MUHAMMEDÎ MELÂMET

Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi Hazretleri
Kullanıcı avatarı
yolcu
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 369
Kayıt: 14 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen yolcu »

”Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde.”
“Bakıcek didâr görünür ol şârın kenaresinde.”
“Nagehân ol şehre vardım, ol şehri yapılır gördüm.”
“Ben dahi bile yapıldım taş ve toprak arasında”

“Şehirden oklar atılır, gelür ciğere batırılur.”
“Ârifler sözü satılur, ol şehrin pazaresinde.”
“Şâkirtleri taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
Allah'ın ismin anarlar, ol taşın her paresinde.”

“Bu sözü ârifler anlar cahiller işitüp tınlar
Hacı Bayram kendi banlar, ol şârın minaresinde.”


HAYY Allah (cellecelalühu) razı olsun!
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

- V -

SEYYİD MUHAMMED NUR'ül ARABÎ'nin ÖZELLİĞİ


Tevhid ve tasavvuf üzerine yazdığı eserlernde Seyyid Hâce Muhammed Nur, tasavvuf ve tevhid yolunun hedefi olan melâmet'i sistem içine sokmuş ve tevhid sülukunda yeni bir école tesis etmiştir.
Bu kitap onun sistemleştirdiği tevhid eğitimini, ruhsal yükseliş ve ruhsal iniş mertebelerini ilmi ve tarafsız bir gözlemle tesbit gayesini gütmüştür.
Bu gaye, yeni bir felsefi - dini inanç sistemini geliştirmek, kendimize has bir düşünce sistemini oluşturmaktır.
Bu felsefe, imanın târifi ve imanın yenilenmesi hedefine yöneliktir. Çağın koşullarına uyan bir din anlayışını, İslâm inancının gerçek yönünü ortaya koymak, onu asırların hurafe ve demagojileri ile karartıldığı dehlizinden çıkarmak gayesini tahakkuk ettiren Seyyid Muhammed Nur, İslâm âleminin yirminci asrı hazırlayan büyük müceddididir.
İlmi, hurafe ve karanlığın yerine koymakla İslâm'a dönüşü gerçekleştirmiş; Taassub yerine bilgiyi ikame etmekle İslâm âleminin yirminci asırda, çağın gerçeklerine erişme ve çağ içindeki yerlerini alma imkânını hazırlamıştır.
İslâm âleminin aradığı hümanizmanın Batıdan çok kendi bünyelerinde ve dini inançlarında mevcûd ve gerçek olduğunu göstermeyi başaran bu Mümtaz insan, bir bakıma unutulan insanî değerleri de su yüzüne çıkarmak ve insanı kudsal yerine oturtmakla, bütün insanlığa yeni bir ufuk açmıştır.

Seyyid Muhammed Nur'un kurduğu bu sistemi asrın en büyük felsefesi olarak ilan etmek asla yanlış değildir.
Bence insanlık âlemi, hiç bir sistem ve düşüncede melâmilik derecesinde bir insan sevgisini dile getirmemiştir.
Hiç bir inanç ve görüş, hiç bir düşünce Melâmilik kadar insancıl, hümanist ve diğerkam olmamıştır.
Bu bakımdan melâmiliğin asrımızın yegane inanç ve düşünce sistemi olduğuna inanıyorum.
Bunu basit bir tarikat gibi düşünenlerin azim bir hata içinde olduklarını kabul etmek zorunludur.
Çünkü melâmilik bir tarikat değildir, bir tevhid neşesidir.
Bir birlik inancı ve sevgi düşüncesidir.
Esasen bizzât melâmi uluları da Melâmetin bir tarikat olduğunu asla kabul etmemişlerdir.
Seyyid Muhammed Nur'u Pîr kabul eden bütün büyük kişilerin ayrı ayrı taikatladan olması bu düşüncemizi simgeleyen, inancımızı teyid ve tevsik eden kanıtlar olarak tarihi yerini almıştır.
Örneği; İstanbul'da Fatih türbedârı ve zamanın kutbu sayılan Amiş Efendi hazretleri Halvetî'dir.
İstanbul'un büyük şeyhlerinden ABDÜL KERİM'İ RÛHİ Hazretleri KADİRÎ, Şeyh SAFİ Efendi NAKŞÎ ulularındandır.
Bu isimleri namütenahi çoğaltmak mümkündür.
Biz bu kadarı ile yetinirken diyoruz ki; Melâmilik bir tarikat değil, bir düşünce ve felsefe sistemidir, bir inanç akidesinin sistemleştirilmiş düşünce ve bilimidir.
Ve onun içindir ki melâmi için tefekkür ibadet niteliğindedir ve onun içindir ki melâmette şekil değil öz aranır.

Melâmilik seyri ve dersleri dikkatle tetkik edilince görülür ki, gaye, insandır, insanın mutluluğudur, insanın değerlendirilmesi, kudsallaştırılması söz konusudur.
Böyle bir inanç ve düşünce sisteminde ise her şey İNSAN'a doğrudur ve her şey İNSAN içindir.

Seyyid Muhammed Nur'un tedris usulleri üzerinde bir nebze duran, saydığımız bu gerçeklere mutlaka varır.
Birinci derste: Efal'in Hakk'a ait olduğu, hareket ve sükunun Hakk'ın olduğu öğrenilir.
Bu ders kişiyi gururdan arındırır.
Çünkü insan hep kendini üstün görür, kendi davranışını beğenir, başkalarını beğenmez, başka kişilerin hareket ve davranışlarını küçümser kendine varlık izafe ederek gururlanır.
Bu hal, kişiyi bencil, egoist kılar; toplumsal yeteneklerini alt - üst ederek onu canavarlaştırır.

Melâmi ilk dersinde kendine ait sandığı fiillerin, hareket ve sükunun Allah'a ait olduğu bilincine varır ve rahatlar.
Bu derste: Fenâ-i Efal, Cennetü’l- Efal ve Tecelli -yi Efal tahakkuku olur ki, bu neşeye gark olan kişinin fiillerinden sorumluluğu, daha başka bir deyimle davranışından dolayı benliğe düşmesi gerçeği ortadan kalkar.
Fiillerini, hareket ve sükûnu Hakk'a veren kişnin sıfatlarından da geçmesi gerekir.
Zirâ fiillerin çıkış merkezi esmadır, sıfatlardır.

İlk derste fiiller Hakk'a verildikten sonra ikinci ders gelir.
Bu tedriste sıfatların Hakk'a ait olduğu öğretilir.
Kişi Tevhid-İ Sıfat dediğimiz bu ikinci derste Sıfat ve esmanın Hakk'a ait olduğu bilincine erişir.
Tevhid-i Sıfat diye isimlendirilen bu idrak ve tedristen murad bütün varlık âleminde görünen renkler, esmalar, isimler, varlıklar, suretler, görüntüler, tavırlar, kısaca her şey ( hayat, ilim, irade, semi, basar, kelâm, kudret ) Allah'a aittir.
O halde güzel, çirkin, doğru yanlış ayırımları izafidir.
Hiç bir şey bizim değildir, her şey Hakk'a aittir.
Böyle bir idrak halinde ise, insanın kendini beğenmesi, güzelliği ve varlığı ile övünmesi, çirkinliği buğz etmesi, başkalarını yüceltmesi veya küçültmesi nasıl mümkün olur?
Talib, bu mertebede sıfatları tevhid eder; sonra Fenâ-i Sıfat, Cennetü’l- Sıfat ve Tecelli-yi Sıfat zevkine erişir.

Tevhid-i Sıfat ile kişiye, kendi varlığından soyunması telkin edilmekte ve yaratılıştan ötürü ne övünmeye, ne sevinmeye, ne de üzülmeye ve şikayete gerek olmadığı öğretilmektedir.
Bu öğreti, kişiyi tevazua ve başkalarını küçük görmeme şuur ve idrakine ulaştırır.

Seyyid Muhammed Nur'un Fenâfillah veya Yükseliş Mertebeleri, Fenâ Makamları diye isimlendirdiği ilk üç dersin üçüncüsü Tevhid-i Zâttır.
Allah Zâtıyla vardır, görünmez amma varlık ancak onunla mevcûd. Varlık Allah'ın Zâtıyle var.
Bu vücûd ve zât, bize ait değil, Hakk'a aittir.
Bu dersteki Tevhid-i Zât, Fenâ-i Zât, Cennetü’l- Zât, Tecelli-yi Zât gibi bölümler ve idrak eğitimi insanı yokluk tavrına eriştirir.
Makam-ı Zât denilen bu üçüncü derste Zâtî Tecelli olunca kişinin varlığı tamamen ortadan kalkar.
Ve Kişinin bu varlıksız hali, onun bütün benliğini savurur.
Artık benlikten, vücûddan, bencillikten eser kalmaz ve o kişinin hayatına insan sevgisi ve insana hizmet şuuru hakim olur.
Kişi bu derste en büyük günahtan, vücûd hakimiyetinden kurtulur.

Fenâ mertebelerinin idrak edilmesi kişiyi “ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK” Sırrına eriştirir amma sorumluluğu ortadan kaldırdığı için nakıs bir haldir.
Zirâ kişi, kendi varlığından geçince sorumlu olmaz.
Aslında kendisinden geçenin nefsi kalmadığından ondan kötü fiilin sadır olmaması gerekir.
Halbuki bu hale bürünmeden kendini o halde sanan veya öyle görünmek isteyen nice kişiler çıkmakta ve sorumluluk taşımadığını iddia etmektedir.
Bunlar toplum için zararlı tavırlardır ve bu nedenle bâtınîlik makbul değildir.
Bunun önlenmesi kendi mahiyetinin bir emridir.
Çünkü her fiil, zuhur ettiği esma ve sıfatın sorumluluk etiketini taşır, her fiilde failin nefsî rengi vardır, her fiil bir cüzden tecelli ettiğine göre o cüzün hal ve tavrını taşır, ancak bütün fiiller bir arada zevk edilirse Hakk'a ait olur; tek fiil, zuhuruna bağlı olup mükafat ve cezası failine raci’dir.
Bunu idrak ettirmek ve ibahiliği önlemek için melâmet levm esasına bağlanmıştır, yani melâmi kendini levm eder, iyi ve güzel fiillerin Hakk'a ait olduğunu kabul ettiğinden kötü ve yanlış bir hareketi olursa onu nefsinden bilir, herkese açıklar ve halk tarafından levm edilmeyi bekler.
Bu kötüleme kişiyi nefsini terbiye etmeye zorlar, kusurlarından kurtulmak için kendi ile mücadele eder ve dışın baskısı ile bu savaşı kazanarak hem kusurundan kurtulur, hem de bu kurtuluşundan dolayı övünme imkanını bırakmaz kendine...

İşte kişiyi nefis bataklığından, benlik dünyasından kurtarmak için öğretilen bu üç derse fenâ makamları, ruhsal yükseliş basamakları denmesinin nedeni insanı fâni varlığından kurtarıp varlıksızlık haline inkılab ettirmesidir.

Bir kişi efal, sıfat ve vücûdunu Hakk'a verirse kendisi ne olur?
O kimse haklı olarak şu suallerin cevabını arar:
Benim varlığım Hakk'a ait ise ben neyim?
Kimim, Bu varlık yoksa ben neden mevcûdum?.
Ben varsam, yok farzedilen nedir?.

Melâmi, akıl ve idrak ile yol alır.
Akıl ve idrakin dışına da çıkmaz.
Öyle olmasaydı, Seyyid Muhammed Nûr: “Bu devir keramet devri değildir. Keramet-i Kevniye değil, Keramat-İ İlmiyye devridir” demezdi.
Bu bakımdan melâmi, Hakk'a ait varlık ile var olmadıkça melâmetin tahakkuku söz konusu olamaz.
İşte ruhsal yükseliş olan Fenâ Mertebelerinden sonra gelen Bekâ Mertebeleri kişyi kulluk makamına indirmesi yönünden ruhsal iniş mertebeleri olarak tedris edilir.

Böylece dördüncü derse geçilir.
Dördüncü dersin adı Makam-ı Cem'dir.
Bu mertebede vücûd Hakk'ındır.
Görünen mevcûd Hakk'tır.
Görünen bu varlık HAKK'ın varlığıdır, ondan başka varlık yoktur.
Makam-ı Cem'de HALK BÂTIN, HAK ZÂHİR'dir.
Görülüyor ki Fenâ Mertebelerinde varlık yok olurken Bekâ Mertebelerinde varlık tekrar iade edilmektedir.
Nitekim Makam-ı Zâtta Hakk'a verilen vücûd, Makam-ı Cem'de Hakk'ın vücûdu olarak tekrar kişiye iade edilir.
Onun içindir ki bu makamın bir adı da: Bekâ-i Zât'tır.

Beşinci derste, tevhid-i sıfat ile Hakk'a verilen sıfatlar Hakk'ın sıfatları olarak kişiye iade edilmekte olup bu dersin adı: Hazretü’l- Cem veya bekâi sıfattır.
Burada HAK BÂTIN, HALK ZÂHİRDİR.
Bu ders ile vücûd ve sıfatların mahiyeti anlaşılmış olur.

Cemü’l- Cem veya Bekâ-i Efal diye isimlendirilen altıncı ders ruhsal iniş mertebelerinin üçüncüsü ve tevhid eğitiminin altıncı son dersidir.
Halk ve Hakk'ın birleştiği, zâhir ve bâtının, evvel ve âhirin, iç ve dışın birde göründüğü hal olarak târif edilen bu ders ve makam İNSANIN KUDSALLAŞTIĞI yerdir de.

Böylece anlaşılır ki melâmi insanı aramaktadır.
Kişi bu makamda insanı bulur, onu keşfeder.
İnsan bir anlamı ile Tanrısal olur.
Bu idrake erişen varlık tek kelime ile Hazreti Muhammed'in ahlâkı ile ahlâklanmış, onun hali ile hallenmiş, onun haline yücelmiş Mükemmel İnsandır, İnsan-ı Kâmil'dir.
O kişide zâhir olan, söyleyen, yürüyen, düşünen, hareket eden Hakk'dan gayri bir şey değildir.
O tevazu sahibidir, mütevekkildir, mütevazidir, hoşgörü sahibidir ve insan idrakinin yüceliğine varmıştır.

Bu altı dersin anlamı nedir?.
İnsana ne verilmek istenmiştir?.
Dikkat edilirse Fenâ Makamlarında kişi varlığından soyunurken Bekâ Mertebelerinde varlık giyinmiştir.
İlk üç derste sorumluluk kalkarken ikinci üç derste sorumluluk bütün haşmetiyle geri gelmiştir.
Bunun manası şudur: Kişi egoisttir, bencil tabiatı herşeyi kendi nefsine yontar.
Oysaki varlık kendi varlığı değildir, idrak ve ihata bakımından vahdet içinde bulunan kişi bir piyondur.
Kaderine hakim olamaz.
İstidadı ona iktisab ettirir.
O halde varlık diye sarıldığı ve kendine ait olduğunu iddia ettiği nefsaniyet ve mevcûdiyeti bir vehimden ibarettir.
Fenâ Mertebelerinde verilen üç dersle öğrenci vehmi varlığından soyunur.
Fakat iş bununla bitmez.
Varlığından soyunan, efal, sıfat ve zâtı alınan kişiye efal, sıfat ve varlığının iadesi gerekir.
Bu idrak Bekâ Derslerine aittir ve o kişiye denmek istenir ki:
Ey insan, sen bütünden ayrı değilsin, varlık senden bir parça, sen de onun bir parçasısın.
Herşey Hak'tır ve Hak'tan başka birşey yoktur. Herşey O'dur.
Sen kime dokunsan kendine dokunmuş, kime kötülük etsen kendine kötülük etmiş olursun.
Bu vücûd senin amma o Hak'tır aslında.
Ve bu nedenle senden sadır olan her iyilik Allah'a aittir.
Ve sen, artık gayrı kalmadığından kimseye kötülük edemez, kimseye kem gözle bakamazsın.

Bu şuur ve idrak ile insan altı dersi tamamlar.
Bu altı ders veya altı mertebenin ilk üçü ALLAH'a SEYR halidir.
Makam-ı Cem'e bu seyr ile varılır.
Makam-ı Cem'de ALLAH'la SEYR edilir.
Sonra ALLAH'tan SEYR başlar ki Hazretü’l- Cem ve Cemü’l- Cem idrakine varılır.

Cem, vahdet tavrı; Hazretü’l- Cem, kesret tavrıdır.
Cem İsm-i Zâtın; Hazretü’l- Cem, ismi Rahman'ın mazharıdır.
Cem, celâl hali; Hazretü’l- Cem, cemâl tecellisidir.
Cem, vahdete; Hazretü’l- Cem, fark'a işarettir.
Cem, bâtının izharı; Hazretü’l- Cem, sırrın zuhurudur.
Bu bakımdan ikisi birlenmedikçe Kemâl olamaz.

Kul önce Allah'a seyr eder, bu şekilde Hak'tan başka birşey olmadığını şuhud eder.
Sonra da Allah'dan seyr edereksıfatların, fiillerin tahakkuku gerçekleşir.
Yani Tevhid-i Efal ile Allah'a seyr eden; Cemü’l- Cem ile Allah'dan seyr ederek ilk başlangıca gelmiş olur ki kişi, o halde, artık ârif ve kâmildir.
Seyyid Muhammed Nûr'un sistemleştirdiği tevhid eğitimi üç ruhsal yükseliş ve üç ruhsal iniş mertebeleriyle birlikte altı makam ya da altı derstir ki Cemü’l- Cemden sonra Ahadiyyet denen bir makam ve idrak daha vardır ki o yüceliklerin yücesidir ve Hazreti Muhammed'e tahsis edilmiştir, anlatılmaz söz ve târife sığmaz.
Bu bakımdan tevhid Cemü’l- Cem ile tamam olur ve bu yerde Hazreti Resûlullah: “Bende bir kulum, sizin gibi yer içerim” buyurur.

Bu gaye, yeni bir felsefi - dini inanç sistemini geliştirmek kendimize has bir düşünce sistemini oluşturmaktır.
Bu felsefe, imanın târifi ve imanın yenilenmesi hedefine yöneliktir.
Çağın koşıllarına uyan bir din anlayışını, İslâm inancının gerçek yönünü ortaya koymak, onu asırların hurafe ve demagojileri ile karartıldığı dehlizden çıkarmak gayesini tahakkuk ettiren Seyyid Muhammed Nûr, İslâm âleminin yirminci asrı hazırlayan büyük müceddidir.
İlmi, hurafe ve karanlığın yerine koymakla İslâm'a dönüşü gerçekleştirmiş: Taassub yerine bilgiyi ikame etmekle İslâm âleminin yirminci asırda, çağın gerçeklerine erişme ve çağ içindeki yerlerini alma imkanını hazırlamıştır.
İslâm âleminin aradığı humanizmanın Batıdan çok kendi bünyelerinde ve dini inançlarında mevcûd ve gerçek olduğunu göstermeyi başaren bu mümtaz insan, bir bakıma unutulan insanî değerleri de su yüzüne çıkarmak ve insanı kudsal yerine oturtmakla, bütün insanlığa yeni bir ufuk açmıştır.
(18)

------------------------------------------
(18) Yusuf Ziya İNAN, Melâmet, 1975. sa: IX - XXII.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

-VI-

SEYYİDHÂCEMUHAMMEDNURU’L-ARABÎ'DEMEFHUMLAR

1-SeyyidMuhammedNuru’l-Arabî'deVahdet-iVücûd:

SeyyidinVahdet-iVücûdakâilolduğunusöylemeknekadarmümkünise,O'nunvahdetanlayışınayenilikgetirdiğiveVahdet-iVücûdanlamındakiyanlışanlamalarüzerindeısrarladurduğuveAhkâmıMuhammedîyibüyükbirsevgivesaygıilekoruduğudaokadargerçekveoderecededoğrubiryargıdır.
SeyyidinençoketkilendiğikişisanırımkiŞeyh'ülEkberMuhiddin'iArabîdir.
VeŞeyh'ülEkberindediğigibitasavvufvetevhidyolundainsanlarüçtavırüzerindedir:

1.Özbeözbâtınîolurveya
2.Özbeözzâhirîdiryada
3.Şeriateayakuydurur.

Şeyh'ülEkber'egöreözbeözbâtınîolanlartevhidintecridedilmesine,yânimücerredhalegetirilmesinenedenvekail(söyleyen-anlatan)olurlarki,sonucuşeriathükümleriniişlemezhalegetirirvekişiAllah'ıniradeettiğişeylerdenyüzçevirir.
DiniAkidelerinyıkılmasınayolaçanvekötülüğümübahkılanbuanlayışveidrakekarşıkoyanŞeyh'ülEkber,sırfbunedenlerleBÂTINÎLİĞİREDEDER.
KezaŞeyh'ülEkberzâhirîliğedekarşıdır.
ÇünkütecsimveteşbiheyâniAllah'ıbircisimzannetmeyeveyaAllah'ıbaşkavarlıklarabenzetmeyeyolaçar.
BudadiniyöndenküfürveşirktirveŞeyh'ülEkberdezâhirîliğekarşıdır.
Muhiddin'iArabî'ninüçüncüyolveyaüçüncütavırolaraktavsifettiğihalegelince:
Buhalşeriatebağlılıkvehikmetüzereolmaktır.
BuyolEhl-iSünnetyoludurveŞeyh'ülEkberbuyolunsaâdetvekurtuluşyoluolduğunusöyler.
(19)

SeyyidMuhammedNuru’l-Arabî'ninŞeyh'ülEkber'ebağlılığıodereceileridirki:
“MuhiddinleBedreddinettilerihya-yıdin”sözünüsöylemektençekinmemiştir.
Nitekimeserleriveyaşamıtetkikedildiğindegörülürki,SeyyidHazretlerihayatıboyuncaşeriateveAhkâm-ıMuhammedîyyeyebağlıkalmış,namazveerkân'asaygıduymuş;normalnamazlardışındadâimanafileveşükürnamazıkılmış;oruçtuutumuş,riyazâtyapmıştır.
SözvehareketlerindeSünnetiPeygamberiyeiletambiruyumvardır.
BubakımdankendisiMuhiddin'iArabî'ninbahsettiğiüçüncütavırdaolanbiryücevarlıktır.

Muhiddin'iArabî,idealinşeriateuygunlukvehikmetlemüzeyyenolmaktanibaretbulunduğunukabulederveilmesondereceönemverirdi.
O'nunyolundagidenSeyyidHâceMuhammedNurdaaynışekildeilmabüyükdeğerverirvetasavvufufelsefibirsistemiçindeâdetayenidenkurar.

SeyyidMuhammedNurdaderinbirilimsevgisiveilmiyetenekaçıkseçiktir.
Hayatınınheranınıilimsüslervetevhidyolundaolduğuodeğerliömrüboyuncadahepilmitelkinveilmizikreder.
Çünküodabilirki,bütünzikredilenlerakılhükmünegöredir.
Vefikirinsanlaramahsuskuvvetlerdensadecebirisidir.
Ancakbuözelliklerbiryerdeinsanıdasimgeler.
ÇünküakılvefikiryalnızinsanamahsusturveinsanaAllah'ınbirkeremiverahmetidir.
OnuniçindirkiSeyyidtümTevhidMertebelerinitârifbuyururkendâima“İlimKuvvasıyle”sözünükullanır.
O'nunVahdet-iVücûdinanışıakliveilmigerçeklerigörmesinemâni’değildirvetıpkıMuhiddin'iArabîgibioda,ilmeveaklaenbüyükdeğeriverirkenöteyandakalbituluatadabüyükbiryakınlıkduyarvelabdengelenvaridatınakıllavarılangerçeklerdendahadoğruolduğunusöylemektençekinmez.
ZirâbütünİslâmVelilerindemüşterekolanbiryön:
Realiteileveritéarasındakiilişkilerivegerçeğibilmektekiüstünnitelikleridir.
OnlarıBatıdüşünürlerivefilozoflarındanayıranözellikilimdemhale,akıldangönülegeçebilmehünerleridir.

İnsanlıkbugizlisırrıanlayamaz.
Çünküanlıyansusmaktavesırdâimaperdelergerisindekalmaktadır.
Tasavvufundagüzelliğibuanlatılmayanhaldir.
OnuniçinVahdet-iVücûd,çokvelitarafındanyasaklanmış,halkaanlatılmasıistenmemiştir.
Muhiddin'iArabî,hikmetincâhilhalkaanlatılamıyacağıgerçeğinisavunurkenSeyyidAhmedel-RIFÂÎvahdettensözetmeyitamamenyasaklamıştır.
Aynıtavır,SeyyidMuhammedNurdadavardır.
Kendileribirakşamçokmüteessirbirhaldehane-isaâdetlerinedönmüşlerdi.
Buteessürügöreneşi,O'na,nedenmüteessirveüzgünolduğunusorunca,şucevabıaldı:“Eyhanımım,benüzgünolmayayımdakimolsun?Birazönceİhvanınkahveköşelerindekonuştuklarınıişittim.BenonlaraSırr-ıNebiverdim,onugizlemelerigerekirkenkahveköşelerindedağıtıpdurmadalar!”

Meâlensöyledikleribunlardıammaşüphesizkikendidilindeçokdahazârif,şiddetlivehikmetlisöylenmişolduğundanhiçşübhemyok.
Nevarkiönemliolansözdeğil,sözileanlatılmakistenenhakikattır.
SeyyidMuhammedNurHazretleritevhidvevahdetüzerindegelişigüzelkonuşulmasını,tevhidinheryerdeuluortaanlatılmasınıistemiyorde.
BudaonunSünnetiPeygamberiyeolanbağlılığıvehikmetkonusundakianlayışındanilerigeliyordu.

Seyyid'inVahdet-iVücûdanlayışı,söylediğimgibiMuhiddin'iArabîekolündekindenayrıdeğildirveherkonudatıpkıMuhiddin'iArabîgibidüşünmektedir.
Nitekimfelsefeyiinkaretmemesi,ilmedeğervermesi,kerametiilmiyeasrıdırdiyerekkerametikevniyeyikuralolarakkabuletmemesi,akılvefikreverdiğiyerhepMuhiddin'iArabî'ninanlayışındandoğan,O'nunetkisinisaptayankurallardır.
Varidatşerhindesöylediğişusözler,bizeMuhiddin'iArabî'yihatırlatmazmı?

