ÂL-İ MUHAMMED (sallallâhü aleyhi ve sellem)

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1113
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

ÂL-İ MUHAMMED (sallallâhü aleyhi ve sellem)

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

İSLÂM İRFÂN GELENEĞİNDE HADİS YORUMU


Ferhat GÖKÇE

ÂL-İ MUHAMMED (sallallâhü aleyhi ve sellem) ” ve “EHL-İ BEYT” KAVRAMINA DâİR BAZI HADİSLERİN TASAVVUFÎ YORUMLARI:


Sûfiler aşırı yorum örneklerinden birisini ehl-i beyt kavramını içeren hadislerin yorumunda ortaya koymaktadırlar. Hz. Peygamber’in âli ve ehli meselesi Şiileri olduğu kadar sûfileri de yakından ilgilendirmiş, sûfiler Şiilerin görüşlerine karşı “âl” kavramına farklı yorumlar getirmişlerdir. Bu konuda Kelâbâzî (380/990), Hakîm et-Tirmizî (285/898) ve İbnu’l-Arabî (638/1240) eserlerinde yer ayırmışlar ve hadislerle bu meseleye açıklık getirmeye çalışmışlardır. Aynı hadisler ve kavramlar hakkında onların yaptıkları yorumlar ve vardıkları neticeler bu üç müellifin tasavvuf anlayışlarının hadis yorumlarına nasıl etkide bulunduğunu göstermesi açısından bir kıyaslama yapmamıza da imkan tanıyacaktır.
Hakîm et-Tirmizî (320/932), Hatmu’l-Velâye adlı eserinde velâyet meselesi hakkında 157 soru sormaktadır. Hakîm, soruları zikrettiği yerde cevaplarını vermekten kaçınmışsa da, gerek bu eserinde ve gerekse başka risâlelerinde yeri geldikçe bunların büyük çoğunluğuna cevap teşkil edecek kanaatlerini açıklamıştır. (Çift, Salih, Hakîm et-Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İnsan Yay., İstanbul, 2008, s.370-71.)

Asırlar sonra İbnu’l-Arabî, özellikle bu soruların cevaplarının yer aldığı bir risâle kaleme almıştır. Bu risâle “el-Cevâbu’l-Müstakîm amma sele anhu et-Tirmizî el-Hakîm” adını taşımaktadır. Bu eserinin yanı sıra İbnu’l-Arabî Futûhât’ta bu soruları yeniden tek tek ve daha geniş bir şekilde cevaplandırmış yeri geldikçe daha önceki açıklamalarını da temasta bulunarak yeni ilaveler yapmıştır. (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Çev.), VI/207-429, VII/15-89.)

İşte bu sorulardan ikisi “âl-i MuhaMMed” ve “ehl-i beytim ümmetim için emândır” hadisi hakkındadır. Hakîm et-Tirmizî’nin yönelttiği sorular şu şekildedir: “Ehl-i beytim ümmetim için emândır" (Benzer bir rivâyet Muslim’in Sahih’inde şu şekilde yer almaktadır: “Yıldızlar Semânın emniyetidirler. Yıldızlar gidince vaat edilen şey semâya gelir. Ben de Ashabım için bir emniyetim. Ben de gittiğimde, onlara vaat edilen gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım da gittiğimnde ümmetime vaad edilen şey gelir.” Muslim, 44. Fedâilu’s-Sahâbe, 207, (h. no:2531), II/1961. Aynı rivâyet İbn Hibbân’ın Sahih’inde de yer almaktadır. İbn Hibbân, Sahih, XVI/221. Rivâyet hakkındaki değerlendirmeler hakkında Bkz. Gökçe, Ferhat, Ümmetimin İhtilâfı Rahmettir Haberi ve İhtilâf Olgusu, (Yayımlanmamış Lisans Tezi), Ankara, 2001, s.48.)

Hadisinin açıklaması nasıldır.” “Âl-i MuhaMMed” ne ifade etmektedir? (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.320, 322.)

Hakîm et-Tirmizî, “Ehl-i Beytim ümmetim için emândır. Onlar gittiğinde (geride kalanlara) tehdit edildikleri şey gelir. (korkutulduklar şey başlarına gelir)(Ahmed b. Hanbel, Musned, III/14, 17, 26. Hakîm et-Tirmizî, A.g.e.,s.345-346.)
Hadisini ele alarak “ehl-i beyt” kavramı hakkındaki görüşlerini ortaya koyar. Hakîm et-Tirmizî, “âl” kavramını, geliştirmiş olduğu “hatmu’l-velâye” nazariyesine bağlı olarak değerlendirir. Hakîm’in, hatemu’l- evliyâ nazariyesine göre, hatemu’l-evliyâ, Hz. Peygamber’in vefatının ardından, bir anlamda onun boşalttığı makama oturacak olan 40 kişinin en sonuncusudur. Hakîm et-Tirmizî bu kırk kişinin ehl-i beyt/âli beyt ile ilişkisini şu şekilde belirler:
Aziz ve Celil olan Allah nebîsinin ruhunu kabzettiğinde, onun ümmetindne kırk sıddık ortaya çıkar. Yeryüzü onlarla ayakta durur ve onlar onun ev halkıdır.
(Âl-i beyt) onlardan biri öldüğünde yerini bir başkası alır.
Onların sayıları tükenip dünyanın sonu geldiğinde Allah bir veli gönderir.
Allah onu seçmiş, ayırmış kendisine yaklaştırmış, yakınlaştırmış, evliyaya verdiğini ona da vermiş ve ona özel olarak hâtimu’l-velaye’yi ihsan etmiştir.
Böylece o diğer velîlere Allah’ın kıyamet günündeki delili olur.
MuhaMMed’de sıdku’n-nübüvvet bulunduğu gibi onda da bu mühür sebebiyle sıdku’l-velâyet bulunur. Ne şeytan ona yaklaşabilir ve ne de nefs bu velâyetten kendi payına düşeni alabilir
.” (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.344.)

Hakîm et-Tirmizî’ye göre hadiste geçen “âl” kavramı işte bu kırk kişiye işâret etmektedir: “Sözü edilen kırk kişi her dâim onun ehl-i beytidirler. Bununla nesep olarak aile efradını değil, zikir ehlini kastediyorum.” (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.345.)

