden giderdi.

Hilâlin sıfatları misâllerde serap gibi belirdi. Dolayısıyla hilâlin
misâllerde ki varlığı seraba benzedi. Herşeyi kendi hükmü altına
sokmak için hücum etti. Ve uzun uzun konuşmalar yaptı. Sözleri de
helâl sihri gibi her işitenin kalbinin derinliklerinde ona karşı hayranlık
uyanıyor du. Galip olmak ve mal hırsı, hâün siyakı (sevk etmesi yönlendirmesidir.

İki şey vardır ki onlar, kâmil insanların katında
ancak güzel amellerin neticesiyle ve tertemiz hâllerle elde edilebilir.
Âraf'da kital meydanında bir takım adamlar vardır. Onlar, zeval
vaktinde güneşin meyi ettiği esnada "Haydi buyurun!." diye davet
olunacaklar.

EY ELI BOŞ ADAM!..
Kahramanların vuruşmalarını kendine örnek al!.

Şayet visal ehli olmak dilersen, muhal şeylerle meşgul olma.
Kıyam, Zekât ve Savm ayının hilâli gözüktü... Artık "Halim",
şahsiyetler sıfat isminden oruç tuttular.

Dar-ı Selâm'da Zât cihetiyle orucunu açarlar. Ve orada güzel
kelâm ve tecelli nûrlarıyla gıdalanırlar. Ve "Enel Hak" nidalarıyla
söyleşirler.

Tek olarak dolunay tamamlandığı esnada hilâl vasıflarıyla ondan
yüce oldu.

Daha sonra, hilâl minberden indi ve kamer gayet berrak ve beyaz
bir minberin üstüne yükselerek çıktı.

Nurlarla güzel ol!.

Konuş ki sihir gibi tesir et!..

Cevher ve elmas gibi olan kelâmını ipe nazm ve nesir suretiyle en
güzel tarzda diz!..

Ben en büyük sırr, en belirten berzah ve berrak nûr sahibiyim..

ALLAHÛEKBER!. SUBHANÎ!. SUBHANÎ...

insanların bu cihette ibret nazarları çok değildir. Öyle ise, nuru
her şeye ğalabet eden Cemâl'a ve müşâhade ve tefekkür edenlerin
tamamını saran Celâl'a ibretle bak ki, bu Cemâl ve Celâl kimden açığa
çıkacak. Öyle Cemâl ve Celâl ki, sırrı kader olarak gizliyor. İlim kader
sırrıdır. Marifet fikirin neticesidir. Nefis hepsini gömer. Kötülükler
onlara ğalebet eder. Rûh ise, yeşertip güzelleştirir.

Hepsinin yükü gemiler üstünde geçip gitti, (veyahut Atmosferde
geçip giden gemilerle hepsinin yükü gitti.) Kaderde takdir edildiği
işin üzerine su gözlerle karşılaşıp buluştu. Dolayısıyla o su
gözlerimizle akıp gitmektedir.

Bütün bunlar, gerçeği örtüp gizleyenlere cezadır.
Cisim gömüldüğünde ağlar. Rûh üstün gelir. Çeşme üstünde
bütün zerreler gözyaşı döker.

Gerçek haber, seher vaktinde umulmadık bir tarzda peyda olur.

Ey Rûh!.
Muktedirin sırrı; beşerden sefer etmekle gerçekleşir. Beşerden
uzaklaşmak, huzur ve kurtuluştur.

Çiçeklerin üstüne gölgelerin düştüğü günde, berraksuları akan
nehir de sururlar üstünde hayatını idâme et!.

BEYT
Kamer, gaybı ayan olarak cisim ve ruh arasında müşâhade etti,
Cenâb-ı Hak, katında ki ilimle kamere o müşâhadeyi sevdirdi.
Kamerin o müşâhadesine istikrarlı itaatkâr bundan sonra
ulaşamadılar.
İşte bu güzelliklerin tepelerinde sükûnet esnastnda açığa çıkan
HİKMET'tir.
O HİKMETİ kendine ğanimet bil.

Daha sonra Kamer minberden indi ve dolunay minbere yükselerek
çıktı... Ve şöyle konuşmaya başladı:

— Ben, kadri yüceyim.
Ve her tarafı örten elbiseler sahibi güzel yetimin eviyim.
Artık ayın gecelen karardı.
Beni karanlık gecelerin katibi karşıladı.
Fakr, ancak benimle boyun eğerek tevazu sahibi olabilir.

Arablar Kameri gecelerde konuşurlar...
Benim sağım sağdır.
Benim solum soldur.
Ben güzel çiçeklerin bakıcısı ve önderiyim.
Med ve Cezir sahibiyim.
Nehirleri uzun uzadıya uzatan benim.
Nehirler az olmalarına rağmen çoğaldılar.
Ve yeryüzünün işlerini üstlendiler.
Büyüklük benimle arkadaş oldu da örtüler kendilerini salıverdiler.
Her şeyi sarıp örten, kendisine sabır verilen ve fakrı kabul eden
benim dedim.

Dolunaya özür beyân etme hakkı sana verildi denildi.
Beşer geldi ve ben sarhoşluktan uyandım.
Beşerin bana gelmesiyle kıymetim kaya parçalarının kıymeti gibi
oldu.

Ömrümün sonuna kadar sarhoşlukla kâim kalacağım.
Dolunay denizde cari olmaz. Denizin bilimleriyle de sınırlanamaz.
Mahv'dan sonra, ona nûr peyda olur.
Dönüp dolaştıktan sonra, o nûr yine ona dönüşür.
Dolunayın sırlarının temeli üçtür. Rab, Melik ve Tek olan ALLAH,
Bu sırrlar ona mahv da gerçekleşir. O da kendisine verilenlerden
ötürü. O Zât-ı Celil'e sena eder..

O Zâtta Dolunayın üç sırlarıyla abdın çamurunu kemâlatta vücûda
getirdi.

Daha sonra, bütünsel minberin üstüne Yıldız yükselerek çıkıp
şöyle hitâb etti;
— "Belirli bir gidişatla ana yoldan sapmayan Yıldızlar doğdu!.
Bütünsel yıldız kümesi merkezde odakiaşarak semâlarda ki her
varlığın gidişatının içinde tevassutta bulundular.