Seyyid:“Velhasılnas,Vahdet-iVücûddaüçmezhebüzerindedir:

BirinciMezheb:mezhebiavamdırkionlaragörebuvücûd,Hakk'ınvücûdunungayrıdır.
İkincisi:HavasMezhebidirkionlardabuvücûdu,Hakk'ınvücûdununzıllıaddederler.
Üçüncüsü:Mezheb-iAsfiyadırkibumezhebtevücûdaynıvücûduHakk'tır;zıllıdeğildir.
BubilasaleSeyyidülMürselin'inmakamıdır.
Osebebtengölgesiarzadüşmedi.
OndanbaşkalarıbumakamdaO'nunkâdemiüzeredir.”diyor.
(20)

Vahdet-iVücûduanlamakçokzor.
BunuengüzelifadeedenHASANLÜTFİŞUŞUD:
“Bizpanteistdeğiliz.Vahdet-iVücûdpanteizmdeğildir...Allahbirdir,birdenbaşkayeganeolanbirdir...Sivaparaleldengelir.Birbakıştahemvar,hemyokugörmektirvahdet.”
Derken,bizepanteizminbirdüşünce,Vahdet-iVücûdunisebiranlayış,yaşamlaberaberolanbirinançolduğunuispatlar.

Vahdet-iVücûdanlaşılamadığı,buyüksekinançvetefekkürüidrakçokzorolduğuvesözdenöz'eaitbirkeyfiyetiifadeeylediğiiçinVahdet-iVücûdupanteizmilekarıştırırlar.
PanteizmAllah'ıdünyaileözleştirenbirfelsefesistemidir.
PanteizmdeTanrıkavramıdünyavemaddeilebirliktedüşünülürveVahdet-iVücûdculardaHakk'ınvücûdundanbaşkavücûdkabuletmedikleriiçinikisinindeaynıanlamageldiğisanılır.
(21)


OysaVahdet-iVücûd,panteizmdeğildir,biridrakhalidirveEHADİYETİihtivaeder.
BirMatematikProfesörüileyaptığımızbirsohbettetabi’atıAllaholarakgördüğünüvebununVahdet-iVücûdolduğunusöylemişlerdi.
Bendekendilerineşunusordum:“Üstad,tümrakamlarhangirakamdantürer?“dedim.
Cevaben:“Bir'dentürer“dedi.
BukerrekendisineBİRrakamınınneredeolduğunusordum.
Yânikareköküüzerindedurmaksûretiylebirinkarekökübirdirgerçeğinedeğindiktensonra,hocaya,mesela10yada100veyadahabüyükbirrakamdanedenkareköküiçindebirolmadığınısorunca,çokzekivekültürlübirkişiolanhoca,birrakamınınhiçbirrakamdaolmadığını,sadecebirinkarekökününbirolduğunuteslimveifadeettiler.

Ozamankendilerinevahdetanlayışımızışuşekildeifadeettik:
Bütünrakamlarbir'dentürer,ammahiçbirrakamdabiryoktur.
BütünvarlıkdaAllah'dandırammaAllahhiçbiresmadayoktur.
Allahbugörünendeğil,bugörüntüyüvaredenkayyumiyyethalidir.
VebunedenlePeygamber:“Mü’mingaybaimanedendir“buyurdu.

MaddeileAllah'ıbirleştirmekikiayrıvarlıkkabuletmektir.
KulveRabb'ıayrıayrıdüşünmekşirktirvebusebebleİsmailHakkıHazretleri:
“Vahdetkesretinzevalidir.YoksaRabbileAbd'ınittihadıdeğildir“dedi.
BüyükmutasavvufGavs'ü’l-AzamSeyyidABDÜLKADİRİGEYLÂNİ:
“Âliminşeytanı,Âlem-iMülktür;ÂrifinşeytanıÂlem-iMelekuttur;Vakıf'ınşeytanıÂlem-iCeberruttur;bunlardangeçmeyenherkesindimizdemerduddur“diyorlar.
KibundanbüyükVahdet-iVücûdtârifiolurmu?
AncakbusözlerdekiilahîhikmetianlamakiçinİHLASSûresinibilmek,idraketmekveonunlahalolmakgerekir,felsefeyapmakdeğil.

BubakımdanVahdet-iVücûduiyianlamakgerek.
Onunbirfelsefeolmadığını,sadecemaddeyiTanrılaştırmaanlamınagelmediğini,maddevemânâbirliğininpanteizmolamayacağını,fenâvebekâ,ehadiyetvevahidiyethakkındabirhalveidrakimizolmadıkça,velilerinsözlerinimaazallahyanlışanlayıpküfrveşirk'edüşüleceğinihatırlatarakSeyyidMuhammedNurHazretlerinintevhidvevahdethakkındakigörüşleriüzerindedurâlim.
SeyyidHâceMuhammedNur'unhalifelerindenHacıFaikBey'inbazısuallerinevermişolduğucevaplar,Vahdet-iVücûd,tevhidvevarlıkhakkındakigörüşvesisteminiyansıttığıiçinbirnebzebueserüzerindedurarakbazıcevaplarınaklediyoruz:
“Hakikatvücûduvâcibinzıddıdendi.Vemisâliyoktur.Fiylhakika,cümlemevcûdatO'dur.
Okendizâtıylekâimvemevcûddur,diyorlar.
Buakvalumumehlullahınsözüvemakbulüdür.
Zirâbunubâlâda(yukarda)meşkurolanAyat-ıİlahiyeileCenâb-ıHakkbeyaneylemiştir.
“Kulhuvallâhuehad.Allâhussamed.Lemyelidvelemyûled.Velemyekunlehukufuvenehad.”“Leysekimislehüşey'envehüvesemiülbasir...”
“Hüvelevvelivelâhirüvelzâhirüvelbâtınvehüvebiküllişeyünâlim...”
“Küllüşeyünhalikünillâveche.”

Vücûduvâcibdemekkendizâtıylekâimvemevcûddur,demektir.
BuakvalhakikatınıbilmekbâdelfenâMakam-ıCem’zevkinenâilolanlaramahsustur.
Çünkübumakamdakesret,vahdetmeşhudolur.
Binaenaleyhzıtvemisliyoktur.
Zirâkesretitibarındatasarrufolunur.
Makam-ıVahdettetasarrufolunmaz.
BumakamatevliyaullahıgörmeyenlerHakkileHalknedir,hakikatvechiylebilemeyipAllahüTeâlâ'yımevcûd,ma’kul,Halkımevcûdvemahsuszannederler.
Ondanötürübukavlitasdikleritahkikîdeğil,imanîdir.
Onuniçinseyrüsülukederekmakamatıfenâyı,fenâfillâhızevkedemeyenzâhirîyyunbukavlicebrebtasdikedecekolursaayat-ıilahîyemantıkunuispateder.
Lâkintahkikatıolmaz.
Herhaldeseyrüsüluk'amuhtaçtır.
Mâlumolaki,bumevcûdmeselesindeakvalpekçoktur.
Ezcümlevücûd,sıfattanma’duddur.
Ammasıfat-ızâtîyeolduğundanumumEhl-iSünnetlisanındadahikılınır.
Vücûdmevcûdunaynıveyagayrıolduğundaihtilafolunmuştur......Bazılarındanegaybdır,negayrıdır...
Bunlaragöreinkılabvetagayyurolmaz.
ÇünkümütegayyırvemütegallibiçinEMKİNEveEZKİNEiktizaeder.
Vahdettebunlartasavvuredilmez.
NitekimfarzolunsakiCenâb-ıVâcibülvücûd,vücûdunuçekseavâlimiçinbireserkalmaz.
Suilekargibi...
Su,vücûdunuçekseavâlimiçinbireserkalmaz.
Lâkinsukarlıklagöründüğündehükümbaşkaolur.
Yâni,karileabdestalınmaz,belkiteyemmümcaizdir.
Budakar'ınvücûd-umüstakiliolmadığındandır.
İştebundanmünfehimolurki,hükümdekimugayirinvücûddakimugayeretiicabetmez.
“Vücûdmevcûdunneaynıdır,negayrıdır”diyenler,bâlâda,basitbeyankılınankessretdairesindendir...
Onlarzevkveilimlerindegayırtâbirlerişumüteayyinvemütekessifgörünenmevcûdatsuverlerindengayriyettir.
Yoksavücûdcihetindenmugayeretyoktur.
Nefsi’l-emirdegayriyetsabitolmaz.
OnuniçinbumevcûdataŞuunat-ıİlahiyedenir.
Şuunatise,mevcûdmüstakildeğildirkivücûdlaanınarasındamugayeretolsun.
Nitekimemrac-ıebhar(deniz)gibi.
Gerçimüteferrityekdiğerinemüteasılgörünürammakâffesibirbâhirdir.”
(22)

DiyorkibuaçıklamalarvetahlillerVahdet-iVücûdunesasınatallukeder.
NevarkiSeyyidHazretleritümgerçeklerinmertebeleregöredeğiştiğinekaildirvehertavrınbirhakikatıolduğunuaçıkçasöyler.
Nitekimaynırisalenindevamında:
“...bugüruhungözleridahişaşıbakar.
Yânibir'iikigörürler.
İçlerindenbazılarıbuhalüzereolduğunavakıfolmaklaberaberİmdad-ıRuhaniyet-iMuhammedîyyesallallahüaleyhivesellemHazretleriyleşaye-işevketsematHazretipadişahîdeterakkisi“enefanemeşhudbasire”cümleâdemolanmaârifsayesindebirTabi’b-iKâmil'emüracaatedersebittedricilletiizaleedipikigörmektenkurtulur.
Olvakitvahdetvevahdettekesretinneolduğunufehmederdeinkılabvetefsir-iteveccühleolupolmadığınıanlar.
Veşiarıinsanîyetolankemâldairesinekâdembasar.
Zirâinsancamiolduğukuvvasınınmecmuunahakimolmaklâzımdır.
Yoksayalnızkuvva-ibasirasınaesirolmaksezadeğildir.
Mevcûdatmüteayyinvemütekeyyiftir.
Ulyasımahlukatilezâhirveonunzâtıkâffe-isıfatilemuttasılvemukayyeddirdiyorlar.
Bukavl,Makam-ıKesretolanHazret'ülCemveCem'ülCemMakamlarındandırkibumakamsahiplerininzevklerindema’kulolankesretmeşhud;vemeşhudolanvahdet,bâtınolur.
“Hüvelevvelvelâhir,velzâhirüvelbâtınvehüvebiküllüşeyünâlim”âyet-icelilesinintefsirinde:Vezzâhirfimezâhirîlekvanlîsıfativeefali,iletefsirolunmuştur...Vâcibü’l-Vücûd,Allahüazimüşşandır.
Bazıkerre“abd”olurdiyorlar.Bukavildefazlasözvardıroda“bazıkerreabdolur”sözüdür.
ÇünküAllahüTeâlâHazretlerinintecellîsidir.
HakkTeâlâisedâimamüncelidir.
“Bazıkerresözü”indievliyaullahtamerdudbirsözdür.
Çünkü“Cenâb-ıVâcibü’l-Vücûdherandabirtecellîdedir.”der.
(23)

BundansonraSeyyidHazretlerininrisalesindeVâkıflar,Âlimler,kesretdairesindeolanlardansözedilmektevevahdetzevkininmeratibetabi’olduğuanlatılmaktadır.
(24)

DemekoluyorkiVahdet-iVücûdasılolmaklaberaberSeyyidmertebelervebeşerîkavramlarüzerindedurmakta,insanıidrakvebakışınagöredeğerlendirmektedir.
BunuyaparkendeşüphesizkibüyükhakikatlerinveVahdet-iVücûdunzayıfyaratılmışinsanlarışaşırtmamasıgayesiilehareketetmektedir.
Çünküherşeydeasılolaninsandırveherşeyinsanayönelik,insaniçindir.




(19)Prof.Dr.NihatKEKLİK,İbnülArabînineserlerivekaynaklarıiçinmisdakolarakEL-FUTUHATEL-MEKKİYYE(yanmotifler),cilt2,sahife:17.

(20)AbdülbâkiGölpınarlı,MELÂMİLİKVEMELÂMİLER,sahife:264.

(21)PANTEİZM:
TanrıyıdünyaileözleştirenfelsefesistemiÖnceleriHintdoktrinlerindegörülenbuanlayışdinibirdoktrinveinanışolarakHindistan'damüessirdir.
BilahareYunanlılarageçer.
YunanfelsefesisemindePanteizmyenibirfelsefidoktrinolurveSTOAileYENİEFLATUNCULUK'tayereder.
STOA'cılaragöre:Tanrıdünyanınruhudur,hemdüşüncehemmaddedir.Maddeolarakbirateştir,fakatyapıcı,sanatçıbirateştir.Düzenlediğivecanlandırdığıevrenlebirleşir,ondanayrıdeğildir.PLOTİNUS'agöre:Evrenimeydanagetirenvarlıklar,TanrıdançıkıpyayılmaklaberaberTanrıdavarolmaktandagerikalmazlar.
SPİNOZA,panteizmkavramınageometrikbirseçiklikkazandırdı.Tanrıbiricikcevher,birzorunlu,ebedivebitimsizolancevherdir.Tanrısalvasıflarınsayısısonsuzdur,fakatbiz,bunlardanancakikisinibiliriz:Düşüncevekaplam.Tanrı,biricikcevherolduğundanherşeyancakondaveondandolayıvarolabilir.TanrıvarolanbirşeyinİÇKİNNEDENİDİR.Varlıklarancakkenditabi’atınıngereklikanunlarınagöregelişentanrısalcevherdekiniteliklerinancaközelşekilleridir.Bupanteizminsonucu,aynızamanda,birgerçekçilikdeolanevrenseldeterminizmdir.Fichte'ninözelidealizmiileHegel'innesnelidealizmide,panteizmçeşitlerindendir.Herikisinindehareketnoktası,SPİNOZA'dır.AynımutlakpanteizmSCHOPENHAUER'ınveE.VONHARTMANN'ınkötümsersistemlerindedegörülür.
MEYDANLAROUSSE,İstanbul,Meydanyayınevi,cilt:9,sahife:856


(22)SeyyidMuhammedNur,ELHACHACIFAİKBEY'İNBAZISUALLERİNECEVAPLAR.AliÖrfiEfenditarafındantakrizedilenorjinalnüshadan.Kütüphanemizdedir.

(23)Aynıeserden.

(24)Aynıeser.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Kanımca Seyyid Hazretleri Vahdet-i Vücûd temel görüşünü Ehl-i Sünnet anlayışı ile bağdaştırmak emelinde ve Arabî ile İmam Rabbânî arasında zâhirde görünen ayrılığın bir merâtib ve tavır farkı olduğunu saptamak istemektedir.

Zirâ insan beşer kisvesinde ahkâmla, dünyâ kânunlarıyla, sosyal kurallara bağımlıdır ve kendi ortamında ancak bâzı şartlarla yaşama imkânına sâhiptir.

Varlığın kuralı bu olunca Vahdet-i Vücûdun birlik inancını bir idrak halinde yaşamak, fakat bunu hayâta uygulamadan hayat yapmak gerekir.
O da tevhid ve vahdeti insan sevgisi ve insana hizmetle simgelemek, şuhûdî bir idrâke varmak ve hayâtı olduğu gibi kabul ve ahlâkî düzeni içinde devam ettirmektir.

Ancak o zaman çelişki kalkar ve gerçek aydınlanır.
Ve bu sınırlama ile diyebiliriz ki: Seyyid Muhammed Nur gerçekten samîmi ve müctehid bir Vahdet-i Vücûd'cudur, Ahkâm ve şuhud ile birlikte...

ALLAH'ın sâdıkları gayrı görmez, hep HAKK görür.
Ancak bu hâle ermenin yolları eğitimi vardır.
Seyyid, merâtibini ikmal etmemiş kişinin Vahdet-i Vücûdu anlamayacağına kaildir ve onlara vahdetten bahsedilmez.
Zirâ vahdet bir haldir, duygudur, bilgi değildir, panteizm değildir.
Bu bakımdan Vahdet-i Vücûd anlayışını felsefe veya bilgi olarak mütalaadan kaçınmak gerekir ve bunu bir din kuralı olarak ortalıkta konuşmak yanlıştır; kişiyi şaşırtır ve şirk'e düşürür.
Onun için irfan tahsil etmeden vahdet anlaşılmaz ve vahdet ehli irfan ehlidir.
Onlar ise sâdıklardandır, ayrı görmezler, her nereye nazar etseler HAKK'ı müşâhade ederler.

Seyyid diyor ki:

“ ... Seyr u süluk hikmetiyle Tevhîd-i Zât'a vâsıl olunca fenâyı tam olur.
O halde irâdeti ve kendinde zâhir olan cemi sıfat ve müessireyi, HAKK Teâlâ Hazretlerine nisbet eder.
Kendinde birşey görmediği gibi nisbet dahî etmez......
Sâdık gayrullah görmediğinden dayanması HAKK'tan gayriye yoktur.
Ârifin kendiliğinden havl ve kuvvet ve ihtiyar ve kudret ve hareketi yoktur.
Kâffesi HAKK'ın olduğunu müşâhade eder....
Tecellîyatın zuhuru olur, vücûdu olmaz.”
(25)

Çünkü HAKK'ın vücûdundan başka vücûd yoktur.

Salât-ı Usbuiyye Şerhinde uzun uzun Vahdet-i Vücûd açıklamaları vardır.
İnsanın HAKK'ın zuhûru olduğuna işâret eder ve bu şekilde insan gerçekten kutsallaşır.

Üstad Abdülbâki Gölpınarlı, Seyyidin müfrid bir Vahdet-i Vücûdcu olduğunda ısrar eder ise de bendeniz üstâdın bu fikrine katılamıyorum.
Her ne kadar VÂRİDAT ŞERHİ ve diğer risâlelerinde Vahdet-i Vücûda inandığını açıkça söylemiş ve Vahdet-i Vücûdu târif etmiş ise de bunun nedeni Vahdet-i Vücûd'un tek gerçek olduğunu kanıtlamaktır ancak hayâtın gerçekleri ile büyük hakîkat arasında bir âhenk sağlamanın zorunluluğunu kabûle mecburuz. Ahkâmsızlık veya kayıddan çıkmak beşer varlığımıza ters düşer ve bunu gören Seyyid Vahdet-i Vücûd'u şuhûdî zevk ile birleştirir ve mevcûdu gayb ile îzah eder.

Böylece insanların hatâya düşmelerini önlemiş olur.
Çünkü O'nun meşreb ve mesleği kendi deyimi ile “TARİKİ MUHABBET" tir.
İhsan'ul Rahmân şerhinde: “ ... yol ve târikatımız Tarik-i Muhabbettir. Tarik-i Amel değildir. Ve Fenâfillâh'tır. Bâkibi’n- Nefs değildir. Yâni târikatımız Tevid-i Muhabbettir “ buyuruyor. (26)

Onun eserleri üzerinde durulunca bir gerçek ortaya çıkar.
Şöyle ki:

1 - Tanrı hakîkatı Vahdet-i Vücûd'dur. Fakat bu sırren'dir, zâhiren değildir.

2 - Vahdet-i Vücûd panteizm değildir. Bir inanç ve yaşamdır, haldir, tavırdır. Açıklanması, îzahı hatâlara ve yanılgılara sebeb olur.

3 - Vücûd ve varlık HAKK'ındır. Ve bu âlemde ittihad yoktur.
İsmail Hakkı Hazretlerinin dediği gibi: “Vahdet abd ve RABBın ittihadı değildir. Zirâ abd ve RABB ikilikteki bir idraktir. Hakîkatte HAKK'tan başka hiç bir şey yoktur. Her şey yok olur, yalnız HAKK'ın vücûdu bâkidir."

4 - Hakîkatte görünen varlığa HAKK demek kişiyi şaşırtır ve sûretperest yapar. Oysa ki HAKK bâki, görünen fânidir. HAKK gerçektir, görünmez. görünen zuhurdur ve fânidir. İkisini bir arada görmek, yok ve varı bir anda ve birlikte zevk etmek gerekir ki kişi kemâl bulsun.

5 - İnsan ahlâkî bir sujedir, ahkâmla mukayyeddir. Onu kayıddan çıkarmak aslî görevini inkar anlamına gelir. Bu bakımdan ahkâm ve ahlâkımıza etki yapacak hiç bir şey söylenmemelidir. Muhiddin-i Arabî bu bakımdan vahdetin câhillere anlatılmasını yasaklamış, bu nedenle Ahmet el-Rifaî Hazretleri öğrencilerine vahdetten bahsetmelerini şiddetle men etmiştir.

6 - Hikmetle düşünmek, fakat şeriatle yaşamak Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Hakîkatın tek düsturudur. Bu kuraldan ayrılmamak gerekir ve onun içindir ki vahdet, şuhud edilir, idrak edilir. Bu ise varlığın yok, yokluğun gerçek varlık olduğu bilinci ve hâline ulaşmayı zorunlu kılar.

Seyyid Muhammed Nûru’l- Arabî'nin Vahdet-i Vücûd'culuğu Ehl-i Sünnetin şartları ile mukayyed ve İlâhî Emre tabi’iyetle mümkündür.
Onun yaşamında Vahdet-i Vücûd bir idrak ve ilâhî bir tavırdır, bilgi ile öğrenilmez.
Ancak bilgisiz insan bu tavrı asla idrak edemez.
Onun için vahdet ilmen anlatılır, öğretilir, fakat hâle inkılab etmeden anlaşılmaz ve bilinmez.

Vâridat Şerhinde buyurdu ki:

“O'nun vücûdundan başka vücûd yoktur. Ancak odur ki zuhur edip suveri hakâyikle sûretlendi ve bu sûretle HAKK Teâlâ'nın vücûduyle Hakâyik-i İlmiyenin sûretleri olan eşhas zâhir oldu. Zuhurda hulul ve ittihad yoktur.” (27)

Bu sözlerde gizli olan hikmet vahdet esrârıdır, yâni tevhid ehli şirk ve küfre düşmez.
Varlık ve HAKK hakkında fikri olduğu gibi onu bizzât içinde yaşar ve bilir ki, hayâtın tek kânunu idraktir, bilimdir, haldir.
Her şey bir târif içindir ve her şeyin gerçeği iki vechelidir.
Bir yüzü HAKİKAT, bir yüzü de SÛRET'tir.
Sûretin bu Maddî Âlemdeki görev ve kuralları ne ise onu yerine getirmek zorundadır.
Hakîkat-ı İnsâniye ise yüksek hikmetle meşguldür ve insanı aramamıza nedendir.
Onun için ârifler, Seyyide göre, o kişilerdir ki, içlerinde huzur dışlarında da îtibar teessüs etmiş, bu âlemde ilâhî âhengi sağlamışlardır.
Onlarda artık âraz ve kusur örtüleri yanmıştır; varlıkları HAKK'ın varlığı olmuş, vücûd saltanatının ENE'sinden BENLİK'ten kurtulmuşlardır.

Çünkü onlar varlık dediğimiz görünenin kar misâli olduğunu anlamış kişilerdir.
Seyyid bunların Vahdet Ehli olduğuna işâret ederken bize Vahdet-i Vücûdu onlarla, o idrakle sunar.
Aksi halde Seyyid’den vahdet sözü çıkmaz.
Her şey yerinde ve zamânında güzel ve haktır.
Doğruluğun simgesi de bu yerinde olmaktan ibârettir.
Taş yerinde ağırdır sözü her yerde geçerli ve her zaman bir hakîkatın ifâdesi olmaktadır.
Bu bakımdan Seyyid Hazretleri Vahdet-i Vücûdu ârifler için düşünür ve tevhid sözlerinin kahve muhabbeti olmadığına inanır.
Onun içindir ki Seyyid, eserlerini bastırmayı değil, ehline vermeyi gâye edinmiştir.
Bu sebeble çok az eseri basılmıştır.

Seyyid Muhammed Nûru’l- Arabînin Vahdet-i Vücûd hakkındaki görüşlerini Hazreti Ali'nin nutkunu şerh ederken söylediği sözlere bağlamak herhalde en ilmi tertib olacaktır:

“ ... KAR'ın vücûdu SUyun vücûdudur, başka vücûdu yoktur. Halk dahî böyledir.
Vücûdları HAKK'ın vücûdudur, müstakil vücûdları yoktur...
Zâhir olan kar, su gibidir...
Yâni hakîkatte ve nefsi’l- emirde kar, suyun vücûdudur.
Ancak su soğuk hava ile kar sûretinde görünür.
Su nâmı gizlenip kar nâmı zâhir olur.
Nefsi’l- emirde şeyi vâhid'dir.
Halk olan şey cümlesi HAKK'ın zuhûrudur.
Her sûretle cilveger olup ol cilvelerle HALK nam oldu.
Nefsi’l- emirde ZÂT-I İLÂHİYE'den gayrı ZÂT yoktur.
Cümle halk nâmıyle olan kendi cilvesi ve zuhûrudur...
kar ve su, ahkâmı zâhirede birbirine mugayyirdirler.
Zirâ su ile tahâret olur, kar ile olmaz.
Hatta kardan gayrı su bulunmaz ise ve kar'ı eritecek şey yok ise teyemmüm câizdir.
Kar'ın vücûdu teyemmüme mâni’ olmaz.
Lâkin suyun vücûdu mâni’ olur.
Ve bundan mâlum oldu ki, zâhir şeride Kar'a Su ıtlak etmezler.
Zirâ Kar'ın vücûd-u müstakili yoktur ki ona su ıtlak oluna...
Kezâlik zâhirde ve namda HAKK'ın cilvesi olan Halk, Zât-ı HAKK'ın gayrıdır, zirâ Zât'tan gayrı ZÂT yoktur ki ona HAKK ıtlak oluna.
Velhâsıl kar, suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi HALK dahî HAKK'ın mazharı ve cilvesidir.
Lâkin HALK'a HAKK olunmaz ve mağduma ıtlak olunmaz...
Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zât ile halk zâhir ve fâni badehu Zât-ı HAKK müşâhade olunup HAKK nazarıyle süluk ile halk fâni ve HAKK bâki olduğunu müşâhade kılınıp cümlesi HAKK zâhir olur.
Velâkin süluk-u tevhid olmaksızın HALK, HAKK demek küfürdür.”
(28)


(25) Yusuf Ziya İnan, SEYYİDU'L-MELÂMİ MUHAMMED NÛRU'L-ARABİ (Hayâtı, şahsiyeti,eserleri), 1971, İstanbul, sâhife: 66-67. Seyyidin Rahmân şerhinden.

