KISSADAN HİSSE!

İbret almasını bilenler için
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Bir gün;Beyazıdı Bestami Hazretlerine yakınları:

-“Efendim filan yerde büyük bir zat var. Fazilet ve keramet sahibi bir velidir.”ve daha başka sözlerle o zatı çok övdüler. Bunun üzerine Beyazıdı Bestami (k.s.) Hazretleri



-“Madem öyledir. O halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu.” Buyurdular. Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Beyazıd-ı Bestami (ks.) Hazretleri, bildirilen zatın, mescide doğru gitmekte olduğunu ve tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu;

-“Dinin hükümlerini yerine getirmekle sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birisine nasıl olur da keramet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü Tealanın evliyasından olması mümkün değildir.” Buyurdu.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »



Vaktiyle bir müslüman, birinden

bir tarla almıştı

Tarlayı sürerken

bir küp altın çıktı

toprağın altından.

Küpü kucaklayıp, koştu mal sahibine.

- Al arkadaş, bu altınlar senin, tarlayı

sürerken buldum.

dedi.

Adam kabul etmedi.

- Hayır kardeşim, alamam.

- Nedenmiş o?

- Ben bu tarlayı sana sattım. Dolayısıyla

bu altınlar da senindir.

- Ama ben, tarlanın üstünü satın aldım.

Altındakiler sana âittir.

- Hayır, sana âittir.

Velhâsıl anlaşamayınca,

Kadıya gittiler

Kadı efendi,

Her ikiikisini de dinledikten sonra

sordu birine:

- Senin evlenecek oğlun

var mı?

- Var kadı efendi.

Sonra öbürüne sordu:

- Senin evlilik çağında kızın

var mı?

- Var efendim.

O iki gencin nikâhlarını kıyıp;

- Bu altınlar da mehir olsun,

dedi.

Ve bu hayırlı izdivaçtan,

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri

“kuddise sirruh”


dünyâya geldi


Abdullatif uyan ..şiirlerle menkıbeler..
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE


SEÇMESİNİ BİLMEK GEREK

Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayati da
öğrettikleri, en geniş ve gerçek anlamıyla öğretmen oldukları dönemde Hintli bir
ahşap ustası yaşıyordu.

Bu ustanın çırağı büyüdü, ahşap işlemeyi ve hayatı öğrendi, kendi işini kurup
başlattı.
Bir sure sonra dostlarından biri oğlunu getirdi, ustadan onu yanına çırak
almasını istedi.

Fakat bu çırak sürekli yakınıp duran, her şeye bozulan bir çocuk çıktı.
Tahta getirmeye gidiyor, döndüğünde ellerine kıymık battığından uzun uzun
yakınıyordu. Bir iş teslim etmeye gidiyor, döndüğünde yoldan, sıcaktan,
müşterinin tavrından yakınıyordu.
Usta çocuğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama sözlerinin hiç bir etkisi olmuyordu.

Bir gün usta çırağını köye tuz almaya gönderdi.
Çırak ustasının söylediği gibi, tuzu alıp döndu. Usta bir bardak su getirmesini
söyledi. Çırak bir bardak suyu da getirdi.
Usta, Simdi o tuzu suyun içine at' dedi. Çırak ustasının söylediğini yaptı.
Sonra usta 'Simdi o suyu iç' dedi. Çırak suyu içti ve tabii ki içer içmez de
tükürdü. Öfkeyle ustasına bakarken, usta 'Nasıldı tadı' diye sordu. Çırak
nefretle, 'Çok acı' dedi.
Usta çocuğa 'Tuzu yanına al gel, gidiyoruz' dedi. Çırak ustasının peşine
takıldı. Bir sure sonra civardaki gölün kıyısına geldiler.
Usta çırağa 'Bütün tuzu göle dök' dedi. Çırak söyleneni yaptı.
Usta 'şimdi gölün suyundan iç' dedi. çırak içti.
'Suyun tadı nasıldı' diye sordu usta. çırak, 'çok güzeldi' dedi.
'Peki tuzun acısını hissettin mi' diye sordu bu kez de.
çırak 'hayır' dedi.
Usta çırağı karşısına oturtup anlattı:
'Hayattaki bütün olumsuzluklar iste bu bir avuç tuz gibidir. Eğer sen küçük bir
bardak su isen, nasıl tuzun bütün acısını tattıysan, hayatin bütün
olumsuzluklarından da öyle etkilenirsin. Eğer sen kişiliğinle ve gönlünle bu
önümüzdeki göl gibi isen, hayatta karşılaşabileceğin bütün olumsuzluklar seni, o
bir avuç tuz gölün suyunu nasıl etkilediyse öyle etkiler, bir bardak suda
tattığın acıyı vermez sana.

Seçim senindir ;
YA BARDAK OLACAKSIN , YA DA GÖL....
Resim
Kullanıcı avatarı
fakir_fakir_fakir
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 17
Kayıt: 17 Mar 2009, 02:00

KATRE

Mesaj gönderen fakir_fakir_fakir »

Mısrî Niyazi Hz.

bir beyitinde şöye seslenmektedir:

Katremizi ummana saldık biz bugün
katre nice anlasın ummana varan anlar bizi.


katreliğimizden bir mürşidi kamil gözetiminde geçmek,
gerçek iman sahibi olmak için ummana varmak gerekiyor.
Ummana varmak ne hoş.
Ummana dalmak ne hoş.
Aşk olsun varanlara
Aşk olsun dalanlara
.
[img][/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE

Resim

GÜZEL BİR HİKAYE..

