çöl günlüğümden

Cevapla
Kullanıcı avatarı
gullale
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1362
Kayıt: 16 Oca 2008, 02:00

çöl günlüğümden

Mesaj gönderen gullale »

Bir çöl fırtınası esti, bulunduğum yere kadar geldi, ya beni aldı çöle sürükledi ya yerimi yurdumu çöl eyledi...

Böyle başladı "ÇÖL" hikâyesi, "ÇÖL" günlüğü.
Başımda kavak yelleri eserekten buldum kendimi çölde...
Birden sıcaklık vurdu yüzüme, ısınıyordu ÂN be ÂN her yer. Sıcaklıkta çeşit çeşit ateş te... Yedi renk gibi yedi ateş...

İlk sıralarda durumun vehametini tam da hissetmedim hani, evet sıcaktı, yakıcıydı, zordu ama olacaktı tabi ben ÇÖLdeydim...
Kaçıncı adımdayım acaba? Girdim girmesine de sıcak kafamı su-landırdı, kaç adım attım burada? Geçmiş ne kadar bulanık? Arkamda kalan "kalmamış" sanki yaşanmamış...

Bendeki bu sarsıntı neden? Bacaklarım titrek, bakışım bulanık, dudaklarım benden değil sanki... Daha yeni girmiştim üç-beş adımlık yürümüştüm. Yeni gelen böyle hissediyor olmalı, alışırım sıcağına da ateşine de akrebine de dikenine de, su-suzluğuna da... Biraz -yol- alayım ne cengaver çıkar benden, deyme bedevîlere taş çıkarırım, diyorum sürünürken...

Bu iştiyak bu azim iyi de devesiz, atsız, kılavuzsuz, yapayalnız nereye kadar giderim, yalınayak?

Kervan peşine düşmekliğimdi çölde yitmekliğim. Kervan sahibi çölün de sâhibi, hangi kum tânesinin nedir derdi ahvâli bilen, beni mi bilmeyecek? Görmeyecek? Elime el vermeyecek?

Çöl yolculuğumda ne yaşanacaksa o vardı adımlarımda, su, alev, ses, hicâb!...

Su tükendi ne veren bir sakî ne su kuyusu... Su sandığımda çıkıyor serap!
Alev beni sardı, yakmada... Çölün sıcağı derimi kavurmada...
Zayıf düştü dört bir yanım, ne Kervan var ne Kervan sesi...
Çöl yakmış ruhum nârda, yüreğim hârda, nefsim zârda!
YÂRe Mahcûbum! ...

Ah! Yunus Emrem bîçâre, bulunmaz derdine çâre, geçmiş bu çölden de inlemiş;

Ben yürürüm yâne yâne
Aşk boyadı beni kâne
Ne âkilem ne divâne
Gel gör beni aşk neyledi ...

Yâne yâne yürümeliyim, Kervana yetişmeliyim, İZ sürmeli, YOL bulmalı, SES anlamalıyım...
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1114
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur_umim »

Yüreğinize sağlık selamet,
ne kadar güzel anlatmışsınız imtihan çölünü,
ben de bazan şaşar kalırım bu çöl mü deniz mi diye..
gerçi bendeniz ikisininde kıyısında dolanıp durmadayım,
neden, neden, neden dedim durdum..
amma olsun ikisinde de ortak ve ana bir özellik ve gözellik yakaladım:

deniz denen bu en büyük canlı içindeki 10 tonluk ölü balinayı sürükleyip sahile atmakta leşini..
kıyıdaki ufacık ve diri yengeç yavrularını ise bağrına basmakta ve asla atmamakta..
ne garip ki imtihan çölü de böyle denmekte Kitabımızda, Erenler Yolunda Dilinde..

"Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?" (Şuara 26/25-226)

"yaşanmayan yalandır" diyen doğru demiş gerçekten..

öyle yaa istemekle olsaymış Resûlullah sav kendisini yetim-öksüzken büyüten ama Sırat-ı Mustakim Yolunu beğenmeyen amcasını kurtarırmış!!!..

M.Derman Hz.leri de hep demekte ya: "abdesti iyice alın ve abdestli gezin!"

dediklerim saedece şaşkın-taşkın nefsimle ilgili kimseye değil haa..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

GİDİYOR!..

