Veysel ERGİN
Öğretmenim! Size 16 Ağustos'un yakıcı sıcağına yenik düşmüş Yalova'daki evimden yazıyorum. Saat gece yarısını henüz geçti. İçimde tuhaf bir his var. Sanki, size şimdi yazmasam, bir daha hiç yazamayacakmışım gibi geliyor. Hayatla hesaplaşmak için bu son fırsatımmış gibi hissediyorum.
Hatırlar mısınız, yurttan kaçtığımız akşam, bizi bilardo salonunda yakalamış ve yurda döndüğümüzde bana, "Fatih, bilir misin ki, dünyanın en mutlu cimrisi, edindiği gerçek dostlarını muhafaza edebilendir? Biz gerçekten dostsak, arkadaşlığımızı bilardoya değişemezsin." demiştiniz.
Sonra, uyuyor numarası yaptığım o gece, "Allah'ım, öğrencilerimi çok seviyorum! Bana, onların yüreklerine tesir edecek sözleri söyleyebilme gücü ver! Bilmiyorlar, bilseler böyle davranırlar mıydı?" diye dua edişinizi, battaniyemin altında akıttığım gözyaşlarımla dinlemiştim.
Ah öğretmenim! "Bu adamın bizimle ilgilenmesinden çıkarı ne?" diye, için için bir öfke duydum, ilk zamanlar. O zamana kadar ya bir karşılık beklenen "eğer" türü sevgiyle veya bir şeylere sahip olmanın sonucu olan "çünkü" türü sevgiyle karşılaşmıştım: "Eğer iyi bir çocuk olursan, ailen seni sever.", "Seni seviyorum, çünkü o kadar zengin ve ünlüsün ki..." Hep düşündüm; karşılıksız veya mevcut bir duruma bağlı olmayan gerçek sevgi yok mu, diye. Tâ ki, sizin bizimle paylaştığınız, "her şeye rağmen sevmek" duygusuyla karşılaşıncaya kadar...
Düşünsenize öğretmenim; sigara içmeme, size defalarca yalan söylememe ve birçok kötü alışkanlığıma rağmen sevdiniz beni. Ne güzel bir insanı; kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına rağmen sevebilmek! En çok ihtiyacımız olan sevgi de bu değil midir? Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve sizi gerçekten sevmediği düşünseydiniz, edindiğiniz mal veya şöhretin, başarı veya unvanların sizin için bir anlamı kalır mıydı? Dünya, başınızın üstüne çöküvermez miydi? Günün birinde gerçek ve doyurucu bir sevgiye ulaşabileceğiniz umudu olmasa, hayatınızın geri kalanını nasıl yaşayabilirdiniz?
Ne olur öğretmenim, hep böyle kalın! İnanın, üniversiteyi kazanamasam veya son dakikalarımı yaşıyor olsam da; bunu bize tattırmanızın verdiği mutluluk, her şeye bedeldi. Bundan sonra öğrenciniz olma mutluluğunu yaşayabilecek öğrencilerinize de, şu dileklerimi aktarabilir misiniz?
"Arkadaşlarım, kardeşlerim, ağabeylerim!.. Sizce bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl kaç defa gün ışığıyla uyandınız? Kaç kişiye, sırf içinizden geldiği için bir hediye aldınız? En son ne zaman mektup yazdınız veya eski bir arkadaşınızı aradınız? Bunlar, aslında önemsiz gibi görünen küçük ayrıntılar değil mi? İyi bir hayatın, bunlar gibi birçok küçük şeye bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü? Öyleyse, bundan sonra bir düşünün. Yayılın çimenlerin üstüne. Acele edin. Er veya geç, çimenler yayılacak üzerinize!"
Canım öğretmenim!
Bilseniz, şu an o kadar rahatım ki! Saat 03:00'e geliyor. Artık uyuyabilirim, hem de bir daha uyanmamacasına... Hoşça kalın! Sizin "her şeye rağmen" sevginize lâyık olamayan ama, sizi her zaman sevecek olan yaramaz öğrenciniz.