Bir baba ve anne, iki çocuklarıyla birlikte okyanusun ortasında ıssız bir adada yaşıyorlardı.
Bir gemi kazasında kurtulup orada yaşamaya başlamışlardı.
Karınlarını adadaki bitkileri, bir iki çeşit meyveyi, zar zor avladıkları balıkları yiyerek doyuruyorlar ve bir kayanın hem çok soğuk, hem de çok sert ovuğunda yaşıyorlardı.
Çocuklar, adaya çıktıkları zamanı hatırlamıyorlardı o zaman çok küçüklerdi.
Ekmek, süt, çikolata ve bunlar gibi lezzetli yiyecekleri hiç görmemişlerdi. Yumuşak bir yatak, sıcak bir yorgan da bilmiyorlardı.
Bir gün dört adam, dikdörtgen şeklinde dar ve uzun bir kayıkla adaya geldiler.
Aile onların geldiklerine sevindi ve adadan kurtulacaklarını sandılar.
Fakat o tuhaf kayık hepsini alacak kadar büyük değildi.
Her seferinde sadece bir kişi binebilirdi kayığa. İlk başta baba kayığa binmeyi kabul etti.
Dört adam onu da alarak kayığa binip gittiler.
Anne ve çocukları ağlamaya başladılar fakat baba, “Merak etmeyin gideceğim yer buradan daha iyi olacaktır ve siz de yakında yanıma geleceksiniz” dedi.
Bir süre sonra kayık tekrar geldi ve bu sefer anne bindi.
Çocuklar yine ağladılar.
Fakat o da: “Ağlamayın! Daha güzel bir yerde yine birlikte olacağız” dedi.
Bir süre sonra kayık tekrar geri geldi ve bu sefer iki çocuk birlikte bindiler.
Önce adamlardan korkuyorlardı fakat karayı görünce korkuları bitti.
Anne ve babalarını sahilde gördüklerinde çok sevindiler.
Gölgelik bir yerin altında önceden hiç görmedikleri yiyecekleri yiyorlardı.
“Buraya gelirken korkmamız ne kadar gereksizmiş.
Bu kayıkçılar bizi almaya geldiklerinde hiç üzülmememiz gerekirdi” dediler.
“Sevgili çocuklarım” dedi baba. “Harap bir adadan güzel bir memlekete gelmemizin bizim için anlamı çok büyük.
Bu dünya kurtulduğumuz o adaya benzer.
Ölüm ise geçtiğimiz fırtınalı denizdir.
Küçük kayık ise tabut.
Ben, anneniz ve siz bir gün gelecek bu dünyayı terkedeceğiz.
O zaman hiç korkmayın.
Allah’ı seven iyi insanlar için ölüm, harabe bir adadan güzel bir yere gitmek gibidir.”


alıntı......
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE


- "Ey vaadinde durmayan adam, sök şu dikenleri bu işi sürüncemede bırakma." dedi.

Adam:

- "Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka bu işi yapacağım." dedi.

Allah'ın (c.c.) velisi bunun üzerine şu sözleri söyledi:

- "Sen, hep yarın diyerek bu işi erteliyorsun, fakat şunu bil ki her geçen gün o dikenler büyüyüp güçleniyor, dikenleri sökecek olan sen ise güç kuvvet kaybediyorsun, dikenler gün geçtikçe gençleşiyor sense ihtiyarlıyorsun."

Alıntı
Resim
Kullanıcı avatarı
sdemir
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 487
Kayıt: 24 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen sdemir »

Resim


FAKİH diyor ki:

-Babam bana bir hikaye anlattı; dedi ki:

Gönderilen peygamberlerden biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:

-"Sabah olunca , karşına ilk çıkanı ye. İkinci çıkanı sakla Üçüncü çıkanın dileğini kabul et dördüncü geleni üzme. Beşinciden de kaç."

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi:

-Rabbim bana bunu yememi emretti.

Sonra , şöyle dedi:

-Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeğe karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, Baldan tatlı buldu. Allah'a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı.

Şöyle dedi:

-Rabbim , bunu da saklamamı emretti.

Bir çukur kazdı. onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yüne toprak üstüne çıktı. Kendi kendine:

-Ben emredileni yaptım, diyerek bırakıp gitti.

Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu.

Kuş ona şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, beni sakla. Bana yardım et. Onu aldı. Koynuna sakladı.

Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma.

Kendi kendine şöyle dedi:

-Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi. yaptım. Dördüncüyü üzmemem emredildi. Şimdi ne yapacağım.

Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı;kendi uyluğundan bir parça et kesti.

Şahine attı; o da kapıp kaçtı.

Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı.

Akşam olunca şu duayı yaptı:

-Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne se bana bildir.

Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı.

-Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.

İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar.

Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme.

Dördüncüsü şudur: Bir insanin sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun.

Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.

Şüphesiz her şeyi bilen Allah'tır.



RaBBİM İBRET ALMAMIZ GEREKEN OKADAR ÖRNEK VAR Kİ
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/sdemirimza.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE !

MUTLU ADAM!


Umutsuzluk içinde çırpınırken son çare olarak bütün falcıların, büyücülerin bulunup saraya getirilmesini istedi.

Adamları koşuşturdu. Ülkede ne kadar adı falcıya büyücüye çıkmış insan varsa toplayıp getirdiler.

Falcılar, büyücüler hükümdara tek tek baktılar, bildikleri bütün numaraları yaptılar, ama hiçbiri herhangi bir iyileşme sağlayamadı.

Hükümdar artık iyiden iyiye umutsuzluğa düşmüşken günün birinde sarayının kapısına bir yaşlı kadın geldi. Bu kadın hükümdarın derdini nasıl çözeceğini bildiğini söylüyordu!

Yaşlı kadını hükümdarın yanına götürdüler.

Hükümdar yatağında doğrulamadan, “Söyle kadın” diye güç bela konuştu: “Neymiş senin çaren!”

Kadın bildiği çareyi anlattı: “Adamlarınız ülkeyi dolaşacak, ülkenin en mutlu adamını bulacak, onun gömleğini alacak ve size getirecek. Siz de bu gömleği giyince iyileşeceksiniz...”

Hükümdar emir verdi, adamları hemen ülkeye dağıldı. Önce en zenginlerin kapısını çalmaya başladılar. Ama hangi zenginle gidip konuştularsa onun hiç de tahmin ettikleri gibi mutlu olmadığı gördüler. Aralarından bir iki kişi, en değerli gömleklerini verdi. Hükümdar gömlekleri giydi fakat bunların da herhangi bir faydası olmadı. Böylece o gömleklerin sahiplerinin söyledikleri gibi mutlu olmadıkları ortaya çıktı.

Hükümdar köpürüyor, adamları bütün ülkeyi adım adım dolaşıyor, artık zengin fakir dinlemeden mutlu insan arıyor ama bir kişi bile bulamıyorlardı.

Durmaksızın dolaşırken susuz kalan hükümdarın adamlarından birkaçı dökülen bir kulübenin yanından geçmekteydi. Su istemek için yaklaştıklarında içeriden gelen sesi duydular.

Bir adam kendi kendine konuşuyordu:

“Ne kadar mutluyum, benden iyisi yok, karnımı doyurdum, yarın çalışabilecek gücüm de var... Benden iyisi yok...”

Hükümdarın adamları suyu falan unutup hemen içeri daldılar. Bu son derece yoksul kulübede bir adam yere oturmuş, kağıt üzerine serdiği peynir ekmeğin son kırıntılarını ağzına atarken bir yandan da türkü söylüyordu.

Hükümdarın adamları “Nihayet bulduk” diye adama doğru hamle ettiler ve yanan tek bir mumun zayıf ışığında adamın gömleğinin olmadığını gördüler.