Bir kuş gibi konup göçüyor insan
Acı tatlı gelip geçiyor insan
Ecel şerbetini içiyor insan
Sırrını sırtına saran gidiyor!..


*

Çırılçıplak girip çıkılan “HAN” dan
Bir “söz” le yapılıp yıkılan HAN’dan
Cevrinden usanıp bıkılan HAN’dan
Bir nefeslik ipin kıran gidiyor!..


*

Her doğan batar ki; gün akşam olur
“SIR” silinse “AŞK AYNASI” cam olur
Dünyadan âhireti görüş tam olur
Görmeyen gidiyor, gören gidiyor!..


*

“CAN” cihanda çiçek; çile, kokunan
Nefes nefes ilmek ilmek dokunan
Burada yazılan orda okunan
Ömür Defteri’ni düren gidiyor!..


*

Kul İhvâni’m ehl-i mârif olanlar
Sırr-ı sıfır zevki zârif olanlar
Âbdallar–Âşıklar–Ârif olanlar
Aşk Atı’n “SIRAT” a süren gidiyor!..


14.02.002 01:10 seheri



Âbdal : Ebdal. (Bedil veya Bedel. C.) Evliyâdan, ziyâde nûrlaniyyet kazanmış olanlar. Evliyâ zümresinden bir cemaat. Arapçada halkın lüzumlu işlerinin tasarrufuna memur bir cemaata denir. (Mâsivâ alâkasından mücerret ve Cenab-ı Hakk'ın muhabbetinde fâni ve müstağrak olan zâtlar. O.S.)
Resim
Kullanıcı avatarı
Mecnun
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 681
Kayıt: 23 Ara 2007, 02:00

Mesaj gönderen Mecnun »

Resim
BİR ÇÖL HİKAYESİ!

AŞKIN ÇÖLÜNDE LEYLA İLE MECNUN

Leyla isimli çölde, leyla isimli gecenin altında, bin yıldan fazla zamandır anlatılan aşk masalını aradı Atlas. Karakum Çölü'nün en ıssız uzantısı Afganistan'da; adı Leyla Çölü yani Deşti Leyli. Leyla ile Mecnun aşkının coğrafyasında hikâyenin sakladığı sır neydi? Leyla ile Mecnun, aşk bahçesini neden yitirdi ve çöle düştü? Ve bu aşk hikâyesinin Mevlana'nın aşkıyla ilişkisi nedir?

Su taşıyan kervan bize yol verdi ve köyün sınırından çöle giriş yaptık. Bahar olduğu için enden boya yeşillenmiş yüksek çöl tepeleri arasına iyice sokuldukça, sağdan soldan, yumuşak ruhlu her tepenin içinden katar katar develer, eşekler çıkıyor. Bu kısa kervanlar, alüminyum su bidonları taşıyorlar, tuz taşıyorlar, odun taşıyorlar. Afganistan'ın Mezarı Şerif şehrinden yola çıktık; Şıbırgan'ı geçtik, Andhoy'u geçtik, Devletabad'ı geçtik ve işte Karakum'un kıyısından Leyli Çölü'ne girdik. Su kuyuları var etrafta. Öğreniyorum ki, 'Kelteguyu' mıntıkasındayız. Buraya ismini vermiş gölcükten su içen karalı beyazlı koyunlar var, onların küçük çobanı, öyle kepenekli, keçe külahlı değil. Kara sarıklı, uzun etekli küçük çoban, çenesini uzun sopasına dayamış, şaşkın çekik gözleriyle bize bakıyor. Daha yaşlı bir çoban, yemyeşil araziye uzanmış, ayakları çıplak, başı sarıklı. Kararmış çaydanlıktan çay koyuyor bardağına. Yorulup bıraktığı koca bir ot çuvalı da yanı başında. Koyunlar uzak tepeleri tırmalayıp duruyor. Yüzlerce koyun dalga dalga yer değiştiriyor, göçmen kuşlar gibi geziniyor gölgeleri.


Afganistan kasaba ve şehirlerinde fayton benzeri at arabaları kullanılıyor. Bir masaldan fırlayıp çıkmış gibi rengârenk süslenmiş araba ve plastik çiçeklerle donatılmış atlar, o coğrafyada etrafta gözüken neredeyse tek bezeme.