(26) Yusuf Ziya İnan, Seyyidu'l-Melâmi Muhammed Nûru'l-Arabî.
1971, İstanbul, sahife: 66

(27) Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul, 1930, sahife: 265.

(28) Seyyid Hâce Muhammed Nûru’l- Arabî, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi Efendi tarafından takriz edilmiş orjinal nüshasından.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

2 - Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî'de idare ve ihtiyar meselesi;

İrade ve ihtiyar konusunda Seyyid'in söyledikleri dikkatle tetkik edilirse onun Cebriyeci olmadığı ve Vahdet-i Vücûd idrakinde nasıl ahkâm ile sınırlı ise bu konuda da Edeb-i Muhammedî ile mukayyed ve O'nun kudsal varlığına karşı son derece saygılı ve sevgilidir.
Seyyid, günah ve sevabı karıştıran Bâtıniliğe muhaliftir.
Her fiili Hakk'a vererek sorumluluktan kaçan Cebriyeciliğin de karşısındadır.
Tevhid eğitimi görmeyenlerin veya bu yolda olup sırrı açıklayanların tutumlarını KÜFÜR olarak kabul eden Seyyid Hazretleri aynı zamanda mümtaz bir ahlâkçı ve müdebbir bir din adamıdır.

ŞERH-i NUTK-u İMAMI ALİ'de buyurdu ki:
“ ... Halk'a HAKK demek ve nazarlarında halkın vücûdlarını var müşahade ve mülahaza etmek, maahaza, ıtlakleri mücerred küfürdür. Firavun'un “Ene Rabbikümül âl┠demesi gibidir.” (29)

Seyyid efâlimizden sorumlu olduğumuza da temas ederek İhsan'ül- Rahmân Şerhinde şöyle der:
“ ... Muktezaya rıza göstermek farz değildir. Meselâ hakimin oğlu sirkat eylediği zaman, hakim, kaza-i ilahîyenin hükmüne razıdır. Amma muktezi olanda Allahü Teâlâ kazasında razıdır. Amma muktezi olan şerre razı değildir.” (30)

Allah, kâfirin küfrünü ve zâlimin zulmünü ve kulun kötülüğünü irade ve ihtiyar etmiş olamaz.
Seyyid bu konuda hassastır ve şöyle buyurur: “Bu i’tikad, Allah'a cebir ve zulüm isnadını mutazammın bulunduğundan fasittir.
Bu sûreti izah, küfür vesairenin Allah'ın meşiyyet ve ihtiyarıyle olduğunu ve İktiza-yi Zâtîden ibaret olan istidaddan gafleti muciptir.
Halbuki istidad, mukteza-yi zâtî olup ilim, ona; irade, ilme; kudret de iradeye tabi’dir.
Vücûdu talib olan istidaddır.
Hakk'ın iradesi, istidada olan ilmine mutabıktır ki binnetice o şeyi kudertiyle izhar eyler.
İtikadı sahih budur ki, Küfür vesaire, adbin istidadına tabi’ olan meşiyyetle zâhir olur.” (33)

Seyyid Muhammed Nur, irade ve ihtiyar meselesinde insanları ikiye ayırarak mütalaa eder ki, bunlar: HALK ve ARİF'lerdir.
Ârif-i Billâh için İrade-i Cüziye; halk için ise İrade-i Külliye söz konusu değildir.
Meratib ve tevhid sisteminde hal ve tavrın önemine inanan Seyyidin bu ayrımı da idrak menzilleri ile ilgilidir.
Ona göre:

1 - Halk içinde İrade-i Cüziyye asıldır.
İrade benliğin “ene'nin” tezahürü olmakla ceza ve mükafata muhataptır.
Dâima kötü ve fenâya müteveccih olabilir.

2 - Nefsini ortadan kaldıran, efal sıfat ve vücûdunu Hakk'a vererek FENÂFİLLAH olan için İrade-i Cüziye yoktur.
Zirâ O' o kada Hakk ile beraberdir ki, Hadis-i Kudsîde buyurulduğu gibi bir an gelir o kişinin kulağı, dili, eli Hakk olur; ondan Hakk işler. (32)
Ve böyle bir insandan kötülük veya hata hiç bir zaman sadır olmaz, olamaz.
Onda Hakk zâhirdir, Hakk işler; Hakk ise doğru yolu gösterir, doğruyu icra ve ika eder, doğruya iletir.
Allah'ın zuhur mekanı insandır, insanı kâmildir.
Bu seviyeye eren kişi için Allah buyurdu: “Ben onu bir defa sevdimmi, artık, ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden birşey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.”

Nefsini aşmış ve varlığını Hakk'a vererek Hakk'ın varlığı ile var olan yüce Peygamber NEBİYYİ MÜKERREM'e CENÂB-ı HAKK, Kur’ân'ı Kerim Enfal Sûresinde, şöyle hitab etti:
“Attığında sen atmadın, lâkin Allah attı.” (33)

Seyyid Muhammed Nur'un İrade-i Cüziyeye itirazı sorumluluğu kaldırmaya ma’tuf değildir, o kendi halinin inikası olan idrakle İrade-i Külliye gerçeğini yansıtır konuşmalarında.
Yoksa İrade-i Cüziyeyi red ve inkar etmez.
Buna ait tipik bir olay da geçmiştir hayatında.
Seyyidi çekemeyenler, kendisinden şikâyetçi olurlar.
İstanbul'a çağırılır.
Şeyhü’l- İslâm'ın huzurunda sorguya çekilmek ve din adamlarıyle konuyu tartışmak üzere İstanbul'a gelen Seyyid, Hükümdarın tensip ettiği şekilde Şeyhülislâmın reisliğinde toplanan bir bilginler meclisi huzuruna çıkarılır.
Bu mecliste cereyan eden olay ve konuşmalar Seyyidin İrade-i Cüziye ve İrade-i Külliye üzerinde neyi nasıl düşündüğünü açıkladığı cihetle biz de olayı aynen nakletmekle yetineceğiz:

Seyyid'in İstanbul'a çağrıldığı devir Sultan Abdülmecid devridir. Abdülmecid, Osmanlı padişahları içinde kültürlü, bilgisi ve yenilik taraftarı hüviyetiyle özel bir yer işgal eder.
1848 yillârında sarayında tiyatro temsilleri ve senfoni konserleri verdiren ileri görüşlü bir zât olan Abdülmecid, Şeyhülislâmını çağırarak Seyyid Muhammed Nur'u konağında ağırlamasını, toplantının yapılacağı salonda kendisininde bulunacağını, fakat bunu kimsenin bilmemesi gerektiğini hatırlatarak irade ve isteğini açıklar.
Gerçekten Şeyhü’l- İslâm istendiği şekilde toplantıyı düzenler, kimseye padişahın toplantıda olacağını da söylemez.
Yemekli ve tartışmalı geçecek bu toplantıya devrin bütün ileri gelen bilginleri çağrılmıştır.
Seyyid Muhammed Nur'da toplantıdadır.
Olayı anlatan Seyyidin halifesi HACI MAKSUD Efendidir.
Biz de, Hacı Maksud Efendinin değerli eserlerini, düşüncelerini bizlere ileten aziz üstadım ve ağabeyim Sâdettin Bilginer'in Allah ve İnsan isimli eserinden toplantının gelişini aynen alırken en gerçek ve en doğru şekli sunduğumuza inanıyoruz, zirâ Sâdettin Bilginer aziz âlim ve veli Hacı Maksud Efendinin oğludur.
Allah ve İnsanda olayın gelişimi şu şekilde anlatılır:

“ ... Söz Allah'ın sıfatlarından başlamış, sırasıyle kudret, hayat ve ilim gibi sıfatlardan sonra irade bahsine gelmiştir.
Burada Seyyid:
- Allah'ın bütün kemâl sıfatları cüz’ide olsa vardır. Böyle olunca cüzi bir iradenin de insanda bulunması lâzım gelir. Fakat huzurda bulunanlarda irade olmaz, der. Dinleyenler: “Acaba bir misâlle açıklayamaz mısınız?” demeleri üzerine Seyyid bu kerre keşfini göstererek:
“- Bakınız, biz şu anda Padişahın huzurunda bulunuyoruz. Şahsi irâdemize mâlik değiliz. İrade onundur. Bize “gel!” der, kalkıp geliriz. “Çıkın!” derler, gideriz. Böylece şu ANda irâdemize mâlik değiliz. Ne zaman Huzur-u Şahaneden çıkarız, o zaman irâdemize mâlik oluruz. Ehlullah ise her an Allah'ın huzurundadırlar. Bundan dolayı onlar iradelerine hiç bir an mâlik değillerdir, dâima Allah'ın iradesiyle hareket ederler. Huzurdan ayrılmazlar ki iradelerine sahip olsunlar!” demiştir.
Padişah Abdülmecid, Seyyid Hâce Muhammed Nur'un irade hususundaki bu açıklamasına hayran kalmış ve davet edildiği gibi incitilmeden memleketine dönmesini, Şeyh'ül İslâmına irade etmiştir. (34)

Sâdettin Bilginer bu arada iradenin târifi üzerinde durur ve şöyle der:
“ - İrade birdir, bölünmez. Cüzi irade külli iradenin aynıdır. Sıfatı subutiyeden biri olan irade Allah'ın sıfatlarından biridir. Zirâ bu sıfatlar insanın kendisine ait olsaydı, mesela hayat sıfatına sahip olsaydı, ölmesini yahut yok olmasını hiç bir vakit istemezdi. İlim Sıfatı da kendisinde olsaydı her şeyi bilmeyi ve hiç bir şeyde câhil olmamayı başarırdı. İrade ve kudret kendisinde olsaydı, her ne isterse ol demesiyle oluverirdi.” (35)

Bu olaydan sonra anlıyoruz ki, veliler her zaman Hakk'la beraberdir ve onlar için İrade-i Cüziye olmayıp, İrade-i Külliye vardır.
Kendine benlik izafe eden kimseler için ise sadece İrade-i Cüziyeden bahsedilir ki, İrade-i Cüziyenin temelinde sorumluluk yatar ve kul'a teklif ve tekellüfat vardır yâni İrade-i Cüziye, ilahî emir ve yasakları, ilahî teklifi mahiyetinde saklar.

Seyyid Muhammed Nur kemâle eren kimselerin vücûdu olmadığını ve onda görülenin de vücûdu Hakkanî olduğunu beyan buyururken İrade-i Cüziyenin sözü edilemez.
Amma kişi kendi varlığı ile hemhal olmuş ve ene'si içinde ise, onun da İrade-i Külliyeden bahsetmeye hakkı olamaz.
Onun için Seyyid şöyle der:
“Ârifin zâhirde ve bâtında, ağyarda hareketi yoktur; dâima kudreti ilahî tahtında sakindir. Mefkudun dahi vücûdu yoktur. O'nda görünen vücûd, vücûdu hakkanidir.” (36)

Seyyid'in kıdem ve ihtiyar hakkındaki risalesinden hülasaten Abdülbâki hocamızın kitabına aldığı şu bölüm dikkatle okunmalıdır:

“Sual: Esbab içtima’ ettikte meşiyyet zarureten münbais olur dediniz ki “Sudur-i efal dahi zarurî olur ve ihtiyara münafi olup mezhebi hukemâ üzre tevcih olunur.

Cevap: İhtiyar ile murad meşiyyet-i mezkûre değildir ki müstelzim-i vücub ola...
Belki indettahkik ihtiyar ile murad, içtima-i esbab ile meşiyyet-i mezkûre'nin husulü indinde masdarın sudur-i efal'e ilmidir.
Masiyet sebebiyle emr-i ilâhiye muhalefet olundukta emr bilvasıta muhalefettir.
Emr-i tekviniye muhalefet değildir.
Pes emri meşiyyet haysiyetinden hiç bir ehad, işlediği fiilde Hakk'a muhalefet etmemiştir.
Muhalefet emr bilvasıtaya olur.” (37)

Demek oluyor ki hiç bir varlık fiilinde Hakk'a muhalefet edemez, ancak fiilin hayırlısında ilahî rıza vardır, fenâ fiilde Hakk'ın rızası yoktur.
Bütün mesele Edeb-i Muhammedî ile zevk ve temaşa etme idrak ve seviyesinde olmaktır.

Kişinin fiilinde İrade-i Cüziyenin yeri kabul edilmezse Cebriyecilik olur, fiili Hakk'a nisbet edersek, sorumluluk nerede kaldı?
Bu öyle ince bir konudur ki tefrik ve tahkikte çok dikkatli olmayı zorunlu kılar.
Fiil Hakk'a nisbet edilir amma failin mazhar ve istidadı ile...
Yâni genelleme yapılmadıkça “fail Hakk'tır” demek hatadır.
Tüm fiiller Hakk'ındır, münferid fiilde mazharı ile birlikte düşünmek gerekli.
Bu gerekçe varlığın farklılık kuralından neşet eder ve insan mahiyeti itibarıyle sorumluluk yüklü bir suje olduğundan, her hatasını kendinden bilmesi müminliğin de ilk şartıdır.

Hazreti Ali (kv) nin efal ve irade konusunda yaptığı bir açıklama, bize fiillerimizin İrade-i Cüziyeye tabi’ olduğunu kanıtlar.
Hazreti Ali, Fail Hakktır gerçeğini, mazhariyet ve istidad ile birlikte düşünmekte ve fiilin, çıktığı esma ve mazharın rengini taşıdığını kabul etmektedir.



Dip NOTlar:

(19) Prof.Dr. Nihat KEKLİK, İbnül Arabînin eserleri ve kaynakları için misdak olarak EL-FUTUHAT EL-MEKKİYYE(yan motifler), cilt 2, sahife:17.
(20)Abdülbâki Gölpınarlı, MELÂMİLİK VE MELÂMİLER, sahife: 264.

(21) PANTEİZM. Tanrıyı dünya ile özleştiren felsefe sistemiÖnceleri Hint doktrinlerinde görülen bu anlayış dini bir doktrin ve inanış olarak Hindistan'da müessirdir. Bilahare Yunanlılara geçer. Yunan felsefe siseminde Panteizm yeni bir felsefi doktrin olur ve STOA ile YENİ EFLATUNCULUK'ta yer eder. STOA'cılara göre: Tanrı dünyanın ruhudur, hem düşünce hem maddedir. Madde olarak bir ateştir, fakat yapıcı, sanatçı bir ateştir. Düzenlediği ve canlandırdığı evrenle birleşir, ondan ayrı değildir. PLOTİNUS'a göre: Evreni meydana getiren varlıklar, Tanrıdan çıkıp yayılmakla beraber Tanrıda var olmaktan da geri kalmazlar.SPİNOZA, panteizm kavramına geometrik bir seçiklik kazandırdı. Tanrı biricik cevher, bir zorunlu, ebedi ve bitimsiz olan cevherdir. Tanrısal vasıfların sayısı sonsuzdur, fakat biz, bunlardan ancak ikisini biliriz: Düşünce ve kaplam. Tanrı, biricik cevher olduğundan her şey ancak onda ve ondan dolayı varolabilir. Tanrı var olan bir şeyin İÇKİN NEDENİDİR. Varlıklar ancak kendi tabi’atının gerekli kanunlarına göre gelişen tanrısal cevherdeki niteliklerin ancak özel şekilleridir. Bu panteizmin sonucu , aynı zamanda, bir gerçekçilik de olan evrensel determinizmdir. Fichte'nin özel idealizmi ile Hegel'in nesnel idealizmi de, panteizm çeşitlerindendir. Her ikisinin de hareket noktası, SPİNOZA'dır. Aynı mutlak panteizm SCHOPENHAUER'ın ve E. VON HARTMANN'ın kötümser sistemlerinde de görülür.
MEYDAN LAROUSSE, İstanbul, Meydan yayınevi, cilt: 9, sahife: 856


(22) Seyyid Muhammed Nur, ELHAC HACI FAİK BEY'İN BAZI SUALLERİNE CEVAPLAR. Ali Örfi Efendi tarafından takriz edilen orjinal nüshadan. Kütüphanemizdedir.

(23) Aynı Eser

(24) Aynı Eser

(25) Yusuf Ziya İnan, SEYYİDÜL MELÂMİ MUHAMMED NÛR'ÜL ARABİ (Hayatı, şahsiyeti,eserleri), 1971, İstanbul, sahife: 66-67. Seyyidin Rahmân şerhinden.

(26) Yusuf Ziya İnan, Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nûr'ül Arabî.
1971, İstanbul, sahife: 66


(27) Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul, 1930, sahife: 265.

(28) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi Efendi tarafından takriz edilmiş orjinal nüshasından.

(29) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, Kitaplığımızdaki özel nüshadan.

(30) Yusuf Ziya İnan, Seyyidül Melâmi Muhammed Nuru’l- Arabî hayatı, şahsiyeti, eserleri, sahife: 61/62. İhsanül Rahmân şerhinden.

(31) Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, 1931, İstanbul, sahife: 254. Seyyid Muhammed Nur'un Varidat şerhinden iktibas.

(32) Enfâl sûresi, âyeti kerime: 17/1.

(33) Kur’ân'ı Kerim, Enfâl sûresi, âyeti kerime: 17/2.

(34) M.Sâdettin Bilginer, ALLAH VE İNSAN, sahife: 62/67. Yusuf Ziya İnan,SIFAT BİRLİĞİ, 1974, İstanbul, sahife: 38-39.

(35) M. Sâdettin Bilginer, ALLAH VE İNSAN,1969, İstanbul, sahife: 67. Yusuf Ziya İnan, SIFAT BİRLİĞİ, 1971,İstanbul, sahife: 39/40.

(36) Yusuf Ziya İnan, Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nuru’l- Arabî (hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 64.

(37) Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmiler, 1930,İstanbul, sahife: 255.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:37 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

3 - Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî'de Tevhid Ve Şirk Anlayışı:

Hâce Muhammed Nur'da şirk bir başka anlam kazanır.
Vücûd Varlığında kalmak o'na göre en büyük şirktir.
Hadisi şerifte buyuruldu ki: “En büyük günah vücûdumuz'dur.”
Seyyid insanın efal, sıfat ve vücûdunun kendine ait olmadığını bilmesi zorunludur diyor ve bu ben'den kurtulmadıkça şirkten de kurtulmanın mümkün olmadığını ifade eder.
Şirk ve husulü üzerinde dururken İhsan'ül- Rahmân Risalesinin Şerhinde:
“Şirkin husulü ise, efal ve sıfat ve zât ve kâffei tesirat.
Hakk Teâlâ Hazretlerine mahsus iken abd kendisine nisbet etmesinden olur.
Binaenaleyh ey mahcup, bunları kendine nisbet ettiğin halde bunların küllisi sana şirki hafidir.
Sen bu şirkle müşriksin.
“Velâ yibeyne leke tevhidekal iz ahreceti ankeşirki hafi” Tevhidi sahibi sana beyan etmez, illâ kendi nefsinden huruc ettiğinde beyan eder.
Nefsinden huruc ise efal, sıfat ve zât Hakk'ın olduğu gibi Hakk'a nisbet edip nefsini bu nisbetten ihrac etmek ve her şeyin husulü ve zuhuru Hakk'tan olduğunu müşahade etmektir.
Ve Hükm-ü Şer'i üzere: Hayrın vukuu Hakktan, şerrin zuhurunda da nefsin meca olduğunu bilmektir...
Beyan oluna üç şirkten kurtuluş efal, sıfat ve zât Hakk Teâlâ Hazretleri olup, sen olmadığın sana keşfolunur.
Emrin zuhuru cüziyette olduğu ve cüz, bilatefrik küllün aynı olduğunu idrak edersin.
O Vakit sende variyet ve tesirat olmaklıktan istiğfar edersin” diye yazıyor. (38)

Bu açıklamadan da anlıyoruz ki insan için bir tek şirk vardır, o da, kendi nefsinden ibarettir.
O halde Seyyid'e göre, nefsini temizleyen, kemâle eren Ârifibillâh şirkten kurtulur.
Kendi varlığı ile hemhal olup gözü hep nefsin taleblerinde olan kişinin şirkten kurtulması hiç bir şekilde mümkün değildir, bu kişi dini bütün bir müslüman olsa bile.
Onun içindir ki tarikatlarda nefis mertebeleri vardır ve bu mertebeleri geçmedikçe irfana vasıl olunamaz.
Kişi Ef’al, Sıfat ve Zâtını Hakk'a verince şirkten rucu’ etmiş ve kurtulmuş olur.
O zaman da Hakk'a makbul kişi olunur.
Seyyid bu konuda diyor ki:
“Şirkten rucu ettikçe Allahü Teâlâ Hazretleri seni af ve mağfiret kılar.
Gafil bulunduğun şirk sana beyan olunur...
Af, abdin kusurunu abdine bildirmek, vesairin haberleri olmayarak affetmektir...
Şirk-i mezbur sende idiği sana ayan olunca şirkten kurtulmuş olacağından Hakk Teâlâ Hazretleri için her saatte ve her vakitte tevhid ve iman sende teceddüd eder.
Tevhid ve iman teceddüdü her anda ve her vakitte zikri dâimle olur.” (39)

Zikir bir Esrar-ı Muhammedîdir ki ancak âşıklara ve yakınlara tâlim edilir.
Veliler, Zikr-i Dâimle hakikat aydınlığına varmış müstesna kişilerdir.
Ve şirkten kurtulmanın yegane yolu ve çaresi Zikr-i Dâimle meşgul ve müzeyyen olmaktır.
Bunu yapabilen şirkten arınır, yapamıyan şirktedir.

Kişi zikirle nefsin kuyudatından kurtulur; zirâ zikir, iç yıkamadır, kalbin paslarını silme ve Hakk'a murabıt olmadır.
Bu rabıta sağlandıktan sonra nefsin çeşitli mertebeleri geçilir ve en sonunda kişi, efal, sıfat ve vücûd varlığını Hakk'a vererek fenâfillâh olur.

Nefsin yedi mertebesi vardır.
Bu mertebeler vücûd varlığının da mertebe ve aşama noktalarıdır.
Onlar varken kişi şirktedir.
Ancak nefsinden sıyrılınca aydınlığa ve birliğe kavuşur.
İnsanın Fenâfillâh Aydınlığına erişmesinde geçeceği menziller şöyledir:

Nefsi emmare,
Nefsi levvame,
Nefsi mülheme,
Nefsi mutmaine,
Nefsi Raziye,
Nefsi mardiye,
Nefsi kâmile. (40)

Nefis Mertebeleri aşılırken insan insana aynadır.
Ve sûrete bakarken sûret görmemek asıldır.
Aksi halde şirk olur.
Zâhir ve bâtında Hakk gözü ile bakmadıkça kişi şirkten kurtulmuş olmaz.
Âlemde mevcûd bütün esma, Vücûd, sıfat, efal vesairenin müstakil vücûdlarının olmadığını bilmek ve herşeyin Allah'ın zâtı ile var olduğunu idrak etmek gerekir.
Bu idrake varılmadan “şirkten kurtuldum” demek kimse için mümkün değildir.
Seyyid Hazretleri:
“Velâkin cümlesi sıfat ve efal ve zât Hakk'la zâhirdirler.
Vücûd-u müstakilleri yoktur ve zuhurları aynı zuhur-u Hakk olduğunu; “fihi selasete ve hüve anhi saatih” deyu Hazreti Ali mısraında dahi işaret eyledi.
Yâni cümle sıfat ve efal gerek maani ve gerek suveri Hakkk'ın mezâhirleridir.
Cümlesini ZÂT-I HAKK'A nisbet edip fâni ve bâtın olur.
“Ve hüve anhü saati...”
Yâni o mezâhirden zâhir ve bâtın Zât-ı Hakk'dan gayrı yoktur.
Görmezmisin ki aynaya nazar eylediğin halde ayna kaybolup ve sûret nazır olur.
Bundan ötürü ayineye nazar eylemek sünnettir.” (41)

Demek ki şirkten kurtulmak tevhid ile olur.
Vücûd, sıfat ve efalini Hakk'a vermedikçe şirkten kurtulmaya imkân yoktur.
Bu konuda Fenâ ve Bekâ Mertebelerini açıklarken Seyyidin fikir ve tedris sistemine geniş şekilde temas edileceğinden tekrar olmaması için bu kadarla yetiniyoruz.
Seyyide göre tevhid “HAKK'IN VÂHİDLİĞİNİ KALBLE ZEVKETMEKTİR.”

Tevhidin yeri ve önemi üzerinde durararak tevhidi târifte yarar vardır.
Seyyid, kulun Allah'a ibâdetini ön şart olarak ileri sürer.
Çünkü ibâdet kulluğun şanı ve simgesidir.
İbâdetin kemâli ise nefsini Hakk'a vermek, zillet ve mahviyettir. Seyyid:
“İbâdetin kemâli zillet ve mahviyettir.
Ve ibâdetimiz mahv-ı zillet dediğimiz üç şey ile olur.
Bir, amel-i sıhhat,
İkincisi yakaza,
Üçüncüsü tevhiddir.