Hayatın her safhasında, meyvelerin sıkılmasıyla elde edilen
özlerinden daha tatlı ve leziz olan güzel kokulu ağızların salyasına
gönülden iştiyâklı kimseler, bakî kaldılar.

Fakat, hayatta bakî kalmak, kalbi, nefsin arzularına karşı meyi
etmekten bıktırmakla gerçekleşir. Zira kalb ismi gereği dâima değişim
de bulunur. Kalbin her değişim hâlinde gözyaşlarını sel misli akıtır.
Kalb, sıkıntılar içinde azâb çeken gönüllerin ihtiyacını gidermeğe
rağbet eder.

Artık yıldıza; "Her meşreb de güzelleş!." denildi.. Ve "Her meşreb
de kendine güzellikleri alıp, seferine devam etmeksizin uzaklaş.
Şayet, hiçbir meşreb de güzelleşmezsen. Doğuya ve batıya
yönelerek ikisi arasında matlubuna ulaşmakta şaşkınlığa uğrarsın.
Öyle ise, senin gidişatın tarzı, kendisinde hiçbir oyuğun oyulmayan o
ağacın gelişmesi ve yazı yazılmamış tertemiz kağıdın paklığı gibi
olmalıdır. Tâ ki, arzuladığın hedefine ulaşabilesin.

YAZIKLAR OLSUN!..
Şaşkınlıklar içinde kalan kimseye. Tercihin vâki olmasıyla parlak
yıldızlar eğlenmek ve çalışmak arasında yalancı oldular.
Gizli yalanlarla tertib edilmemiş Semavi Kitablar bu yalanın hakikâtini belirtmekle nutuk ettiler.

Şüphe yalandır.
Şüphe, sesli ağladığında kin ve gazâb kusar.
Gayib olduğunda ise, elbiselerinde nehirler belirir. Şüphe
giysilerindeki zehirin bütünüyle suyun başına geldi. Kabuklarının
soyulup atılmasını bekleyenin yerinde beklemeye başladı. Pamuğun
tomurcuklardan patlayıp açığa çıkması gibi, kendisinin de
dönüşümünü isteyerek zahir olmayı istedi.

Artık, incileri gerdanlığa dizerek hitâb etmeye başladı. Kurak
topraklara berrak sular döküp kusurlarını itirafta bulundu. Suyun
serabında oluşan yalan, Arapların içinde şaşırdı.

Artık tâleb ettikleriyle açtığı küçük küçük delikleri gidermeye
çalıştı. Karşısına kısa perdeler çıkmaya başladı...

Artık sözlerini çok uzatma!. Kısa kes!. Davet edildinse icabet et!..
Emr edildiklerinin icâbı teslim ol!.. Şafak kanatlarınla kendini sor.
İşte bunlar; Rabbinin gerçekleştirdiği delillerdir.

Yaklaş Ey Yıldız!..
Ve Yıldız da bu beyitleri terennüm etmeye başladı:
— Yıldız kendi zatının tenzihiyle konuştu..
Hayret de onu kabir hapsine atıverdi.
Mevlâ'sının hikmeti geceleri onun dirilişiyle doğdu!.
O da eğilip iki kat oluverdi.
Yıldız vecd ve şevk ile şikâyette bulundu.
Öyle Vecd ve Şevk ki Yıldız onları kendisinin hem cinslerine karşı
parlatarak yüceltirdi..
Hikmet'e:
— "Ey Hikmet bu beş günde bir nöbetine ulaşan ve rağbet eden
Mûhib ve
Hakiym'dir.. "denildi.
Öyle Hikmet ki; yıldız onu cilâsıyla alıp Yaratıcısının Kudsî
huzurunda tenzihle kuşandı.
Hikmet yıldızı çağırdı. Yıldız da ona;
— "Kendi zâtı için bizi arzulayan Muhîb merhaba!. Her hâlinde
Allah şükür edici ol!.. Güzel düğünle bu yolda sülük edeceğin
kimselerle Ünsiyette bulun!.." diyerek icabet etti..

Daha sonra, minberden yıldız indi ve ateş nurlardan oluşan
minberin üstüne yükselerek çıktı.

O minber ateşe şöyle hitâb etti:
— "Ey ateş, ağyarı ve âsârı yaktın. Perdeleri yırttın. Bakire
mevzuları açığa çıkarttın. Basiret ehlîne esrarları keşf ettin. Çokça
gözyaşların tanımadığı hararet içinde mutlu ol. Şayet o hararet
aydınlanırsa aşıklar nefretin işkencesiyle azâb çekmezler..

Ateş minberi mezarın yakınlığıyla ve vatanların ıttısalıyla
sevinmez.. Kuşlar ağlamaz. Asarlar pişmanlık duymaz. Yerin en
güzeli o nurlar için vâcibdir.. Zira o yerler sırrlnra mekândır.

Öyle ise, tecelli nurları ağyarla ilişkisi bulunan kalblerde zahir
olmaz. Ancak tecelli nurları büyük muhiblerin kalbinde açığa çıkar. "
Ve, ateş te şu beyitleri şöyle terennüm etmeye başladı..
— Kalb ve ciğerimde, Samed ve Vahidin rızasına iştiyakından
ötürü ateş tutuştu..
Zâtın nuruyla bana münferid olarak ikram da bulun!.
Tâ ki, bu ikramın beni Tevhîd'den ğayıb etsin..

"EHAD" ile Mabûd-u Zişân da derhâl o nurla bana ihsan eder itmez aklımı
cesetten gayb ettiren hakikâtler şekillenmeye başladı..

Artık, ben de O"nu O'nun inâyetiyle uzak ve yakın her tecelli de
müşâhade eder oldum."