Yeşil tepeli çölün yeni misafiri afallamış bir halde bu tuhaf kalabalığı izliyor. İşte biraz ileride başka bir gölcük, burada da kimi çökmüş, kimi boynunu eğmiş develer sularını içiyor, sakalar sarı plastik bidonlarını dolduruyor. Durmuş bakıyorum, bu nasıl masal çölüdür böyle! Ama biliyorum ki artık iyice geç kalıyoruz.

Nihayet obaya varabildik. Koca bir çadıra doğru yaklaşıyoruz. 'Agöy' deniyormuş bu çadıra. Türkiye Türkçesine aşina olanlar bu sözü 'ak ev' diye okuyabilecektir. Biraz ileride bir çadır daha gözüküyor, ona da 'karaöy' deniyor. İkinci çadırın, kadınlar ve ev sahipleri için olduğu söyleniyor bana.

Ne için yetişmeye çalıştığımızı agöy'ün yanına gelince anlıyorum. Koca bir yer sofrasının etrafına sıralanmış yaklaşık yirmi kişilik sarıklı kalabalık bizi görünce birden yerinden fırlıyor. Her biriyle, sırayla, elleri koyun eti yemekten yağlandığı için kollarımızın ve gövdelerimizin yardımıyla tokalaşıyoruz, bir yanağımızı öpüştürüp selamünaleyküm verip alıyoruz. Yolda oyalandığımız için bizi bir müddet bekleyip yemeğe başlamışlar tabii ki. Herkes oturduktan sonra, bölgedeki Türkmenlerin lideri, yani sürücümüz Kayyum'un babası, soldan itibaren sofradakileri tanıtıyor. Her halktan temsilci var; Türkmen, Özbek, Hazara, Peştun, Tacik. Her biri yerel bir lider, aşiret reisi ya da belediye başkanı, kadı, hâkim, karakol komutanı.
Neden geldiğimi anlattım. Nereye gittiğimi anlattım. Bir saat kadar kaldılar. Sonra hepsi birden ayrıldı. Çok geçmeden gün de bizi terk etti.

İç içe geçen gamlarla yüklü o iç içe geçmiş tepelerin ardındaki gök, önce ağır ağır ak-ardı, sonra hızla karardı. Hiç söylenmemiş, gönüllerde gömülü kalmış gamla kabaran ve dalgalanan tepelerin üstünden bulutlar hızla batıya koşuyor. Rüzgâr, Nuh'un soluğunu üfler gibi şefkat dağıtıyor çöle. Bilinmeyen bir el, yıldızları serpiştiriyor gözlerimi diktiğim yerlere.
Gerçekleşmeyen Şey

'Geceleri herkes uykuda iken yıldız sayanlara, yani uyumayan Hakk âşıklarına, ay, ışıkları ile öpücükler gönderir, onları okşar, sever.' (Divan)

Mevlana, Mesnevi'ye bir aşk hikâyesiyle başlar, çünkü aşkı anlamak ona göre Tanrıyı anlamaktır. 'Aşk Tanrı sırlarının usturlabıdır' der Mevlana.

Derler ki, geciken şeyde, bir türlü gerçekleşmeyen şeyde hikmet vardır. Çarçabuk gerçekleşenle hiç avunma, gerçekleşmeyenin peşinde sabırla koş. Leyla Mecnun biraz da bunun hikâyesidir. Geçmişin derinliklerinden çıkardığımız inciyi deldik ve sözü dizmeye başladık.

Bu çöle adını vermiştir ama hikâye daha güneyde, Arabistan çölünde geçer. Zaten o çöl de pek uzak sayılmaz Leyla'ya; dünyaya biraz daha yukarıdan bakıldığında çöller birbirini takip ederek Orta Asya'dan Arabistan'a kadar iner. Bu bölgede neredeyse her yer çöldür, çölden çöle geçerken ya sıradağlar ya bir nehir veya dar bir deniz aşılır yalnızca. Kızılkum, Karakum, Büyük Kevir ya da Tuz Çölü, daha güneyde Lut, Zaragosları aşınca Necef ve Büyük Nafud, daha daha güneyi Rub el-Hali yan yana kumlarını sererler. Kızıldeniz'i atlamış olsaydık eğer, Sahra'ya da çıkacaktı yolumuz. Ayrıca bir o kadar genişlikte ve çoklukta çöl de doğuya, yani Gobi'ye doğru vardır.