Hakîm et-Tirmizî, doğrudan ehl-i beyt kelimesinin velilere tekabul ettiği şeklinde aşırı bir yorumla hadisi te’vil etmektedir. O, bu te’vilini şöyle açıklamaya devam eder: “Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah’ın zikrini ikâme etmek ve ona belli bir yer tespit etmek için gönderilmiştir. Bu hâlis ve saf olan zikirdir. Bu yere (eve) sığınan herkes O’nun ehli (ev halkı) olur.” (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.345.)

Hakîm et-Tirmizî’ye göre bu kırk kişi bu ümmet için emândır. Yeryüzü onlarla ayakta durmakta ve insanlar onları vesile kılarak yağmur duasına çıkmaktadırlar. Bundan dolayı onlar öldüğünde tehdit edildikleri şey başlarına gelir. Yine Hakîm’e göre şayet Hz. Peygamber’in ehl-i beytten kastı kendi nesebinden gelenler olsaydı, onlardan kimse kalmayıncaya dek hepsinin ölmesi imkansız olurdu. Halbuki Allah onları sayılamayacak kadar çoğaltmıştır. (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.346.)

Hakîm et-Tirmizî bu hadise Nevâdiru’l-Usûl adlı eserinde de yer verir ve orada da hadiste geçen ehl-i beytten maksadın, Hz. Peygamber’den sonra gelen ve onun yolundan giden sıddîklar ve Hz. Ali’nin naklettiği şu hadiste yer alan abdâllar olduğunu söyler: “Şüphesiz abdallar, Şam’da olacaktır. Onlar kırk adamdır. Onlardan biri öldüğünde, Allah onun yerine bir başka adamı geçirir. Allah onlar sayesinde rahmetini indirir, düşmanlara karşı zafer sağlar ve belayı yeryüzünden defeder. İşte bunlar Hz. Peygamber’in ehl-i beyti ümmetin emânıdırlar. Öldüklerinde yeryüzü fesada uğrar, dünya harap olu. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardır.” (Hakîm, Nevâdiru’l-Usûl, III/61; Hadis için Bkz., Ahmed b. Hanbel, Musned, I, 112)

Hakîm et-Tirmizî’ye göre “beyt” kelimesi ‘zikri bir yere yerleştirmeyi’ ifade eder. Hz. Peygamber, zikri yeryüzüne yerleştirmek için gönderilmiştir. Buna Mekke’den başlamış, sonra buradan kovulmuş, zikir yok edilmek istenmiştir. Daha sonra Allah, Hz. Peygamber’e hicret edecek ve karar kılacağı bir yer vermiştir. Ona hicret eden, ona yapışan kimse ehl-i zikirden olur. Bunlar Hz. Peygamber’in ehl-i beytidir. Ona sığınıp da ehl-i zikirden olmayan kimseler onun ehl-i beytinden değildir. Onlar ancak onun ashabı ve etbâıdır. (Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, III/63.)

Hakîm et-Tirmizî’den (285/898) sonra ‘âl’ ve ‘ehl-i beyt’ kavramları üzerinde duran Kelâbâzî (380/990) et-Ta’arruf adlı eserinde ehl-i sünnetin kelâmî görüşlerine uygun bir tasavvuf anlayışı ortaya koymaya çalışır. Kelâbâzî’nin eserleri sunnî sûfiliğin mahiyeti, doğuşu ve gelişmesi hakkında önemli bir değere sahiptir. (Uludağ, Süleyman, Doğuş Devrinde Tasavvuf , s.14.)

Kelâbâzî yazdığı bu eserde, Ehl-i sünnet inancını, tasavvufun esaslarını terminolojisini açıklayıp, sûfilerin görüşlerinin Ehl-i sünnete uygunluğunu ispatlamaya çalışmış ve kendinden önceki sûfilerden nakiller yaparak, onlarla aynı görüşü paylaştığını ortaya koymuştur. et-Ta’aruf’ta cennetle müjdelenen sahabeler üzerinde oldukça geniş bir şekilde durması Şiî çevrelerdeki Sabbe fırkasına karşı sunnî görüşü savunmaya yönelik olmuştur.
Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid adlı eserinde “âl-i MuhaMMed” kavramıyla ilgili hadislerin yorumunda da Şii düşünceye karşı sunnî düşünceyi ortaya koymaya çalışmıştır. Burada dikkat çeken bir unsur “ma’rifet” ve “muhabbet” kavramlarını tıpkı Şia’daki gibi “âl” kavramıyla birlikte kullanmış olmasıdır. O, “ma’rifet” kelimesini “ﻣﺤﻤﺪ ﺁل ﻣﻌﺮﻓﺔ ” “ﻣﺤﻤﺪ ﻣﻌﺮﻓﺔ ” ve “اﷲ ﻣﻌﺮﻓﺔ ” şeklinde “muhabbet” kelimesini de “ﻣﺤﻤﺪ ﺁل ﻣﺤﺒﺔ ” “ﻣﺤﺤﺪ ﻣﺤﺒﺔ ” ve “اﷲ ﻣﺤﺒﺔ ” şeklinde üç aşamada ele almıştır.
Kelâbâzî’nin ele aldığı hadis Zeyd b. Erkam’dan rivâyet edilen şu hadistir: “Resûlullah şöyle buyurdu: ‘Size Allah’ı ve ehli beytimi hatırlatırım, size Allah’ı ve ehli beytimi hatırlatırım’ ve bunu üç defa tekrarladı.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Yezid b. Hayyân ve yanında bulunanlar kendisine Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin kimler olduğunu sorduğunda o şu cevabı vermiştir: “Onlar, Ali’nin, Akil’in, Cafer’in ve Abbas’ın aile efradıdır. (âl)(Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)
Zeyd b. Erkam’ın rivâyet ettiği ve “Sekaleyn” hadisi olarak meşhur olan bu rivâyet Sahih- i Muslim’de yer alan uzunca bir rivâyette yer almaktadır. Hadisin konumuzu ilgilendiren bölümü şu şekilde geçmektedir: “Ey insanlar, dikkat edin, Ben de sizin gibi bir beşerim. Rabbimin size göndermiş olduğu bir elçiyim. Size iki önemli şey bırakıyorum. Onların birincisi kendisinde hidâyet ve nur olan Kur’ân’dır. Allah’ın kitabını alıp ona sımsıkı sarılınız. Ona gerekli ihtimamı gösterip emir ve nehiylerine uyunuz.” Sonra şöyle devam etti: “Ve… Ehl-i Beytim. Ehl-i Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım.” diyerek bunu üç defa tekrar etmiştir. Rivâyetin devamında Ehl-i Beyt’in kimler olduğu sorulan Zeyd b. Erkam, onların âl-i Ali, âl-i Akil, âl-i Cafer ve âl-i Abbas, yani Rasûlullah’ın tüm yakın akrabaları olduğunu bildirmiştir. (Muslim, 44. Fedâilu’s-Sahâbe, 36, (h. no:2408), II/1873.)