ALINTI
Resim
Kullanıcı avatarı
sev-guzel
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 609
Kayıt: 15 Mar 2008, 02:00

Mesaj gönderen sev-guzel »

Fakir Ve Kör

Kibirli ve zengin birisi kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu hem paylar hem de kapıyı yüzüne kapatır.. zavallı fakir içlenir; bir tarafa çekilir ve oturur, ağlamaya başlar.. Bir kör, onun ağlamalarını duyar. Kalkar yanına gelir, niçin böyle üzgün olduğunu, ağladığını sorar.

Fakir olanı biteni anlatır.

Kör, teselli vererek, üzülmemesini, kendi evine gelmesini, evinde kalmasını, ekmeğini çorbasını kendisiyle paylaşmasını ister ve ısrarda eder. Fakir onun içtenliği ve ısrarı karşısında kabul eder, onunla gider.

Kör ona karşı çok güzel bir konukseverlik gösterir. Fakirin, hem karnı doyar hem de gönlü hoş olur.
Gönlü öyle hoş olur ki, o hoşnutluk içinde:
- sen bana evini açtın, sen bana gönlünü açtın, kadir mevlamda senin gözünü açsın, diye dua eder.

Gece olur, körde bir garipledir bir gariplenir ki, o gariplik içersinde gözünden birkaç damla yaş damlar, gözleri birden açılır. Görmeğe başlar.

Körün görmesi ile ilgili haber bir anda şehirde yayılır. Yer yerinden oynar. Bu haberi onu kapısından kovan, kovmakla kalmayan taş yüreklide duyar. İşin doğruluğunu anlamak için gözü açılan şahsa gelir:
- çok şanslıymışsın. Gözün nasıl açıldı, kim açtı.
- hey! Seni gidi gafil seni, sen nasıl bir adammışsın ki, öyle bir mübarek zatı azarladın, üzdün, yüzünü yıktın. Devlet kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapattığın o kimse açtı.
- desene kendime yazık ettim, öyle bir doğanmış ki öyle bir devletmiş ki, kıymetini bilemedim, bana değil sana nasip oldu, ben avlayamadım sen avladın, der ve kıskançlıkla parmağını ısırır.

Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse koca doğanı nasıl avlayabilir? İyilerin bastıkları toprak dermandı, göz açar. Ancak gönül gözü kör olanlar o dermandan gafildirler, kıymetini ne bilsinler.
Resim
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim


Balıklar ve "Su"

Okyanusun derinliklerinde bir grup balık sohbet ediyorlardı...

Bir ara içlerinden biri:
"- Arkadaşlar. Ben "su" diye bir şeyin var olduğunu duydum. Ne olduğunu bilen var mı?"
Düşünmeye başladılar. Ancak hiçbiri de "su"yun ne olduğunu bilmiyordu.
Bir balık:
"-Benim tanıdığım akıllı ve yaşlı bir balık var. O mutlaka bilir." dedi.
Hep beraber yanına gittiler.
ResimResimResim

Aynı soruyu ona da sordular:
"-Ey bilge balık. Biz "su" diye bir şeyin varolduğunu duyduk. Bu nedir, bize gösterebilir misin?"


Bilge balık hafif tebessüm etti ve:
"-Siz bana "su"yun olmadığı bir yer gösterin, ben de size "su"yu göstereyim.
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE

Gonca ve Fesleğen



hayata dair...

Vaktin birinde zarif bir lâl hanımefendi ile, naif bir lâl beyefendi lâtif bir izdivaç yapmışlar.
Birbirlerine hürmet ile muamelede bulunup, sükût ile de mukâbelede bulunurlar imiş.
Lâkin hanımefendi sevgisini göstermekte beyefendi kadar cesur davranamaz, çekinir imiş.
Yıllar ve yıllar sonra her ikisi de ihtiyarlamaya yüz tutmuş iken bir gün her ne oldu ve nasıl oldu ise beyefendi, hanımefendinin kalpcağızını incitmiş.
Hanımefendi de bu hâle içerlemiş bir miktar...
Lâkin o kadar da zarif ki, içerlemişliğini zevcine bir türlü nasıl hissettireceğini bilememiş, bizlere göre en kestirme yol olan ‘surat asma’ olayını hiç bilmiyormuş zâten...
...

Resim
Bir akşam, yemeklerini yiyip de sıra kahvelerini içmeye gelince, hanımefendinin aklına bir fikir gelmiş;
İkram eder iken kahvesini zevcine, bir gonca gül koyuvermiş fincanının yamacına.
Beyefendi anlamış tabii hemen anlaması gerekeni...
Diyormuş ki hanımefendi, goncaya söz yükleyerek;
“-Ey bey! Bu goncacağızın gül açmadan nâlâtif ellerce dalından koparılması gibi, sen de beni daha serpilmemiş bir genç hanımefendi iken evimden, ebeveynimden koparıp aldın, şimdi bir de beni incitiyor musun?...”
Bakınız efendim, rikkat buyurunuz, bir gonca ile anlatılanlara, dahası anlaşılanlara bakınız. Pek zarif, pek hoş.
...
Tabii efendim, hanımefendi ne kadar hoş ise, beyefendi de aynı hoşlukta olduğundan, gonca ile yapılan sitemin cevabı da, yine ona yakışır şekilde olmuş.

Resim
Ertesi sabah bir uyanmış ki hanımefendi, baş ucunda bir demet fesleğen...
Diyormuş ki beyefendi cevâben;
“-Ey hanım! Şu fesleğenin enfes kokusu gibi sen de pek hoş, pek lâtifsin... Lâkin sana dokunulmadan (incitilmeden) hiçbir sevme ya da sevmeme gösterisinde bulunmuyorsun.
Beni sevdiğini anlayamıyor idim... Dedim ki, hiç değilse sevmediğini anlayayım, bu da yetsin bana, ne olur affet, işte bundan sebep incittim kalbini...”

(...Hikâyeyi yollayan Gizem Naz’ın notu: Fesleğen, dokunulmadıkça kokusunu hissettirmeyen bitki türüdür)
En son nur-ye tarafından 07 Oca 2010, 09:50 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE
DUA!