Pes hikâyet şöyle gelir bugüne:

Leyla ile Mecnun, aynı okula giden iki çocuktur ve birbirlerini orada görerek âşık olurlar. Bu aşk öğrenilince yan yana gelemez olurlar ve Kays da Leyla'nın aşkından Mecnun'a döner.


Leyla ile Mecnun, mezarda, çiçekler açmış cennet bahçesinde birbirine kavuşuyor.

Başlangıçta beraberlik vardır. Aşk vardır. Ama sonra her nasılsa ayrılık doğar. Adem ile Havva'nın cennetten kovulması gibi, Leyla ile Mecnun da aşk bahçelerini yitirir. Aşk, ayrılık acısıyla Leyla'yı, özellikle Mecnun'u tüketir. Kendisi gibi sevdaya düşmüş, rüsva olmuş, ayakları ve başı çıplak birkaç kişi de Mecnun'a katılır. Öyle ki, ayrılık acısı ve kavuşma arzusuyla bedenin günden güne perişan olması, aşkın yegâne şekli haline gelir. Hatta Mecnun'un arzusuna ulaşması önünde engel de bu hali olur. Kız isteme töreninde Kays'ın babası şöyle der:

'Bu ciğeri yanmış çöl çocuğu senin çeşmene göz dikmiştir... Bilirsin bu zamanın en meşhur adamı benim. Zenginim, hazinem vardır. Sevgimi de kinimi de yerine getirmek için ne lazımsa hepsi bende vardır...'

Leyla'nın babası ise deli olduğu gerekçesiyle kızını vermeye yanaşmaz. Akıllansın öyle getirin cevabını verir. Mecnun da iyiden iyiye aklından uzaklaşır, üstünü başını yırtar, nihayet evden de kopar, Leyla Leyla diyerek diyar diyar dolaşmaya başlar. İnsanların varlığından bile bihaberdir artık. Ne ölüye ne diriye benzer. Şehirlerde de duramaz olur ve kendini çöle atar. Zaten evinin yolunu da unutmuştur.

Aslında bu hikâyenin en ünlü şairi Nizami'nin yorumu, Mecnun'daki tuhaflığı anlamamızı sağlayabilir. Ebedi olmayan aşk, gençlik şehvetinin bir oyuncağıdır der büyük şair. 'Aşk odur ki, eksilmez ve ölüme kadar aynı şiddetle devam eder.'

Rumi'nin ilk aşk hikâyesinde anlatmak istediğiyle Leyla-Mecnun hikâyesi arasındaki benzerlik bu noktadadır. Başlangıçta aşk vardı, sonra ayrılık doğdu; beden kendini unutup vuslata ermeli ve aşkına kavuşmalıdır, aşk ilahidir, beden ötesidir, aşk bu dünyadan, geçici olandan vazgeçmektir.

Babası Mecnun'u Kâbe'ye götürür aşk illetinden kurtulsun diye. Ama Mecnun'un duası, 'beni aşktan kurtar' şeklinde değil, 'beni aşktan kurtarma' şeklinde olur. Nizami'nin eserinin en etkileyici bölümlerinden biridir bu dua:

'Kaderim aşktan başka bir şey olmasın. Aşkı duymayan bir gönlü gam seli silip süpürsün. Yarabbi, Tanrılığın aşkına, ululuğunun kemali aşkına beni aşktan öyle bir mertebeye getir ki, ben ölsem bile o yaşasın.'

Ebedi olma arzusu son sözde ifade edilir ki, o da aşktır. Aşk, sonsuzluktur. Aslında duanın devamını da dinlemek gerekir ki şöyle:

'Diyorlar ki kendini aşktan kurtar; Leyla'dan vazgeç! Yarabbi, Leyla'ya olan sevgimi her lahza ziyadeleştir. Ömrümden ne kaldıysa al, Leyla'nın ömrüne ilave et...'