Bundan sallallahu aleyhi ve sellem üç ilimle bahs oldu:
Evvela ŞERİAT'tır, onunla sıhhati hizmet mâlum olur.
İkinci; Rey-i tarikat, Zikr-i Dâimdir. Anınla yakaza hasıl olur. Üçüncüsü Hakikattır. Anınla hicab zail olup o zâhir olur. Ey yâr, bu tarikin mürşidi KUR’ÂN'dır.
Ve dördüncüsü RESÛL aleyhisselamdır.
Ve bu tarik üzere süluk eden Hazreti Resûlün davetine kemâliyle icabet etmiş olur ve tariki Hakk'ta kâmil olur.
Ve dahi muhibbe ve müride lâzımdır ki âmalin “amellerin ve fiillerin” sıhhat ve âdem-i sıhhatini şeriat ilmiyle bilsin.
Amellerini şer'i şerife mutabık etsin.
Ve saniyen mürşid telkini ile cümle cevâhiri zikreylesin.
Hakk’tan aklını verip her nefeste uyanık ola.
Salisen hakikate bed ederek müride, mürşidinden Tevhid-i Efal telkin oluna.
Kezalik cümle makamatı kat edinceye dek.
Velhasıl Makamat yedidir.” diyor. (42)

Ve bu şekilde anlıyoruz ki Seyyid, tevhid eğitiminde bazı menzil ve makamları geçmek gereğine ve bazı idrak ve hallerin zuhuruna dikkati çekerken şaşmaz ölçüyü de veriyor;
Mürid ne olursa olsun ahval ve harekatını şeriata, Muhammed'in ahkâm ve ahlâkına göre ayarlamak zorundadır.
Tek ölçü şeriattır ve ondan sapanlar hatadadır, tevhidde değildir.
Aynı eserinde Seyyid devamla şunları yazdı:
“... Evvela Tevhid-i Efaldir. Cem-i Efali ve asar-ı halıki zikr-i vücûdu Allah deyu, cümle efal-i Hakk'ı tevhid eder, yâni efalinde şeriki yoktur.
Makam-ı Sani Tevhid-i Sıfattır. Yâni Sıfat-ı Nebevî zâhirinde ve bâtınında zâhir oldukları mürşid mârifetiyle müşahade edip ve Hakk'a nisbet edip Allah diye...
Makam-ı Salis: Tevhid-i Zâttır. Eşyanın vücûdları Hakk olduğu irşadı mürşid ile nazar edip Allah diye...
Makam-ı Rabi: Makam-ı Cemidir. Hakk Teâlâya nisbet olan vücûdu aynı zât Hakk'ın müşahade edip vücûdu aynı Zât-ı Hakk'ın müşahade edip Allah diye...
Makam-ı Hamis: Hazret'ül Cemidir. Hakk Teâlâya nisbet olan efali, asarı, müessir-i Teâlâ ile yeknazarda müşahade eylemek.

İmdi salik Tevhid-i Efalde, Mürid tesmiye olunur.
Tevhid-i Sıfatte, Muhib,
Tevhid-i Zâtta, Âşık,
Makam-ı Cemde, Murad;
Hazret'ül Cemide, Mahbub,
Cemü’l- Cemide Vasıl tesmiye olunur.
Bu makamlar sûretleri zir-i hakikiyede beyan olunan dairede cem olur ve bu daire nıfsi olan tevhid, Ayne’l- Yakin ki salik-i hakiki ef’ale ve sıfata, vücûdu Hakk'a ayine edip müşahade eder.
Ve nıfsi âhirine cemi ve Hazret'ül cemi ve Cemü’l- Cem Hakke’l- Yakinine müntehi hakikatı ve Ahadiyyetü’l- Cem daire-i kutbiye ki her bir makamı hatt-ı müstakimle ittisali vardır.” (43)

Seyyidin tevhid anlayışı, kişiyi ahadiyyet idrakine yükseltme imkanından ibarettir.
Bu öyle bir ilimdir ki insana kendini tanıtır ve mâlik olduğunu sandığı varlığının kendisine ait olmadığını öğretir ve insana gördüğü ve vücûd âleminin gerçek sahibinin kendisi olmayıp Hakk olduğunu idrak ettirerek:
“Herşey yok olur yalnız Hakk'ın yüzü bâkidir. Her nereye teveccüh etsen Hakk'ın vechiyle karşılaşırsın!” gerçeğini söyletir.
Bundan gayrısı süsleme ve laftan ibarettir.

Ancak birleme ve Hakk'ı idrak etme olan tevhid üzerinde dururken, bunu akli ilimlerdeki gibi kabul etmek de hatadır.
Her ne kadar tevhid insanı şaşılıktan kurtaran ve insanı vahdet fikrine götüren bir bilgi ve eğitim ise de onun aklı aşan bir yönü de vardır.
Tevhid felsefe ilimlerinden bir ilim değil, tasavvufa ait bir ilimdir ve bu nedenle tevhidde söz ile hal, idrak ile tavır ve bakış birliği, uyumluluğu da bir gerçek olarak mevcûddur.
Onun içindir ki Seyyid Hazretleri zikir, şuhud ve keşif olmadan tevhidden söz edilemiyeceği kanısındadır.
Seyyid diyor ki:
“... Keşf ve şuhud olmadan tevhid olmaz.
Keşfi kevni üç kısımdır:
1. Keşf-i Misâli: Fikir hakkında hadisi şerif varid oldu.
2. Keşf-i Şuhudî: Resûlullah Cibril-i Eminden vahiy ahzetmek üzere Âlem-i Meleküt’e temsil eylediği ve bazı kerre tebliğ-i vahyi için Hazret-i Cebrail Âlem-i Şahâdete Recl sûretinde kaldığıdır.
3. Keşf-i Ayan: Hazreti Ömer Medine’de minberde iken Nihavend fethine gönderilmiş olan müslüman askerin halini, Cebel ardındaki küffarın hücum edeceğini aynen görüp serasker bulunan Hz. SARİYE'ye: “Ey cebeya Sariye, el-Cebel” diye nida etmesi ve Hz. Sariye'nin Halife Ömeri görüp sözlerini duyması ve küffarı karşılaması gibidir.”(43/1)

Seyyid, tevhid'den ne anladığını meratibi ile göstermiştir.
Fenâ ve Bekâ birliği, iç ve dışın ayniyeti, evvel ve âhirin, bâtın ve zâhirin tek'te yâni birde görünmesi, Rabb ve kul ittihadı, eşyanın varlık kokusu koklamamış olması, vücûd varlığı esrarı sıfat âleminin izah tarzı dikkatle tetkik edilirse görülür ki, Seyyid Vahdet-i Vücûd'a kaildir.
Üstad Abdülbâki Gölpınarlı, “Melâmilik ve Melâmiler” isimli eserinde Seyyidin Vahdet-i Vücûdcu olduğunu 264 üncü sahifede diyor ki:
“...Mumaileyh (yâni Seyyid Muhammed Nur), vahdet hususunda Muhiddin, Mevlânâ, Bedreddin ve saire gibi Vahdet-i Vücûdun müfrid bir mü’min ve mübelliğdir.
Katiyen İmamı Rabbanî ve peyrevleri gibi vahdeti şuhuda tenezzül etmez.
Bu onun her eserinin umde ve esasıdır.
Filvaki vahdeti vücûdda Muhiddin Mezhebinde bulunan diğer sofilerden ayrı bir fikri yoksa da diyebiliriz ki, bu meseleyi diğer meşayihten daha açık ve daha ihtirazsız olarak ilan etmektedir.
İmamı Rabbanî gibi O da Vahdet-i Vücûdu arıyor.
Varidat Şerhinde:
“Velhasıl nası, Vahdet-i Vücûdda üç mezheb üzerindedir:
Birinci mezheb, mezheb-i avamdır ki onlara göre bu vücûd, Hakk'ın vücûdundan gayrıdır.
İkincisi, havas mezhebidir ki onlar da bu vücûdu, Hakk'ın vücûdununzıllı addederler.
Üçüncüsü, mezheb-i asfiyâdır ki bu mezhebte vücûd, aynı vücûdu HAKK'tır,zıllı değildir.
Bu bilasale Seyyidül Mürselinin Makamıdır.
O sebebten gölgesi arşa düşmedi.
Ondan başkaları bu makamda onun kâdemi üzeredir” diyor...

Muhammed Nur'un her risalesinde esas fikri vahdettir.
Ve bu hususta delil aramağa da hâcet yoktur.
Bu şekilde kanaatini söyleyen üstad, O'nun eserlerinden örnekler vermekte ve Vahdet-i Vücûd hakkındaki görüşlerini nakletmektedir.

Gerçekten Seyyidin eserlerinde Vahdet-i Vücûd açıklıkla görülmekte ve her cümle Vahdet-i Vücûdu terennüm etmekte ise de, Seyyid hiç bir zaman materyalistlerin anladığı gibi bir vahdet fikrine iltifat etmemiştir.
İslâm inancındaki Vahdet-i Vücûd fikri materyalistlerin anladığı şekilde değildir ve İslâm vahdetçileri hiç bir zaman panteist olmamışlardır.
Onun içindir ki Seyyidin tevhid anlayışı ikilşikten ve şaşılıktan kurtulma anlamındadır;
Hakk'ın azamat ve saltanatına mutlak tabi’iyettir ve her zerrede yalnız onun saltanat ve kudretinin inikas ettiğini bilmektir.



(38) Yusuf Ziya İnan: Seyyid'ül Melâmi Muhammed Nuru’l- Arabî (hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 57/58.

(39)Aynı eser, sahife: 58.

(40) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, ŞERHİ NUTKU İMAMI ALİ, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi Efendi tarafından takriz edilen nüshadan.

(41) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, RİSALE-İ SÜLUKU HAKİKAT, kitaplığımızda ki orjinal nüshadan. Yusuf Ziya İnan, MELÂMET,1975, sahife: 94.

(42) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, DAİRETܒL- VÜCÛD Fİ BEYANİL MAKAMÜL MAHMUD, kitaplığımızda bulunan ve Ali Örfi Efendinin takriz ettiği orjinal nüshasından. Sahife: 382-383.

(43) Aynı eser. Sahife: 383.

(43/1) Yusuf Ziya İnan - SEYYİDÜL MELÂMİ MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ (Hayatı, şahsiyeti, eserleri), İstanbul, 1971, sahife: 60. Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî'nin (İHSANÜL RAHMÂN ŞERHİ)'NDEN.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:37 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

4 - Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî'de Akıl:

İslâm tasavvufunda akla karşı olanlar olduğu gibi aklı kabul eden ve akla değer veren mutasavvıflarda vardır.
Muhiddini Arabî, aklı kabul eden ve akla değer veren büyüklerdendir.
O kadar ki, Muhiddini Arabî, zikrettiğimiz her şeyin akıl ve düşüncelerimizle mukayyed olduğunu açıklamaktan çekinmez.
İşte ona çok bağlı ve etkisinde bulunan Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî'de aynı şekilde akla ve ilme büyük değer veren bir İnsan-ı Kâmildir.

Seyyid ilim yolunda aklın önemine kaildir.
Geçim ve bu dünya kurallarına uymanın akılla mümkün olduğunu kabul eder.
Ahkâm-ı İlahîyeye tabi’yet, Allah'ın emirlerine itaat ve nehiylerinden kaçınmak için akıl zorunludur.
Ancak Allah'ı idrak etmek ve İlahî Mârifete nâil olmak akılla mümkün değildir.
Çünkü akıl, nihâyet bu vücûd varlığı ile mukayyeddir, mahluktur.
Bir yere kadar rolü vardır.

Onun içindir ki Seyyid şöyle buyurdu:
“Nas Mârifet-i İlahîyeden akıl ile taiye ve mütehayyirdirler.
Yâni akıl ile bilmek dileğinden ezelden Allah ve Resûlün mârifetinden dâll ve mudill oldular.
Akıl bazı şeyde isabet eder ise de hatası sevabından ziyadedir.
Hükemâ akıl ile Hakk'ı bilmek dilediklerinden aklın kabul ettiğine tabi’ oldular.
Ve mevcûd âlem Vücûdullahtır.
Ve âlem-i vücûdu ispat edip âlemin zuhuru tecellîyat-ı Hakk'tır; vücûd-u müstakilleri yoktur.
Aklı ve kıyası olmadığı gibi hayata maildir.
Mezahib-i selasede kıyası yoktur.
Hakk'ı akıl ile taleb edersen aklın niyâyeti kıyas olduğundan dalalette kalırsın.
Âhireti dahi akıl ile taleb edersen havayı kesret ve gayriyet ettiğinden dâl ve mudil olursun..”
(44)

Seyyid bu sözleriyle hikmet arayanların aklı değerlendirmelerine mâni’ değildir amma aklın yetersizliğine işaret eder ve esasen tevhidde gerekli olan akıl değil, iman ve nurdur.
Mü’min ve muvahhid nur olan âleme iman nuru ile nazar eder ve intibah üzere olur.
Bu nedenle ârif olanlar izafat ve benzerlik görmezler, Hakk'a Hakk'la bakarlar.

Seyyid Hazretleri eserlerinde Akl-ı Cüz ve Akl-ı Kül den söz eder ve Akl-ı Kül l'ün asıl olduğunu kabul eder.
Ona göre ârifler Akl-ı Kül ile beraberdir ve onlar cüzi iradeleriyle hareket etmezler.
Çünkü kendi vücûd ve varlıkları yoktur, Hakk'ta fânidir ve Fenâfillâha ermişlerdir.
Seyyidin burada sözünü ettiği Akl-ı Küll, Allah'ın iradesi, Kudret-i İlahîyedir.
İlahi İradenin inikası olan Akl-ı Cüz'e gelince, o da gaflette bulunan kişi, sosyal ünite olan insandır.

Seyyid bir ayırım yapmak için Akl-ı Maad ve Akl-ı Maaş diye bir ayırım da yapmıştır ki, dâima aklın yerine işaret ederken, onun yeterli olmadığını da hatırlatır.
Aklın idrak ve yol almak için zorunlu olduğuna inanırken, akılla Hakk'a ve hakikate varılamıyacağı kanaatindedir ve bu inancı hiç bir vakit değişmemiştir.
Bu nedenledir ki akıl ve akıl ötesi üzerinde durmuş, aklı inkar edenlere karşı onu savunurken kendi öğrencilerinin akıl kayıdları içinde boğulmalarını da istememiştir.
Yaptığı ayırımlar hep bu inanç ve idrakinin inikaslarıdır.
Seyyide göre akıl, hayatın vazgeçilmez kuralı, bilginin mutlak kaynağı ve yol almanın ana unsurudur.
Akıl Cebraildir, mürşiddir, yol gösterici ve irşad edicidir.
Aklın değeri öylesine büyüktür ki, Kur’ânda, âyetlerin ancak akıl sahipleri için hidâyet ve rahmet olduğu açıkça söylenmiştir.

Bu yönden Seyyid Hazretleri, akılsız imanın eksik, tefekkürsüz zikrin noksan olduğunu söylemekte ve ibâdetin gerçek değerinin akıl ve bilgi ile ortaya çıkacağını savunmaktadır.
Seyyidin, tevhid mertebelerini târif ederken: “ilim kuvvasiyle” diye söz etmesi, ilim ve akla verdiği kıymeti yansıtır.
Ve bize takip etmemiz gereken yolu da çizmiş olur.


(44) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, İhsanül Rahmân şerhi. Yusuf Ziya İnan, Seyyidül Melâmi Muhammed Nuru’l- Arabî (Hayatı, şahsiyeti, eserleri) 1971, İstanbul, sahife: 60.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:36 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

5 - Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî'de Âdem:

İslâm velileri Âdem üzerinde çok durmuşlar ve onun menakıbında insanın varlık sırrını ifade ve izhar etmişlerdir.
Muhiddin-i Arabî, Mekke'de rasladığı bir kutupla konuşurken ona yaşını sormuş ve aldığı cevapta; tarihin bildiği Âdem'in çok yeni olduğunu ve daha önce 150 Âdem zuhura geldiğini anlatmıştır.
Bunun gibi bir çok veli ve pîr menakıbında Hz. Âdem'in ilk ve son Âdem olmadığına dair rivâyet ve açıklamalara raslamak mümkündür.
Bu çeşitli rivâyetler aslında Hazreti Âdem'in olmadığını değil, onun ne ilk ne de son Âdem olmayacağını ifade eder ki, Allah'ın sonsuz kudretine inananlar için çok doğal bir sonuçtur bu.
Seyyid Muhammed Nûr'da Hazreti Âdem üzerinde durur ve onun şahsında tevhid akidesinin temel ilkelerini tesbit ve izaha çalışır.
Nitekim Şeytanın Âdem'e secde etmemesi, Meleklerin durumu konularında yaptığı tefsirler tasavvuf, vahdet ve tevhid akidesini yansıtan târif ve izahlardır.

Seyyid, Niyazi Mısrî Divanını şerh ederken:

“Secde eyle Âdem'e ta kim Hakk'a kul olasın
Eden Âdem'den iba Hakk'tan dahi oldu cüdâ”


Beytinin tefsirinde Seyyid Muhammed Nûr diyor ki:
“Âdem'e secde etmeyen Hakk'a kul olamaz.
Âdem’e secdeden murad Hakk'a secdedir.
Âdem aleyhisselâm Mazhar-ı Zât olduğu için Melâike secde ile emrolundu.
Zamanı evvelde İnsan-ı Nakısın İnsan-ı Kâmil'e secde etmesi âdet idi.
Vakti saâdette Hazreti Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e secde için ruhsat taleb olundu.
O vakit Peygamber: “Gerçi benim şeriatimde secde olsa idi, zevcenin zevcine secde etmesini emrederdim Öyle şey yoktur” buyurdu.
Velhasıl Hakk'tan gayriye secde etmek caiz değildir.
Beytullah'a secde etmekliğimiz Mazhar-ı Zât olduğu içindir.”

Demek ki Hz. Âdem, hem Peygamber, hem ilk insan, hem de Mazhar-ı Zâttır. Mazhar-ı Zât olması dolayısıyle meleklerin secde etmesi emrolundu.
Şeytan, Âdemin Mazhar-ı Zât olduğunu anlamadığı için secde etmedi.
Meleklerin secdesi, Hazreti Âdemin unsurî varlığına değil, Hakk olan ZÂT'ına idi, yâni Melekler, onun sırrına, O'nu zuhura getiren Allah'a secde etmişlerdir, sûrete değil.
Seyyid Muhammed Nûr, bu gerçekten haeketle insanı kudsal yerine oturtur.
Çünkü her doğan kişi Âdem’dir ve her Âdemoğlunda, Âdem aleyhisselâmın tecellîsi meknuzdur.
Bunu iyi anlayanlar, Hakk'ın esrarına agâh olurlar.
Bütün mesele Hazreti Âdem'i, asırlar gerisinde kalmış bir Peygamber olarak görmekle kalmamak, O'nu varlığın zuhur ve devamı içinde ve dâima mevcûd farzetmektir.
Zirâ Âdem, ikiliğin, varlığın, dünyanın ve oluşun nedeni, onun izahıdır.
Toprakla balçıktan yaratılmış ve ona Hakk kendinden üflemiştir.
Yâni kendi varlığını onun varlığında sırlayarak hem zuhura gelmiş, hem de GAYB olmuştur.
Bu bakımdan Âdemiyyet ve ÂDEM, İslâm Tasavvufunun ANA konularından birisidir.
Âdemiyyetini anlıyan Hakk'a kul olur; kulluk idraki ise yokluktur. Efal, sıfat ve vücûdun kendine ait olmadığını bilme idrakidir.

Seyyid, Âdem mazharında Hakk'ı müşahade eder ve Âdemin Mazhar-ı Hakk olduğunu söylerken insanın mahiyetini de açıklamış olur.
Onun içindir ki, tevhid ehli iki görmez ve onun içindir ki Tevhidde Rabb ve kul ittihadı söz konusu değildir.
İki şeyin birleşmesi için iki ayrı var kabul etmek zorunludur.
Bu ise şirktir. Âdemiyet Sırrı anlaşılırsa iki kalmaz ve ikilik söze gelmez.
O zaman da ittihad olmaz.

“RİSALE-İ Fİ’T- TASAVVUF” İsimli eserinde Seyyid Muhammed Nûr, Bakara Sûresi âyetleri üzerinde durur ve ÂDEM ile ŞEYTAN meselesi için bize geniş açıklamalar yapar ki, izahları tevhid ve meratib üzeredir.
Seyyid bize ÂDEM ve ŞEYTAN kelimelerinin iç mânâlarına ait görüşlerini söylerken mefhumların derinliğine, bâtına bakmamızı da istemektedir.
Risale-i Fi’t- Tasavvufta Seyyid diyor ki:
“...VE İZ KÂLE RABBUKE LİL MELÂİKETİ İNNÎ CÂİLUN FÎL ARDI HALÎFEH: Cem-i Muhammedîyyeye hitab eder.
Lİ’L- MELÂİKETİ: Cemâl suverleri ecasim-i tabi’iyeyi nuranidir. (45)
İNNÎ CÂİLUN FÎL ARDI HALÎFEH: Celâl ve Cemâl Sûretlerine cami yâni esma-i ilahîye ve halkiyye yâni cem-i taayyünattan ibarettir.

VE İZ KÂLE RABBUKE LİL MELÂİKETİ İNNÎ CÂİLUN FÎL ARDI HALÎFEH(HALÎFETEN), KÂLÛ E TEC’ALU FÎH MEN YUFSİDU FÎH VE YESFİKUD DİMÂ(DİMÂE), VE NAHNU NUSEBBİHU Bİ HAMDİKE VE NUKADDİSU LEK(LEKE), KÂLE İNNÎ A’LEMU M L T’LEMÛN(T’LEMÛNE).

Cenâb-ı Hakk, Melâikeye: “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım” dediği zaman, bildi ki Hakk'ın celâli var.
Melekler sûretine baktılar ve: “KÂLÛ E TEC’ALU FÎH MEN YUFSİDU FÎH VE YESFİKUD DİMÂ, VE NAHNU NUSEBBİHU Bİ HAMDİKE VE NUKADDİSU LEK.” (46)
Zirâ Cemâl sûretindedirler.
Lisan-ı Cem, cem-i Muhammed ile cevap verdiler.
Lisan-ı Cemi İlahî ile Melâikeye buyurdular: “KÂLE İNNÎ A’LEMU M L T’LEMÛN” (47),
Yâni “Cemâl Sûreti olduklarını ve Âdem sûreti celâliyyesine baktınız, bana itiraz ettiniz, sûrete bakmayın! İlimde kain olanı siz bilemezsiniz!”

“VE ALLEME ÂDEMEL ESMÂE KULLEH” (48)
Yâni Hakayik-i İlahîye ve Sûret-i Kevniyeye cami olduğunu vakıf kıldırdı.

“SUMME ARADAHUM ALEL MELÂİKETİ FE KÂLE ENBİÛNÎ Bİ ESMÂİ HÂULÂİ İN KUNTUM SADİKÎN” (49),
Yâni sonra Melâikeye arz eyledi: “Şu esmayı bana bildirdin; katımda sadık addederim!”

“KÂLÛ SUBHÂNEKE L İLME LEN İLL M ALLEMTEN İNNEKE ENTEL ALÎMUL HAKÎM” (50), Yâni Melâike şöyle senâ ederler ki: “Seni tenzih ederiz. Zirâ tâlim ettiğin ilimden gayrısını bilmeyiz. Alîm, hakîm sensin!”

“KÂLE Y ÂDEMU ENBİ’HUM Bİ ESMÂİHİM, FE LEMM ENBEEHUM Bİ ESMÂİHİM” (51)
Cemi İlahîden hitabla: “Ey Âdem. Melâikeye bildir ki, onlar, âlemde, senden olan kuvva-i hayaliyendir. Senin gibi Hakayik-i İlahîye ve Suver-i Halkiyeye cami değillerdir. Mine’l- cemi ilahî.”

“ FELLEM ENBE'EHÜM BİESMÂİHİM”
Yâni cami olduklarını bil ki Kuvve-i Hayaliye gibi olduklarını onlara bildirdikte, Cemi İlahîden Melaikeye hitab edip:

“KÂLE E LEM EKUL LEKUM İNNÎ A’LEMU GAYBES SEMÂVÂTİ VEL ARDI VE A’LEMU M TUBDÛNE VE M KUNTUM TEKTUMÛN”
Yâni “Göklerde ve yerde zâhir ve bâtınınızda olan esrarı biliyorum, size bildirdim!” dedi.

“VE İZ KULN LİL MELÂİKETİSCUDÛ Lİ ÂDEME FE SECEDÛ İLL İBLÎS(İBLÎSE), EB VESTEKBERE VE KÂNE MİNEL KÂFİRÎN” (52),
Yâni Cemi ilahîyemizle Melâikeye: “ESCÜDÜ LİÂDEM” dedik.
Onlar dahi derakap secdeye vardılar.
Âdem Sûreti, Cemi İlahî olduğunu vakıf oldukları esmalarını tâlim ettiklerindendir.
Ve bu emir yâni: “ESCÜDÛ LİÂDEM” Cemi Melâikeye ve Erva-ı Nuriye Reisleri Cibrili aleyhisselâm'a ve Erva-ı Nariye Reisleri Azaziledir.”
“Ey Şeytan, Âdem'e secde eden Cebrail aleyhisselâm ve ana tabi’ nuriyelerdir.
Şeytan ve ona tabi’ Erva-ı Nariye secde etmediler.
Ve melaike melekûttur, şiddet demektir.
Bunda lafız Melâike Kuvva-i Nuriye ve Kuvva-i Nariye itlak olundu. Kuvva-i nariye secdeden imtina ettiler ki, Sûret-i Celâliye olduklarındandır.
Âdem aleyhisselâmın Sûret-İ Camia olduğuna vakıf olamadılar, secdeden imtina ettiler.

“VE KULN Y ÂDEMUSKUN ENTE VE ZEVCUKEL CENNETE VE KUL MİNH RAGADEN HAYSU Şİ’TUM VE L TAKRAB HÂZİHİŞ ŞECERETE FE TEKÛN MİNEZ ZÂLİMÎN” (53),
“Ey Âdem, zevcen Havva ile cennette sakin ol, cennet sana mübahtır taayyüş edip bu şecere olan buğday ağacından yeme zirâ nefsinize zulmedenlerden olursunuz!”

“FE EZELLEHUMÂŞ ŞEYTÂNU ANH FE AHRECEHUM MİMM KÂN FÎH(FÎHİ), VE KULNÂHBİTÛ BA’DUKUM Lİ BA’DİN ADUVV(ADUVVUN), VE LEKUM FÎL ARDI MUSTEKARRUN VE METÂUN İL HÎN” (54),
Yâni şeytan onları idlâl edip şecereden tenavül ettiler (yediler), Lâkin Âdem Aleyhisselâm buğday tenavül edeceğini (yemek yeme) keşfedip ancak cennette mi, dünyada mı fark edemedi.
Emr-i İlahîye muntazır olmayı sehv eyledi.
Şecereden tenavül eyleyip cennetten ihrac oldular.
Ve bu ihrac ukubet için değildir...
Ve Şeytan, Âdem'e düşman olup halife ve melâikenin kendisine secde etmesini haset eyledi.