Bu mektup 17 Ağustos 1999 depreminde vefat eden Mesut Fatih Çelik'in, depremden kısa bir süre önce öğretmenine yazdığı mektubudur. Fatih, üniversite imtihanında Bilkent Üniversitesi, İşletme (burslu) bölümünü kazandığını öğrenemedi. Mektubu Fatih'in annesi, enkazın altından bulup Fatih'in öğretmenine getirmiştir.
Bir veda mektubu...
- alaimisema7
- Üye
- Mesajlar: 43
- Kayıt: 04 Nis 2008, 02:00
- kulihvani
- Site Admin
- Mesajlar: 12884
- Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00
- aNKa
- Özel Üye
- Mesajlar: 2797
- Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00
- MINA
- Özel Üye
- Mesajlar: 2740
- Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00
Re: Bir veda mektubu...
Allah Dostu Derkialaimisema7 yazdı:Öyleyse, bundan sonra bir düşünün. Yayılın çimenlerin üstüne. Acele edin. Er veya geç, çimenler yayılacak üzerinize!"
....RIZA VE HUZUR
Bu yazı büyük bir edeb ve tazimle, tevazu hududlarını aşarak, bir kul olan bana, mektup yazan bir profesöre cevaptır.
Sayın Profesör!
İnci taneleri gibi güzel kelimelerle süslü mektubunuzu dikkatle okudum. Naçiz şahsıma gösterilen her türlü ulvî his ve nezakete aynı ağırlıkla mukabelemi kabul ediniz.
Muhterem efendim!
Benden sorduğunuz süalin cevabını akıl ve zevkinizin doyacağı kadar bildiğinize hiç şüphem yoktur. Bilginizin sizi ve bir çok insanlarıdoyuracak ve irşad edecek meretebede olduğunu anlıyorum
Rıza ve Huzur,
Edeb ve Hayâ
Günah, Sevâb ve Ecir nedir?
Süalinize ben:
Rıza ve Huzur hasretiyle değil de Rıza ve Huzur deryası içinden cevab vereceğim
Denizdeki balığın anaotomisini, her türlü hususatını, biz insanlar dışardan tetkik edip anlıyoruz.
Bu tetkik ve anlama, çok geniş ve vâsidir.
Bu analamanın bir de balık tarafından târif ve izâhı vardır.
İşte ben de size balık vaziyetinde bulunarak, Rıza ve Huzuru kısaca anlatmaya çalışaağım.
Zannedersem, bu süalin benden sorulmasındaki gaye de budur
Cenab-ı ALLAH, Celâl sıfatını tecellîsini arzu etmez.
Bundan dolay Zül-İntikam Kurânda kanunî umdeler halinde kullarına hediye etmiştir.
Cemiyet içindeki ahlâk, adalet ve doğruluk hasletlerinden ayrılan kulların cezalarını tâyin ederek, yine kulları vasıtasıyla ve bir cemiyet nizamı halinde suçlulara tatbik ettirir.
Bu kanunları harfiyen tatbik eden kullar, her türlü belâdan masun olarak imrar-ı hayat ederler.
O zaman Cemâl sıfatının mahzarı olarak, kâmil kul mertebesinde güzel, helal rızklarla merzuk olurlar.
Ahlâk, adalet, doğruluk ve şefkat prensipleri haricindeki hareketler benim gayretime dokunur. O zaman Celâl sıfatımla tecellî etmek isterim!.. der
İşte RIZA demek, Celâl sıfatını harekete geçirmeden, Cemâl sıfatına şükürüle bağlanıp, sabır kanatlarıyla Resûlün Ravzasını süsleyen temiz semâlarda salât ü selâm cıvıltıları getirerek İlliyyine doğru uçup gitmek
İşte Rıza
İşte Huzur buna derler
Sayın Profesör!
Size bu kadar kâfidir
Merak hududundan çıkan hasretiniz bir müjdedir.
Bazıları bir şey öğrenmek için merak saikasıyla bir hasret duyarlar.
Bunda hulûs ve teslimiyet yoktur.