Kelâbâzî, “ﺁل ” kelimesinin “ﻧﺴﻠﻪ و وﻟﺪﻩ اﻟﺮﺟﻞ ﺁل ” şeklinde ‘bir kimsenin, çocukları ve nesli’ anlamında kullanıldığını söyler. Kelâbâzî’ye göre, Hz. Peygamber “ehl-i beyt” ifadesiyle, Zeyd b. Erkam’ın ifade etmiş olduğu şeyi söylemiştir. Çünkü Zeyd b. Erkam, Hz. Peygamberin ehl-i beytini ve çocuklarını bir arada zikretmiştir. Çünkü Ali’nin ev halkı (âl) Hz. Peygamber’in çocuğudur. (Kelâbâzî burada Hz. Fâtıma’yı kastetmektedir.) Bu şekilde Kelâbâzî “ehl-i beyt” kavramının hem nesil hem de çocuğu kapsayacak şekilde tanımlamıştır. Hz. Fatıma çocuğu olma yönünden Hz. Peygamber’in âli, Akîl, Ca’fer ve Abbas ise nesil olma yönünden âlidir. Kelâbâzî’ye göre onların hepsi Peygamberimizin ehl-i beytidir. (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Şia’ya göre ehl-i beyt ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. (Öz, Mustafa, “Ehl-i beyt” mad. T.D.V.İ.A., X/499.)

Kelâbazî, Zeyd b. Erkam’ın ehl-i beyt tanımını dikkate alarak kelimenin anlamının daraltılmasına, Şiî düşüncedeki ehl-i beyt anlayışına karşı çıkmış olmaktadır. Kelâbâzî, bu bilgileri verdikten sonra “MuhaMMedin ev halkını (âl) tanımak (ma’rifet), cehennem azabından kurtuluştur.” hadisine yer vererek yorumlarına şöyle devam eder: “(Bu hadis) MuhaMMedin ev halkının hakkını bilmeyi (ma’rifet) gerekli kılmaktadır. Âl-i MuhaMMedi bilmek, onların hakkına icâbet etmekle mümkündür. Çünkü ma’rifet, bir şeyi delil ve alâmetle/işâretle bilmek demektir.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Kelâbâzî, “ma’rifet” kelimesinin ne anlama geldiğini Ebû’l-Kâsım el-Hakîm’den şöyle aktarır: “Ma’rifet, eşyayı suretleri ve nitelikleriyle bilmektir. İlim ise, eşyayı hakikatleriyle bilmektir.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Kelâbâzî, devamla şöyle der: “O halde ma’rifet, eşyayı sûret ve niteliğiyle bilmek anlamına geldiğine göre, MuhaMMed’in ev halkını (âl-i MuhaMMed) bilmek de onların sûret ve niteliğine göre olur. Onların niteliği ise Ali’nin, Abbas’ın Ca’fer’in ve Akîl’in âli olmaları ve Nebî (sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin âli olmalarıdır.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Kelâbâzî, âl-i MuhaMMed’i bilmenin (ma’rifet) MuhaMMed’i bilme ve onun hakkını yerine getirmek anlamına geldiğini şu şekilde izah eder:
Onları (Peygamber’in âlini) bilen (ma’rifet), Hz. Peygamberle bilmiş (ma’rifet) gibidir. Onları Hz. Peygamberle bilen (bir) kimsenin, peygamberin nübüvvetini, risâletini ve insanların en üstün olduğunu bilmesi gerekir. Her kim bu şekilde bilirse onun (Peygamberin) hakkının gerekliliğini de bilir. Çünkü Allah onun hakkını gerekli kılmış, ona saygıda bulunmayı zorunlu kılmış ve ona itaat etmeyi farz kılmıştır. Her kim bu şekilde bilirse Hz. Peygamberi bilmiş olur ve onun âlini de onunla bilir ve onlara saygıyı da bilir, onların hakkının Nebî’nin (sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin hakkıyla olduğunu bilir. Her kim Nebî’nin hakkını Allah’ın belirttiği şekilde bilirse ve O’na büyük saygıda bulunma, hakkının gerekliliği ve ona itaatin farziyeti gibi hususları Allah’ın kendisine gerekli kıldığını bilirse, Resûlullah’ın, Allah’ın farzlarından, onun sünnetlerinden kendisine gerekli kıldıklarını uygulayarak yerine getirir. Her kim bu şekilde davranırsa bu kendisi için cehennem azabından kurtulmuş olur. Her kim onun gerekli kıldığı (hususlara) uygulayarak tutunursa ve (kalbiyle) inanarak ve (diliyle) ikrar ederek inanırsa (bu kendisi için) ebediyet cehenneminden kurtuluş olur.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Kelâbâzî, Hz. Peygamber’i bilmenin Allah’ı bilmek, âlini sevmenin (muhabbet), MuhaMMedi ve Allah’ı sevmek (muhabbetullah) anlamına geleceğini ise şu şekilde açıklamaktadır:
“Hz. Peygamber sanki şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın hakkını bilmek, benim hakkımı bilmektir. (O halde) her kim onun hakkını bilirse Allah’ın hakkını bilmiş olur. (Nitekim) Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hasan ve Hüseyin hakkında şöyle buyurmuştur: “O ikisini seven beni sevmiş, beni seven de Allah’ı sevmiştir. O ikisine buğzeden bana buğzetmiş, bana buğzeden de Allah’a buğzetmiş sayılır.’ Peygamber’in âli’ni sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek ise Allah’ı sevmek gibidir. Aynı şekilde Peygamber’in âlini bilmek, Peygamberi bilmek, Peygamberi bilmek de Allah’ı bilmek (ma’rifetullah) gibidir. Ma’rifetullah ise cehennemden kurtuluştur. (Çünkü) Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “MuhaMMed’in âlini sevmek sıratta ruhsattır. Çünkü Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Sıratta (beklemektedir).” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.)