Daha sonra, ateş minberden indi ve kandil sevgi minberine
yükselerek çıkıp şöyle hitaba başladı:
— "Karanlık gecede uçsuz bucaksız yollarda gidebilmek için,
Tacın kendisiyle aydınlatıldığı sabah rüzgârının sahibinin
hediyesiyim. Bu gidişat benim için, sevgi makamına yapılan en
sağlam mi'rac'dır. Öyle Miraç ki, başa giydirilen mücevherlerle
örülmüş Tac ve baş bağını verir. "

Ondan sonra, kandile şöyle denildi:
— İzdivaç hikmetini ve kadeh sahibinin lütfûnu bulmak için, meni
yatağına yerleş.. O yatağı, camın duruluğunun kandilin saflığına
kanşıncaya değin kar sularıyla yıka!. Artık, mizadan güzelleştiğinde
neticeleri gerçekleşir.. Ve, onların biribiriyle depreşmesinden ötürü
oluşan nârları parıldamaya başlar. Ve, hikmet lâmbası için Makam-ı
Muhammediye ile sevgi tacı oluşmaktadır. Makâm-ı uhammediye ile
münâsebet vücûda gelmeden sevgi tam elde edilemez.

BEYT
İlmin güzelliği İsrâ Gecesinde kasd edilen için aşkın kandilini
yaktı.
O geceyi kendi katında kasırgaların dinmesi esnasında doğan
yıldızların vaktinde güzelleştirdi.
Artık, her Sâlik İsrâ Gecesi nin ışıklarıyla Sera Makamından İstiva
Makamına ulaştı.
Daha sonra bu seyrû suluk'da ne zaman ki mustakîl oldular,
onların şerefli öncüleri ihtidaya dayandılar..
İşte bu, MUHEYMİ'nin bizim içimizde Kâf, Dâl ve Banın
arasında gerçekleştirdiğ
Hikmeti'dir.
Daha sonra, minberine yükseklerde çıkıp şöyle hitab etti:
— "Ayrımın boşluğunda parlayan şimşek.. Delili ardında helak
edici olarak gelen yıldırımdır.. Eğer doğrulukta parlar sa birleşik I iğ i
açığa çıkarır.. Şayet konuşma da hafifçe gözükse yarıklarda belirtir..
Varlıkta, ğarb ve şark arasında gidip gelir.

HAK, Hakkın Zâtının sırrıdır. Melek vasıtasıyla nura hizmet eder.
Ahestelik baygınlığı giderir. Şimşek aşkla gider ve hürriyeti verir, öyle
ise, o nurlarda yarışmakta olan, yarışçıların içinde her şeyi
kuşatan Hak’kın yarışçısıdır.

BEYT
Yatsı vaktinde geceiyi gideren sabahın parlaması gibi, şimşek
üzerimize aydınlıklar saldı.
HÂKİM'in ismiyle o geceyi yakaladı ve yazın zayıflayan vaktini gizleyip
kışı açığa çıkardı.
Hikmeti bir topluluğun tarlasına ekti ve o tarlaya yüceliklerden olan
güzellikleri giydirdi...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

İHSÂNÎ FELEKLERİN ALTINCISI

İhsânî Feleklerin altıncısı; İlâhî matlâların birincisi olan Rahamût
ve Ceberrût berzahında Kutbun ruhu ile doğarak yükselen hilâldir.

Bu hilâl; Hidâyet ve Sapkınlık sebebidir.

Keşke bilseydim!..

Tekrarlanmak tarzı ile biribirine sorular sorup cevap veren hikmetle
kuşanmış iki güvercinin hâlini müşâhade bostanında görüp açıklayan
hikmet sahibi var mı?

Öyle güvercin ki, gına bahçesinin derecelerinde birinin sırrı diğerinin
sırrına zıt değildir.

Onlardan biri, perdelerin keşfi için yükselen diğeri de ediblere edebi
öğretmek için inendir.

Onlardan biri, ekvatora çıktı, diğeri de suyu yatağında kala kaldı. Artık
her birisi, kendisine verilen vazife gereği eşya'nın hakikâtına uzandı.

Eşyanın hakikâtini idrâk etmeye ancak LÂTÎF ve ÂLİM lûtfuyla
ulaşılabilir. Yalnız aklı kullanmak ve aklî delilleri dayanak yapmakla
hakikâtleri kavramaya kimsenin gücü yetmez.

Daha sonra, iki güvercinden suyun yatağına ineni, dönerek ve
ekvatora yükseleni toparlayıcı olarak geri döndüler. Ve, havada birbirini
karşıladılar, ikizler Burcu'nun mıntıkasının altında muhabbetle
kucaklaştılar.

Kameri ay'ın sekizinci ve dokuzuncu gecesinde kum tepeciklerinin
üstünde vefakâr kalb ile münâcatta bulundular.

Gökte ve yerde ki topluluklar, iki güvercinin bulundukları yere gelip
toplandılar... öyle bir kalabalık- oluştu ki Bethâ meydanının genişliğini
daralttılar.

Ekvatora yükselen güvercin, gök ve yer ehlînin topluluğa sevgi,
hulûsiyet ve aşk meşrebti olanları hidâyete ulaştırıcı bir lisânla, Ilgın
ağacından yapılmış minberin üzerinde hitab etti.

Artık bilginlerin kalblerine, kimya bilgilerini ve simyanın alâmetlerini
yağmurlar gibi yağdırdı.

Emin-ul umana Sıdretû-I Müntehâ ağacından yapılmış minberden, inip
geri çekilirken, suyun makarrına inecek güvercin o minbere hitâb etmek
için çıktı.

Gizli kalan sekizinci nûr, tefekkür sahasında birbirine benzerlik arz
eden meselelerle dile geldi..

Artık Melekler, Nebîler ve Nebîiere ittiba ederek hayatını düzenleyen

Veliler sebebler halkasına mukarrenet ettiler.

Artık, sebebler de kavuşmaya vesile kılınan Bekâ'nın
gerçekleşmesinin alâmetleriyle ve fenanın hakikâtlerinin bilgileriyle, kıtlığın
dilinde nucaba, nukeba ve ebdalların kaibeierine ni'met yıldızlarını
yağmurlar gibi boşalttı.

Her iki güvercinin hitabı bittikten sonra, o muhteşem topluluk
muttakilerin meselelerde delil edinmeleri üslûbu üzere delillerini alıp her
varlığın toplatılıp cem edileceği ve Mahkeme-i Kübrâ'nın kurulacağı güne
değin oradan ayrıldılar.