Sizin hasretiniz hakikî yolunda bulunandandır.
Bundan dolayı manevî bakımdan gıbtaya lâyıksınız.
Bu husustaki düşünce ve gidişiniz, bizim gözümüzle doğru dur. Yolunuz nûrlu olsun!..
Emr-i ilâhiyi bihakkın yerine getirmeden ALLAHtan bir şey istememek, Hayâdır.
Hayâ makamında kul ancak, Saray-ı İlâhiye girebilir.
Saray-ı İlâhiyyenin adab-ı muaşeretini bilmeden, burda yürünemez
Sîret-i Resûl, Ahlâk-ı Resûl buranın adabıdır.
Bundan dolayı Rahmet-i Subhâniyye kalb-i pâk-i Resûle inmeden,onun parçaları olan kullara yetişemez.
Onun için her münâcâtın başında Resûle salâvat getirmek icâbeder
Bu usülü kendi kudret-i derecesine göre insanlar ya takib ederler yahut takib etmezler.
Bu takibde hata daima insana raci bulunur.
İnsan bu yol üstünde şeytan ile birliktedir.
Hata bazan doğru, bazen hata şeklinde görülür..
Bunların kul farkında değildir.
İnsan sevdiklerinin hatalarından dolayı üzüntü duyar.
Bu duygu, RAHÎM esmâsının kula göre tecellî miktarıdır
Bu tecellînin altında acımak gizlidir.
Fakat Esmâ-ı İlâhiyyenin RAHÎMin altında acımak gizli değildir; gizli olsa o sıfattan çıkar
Soğuk su ateşi giderir.
Bu gidermek ağzı kuruyan veya içi yanan adama suyun acıdığından değildir.
Suyun ferahlık verici hassası olmasındandır.
İşte Rahmetenlil-âlemîn olarak gönderilen Resûl, ALLAHın RAHÎM esmâsının pınarının hazinesinin musluğu gibidir
Bu sıfatın Resûlde tecellîsi Murad-ı İlâhidir
Bu tecellîye çarpmak, Şefâat denilen, Resûlün, kulun hatasına karşı duyduğu kalb-i mübârekelerindeki üzüntüyü kaldırmak için Cenâb-ı Hakk tarafından hediye edilen desturu ortaya çıkarır
Şefâat dilemek, istemek aslında RAHÎM esmâsının Resûlde tecellî eden acımak lifinden yardım taleb etmektir.
Şefâat etmek demek, RAHÎM esmâsının kuln kaldırabileceği miktarda olanını RAHÎM sıfatına çarptırmak demektir
Onun için: ALLAHın izni olmadan Resûl şefâat edemez! sözünün mânâsı böyle fehmedilir
Tevessül ise dilemek, istemek lifinden çıkan rahmeti istemektir.
Tevessülde kulun tahammülünün fevkinde RAHÎM esmâsı tecellî eder.
Kul kurtulur; fakat an-ı vahitte erir
Tevessülün altında acımak yoktur.
İnsan evvelden hazırlıksız ise yuvarlanır
Tevessülde bir hususiyet, şefâatte umumiyet gizlidir.
Rahmet Çeşmesinin pınarının fışkırdığı yer Resûl olduğu için şefâat herkese yapılacaktır.
Arzu etse de etmese de
Zirâ, Rahmetenlil-âlemîn dir, O Resûl-ü Kibriyâ
Şefâat etmem dediklerine bile Şefâat edecektir, o Mahbub-u Hüdâ
Tevessül tehlikelidir. Hak etmeyene tevessül etmek edeb harici bir iştir.
RAHÎM esmâsının altında kalb-i pâk-i Resûl gizlidir
Fakat RAHÎM esmâsının altınd acımak yoktur.
Acımak olsa Kahhar, Zül- İntikam esmâlarının mânâsı kalmaz Zirâ, Sıfat-ı İlâhiyye yekdiğerinin tamamıdır.