Kelâbâzî’nin âl-i MuhaMMed bağlamında ele adlığı “ma’rifet” ve “muhabbet” hakkındaki bu görüşlerini şu şekilde göstermek mümkündür:
Âl-i MuhaMMedi bilmek → Resûlullah’ı bilmek → Allah’ı bilmek → Cehennemden Kurtuluş
Âl-i MuhaMMedi sevmek → Resûlullah’ı sevmek → Allah’ı sevmek → Cehennemden Kurtuluş


Kelâbâzî, konuyla ilgili şöyle bir rivâyete de yer verir: “MuhaMMed’in âlinin bilmek kurtuluştur, MuhaMMed’in âl’in sevmek sıratta ruhsattır. Âl-i MuhaMMed’in velâyeti ise azabtan kurtuluştur.” Kelâbâzî, “âl” kavramı hakkında insanların ihtilâfa düştüklerini belirterek, bir grubun bu kavramı ehl-i beyt olarak açıkladıklarını, bazılarının ‘bir kimsenin kavmi’, diğer bazı kimselerin ise, ‘Firavunun âli onun milletidir’ diyerek açıkladıklarını belirtir. Diğer bir grup ise ‘âl’ kelimesini ‘bir kimsenin çocukları’ şeklinde açıklamışlardır. (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.370.)

Kelâbâzî, “ehl-i beyt” kavramını yukarıdaki hadisi yorumlarken hem nesil hem de çocuğu kapsayacak şekilde tanımlarken bir başka hadisin yorumunda ise “âl” kelimesinin takvâ sahibi kimseler hakkında olduğunu ileri sürer ve bu konuda rivâyetler nakleder. Konuyla ilgili şöyle bir rivâyete yer verir: Enes b. Mâlik, Hz. Peygambere ‘Ya Resûlellah ‘MuhaMMed’in âli’ kimdir’ diye sorduğunda, Hz. Peygamber şu şekilde cevap verir: “Bana öyle bir konu hakkında sordunuz ki bunu sizden önce Müslümanlardan hiç kimse sormadı. MuhaMMed’in âli her takvalı kişidir. (âl-i MuhaMMed kullu takiyyin)(Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, 375)

Kelâbâzî’nin belirttiğine göre rivâyetin râvilerinden Ebû Hamzâ’ya, hadisteki takvâlı kimselerin Hz. MuhaMMed’in âlinden olan takvâlı kimselere mahsûs olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Hayır, MuhaMMed ümmetinden takvâlı olan her kimse (kastedilmektedir).” Kelâbâzî, herhangi bir senede yer vermeksizin “denildi ki” şeklinde naklettiği başka bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber’e “Ya Resûlellah senin âlin kimlerdir” diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “Kalbini mahmûm kalble arındıran takvâlı her mü’mindir.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.375)
Kelâbâzî’nin bu rivâyet hakkındaki yorumu ise şu şekildedir:
“Öyleyse (âl) Hz. Peygamber’in buyurduğu gibidir. Etkiyâ (takvâlı kimseleri) bilmek ise, onların arasına karışmak ve onlara dahil olmak demektir. Kim bir kavmin arasına karışır ve onların ahlâkıyla ahlâklanırsa kurtuluşa erer. Bu, kendisi için ateşten kurtuluş olur. Hz. Peygamber’i ‘âl-i MuhaMMedi sevmek sıratta ruhsattır’ sözüne gelince, MuhaMMed bu rivâyet hakkında şöyle demiştir: “takvalı her kimse, her kim takvalı kimseleri severse ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir’ hadisi gereğince onlardandır. Başka bir husus ise, muhabbet, mahbûbun vasıflarını sevmeyi gerektirir. Bir kimseyi seven her kimse onun vasıflarını ve ahlâkını da sever. Bir şeyi seven onu elde etmeye ve ona sahip olmaya ve ona samimi davranmaya çalışır. Her kim takvalı kimseleri severse onların davranışlarını sever. Onların davranışlarını sevdiğinde ise takvayı elde etmeye çalışır. Takvayı elde etmeye çalışan kimse ise muttaki, takvâlı kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Sonra takvalı kimseleri kurtarırız ve zalimleri orada öyle dizüstü çökmüş olarak bırakırız" (Meryem, 19/72) İşte bu şekilde onların sıratta ruhsat olmaları sahih olur. Velâyet de takvâlı kimseler içindir ve onlara mahsustur. Çünkü doğruluk ve saflık onlarla beraberdir. Onların bu vasıfları sahip olunması gereken vasıflardır. Takvâlı kimselerin vasıflarıyla vasıflanan kimse muttakîdir. Muttakîler azaptan emindirler. (güven içerisindedir.) Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Her kim Allah’a karşı takvâlı olursa, Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını büyütür.” (Talak, 65/5) Günahları örtülen ve mükafatı büyütülen kimse azaptan emîn olur. Tevfîk Allah’tandır. Kim takvâlı kimseleri dost edinirse, Allah da onu dost edinir. Allah hidâyete ulaştırandır.” (Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.375.)

Kelâbâzî (380/988), ile aynı asırda yaşayan Şiî âlimlerden Kuleynî (329/940) ve Şeyh Sadûk adıyla tanınan Ebû Ca’fer MuhaMMed İbn Ali Bâbeveyh el-Kummî (381/991) Şiî imâmet nazariyesini, imameti inanç esasları arasında mütalaa ederek eserlerinde hadislere de yer vermek suretiyle tesis etmeye çalışmışlardır (Onat, Hasan, “Şiî İmâmet Nazariyesi”, A.Ü.İ.F.D., Ankara, 1992, c.XXXII/89-110.)
Şia’da ma’rifetullah ve ma’rifet kavramı ise Hz. Ali’nin velâyeti ve imâmet bağlamında ele alınmaktadır. Nitekim Kuleynî’ye göre ma’rifetullah, ancak “Allah’ı, Resûlünü ve Ali’nin velâyetini tasdik etmekle onu ve hidâyet üzere olan imamları bilmekle (ma’rifet)” mümkündür. (Kuleynî, Ebû Ca’fer MuhaMMed b. Ya’kûb, el-Usûl mine’l-Kâfî, Dâru’l-Kutubi’l-İslâmiyye, Tahran, 1365, I/180.)
Şiî imamlar konuyla ilgili eserlerinde pek çok rivâyete ve hadislere yer vermişlerdir.
Konuyla ilgili olarak Şiî kaynaklarda yer alan rivâyetlerden birisi şu şekildedir. Rivâyete göre Hz. Peygamber, Allah’ın nurunun ehl-i beyt ile olan bağlantısını şu şekilde açıklamıştır: “Ey Ali, Allah’ı ancak sen ve ben bildik. Beni de ancak Allah ve sen bildiniz. Seni de ancak Allah ve ben bildik.” (Ali Meclisî, MuhaMMed Bakır b. MuhaMMed Taki b. Maksud, Biharü’l-Envâri’l-Câmia li-Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethar, Müessesetu’l-Vefâî, Beyrut, 1983, XXII/149.)