“FE TELEKK ÂDEMU MİN RABBİHÎ KELİMÂTİN FE TÂBE ALEYH(ALEYHİ), İNNEHU HUVET TEVVÂBUR RAHÎM” (55),
Yâni: “Allah Teâlâ, Âdem'e tevbe kelimelerini telkin eyledi ve tevbesini kabul etti. Ancak tevvâbürrahıym oldur.”
Âdem Aleyhisselâmdan dile sadır olması buğdaydan tenavül sebebiyle hata ederler ise tevbe etsinler.
Şeytan idlalı hebâ olur.

“KULNÂHBİTÛ MİNH CEMÎA, FE İMM YE’TİYENNEKUM MİNNÎ HUDENFE MEN TEBİA HUDÂYE FE L HAVFUN ALEYHİM VE L HUM YAHZENÛN. VELLEZÎNE KEFERÛ VE KEZZEBÛ Bİ ÂYÂTİN ULÂİKE ASHÂBUN NÂR, HUM FÎH HÂLİDÛN” (56),
Yâni: “Cemiyeti İlahîyemizle ceminiz Hazretten nazil olsun, hidâyete erişip yine Hazretime gelin. Onlara havf yoktur ve hüzün yoktur.” (57)

Seyyid, Âdem Sırrında bize hakikati fısıldar.
Âdem'in doğuşu üzerinde tevakkuf ederken anlarız ki Seyyid, bize bizi anlatır.
Onun anlattığı Âdem, tarihin derinliğinde yatan kudsal Âdem değildir.
O bize bu günü, bizi anlatmakta ve her doğan canlının ve bilhassa insanın esfeli sâfiline itilmesi olayı üzerine gelerek işaretini vermektedir.
Bu işaret: İnsanın kendine dönmesidir, insanın insanı bulmasıdır.
Ve mahlukiyeten Âdemiyete geçişi sağlayıp Âdem olduktan sonra da cennetten kovulmasıdır.
Kısaca Seyyid Hazretlerine göre Âdem, varılması gereken büyük bir hedeftir ve o yere varılınca insan Ademiyeti (yokluğu) tefekküre başlar.
Yâni mahluk, Âdem olmadan Ademiyet bulunmaz. Ademiyet bulunmadan hak ve hakikat anlaşılmaz.
İnsan gafletten ve ikilikten kurtulamaz.
Kişiyi “ADEM”'e eriştiren Fenâ ve Bekâdır.
Yâni Âdem toprakla su birleşiminden ibarettir.
Toprak, Fenâ; Su, Bekâdır.
Fenâ ve Bekâ Ehli olmadıkça Âdem bilinmez ve bu idrakte olmayana “Âdem” denmez.
Âdem, varlığı giyinince cennetten kovulur, yâni, insan, vahdetten kesrete itilir. Vahdeti zevk etmek için.
Vahdeti zevk ise yokluktur.
Âyetlerin tefsirinde ve açıklamalarında Seyyidin üzerinde durduğu bu idrak islâmın temel felsefesidir ve Vahdet-i Vücûd Hakikatı bu İlahî Kıssada SIRRlanır.
Seyyid Muhammed Nûr, Hazreti Âdemden bahsederken bizi tahkik ve itlak sahralarına çekerek Âdemiyeti zevk ve telkin ve tedris eder.

----------------------------------

(45) BAKARA SÛRESİ, âyeti kerime: 30, mealen mânâsı: Ya MUHAMMED, hani Rabbin Meleklere: Ben muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.

(46) Bakara sûresi, âyeti kerime: 30/2, meali: Ya Rabbena, yeryüzünde bozgunculuk edecek, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? Dediler. Halbuki biz seni hamdinle tesbih ve takdis ediyoruz.

(47) Bakara sûresi, âyeti kerime, 30/son, meali: Allah Teâlâ: Sizin bilmediğiniz şeyi ben bilirim dedi.

(48) Bakara sûresi, âyeti kerime: 31/1, meali: Âdemi yarattıktan sonra bütün eşyanın isimlerini ona öğretti.

(49) Bakara sûresi, âyeti kerime: 31/2,3, Meali: Sonra o eşyayı Meleklere gösterdi. Bu eşyanın isimlerini bana bildirin, eğer sadıklar iseniz, dedi.

(50) Bakara sûresi, âyeti kerime: 32/1,2, Meali: Melekler acz ve kusurlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Ya Rabbena, seni her şeyden tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden gayrı,bizim hiç bir bilgimiz yoktur. Sen o âlimsin ki, sana hiç bir şey gizli kalmaz, Hakimsin ki, her fiilin hikmete uygundur.

(51) Bakara sûresi, âyeti kerime: 33/1, Meali: Allah: Ya Âdem, meleklere eşyanın isimlerini bildir, dedi. O da onlara, emredildiği üzere bildirdi.

(52) BAKARA SÛRESİ, âyeti kerime: 34, Meali: Ve o vakit Meleklere: Âdem'e secde edin, diye emrettik. Melekler hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, secde etmeyi kibrine yediremedi.Zâten kâfirlerdendi.

(53) Bakara sûresi, âyeti kerime: 35, meali: dediler ki: Ya Âdem, sen ve eşin cenneti mesken edin. İkinizde cennette dilediğiniz vakit, dilediğiniz yerde, dilediğiniz gibi bol bol yeyin.

(54) Bakara sûresi, âyeti kerime: 36, meali: İkisini de Şeytan cennetten ayırmaya sebeb oldu. Bulundukları nimetten çıkardı. Bizde: birbirinizin düşmanı olduğunuz halde inin, yeryüzünde sizin için bir vakte kadar kalmak ve geçinmek vardır dedik.

(55) Bakara sûresi, âyeti kerime: 37, meali: Âdem Aleyhisselâm Rabbinden bir takım kelimeler telakki etti ve alıp hıfzetti. Bu kelimelerle de yalvardı. Bu sebeble Allah tevbesini kabul etti ve Rahmetle ona rücu ettti. Allah Teâlâ kullarına mağfiretle rücu edicidir. Rahmeti geniştir. Tevvab ve Rahimdir.

(56) Bakara sûresi, âyeti kerime: 38, meali: dedik ki: Hepiniz yeryüzüne inin. Ne zaman benden size bir hidâyet: Kitap, Peygamber ve şeriat gelir de, kim bu hidâyetime tabi’ olursa, onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar. BAKARA SÛRESİ, âyeti kerime: 39, Meali: Kâfir olup âyetlerimizi tezkip edenler ise cehennemliktir. Ateşten çıkmazlar ve dâim orada kalırlar.

(57) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabî, RİSALE-İ FİT TASAVVUF, kitaplığımızdaki özel orjinal nüshadan, sahife: 193/194.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:35 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

- VII –

Resim

SEYYİD HÂCE MUHAMMED NUR'ÜL- ARABİ'NİN TEVHİD MERTEBELERİ:

Seyyidin tevhid akidesini tesbit ederken “Risale-i Sülûkü Hakikat Şeyhunâ Tâlbakae” isimli Risalesini hatırlamak zorunludur.
Bu risalesinde Hazret, şöyle buyurur:

“Mâlum ola ki Tevhid üçtür.
Tevhid demek Hakk'ın vahidliğini kalble zevk etmektir:

Evelki Tevhid-i Ef'al demek cem-i halk EFALULLAH olduğunu bilip ve her fiilin rüyeti indinde ol fiilin ayenesinde Hazreti Mâşuku müşahade etmektir.

İkinci Tevhid: Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Sıfat demek halka zâhir olan sıfat ayinesinde Hazreti Mâşuku müşahade eylemektir.

Üçüncü Tevhid Zâttır. Tevhid-i Zât demek cem-i halk bilâ hevl velâ ittihad zât-ı Hak ile vücûdları olduğunu bilip Hakk ayinesinde zâtı mâşuku müşahade etmektir.

Mertebe-i Sıddıkiye üç tevhidden ibarettir.
Amma kurb (yakınlık) mertebesi ittihaddan ibarettir.
İttihadın dört makamı vardır:

Evvelkisi Makamü’l- Cemi'dir.Makamü’l- Cem demek Hakk'ı zâhir ile Hakk'ı bâtın ile müşahade etmektir.
Hadisi Nebevîde varid olduğu gibi:
“innallahe vekulu alâ lisan abdehû semiallahü limen.”
Samede bu makamda halk ayine oldular.
Ayinelerinde halk zâhir oldu.

İkinci Makam Hazretü’l- Cemi'dir.
Hazretü’l- Cemi demek halkı zâhir ile Hakk'ı bâtın ile müşahade etmektir.
Hadis-i kudsîde varid olduğu gibi: “Sem'âllezi yesmeubihi ve basare bihi velisanellezi yentuku bihi ve yedelleni bibâtnı bihâ derecelleti bimeşhii biha ve gayrı zalik......
Ve aza ve kuvai cümlesi bu makamda Hakk ayine oldu.
Ayinesinde Halk zâhir oldu.

Üçüncü Makam; Cemü’l- Cemi'dir.
Makamü’l- Cemü’l- Cemi demek bâtın, zâhir cümlesini Hakk müşahade etmektir.
Âyeti kerimede varid olduğu gibi:
“Hüvel evvel vel âhir vezzâhirü velbâtın.”
Bu makamda bâtın olan mutlaktır.
Zâhir olam Mukayyeddir; Cümlesi Hakk'tır.

Dördüncüsü; Makam-ı Ahadiyetü’l- Cem'dir.
MAKAM-I MUHAMMEDÎdir.
Sallallahu aleyhi ve sellem kâdemi üzere olan ona vasıl olur.
Cemü’l- Cem Kâbe kavseyn, Ahadiyetü’l- Cem Makam-ı ev Ednâdır. Makam-ı Ahadiyetü’l- Cem demek mukayyedden kayıd ref’ olmaktır.
Kalallahü Teâlâ: “Külli şey'ün halikün illâ veche” buyurduğu makamdır. (58)

Tevhidin târifi mertebeler üzerinde yapılmaktadır.
Tevhidin makam ve menzilleri olduğu anlaşılmakta.
Seyyid, bu makam ve menzilleri üç kâdemede mütalaa eder. Bunlar:
FENÂ, BEKÂ, KEMÂL makamlarıdır.
Tevhid mertebelerinden: Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfat ve Tevhid-i Zât Fenâ Makamlarıdır.
Cem, Hazretü’l- Cem, ve Cemü’l- Cem Bekâ Makamları olarak kabul edilir.
Ahadiyet neşesini ifade eden bir makam vardır ki, bu KEMÂL MAKAMI'dır.
Fenâ Mertebelerini geçen VELÂYETe,
Bekâ Makamlarını idrak eden de KEMÂLe erişir.

Seyyid'in makamları değerlendirmesi için “MÜRŞİDܒL- UŞŞAK-ÜL KEBİR” İsimli Risalesine bakmak gerekir:

“Ehlül zevk vel iştiyak ve bade mâlum ola ki mârifet üç kısımdır.”

Evvelkisi: İlme’l- Yakindir.
Yâni Allahü Teâlâ'yı delil ile bilmek tariki ikidir:

Birincisi İstidlalî bilmisildir: Yâni Hazreti mâşukun evsaflarının mislini kendinde isbat edersin.
Meselâ sıfatları Kudret, İrâdet, İlim, Hayat, Semi, Basar, Kelâm, Tekvin Zâtına sabit olduğu gibi ve dahi asarlarını kendi zâtını isbat edersin.
Kudret ilâ âhire bu sıfatları kendi zâtına mülahaza edip halika izhaz edersin.
Zirâ sanii Teâlâ seyri üzere sun’unu ispat eder.
Bu makamda varid olan: “İnnallahe halaka âdeme âlâ sûreti ve reeytü rabbi fiy süreti şâbû emret” sûret demek esma ve sıfattır.

İkinci Tarik: İstidlalî Bizzarurdur: Yâni âşık olan kendini âciz ve ahadis ve muhtaç mülahaza edip; Mâşuku, kadir ve kadim ve gani olduğunu iman eder.
Bu makamda varid olan kelâm'u kavlu Teâlâ:
“Leyseki mislişey'ün”
Allahü Teâlâya gerek zâtında ve gerek sıfatında ve efalinde bir kimseye benzemez.
Sıfat-ı Selbiye ve Nefsiye ile muttasıftır demektir.
Ve “Hüve Semiü’-l Basîr” sıfat-ı zâtîye ile muttasıftır, demek olur. Velhasıl bu âyetin evveli Hazreti Mâşuku zıt ile delâlet eder ve âhiri misl ile delâlet eder.

İkinci kısım Ayne’l- Yakindir.
Bu makamda âşık gerek mânâ ve gerek hayalen ve hissen mâşuku aynen müşahade eder.
Bu dahi üç makamdır:
Evvelki Makam: Tevhid-i Efal ve Fenâ-yi Efal ve Tecellî-yi Efal ve Cennetü’l- Efal derler.
Salik olan veled-i kalb yâni zikri kalbi tahsil eyledikte Hazret-i Mâşuku cümle efal ayinesinden müşahade edip “ALLAH” diye Hâl oluncaya kadar.

İkinci Makam: Tevhid-i Sıfat ve Fena-yı Sıfat ve Tecellî-yi Sıfat Ve Cennetü’l- Sıfat tesmiye olunur.
Yâni Hazreti Mâşuku sıfatiyesinden müşahade edip “ALLAH” diye. Andan üçüncü makama naklolunur:


Üçüncü Makam: Tevhid-i Zâttır, yâni Hazreti Mâşuku, yâni Zât Ayinesinden müşahade edip “ALLAH” diye.

Bu üç makam Ayne’l- Yakin Makamlarıdır.
Bunlara MÂRİFET derler ve mahv-ı mahfa ve salik ve FENÂFİLLÂH ve Makam-ı Sekirdirler.
Sülûku İRFAN ve AŞK budur.

Üçüncü kısım Hakke’l- Yakin Makamıdır: Üç makamdır.

Evvelkisi Makam-ı Cem ve Kurb-u Feraiz ve Fenâ-yı Nefis ve Bekâ-yi Ruhî Ve Seyr-i Mahhubî ve Sûre-i Necim’de mezkûr olan “DEN” Makamıdır.
Ve berzah derler.
Ol makam Vahdet-i Zâhirîyedir.
Yâni cümle eşyanın hakikatleri aynel Hakk aslen ayar ve ikilik ve kesret olmayarak hatta bu makam sahibine bu kesret nedir sual olunca cevap vermeye “Vahdetle Kesretten” mahcup ola.
Bu makam vuslat oldukta vesvese müntaki olur

İkinci Makam Hazretü’l- Cem ve Kurbu Nevafil ve Fenâi Ruh ve Bekâı Sır ve Sûre-i Necim’de mezkur olan “FETEDELLA” Makamıdır. Ve Seyr-i Mahbubî derler.
Ve bu makamda kesret ve sıfat tedella ve tenezzül olunur.
Yâni sıfatları kendine ispat eder.
Ve bu makamda kesret sual olunursa “kesret sıfatıyle” deyu cevap verir.

Üçüncü Makam Cemü’l- Cemi ve Vücûdî Kalbi ve Sûre-i Necim’de Mezkür “KÂBE KAVSEYN” Makamı Budur.
Bu makamda efal ve asare tedella ve tenezzül olunur.
Kesret; ayn-i vahdet; Vahdet, ayn-i kesret olur ve bu makamdan gayri dai bir makam daha vardır.
Ahadiyetü’l- Cem Makamıdır ve Sahv-ı Taam ve Makam-ı Temkindir.
Sûre-i Necim de varid olan “EV EDNA” Makamıdır.
Resûlullaha mahsus bir MAKAMdır.
Lâkin gerek enbiya ve gerek evliya bu makama Hakikat-ı Muhammedî ile vasıl olur ve bu makam “HİTAM MAKAMI” dır.
Her bir zerrenin hakikati Ayn-ı Hakktır, kesret yoktur.
Mesela kırk ayineye baksa kırk ayinede görünen birdir.
Lâkin Kâmil bazan İlme’l- Yakin Makamına tenezzül eder zâtını ve cümle âlemi Hazreti Mâşuk’una delil ispat eder.
Ve bazı Ayne’l- Yakine telfi edip hakikatı ve Cemi hakayiki Mazharü Mirat edip Esma-i Mâşuku ve Sıfat-ı Mahbubu müşahade eder.
Ve bazen Ayn-ı Hakk olup ve Ayn-ı Zâtı Mâşuk olur.
Ve Kâmil olan her makam ile tekellüm eder.
Ve herkese aklı fehmedecek kadar ifade eder.
Resûl sallallahu aleyhi ve sellem Ayne’l- Yakini Avâlimi Sahabiye ifade ederlerdi.
Ve Havvası Sahabiye kimine Tevhid-i Efal ve kimine Tevhid-i Sıfatve kimine Tevhid-i Zât ve kimine Makamü’l- Cem ve Cemü’l- Cem ifade ve tâlim ederlerdi.
Halbuki makamları bu makamlardan âlâdır.

“İnnehü gıyane âlâ kalbi festağfirullahe fiyi yevmeeti mervet “ buyurdu.
Ve Kâmil olan âlâ makamdan aşk için ednâ makama nazil olur.
Ve dahi Makamat-ı Kemâl dört makamdır:

Evvelkisi: Velâyet.
İkincisi: Kurbiyet.
Üçüncüsü: Hurbet.
Dördüncüsü: Nübüvvettir.

Velâyet, bir bir mertebedir ki veli akla olduğu zaman keşfi olur.
Ve Hakkla olduğu vakit mahcup olur.
Ve Sıddıkiyet bir mertebedir ki sıddık olan dâima Hakkla olur halkla olmaz.

Ve KURBİYET bir mertebedir ki mukarreb gerek Hakkla ve gerek halkla olduğu halde asla mahcup olmaz.

Nübüvvet bir mertebedir ki nebi olan gerek Hakkla gerek halkla asla bir an mahcup olmaz.
Fakat ana dahi nazil olur.
Vücûdine gayri olan Kelâm-ı İlahî evliya ve sıddıka ve mânâya dahi olur.
Ve dahi eshabı meratibe kelâm varid oldu; meselâ Mertebe-i Velâyetten varid olan:
“Mareeyte şeyen illâ ve reeytullahe kabil”
Ve bazı: “Mareeyte şeyen illâ ve reeytallahü bade”
Ve bazı: “Mareeyte allahe mâa” dedi ve bu Mertebe-i Sıddıkiyette olan: “Ene’l-Hakk”
Ve bazı: “Minallah”
Ve bazı: “Sübhane mââzâmi şâni”
Ve bazı: “Mâafil cebte illâllah” dedi.

Amma Mukarrebler ve Nebiler Ehl-i Temkin olup asla telvinde olmaz.
Ve avama muhalif kelâm demezler.
Ve dahi zikrolunan makamların delilleri vardır.
Hakk Teâlâ buyurdu: “Eynemâ tuvellu fesemme vechullah, hüvel evvel vel âhir vezzâhir vel bâtın ve mâaremeyte izremeyte ve lâkin Allahe remâ felem nak nelvane büğreke menfinnar ve men mevlâhâ ve sübhanallah” ve ayrı eserde dahi varid.
Ve gayri eser dahi vardır.
Ve hadisi şerifte dahi varid olduğu gibi:
“Künte sem'â ve basara ve lisane” dedi.
Ve bilcümle: “İnnallaheyeküle alellisane abdi semi allahü limen hamide hüve fekulu rabbenâ lekelhamd” varid oldu.
Ve dahi Tarik-i Hakikatte havl ve ittihad yoktur.
Zirâ hülûl iki şey mevcûd olup birbirine sirâyet olup.
Sütte yağ olduğu ve ittihad iki şeyi birbirine müttehid olur.
Acı su ve soğuk su birbirine karışıp bir Mirac-ı Aharde bir su olur. Halk, Ayn-ı Hakk olmak bu kabilden değil'dir.
Belki Kar gibi su vücûdundan gayrı birşey olmadığı gibi belki kar, hava soğuk olmaktan suyu donar bir sûret olur, kar namı ile müsemma olur.
Filhakika karın vücûdu yoktur. Belki sudur.
Kar, Ayn-ı Su oldu ve lâkin namda ve hükümde birbirine mugayirdir.
Su ile taharet olur, kar ile olmaz.
Halk, Ayn-ı Hakk olmak, Halk Hakkın zuhurudur ve müstakil vücûdları yoktur.
Ancak vücûd Haktır.
Eğer müstakil vücûdları olsaydı İKİlik lâzım gelirdi.

Hazreti İmam (ra) buyurur:
“Mâarel halkı fit timsal illâ keşlicet ve ente liehelmâ ellezi hüve tâbi mâa safiil hakikat gayrel mâae ve gayran fi hükmü dâateş şeraii lâkin yetmub yerfâu hükme ve yuğduâ hükmü mâa vel emrü vaki tecemât illâ saddat vâhidelhâ ve fihhi selâsete fehü ve anhı sâtın “. (59)


(58) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi.RİSALEİ SÜLUKÜ HAKİKAT. Ali Urfi Efendi tarafından takris edilen orijinal nüshadan, özel kitaplığımızda,sahife: 259/260.

(59) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi,MÜRŞİDÜL UŞŞAK - ÜL KEBİR, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilenorijinal nüshasından.Sahife: 394.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:34 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

A - Fenâ makamları:

Vahdet-i Vücûd inancında olan kişilerin Tevhid, tahkik ve ıtlak üzerinde durdukları ve bilhassa tevhid mertebelerine çok önem verdikleri bilinmektedir.
Seyyid Muhammed Nûr ondokuzuncu asrın müceddidi ve yenileyicisidir.
Muhiddini Arabî'nin felsefi sistemini yeniden ele alarak inançlarımıza ve hayata indirmekte harikulâde bir başarı göstermiştir.
Risaleleri kısa fakat özlü ve büyük ciltleri ihata edecek kadar anlamlıdır.
Kendileri en çok tevhid mertebeleri üzerinde durmuşlar ve Fenâ Makamlarını ısrarla tekrar tekrar tâlim buyurmuşlardır.
Bütün efalin, sıfat ve zâtî tecellînin Hakk'a ait olduğunu, Hakk'tan gayri birşey bulunmadığını hikmetli sözleryle anlatmaya çalışan Seyyid Hazretleri ŞERHİ SIRRI TEVHİD isimli risalesinde şöyle der:
“Şu risale-yi şerife bir mecalii latife yâni letayif nümadır ki tevhid-i ilahîyenin hazine-i gaybtan bir kudret-i ezeliye ile perr ü ziyneti beyan eylemiştir.
Şöyle ki: Cemi efal Hakk Sübhane Ve Tebâreke ve Teâlâ Hazretlerine mahsustur.
Efal-i ilahîye rical-i safiye-i melâmiyeden ehli zevk olanlar meşrebi üzere pervaz-ı vahdeniyet-i ilahîye olduğunun sübutu beyanındadır.
İnşallahü Teâlâ ve Tebâreke kavmı sofiye şunun üzerine içtima eylediler ki tahkik Hakk Sübhane ve Teâlâ Hazretleri Cemi ibadın aynın-ı halik olduğu gibi efalinin küllisini dahi halıktır.
Yâni Cem, ayan ibad ve ibadın hayırdan olsun şerden olsun, cümlesi Cenâb-ı Allah'ın kaza ve kader ve irade ve meşiyeti iledir.
Farz-ı muhal eğer her nevi efal Cenâb-ı Allah'ın kaza ve kader ve irade ve meşiyeti ile olmasa abd olmamak lâzım gelir; ve bununla beraber mahlukat olmamak lâzım gelirdi.
Hâl şu ki Cenâb-ı Hallaku âlem Kur’ânı Keriminde: “vallahü halıkun külli şeyin ve vallahu halakaküm ve mâğtağmelun”
Nazm-ı celileleri ile her şey ve ibadın Ayan ve amal ve efalinin halıkı olduğunu beyan buyurmuştur.
Amma Tevhid-i Efalin mânâsı tahkik Cenâb-ı Allah Azimüşşan Hazretleri efainde birdir.
Mülk-i Zâhir ve Mülk-i Bâtında Andan gayri fail yoktur.
Ve umulur ki mekadirî ezeliye üzere caridir.
Tahkik Cemi avâlimin zâhir ve bâtınında olan hareket ve sükûnet gerek hayır ve gerek şer olsun dâima ilelebet aslen fiilinde vahdelâ lâ şerikelehü olan Zât Eceli Âlâ Hazretlerinin kitab-ı mübeyyininde: “Maamin dabbetin illâ hüve ahizün binasiyetiha inni Rabbi âlâ sıratın müstakiym “ buyurmuştur.
Bu âyet-i celilenin mânâ-yi münifi hiç bir hayvandan yoktur ki hayır ve şer talebinde terk olundu.
İllâ Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri nasiyesinden kabza-i kudret ile hayır ve şerre sevk edicidir.
Ve herbir hayvan Cenâb-ı Hakk'a delil olduğu halde kabza-i kudretindedir.
Tahkik. Cenâb-ı Bârii Teâlâ Hazrtleri ehl-i hayrın islah ve ehl-i şerrin ifsadı hallerinde tariki adalet ve istikamet üzere hüküm kazasını icra edicidir.