Ancak tecellî şekillerine göre başka başka görünürler
RAHÎM esmâsı, kalb-i Resûlde Acımak şeklinde tecellî ederek Şefâat halinde ortaya çıkar
RAHÎM esmâsının yoğurduğu ve yıkadığı kalb-i mübârek-i Resûlde parlayan RAHÎM ismi, acımak sûretinde tecellî eder, kul analasın diye
Esmâlar, kuldaki tecellîlerine göre tezâhür eder. hanği esmâ daha ziyâde tecellî edrse o kul o şekilde bir insan olur
Can almağa mahsus Azrail, Mümît esmâsının tecellîlerini yerine getirir.
Esmâ, doğrudan doğruya sudûr ederse canlı bir mahluk kalmaz.
Kelâm-ı İlâhi, Resûle Cebrail ile nâzil olmuştur.
Doğrudan doğruya nâzil olsa kâinât buna tahammül edemez.
Kurânı Biz dağa indirseydik paramparça olurdu!..
Diğer büyük melekler de böyledir
Cenâb-ı ALLAHın her şeyle temsı vasıtalı murad etmesi, canlı cansız bütün kâinât ve mevcudatın tahammülsüzlüğündendir.
Biz insana tahammülünün fevkinde yük yüklemeyiz!.. âyeti budur
Esmâların birleştiği Zâtullahın küçük bir tecellîsine tahammül hududu giremez
Lil- cebeli ceâlehu dekken! bunun beyânıdır.
İşte Şefâat, bu tahammülsüzlüğü tahammüledilir hâle getirmek için Resûl-i Ekreme verilmiştir
Yâ RAHÎM esmâsının mazhariyetine nâil olabilmek için kulun RAHÎM ve ŞEFÎK olması lâzımdır.
Hayvanlara, nebatalara Rahîm ve Şefîk olmayan kimseye bu esmânın yardım ve iltifâtı yoktur.
Rahîm ve Şefîk olan kimse, bunlardaki sırrın farkında olandır
ALLAH kapısına ancak bu sıfatla yanaşılır
Aksi, ne mergub ne de mümkündür
Çiçeği vazoya koyup güzelliğinin seyr ve kokusunun alınacagına, dalında iken, ALLAHı zikir hâlinde bulunurken seyr ve duymak rasında büyük fark vardır
Devranı dışardan setretmek ile halkaya girip devretmek arasında binlerce fersah, binlerce yıl arası kadar fark vardır
Dalından ayrılan, toprakatan sökülen halkadan koparılmıştır. Halkadan koparılmış nesne artık zincir değildir..
Basit bir parçadır. Parçada iş yoktur.
Küllde iş vardır.
Ben, sen, o, biz, siz, onlar yok, hepsinin mecmuu ayrılmaz.
O vardır!..
.
O ile iş yapan, ibâdet eden için artık düzme, çatma, mekan, mevki, yer, cihet mefhumları yoktur
Bunlar, Ben sen, o, biz, siz, onlar formülünden ayrılmayanlarda, akıl erdiremeyenlerde mevcuttur
HAYYı, Mümît yapmak isteyen Onun ismiyle bunu yapmalıdır
Aksi hâlde haram, küfür, şirktir.
Cezâsının affı da yoktur
Ateş her şeyin hakikatını ortaya koyan bir nimettir.
Amber ateşe atılmazsa güzel kokusu çıkmaz
Ateş HAYYın hakikatını izhar eder.
Binlerce yüzbinlerce kimse bunun farkında değildir .
Ateşin içinde Nûr,
Ateşin içinde gül bahçesi,
Ateşin içinde yeşil çimen,
Ateşin içinde nimet,
Ateşin içinde rahmet,
Ateşin içinde Söylenemez vardır!...
Söylenemez dedik ya aranırsa bulunur
Bunları anlamak ve bulmak için hastalanamak lâzımdır.
Hasta olmayanın yanına doktor gelmez, hasta olmayan da doktora gitmez.
RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsını hastalanacak derecede kendine mal etmek lâzımdır.
O zaman doktor ayağa gelecektir
Her perde RAHÎM ve ŞEFÎK esmâsı ile açılır.
Her makama bu haslet ile çıkılır.