Ma'rûf-i Kerhî hazretleri, birgün talebeleriyle hurmalıkta oturuyordu. Bu esnada Dicle nehrinden bir kayık geliyordu. Kayıktaki birkaç genç, içip içip nârâlar atıyorlardı. Bu hoş olmayan manzara karşısında talebeleri dediler ki:
- Efendim, duâ edin de Allahü teâlâ bu kendini bilmezleri nehrinde boğsun, insanlar da böyle zararlı kimselerden kurtulsunlar.
Bunun üzerine kayıktakilere şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyada neş'elendirdiğin gibi âhırette de neş'elendir.
Talebeler bu duâya bir ma'nâ veremediler. Kendisine sordular:
- Efendim, böyle duâ etmenizin hikmetini anlayamadık. İzâh eder misiniz?
- Bekleyiniz! Söylediklerimin sırrı şimdi ortaya çıkar.
Talebeler dikkatle kayıktakileri takip etmeye başladılar. Kayıktakiler, kıyıya çıkınca, Ma'rûf-i Kerhî hazretlerini gördüler. Birden ne yapacaklarını şaşırdılar. Daha o, kendilerine birşey söylemeden, ellerindeki sazı kırdılar, içkileri attılar. Huzûruna gelip tevbe ettiler.
Ma'rûf-i Kerhî hazretleri talebelerine dönüp buyurdu ki:
- Gördüğünüz gibi, herkesin istediği oldu. Ne onlar boğuldu, ne de kimse onlardan rahatsız oldu?
Resim
Kullanıcı avatarı
ser-ay
Dost Üye
Dost Üye
Mesajlar: 74
Kayıt: 20 Tem 2009, 02:00

Mesaj gönderen ser-ay »

SENİN TAHTA PERDENE KOYDUĞUM ÇİVİ İÇİN BENİ AFFET(eğer varsa)

Kötü karakterli bir genç varmış.

Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci ilk günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş.

Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)' demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış.
Babası ona 'aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak' demiş.

Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara(delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini
söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak(kapanmayacak).

Bir arkadaş "ender bir mücevher" gibidir. "Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana yüreğini açar" demiş.

Arkadaşlığınız için çok teşekkür ediyorum.

Senin tahta perdene koyduğum çivi için beni affet!..
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/smflogofi9.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Halife Harun Reşid döneminin ermişlerinden Behlül Dana bir gün düzgünce kesilmiş tahta parçalarından eve benzer birşey yapıyordu Bunu Harun Reşidin hanımı Zübeyde görüp ne yaptığını sordu
Behlül:
- Cennet köşkü yapıyorum efendim, diye cevap verdi.
Dindar bir kadın olan Zübeyde köşke müşteri çıktı:
- Bu köşkü bana satar mısın?
- İsterseniz satarım
- Kaç paraya satarsın?
- Sana bir akçeye veririm.
Halifenin hanımı hemen bir akçeyi verip köşkü satın aldı Harun Reşid ve hanımı o gece rüyalarında kendilerini cennette gördüler Zübeyde lüks bir köşkte oturuyordu Harun Reşid sordu:
- Hanım, sen bu köşke ne zaman sahip oldun?
- Dün bir akçeye Behlül'den satın almıştım Sabah oldu, hükümdar hemen Behlül'ü çağırttı
- Dün hanıma sattığın köşkten bir tane de bana yapsana, dedi
- Olur, yaparım, dedi Behlül
- Kaça yapacaksın?
- Bin akçeye yaparım
- Ama hanıma bir akçeye vermişsin
- Evet bir akçeye verdim Ama o köşkün değerini bilmeden aldı Sen ise dün gece onun nasıl görkemli bir köşk olduğunu gördün Ben buna göre fiat istiyorum...
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim



BABA YÜREĞİ

Bir babanın söz dinlemeyen oğlu, karlı bir günde dama çıkarak damdaki karları temizliyordu.

Dertli baba aşağıdan, yukarıdaki oğluna seslendi:

- Oğlum ceketini niye giymedin?

- Üşümüyorum, baba.

- Aman yavrum üşütürsün, dediyse de dinletemedi. Baktı ki, olacak gibi değil, hemen eve girerek torununu apar topar kucaklayıp o soğukta dışarı çıkardı. Bunu gören yukardaki karları temizleyen oğlu feryadı bastı:
- Aman baba! Siz ne yapıyorsunuz? Bu soğukta sırtı açık çocuk dışarı çıkarılır mı?
İşte o zaman baba cevabı verdi:

- Nasıl oğul, gördün mü baba yüreğini? Hatasını anlayan oğul babasının sözünü yerine getirip ceketini giydi
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE


“Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış...
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş...
Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da;
kısaca Ranga Guru derlermiş...
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru`ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...
Ranga Guru ise;
- Sen artık ressam sayılırsın Racaçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek.”diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Raciçi denileni yapmış.

Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor...
Çok üzülmüş tabiî. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru`ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru`ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru...
Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış... Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış..
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru`ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..
Ranga Guru ise;
Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin...
Yapıcı olmak eğitim gerektirir...
Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi...
Sevgili Raciçi Mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın...
Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın...
Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
”Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.” demiş...”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE



BAHÇEDEKİ LİMON AĞACI

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.
Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.
Büyük ağaç, iyice kasılarak:
—Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.
Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengârenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysaki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.
Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.
Tohumların teklifini kabul ederken:
—Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.
Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
—Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.
Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.
Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.
Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.
Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE


Resim
Geçenlerde kitabın içinden küçük bir kurtçuk çıktı.
Bir o yana bir bu yana gezinip duruyordu.
"Ne yapıyorsun sen" diyecek oldum.
Tam o sırada bir cümlenin yanında durmaz mı?
Neymiş o cümle diye meraklandığınızı biliyorum.

İşte o cümle:

"Kabukta dolaşan kurtçuk, meyvenin tadını alamaz."

Sizi bilmem ama bir düşünce aldı beni...

Kırkambar
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

KISSADAN HİSSE
Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte paralar verseler de parayı alır, paranın sahte olduğunu anladığı halde parayı verene söylemez, istediği ekmeği verirdi. Etrafındakiler onun bu hâlini bilir, şaşırırlardı. Kimse onun neden böyle yaptığını anlamazdı. Nihayet ölüm vakti gelip çatınca fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı:



“Ey Allahım, biliyorsun ki yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Şimdi ben de Senin huzuruna sahte taâtlerle geliyorum, ne olur onları yüzüme vurma.”
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

nur-ye yazdı:KISSADAN HİSSE
Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte paralar verseler de parayı alır, paranın sahte olduğunu anladığı halde parayı verene söylemez, istediği ekmeği verirdi. Etrafındakiler onun bu hâlini bilir, şaşırırlardı. Kimse onun neden böyle yaptığını anlamazdı. Nihayet ölüm vakti gelip çatınca fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı:



“Ey Allahım, biliyorsun ki yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Şimdi ben de Senin huzuruna sahte taâtlerle geliyorum, ne olur onları yüzüme vurma.”
Resim
Kullanıcı avatarı
habibi
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1059
Kayıt: 26 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen habibi »

KIRKBİR BOHÇA

(İstanbul’dan Gülseren Kumrular anlatıyor.)