Bundan sonra, iki güvercin sağiam, temiz ve düpdüz büyümüş kamışta
birleştiler. Ve, bütün âlemler kuşatılması eşit bir tarzda kabullendiler.
Biribirinden uzaklaşmaksızın ve yakınlaşmaksızın o iki güvercinden biri
zahir oldu diğeri de gizlendi.

Öyle ise, Ey Aziz!..

Hem cinsin olan insan âlemine ibretle bak ki, bahtiyarların
hayatıyla hayatını sürebilesin. Zira nefsin eli seninle hep oyun
oynamaktadır.

Şüphesiz insan, şeytan-ı insi ve Çin'inin hilelerinden ancak;
Enbiyânın getirdikleriyle amel etmekle kurtulur.

Senin vazifen; amme hukuku ile alâkalı mevzularda hiç kimseye
zarar vermemektir. Kendin için arzulamadığın bir şeyi başkaları için
arzulayamazsın.

Ey Aziz!..
Kalb Âleminin hikmetlerine müdrik şahıslar, ammenin işine
karışmazlar.

BU FELEĞİN ÜNSİYET ETTİĞİ KALASI
Özlem içinde kıvranan aşığın ve aşkta zevk duyan maşuğun yumuşak
sırrında yaşayan iki çıkıntılı güneş ziyasının en hayırlısını hikmet sahibleri
MÜHEYMİN için hazırlayabildiler mi?. Fakirlik çözülünce düşkünlük zail
olur.

Ayrılık geldiğinde iştiyakın başı sağa sola düşer. Ve iştiyak köprücük
kemiğine soluklamaya başlayarak gözyaşlarını akıtır.

Beni kim ıslâh edecek? deyimi doğru olmayan bir sözdür.
iki çıkıntılı ışıktan biri, kötü ahlâkları giderici suyun mihrakına iniverdi..
Diğeri de cömertlikte eşi olmayan ve kat kat göklerde yollar açan Müşteri
Yıldızına yükseliverdi.

Güzel ahlâkın çıkış yerlerini bağışladı ve o ahlâklar sabitleşti. Bütün
kilitler çözüldü.. Artık ayın sonunda ki üç geceye girerek ışıklar sevkiyât
üzere üç makam verdi.. Kendisine verilen hükümleri en güzel sevkiyâtla
sevk ettiğinde o makamlar çözülüverdi. Bineklerde semizlik vâkî oldu..
Yapraklar karartıldı. Bineklerin boyunlarına binildi. Yarış başlatıldı, at başı
tâbir edilecek tarzda yarış meydanına koyulu verildiler.

Bu yarışta "Burak" hızla koşuya başladı ve gökleri tabaka tabaka aşıp
geçti.. Verdiği sözü yerine getirenin gözlerini dikip bakması gibi bakakaldı...

Karşılaşma gerçekleştiğinde ayrılıklar birleşti ve ittifakları infâk düzeni
üzerine oluştu.. Burak'ın yıldızı dalga ve köpüğü olmayan çığıltıya
yöneldi...

Yağmur yüklü bulutlar himmetlerini kıtlık bölgesine sarf edince esirlerin
boyunlarına vurulan esaret zinciri çözüldü. Hiç kimseye köle
olunmayacağını açıklamakla onlara serbestliği ikram ettiğinden ötürü
hürriyetleri peyda oldu.. Artık yapraklar yeşerdi.. Ve onların bütün bu
rızıkların Rezzâk'ın rızık hazinesinden cevherler misli gerdanlıklara
dizilmiş olarak takdîm edildiğini apaçık bildiler...

...
Kullanıcı avatarı
dibbace
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 222
Kayıt: 15 Nis 2008, 02:00

Mesaj gönderen dibbace »

ÜÇÜNCÜ MERTEBE

Üçüncü Mertebe: "VELAYET" ilminin merfebesidir.

Ve âmeli mevkilerin üçüncüsü; Âlem-i Şehâdet'te Müdebbir
İmâmın kalbine vaki olan Velayet Yıldızının yeridir. Bu yıldız yasaklara
sebebdir.

«Dediler: "Bize (Cennet) va'dinde sadık otan, bizi Cennetten
neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamd
olsun, (iyi) âmel (ve hareket) de bulunanların mükâfatı ne güzel"»
(Zümer Sûresi, Âyet: 74)

Bu âyette Allah Subhânehû, Allah'ın tâ'yin ettiği sınırları koruyanlara ve
fililerine bakan ilâhi hükümleri ile meşgûi olup Allah'a verdikleri sözleri
yerine getirenlere dünya ve âhıret saltanatını verdiğini bize bildirmektedir.
Onları âlemlerin içinde kusurlardan beri kılmıştır. Onları kereminin katında
ve Azîz Kitabında lisânı Sıdk ile anmıştır.

Allah yüce ihsan sahibidir. Dilediğini ihsanına mazhar kılar.

Ey Evlâdım!..
Allah hâlinizi güzelleştirsinl. Şunu bil kil.

ALLAH Subhânehû, Azîz Kitabında her hangi bir kulunun lisanıyla
ve Nebisinin diliyle Hadislerinde övdüğü kimseleri ancak güzel
âmellerinden ötürü sena etmiştir. Öyle ise, Allah Tealâ, kullarında
açığa çıkan amelleri yapma gücünü kullarına bahş etmesine rağmen
amelleri kullarına nisbet etmesi Allah'ın kuluna verdiği apaçık bir
Kerem ve ihsanıdır.

Neden apaçık bir kerem olmasın..?

Hem seni hem de amellerini yaratan "O"dur.
Buna rağmen, sana amelleri yapma gücü veriyor ve o amellere
karşılık seni övüyor. Halbuki senin bu işleri işlemekte ne müstâkil
irâde ne de kudretin yoktur. Zira, ALLAH Subhânehû senin alnından
tutan ve sen gaflette bilinçsiz olduğun hâlde ALLAH sende açığa
çıkmasını istediği işlere seni yönlendirendir.

Öyle ise, kulda açığa çıkacak bütün amelleri Hakkın üstlendiğinin
bilincinde olan kimseler, yazacağımız şu âyette yâd edilenlerdir:

«(Öyle mü'minler)ki onlar namazlarına devam ederler.» (Mü'minûn
Sûresi, Âyet: 9)

Niçin?.. Zira onlar, âlemde cereyan eden her şey de ve kendi
amellerinde Fâil-i Hakîkîyi müşâhade ederler ve devamlı munacaatta
bulunurlar.