Huzurdan maksat divân değildir.
Cemâlde erimek demektir.
Huzur, rahatlık değildir.
Bu yanlış anlayıştır; bir büyüğün önü de değildir.
Huzurun ruhanî mânâsı erimek, o şeyle karışıp ortadan kaybolmaktır.
Meselâ:
Sütte şeker erirse huzur teessüs eder.
Fakat huzur sütün müdür? Şekerin midir?
Kim kimin içinde eririse, eriyen huzura kavuşmuştur.
Eridiğin muhit huzurun kendisidir.
Çabuk erimek için RAHÎM ve ŞEFÎK isimli şeker olmalıdır
Hakiki RAHÎM ve ŞEFÎK olan insan için mertebe, makam yoktur.
O kendisi bir makamdır.
Suyun içinde eriyenin makamı olur mu? O hep SUdur
SU azîzdir
Eriyeni de azîz eder
Cemâlde eriyen, Cemâlli olur..
Hâlli kimselerden niçin zevk duyuyorsu, onlar konuştukları zaman her şeyi unutuyorsun
Zirâ bu kimse erimek için sırada bulunanlardandır
Sırada bulunanlar böyle olursa, sıradan çıkmışlar nasıl olur?..
Hele bir düşün bakalım!..
Bütün kabiliyet ve hünerlerinizi gösterseniz târif edemezsiniz; bu mıntıkada âyetten, hadisten helâlden, rızıktan bahsetmek geri geriye gitmek demektir..
Aman itiraz veya fikir beyânı için dilini oynatma!..
Lâ tuharrik bihi lisâneke litacele bihi!
Zâhiri âlimler daima gönüllerin bâtınî hâllerine bağlıdır.
Şek ve şüpheye düşmek, kalbibn basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir.
İnsan tatmin mertebesine gelinceye kadar akıl ile ihtilaf ve kavga hâlindedir.
İnsanı mutmainne mertebesine çıkaran temiz ahlâkıdır.
Bu mertebeye çıkmak için insan yıpranır.
Vucûdunun yıpranmasından tasa etme, ağaçta çiçek dökülünce meyve baş gösterir bilir misin?
Şimdi de Günah, Sevâb ve Ecîr kelimelerinin altında gizli ve herkesin vehleten anlayıp da izahını güçlükle yaptığı bu tâbirleri biraz eşeleyelim:
Kulun ALLAHa karşı olan şükrünü ifâ etmemesi ve bunda devam atmesi edeb dışı bir iş olur ki buna Günah derler
Hakikat ortaya çıktığı gün, kul kendi cezasını kendi verecektir
Büyük bir utanma içinde yoğrulacaktır.
Buna ister insanoğlu inansın, ister inanmasın bu hakikat bir gün muhakkak olacaktır
Günahın cezasını Cenâb-ı Hakk kulun kendine bırakmıştır.
Günahı inkar ve red hududuna girerse neûzubillah küfürdedir. Gazab-ı İlâhi, Azab-ı İlâhi deryasına düştü demektir
Günahı tevbe ile temizlemek, yok etmek lâzımdır.
Küfrü ise ancak tecdid-i iman temizleyebilir.
ALLAHa karşı şükür ifâsında lüzumlu işlri yaparken hasbel-beşer, bazı gaflet ve arızalardan dolayı şükrün zamanını, icrasını sektyey uğratırsa o günah değildir
Bu durum gaflet içinde ihmâldir.
Bu hâl istiğfar ile yok edilebilir.
Günah ve küfür ise istiğfar ile giderilemez
Sevâb:
Sokakta elbise ile gezmek bir edebdir.
Bu, cemiyet kaidesidir.
Ceketi düğmeli gezmek ise iyi bir hassadır.
İşte bu hâl sevâbtır.
Daima bu hâl içinde bulunmak ecre kavuşmak demektir.
Sevâb, ALLAHı her yerde görür gibi hareket eden bir adamın ahlâk ve karekteridir.