Soğuk bir kış günüydü. İstanbul’da yine sis vardı. Radyo ve televizyonlar hava kirliliğinin arttığından söz ediyordu. Soğuktu hava. Kar yağdı yağacak diyorlardı.

Evlerde, duraklarda, sokaklarda; her yerde Amerika’nın Irak’a saldırısı konuşuluyor. Bush ve Saddam dillerde dolaşıyordu. 1992 yılının ramazan ayıydı. Çarşı pazar bu kışa rağmen telaş içindeydi. Herkes ramazan alışverişindeydi.

Geceleri camilerde mahyalar pırıl pırıl “Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan” ve “Şefaat Ya Rasulallah” diyordu.

En zor günlerimdi. Eşimden yeni ayrılmıştım. Elimde avucumda hiç para yoktu. Eski bir İstanbul mahallesinde, eski ahşap bir evde kirada kalıyordum. Tek başınaydım. Yalnız bir hayat yaşıyordum.

Zordu yalnız yaşamak. Bir evde tek başına oturmak... Resmi bir dairede çalışıyordum. Aldığım maaş da güç bela yetiyordu. Bir ayı zor ediyordum. Ay sonuna yaklaşıyorduk. Cebimde para kalmamıştı. Mübarek ramazanda iftarlık bir şeyler alamıyordum.

Çekingenliğimden de kimseden borç isteyemiyordum. Daha doğrusu böyle bir alışkanlığım yoktu. Borç istemek öyle zor geliyordu ki bana. Bu yüzden elimdekiyle kıt kanaat geçinmeye çalışıyordum. Kendi kendime idare etmesini bilirdim. Bir yemeği buzdolabında saklayıp bir hafta yediğim olurdu.

Parasızlıktan kendime yeni bir elbise dahi alamıyordum. Elimdeki işle oyalanıyor, kendime yeni bir elbise yapmak istiyordum. Her gün aynı elbise ile işyerinde bulunmaktan utanıyordum artık.

Bu nedenle eski elbiselerimi kesiyor, uydurup uydurup yeni elbiseler yapıyordum. Sanat okulu mezunu olduğum için, elimden bu tür işler geliyordu. Gezmeyi tozmayı da bilmezdim. İşimden evime evimden işime sade bir hayatı sürdürürdüm. Komşularımla selamlaşır, çocukların oyunlarını izler, dalar giderdim bazen..
O gece... Kar taneleri usul usul düşmeye başladı.

Pencereyi açtım, elimi uzattım, lapa lapa kar tanelerinin avucuma düşmesini bekledim. Sonra düşen kar tanelerinin ılık ve ıslak, avucumun içinde erimelerini izledim; hissettim. Mutlu oldum. Hemen sokağımızın ucunda bulunan camiden gelen salavat seslerine kulak verdim. Ne güzel bir koroydu. Adeta kar yağışına fon müziğiydi. Bir kar tanesinin düşüşüyle salavatların ritmi öylesine uyumluydu ki... içim titredi, coştu... büyük bir zikir korosuna katılmış gibi hissediyordum kendimi.
Bir süre öylece oyalandım kar taneleriyle, camiden gelen dua ve salavat seslerine kulak verdim.
Sonra pencereyi kapattım.

Odanın içinde dolaştım.
Zaman geçti, divana attım kendimi. Uyumak istedim. Sahura kalkacaktım. Ama uyku tutmadı gözlerimi. Sanki içime serin serin kar taneleri yağıyordu. Sanki kar taneleri salavat getiriyordu. Zaman nasıl geçti bilmiyorum.

Az sonra dışarıda sahur davulları çalmaya başladı. Sahur yapıp uyumayı düşündüm. Mutfağa geçtim. Baktım, yiyecek bir şey yoktu. Yumurta bile... Parasızlıktan bir şey alamamıştım eve... Üstelik açtım. Sahur yapıp oruç tutacaktım. Bir an oruç tutayım mı tutmayayım mı diye tereddüt ettiğim bile oldu.

Kuru ekmeği kemire kemire yedim. Sonra bir elma buldum, onu da yedim. Şükür dedim, oruca niyetlendim. Sonra uyumak için yatağa uzandım.

Öyle ya bir an önce uyumalıydım. Sabah işe gidecektim. Uykusuz uykusuz ne yapardım sonra? Gözlerimi yine uyku tutmuyordu. Halimi düşünüyordum. Bu parasızlık içinde ne yapacaktım? Çekingenliğim dolayısıyla kimseden para da isteyemiyordum. Dalgın dalgın düşünürken gözlerim kapandı. Dalıp gidiverdim. Uyudum mu, uyanık mıydım o an, tam olarak bilemiyorum. Ama az sonra... salon kapısının açıldığını hissettim.

O an birinin bana seslendiğini duyuyordum.

“Emine!..”
Rüya sandım. Ama ses çok yakınımdan geliyordu. Öylesine yumuşak ve sevecen bir seslenişti ki...
“Emine... Uyan kızım...” diyordu.

Emine mi? Emine kim? Birden hatırladım. Öyle ya, göbek adım Emine’ydi. Kulağıma ezan okunurken bu isim verilmişti.
Gözlerimi zorlayarak araladım. Etrafıma bakındım. Hemen kapının önünde ak sakallı yaşlı bir adam duruyordu.
İrkildim. Ama bu irkiliş korkudan değildi. İçimi manevi bir sevgi kapladı. Farklı bir alemde hissettim kendimi. Gözlerimi ihtiyardan alamadım.
“Emine, uyan kızım...” diyordu yaşlı adam.
Gördüklerimin rüya olabileceğini düşündüm, yeniden yumdum gözlerimi.
Yaşlı adamın sesini daha yakından hissettim:

“Emine, uyansana kızım...”

Zihnimde aynı kelimeler tekrar edip duruyordu: Emine, Emine... Bu yaşlı adam kimdi? Nereden biliyordu göbek adımı? Gece vakti evimde işi neydi? Niye gelmişti? Kafamda sorular, sorular...
Bütün bu karmaşık soruları o ses dağıttı yine.
“Emine...”
Gözlerimi yine açtım, baktım. Işıklar açık olduğu için net olarak görüyordum. Yaşlı adam iyice yaklaşmıştı.

Geldi, salonun ortasına, halının üzerine bağdaş kurup oturdu. Derince soluklandı, bana baktı.
Yatmış bulunduğum çekyattan doğruldum, oturdum. Şaşkın şaşkın ona baktım.