Hz. Ali’ye nispet edilen bir sözde onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Beni ve hakkımı bilen her kimse Rabbini bilmiş olur.” (Ali Meclisî, A.g.e., IV/9, XXIV/199, XXVI/258, XXXIX/339.)
Bu rivâyetlerde yer alan bilmek ve tanımak, özel bir bilgiyi ifade eden “ma’rifet bilgisi” ile bilmeyi ifade etmektedir. Şiî düşünceye göre Hz. MuhaMMed ve ehl-i beyti olmasaydı Allah’ı bilmek de mümkün olmayacaktı. Bu yüzden onları bilmek ve kabul etmek Allah’ı bilmek ve kabul etmektir. Onlara göre Hz. MuhaMMed, Allah’ın nurunu, yolunu ve bilgisini ehl-i beyt ile belirtmişti. (Emir, Enis, İslâm Tarihinde Ehl-i Beyt ve Eshâb, Can Yay., y.y., t.y., s.12.)

Şiî kaynaklarda “Ma’rifetullah” kavramının ‘imâmı bilmek’ bağlamında yer aldığı diğer bazı rivâyetler şu şekildedir:
İmam Hüseyin (aleyhisselâm) Allah’ın ma’rifeti hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: “(Ma’rifetullah) Her zaman ehlinin kendisine itaat etmeleri farz olan imamlarını tanımasıdır.” (Ali Meclîsî, MuhaMMed Bakır b. MuhaMMed Taki b. Maksud, Biharü’l-Envâri’l-Câmia li-Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethar, Müessesetu’l-Vefâî, Beyrut, 1983, XXIII/83, 22)

İmam Sadık (aleyhisselâm) Allah Tealâ’nın “Kime hikmet verilirse” âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: “(Hikmet) Allah’a itaat etmek ve imamı tanımaktır.” (Kuleynî, el-Kafi, 1/185/11)

İmam Sadık (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: “Biz Allah’ın itaatini farz kıldığı kimseleriz. Sizler insanların tanımamakta mazur olmadığı kimseye uyuyorsunuz.” (Ali Meclîsî, MuhaMMed Bakır b. MuhaMMed Taki b. Maksud, Biharü’l-Envâri’l-Câmia li-Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethar, Müessesetu’l-Vefâî, Beyrut, 1983, 96/211/13)

Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ehl-i Beyt’in sevgisine bağlı kalın. MuhaMMed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a andolsun ki kul ma’rifetimiz ve velâyetimiz olmadıkça hiçbir amelinden fayda görmez.” (MuhaMMed Mufîd, Ebû Abdullah İbnu’l-Muaalim, el-Emalî, (thk. Hüseyin Üstâdüli, Ali Ekber Gıfârî), Dâru’l-Mufîd, Beyrut, 1993, s.140).

İmam Bakır (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah’ı sadece biz Ehl-i Beyt’ten olan imamını tanıyan kimse tanır ve O’na ibâdet eder.” (Kuleynî, el-Kafi, 1/181/4.)

Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim imamını tanımadan ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür.” (Ali Meclisî, MuhaMMed Bakır b. MuhaMMed Taki b. Maksud, Biharü’l-Envâri’l-Câmia li-Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethar, Müessesetu’l-Vefâî, Beyrut, 1983., 76/1.)

Kelâbâzî ve Şiî âlimlerin eserlerinde “âl” ya da “ehl-i beyt” kavramları bağlamında yer alan rivâyetlerde ortak bazı temâlar yer almaktadır. Bunlar âl-i bilmenin ma’rifet ve ma’rifetullahla ilişkisi ve âlin kapsamına giren kimselerin korunmuşluğudur. Şiî düşüncede Hz. Ali’nin velâyetini ve ehl-i beyti bilmek Hz. Peygamber’i ve Allah’ı bilmek şeklinde ele alınırken, Kelâbâzî’de âl-i MuhaMMedi bilmek, Hz. Peygamber’i ve Allah’ı bilmek anlamına gelecek şekilde yorumlanmaktadır. Şia’da korunmuşluk imamların masum olması şeklinde görülürken, Kelâbâzî’de velîlerin emniyet ve güven içerisinde olmaları cehennem azabından emîn olmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kelâbâzî, aslında yukarıda yer verdiğimiz görüşleriyle Şii düşüncenin imamet anlayışına iki yönden cevap vermiş olmaktadır. Bunlardan birincisi ilk yer verdiğimiz hadis yorumunda görülmektedir. Buna göre “âl” kavramı Şiîlerin görüşlerinin aksine ‘nesil ve çocuğu’ kapsamaktadır. İkincisi ise diğer hadislerle vardığı neticedir ki o da ‘âl’ kavramı Şiilerin iddia ettiği bir içeriğe sahip olamaz. Çünkü ‘âl’, Kelâbâzî’nin rivâyetlere dayanarak bütün takvalı kimseler dediği velîleri kapsamaktadır. Kelâbâzî’de âl kavramı bütün velileri ve takvalı kimseleri kapsayacak bir şekilde ele alınırken Hakîm et-Tirmizî’de kavramının kapsamı Kelâbâzî’ye göre daraltmış ancak o da, Kelâbâzî gibi, âl kavramını Şiî düşünceye karşı geliştirmiştir.
Kendisinden önceki sûfiler tarafından ele alınan ehl-i beyt kavramını Muhyiddin İbnu’l- Arabî (638/1240) de el-Futûhâtu’l-Mekkiyye’sinde yirmi dokuzuncu bölümde şu başlık altında ele alır: “Selman’ı ehl-i Beyte katan sırrın bilinmesi, Onun vârisi olan kutuplar ve onların sırlarının bilinmesi” (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), III/228.)
Başlıktan da anlaşılacağı üzere İbnu’l-Arabî, Selman’dan hareket ederek ehl-i Beyt kavramının içeriğini belirlemeye çalışmaktadır. Pek çok hadisin yorumunda olduğu gibi bu hadiste de İbnu’l-Arabî öncelikle hadisin vahdet-i vücud yönünü açıklamaya çalışır. “Selman bizdendir” rivâyeti İbnu’l-Arabî’ye göre onun ehl-i beytten olduğu anlamına gelir. İbnu’l-Arabî, ilk etapta ehl-i beyt kavramından ziyâde vücudun birliğini ispata gayret eder. Bu amaçla her kölenin efendisinin niteliklerine sahip olduğunu belirterek “Allah’ın kulu, O’na yalvarmaya kalkınca”