Leyla isimli çölde, Leyla isimli gecenin göğündeyim. Adresime, Samanyolu'na bakıyorum. Ne kadar da sonsuz! Bir insan sonsuzu hissedebilir, şimdi benim hissettiğim gibi, düşünebilir, ama içindeki o acıyı bastıramaz, sonlu olma acısını. Bu yüzden sonsuzluk arzusunu uzak tutmaya çabalar, gece gökyüzüne bakmaktan bile korkar. Ama yine de gizli gizli sonsuzluğu arzular. Çünkü bir çift arzunun meyvesidir insan ve arzulamak için, arzulanmak için doğmuştur.

Arzu beden kaynaklı, aşk kaynaklı olduğu halde, sonlu olan bir bedenle sonsuz olana ulaşmak nasıl mümkün olacaktır? Sufi bu sorunun kendi cevabına sahiptir.
Ateş ve Rüzgar

Leyla'nın Mecnun'u çekmesi, Mecnun'un Leyla'yı çekmesi gibi, Ay'ın Dünya'yı arzulaması, Dünya'nın Güneş'i arzulaması gibi; arzu çeker. Çekilen, çekene gider.

Çekenle çekilen arasında bir yol vardır ve bu yol dolambaçlı, uzun bir yol olmalıdır.


Karakum Çölü'nün Afganistan'daki bölümü Deşti Leyli Çölü'nde kumullar alçalıyor ve otlar bitiyor.
Yağ lambasının ateşi çölün hafif rüzgârıyla oynaşıyor. Rüzgâr ateşi arzuluyor, ateş de rüzgârı. Bakın, rüzgâr yaklaştıkça ateş nasıl da uzaklaşıyor, ama nasıl da hemen geri dönüyor. Nasıl da çekim, hem kaçma hem geri dönme eylemine dönüşüyor. Nasıl da imkânsız, kavuşması imkânsız bir aşktır bu rüzgâr ve ateş ilişkisi. İmkânsız noktasına ulaşana değin nasıl da bütün aşklar her daim eksik aşktır. Ateşin alevlerini nasıl görmek gerekir; sıcaklık olarak mı yumuşaklık olarak mı, yakıcılık olarak mı? Rüzgârın kovaladığı ateş neyi telkin eder insana? Aşkı, ölümü, bedenin meçhul yolculuğunu, yani her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmeyi mi?

Ateşin soğuk gölgeleri vuruyor defterimin ve kalem tutan elimin üzerine. Sözün alevi çoğaldıkça uykusuz gözlerim yeniden canlanıyor, sessiz bir telaş meydana geliyor kafamın içinde, hafızama bir coşku geliyor. O sırada, karanlık obanın çoban köpekleri havlıyor, hasta eşekler gürültüyle anırıyor dolunayın altında.

Gece bitti gidiyor ama sözümüzün sonu gelmiş değil. Rumi'nin gecesi geçti gitti ama sözünün ışığı da sönmüş değil. Der ki: 'Bu dünyanın gecesi geçer gider de bu sözün ışığı, bu sözün ışığı daha da fazla parlak görünür.'

Rumi'nin göçerken geçtiği bu çölde Leyla için Mecnun için ışıklı sözü yok mudur, vardır tabii. Hem de tam bu anda, gecenin bitip gittiği anda vardır:

'Mecnun için dediler ki: Leyla'yı seviyorsa şaşılmaz buna; ikisi de daha çocukken mektepteydiler. Mecnun bu sözü duyunca bu adamlar dedi, akılsız. Hangi güzel vardır ki insan, onu sevmez, ona imrenmez? Hiçbir erkek var mıdır ki güzel bir kadına gönlü akmasın?..'

Rumi, erkek doğasını ifade eden bu sözlerinden sonra kadın doğasını anlatır:

'Kadın da böyledir; hatta bu imreniş onun aşkıdır; çünkü yiyeceğini, ağzının tadını onda bulur; anasının, babasının, kardeşinin yüzünü onunla görür; oğlunun güzelliğini, isteğin tadını, bütün tadı-tuzu onda bulur.'

Leyla-Mecnun hikâyesinde bedensellik de vardır ilahilik de. Yalvarma, yakarma, bazen sevgiliye yönelir, bazen Tanrıya, bazen de hangisine yöneldiği anlaşılmaz bir hal alır.

Mecnun aşkını Tanrısallaştırıyor, imkânsızlaştırıyor adeta. Mecnun'un aşkı ölümsüzleşiyor ve zaten Leyla öldüğünde Mecnun onun mezarına geliyor. O da mezarı başında ölüyor. Bir sufi gibi ölüm onları kavuşturuyor.