“Sana emir geldi kızım...” dedi.
“Emir mi? Ne emiri?”
Yaşlı adam, bir süre yüzüme baktı. Bakışlarını manevi bir hürmet kapladı. Ve elini cübbesinin cebine soktu, küçük bir şişe çıkardı. Bana gösterdi:
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.

Elindeki şişeye dikkatle baktım ama ne olduğunu anlayamadım. Sorusuna kendi cevap verdi. Saygıyla, bakışlarında parıldayan büyük sevgiyle şişeye bakarak:

“Bu şişenin içinde kainatın efendisi peygamberimizin (sav) sakalından bir kıl var.” dedi.
O an anladım ve sayıklar gibi mırıldandım:
“Sakal-ı şerif...” dedim.
Gülümsedi, adeta kendinden geçercesine tamamladı.
“Peygamberimizin aziz hatırası...”
Artık daha dinç ve dikkatliydim. Uykunun ağırlığı, şaşkınlığın verdiği sarhoşluk gitmişti üzerimden; kendimi yaşlı adamın elinde tuttuğu sakal-ı şerife yoğunlaştırmıştım.

“Onun hatırası en güzel örtülere layık değil mi?” diye devam etti. “..En güzel renklere, en güzel kumaşlara, en güzel ilgiye?...”
“Evet” diye fısıldadım.
Daha sıcak ve babacan bir tavırla;

“Öyleyse, bunun için bir bohça diker misin?” diye sordu.
Şaşaladım. Bir an yaşlı adamın gözlerine baktım.
“Şey...” diye kekeledim.
“Malum, ramazan ayındayız. Bu ayın 27’sinde Kadir gecesinde sakal-ı şerifin bohçası açılıp herkese gösterilecek...” diye sürdürdü sözünü.
“Evet.. Her Ramazan ayının 27’sinde sakal-ı şerif ziyaretleri oluyor bazı camilerde...” diye onayladım sözünü.
Hüzünle elindeki şişeye baktı.

“Ama... ama... Bu sakal-ı şerifin bohçaya ihtiyacı var. Çünkü...” derken soluklandı. “Bu sakal-ı şerifin bohçası eskidi, çürüdü, dökülüyor. Bu mübarek hatıranın eski püskü bir bohça içinde cemaate gösterilmesine gönlün razı olur mu, Emine?”
“Yoo... Hayır. Olmaz.” dedim hemen.
Gülümsedi.

“Öyleyse, sakal-ı şerifin kırkbir bohçasını dikeceksin...”
Bir an şaşaladım. Safça yüzüne baktım.
Cevabımı bekliyordu.
“Evet dikeceğim.” dedim.
Bir an durakladım, tereddüt gösterdiğimi tavırlarımdan anladı.
“N’oldu? Bir mesele mi var?” diye sordu.
Ne diyeceğimi bilememenin şaşkınlığıyla kekeledim.
“Ama ben... Çok zor durumdayım. Sahur bile yapmadım. Bohçanın kumaşlarını nereden bulacağım? Yanımda hiç param yok.”
“Borç bul, bu bohçayı sen dik... Emir böyle...” dedi ısrarla ve oldukça sakin.
“Param olsa...” diye mırıldandım, içim alabildiğine ezik.
Teselli verircesine sevecen;

“Unutma, bütün sakal-ı şerif ziyaretçilerinin duası, salavatları senin hesabına yazılacak...” dedi.
Yutkundum, içimde manevi bir haz, giderek coşkuya dönüşüyordu. Gözlerim yaşarıyor, o an ağlamak istiyordum. Küçük bir çocuk gibi hıçkırmak... hıçkırmak...
“Senin inceliğine, hassasiyetine güveniyoruz. Biliyoruz ki... Sen sakal-ı şerife layık en güzel bohçayı yapacaksın...” diye devam etti yaşlı adam.
Sonra şişeyi cebine yerleştirdi. Ayağa kalktı. Kararlı bakışlarla;

“Bohça, Ramazan ayının 27. gününe yetişmeli... O gün, senin diktiğin bohçaya sarılmalı mübarek hatıra...”
Döndü, kapıdan çıkarken bir an durdu, başını geriye çevirdi.
“26. gün bohça senden alınacak, o güne yetiştir ve bekle... Bekle...” dedi.

Ve çıktı.
Ardından bakakaldım. Hıçkırıklar boğazıma düğümlenmişti. İçim heyecandan kımıldayıp duruyordu. Birden ağladım. Sevinçten, şaşkınlıktan, mutluluktan ne yapacağımı bilememekten ağladım.
O sırada sabah ezanları okunmaya başladı.

Ertesi gün, gün boyu yaşlı adamı ve söylediklerini düşündüm. Aklımdan hiç çıkmıyordu. O rüya, yahut gerçekten farkı olmayan rüya... O yaşlının söyledikleri... Kulaklarımda onun yumuşak sözleri... 27. gece... Kırkbir bohça... Sakal-ı şerif... Sürekli bu kelimeleri sayıklıyordum... Sayıkladıkça içimde müthiş bir genişleme... huzur... Allahım... madem ki emir gelmişti... Bohçayı dikmeliydim.
Rüyamı kimseye anlatmıyordum. Annemden duymuştum, güzel rüyalar anlatılmaz derdi. Ben de böylesine güzel rüyayı anlatmak istemiyordum. İçimde sır gibi saklıyordum.

Kırkbir bohçayı yapmak için paraya ihtiyacım vardı. Borç bulmalıydım. İlk olarak aklıma müdürüm geldi. Şimdiye kadar kimseden borç isteyemediğim için öylesine zor geliyordu ki bana... Ama istemeliydim... Kırkbir bohça için bu fedakarlığı yapmalıydım.
İşyerinde müdürün kapısını çaldım, çekingen ve ürkek.
İçeri girdim.
Elim ayağım dolaşarak borç istedim.
Müdür, hiç tereddüt etmeden hemen cüzdanını çıkardı ve gülümseyerek çıkarttı istediğim parayı.
Parayı alarak süklüm püklüm yanımdan ayrıldım. Kendimi dışarı attım. Soluk soluğa avucumdaki paraya baktım.
Utancımdan Müdür Bey’den fazla para isteyememiştim. Bu paranın kırkbir bohçalık kumaşı almama yeteceğini sanmıyordum ama olsundu. Borç da olsa elimde para vardı. Bu parayla kumaş alacak ve yaşlı adamın dediği kırkbir bohçayı dikecektim.
Müdür Bey’den para alınca doğruca çarşıya gittim. Manifaturacılara uğradım.