وَأَنَّهُ لَمَّا قَامَ عَبْدُ اللَّهِ يَدْعُوهُ كَادُوا يَكُونُونَ عَلَيْهِ لِبَدًا
Resim---Ve ennehu lemmâ kâme abdullâhi yedûhu kâdû yekûnûne aleyhi libedâ (libeden).: Şu bir gerçek ki, Allah'ın kulu (olan MuhaMMed,) O'na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi.” (Cin, 72/19)

Âyetini zikreder ve ehl-i beytin Hz. Peygamber’in niteliğiyle nitelenen herkesi kapsayacağını söyler:
“Allah, nitelik bakımından kulunu kendisine tamlama yapmıştır. Başka bir ifade ile onun niteliği kulluk, ismi MuhaMMed ve Ahmeddir. Kur’ân ehli Allah ehlidir, çünkü onlar, Allah’ın niteliği olan Kur’ân ile nitelenmişlerdir.. Kur’ân ise emanettir. Çünkü o, şifâ ve rahmettir. Hz. Peygamber’in ümmeti ise kendilerine gönderildiği kimselerdir. Peygamber’in ehl-i beyti onun niteliğiyle nitelenenlerdir.” (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), XIII/145-146.)

İbnu’l-Arabî, “ehl-i beyt” kavramında yer alan “beyt” kelimesini (ﺑﺎت ) ‘gecelemek’ anlamını da göz önünde bulundurarak bâtınî yönden yorumlamakta, ehl-i beytin Hz. Adem’den son insana kadar uzanan MuhaMMed ümmeti anlamına geldiğini belirtmekte ve kavramın içeriğini en geniş boyuta ulaştırmaktadır:
“Hz. Peygamber’in kendilerine gönderildiği insanlar kıyamet günü ehl-i beytin bereketi içerisinde olacaktır. Bu ümmet ne kadar da mutludur. Hz. MuhaMMed’den önceki her şeriat onun şeriatı olduğuna göre Allah (ehl-i beyt’teki) “beyt” kelimesini bâtınî yorumuyla (i’tibâru’l-bâtın) fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadarki süre olarak dikkate alırsa, güneşteki aydınlık ve aydınlığın sürekli artışı, Âdem’den var olacak son insana kadar uzar ki, hepsi MuhaMMed ümmetidir- böylelikle hepsi MuhaMMed ümmetinden olduğu gibi bütün insanlar ehl-i beytin bereketini elde ederek hepsi mutlu olurlar. Hz. Peygamber ‘Kıyamet günü ben insanların efendisiyim’ buyurmuş, sözü tahsis edip ‘ben ümmetimin efendisiyim’ dememiştir.” (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), XIII/152-153.)

İbnu’l-Arabî’nin ehl-i beyt kavramına bakışı bu şekildeyken “âl” kavramı hakkındaki kanaatleri ise daha farklıdır. İbnu’l-Arabî’ye göre âl-i MuhaMMed, ümmetin içindeki bilginlerdir. Onlar, Allah nezdinde nebîlik mertebesinin sahibidir. Bu mertebenin hükmü âhirette ortaya çıkarken dünyadaki hükmü, kendileri için belirlenmiş içtihatla sınırlıdır. Dolayısıyla onlar, din (inanç) ve hükümlerde (amel) sadece Allah katından şeriat yapılmış emirlere göre içtihat ederler. Ehl-i beytin içinden herhangi bir kimse bu bilgi ve içtihat düzeyine ulaşabilmişse onlar da Peygamberin ehli ve ailesidir. İbnu’l-Arabî, Hasan, Hüseyin ve Cafer’in hem ehl-i beytten hem de âl-i MuhaMMed’den olduğunu söyler. (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), VIII/179)

İbnu’l-Arabî, ‘âl’ kelimesinin Arapça’da ‘âl-i’r-recul’ şeklinde kullanıldığında ‘onun en yakın seçkinleri’ anlamının kastedildiğini belirtir ve kavramın Kur’ân-ı Kerim’de ‘Firavun’un seçkin adamları’ şeklinde kullanımından hareketle Hz. Peygamber’in âlinin de bu anlamda olması gerektiğini düşünür:
“Hz. MuhaMMed’in âlinin sadece ehl-i beyt olduğunu zannetmeyiniz! Arapça’da (âl kelimesi) bu anlama gelecek şekilde kullanılmaz. Allah “Firavunun âli, giriniz”
النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُوا آلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ
Resim---En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ (aşiyyen) ve yevme tekûmu’s- sâah (sâatu), edhılû âle firavne eşedde’l- azâb (azâbi).: Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet saatinin kopacağı gün: "Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun" (denecek).(Gâfir, 40/46)

Âyette onun seçkin adamları kastedilmiştir. Çünkü bu özelliğiyle ‘âl’ kelimesi, sadece dünya ve âhirette büyük kıymeti olan kişiye izafe edilebilir. Bunun için bize şöyle dememiz emredildi: ‘Allah’ım! İbrahim’e merhamet ettiğin gibi MuhaMMed’e ve onun âline de merhamet et!’ yani toplamı olmaksızın onların özel varlıkları yönünden değil, zikrettiğimiz yönden İbrahim’e merhamet ettiğin gibi (Peygambere de merhamet et) Öyleyse söz konusu olan İbrahim’in ailesi içine giren bütün peygamberler yönünden merhamet edilmektir. Salavâtta onu zikrettik çünkü Hz. İbrahim, zaman bakımından Hz. Peygamber’den öncedir.” (İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye,., (Thk.), VIII/180.)