Bu bâbta Cenâb-ı Fahri risalet sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimz Hazretleri: “ Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azim” buyurmuştur.
Bu hadis-i şerifin mânâi müfidi masiyetle ilâhiyetten dönmek ve itaat Allah üzerine kuvvet yoktur.
İllâ bikabzı ve tefayüzden münezzeh ve âli olan maale lemâyürid Hazretlerinin mağvetine yâni avn-ı ilahîyesiyledir.
Terk-i menhiyâta kimse kadir olamadığı gibi kimseden hasıl olamaz.
İllâ Cenâb-ı Hakk'tan olduğuna Kur’ânı Kerim Sûre-yi İbrahim'de, İbrahim aleyhisselâmdan hikâyet buyurduğu: “ ....... ve nebiyyi inne nâbüdül esnâm “ nazm-ı celili ve fiil maverânın kezalik hasıl olamaz.
İllâ Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerinden olduğuna yine Sûre-yi Mezburda: “Rabb ecâlli mukimussâlât ve men zerrini “ İlâ aharı... nazm-ı celileleri delil ve burhanı katıdır.
Şu da tahkika umurun küllisi Cenâb-ı Allah Teâlâ Hazretlerinden olduğuna Hazreti İbrahim aleyhisselâm sadık ve mâsadak olduğunu tasrihidir.
Ve Cenâb-ı Mevlânın Sûre-yi Kıssasta buyurduğu: “ ve rabbike bi halki mâyeşâ ve yehnâ mâkane lehümül hayre ilâ.... “ âyeti tecellîsinin mânâi zâhirîsi resen abidde ihtiyarı takyiddir.
Ve ihdet tahkik emir böyledir.
Çünkü tahkik ihtiyar'ı iğdullah Teâlâ Hazretlerinin ihtiyarı ile mahluktur.
Yâni ol ihtiyar-ı ilahîyede aslen anlar için olacak ihtiyarın devamı ile mecbuldür.
Muhakkikin şu Makam-ı Tecellî Efal ve Cennetü’l- Efal ve Fenâ-i Efal ile tesmiye ederler.
Ve şu makamın neticesi tevekkül ve itisamdır. Tahkiken.
Şu müşahade insanda tefevviyet bulduğu vakit halk için kendisinde ihtiras bâki kalmaz.
Kâmiller dahi tahkik dediler ki insan için kendi nefsine fark ve halk âleme Cem ile nazar etmek lâzımdır ki selâmete erişe...
Cenâb-ı Vâcibü’l- Vüdud Hazretleri Kur’ânı Keriminde : “ kul küllü min indillâh ve mâ esabeke min hasenete feminallah ve mâ esabeke min Seyyiete femih nefsik.”
Buyurduğu halk ve icat hasebiyle her şey Cenâb-ı Allahtandır.
Ve hükm-i şahi cihetiyle hayırdan ne ki sana isabet eyledi ise Cenâb-ı Allah'tan ve ne ki şer isabet eyledisen anı nefsindendir de...
Ol bir teeddüb için ki milleti İbrahim aleyhisselâmdır.

El âyeti: “ve izâ merahte fehü ve bişefiin”
Bu âyet-i celilenin mânâ-yi şerifi yine İbrahim aleyhisselâm'dan hikâyeten Cenâb-ı Allah'a buyurur:
“Mariz olduğum vakit Cenâb-ı Allah bana Şifavet verdi.”
Ve Cenâb-ı Fahri Âlem Efendimiz Hazretlerine emre “vettebâ milleti İbrahime hanifa ve mâkâne minel müşrikin “ buyurdu.
Yâni ey habibim sen millet-i ibrahime âşıkâr tebâiyet eyle.
Zirâ İbrahim müşrikinden olmadı.
Ey talib-i mârifet. Şu makamın hakikatine vasıl olmaya irade şudur ki mürşidi kâmilin telkininden sonra senin için ola yâni senin üzerine Kavlen ve Fiilen Zâhiren ve Bâtınen Nebi-yi Ekrem sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine nütabaat lâzimdir.
Sonrada kâimen ve kaiden bâlâ gezerken her halde “lâ ilâhe illâllah” ile zikri dâim eylediğin halde şu zikr olunan Makam-ı Tevhidi murakebe eylemek lâzımdır.
Hakk Teâlâ Hazretlerinin yardımı ile şu makam senin için hasıl olur.
Cenâb-ı Allah zel celâl Hazretlerinin salavat ve selamı habibi Muhammed Mustafa Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin üzerine ve ali eshabının cemisi üzerine olsun.
Velhamdulillâhi rabbil âlemin.” (60)

Demek oluyor ki Fenâ Makamlarına adım atan, benlik şalını atmaya mecbur.
Kim ki tevhid yolundadır, o kimse “benlik” ve “nefis” ten geçmek zorunda kalır.
Vücûd ve varlık üzerinde tefekkür ederken kendisine hiç bir şey izafe etmez.
Vücûd ve fiil Hakk'a aittir.
Ancak kusurlar, hatalar nefsimizden sadır olur deriz.
Çünkü: Kişi tevhid yoluna sülûk edince zâhiren ve bâtınen Resûli Ekrem ile mukavele yapar.
Biât eder ona.
O zaman da mutabaat, itaat ve her emri yerine getirmek, her nehyinden sakınmak asıl olur.
Hazreti Muhammed'in sözü ve fiili ölçü olur insana ve muvahhid, Ahlâk-ı MuMuhammedî ile ahlâklanmak zorundadır.

Üstad Hasan Sabri Dölen'in: “ İş birliği, Huy Birliği ve Vücûd Birliği olarak târif ettiği Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfatve Tevhid-i Zât, Fenâ Makamları olup Allah'a erişme, varlığını kaybetme ve Fenâfillâh anlamına gelir.” (61)
Ve bu üç makam tevhidin fenâ makamı olarak anılır.


(60) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi ŞERHİ SIRRI TEVHİD, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve kitaplığımızda mahfuz orijinal nushadan, sahife:522/524.

(61) Hasan Sabri Dölen, YEDİ DURAKRİSALESİ, 1968, İstanbul. Sahife: 34.
En son kulihvani tarafından 20 May 2010, 20:33 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

1- Tevhidi Ef'âl:

Tevhid mertebelerinin birincisi olan Tevhid-i Efal'i Seyyid Muhammed Nûr RİSALEİ TEVHİDİ İLAHİYE isimli eserinde şöyle târif eder:
“Mâlum ola ki tevhid üç kısımdır:
Evvelkisi Tevhid-i Efal'dir. Tevhid-i Efal demek âşık olan kimesne efali hissiye ve efali kalbiyye ve âfâkiyye ve enfüsiye verâsında Hazreti mâşukun fiilini ol fiil ile zâhir olduğunu zevk eder “. (62)

Bu makamı idrak eden “gerek yerde ve gökte gördüklerini, gerek içinde tebip gelen bütün işlerden kendi alakasını keserek hepsini Hakk'a verir.
Bunları yapan ve becerenin Hakk'tan gayrı hiç bir işleyeni olmadığını bilerek, kalben inanıp zevkeder.
LÂ FAİLE İLLA HÛ - ondan başka işleyen yoktur.
Rabıtasında hiç bir işi ne kendine ne de başka bir kimseye nisbet etmez.” (63)

Seyyid Muhammed Nûr'ül Arabî, mürşidlere rehber olarak hazırladığı “RİSALEİ SALİHİYYE” isimli eserinde tevhidi tevhidi ef'ali şöyle izah buyurur:

“Suveri berzahiyyeden sâdır olan ef'al, Hakk'ın olduğu zevkan, yâni ilmi kuvva ile şuhud olunacaktır. Suveri berzahiye demek kablel bîat görünen suveri ekvandır ki ol suveri berzahiyyeden meselâ bulut, bir sûret, gök bir sûret; dağlar bir sûret; hayvanlar bir sûret, insanlar bir sûret...
İşte bu sûretlere suveri berzahiyye derler.
Bu sûretlerden zâhir olan işlerin cümlesi ıtlak Hakkındır ve Tevhidi ef'alin ebedi odur ki ef'alin cümlesini, yâni bize nisbetle iyisini ve fenâsını Hakk'a nisbet ede.
Çünkü, ef'alin iyiliği ve fenâlığı bize nisbetledir.
Yoksa Hakk'a nisbet olundukta cümlesi hayırdır ve isimlerden münezzehtir. Anın için Ehlullah, ef'ali, Hakk'a nisbet eder.
Yine Allah zina etti demez.
Zirâ zina ismini icad eden nisbettir.
Eğer fiilin kula nisbeti olmamış olsa ol fiilin iyiliği ve fenâlığı tayin olunamaz.
Ve ef'al salikinin esnâyı zikirde rabıtası:”Lâ faile illâllah” dır.
Ve kur’ânda delili:
“Vallahü halaküm ve mâ tağmelun” dır ve bir daha delil:
“Ve hammelnâküm filberrî vel bahrı” ve bir daha delil:
“Zeynel lilnâsi hübbü şehevat” dır. “ (64)

Tevhidi ef'al neş'esini zevk eden her işin, her hareketin Hakk'tan olduğunu bilir ve “Her işin halıkı Hakk'tır” der.
Bu makam aynı zamanda çok tehlikeli bir yerdir.
Zirâ insanı ibahiliğe sevk edebilir.
Bunun için, tevhidi ef'alde “Edebi Muhammedî” dikkat ve ihtimamla aranır.
Ve tevhidi ef'ali idrak edenler:
“gerek kendi nefsinden ve gerek başkalarından kötü bir iş çıktığını görürse, onu, kendi nefsine ve iyi bir iş yapar veya yapıldığını görürse O'nu da Hakk'a nisbet eder.
Buna dair kur’ânda:
Ve ma esabeke haseneten femin Allah ve ma esabeke min seyyietinfemin nefseke - sana iyi bir şey rastlarsa Allah'tan, kötü bir şey rastlarsa kendinden bil “ âyeti kerimesiyle bildirmiş ve anlatmış ve bu terbiye ve nezaketi öğretmiştir.” (65)



(62) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi,RİSALEİ TEVHİDİ İLAHİYE, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan orijinal nushadan, Sahife: 395.
(63) Hasan Sabri Dölen, YEDİ DURAK RİSALESİ, Sahife: 51
(64) Abdülbâki Gölpınarlı, MELÂMİLİK MELÂMİLER, 1931. İstanbul. Sahife.293/294.
(65) Hasan Sabri Dölen,YED DURAK RİSALESİ, SAHİFE: 54.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

2 - Tevhid-i Sıfat:

Efal Hakk'a ait ise,o fiilin zuhur aracı, görüntü imkanı olan esma ve sıfatların da Hakk'a ait olması gerekir.
Vahdet-i Vücûd anlayışında asıl olan: fiil, sıfat ve vücûd birliğidir.

Seyyid, RİSALE-i TEVHİD-i İLÂHİYE’de Tevhid-i Sıfatı şöyle tanımlar:
“İkincisi Tevhid-i Sıfattır.
Tevhid-i Sıfatdemek âşık olan kimesne Hazreti mâşukun evsafı kemâlini mahsurunda ve ma’kulünde kalbi ile müşahade eder.
Her mevcûd ve mahsus ve meful herbirisi Hazreti mâşukun bir kemâl sıfatının mazharıdır.
Âşık olan kimesne Hazreti mâşukun kemâl sıfatlarını zerrâti âlemin verasında zevk eder.” (66)

Tevhid-i Sıfatın rabıtası, derceleri ve mahiyeti RİSALE-i SALİHİYYE de anlatılmıştır:

“Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, Basar, Kelâm Hakkındır.
Yâni diri olan Allahtır ve bilen Allahtır ve kadir olan Allahtır ve işiten Allahtır ve gören ve söyleyen Allahtır.
Bu sûrette salik zevkan bilecek ki bu sıfat ile mevsuf olan Zâtullahtır.
Ve bu sıfatla salike ayine olup ol ayinede Hazreti mevsufu müşahade edecektir ve bu sıfatın kur’ânda delilleri: evvela hayatın Hakk'a mahsus olduğuna delil:

“Allahülâ ilahe hüvel hayyum kayyum” âyeti kerimesidir.
Yâni hayat ancak Hakk'a mahsustu; eşyada görünen hayat Hakk'ın hayatıdır.
Zirâ şeriatta eşyanın hayatı ilahîyye ile kâim olduğunda cümle ehli kelâm ittifak etmişlerdir ve ilim Hakk'ın olduğuna delil:

“Vallahü yağlemu ve entüm lâ tağlemun” ve “kul innemel ilmu indallah” âyeti kerimesidir.
Ve kuvvet Hakk'ın olduğu “innel kuvvetullahü cemian” lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azim.
Sübaneke rabbike rabbil izzeti amma yesifûn” ve irâdet Hakk'ın olduğu: “Ve rabbike yahleku mayeşaü ve yahdaru ma kâne lehümel hayreh” Semi ve basar Hakk'ın olduğu:
“Leyseki mislihi şeyün ve hüvessemiül basir” âyeti kerimeleriyle sabittir.
Ve rabıtası: “Lâ mevsufe illâllah” dır. (67)

Bu eğitim görünen isim ve sıfatların Allah'ın zuhuru olduğuna tam bir inanç telkin eder ve Muhiddini Arabî'nin “Allah - sıfat - Zât” mevzuundaki Vahdet-i Vücûd görüşlerini yansıtır. (68)
Hayat, ilim, irade, konuşma, işitme “semi”, görme “basar”, kudret Allah'ın olunca kul'un ne hükmü kalır?
Allah'ın zıllı olarak kabul edilen isim ve sıfatlarının aslında Hakk saltanatı vardır.
İnsan isim ve sıfatların ne olduğunu idrak ederse artık kötülük yapamaz, kimseye kem gözle bakamaz ve hiç kimsenin hakkına dokunamaz, çünkü varlık âleminde Hakk'tan gayrı hiç bir şey kalmaz ki, kişi fenâlık edebilsin.

(66) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, RİSALEİ TEVHİDİ İLAHİYE, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve kitaplığımızda mahfuz orijinal nushadan, sahife: 395.

(67) Abdülbâki Gölpınarlı, MELÂMİLİK VE MELÂMİLER, Sahife: 294.

(68) Prof. Cavit Sunar, VAHDETİ ŞUHUT VAHDETİ VÜCÛD MESELESİ, 1960,Ankara,Sahife:72. İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, cilt:8, Sahife: 533/555.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

3 - Tevhid-i Zât:

Tevhidin üç mertebe üzere olduğunu belirten Seyyid Hazretleri RİSALE-İ TEVHİD-İ İLAHİYE isimli eserinde Tevhid-i Zâtı târif ederken:
“Üçüncüsü Tevhid-i Zâttır.
Tevhid-i Zât demek Vahdet-İ Zâtîyeyi, kesret-i mezâhiri ile müşahade eylemektir.
Ve kesret iledir.
Ve kesretin vücûdu vahdet iledir.
Vahdeti kesret etmeyince ayanda zâhir olmaz.
Ol kesret Hazreti Mâşukun Meratipleridir.
Ol meratip iki kısımdır.
Birisi müessiredir: Esmai zâtî ve evsafı fiiliyedir.
Ve birisi gayrı müessiredir: Elvanı hissiye ve mâni’i akliyedir. Makam-ı Velâyetin nihâyeti budur.
Gayrı makam yoktur.
Ancak Makam-ı Muhammedîyyedir.
Ona kimse vasıl olamaz.
Ancak varis vasıl olabilirler.” buyurur. (69)

Vücûd birliğini kapsayan ve tevhidde Fenâ Makamlarının nihâyeti olan Tevhid-i Zât, Allah'tan başka hiç bir vücûd olmadığının izahıdır.
Bu makam için RİSALE-İ SALİHİYE de, Seyyid Muhammed Nûr şunları söyler:

“Vücûd Hakkındır, gayrının vücûdu yoktur.
Zirâ: “Küllî şey'in halikün illâ veche” ve
“külle men aleyha faan ve yebkaa vechü rabbike zülcelâlün vel ikram” demek eşya madum demektir.
Madumun ise vücûdu yoktur.
Ancak vücûd Hak'tır.
Bu Makamın Rabıtası: “Lâ mevcûde illâllah” dır.
Ve bu üç makam eshabına EHLULLAH ve Ehl-i Fenâ tesmiye ederler.” (70)

Kur’ânı Kerimde beyan olunan:
Küllî şeyin halikü illâ vechehû - Her şey helak olur, yalnız onun vücûdu kalır.
Eynemâ tevellu fesemmâ vech-üllah - Her nereye dönerseniz dönün, Allah'ın yüzüyle karşılaşırsınız, âyet-i celileleri varlığın Allah'a ait olduğuna açık delildir.
Onun içindir ki Allah her gün yeni bir şe'n “iş” üzerindedir ve bütün âlem onun hüviyetidir.
Bu sebeble Muhiddini Arabî: “Allah mahiyetiyle bilinmez, hüviyetiyle bilinir” buyuruyor. (71)

Tevhid-i Zât, velâyetin son makamıdır ve bu makamdan sonra tahkik yolu açılır.
Tevhid mertebeleri olarak adlandırılan Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfatve Tevhid-i Zât Ayne’l- Yakin makamlarıdır.
Ve bunlar ayı zamanda fenâfillâh ve sekir makamlarıdır. (72)

Tevhid-i Zâtta salik âşıktır.
Demekki Tevhid-i Efalde mürid olan talib, Tevhid-i Sıfatta muhip ve Tevhid-i Zâtta âşık tesmiye olunuyor. (73)
Ki bu makamda VELÂYET hasıl olmuştur.

Tevhid-i Zât, Makam-ı Salistir.
Eşyanın vücûdları olmadı, vücûdun Hakk'a ait bulunduğu, her şeyin Hakk'a nisbet edildiği bir makamdır ve bu makamda salik: “hissen ve alken gerek efal ve sıfat ve gerekse zât ayinelerinden vücûdullaha rabt olup, yâni eşya bir vücûd olup vücûdu Hakk olduğunu mülahaza eder.” (74)

Burada sekr tamam olur.
Salik vahdet ile kesretten mahcup olur.
Hatta bu kesrettir diye sual etsen cevap veremez. (75)
Makam-ı zâtta açılma olur ve kişi BEKÂBİLLÂHa vasıl olur.

Hazreti Seyyid: “Tevhid-i Zât demek, cemi halk bilâ hevl velâ ittihad Zât-ı Hakk ile vücûdları olduğunu bilip halk ayinesinde zâtı mâşuku müşahade etmektir “diyor. (76)


DİPNOTLAR:

(69) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, RİSALEİ TEVHİDİ İLAHİYE, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve kitaplığımızda mahfuz orijinal nüshadan Sahife: 396.

(70) Yusuf Ziya İnan, SEYYİDÜL MELÂMİ MUHAMMED NUR'ÜL ARABİ (hayatı, şahsiyeti, eserleri), 1971, İstanbul, Sahife: 37.

(71) Yusuf Ziya İnan, Aynı eser, Sahife: 37.

(72) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, MÜRŞİDÜL UŞŞAK-ÜL KEBİR, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan orijinal nüshadan, Sahife:393.

(73) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, DAİRETܒL- VÜCÛD Fİ BEYANİL MAKAMܒLMAHMUD, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan orijinal nushadan, Sahife: 382.

(74) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, MÜRŞİDÜL UŞŞAK, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan nüshadan, sahife: 381.


(75) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, MÜRŞİDÜL UŞŞAK, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan orijinal nüshadan, Sa: 381

(76) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, RİSALEİ SÜLUKÜ HAKİKAT, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve özel kitaplığımızda bulunan orijinal nüshadan, Sahife: 259.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

B - Bekâ Makamları.

Tevhid Mertebeleri Fenâ Makamları olan Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfatve Tevhid-i Zâttır.
Vahdet Makamları tevhidden sonra gelir ve bunlara Bekâ Makamları da denir.
“Ve vahdet üç makamdır: Hazretü’l- Cem, Cemü’l- Cem ve Ahadiyetü’l- Cem.” (77)

Bekâya eren kişinin benlik ve nefsi olmaz; ancak onlar kulluklarıyla iftihar ederler.
Tek varlıkları: Fark'dır.
Davranışlarında sadelik ve tabi’îlik vardır.
Ve onların avamdan farkları yoktur.
Farz-ı İlahîyi eda ederler.
Ve Emri İlahîye temesük ederler.
Halleri dâima Hakk’ladır ve bu taifeden birisi ile mülaki olmak ve haliyle hallenmek saâdeti uzmadır.
Ve Hakk'a vasıl olmaktır. (78)

Bekâ Makamlarına Hakke’l- Yakin Makamı da denir.
Seyyid Muhammed Nûr söyle buyurur:

“... Hakke’l- Yakin makamı üç makamdır.
Evvelkisi Makam-ı Cem...
İkinci makam Hazretü’l- Cem...
Üçüncü makam Cemü’l- Cemi'dir.” (79)

Hakke’l- Yakin, ittihad veya Bekâ Makamı diye isimlendirilen bu üç makam RİSALE-i SALİHİYYE ve MÜRŞİDܒl- UŞŞAK da geniş şekilde anlatılır.


(77) Seyyid Hâce Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi,RİSALEİ İSMAİLİYE Fİ BEYÂNİ SÜLUKÜ-S SADATÜN NAKŞİBENDİYYE VE’L- MELÂMİYYE, özel kitaplığımızdaki orijinal nüshadan.

(78) Aynı eser, sahife:458.

(79) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabîyyül Melâmi, MÜRŞİDÜL UŞŞAK-ÜL KEBİR, Ali Urfi Efendi tarafından takriz edilen ve kitaplığımızda mahfuz orijinal nüshadan.
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen MINA »

Hedefine, müslümanca hayatı koyanların dikkat etmesi gereken bazı hususları hatırlayalım:

Manevi enerjisini Kur' an olarak belirleyenler, asla Halık ile bağının kesilmesine razı olmazlar. Salih amelleri ile bunu ortaya koyarlar.
Müslümanların sözleri hareketleri Kur' an’a uygundur. İsteyince Rezzak’tan ister ve istemenin alt yapısını sabırla ve namazla oluşturur.
Yediklerinde ve içtiklerinde rızkın temizine talip olur.
Hududullaha uyar ve sınırı aşmazlar.
Fenalıklardan korunmayı, ibadetleri ile sağlar.
Bilir ki hem çamurda yürüyüp, hem de ayağıma çamur dolaşmasın demek olmaz.

İmkân varken, gereği gibi kulluk yaparlar.
Hayrı başa kakmak için değil, malın önünde başını dik tutmak ve malı verenin farkında olmak için yaparlar.

Kendisine verilince razı olamayacağı şeyi başkasına vermezler.
Allah(c.c.)’ın indirdiğini hesaba katmayanların yanında durmazlar.
Allah(c.c.)’ın istediği gibi yaşayıp müslüman olarak ölmeyi birinci gaye edinirler.

İmanı esas almayanlarla sırdaş olmazlar.
Haksız kazanca değil, hak edilmiş kazanca talip olurlar.
En az Allah(c.c.)’ın düşmanlarının batıl davalarına sahip çıktıkları kadar, Hak davalarına sahip çıkar, her bakımdan onlardan öne geçmeye çalışırlar.

Kazançlarını haramla kirletmezler.
Ancak, hakkıyla iman edenlere itaat ederler.
Düşmana karşı daima hazır kuvvet bulunurlar.
Menfaat karşılığı mü’mini tekfir etmezler.

Adam kayırmacılık yaparak adaleti engelle-mezler.
İmansızlarla ve dinini alaya alanlarla asla dost olamazlar.
İyilikte ve hayırda yarış ederler.
Adaleti menfaat için değil, Allah(c.c.) için yerine getirirler.
Nimetleri Allah(c.c.)’ın verdiğinin farkındadırlar ve Allah(c.c.) a güvenirler.
Rızayı ilahi için vesile ararlar.

Allah(c.c.)’tan uzaklaştıran her şeyden uzak dururlar.
Doğru yolda olanlara eğrilerin zarar veremeyeceğini bilir.
Allah(c.c.)’tan yüz çevirenlerden, yüz çevirirler.
Kur' an’ın çağrısına uyar ve ihanet etmezler.
Hayata Furkan’ın ölçüsüyle bakar.
Allah(c.c.)’a yürekleri ile dönenlere Rahman’ın karanlıkla aydınlığı ayırt ettirici özellik vereceğini bilirler.

Allah(c.c.)’a ihanet eden en yakını bile olsa ona karşı dururlar.
İman etmeyenleri dost görmezler. Çünkü onlar pisliktirler.
Allah(c.c.) yolundan alıkoyanlardan, kendilerini alıkoyarlar.
Ahiret karşılığında dünyaya razı olmazlar. Dünyadan da nasiplerini unutmazlar.

Doğrularla beraber olurlar.

Küfre karşı izzetli, Müslümanlara ve mazluma karşı merhametlidir.
Hayâsızlığın ve kötülüğün kaynağı şeytana yardım ve yataklık etmezler.
Allah(c.c.)’ı çokça anarlar.
Doğru sözlüdürler.
Salih amellerini boşa çıkaracak, davranışlardan uzak dururlar.
Fasığın haberine araştırmadan inanmazlar.
Alaycı değillerdir.
Namaz ehlidirler.

Merhameti ilah-i’nin itaatle olacağını bilirler.
Konuşmaları bir araya gelmeleri, iyilik ve takva üzerinedir.
Yaşarken hazırlayıp, ölünce önlerinde hazır bulacaklarının hesabını ölmeden yaparlar.
Allah(c.c.)’a kim düşman ise onu düşman bilirler.
Allah (c.c.)’ın razı olmadığına, razı olmazlar.
Dinin yardımcısıdırlar.

Mal ve çocukların, imanlarına zarar vermesini istemezler/izin vermezler.
Hatalarına karşı, tevbeyi Nasuh ehlidirler.
Hem kendini hem de ehlini korur, akıbetlerinin hayır olması için çalışırlar.
Allah(c.c.)’ın indirdiğine razı olamayanların ve vahyi şu veya bu sebeple geçersiz görenlerin yanında/içinde asla bulunmazlar.
Müslümanlar bütün bu ilkeleri, niçin hesaba alır.

Hedefi var.
Biliyorlar ki, bu dünyaya kalmak için değil, Ahiret’ini hayırlı akıbet olarak kazanmak için geldiler.

İlkesi var.
Gayesi var.