Bir an içimde tereddüt belirdi. Bir ses içimde ne yapıyorsun Gülseren diyordu... İnsan bir rüyaya göre hareket eder mi? Ya boşuna dikersen... O an içimden hemen salavat getirdim. Ve bütün evhamlar gitti. Annemin anlattığı karıncayı hatırladım hemen... o, Kabe’ye gitmek isteyen karıncayı... Bohçayı almaya gelen olmasa da gönlümdeki niyet önemli değil miydi?..

Manifaturacıya tarif ettim, arta kalan kumaş parçalarından aldım. Kumaş parçalarını alıp ayrıldığımda iftar vakti yaklaşmak üzereydi. Müdürden aldığım 50 bin lirayı kumaşa vermiş, yine parasız kalmıştım. Eve bir şey alamıyordum. Yanımda sadece ekmek parası vardı... Hani orucun verdiği açlıkla içim gidiyordu çeşit çeşit yiyeceklere... Olsun diyordum... Sabır, diyordum kendi kendime... Sabır...
Evime geldim. İftar yaklaşıyordu, sofra kurmak için mutfağa gittim. Ekmek ve yumurtayla iftar açmayı düşünüyordum.
Az sonra top atıldı, akşam ezanları okundu. İftarımı yaparken gözümün önünde duran kumaşlara bakıyordum. Sanki onlara baktıkça doyuyor, sanki bal kaymak yiyordum. Onların renklerine dalıyordum, ileride bohça olacaklarını hayal ediyordum.
İftardan sonra hemen abdest aldım, akşam namazını kıldım, kumaşları önüme koydum.:

“Allahım, beni mahcup etme...” dedim ve besmeleyle başladım işime. Kırkbir bohçayı dikmeye başlamadan önce dua ettim, peygamberimize salavat getirdim...
Önce aldığım bütün kumaşları güzelce yıkadım. Sonra bir güzel ütüledim. Makasımla kesmeye başladım.
Hayatımın en zevkli işiydi bu. Sanat okulundan mezun olduğum günden bu yana yüzlerce elbise dikmiştim. Arkadaşlarım ellerimin marifetli olduğunu söylüyordu. Ama, o gece kırkbir bohçayı dikerken duyduğum mutluluğu ve huzuru hiç yaşamamıştım. Allahım, nasıl tasvir edebilirim o hislerimi... Ben, peygamberimin hatırasına, bir kumaş dikiyordum... Ağlamak geliyordu içimden... Ağlamak...
Sakal-ı şerif ziyaretlerine çok gitmiştim. Kırkbir bohçayı görmüştüm. Nasıl olacağını biliyordum. Bunun için kumaşları on santimlik, yirmi santimlik, elli santimlik parçalar halinde kesiyordum.

Sahur vaktine kadar çalıştım.

Gözlerim uykudan düşmüş, başım ağrımaya başlamıştı. Bu halde işimin başında uyuya kalmıştım.
Uyandığımda sabah ezanları okunuyordu.
Bohça giderek oluşuyordu. Giderek güzelleşiyordu. Giderek içimi coşku sarıyordu.
Ama aldığım kumaşlar yetmedi. Böyle yarım bırakamazdım. Biraz daha borç bulmalıydım. Ama kimden?
İş yerindeki samimi bir arkadaşım aklıma geldi. Bir kenara çekip borç istedim. Hemen verdi.
Aldığım elli bin lira ile yine manifaturacıların yolunu tuttum. Rengarenk kumaş parçalarından seçtim. Heyecan içinde evime geldim.
O sıralar hiçbir şeyi görmüyor, duymuyordum. Aklım işimdeydi. Düşüncem kırkbir bohçanın tamamlanmasıydı. O yaşlı adamın dediğini yapmak...
Hayatımda bu kadar heyecan duyduğumu hatırlamıyordum.

Üç gün boyunca geç vakitlere kadar büyük bir titizlikle çalıştım ve kırkbir bohçayı tamamladım.
O an muzaffer bir komutan gibiydim. Gökyüzünün en yüksek katına çıkmış gibiydim. Kuşlar gibi uçuyordum sanki.
Sonra yaptığım bohçayı masanın üzerine bıraktım; uzun uzun baktım. Yaptığım işi beğenmiştim. Güzel olmuştu.
Dünyanın en büyük harikasını izler gibi bakıyordum ona. Bundan sonra... Bekleyecektim. Rüyamdaki yaşlı adamın dediği 26. günü... Öyle demişti ya... 26. gün bohça benden alınacaktı...

Bekledim... Günler geçti... Ramazan ayının son haftasına girmiştik... Bekledim. 26. gün... O gün gelecek ve alınacaktı evimden... Allahım, o kadar inanmıştım ki buna... İçimde zerrece kuşku yoktu.

Ve ramazan ayının 26. günü de geldi. O günkü heyecanımı anlatmak mümkün değil. Çarşı pazarda bayram hazırlığı vardı. Bayram gelecek diye yüzler gülüyordu.
Teravih namazlarında “elveda ya şehr-i ramazan” ilahileri okunuyordu.
Teravih namazından sonra evime geldim.
Akşam olmuştu.
Soğuk bir geceydi.

Sobayı yaktım. Odanın ısınmasını bekledim. Odanın içinde dönüp durdum. Bir gün boyunca gelen olmamıştı.
Bohça masamın üzerinde duruyordu. Uzaktan kocaman bir gülü andırıyordu.
Durup ona bakıyordum. Gözlerimi renginden biçiminden ayıramıyordum.
26. gün bitmek üzereydi. Ne gelen vardı ne soran... içime kuşku düştü. Ya kimse gelmezse... ya gördüklerim bir hayalden ibaretse...
kuşkularımın artıp zihnimi istila ettiği sırada telefon çaldı. Arayan Tekirdağ Hayrabolu’da oturan erkek kardeşimdi.
Hayrabolu müftülüğünde görevli olan kardeşim önce hal hatırımı sordu.
Sonra:

“Abla... bir ricam var senden...” dedi.
“Buyur kardeşim...”
“Zamanın var mı?”
“Ne için sordun?..”
“Dikim işi için...”
“Hayrola?”
“Bir bohça diktirecektim de...”
Ürperdim.
“Bohça mı?”
“Kırkbir bohça... Peygamber efendimizin sakal-ı şerifi için...”
Heyecandan yutkundum, yutkundum... Konuşamadım.
Anlattı:

“Kadir gecesi günü sakal-ı şerif gösterilecek burada... Bütün Hayrabolu sakal-ı şerifi görüp dua edecek... Amma ve lakin, sakal-ı şerifin bohçası o kadar eskimiş ki... İyice çürümüş. Müftü şaşkın durumda... Yarın kadir gecesi biliyorsun... Bohça yok... Ne yapacağımızı şaşırdık. Benim aklıma sen geldin... Müftüye senden bahsettim. Sanat okulu mezunu olduğundan, elinin çabukluğundan ve maharetli olduğundan falan söz ettim. Rica etti... Aman, bize bohça diksin diye yalvarıyor. Ne dersin abla, bize yarına kadar bir bohça dikebilir misin?”
Sustum, hala yutkunuyordum, konuşamıyordum...