Cenâb-ı ALLAH tarafından kendisine verilen bu hâl ve edeb
İşte, Sevâb budur
Ecîr ise bu hâlin hüccet vesikasıdır.
Yâni: Bu hâl senin olsun daima öyle ol! demektir.
ALLAHın aff ve mağfireti diğer nimetler gibi fazl ve keremindedir. Rıza-yı İlâhi amelin kendisine değil de ruhî muhasebedeki olan hulûs-u kalbe karşı tecellî eder
Rıza-yı İlâhi baha ile değil, bahane iledir
Nâdim olmuş bir günahkârın tevbesi Bârigâh-ı İzzette meleklerin avaze-yi tesbihinden ziyâde mahzar-ı hüsn-ü kabul olur.
Günahı hiç işlememek mümkün değildir.
ALLAHın GAFÛR ve RAHÎM isimlerinin tecellîsi ancak yeryüzünde günahı işlemekle olur.
Sizler eğer günah işlemeseydiniz Cenâb-ı Hakk günah işler bir başka kavmi halk ederdi! hadis-i şerîf
Tevbe ve İstiğfar:
İstiğfar, günahı olmayanaların temiz bir elbise üzerine konan tozları silkmesi gibi salihlerin fırçasıdır
Tevbe ise, günah işleyenlerin lekeleri yıkaması için bir rahmet yoludur
İnsanların işledikleri bazı günahlar vardır ki görünmez, adeta bir koku çıkarır, onlar o muhitte bulunanlara siner
İstiğfar, bu günah kokusunu günah işlemeyenlerden giderir.
İstiğfar, bir mertebede bulunanlara aittir.
Tevbe ve istiğfar ise birlikte avam içindir.
İnsanın yaptığını bilmesi lâzımdır.
Kuru tevbe veya istiğfar bir şey ifâde etmez.
Resûl-ü Ekremin buyurduğu yolda tam yürümeyen, arasıra dizi haricine çıkanlar için bir şey ifâde etmez.
Dizide doğru gidiyorum diye bir çok uğraşanlar mevcuddur. Gaflettedirler
Haberlei yoktur
İnsan dinî ayarını arasıra kontrol ettirmelidir.
Bu işi çabuk anlayabilmek, bu işin kıymetini bilmeyenlere nasib olmaz!..
Cenâb-ı ALLAH kitabında:
Vet-Tûr. Kitabin mestûr. Fî rakkin menşûr. Vel- Beytil- Mamûr. Ves- sakfil- merfu. Vel- bahril- mescûr! dan bahsediyor
Bunlardan murad İNSANdır
Tûrdan murad nefistir
Biz Musaya Tûrun sağ cânibinden nidâ ettik!.. buyuruluyor
Sağ cânib nefis cânibinden demektir. Kendi hüviyyetinden demektir.
Bir de dağ mânâsına olan Tur vardır. Musaya Turda hsıl olan tecellî nefis cânibindendir.Dağ, mekan-ı ibâdettir.
Dağın erimesi, Musanın kendisinde fâni oluşudur.
Bayılması, nefsin izmihlâli demektir.
Musadan artık eser kalmadı.
Musa, ALLAHı görmedi.
ALLAH, ALLAHı gördü
Lenteranî : Yâ Musa! Beni elbette göremezsin!..
Sen mevcûd oldukça Ben, sende gizliyim.
Eğer Beni bulursan sen yok olursun! demektir
Zirâ kadîmin zuhuru hâdisi yok eder.
Ben kaybolunca, O âşikâr oldu.
O âşikâr olunca, beni kaybetti!..
diye duyup söyleyen Hazreti Ali bunu anlatmak istemiştir.
Musaya: Nefsi bırak da öyle gel!.. buyurulmuştur..
İşte insanda Hakikat-ı İlâhiyye tâbir olunan mesele budur. Ondan dolayı şek ve şüpheye düşmek, kalbin basîretine sataşmak ve içindeki sırrın nûrunu söndürmektir!..
Azîz dostum!