Müslüman Allah(c.c.)’tan ve indirdiği vahiyden daha değerli, herhangi birşey tasavvur edemez. Etmedikleri için de ne olduğu belirsiz bir hayatı değil, Kur' an’ın öngördüğü bir hayatı yaşamak isterler.
Bu uğurda can ve mal varlığından cennet karşılığı, iman ettim dediği andan beri vazgeçmiştir.
Geçirdiğimiz ömrümüze bakalım, hedefimiz nasılmış?
Sonramıza bakalım, hedefimiz nedir?
Hedefimizin akıbeti hayır olsun dileyenlere, Resülüllah(s.a.v)’ın ardınca yürüyenlere müjdeler olsun.
Hedefimiz belli mi?
Beklediğimiz müjde mi?
İnsan gidenleri görmez mi?
Gidip de gelmeyenleri bilmez mi..


alıntı...
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

1 - Makam-ı Cem:

Yükselme durakları Makam-ı Zât ile sona erer.
Fenâ Mertebelerinden sonra Bekâ Mertebeleri, ya da “İttihat Makamları” dediğimiz:
Cem, Hazretü’l- Cem, Cemü’l- Cem menzilleri gelir.
Cem Makamı ayrılıktan sonra birleşme makamıdır ve bu makamda Hakk zâhir, Halk bâtındır; yâni görünen Hakk'tan başka bir şey değildir.
Risale-i Salihiyyede Seyyid Muhammed Nur, bu makamı şöyle anlatır:

Bu makamda salik Hakk'a kuva olur, kuvasında Hakk zâhir olur ve kendisi bâtın olur.
“İnnallahe basirun bilibâd”..... âyeti kerimesiyle “innalahe yekulü bilisani abdühû semiallah limen hamide” hadisi şerifi bunu ifade eder.
Bu makamda eşya Hakk'ta bâtın olur.
Şöyle ki eşya denilen suver-i ekvandır; suver-i ekvan ise gözlerini kapadığın vakitte eşyanın sûretleri insanın zihninde bâtın olduğu gibi Makam-ı Cemi'de dahi eşya, ilmi ilâhide bâtın olur; Zât ile zâhir görünür.
Bu makam saliki, eşyaya nazar eyledikte suver-i ilâhiyeye nazar eyler ve ne ahkâm zâhir olursa cümlesini Hakk'a isnad eder ve bu ahkâma Ahkâm-ı İlahîye tesmiye ederler.
“İnnallahe ve melaiketehu yüsellüne alennebi” âyet-i kerimesi bunu ifade ve beyan eder.
Yâni Allah ve Melekleri, yâni Sıfat-ı İlahîyenin cümlesi Zât-ı Hakk'ta bâtın olduğu cihetle ahkâmın cümlesini rica eden Hakk'tır.
Anın için Cenâb-ı Allah, mi’racta Hazreti Peygambere buyurdu: “Kâf ya Muhammed feinne rabbüke yüsalli” ve “şehidallahü innehû lâ ilâhe illâ Hû” bunu ifade eder.
Bu makamda salik, Kesret-i Eşyadan mahçuptur.
Bu kesret nedir? diye sual olunca cevap vermekten acizdir ve bu makamda saliki çok durdurmazlar.
Zirâ Hakikatte makam değildir.
Belki bir hâli istiğraktan ibarettir.
Mecnunun: “Leylâ benim gayrı Leylâ yoktur!” dediği gibi...
ve Makam-ı Cemde eşyanın bâtına rücu’unun bir diğer misâli, meselâ:
Düz bir ovada bir direk olsa, sabah güneşi, o direğe vurdukta bir gölge çıkar.
İşte o gölge mahlûktur.
O gölgeyi güneşin tulûu izhar eyledi.
Bir müddet sonra güneş yukarı çıktıkta ve zeval vaktinde ol gölgenin eseri kalmayıp direkte bâtın olur.
Salikte dahi, şuhud ve zevk sebebebiyle Hakk Kemâliyle zâhir oldukta, eşya, Zâtı Hakk'ta bâtın olur, gölgenin bâtın olduğu gibi; gölgenin vücûdu haricisi olmayıp ancak göze bir karaltı görünüp belki vücûdu zıllisi olduğu gibi halkın dahi vücûdü halikisi olmayıp ve yalnız âlemde bir şey olup hariçte asla vücûdü yoktur.
Yalnız gölgenin inkârı kabil olmadığından halkı dahi inkâr kabil olmaz.
Belki halk denilen Hakk'ın ismi zâhirinin hükmüdür.
Ve mutlaka tecellîyetı hariciyyeden ibaret olup vücûdü haricisi yoktur.
Anın için Ehlullah buyurdular:
“El a'yanü mâ şemtü rayihatü’l- vücûd” a’yan-ı sabite vücûd kokusu duymadılar.
Nerede kaldı ki vücûdları olsun.
Bu makama Kurb-i Feraiz derler.
(80)

Mürşidi Uşşakü’l- kebir de Hakke’l- Yakin Makamlarının ilki olduğuna temas eden Seyyid, şöyle der:
“... evelkisi Makam-ı Cem ve Kurb-i Feraiz ve Fenâ-yı Nefis ve Bekâ-yı Ruhi ve Seyr-i Mahbudi ve Sûre-yi Necimde mezkûr olan DEN makamıdır.
Ve berzah derler ol makam Vahdet-i Zâhirîyedir.
Yâni cümle eşyanın hakikatları Ayne’l- Hakk ASLen ayar ve İKİlik ve kesret olmayarak...
Hatta bu makam vuslat oldukta vesvese munkat’i olur."
(81)

Dip notlar:
(80) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî,RİSALEİ SALİHİYYE'den Abdülbâki Gölpınarlı, MELÂMİLİK VE MELÂMİLER, SAHİFE295.
(81) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, MÜRŞİDܒL- UŞŞAK-ÜL KEBİR, kitaplığımızdaki orijinal nüshadan.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

2 - Hazretü’l- Cem:

Bu makam iki vechesi olan makam-ı Muhammedîdir.
Ve Kur’ânı Kerimde sözü edilen FETEDELLÂ makamıdır.
Bu makamda halk zâhir Hakk bâtındır.
Sıfatların zuhuru zevk edilir. Ve bir adı da kurbi nevafildir. Mürşidül Uşşak ül kebir de, Seyyid Hazretleri buyurdu:
“İkinci makam Hazretü’l- Cem ve kurbi nevafil ve fenâyı ruh ve bekâyı sır ve Sûre-yi Necimde mezkûr olan ”fetedella” makamıdır.
Ve Seyri Mahbubi derler.
Ve bu makamda kesret ve sıfatla tedella ve tenezzül olunur.
Yâni sıfatları kendine isbat eder. Ve bu makamda kesret sual olunursa, kesret sıfatıyla deyu cevap verir.”
(82)

RİSALE-İ SALİHİYYE de Hazretü’l- Cem'in târif ve izahı şöyledir: “Hazretü’l- Cem demek, Hakk bâtın, halk zâhir demektir.
Hakk bâtın halk zâhir ne demektir?
Yâni ol halk ki zâtın ilminde bâtın olmuştu ve ilmi ilhâhide mahfuz olmuştu ve ilmi ilâhide mahfuz olmuştur; o ilimde olan esmayı, Hakk, kendi vücûdüyle izhar edip ve kendi hükmünü esmaya nisbet eylediğinden esma zâhir; zât, bâtın olur.
Bu halde gören, işiten, söyleyen Hakk'tır; lâkin abdin kuvasiyle...
Bu makamda Hakk, kulun kuvası olup kulun hayatı Hakk'la, kudreti Hakk'la, semii Hakk'la, basar'ı Hakk'ladır.
Nitekim hadisi kudsîde: “İzâ uhibbed abden künte lehü semian ve basaren ve bedien ve lisanen ve rücülen resmeu biviri ve yemsekübi ve yekülü bive yembişi” yâni ben kuluma muhabbet eylediğim vakitde o kulumun semi “işitme”, ve basarı “görme”, yeddi ve lisanı ve ricli olurum.
Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle söyler, benimle yürür.
Bu makama ehlullah “kurbi nevafil” tesmiye ederler.
Bu makamın kemâline nâil kmseler herkesin bildiğini bilir ve işitir ve görür.
Yâni kerameti ilmiyye ve kemâlatı sıfatiye kendisinden sadır olur."
(83)

Demek oluyor ki cem de Hakk zâhirken Hazretü’l- Cem de Hakk bâtın olmaktadır.
Bu mertebe fark menzilidir.
Üç buutlu dünya nizamının ve dünya ahkâmının belirlendiği ve ahkâmı Muhammedînin mahiyeti hakkında kulun şuurlandırdığı bir ortamdır.
İyi, kötü, doğru, yanlış, ibâdet, hidâyet, dalalet, ahkâm ve ahlâkın öğrenildiği, ceza ve mükafatın kabullenildiği bir idrak hâlini telkin ederken aynı zamanda iç ve dışın yâni bâtın ve zâhirin ayniyetine de işaret edilmektedir.


DİP NOTLAR:

(82) Aynı Eser. Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, MÜRŞİDÜ’L- UŞŞAK-ÜL KEBİR, kitaplığımızdaki orijinal nüshadan.

(83) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, RİSALE-yi SALİHİYYE. A.Gölpınarlı, MELÂMİLİK VE MELÂMİLER. Sahife:296.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

3 - Cem'ül Cem:

Bu menzil Vahdet-i Vücûd inancının insan idrakinde gerçekleşmesidir.
Cem'ül cem dersini alan artık bu vücûdun ne olduğunu bilir.
Bâtın, zâhir evvel âhir olanı tanır ve bunları insanda müşahade eder ki, bu idrake eren bir insandan kötülük sadır olmaz, kimseye kötülük edemez, hatta kötülük düşünmez.
Niyyet ve amel birleşerek insan ihlas menziline varmış olmaktadır. Seyyid Muhammed Nur bu makam için RİSALE-İ SALİHİYYE'de şunları yazar:
“Salik bu makamda: “Hüve’l- Evvelü ve’l- Âhiru ve’z- Aâhiru ve’l- Bâtınu” Âyet-i Kerimesini bir nazarda müşahade edecektir.
Şöyle ki Abidden zâhir ancak ef'al ve sıfatı ve vücûd-i Hakk olduğundan abid evvel oldu ve Efal-i İlahîyyenin zuhuru abdin aza-yı samaniyyesine mütevakkıf olduğundan abid, âhir oldu ve yine Hakk, abid sûretyle zâhir oldukta mahlukat tesmiye olunduğundan abid zâhir oldu.
İşte bu makamda salik, Suver-i Ekvandan bir sûrete nazar eyledikte bu dört nisbeti bir sûrette müşahade edecek ve kendisinde dahi bu dört nisbeti müşahade eyleyecektir.
Hatta şuhud galebe eyledikte bir kimse kendisine sual edecek olsa ki: “Hüve’l- Evvelü ve’l- Âhiru ve’z- Aâhiru ve’l- Bâtınu” Âyet-i Kerimesinin mânâsı nedir?
Ol dahi cevabında der ki: “Evvel benim, Âhir benim, Zâhir benim, Bâtın benim...” yahut karşısında olan sûrete:
“Sensin Evvel, sensin Âhir, sensin Zâhir, sensin Bâtın!” deyu cevap verir ve bu cevabında sadıktır ki onun şuhudunda Hakk, bu suveri kendi vücûduyla izhar eylemiştir."
(84)

Seyyidin bu telkin ve tedrisatında Vahdet-i Vücûd anlatılmakta ve Varlık Âleminin Hakk'ın vücûdu olduğu gösterilerek edep, ahlâk, hoşgörü ve Hakkseverlik öğretilmektedir.
Öyle ya, bir insan gördüğü bu âlemde her şeyin Hakk'a ait olduğu zevkinde ise O'na nasıl karşı kor, O'nu nasıl sömürür, nasıl kötülük eder?
Vahdet-i Vücûd insanı maddeciliğe değil, maneviyata iter; haris yapmaz, diğer kâm kılar; Tenbellikten korur, çalışmaya sevk eder; Hakk duygusunu şuur haline getirir ve insanları sevmeyi, insana hizmeti en yüksek fazilet ve iman duygusu olarak ilan eder.
Seyyid, bütün derslerinde insanı bu yüksek şuura ulaştırmak için gayret sarfeder ve verdiği dersler neticede insanı yüksek bir ahlâk ve idrake eriştirir.
(85)

Dip notlar:

(84) Yusuf Ziya İnan, Seyyidül Melâmi Muhammed Nuru’l- Arabî, 1971, İstanbul, Sahife: 40.

(85) Aynı Eser, Sahife: 41.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

- VIII - –

Resim

SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABÎ'NİN ESERLERİ İÇİNDE GEZİNTİ:

Resim

Seyyid Hazretleri mevcûdatın bir görüntü olduğuna kanidir.
Ve varlığın müstakil vücûdları olmadığını şöyle beyan buyurur:

“... Onlar kar'a müşabihtir. Vücûdü müstakilleri yoktur.
Zirâ kar'ınvücûdu suyun vücûdudur. Başka vücûd yoktur.
Halk dahi böyledirler. Vücûdları vücûdü Hakk'tır, müstakil vücûdları yoktur.
“Ente” halbu ki sen Allah Hakk Teâlâ'ya hitabtır.
“Lehâ “yâni halkın vücûdları ve zuhurları için “elma ellezi hüve tabi’i” yâni zâhir olan kar, su gibidir.
“Mâ elselceti fi hakikate” yâni hakikatte ve nefsül emirde kar, suyun vücûdudür.
Ancak su bürûdeti hava “soğuk hava” ile kar sûretinde görünür.
Su namı gizlenip kar namı zâhir olur.
Nefsil emirde şeyi vahiddir.
Halk olan şey cümlesi Hakk'ın zuhurudur.
Her sûretle cilvegar olup ol cilvelerle halk nam oldu.
Nefsil emirde zâtı ilahîyeden gayrı zât yoktur.
Cümle halk namıyla olan kendi cilvesi ve zuhurudur.
“Ve gıyâne yekün fi hükmü dâaateş şerâyi” yâni kar ve su şer'ide ve Ahkâm-ı Zâhirede birbirlerine mugayyirdirler.
Zirâ su ile taharat olur. Kar ile olmaz.
Hatta kardan gayrı su bulunmaz ise ve kar'ı eritecek şey yok ise teyemmüm caizdir.
Kar'ın vücûdu teyemmüme mâni’ olmaz.
Lâkin suyun vücûdu mâni’ olur.
Ve bundan mâlum oldu ki zahr şer'ide kar'a, su itlak etmezler.
Zirâ kar'ın vücûdü müstakili yoktur ki ana su itlak oluna...
Kezalik zâhirde ve namda Hakk'ın cilvesi olan halk zâtı Hakk'ın gayrıdır, zirâ zâttan gayrı zât yoktur ki ana Hakk itlak oluna.
Velhasıl kar suyun mazharı ve sûreti olduğu gibi halk dahi Hakk'ın mazharı ve cilvesidir.
Lâkin halk'a Hakk olunmaz ve mağduma ıtlak olunmaz velâkin “yeshibül serece yerfaü hükme ve yevzâh hükm-ül mâ vel emrivâki” yâni kar eriyip kar namı ve hükmü olan âdemi taharet ve teyemmüm ve teyemmüme mâni’ olması ref olup ve su namı ve hükmü olan taharet vaaz olunur.”
(86)

Vahdet-i Vücûd inanacının tahlil ve izahını yapan Seyyid Hazretleri: Tevhid tedrisinin gereğini Şerh-i Nutku İmamı Ali isimli Eserinde açıklarken Ahkâmı İlâhiyeye itaatkâr ve erkâna saygılıdır:
“Kezalik süluki tevhid ile Hakk Teâlâ tenbih buyurur.......... ey liyahidün cümle halkı fâni etmek gerektir.
Tevhid-i Efal, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zât ile halk zâhir ve fâni badehû zâtı Hakk müşahade olunup Hakk nazarıyle sülûk ile halk fâni ve Hakk bâki olduğunu müşahade kılınıp cümlesi Hakk zâhir olur.
Velâkin sülûk-i tevhid olmaksızın halk Hakk demek küfürdür. Neuzubillâhi Teâlâ.
Kâle Ali (R.A. “el cemi bilâ fark zindikatü’l- fark bilâ cem şirk. Taife-yi Bektaşiyün kendilerini nisbet eden mülahaza ile bilâ süluk Tevhid-i Halk'a Hakk demek ve nazarlarında halkın vücûdlarını var müşahade ve mülahaza etmek Mâa haza ıtlakları mücerred küfürdür.
Firavunun “Ene rabbikümü âlâ” iddiası gibidir.
Allahım ahkâyenâ ân katnet lişeytanil racim.
Bu makül cem ve Hazretü’l- Ruh ve kurb-u feraiz tesmiye olunur.
Bu makamda enel Hakk caiz olur.
Fakat bu sırrı fâş etmek caiz değildir.
Mansur ibnül Hallaç bu sırrı ketme sabrı kalmayıp: “Enel Hakk” sırrı zâhir fâş oldu.
Kendi katline dua okudu.
“Tecemâtel ezdâdı fi vahît Lehâ fehi selâsete anhü sâatı” yâni bu makam Hazreti Cemide efal ve sıfat ve zât Hakk'la kâim olduğu müşahade olunur. Beyinlerinde zıddıyet sabit olur. Meselâ evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, muti ve mâni’ akur münkani gayrileri esma ve sıfata yâni hüsnücemâl ve zâtı vahid olan Hakk Teâlâ Hazretlerinin cilveleridir ve sıfatlarıdır ve bu makam'ı Cemü’l- Cem’ide yâni efal zâhir zât Hakk'la zâhir olur.
Mahaza zıddıyet vardır, su ve kar ve hâcer ve eşcâr ve hayvan ve nabat ve gayrıları gibi.
Velâkin cümlesi sıfat ve efal ve zât Hakk'la zâhirdirler.
Vücûdü müstakilleri yoktur ve zuhurları ayni zuhuru Hakk olduğunufihi selâsete ve hüve anhi sâatih.
Devu mısraı ile dahi işaret eyledi.
Yâni cümle sıfat ve efâl gerek maani ve gerek suveri Hakk'ın mezâhirleridir.
Cümlesini zâtı Hakk'a nisbet edip fâni ve bâtın olur. Ve hüveankü saatı, yâni o mezâhirden zâhir vr bâtın zâtı Hakk'tan gayrı yoktur. Görmezmisin ki aynaya nazar eylediğin halde ayna kaybolup ve sûret nazır olur.
Bundan ötürü ayineye nazar etmek sünnettir, Hatta mâcâalel Lâhe meselen rühetel mezâhirikel mirat eseri varid oldu ve sallallahü alâ seyyidinâ muhammedîn ve alâ ve sahbihiecmâin. “
(87)

Demek ki cezbe ve hâl içinde bulunan kimse “Enel Hakk” sırrına agâh olursa da, bu sırrı fâş etmek, açıklamak, şeriate aykırıdır ve yasaktır.
Eğer ârif, bu sırrı açıklamışsa suç işler ve kendisine şer'i hüküm uygulanır.
Nitekim meşhur Hallacı Mansur: “Enel Hakk” dediği için ölüme mahkûm edilmiştir.
Her hâl bir makamın, bir aşamanın ifadesidir.
Esasen Hazreti Seyyid, eserlerinde makam ve hâl konusunda çok
dururlar.


Dip notlar:


(86) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî: ŞERH-İ NUTK-U İMAMI ALİ.
Kütüphanemizde bulunan küllîyat, sahife:192.

(87) Aynı eser: sahife:192-193.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

MÜRŞİDÜ’L- UŞŞAK isimli eserinde Hazreti Pîr şöyle buyurur:

“Makamat yedidir.
Üçü Makam-ı Fenâfillâh, dördü Makam-ı Billâhtır.
Bu makamlar ile zevk olunur.
Bu makamlar yedidir:

Evvelki, Tevhid-i Efal ve Fenâi Efal ve Tecellîi Efaldir.
Ol makamda sâlik hissen ve aklen ve hayalen idrâk eylediği ef'ali Hazreti mâşuka nisbet edip o ef'ali ayinesinden Hazreti Mâşuka rabt olup mâşukunu zikreder.
İstiğrak hasıl olacağı, hatta bir kimse onu hizb etse ol hizbi mâşuka nisbet edip gayriye nisbet olmaya.
“Lâ faile illâ hû” netice zâhir olur. Gafil olmaya.

İkinci, Tevhid-i Sıfat, Fenâ-i Sıfattır Ve Tecellî-i Sıfattır.
O makamda sâlik hissen ve aklen ve hayalen idrak eylediği sıfat kemâliyle Hakk'a nisbet edip ol sıfat ayinesinden Hazreti Mâşuka rabt edip Allah'tan istiğrak hasıl olur.
“Lâ mevsûfe illâ hû” neticesi zâhir olur.

Üçüncü Tevhid-i Zât ve Fenâ-i Zât ve Tecellî-i Zâttır.
O makamda sâlik hissen ve aklen gerek efal ve sıfat ve gerek zât ayinelerinden vücûdullaha rabt olup, yâni eşya bir vücûd olup vücûdu Hakk olduğunu mülahaza ede: İstiğrak neticesi hasıl olur.
“Lâ mevcûde illâ hû” neticesi hasıl olur. Sekri tam olur.
Vahdet ile kesretten mahcûp olur, hatta bu kesrettir sual etsen cevap veremez.
Badehu sahva “açılma” gelip Makam-ı Bekâbillâha vasıl olur.
Ol vakit Hazaratı Hamse-i ilâhiye olan Hazretü’l- Gayb Zâtı Hazreti lâhût, Sıfat Hazreti ceberrût, Esmâi Hazreti melekût, Ervaı Hazreti nâsût, ilmi şahâdet, şahâdeti dünya bu cümleleri birbirinin mezâhiri olmak müşahade eseri hülûl ve ittihad yoktur.

İmdi bu Ayne’l- Yakin misâlleri dörttür:

Evveli, Vahdet-i Şuhudu galib olmak.
Buna Makamü’l- Cem’i ve Seyrü’l- Cem’i derler.
Bu makamla Hadis-i kudsî varid oldu:
“İzâ takrebû ilâ abdi bilnevâfil ahiyyete feiza ahiyete küntü semiellezi li semih bihi ve basarellezi bâsir bihi ve lisanellezi yentuk biha ve yedelleti bibatşı bihâ ve ricle yemşi biha innallahe yekûle alâ lisane abdi semiallah limen hamide” varid oldu.
Bu makamda: “mâre eyte şeyen illâ ve reeytallahe”.

İkinci, kesret mezâhirdir. Şuhudu galib olur.
Buna Hazreti Makam-ı Cem’ ve Setr-i Mahbubi derler.
Ve bu makamda lisanı “mâreeyte şey'en illâ ve reeytallahe bihamdi”.

Üçüncü, hem Kesret-i Mezâhiri, hem Vahdet-i Mezâhiri ikisi ile müşahade olunur.
Buna Makam-ı Cemü’l- Cem’ ve “Kâbe Kavseyn” derler.
Bu makamda “innallahe yekûlü alâ lisani abde” varid oldu. “Maarreyte şey'en illâ reeytallahe maâ”.

Dördüncü, vahdeti kesreti Ayn-ı Vahdet müşahade eder.
Bu makam Ahadiyetü’l- Cem’ ve “ev ednâ” Makamıdır.
Bu makamda: “Maâ remeyte izremeyte velâkin innallahe remâ” varid oldu.
“Maâreliahe illâllahe” badehu iman tahkikî olup Hakka’l- Yakine dahil olur.
Hakke’l- Yakin bir makamdır ki ona Makam-ı Temkin Ve Makam-ı Hitam ve Makam-ı Ahadiyet derler.
Ve bu makamda ne vahdet ve ne kesret....
Belki fâni sabiti hitam olur.
Ve bu makamda lisanı “Maârellahe illâllah'tır”.

Velhamdülillâh alâ tevfika makamlar burada beyan olunur.
Makamı Tevhid-i Efale Cem’i mezâhirde görünen ve kendi vücûdünde Cem’i azanın efal ve hareketi bilküllîye Hakk'a verip Hakk hareket ettirir demeyi mülahaza ve müşahade ederek bu makamda zevk hasıl olur.
Makam-ı Tevhid, Sıfat-ı Cem’ görünen ve işiten bil küllîye Hakk'tır. Böyle mülahaza ederek bu makamda zevk hasıl olur.
Makam-ı Tevhid-i Zât, efal ve sıfat bâlâda tasrih olduğunu vechiyle zâttan huruc gerek ef'ali ayni ve gerek sem'a ve Cem’i sıfat bilküllîye geldiği ZÂTtandır.
Böyle mülahaza ederek zevk hasıl olunur.
Makam-ı Cem’ bilküllîye sıfat ve zât bunların küllîsini Hakk'tan gayrı görmemek veya küllîsini Hakk görüp mülahaza ederek zevk olunur.
Makamı Hazretü’l- Cem’, Hakk'tan zâhir olan mezâhirin fikri galib olmasıyle buna makamı Hazretü’l- Cem’ beyan olunur.
Makam-ı Cemü’l- Cem’, Hakk Teâlâya nisbet olan ef'al ve âsârı ve müessiri Hakk Teâlâ ile yeknazarda müşahade eder.
İmdi gerek mezâhirden tefekkürü ve gerek mezâhirden vahdetinin tefekkürü ve zâhir ve bâtın ikisini mülahaza ve tefekkür ederek zevk olunur.
Makamı ahadiyetü’l- Cem’ bu zikrolunan bilküllîsi zâtı Hakk'ta fâni edip ve fâni görüp bu makam tefekkür ve mülahaza ve müşahade ederek zevk olunur. Vallahü hadi velhamdülillâhi Rabbil âlemin. “
(88)

Dipnotlar------------------------------------
(88) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî MÜRŞİDÜL UŞŞAK,
özel kitaplığımızdaki küllîyat aslından. Sahife: 382.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

Makamlar, insanı hâle eriştiren, tevhid hakikatine götüren yollar, ışıklardır.
Herbiri bir hakikat şehridir ve bu şehirlerden geçe geçe gerçek hakikate, gerçek şehre varılır.
Bir anlamı ile makamlar iman duraklarıdır.

Seyyid Muhammed nur, insan'ın kudsî ve nûrlu varlığını kabuğundan soyup gönül için aydınlığa çıkarmak isterken “vücûd, varlık kokusunu almadı” gerçeğini ifade eder ve insanın mahiyetini Âdem'e secde öyküsünü tahlil ederek RİSALE-İ Fİ’T- TASAVVUF isimli eserinde şöyle anlatır:


“Kalellahu minel cemi ilâhi ve iskale Rabbike cemi Muhammedîyyeye hitab eder. Lil Melâiketi Cemâl suverleri ecasini tabi’iyeyi nûrânidir. İnni câilün lil ardi halifeten.
Celâl ve Cemâl sûretlerine cami yâni esmâ-i ilâhiye ve halkiyye yâni cemi taayyünattan ibarettir.
Anı cail filard halifeti melâikeye buyurdukta, bildi ki Hakk'ın celâli var.
Fikhiyenin dahi celâli vardır.
Baktılar sûretine, taarruz edip kokusundan melâike nefret edip “Kâlû etecâlû fi hamer tüfsidü fihya ve yüfsiküllezi mâe ve nahnü tesbihu bihamdike ve takdisüleke”.
Zirâ cemâl sûretlerindendir.
Lisanı Cem’, Cem’i Muhammed ile melâikeye buyurdular:
“Kale inni âlemü mâlâ taklemün” yâni cemâl sûreti olduklarını ve Âdem sûreti celâliyesine baktınız, bana itiraz ettiniz, sûrete bakmayın.
İlimde kâin olanı siz bilmezsiniz.
“Ve alleme Âdeme esmâü külleha” yâni hakayiki ilahîye ve sûreti kevniyeye cami olduğunu vakıf kıldırdı.
“Sümme ara zahün alel melâiketi fekale enbiuni biesmaiha ûlâ ve inküntüm sadıkıne” yâni sonra melâikeye arz eyledi.
Şu esmayı bana bildirdin.
Katımda sadık addederim.
“Kâlû sücâneke leâlimnâ illâ mâ allemtenâ inneke entel âlimül hakimü” yâni melâike şöyle ederlerki, sana tenzih ederiz.
Zirâ tâlim ettiğin ilimden gayrı bilmeziz.
Âlim, hakim sensin.
“Kale ya Âdemü innebiehüm biesmaihüm”
Cem’i ilahîde hitabla: Ey Âdem melâikeye bildirki anlar âlemde senden olan kuvvayı hayaliyendir. Senin gibi hakayiki ilâhiye ve suveri halkiye'ye cami değillerdir minel Cem’i ilahî.