Ehl-i beyt ve âl kavramı hakkındaki hadisleri yorumlayan Hakîm et-Tirmizî (320/932), Kelâbâzî (380/988) ve İbnu’l-Arabî (638/1240) arasında yorum tarzı açısından herhangi bir fark söz konusu değildir. Her üç müellif te bu hadisleri tasavvufî görüşleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Her ne kadar Kelâbâzî “Size Allah’ı ve ehli beytimi hatırlatırım” hadisinde yer alan “ehl-i beyt” kavramının içeriğini belirlerken diğer rivâyetlerle açıklama cihetine gitmiş, ehl-i beyti “âl” kelimesinin sözlük anlamını tespit ederek açıklamaya çalışmışsa da diğer bazı rivâyetlere dayanarak yaptığı değerlendirmeler bu yorumlarını gölgelemiştir. Kelâbâzî, hadis hakkındaki -ilk yorumuyla- isabetli sayılabilecek değerlendirmelerinin yanı sıra sıhhat açısından problemli bazı rivâyetlere yer vermek sûretiyle ‘âl’ kavramının içeriğini bütün velîleri kapsayacak şekilde bir değerlendirme yoluna gitmiştir. Bu durumda Kelâbâzî ile Hakîm et-Tirmizî ya da Kelâbâzî ile İbnu’l-Arabî arasında bu hadisin yorumu özelinde düşünecek olursak aslında herhangi bir fark söz konusu değildir. Her üç müellif de ‘âl’ kavramını kendi tasavvufî anlayışları doğrultusunda velâyet düşüncelerinin merkezine oturtmuşlardır.

Kaynak: Ferhat GÖKÇE, İslâm İrfân Geleneğinde Hadis Yorumu, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri (Hadis) Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 2010, Ankara
(Sh: 444-452)


Resim Abū `Abd Allah Muhammad b. `Ali b. Muhammad b. al-`Arabi al-Hātimī al-Tā’ī:

(أبو عبد الله محمد بن علي بن محمد بن العربي الحاتمي الطائي)
Kısaca Muhyiddin ibn Arabî de denir (d. 1165 - ö. 1240).
Ünlü Mutasavvıf, İslam Düşünürü ve Şâirdir.

Hayatı:
Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde, 27 Ramazan 560’da (hicri) Mursiye (Murcia), Endülüs'te (bugünkü İspanya) doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı.
İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. Hakkındaki kayıtlara göre İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilen İbnu'l-Arabi, halvetinden keşf yoluyla edindiği çeşitli bilgilerle çıkmıştır.
Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.
1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir’ dedi.
Bu yıllar'da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzünün İbn Arabi'nin bakmaktan utanacağı kadar güzel olduğu söylenir.
1189'da Ebu Abdullah MuhaMMed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir.
Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyet'ini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.
1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Quds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserler'ini yazdı.
1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye" yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar" ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüzyüze gelince gizlice oradan kaçtı.Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı(627/1230). İbn Arabi bu eseri rüya'sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında I. Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde -İbn Arabi'nin kendisine ait olduğu iddia edilen- 'bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak' mealindeki bir beyit yazılıdır.

Eserleri:
Nefahat'a göre, Bağdad Ulemâsı’ndan birisi Muhyiddin İbnu’l-Arabî üzerine bir Kitap Te'lif etmiş ve bu Kitap’ta Musannefat’ının 500’den fazla olduğunu söylemiştir. İbnu’l-Arabî’nin Eserlerinin sayısı kendine de Malum değildi, denir. Hayat’ında Dostlar’ının İsteği üzerine birkaç defa bunların Fihristini yapmak istedi. Bu Fihristler birbirinden ayrı 3 yazma halinde bugüne geldi. Bugüne gelenlerin bazıları:
1. Fütûhat-ı Mekkiyye fi Esrâri'l-Mahkiyye ve'l Mülkiye, (Kendi el yazısı ile olan nüsha, Türk-İslam Eserleri Müzesi no. 1845-1881'dedir. Bu Nüsha 31 Cild halinde tertib edilmiştir.)
2. Fusûsu'l-Hikem, (Türkçe’ye çevrildi Molla Cami, Hoca MuhaMMed Parsa'nın "Füsûs" için, "can", "Fütûhat" için "gönül" dediğini rivayet eder.)
3. Kitabu'l-İsra ilâ Makâmi'l-Esrâ,
4. Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsameretü'l-Ahyâr,
5. Kelamu'l-Abâdile,
6. Tacu'r-Resail ve Minhacu'l-Vesâil,
7. Mevaqiu'n-Nucûm ve Metali' Ehilletü'l-Esrar ve'l-Ulûm,
8. Ruhu'l-Quds fi Münasahati'n-Nefs,
9. et-Tenezzülatü'l-Mevsiliyye fi Esrari't-Taharat ve's-Salavat,
10. Kitabu'l-Esfar,
11. el-İsfar an Netaici'l-Esfar,
12. Divan,
13. Tercemanu'l-Eşvak,
14. Kitabu Hidayeti'l-Abdal,
15. Kitabu Taci't-Terâcim fi İşarati'l-İlm ve Lataifi'l-Fehm,
16. Kitabu'ş-Şevâhid,
17. Kitabu İşarati'l-Qur'an fi Âlaimi'l-İnsan,
18. Kitabu'l-Ba',
19. Nisabü'l-Hiraq,
20. Fazlu Şehâdeti't-Tevhîd ve Vasfu Tevhîdi'l-Mükinîn,
21. Cevâbü's-Sual,
22. Kitabu'l-Celal ve hüve Kitabu'l-Ezel,
23. Kitâbu'l-Cem ve't-Tafsîl fî Esrâri'l-Ma'ânî ve't-Tenzîl, (Meryem Süresi'ne kadar yazdığı Kuran-ı Kerim tefsiridir. Her ayeti Celal, Cemal ve İ'tidal olmak üzere 3 ayrı makamda incelediğini belirtir. İbn Arabi'ye göre Kuran-ı Kerim'i bu tarzda tefsir eden hiç olmamıştır. Sadece 64 defter Kehf Süresi'ndeki "Ve iz kâle Mûsâ li fetâhu lâ ebrahu ..." (18/60) ayetine ayrılmıştır.)
24. eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye.

Resim Hâkim et-Tirmizî: ( ö.932)[1],
9.-10. yüzyıllarda yaşamış Fars Hadis Bilgini ve Sufî. "Et-Termizi" ya da "Termiz Ota" ("Termiz'in babası") olarak da bilinir.