Kulda açığa çıkan fiillerde anlattığımız bilinçte olmayanlar ise,
yazacağımız âyette vasf edilenlere dahildirler:

«Onlar namazlarından gafildirler. (Maun Sûresi, Âyet: 5)

Böyle kimseler, "namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, cihad
ettim, hayırda yarıştım ve cemaatta hazır oldum.." der. Görüldüğü
gibi böyle kimseler; bütün amelleri kendilerine nisbet etmekle yani
"kıldıM - tuttuM- VerdiM -EttiM - YarıştıM - OlduM -" demekle Fâil-i
Hakîkîden gafildirler..

Halbuki ilâhî lûtuflar kulun her tarafını sarmıştır ve kulu o
nimetler, sahili olmayan ihsan deryasında yüzdürmektedir.

Allah'a and olsun!..

Şayet kul, her yapılan fiilde Fâil-i Hakîkinin müessir olduğunu
müşâhade eder ve Hakkın bütün varlıkların alnından tutan olduğunu
görürse, kesinlikle hiçbir fiili nefsine nisbet etmekten kaçınır.
Ve, "namaz kıldım, oruç tuttum.." ve bu tür fiillerinde nefse hiçbir
paye vermez. Zaten mümine lâyık olan hâl de budur. Zira o bütün
fiilleri Hakkın lûtfu ve keremiyle kendisinde açığa çıkar.

Hazreti İbrahim Aleyhissâlatû Vesselâm'ın bu makamda söylediği şu
sözlerini;

«(O Rabb)ki beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana
yediren, bana içiren "O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren
"O"dur.» Şuâra Sûresi, âyet: 78-80) bilmedin mi?

Hazreti İbrahim Aleyhisselatû Vesselâm'ın hastalığı kendi nefsine
nisbet kılmakla Hak'ka karşı edebine dikkâtle tefekkür et!. Nübüvvet gereği olan şu hikmetli deyişine de ibretle bak!.

«Ceza gününde kusurlarımı yarlığayacağını umduğum da "O'dur.»
(Şuâra Sûresi, Âyet: 80)

Hazreti İbrahim Aleyhisselatû Vesselam hastalık ve kusurları
kendisine nisbet ederken afv, bağışlamak ve şifâ vermeyi de Cenab-ı
Hak'ka nisbet etmiştir.

Öyle ise Allah'ın işlerini üstlendiği sâlih kulların özelliklerini elde
etmeye çalış... Zira ALLAH, Salihlerden bir taifeyi takva ile, bir kısmını
da imânla ve bir bölümünü de ilimle övmüştür. İlim de amellere
dahildir.

Salîhlerin ALLAH katında ki şereflerinden ötürü ve bizlere de onların
özelliklerini öğretmek için, Allah Subhânehû, yazacağımız âyetlerde Salîh
olma vesilelerini şöyle açıklıyor:

«Onlar (o takva sahibleri) bollukta ve darlıkta infâk edenler,
öfkelerini yutanlar, insanlar(ın kusurların)dan, afv ile geçenlerdir.
Allah iyilik edenleri sever.» (Al-i imrân, Âyet: 134)

«Siz Rabbinizden bir bağışlanmaya ve eni yerle göğün eni gibi bir
cennete (ulaşmak için) yarışın ki bu, Allah'a ve Rasullerine inananlar
için hazırlanmıştır. O Allah'ın lûtfudur, onu dilediği kimselere verir ve
Allah çok büyük lütuf sahibidir.» (Hadîd Sûresi, Âyet: 21)

Bu âyetlerde kulun ancak salihlerin, Allah katındaki mertebesine güzel
amelleri işlemekle ulaşabileceğini anlamaktayız ve Allah Tealâ'nın
salihlerde yarattığı güzel amellerle salihleri vasıfladığını görmekteyiz.
Allah indinde kulun nail olacağı makamı da Allah Subhânehû âyetlerde
hep salih amellerle birlikte zikr etmektedir. Böyle zikr etmesinde şu hikmet anlaşılmaktadır.

«Ey kulum, söz verdiğim bu makamlara ulaşmanın tek şartı vardır.
O da dünya da iken bildirdiğim salih amelleri işlemendir. Yalnız o
amelleri kendi nefsine nisbet etmekten sakın!. Zira amelleri nefse
nisbet ettiğin anda amellerin ruhu olan ihlâs bozulur. İhlâssız amel
ise, Benim katımda hiçbir değeri yoktur.»

Yazacağımız âyette salîh ameller işleyenler için büyük müjdeler vardır.

«Onlara dünya hayatında da âhırette de müjde vardır. Allah'ın
sözlerinde değişmek yoktur; işte bu o büyük kurtuluş.» (Yunus Sûresi,
Âyet: 64)

«"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra doğru gidenler var ya, onlara
kesinlikle hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar,
cennetliktirler, yaptıklarına mükâfat olarak sonsuza dek orada
kalacaklardır.» (Ahkâf Sûresi, Âyet: 13-14)

ALLAH Subhânehû, Ashâb-ı Rûsum'u şöyle vasıflıyor:

«Şüphesiz ki takva sahipleri cennetlerde, ırmaklar (kenarların)da
(dırlar).» (Kamer Sûresi, Âyet: 54)

Ashab-ı Kiram, Rasûller, Kutubiar ve varisleri de şöyle vasıflıyor;
«Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)ın
yanındadırlar.» (Kamer Sûresi, Âyet: 55)

öyle ise, dereceleri bakımından birbirinden üstün olan o makamlara
Allah Subhânehû ancak kulun saîih amellerle ulaşmasını dilemiştir. Salîh
amel işlemeksizin kulun o makamlara erişmesi mümkün değildir.
İnsanları Allah İndinde ki yüce makamlara bazen de musibetler
ulaştırmaya sebebtir. Halbuki "musibetler insanın yaptığı amellerden
değildir.." denilirse.. Deriz ki; bu tarz mütaalâ etmek hatâdır. Zira bizatihi
makamları musibetler vermez ve Allah indinde de hiç kimsenin değerini
yüceltmez. Şayet Allah indinde musibetler insanı makamlara yükseltmeye
ve ebedî saadete ulaşmaya sebeb olmuş olsaydı, musibetlere duçar kalan
müşrik ve kâfirler hakkında ki ebedî azabın dünya da ta'cilidir.