“Fellema enhüm biesmaihüm” yâni cami olduklarını bil ki kuvveyi hayaliye gibi olduklarını onlara bildirdikte Cem’i ilâhiden melâikeye hitab edip:
“Kale elem ekul leküm inni âlemü gaybis semavati velardi ve âlemü mâ tüp dûne ve mâ küntüm tekdi mûne” yâni göklerde ve yerlerde ve zâhir denizde ve bâtınınızda olan esrarı biliyorum size bildirdim dedi.
“Ve iz kulnâ lilmelâiketi sücudü li âdeme fescüdü illâ iblisi ebâ vestekbere ve kâne minel kâfiriyn” yâni cemi ilahîyemizle melâikeye: “Escüdü li âdeme” dedik.
Onlar dahi derakap secdeye vardılar.
Âdem sûreti Cem’i ilâhi olduğunu vakıf oldukları esmalarını tâlim ettiklerindendir ve bu emir yâni “escüdü li âdeme” Cem’i melâikeye ve ervaı nûriye reisleri Cibril aleyhisselâma ve ervaı nâriye reisleri Azaziledir.

Ey şeytan, Âdeme secde eden Cebrail aleyhisselâm ve ana tabi’ nuriyelerdir.
Şeytan ve ana tabi’ ervaı nâriye secde etmediler.
Ve melâike melekûttur, şiddet demdektir.
Bunda lâfız melâike kuvayı nûriye ve kuvvayı nâriye itlak olundu kuvvayi nariye secdeden imtina ettiler ki sûreti celâliye olduklarındandır.

Âdem aleyhisselâm sûreti camia olduğunu vakıf olamadılar. Secdeden imtina ettiler.
“Ve kulnâ ya Âdemüskün ente ve revcüke cennete ve küllû minha reâd, haysü şeyühümâ ve lâ takreba hâzihi şecereti feteküne mineddâllin”
Ey Âdem, zevcin Havva ile cennette sakin ol.
Taayyüs edip cennet sana mübahtır.
Fakat bu secere olan buğday ağacından yeme.
Zirâ nefsinize zulmedenlerden olursunuz.
“Feezzelehümüz şeytanü anha feahrecühâ mimmâ kâne fiyhi vekulnâ hibtû bağdeküm libağdin abdüvü ve lekimü fiyl ardı müstakarun ve metâün ilâhıyni.”
Yâni şeytan anları idlâl edip şecereden tenavül ettiler-yediler.
Lâkin Âdem aleyhisselâm buğday tenavül edeceğini keşfedip ancak cennettemi dünyadamı fark edemedi.
Emr-i İlâhiye muntazır olmayı sehv eyledi.
Şecereden tenavül edip cennetten ihrac oldular.
Ve bu ihrac ukubet için değildir.
Yedi mukarrer ve temenni olmak tarikiyledir ve şeytan Âdeme aduv “düşman” olup halife ve secde melâik olduğunu hased etti.
“Fetellaka Âdemü min rabbihi küllîhatim fetabe âlemihi innehü hüvettevvabür râhiru” yâni Allahü Teâlâ Âdeme tevbe kelimatlarını telkin eyledi ve tevbesini kabul etti.
Ancak tevvabürrahim oldur.
Âdem aleyhisselâmdan dile sadır olması buğdaydan tenavül sebebiyle ancak zerrini hata ederler ise tevbe etsinler.
Şeytan idlalı hebâ olur.
“Ve kul nâ hiibtu minha cemian feimma yeğ inneküm minnehüden femen tabi’ahüda kâlen havfün aleyhim ve leküm yağsenun. Velleziyne Keferû ve kezzibu biâyâtinâ ülâike eshabün narihü fıhya halidüne”,
Yâni cemiyeti ilâhiyemiz ceminiz Hazretten nazil olsun.
Itıdâyete erişip yine Hazretime gelin. Anlara havf yoktur. Ve hüzün yoktur. Erişmeyip küfr ve tekzib edenler anlardır cehennemde muhallid oanlardır.
Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun ve selâmün alel murselün velhamdilillâhi rabbil âlemin. “
(89)

Dipnotlar------------------------------------

(89) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî RİSALETİ FİT TASAVVUF,
özel kitaplığımızda bulunan aslından. Sahife: 193-194.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

İnsanların bu âleme ibâdet için geldiğine ve halkiyet'in ibâdet oluğuna inanan Seyyid Hazretleri şekil ibâdetinin yerine getirilmesini farz kabul ederken o ibâdetin anlamına ve sırrına erişmeyi de farz-ı ayn telâkki eder.
Bu konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra Seyyid Hazretlerinin DAİRETÜ’L- VÜCÛD Fİ BEYANİ MAKAMÜ’LMAHMUD isimli risalesine dikkat etmek gerekir:


Elhamdülillâhil münceli lizâtihi bizahiti el zâhir.
Biefail ve sıfati vesselâti vesselâmü alâ seyyidina Muhammedîin mürşidil Hakk ilâ alâ bimakam.

“Sümmedenâ fekâne Kabe kavseyni ev ednâ”.
Ve alâ alihi ve sahbihi evvelnâ taayyün lehüm fil makâmil Ali mâlum ola ki Hazreti Hallakı Müteal kur’ânı aziminde “ve mâ halaktel cinni vel insü illâ liâğbidûn” çün ibâdet eylesünler deyu halk oldular ve kemâli ibâdet ziller ve maneviyetten ibarettir.
İmdi ibâdetimiz mahvı zillet dediğimiz üç şey ile olur:
Biri amel-i sıhhat,
İkincisi: yakazada,
Üçüncü tevhiddir.

Bundan Resûl sallallahu aleyhi ve sellem üç ilimle bahs olundu. Evvelâ şeriattır, anınla sıhhati hizmet mâlum olur.
İkinci reyi tarikat zikri dâimdir. Anınla yakaza hasıl olur.
Üçüncüsü Hakikattır.
Anınla hicab zail olup zâhir olur.
Ey yâr bu tarikin mürşidi Kur’ândır Ve
Dördüncüsü Resûl aleyhisselâmdır.
Ve bu tarik üzere sülûk eden Hazreti Resûlün davetine Kemâliyle icabet etmiş olur ve Tarik-i Hakk'ta Kâmil olur.
Ve dahi muhibbe ve müride lâzımdır ki amalin sıhhat ve âdemi sıhhatini ilmi şeriatle bilsin.
Amellerini şer'i şerife mutabık etsin.
Ve saniyen mürşid telkini ile cümle cevâhiri zikreylesin.
Hakk'tan aklını gidip “verip” her nefeste uyanık ola.
Salisen Hakikate bed ederek “feth ederek” müride mürşidinden tevhidi ef'al telkin oluna.

Kezalik cümle makamatı kat edinceye dek...
Velhasıl Makamat yedidir:
Makamı Evvel Tevhid-i Efaldir. Cemi ef'ali ve asar-ı haliki zikri vücûdü Allah deyu cümle efali Hakk'ı tevhid eder, yâni efaline şeriki yoktur.

Makamı Sani Tevhid-i Sıfattır, yâni sıfat nebevîyye olan kudret, semi, basar, kelâm, hayat, ilim, irâdet, tekvin bu cümle sıfatları mürid zâhirinde ve bâtınında zâhir olduklarını mürşid târifiyle müşahade edip ve Hakk'a nisbet edip “Allah!” diye.

Makamı Rabi: Makam-ı Cemi'dir. Hakk Teâlâya nisbet olan vücûd aynı zât Hakk'ın müşahade edip vücûdu ayn zâtı Hakk'ın müşahade edip “Allah!” diye.

Makamı Hamis: Hazretü’l- Cemi'dir. Hakk Teâlâya nisbet olan efali, âsârı, müessiri Teâlâ ile yeknazardan müşahade eylemek.

İmdi salik Tevhid-i Efalde mürid tesmiye olunur.
Tevhid-i Sıfatta muhib; Tevhdi zâtta Âşık; Makam-ı Cemide Murad; Bu makamlar sûretleri zikri hakikiyede beyan olunan dairede cem olur ve bu daire nıfsı olan Tevhis aynel yakîn ki Saliki hakiki ef'ale ve sıfata vücûdü Hakk'a ayine edip müşahade eder.
Ve nıfsı âhirine cemi ve Hazretü’l- Cemi ve cemûl cem Hakke’l- Yakinine müntehi hakikati ve ahadiyetü’l- cem dairei kutbiye ki herbir makamı hattı müstakimle ittisali vardır.
Sûreti zâhirede el vücûd Makamü’l Mahmud vallakül müştean elhamdülillâhillezi hüdânâ liyehendâ ve mâkâne lidehzi levlâ inne hüdanâ Allah lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül azim ve sallallahü alâ Seyyidina Muhammedün ve alihi ve sahbihi ecmain. “
(90)

Makâm ve hâller, aslında Hakikatın HAYY isminin tezahürleridir.
Ve iman sahiplerine aittir.
İmanın da mertebeleri olduğuna işaret eden Seyyid Hazretleri MÜRŞİDÜ’L- UŞŞAK'ta bu konuyu şöyle açıklar:


“Mâlum ola ki imanın üç mertebesi vardır:
Evvelki Mertebesi: İmanı istidlâli'dir. Bu mertebenin vechi; Tahsili ilmen yakin ile olur.
Bunun iki tarafı vardır:
Evvelki tarafı: İstidlâli bilmesil'dir, yâni abdiyet sıfatları olan hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelâm, delili kukub misâlleri Hakk'a nisbet olunur “nisbet edilir”.
Zirâ, sıfat, kemâli sani ile zâhir olur.
İnnallahe halaka Âdeme alâ sûreti. Buna şahittir.
Yâni Allahü Teâlâ âlemi sırrı ile yarattı demek sıfatlarıdır.
Hayat, ilim, kudret ve gayrileridir.
Lâkin abdin sıfatları cüzidir. Gayri müessiredir.
Hakk'ın sıfatları kadimdir, müessiredir, küllîdir; nisbet ile ihtilafları vardır. Hattı zâtında birdir.
Meselâ kudret Hak'tır; ve halk olmayınca kadim ve hâdis hüküm olunmaz. Hakk'a nisbet olunca hâdis ve gayri müessiredir.
Vefi alâ hâzâ ve ilmel yakîn.
İkinci Tarafı istidlâli bilhaktır. “Leyseke misli şey'ün” buna şahittir yâni birşeyin Hakk'a benzeri yoktur.
Meselâ abdi âciz ve fâni ve hâdis.
Hakk Teâlâ kadir ve müstağni ve kadim ve bâkidir.
İmdi bu imanı istidlâl ile mü’min olanlar mabudlerini hayallerinde icat ettikleri sûrettir.
Lâkin imanlarında mağrurlardır.
Hakk Teâlâ indinde makbuldur, zirâ aklın gâyeti budur.
Mâa ve sağni ardı vel esmâi velâkin ve sağni kalbi abdel mü’min buyurmuş.
Zirâ kalbin sığdığı sûreti hayaliyedir, Hakk'ın tecellîyâtlarındandır. Tenzihleri teşbih oldu.
Ve ıtlakları kayıd oldu ve billâhi tevfik.

Ve imanın ikinci mertebesi:
İmanı ayandır. Tahsili Ayne’l- Yakin ile olur.
Mürşidi Kâmil nefsi ile hasıl olur.
(91)


Dipnotlar
------------------------------------


(90) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, DAİRETÜ’L- VÜCÛD Fİ BEYANİ MAKAMÜ’LMAHMUD, özel kitaplığımızda bulunan eserin aslından sahife: 382-383

(91) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, MÜRŞİDÜ’L- UŞŞAK, özel
kitaplığımızdaki aslından, sahife: 381.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

Ne dersek diyelim Seyyid Hazretleri efali ile bize mü’min olmanın şartını çizer ve Vahdet-i Vücûdün kolay hazmedilir şey olmadığını, yiğitlik, hâl ve bilgi işi olduğunu hatırlatır eserlerinde.
Nitekim Fatiha sûresi'nin şerhi isimli risalesinde halka Hakk demenin küfür olduğunu açıkça beyan buyurur:
“Mâlum ola ki besmelei şerifte üç isim vardır:
Birisi ismi celâldir ki Allah'tır, ismi zâttır.
Birisi ismi Kemâldir ki Errahmân ismi sıfattır.
Birisi ismi cemâldir ki Errahim, ismi Ef'aldir.
Yâni tecellî-i Zâti ve Sıfatı ve Efali ile âlem mevcûd olup vücûde geldi.
Zât ve Sıfat ve Efâl olmayınca birşey vücûda gelmez.
Efal, Sıfat Mazhardır. Sıfat, Zât Mazharıdır. “
“Elhamdülillâhi Rabbil âlemin”
Hamd ederek Allahü Teâlâ zâtını senâ etmektir.
Resûl aleyhisslâm “lâ ahzer senâ kemâ esnedde alâ nefsik “buyurdu.
Yâni Hakk Teâlâ zâtına lâyık olan tazimatı kimse hasmedemez “yok edemez”
Ancak binihaye olan zâtına lâyık ve malûmdur.
Ol hamdülillâhtır.
Rabbül âlemin yâni zâtı ve sıfatı ve efali ile âlemini zuhura getirip ve her an imdat eden Rabbil âlemine hamd mahsustur.
Âleminden murad meratibi mahlukâttır.
Birinci rüsuh Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ki ismi bedii mazhardır.


İkinci nefsi natıka.
Natıka ismi bâis mazharıdır.
Üçüncü tabi’at, ismi natık mazharıdır.
Dördüncü hebâ. İsmi âhir mazharıdır.
Beşinci cismi kül, ismi hakim mazharıdır.
Altıncı Felek atlası ismi Gani mazharıdır.
Yedinci şekil, ismi zâhir mazharıdır.
Sekizinci Arş, ismi muhit mazharıdır.
,Dokuzuncu kürsî, ismi şekûr mazharıdır.
Onuncu Feleki menazil, ismi mukadder mazharıdır.
Onbirinci Feleki zühâl, ismi Rabb mazharıdır.
Onikinci Feleki müşteri, ismi alîm mazharıdır.
Onüçüncü Feleki merih, ismi Kâhir mazharıdır.
Ondördüncü Feleki şemsi, ismi nur mazharıdır.
Onbeşinci Feleki zühre, ismi musavver mazharıdır.
Onaltıncı Feleki utarit, ismi mahz mazharıdır.
Onyedinci Feleki Kamer, ismi mübin mazharıdır.
Onsekizinci Kürrei nâr, ismi kabız mazharıdır.
Ondokuzuncu Kürrei hava, ismi hay mazharıdır.
Yirminci Feleki Kamer, ismi mübin mazharıdır.
Yirmibirinci Kürrei turâb, ismi mümit mazharıdır.
Yirmi ikinci Felek ismi kuvva mazharıdır.
Yirmiüçüncü Hak, ismi Lâtif mazharıdır.
Yirmidördüncü Maden, ismi aziz mazharıdır.
Yirmibeşinci nebât, ismmi Rezzak mazharıdır.
Yirmialtıncı Hayvan, ismi müzil mazharıdır.
Yirmiyedinci İnsan, ismi cami mazharıdır.
Yirmisekizinci mertebei insan refiüt derecât mazharıdır.
Bu âlemlerin mürebbileri ve sahipleri Hakk Teâlâ'dır.


“Errahmânirrahim” yâni yirmisekizbin âlemi icat eden rahmet ve imdat eden rahimdir."
“Mâliki yevmiddin” yevmi kıyamet mâliki Allahü Teâlâdır.
Yevmi kıyamet demek, yevmi haşir ve neşirdir.
Evveli son'dur, haberde varid olduğu üzere “îzâ mâtel abde femen kıymete “yâni kişi öldüğü vakit kılını kopar demektir.
Ölmek iki kısımdır.
Birisi Mevt-i ihtiyari birisi Mevt-i istirari'dir.
Mevt-i istirari her kişiye olur.
“Küllî nefsin zâikatü’l- mevt “varid oldu.
Yâni herkes mevti zevk eder, Mevt-i ihtiyari kümmeline mahsustur. “Mutu kable ente mutu “haberde varid oldu.
Mevti ihtiyari Fenâfillâhtır.
O l taifei âliyyelerin haşirleri ve neşirleri dünyada olur.
Mevti istirari dârü fenâdan dâü bekâya irtihalleridir.
Bu taife mekân ile mukayyed olmadığı gibi gün ile mukayyed olmaz.
Kümmelinden olmayanların mevtleri ancak istirari olur.
Ve anlar iki taifedir.
Mümini naki ve Kâfiri şakidir Mümini naki badelmevt ruhu aliyyin ile mukayyed olur.
Kâfiri şaki ruhu seççin ile mukayyrd olur.
Lâkin mümini naki tecellî-i cemâlde kâfiri şaki tecellî-i celâlde olur ki mevalide nevfez ve ahzeylediği sıfata göredir.
Ruhları kimi hinzir kimi maymun vech ve kimi akrep herkes kisb eylediği sıfatı seçince hapsolur ve devri dâim ile kâim olanlar tenasuh ve tamasuh ve tevasuh ve terasuh olur, deyu mezhebleri bâtıldır.
Tenasuh mânâsı ruhu insan nez oldukta yine beden insana hâl olur demektir.
Lâkin nebata ve madene hâl olursa devreder deyu bu kavli taifeyi devriye mezhebleridir ki ona yahudi ve mason ve protestan ve gayrılarıdır.
Ve bu mezhebe tebdili meratip ve taayyünat lâzım gelir.
Zidi ömür olmaz, diğer beşer olmaz; insan hayvan olmaz, nebat maden olmaz. Tafsil lâzım gelir.

“İyyakenabüdü ve iyyakenestain” yâni ya Allah senin ile sana ibâdet ederiz. İbâdetimiz talebi candan ve havfu niran için varlığımız ile değildir.
“İhdinassıratelmüstakıym “Kâmilleri sıratı müstakimdir ki Tevhid 'dir.
“Kulhâzâ siyeri at'u ilâllahi alâ basireti inne ve men attebine” Hakk'ın fermanı ile sabit oldu ki, mürşid davetiyle olur.
Mürşid, şeriat ve tarikat ve hakikat haberdarı olmak lâzım gelir.
“Sıratelleziyne en amte aleyhim” ol sıratı müstakiym enbiya ve kümmelin sıratlarıdır ki tevhidi sırf'a Allahü velâ sıva,
“Gayrı mağdûbi aleyhim” onlar yahudilerdir ki âlem mevcûd ve tek ıtlak Teâlâ ma’kul tutanlardır.
“Veladdâllîn” onlar nasaradır ki halk'a Hakkdiyenlerdir.
Hazreti İsa ve gayrileri hakkında dedikleri gibi vallahu âlem. (92)


Dipnotlar
------------------------------------

(92) Seyyid Muhammed Nuru’l- Arabî, TEFSİR-İ SÛRETİ FATİHA
Sahife: 208.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: MUHAMMEDÎ MELÂMET

Mesaj gönderen kulihvani »

- IX - –

Resim

SEYYİD MUHAMMED NUR'ÜL ARABÎ'NİN ETKİSİ VE HALİFELERİ:

Resim


Seyyid Muhammed Nur,19 ncu asır karanlığını aydınlatan muhteşem bir güneştir.
Tarikatların istismar kaynağı haline geldiği, şeriat ulee tetkik etmek masının korkunç bir gerilik ve taassub bataklığına saplandığı bir devirde Üsküp civarında bir ışık olarak parlamış, köhnemiş kafaları aydınlatmış, tarikat taassubunu yırtmış, İslâmın sosyal niteliğine dikkati çekmiş bir yüce varlıktır ki, izleri asırlara etki yapacak kadar derindir ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş mucizesinde O'nun kişiliğinin izleri açıkça görülmektedir.
Örneği tekkelerin kapatılması, devrimler, Cumhuriyet idaresi, kıyafet ve harf inkılabları dikkatle tetkik edilirse, bu devrim hareketlerinin liderlerinde Seyyid Muhammed Nur'un fikirleri ve inançlarının ne kadar köklü bir tesiri olduğu kolayca anlaşılır. Esasen Seyyid Hazretleri, Üsküp'te ikamet ederken dâima aydınlarla temas etmiş, ve bu arada Manastır askeri lisesinde öğrencilere altı ay süre ile varidat şerhi okutmuştur.

Seyyid, Mânâstır idadisinde ders vermekle kalmamış, askerî lisenin öğretmenlerine melâmiliği telkin ve onların hepsini mürşid yapmış ve kendilerine eğitim görevi vermiştir.
Bu öğretmenlerin askeri öğrencilere melâmetin fikir ve ruh yapısını telkin ettikleri ve onlara Seyyidin anlayış ve fikriyatını intikal ettirdikleri bilinmektedir.
Zâten tarihi olayların seyri, Kemâlistlerin davranışları bu konuda o derecede açıklık getirir ki ilmi bir araştırma yapmadan da “Kemâlistler Melâmiliğin etkisinde kalmışlar, Atatürk ve arkadaşları da bu havada yetişmişlerdir” demek dâima mümkündür.

Bu arada Atatürk'ün “şeyh, bey, köle” gibi sözleri yasaklaması, unvanları ve aile asaletine ait işaretleri kaldırması, tekkeleri ilga etmesi göz önünde tutulursa, bunu ancak bir melâmi'nin veya bu düşüncede olan bir insanın yapabileceği anlaşılır.
Seyyidin etkisi bir devrime neden olmuş, bir imparatorluk üzerine bir Cumhuriyetin kurulması ve devrimlerin yapılabilmesi için gerekli malzeme ve ortama yardımcı olmuştur.
Bu sosyal ve tarihi etkisi yanında melâmiliğin sistem haline getirilmesi de Seyyidin bir başka üstün yönü olarak dikkati çeker.
O hem büyük bir sosyal varlık, hem de kudretli bir mütefekkir ve filozoftur. Vahdet-i Vücûdu anlatışında ki incelik ve espîri büyük bir idrakte olduğuna delildir.
Fikirlerini eserlerine aktardığı gibi, fikir ve hali intikal için pek çok insan yetiştirmiş ve onları Osmanlı imparatorluğunun geniş bölgelerine dağıtarakmelâmetin yayılmasına sebeb olmuştur.

Yetiştirdiği öğrencileri arasında:
Hasan Fehmi Ege'de; Hacı Maksud Efendi, Amiş Efendi, Abdülkerim Efendi, Safi Efendi gibi büyük kişiler İstanbul'da Melâmeti yaymışlardır.
Ülkenin her yöresine gönderdiği yüzlerce mürşid aşağı yukarı her vilâyette yerleşmiş ve melâmetin nâşiri olmuşlardır.
Seyyid, Hakkı baba, Kadir bey, Yasin Efendi, Mustafa Efendi, Aburrahim Fedai, Abdülehad, Rauf Bey, Yunus Efendi, İsmail Efendi, Ali Urfi Efendi, Salih Efendi, Hacı Faik Bey, Mahmut Efendi, Süleyman Bey, Abdülkadir Bey, Ali Rıza Vasfi Efendi, Hacı Hasan dede, Hayrullah Efendi, Abdullah Hulusi Efendi, Ahmet Safi Efendi, Kemâl Efendi, Vehbi Efendi, Aziz Baba, Ahmet Hamdi Efendi, Veli Efendi, Elmas Efendi, Recep Ferdi Bey, Hüseyin Sıdkı Efendi, Topal Recep Efendi, Kaymakam Ahmet Bey, Osman Şadi Bey, Haririzade Mehmet Kemâleddin Efendi, Bursalı Mehmet Tâhir Bey, Ali Rıza Efendi, Hacı Cemâl Bey, İbrahim Efendi, Âşık Vasfi, Ahmet Efendi, Gaybi Efendi gibi pek çok halifesi melâmiliği neşr ve izah etmişlerdir.

Bu büyük insanların hayat hikayeleri ve hizmetleri ayrı bir kitap konusu olacağından burada bir kısmının isimlerini sadece zikrettik.

En az Üçyüzaltmış (360) halifesi Türkiye'nin ve dünya'nın çeşitli bölgelerinde Seyyid'in fikir ve inanç sistemini anlatmışlar, oralarda öğrenciler yetiştirmişlerdir.
Meselâ Ankara'da İsmail Arabacı Efendi gibi büyük bir veli yaşarken İstanbul Valiliğinde bulunan Muhiddin Üstündağ da Seyyidin öğrenci ve halifelerinden bir başka kişi idi.

Türk siyaset ve fikir hayatında eşsiz etkileri olan Seyyidi ve O'nun etkinliğini sürdürendeğerli öğrencilerini ayrı bir konu içinde tetkik etmek ilmi ve vatani bir borçtur.
Ve görülür ki üçüncü devre melâmiliğin kurucusu Seyyid Muhammed Nur, sadece bir pîr değildir.
Dini hayata indiren ve dinin vicdan yönünü hayat içinde yaşatan bir mükemmel müceddittir.
Bu iktidarıdır ki asırlara ve devirlere damgasını vurdurmaktadır.


(son)

İSLÂMDA MELÂMİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ.
Yusuf Ziya İNAN
Resim
Cevapla

“►Seyyid Muhammed Nur'ül Arabi◄” sayfasına dön