“Abla...” diyordu telefondaki ses. Sanki duymuyordum.
“Abla cevap versene... Dikebilir misin?”

Hıçkırıklar boğazımda düğümlenmişti.
Birden boşaldım, hıçkıra hıçkıra ağladım.
Kardeşim hala soruyordu.
“Abla... Abla... Niye ağlıyorsun? N’oldu?”
Cevap veremiyor, ağlıyordum.
“Abla söylesene, niye ağlıyorsun?”
“Kardeşim...” dedim, “...Bohça hazır...”
Kardeşim şaşırdı:
“Ne diyorsun... Hazır mı?”
“Hazır ve bekliyor.” dedim.
O da sustu.
Anlattım.

Yutkuna yutkuna, gördüğüm rüyayı anlattım. Rüyama göre, bohçayı hazır ettiğimi söyledim. O da etkilendi. Benimle birlikte o da ağlamaya başladı.
Ertesi gün, kırkbir bohçayı Hayrabolu’ya giden bir otobüsle gönderdim.
Ve kadir gecesi, mübarek sakal-ı şerif, salavat ve dualarla diktiğim kırkbir bohçaya sarılmış.

Müftü Bey, önce beni ve gördüğüm rüyayı anlatmış cemaate... Sonra bohçanın hikayesini... Bütün cemaat heyecanlanmış... O gece, benim adıma hatim indirmişler, o gece, mübarek sakal-ı şerife bakan ağlamış. O zamana kadar Hayrabolu camisi görülmedik şekilde ziyaretçi akınına uğramış... Cemaat hıçkırıklar içinde salavat getirmiş.

Kardeşim telefonla anlattı... Yaptığım kırkbir bohça ise, bir gülü andırıyormuş...
O mübarek kadir gecesi, Hayrabolu’da, sakal-ı şerif, diktiğim kırkbir bohça içinde insanlara gösterilirken, gökyüzünden kar yağıyordu. Ve ben, pencere kenarında gözyaşları içinde kar yağışını seyrediyordum.
Sanki her kar tanesi salavat getiriyordu.

Öyle hissettim, öyle etkilendim ve öylesine ağladım...
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammed” dedim.




Cum'amız Mübarek olsun...
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/hbbi.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
yolcu
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 369
Kayıt: 14 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen yolcu »

nur-ye yazdı:KISSADAN HİSSE
Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte paralar verseler de parayı alır, paranın sahte olduğunu anladığı halde parayı verene söylemez, istediği ekmeği verirdi. Etrafındakiler onun bu hâlini bilir, şaşırırlardı. Kimse onun neden böyle yaptığını anlamazdı. Nihayet ölüm vakti gelip çatınca fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı:



“Ey Allahım, biliyorsun ki yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Şimdi ben de Senin huzuruna sahte taâtlerle geliyorum, ne olur onları yüzüme vurma.”
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
yolcu
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 369
Kayıt: 14 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen yolcu »

Şâir Nâbî’nin 1678 yılında devlet adamları ile berâber çıktığı hac seferindeki hâtırası pek ibretlidir:

Nâbî, o yolculukta bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhûr na’tini yazmaya başlar.

Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!.

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!.

“Ey Nâbî! Bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makâmdır.”

Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, hemen müezzini bulur:

“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar.

Müezzin:

“–Bu gece Allâh Rasûlü (sav) rüyâmızda bize;

“–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebi ile onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!.” buyurdu.

Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik…” der.

Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şöyle der:

“–Demek ki Allâh Rasûlü (sav) bana “ümmetim” dedi! Demek ki, iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabûl buyurdu!..”
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
habibi
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1059
Kayıt: 26 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen habibi »



MuhammedDinuri,ömrününsongünlerindeyolculuğaçıkıyor.Yolculukta,
Günlerceyememişveiçmemiş..
Birkasabayavarıp,oranınmescidiniöğreniyorvegidiyor.
Mescidtekibirkaçkişibuyabancıyadonukgözlerlebakıyorlar.
Nehatırınısorannederdiniaraştıranvar...

Yatsınamazındansonraherkesaynıdonukgözlerlebakıpgidiyor.
İhtiyartekbaşınamescidtekalıyorveogece(belkideaçlıktan)
ölüpgidiyor.

Sabahleyinmescidegelenaynıinsanlar,buyabancımüslümanınöldüğünü
görüncevazifeleriniyapıyorlar.Onuteçhizvetekfinediyorlar.Yıkıyorlar,
birkefenesarıyorlar,namazınıkılıyorlarvegömüyorlar:

Birgünsonramescidegeldiklerindemüthişbirmanzara;

Mihraptabirkefen....Kefeninüstündebirkâğıtiliştirilmiş......

Kağıttaşuyazı....

"Bizsizeazizbirmisafirgönderdik.Yorgunveaç...KadriniBilmediniz.
Onumisafiretmediniz..Yediripiçirmediniz..KefeninizSizinolsun
istemiyoruz...."
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/hbbi.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
habibi
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1059
Kayıt: 26 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen habibi »

Hasan Basrî rahmetullahi aleyh’in âdeti hiç bir kimseyi kendisinden aşağı görmemekdi. Bir gün Dicle kenarında abdest almaya vardı. Orada bir kişi gördü. Bir avretle (kadınla) oturur. Ve bir tulum önüne koymuş ve tulumdan (su kabı) su içerdi. Hasan Basri’nin bu adam nâmahrem avretle oturmasaydı ve alkollü içkiden de içmeseydi, o benden yüksek (üstün) olurdu diye fikrinden geçdi.

O sırada suya iki kişi düşdü. O kimse seğirtip (koşarak) suya düşen iki kişiyi de kurtardı. Ve Hasan Basrî’ye nida ederek dedi ki:

– Ya Hasen! Eğer sen benden yüksek idi isen, ben iki kişiyi kurtardım. Sen de bir kişiyi kurtar. Bu avret benim annemdir. Bu tulumdaki de sudur. İçki değildir. Ya Hasen! Ben seni sınadım, göreyim ki gözlü müsün, yoksa görmez misin? dedi. (Tezkiretü’l-Evliya)
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/hbbi.jpg[/img]
Cevapla

“►İbretlikler◄” sayfasına dön