Binlerce senedir bu hususu akıl, ruh ve mânevî basîret kazmalarıyla eşip, bulduklarını güzel sözlerele, nesilden nesile intikal ettiren, ALLAH rızasına kavuşmuş büyüklerin sözlerine itikad ve iman, her meseleyi hâlleder mahiyettedir.
Bir çok münevverler kendi ilim ve fen müktesabatıyla (ki bu müktesabat bâtının zâhirî hakikat ve tefsiridir.)
Müteâl Zül- Celâl hakkında akıl doyuracak mesned ve delil ararlar.
Dimağ çerçevesine ve akıl hududuna sığdıramadıkları şeyleri, garib bir mantık ve düşünce ile redd ederler!..
Hâlbuki bu mesele öyle değildir.
Bu gibilere bizim de kendi çapımızda tevâzu ile bir cevabımız vardır.
Çok kısadır.
Buyurun dinleyin:
Ey insanoğlu!
Doğruluktan ayrılma!
Unutma ki suyun bir karış altında veya denizin binlerce metre derinliğinde boğulmak arasında fark yoktur!...
Fazilet hastalık da olsa ona daima razı olun!..
Zirâ, faziletli insanın fazileti, ölümünden sonra bile devam eder!..
Bilerek kimseye, hiçbir hayvana, hatta hiçbir nebata fenalık etmeyen insan, gerçekten büyük insandır!..
Terbiye ve iyi ahlâk sahibi olan adam, ne hâlde bulunursa bulunsun gene insandır.
Fakat bu iki nimetten mahrum olan adam, dünyada her şey olabilir, yalnız insan olamaz!...
Mânevî ve ahlâkî bilgi, dış âlem hakkındaki cehâleti daima teselli edecektir.
Ve bu, daima böyle kalacaktır!..
İman ise beş duygumuzun duyuşuna aykırı olarak bir şey göstermez.
Onların sezemediği şeyleri öğretir.
İman, aklınıza, duygunuza zıd bir şey değildir.
Onların üstünde bir inanıştır.
Aklın kontroluna her şeyi vurmak istersek o zaman iman saçma, gülünç gelir size
ALLAHı hisseden akıl değil, kalbdir.
İşte imanın insana öğrettiği şey budur!..
Akıl olmasaydı, insanlar hiss ile hayatlarını sürdürürlerdi.
Fakat başlarını bir türlü secdeden kaldıramıyacaklardı
İbâdet, insanı kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmildir.
İbâdetle güzel huylar kazanılır, insan kıymetlenir.
Bunu ne kadar çetin ve başarılması güç olduğunu kendini islaha çalışan insan idrak edebilir.
ALLAHın sevdiği kulları arasına katılmak elbetteki kolay olamaz.
Kuvvetli irade, geniş tahammül lâzımdır.
Hakiki ibâdet eden, şefkat ve merhamet hislerinin daima esiri olmuştur.
Kendini bu esaretten kurtaramaz.
Fakat yalnız ibâdet de bir şey ifâde etmez.
İbâdet, bir küll, bir bütündür..
İhsan ve keremi, İbâdete arkadaş etmek lâzımdır.
İbâdetten maksat, İhsan ve kereme kavuşmaktır
Kurân okumak dilin ucundan çıkar.
İhsan ve kerem için düşmüşe yardım, canın ortasından gelir.
İhsan ve kereme kavuşan insan ise, bir âyet olur!...
İhsan ve kereme kavuşmayan insan, ALLAHın güzel kulları arasına giremez!..
Toprak altında bir kış sabırla tahammül eden buğday tanesi insanoğlunun en Azîz bir nimeti olmak için nerelerden geçiyor biliyor musunuz?..
Harman Çırılçıplak olmak için
Kalbur İçine karışandan kurtulmak için
Değirmen Beyazlanmak için
Hamur Yumuşamak için
Ateş Azîz nimet olmak için
Azîz olmak için bu kadar çileden ve ateşten geçen buğday, tane olmak için de; Say, mevsim, toprak, su, güneş, sabır, hem de kar altında sabır, tekrar say Harman, Kalbur, Değirmen, Hamur, Ateş!..