Niçin müşriklerin ve kâfirlerin musibete duçar olmaları onlar için azâb-ı
ilâhînin dünyada ta'cilidir?.. Zira Allah Subhânehû, yazacağımız âyette
onlara isabet eden belâları bir tür azaptır diye bizlere bildirmektedir:

«Allah'a ve Rasûlüne (müminlere) harb açanların, yeryüzünde (yol
kesmek suretiyle) fesâdcılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri,
ya asılmaları, yahud (sağ) elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvâri
kesilmesi yahud da (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu onların
dünyada ki rüsvaylığıdır. Âhıret de ise, onlara (başkaca) pek büyük
bir azâb da vardır.» (Mâide Sûresi, Âyet: 33)

Öyle ise müşrik ve kâfirin duçar kaldığı musibetler âhıret azaplarının
başlangıcı olarak dünyada ızdırabını tatmaya başlayacaklardır. Ve âhırette
de o tattıkları azâbdan daha şiddetlisine duçar kalacaklardır.
Musibetzede müminlere ancak Allah'ın indindeki yüce makamlar
onlara isabet eden belâlara karşı sabırlı ve razı olmalarından ötürü
verilmektedir. Verilen makamlar ise, her birisinin meşrebine göredir.
Sabır ve rıza şer'ân yapılmaları emredilen amellerdendir. Zira Allah
Subhânehû, bize isabet eden musibetlere karşı sabr etmemizi emir
etmektedir,

«Sabret!. Senin sabrın Allahdn tevfikına istinad)dan başka (bir
şey) değildir. Sabırda ancak meşakkat ve belâlara karşı gerçekleşir.»
(Nahl Sûresi, Âyet: 127)

Saadetin esâsı; şer'ân bize emr edilen ve yasaklanan hususlarda
Hak'ka muvafak olmamızdır. Yani, yaptığımız her amelin Hakkın irâde
edip ve razı olduğu buyruk ve yasaklarına riayet etmemizle, İrâde-i
İlâhiye ye uygun hareket etmemizdir.

Zaten bu mevzûyu inayet Yıldızında açıklamıştık. Bu muvafakiyet de
ancak; Allah'ın inâyetiyle gerçekleşir. Fakat kulu yüce makamlara
ulaştıran esasın; kendi ameleri olmadığını itikâd etmesi farzdır. Kulu
o makamlara ulaştıran ana esas; Allah'ın kula olan Rahmetidir.

Öyle Rahmet ki, kulun makamlara ulaşmasının vesilesi, amelleri
işleme sebebi gücü kula vermesi ve o amellere karşılık
mükâfatlandırmasına sebeb olan Tevfîk-i İlâhidir.

Ey Evlâd!..
Kesinlikle bil ve yakînle imân et!.
İhsan yurdu Cennet'e girmek ancak Allah'ın Rahmetiyledir. Zira Allah
Rasûlü Aleyhisselâtü Vesselam;
- "Hiç biriniz amellerinden ötürü cennete girmeyecektir."
Buyurduğunda Sahabî
- "Ey Allah'ın Rasûlü sen de mi?" diye sormuş.. Allah Rasûlü
Aleyhisselâtü Vesselamda;
- "Evet, ben de. Yalnız Allah rahmetiyle beni örtüp bağışlarsa.."
diye cevap verdi.

Öyle ise, Cennet'e girmek Allah'ın Rahmetiyledir. Ve Cennetteki
derecelerin kişilere taksimatı salîh amellerine göredir. Cennetteki ebediyet
ise niyetlerle gerçekleşir. Bu üç şeye de makamlardan ibarettir.
Şekavet yurdu Cehennem'e girmek ise, Allah'ın adaletiyle
gerçekleşir.

Cehennem'deki derekelerin ehline göre taksimatı kötü amellere
göredir. Cehennem de ebedî kalmakta niyetlerle gerçekleşir.
İlâhî azabı gerektiren ana esas; kulun, Allah'ın emir ve yasaklarına
muhalefet etmesidir.

Allah'tan bize, sana ve bütün müslümanlara Allah'tan hâyâ
etmelerini ihsan etmesini, cümlemizi "O'nun rızasına muvafık salih
ameller işlemeyi müyesser kılmasını... Allah'tan akibetimizi hayır
etmesini isteyelim.

Ey Evlâd!..
Şayet muvafakat-ı ilâhi ve tevfik-i Rabbani elinden tutmuşsa ilk
öğrenmen gereken farz inayet yıldızında açıkladığımız ahkamların ilmini
tâ'lîm etmendir. O ahkâmları öğrendiğinde artık Allah'ın o hükümler
vasıtasıyla olan hitabı sana teveccüh eder.

İlim talibi, tâleb ettiği ilim itibariyle amelde sebat etmeli, zira ilim
talibi ancak ilimle gerçekleşir.

Öyle ise, bulunduğu makamda muhtaç olduğu ahkâmlarla alâkalı ilim
tahsil eden şahıs, muhtaç olduğu bilgiden fazlasını öğrenmesin. Zira,
ilimde gereğinden ziyâdesini öğrenmek kişi için önemli olan şeylere
nazaran vakti boşa harcamaya sebebdir.

Şayet bulunduğu belde de fetva işlerini üstlenen biri varsa onun
muhtaç olduğu ilimlerden ziyâdesini öğrenmesi, kendisini fetva vermek
makamına çıkarma arzusundan kaynaklanmaktadır. Böylece o makama
tâyin edilmeksizin fuzûli bilgilerle meşgul olmakla kendi açısında daha
ehemmiyetli bilgi ve amelleri zâyî etmiş olur.