Eserleri:
• Kitab es-Salat ve Makasidiha (Dua ve maksatlari hakkında)
• Kitab El-Hac ve Esrarihi (Hac ve fazileti hakkında)
• Kitab El-İhtiyatot (İhtiyat hakkında)
• Kitab El-Jumal El-Lazim Ma'rifitiha (Bilinmesi gerekli cümleler hakkında)

Resim Mahmûd b. Ebû Bekir Kelâbâzî:

Hayatı:
Ebü’l-Alâ Şemsüddîn Mahmûd b. Ebî Bekr b. Mahmûd el-Buhârî el-Kelâbâzî (ö. 700/1300) Hanefî fakihi ve hadis âlimi. 644’te (1246) veya 649 yılının Cemâziyelevvel ayının başlarında (Temmuz 1251 sonları) Buhara’nın büyük semtlerinden Kelâbâz’da dünyaya geldi. Hılâtî’den (ö. 652/1254) ders aldığına ve elli altı yaşında öldüğüne dair bilgiler doğru ise doğumu için 644 (1246) yılı tercih edilmelidir. Buhârî, ayrıca ferâiz alanındaki şöhreti sebebiyle Farazî nisbeleriyle de anılır. Fıkıhta temel öğrenimini Buhara’da yaptı. Necmeddin Ömer b. MuhaMMed el-Kâhuştüvânî’den ferâiz okudu. 670 (1272) yılı civarında Buhara’da Ahmed b. Ma‘şer’den hadis öğrendiğine dair bilgiden o tarihlerde henüz memleketinde olduğu anlaşılmaktadır. Kelâbâzî hadis rivayet etmek için Merv, Ebîverd, Dâmegân ve Serahs’ı dolaşarak çeşitli âlimlerden hadis dinledikten sonra Bağdat, Musul, Mardin ve Düneysir’e gidip Kevâşî ve Ebü’l-Fazl MuhaMMed b. MuhaMMed İbnü’d-Debbâb gibi âlimlerin yanında hadis öğrenimini sürdürdü. 677’de (1279) hacca gitti. 684 (1285) yılında Dımaşk’a geçerek Sümeysâtiyye Hankahı’na yerleşti; bizzat istinsah ettiği birçok eserden oluşan özel kütüphanesini buraya vakfetti. Fahreddin İbnü’l-Buhârî, Ebû Abdullah İbnü’l-Kemâl el-Makdisî, Abdürrahîm b. Abdülvâhid el-Makdisî, MuhaMMed b. Abdülmü’min es-Sûrî gibi birçok muhaddisten hadis öğrendi. 680 (1281) yılından sonra Mısır’a göç etti; uzun süre kaldığı Kahire’de İbn Hamdân ve Ahmed b. İshak el-Eberkûhî gibi âlimlerden hadis okudu. Kendisinden hadis veya ferâiz öğrenen kişiler arasında Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî, Ebû Hayyân el-Endelüsî, İbn Seyyidünnâs, Kutbüddin el-Halebî ve Zehebî gibi önemli şahsiyetler yer almaktadır. Zehebî onu mütkın ve sika olarak nitelemektedir (Mu’cemü’ş-şüyûh, s. 615). Tatar istilâsının doğuracağı kargaşadan kaçarak Mardin’e giden Kelâbâzî birkaç ay sonra 700 yılı Rebîülevvel ayının başlarında (Kasım 1300 ortaları) burada vefat etti. Kelâbâzî, özellikle miras hukuku, hadis ve ricâl ilimlerinde söz sahibi olup takvâ ehli bir kimse idi.

Eserleri:
1. Dav’ü’s-Sirâc. Hanefî fakihi MuhaMMed b. MuhaMMed es-Secâvendî’nin el-Ferâ’izü’s-Sirâciyye’sinin mezhepler arası karşılaştırmalı ve delilli bir şerhidir. Kelâbâzî bu eserini hocası Kâhuştüvânî’nin ferâiz derslerinde tuttuğu notlardan faydalanarak hazırlamış, son kısmında bazı ihtilâflı meselelere de yer ayırmıştır. 10 Cemâziyelevvel 676 (29 Eylül 1277) tarihinde tamamlanan kitabın Kayseri Râşid Efendi Kütüphanesi’nde (nr. 1147) aynı yıl istinsah edilmiş bir nüshası vardır. Bu şerh çok rağbet görmüş ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Hanefî fakihi Bâbertî, el-Ferâ’izü’s-Sirâciyye’nin en güzel şerhlerinden biri olduğunu söylediği Dav’ü’s-Sirâc’ı talebenin isteği üzerine özetleyip bazı yerlerini de açıklayarak Şerhu’s-Sirâciyye adıyla anılan eserini kaleme almıştır. Leknevî, Dav’ü’s-Sirâc’ın çeşitli meselelerde mezheplerin görüşlerini delilleriyle birlikte aktardığını ve müellifin bu ilme vukufunun derinliğini gösterdiğini söyler (el-Fevâ’idü’l-behiyye, s. 211). Eser, Kelâbâzî tarafından el-Minhâcü’l-müntehab min Dav’i’s-Sirâc adıyla Bağdat’ta ihtisar edilmiş olup 678 (1279) yılında tamamlanan bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Nuri Arlasez, nr. 155), diğer bir nüshası da Manisa İl Halk Kütüphanesi’nde (nr. 1432) bulunmaktadır. Her iki yazmanın Türkiye kütüphanelerinde başka nüshaları da mevcuttur (bu iki eserin nüshaları için ayrıca bk. Brockelmann, GAL, I, 470; Suppl., I, 650; Tales, s. 97).
2. Telkîhu’l-efhâm fî şerhi mesâ’ili zevi’l-erhâm (Süleymaniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 1115; Kılıç Ali Paşa, nr. 513; Âtıf Efendi Ktp., Âtıf Efendi, nr. 1739; Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 658).
3. Hallü’l-karâ’iz fî fenni’l-ferâ’iz (Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 1318).
4. Müştebehü’n-nisbe. Zehebî, Kelâbâzî’nin bu kitabının müsveddesinden pek çok nakilde bulunduğunu söyler (el-Müştebih, s. 452).
5. Meşyeha. 750 civarında hocasının biyografisini ihtiva eden bir eserdir (Kureşî, III, 454).
Resim
Cevapla

“Ehl-i Beyt (A.S.)” sayfasına dön