Bu kadar çileden sonra azîz oluyor Bu sessiz, sözsüz, intizamlı çile, onu nasibi, fakat bu çileden azîz olarak çıkıyor!..
Yâni:
Buğday velâyet mertebesine erişiyor! demektir.
Velâyet mertebesine erişen bir kimsenin sırrını HÂLİK bir perde ile örter
Bu perde, bir takım geri beşeriyet vasıflarıdır
HÂLİK, bu vasıflarla o velîsinin ya bir ayıbını meydana vurur, yahut bir hünerini ayıp şeklinde gösterir
Bâtını, üstün anlayışla nûrlandırılmış olanlardan başka hiç kimse, bu gizli velîlerini teşhis edemez.
Buğdayı bu hâlinden, bu çilesinden hiç kimse döndürmeğe kâdir değildir.
HÂLİKın kendisiyle meşgul ettiği insanları, hâllerinden döndürmeğe kimse kâdir değildir.
Kendisine koşarak gelip müjdelediler
Büyük düşmanın öldü!
Yüzünde hiç sevinç alâimi görülmedi.
Bilâkis kederlendi
Müjdeci haberi anlamadığını zannederek tekrarladı
Gayet sâkin biir sesle müjdeciye:
Benim ölmeyeceğimi, dünyaya temel atacağımı kim söyledi!..
Şu muhakkaktır ki bu kâinâtın bir menşei, bir yaratıcısı, bir HÂLİKı vardır
Onun üç büyük vasfı vardır:
Halk eder
İdâme eder
Yok eder!..
Onun mahiyetini tâyin ve teşhis edecek hücre insan dimağında yoktur!..
KELİMELER:
وَلَمَّا جَاء مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَن تَرَانِي وَلَـكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ موسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lemma cae musa li mikatina ve kelemehu rabbühu kale rabbi erini enzir ileyk kale len terani ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarra mekanehu fe sevfe terani felemma tecella rabbühu lil cebeli cealehu dekken ve harra musa saika felemma efaka kale sübhaneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minin : Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim. (Araf 7/143)
Naçiz : (Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz.
Nezaket : Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye.
Mukabele : Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın şerrinden kurtulmak ve onun şiddetini kaldırmak için onu yıldıracak tedbirde bulunmak.
Vâsi : (Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. * Her ihtiyacı olana vergisi kâfi ve bol bol ihsan eden. İlmi cümle eşyayı muhit, rızkı bütün mahlukata şâmil ve rahmeti bütün şeyleri kaplamış olan Allah (C.C.)
لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ
La tuharrik bihi lisaneke lita'cele bihi. : (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. (Kıyâmet 75/16)
İfâ : Yerine getirme.
Hasbel kader : Kader icabı, Kader için.
Hüccet : Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid.
Mahzar-ı hüsn-ü kabul : Güzel bir kabüle sahib oluş.
وَالطُّورِوَكِتَابٍ مَّسْطُورٍ فِي رَقٍّ مَّنشُورٍوَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِ وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِ وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِ إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌإِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ
Vet tur. Ve kitabim mestur. Fi rakkim menşur. Vel beytil ma'mur. Ves sakfil merfu'. Vel bahril mescur. İnne azabe rabbike le vaki'. Ma lehu min dafi' : Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur. ( Tûr 52/1-8)[/color]
وَنَادَيْنَاهُ مِن جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا
Ve nadeynahü min canibit turil eymeni ve karrabnahü neciyya : Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık. (Meryem 19/52)
Müktesabat : Elde edilmiş olanlar. Kazanılmış olanlar. Çalışmak suretiyle kazanılmış olanlar.
Münevver : (Nur. dan) Mc: Kur'anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. Nurlandırılmış, ışıklı. * Uyanık. İntibaha gelmiş. Akıllı âlim. İmanî ve İslâmî tahsil ve terbiye görmüş. * Parlatılmış.
Müteâl : Âlî, büyük.
Menşe : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer.
İdâme : Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak.
Tâyin : Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak.
Teşhis : Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak,
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''
Hacc / 78
Hacc / 78