Müslüman ve aklı baliğ olan herkesin ilk önce Akaid ilmini tahsil
etmeleri farzdır. Akaid ilmide ya delilleri tahlil etmekle öğrenilir veyahud
bir başkasını taklit etmekle. Fıtratı delilleri kavramak ve delille medlul
arasında tam bir bağlantıyı yapmaya kabiliyeti olanlar Akaid ilmini Kitab ve
Sünnet ışığında akli delilleri araştırmak suretiyle öğrenebilir.

Amma yaratılışında bu kabiliyetten mahrum olanlar ise bir başkasını
taklit etmekle yetinir. Deliller ile meşgul olmasını şiddetle men edilir. Zira
böyle olan bir kimse, doğru ile yanlışı birbirine karıştırması mümkündür. Bu da onun inancına zarar verir.

Tahkiki veya taklidi olarak Akaidini öğrenip inancını hatâlardan koruyan
kimselere İslâm'ın kaide ve kuralları tanıtılır.

Artık islâm'ın kaide ve kurallarını bildiği zaman; mükellef olduğu
ibâdetlerin hangi vakitlerde yapıldığını öğrenmesi vacibdir.

Meselâ: Aklı baliğ bir müslüman her hangi farz olan Namaz'ın vaktini
idrâk ettiğinde derhal abdestin veya taharet'in hükmünü, abdest ve
taharetin nasıl yapıldığını ve namazı eda edebilmek için Kur'ân'dan bir
miktarı öğrenmesi farz olur.

Bu vakit esnasında bu bilgilerin dışında ki bilgilerle meşgul olması
fuzûlidir. Ramazan ayını idrâk ettiğinde de orucun farzlarını öğrenmesi
farzdır. Hac, zekât, nikâh, ticaret ve diğer bütün muamelelerde muhatap
olacağı şeylerin hükümlerini öğrenmelidir.

Mü'minin idrâk ettiği vakitlerde muhatab olacağı Allah'ın hükümlerini
çok iyi anlaması için uyanık olmalıdır.

Öyle ise, mü'min, yapmaya kalkışacağı her hangi iş olursa olsun o işle
alâkalı hükümleri o işe başlamadan önce öğrenmeli ki kendisini
haramlardan ve yanlışlardan korumaya alabilsin.

Bizim beyân ettiğimiz tarz üzere ilmi okuman ve kurtuluşuna vesile
olarak iyi işlere nefsini bağlaman sana farzdır.

Herhangi bir işe başlamadan önce o işle alakalı ilmi tahsil etmelisin ki,
başka şeylerle meşgul olmakla vaktini boşa harcama.

Muhatab olduğun işlerde Allah'n buyruk ve yasaklarını öğrenmeyi terk
edersen yazacağımız âyette ki tehdide maruz olursun..

«Sizi çoklukla böbürleniş, (o derecede) oyaladı (ki) tâ kabirler (e
kadar gidip) ziyaret ettiniz..» (Tekâsur Sûresi, Ayet: 1-2)

Yapmaya kalkışacağın işin hakkında ki ilâhi hükümeleri öğrenmeyi
bırakıp gereksiz bilgilerle iştigal ederek çok veya az olsun bilgi edinmen de
«Sizi çoklukla böbürleniş..» hükmünün altına girer ve böyle davranmakla
sana; "Allah'ın kötülediği işlerle meşgul olan kimse.." denir.

Ey Evlâd!..
Muhatab olacağın işlerin hükümlerini öğrenmen aslında senin için
önemi daha büyük iken, sen o hükümleri öğrenmeyi bırakıp, muhatab
olmadığın işlerle alâkalı ilimler tahsiliyle meşgul olman zamanını boşa
harcamandır..

Zamanın kıymetini bu itibârle nazar-ı dikkate almalısın. Öyle ise,
insanın kendisi için önemli olan işlerle meşgul olmakla vaktini imâr etmeli.
Kul, gaflet hazinelerinin kapılarının kendisine açılmasına mubahlarla
tasarrufta bulunduğu vakitlerde kaçınmak ve o vakitleri zikrullah ile
doldurmaya gayret etmelidir.

Kul, farzları, haramları, mekruhları, mendupları ve mubahları
bilmedikçe vakitlerini zikrullah ile dorduramaz. Öyle ise, kul neyin farz,
olduğunu öğrenmeli ki o farzları edâ etsin. Neyin haram kılındığını bilmeli
ki, onu işlemekten kaçınsın. Neyin mekruh olduğunu öğrenmeli ki, kendini
ondan korusun. Neyin mübâh olduğunu bilmeli ki, onları işlerken gaflete
düşmesin. Neyin de sünnet olduğunu öğrenmeli ki onları işlemeye rağbet
etsin.

Bu anlatılan mevzular mânâları cihetiyle Usul-u fıkh ve Fıkıh ilminin en
önemli ahkamlarıdır. Bunları bilmek ancak Usul-u Fıkıh ile Fıkıh ilmini
öğrenmekle gerçekleşir. Usûl-u fıkh ile Fıkıhın dayanığı hiç şüphesiz
Kitabullah, Sünnet-i Resûlullâh ve Ulemânın icmaıdır.

Ey Evlâd!..
Artık senin katında bu ilim sabit olduğunda, muhatat? Olduğun
ahkamlardan bir kısmının bütün bedenini kapsadığını ve bir kısmında
bedenin bazısına has olduğunu bilmen de sana farzdır.

Bütün bedenini kapsayan ahkâmlardan maksadım kendisiyle meşgul
olduğunda seni onun dışındaki bütün fiil ve ibâdetlerden alı koyan
ibâdetlerin hükümleridir.

Bu tür ibâdetlerden biri namazdır. Zira namazın edasıyla iştigâl
ettiğinde, namaz, seni namazdan başka helâl olan bütün fiil ve hareketlerle meşgul olmanı namaz da olduğun müddetçe haram kılınmasına sebebdir.

Meselâ; namazla meşgul olduğunda konuşmak, yürümek ve yemek yemek gibi bütün mübâh fiiller haramdır.

Bedenden bazı kısımlara hâs olan ahkâmlardan maksadım ise, insanın
bir kısım uzuvlarıyla edâ ettiği ibâdetler veya edasıyla meşgul
olunduğunda insdnı bir takım helâl fiillerden alıkoyan ibâdetlerdir. Bunlara
misâl alışveriş, zekât, Hac, oruç ve cihaddır.

Hulâsa namaz dışındaki bütün ibâdetler hemen hemen her birisi
insanın uzuvlarından bir kısmıyla edâ edilmektedir. Veya namazın
dışında ki ibâdetlerin her birisi bir takım helâl işleri işlemekten alıkoyan
Meselâ; oruç yemek, içmek ve cinsi münasebetten al ıkoyduğu gibi..

Amma konuşmak, çalışmak ve daha başka bir takım helâl fiillerin işlemesinden alıkoymaz.

Ey Evlâd..!

İnsan bedeninde şer-i hükümlerle mükellef olan sekiz uzuv vardır.
1) Göz, 2) Kulak, 3) El, 4) Lisân, 5) Karın, 6) Tenasül uzvu, 7) Ayak,
8) Kalbdir.
Bu uzuvlardan her birisine has şer-i ahkâmlar vardır. O
uzuvlardan her biri o hükümleri yapmak veya yapmamakla
yükümlüdür.

Şer-î uslubla bu uzuvları iki yerde kullanabilirsin. İki yer, ya
bizatihi senin bedenindir veya senin dışındaki varlıklardır.

Şayet bu uzuvları kendi bedeninde kullanırsan ya o tasarrufdan ötürü
Allah indinde övgüye veya Allah katında kötülenmeye mazhâr olursun.
Allah indinde, övgüye mazhâr olmana vesile olacak tasarrufuna misâl
o uzuvları namaz ve oruç gibi ibâdetlerde kullanmandır.

Allah indinde kötülenmene sebebiyet verecek tasarrufuna da misâl de
kendini öldürmek için o uzuvları istimal etmendir.

Bir de Allah katında, ne övülmene ne de kötülenmene sebebiyet
verecek tasarrufun vardır. Bu da o uzuvları mübâh işlerde kullanmandır.
Son şıktaki tasarrufun senden başkasına uygulanması caiz değildir.
Senden başkaları da sekiz sınıftır.

1) Çocukların, 2) Anan, baban 3) Zevcen. 4) Elinin altında ki kölelerin
5) Hayvanların. 6) Komşuların. 7) Ücret karşılığında çalıştırdığın kimseler.
8) İnsanlar Ben-i Adem olmalarından ötürü kardeşliğin ve inanç bağından
ötürü olan kardeşliğindir.

Ey Evlâd!..
Allah sana ilim ve ihlâsla ilminle amel etmenin tevfîkîni verdiğinde
sana Melekût Âlemine açılan bir kapıyı açar.

Öyle kapı ki, seni müşâhadelerin de şehvetler âlemine dönmeni ve
o kapının ardında ki gaflet yollarına düşmeni engeller. Ve orada
hakikâtlerin keşfi ve varidat-ı iiâhi'nin sırrlarıyla iştigal edersin. İşte
bu yaklaşmak ve karşılaşmaktan ötürü kazanılan ilim-i keşfidir.

Öyle ise, Ey Evlâd!..

Kalbini fuzûli havatırdan korumakla, konuşmalarına dikkat
etmekle, az yemek yemekle, güzel ve helâl yiyeceklerle gıda
edinmekle, halvete girmekle ve devamlı Zikrûllâh ile meşgul olmakla
kendini bu ilmin tahsiline salı ver!..

Ey Evlâd!..
Sözünü tutacağın bir mürşidin terbiyesinin altına gir ki, onun
emredeceklerini ve yasaklayacağı şeyleri uygula. Zira terbiye edici
mürşidten mahrum kaian kimse, hep şaşkınlık içinde ömrünü heba eder.
Dolayısıyla mürşidin terbiyesi altında hareket etmekle, senden sudur eden
fiillerin başkasının arzusu üzerine cari olmamıştır. Ve mürşidin
yönlendirmesiyle gerçekleşen bir amelden diğerine geçişinde nefsinin
arzusuyla oluşmaz. Mürşidsiz ömrünce nefsinle zorluklara karşı mücâhade
etsende yaptığın bu mücâhade aslında nefsin arzusunun tâ kendisidir.

Şayet böyle mücâhade ederek sana muşâhade ve keşfin lâtif sırları
açılsa da o keşf ve muşâhade sana yorgunluk ve bıkkınlıktan başka bir
şey vermez.

Ey Evlâd!.
Artık bu hâlle içinden çıkılmaz bir şekle girilir.. Bu hâle duçar kalan
kimseye mürşid-i kâmilden başkası yol gösteremez. Öyle ise sen senin
benzerin olan bir üstadın emirlerine itaat et ki bu çıkmazlara duçar olma.
Nefsin terbiyesi ancak bir başkasının nefsine boyun eğmekle
gerçekleşir. Zira nefs perdelerinin yoğunluğu ve başka nesnelerle
ortaklığının büyüklüğü lâtif ve nazik keşfi idrâkına engeldir.
Sen!. Mutlak emrin idrâkına ulaşıncaya değin mürşidin emrine
boyun eğ!. Mürşide itaat etmen; mutlak emri idrâk etmene
ulaştırmaya vesile olan merdivendir..

İşte bu hikmete binaen bazı muhakkikler şöyle buyurmaktadır:

— Bir mürşidin yönlendirmesiyle yapılmayan bütün ameller nefsin
arzu ve hevâsıdır. Sıddıkların kalbinden en son çıkacak sevgi riyaset
sevgisidir.

Beyâzıd-i Bestâmi Kuddise sırruhu'ya Cenâb-ı Hak bazı
müşâhadesinde şöyle hitâb ettiği rivayet edilmektedir:

«Ey Beyâzidl. Benim için kendisinde zillet ve ihtiyâcın olmadığı
amellerle Bana yakîn ol.»

İşte bu hikmet riyaset sevgisinin kalbden giderilmesine işarettir.

Ey Evlâd!..
Seni varlığını İlâhî Sıfatlarla olgunlaştırmaya vesile olacak bir
Mürşid-i kâmili aramaya çalış!. Artık Mürşid-i kâmilin terbiyesine
girdiğinde kendini ilâhi korumaya alarak her işinde tedbir-i ilâhî ile
hareket edersin...

...
Cevapla

“►Kitap tavsiyesi◄” sayfasına dön