Leyli Çölü'ne uzak şehirden gelen kız arkadaşlarını görmek için tepelerin arkasından gelip bir düzlükte buluşan kızlar, topluca yürümeye başlıyor. Konuk olacakları obaya yeterince yaklaştıklarında, yine topluca başlarını örtüyorlar, erkeklerin önünden geçerken yüzlerini de elleriyle gölgeliyorlar. Leyli Çölü'nde artık, güzellik en gizli hazine.
Tuhaf olan, son sahnede bir yabani hayvanlar sürüsünün Mecnun'un etrafını sarması ve bu canlıların kimseyi ona yaklaştırmaması. Hikâyede, bir yıl boyunca, Mecnun önce canlı sonra da ölü bir bedenken yabani hayvanlar tarafından korunur. Neyi anlatıyordur bu yabani hayvanlar, belki de insanın doğaya karışmasını ifade ediyordur.

Ne var, Leyla ile Mecnun'un aşkı da bir hakikat, kadın ile erkek arasında bir aşk aynı zamanda, bedensel bir arzu, hatta Doğuluların şehevi, Batılıların erotik dediği tarzda bir aşk. Üstelik Nizami'nin dizelerinde Leyla'nın ahvali, hakiki bir baştan çıkarıcılık da sergiler: Zülfü, buse isteyenin yolunu süpürür, kirpikleri Allah versin der; zülfü kement takıp kendine çeker, kirpikleri iki çatallı mızrakla uzak ol der. Bu yetmez, dudakları buseden bahsettiğinde şekere, ağzı da şeker kutusuna dönüşür, yüzlerce gönül yanılır ve bu ağzı açık kuyuya düşer; yine de zülfü ip gibi sarkıtıp kuyuya düşenleri kurtarır. Körpe gülleri tazelik goncasından, elinde kadeh yeni çıkmıştır, serviye benzeyen boyu uzamış, şarap renkli hurması yani dudakları daha olgunlaşmıştır. Gamzesi, yani süzgün bakışları dillere destandır. Derler ki, gamze-i cadı, yani büyüleyici, gamze-i cellât, yani cana kıyıcı, gamze-i dil-duz, yani gönül delendir. Yarım gamzeyle yüz memleket alır, kemendinden kurtuluş yoktur, gamzesi yakalar zülfü bağlar.

Rivayetçi der ki, Rumi, Konya'da kendisini dinleyenlere, Leyla ile Mecnun aşkını izah eder. 'Sevgisi, Tanrı sevgisi değildi; bedene, nefse aitti; Leyla da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leyla'nın sevgisi, Mecnun'u öylesine bir almıştı, Mecnun o sevgiye öylesine bir dalmıştı ki Leyla'yı gözle görmeye de muhtaç değildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leyla'yı kendisinden ayrı görmüyordu ki.' (Fihi Ma-Fih, 36)

Sevgilinin etrafında dönüp duran âşık gibi yörüngesinden ayrılmayan Ay, Güneş'in yörüngesinden ayrılmayan Dünya, Merih, Müşteri, Utaris. Hepsi de gövdeleri olmayan baş gibi yuvarlak, evrensel çekimin büyük zerreleri değil midir? Gökte bir tek bile kare şeklinde, kutu şeklinde gezegen bulunmuş mudur? Beşinci Göğün Padişahı Zühre, Yukarı Göğün Padişahı Zuhal, diğer gezegenler, uydular, başlangıçta küre değilseler bile çekenin etrafında yuvarlanarak yuvarlaklaşmışlardır.

Aşkın, bu evrenle bir bağı yok mudur? Evrensel çekim ile sevgilinin çekimi arasında bir çekim ilişkisinden söz ediyorum. Kim bilebilir ki!

Enbiya, evliya, ukala, fuzala, hükema acizdir bu noktada; peygamberler, ermişler, akıl ve erdem sahipleri, düşünürler mahrumdur evrenin gizemini açıklama gücünden.
Evrenin derinliklerine, çölün yıldızlarla dolu gece göğüne, daha uzağa, Felek-i Atlas'a ya da Diyar-ı Zulumat'a doğru sorsam bir yanıt gelir mi acaba? Aşk nedir? Aşk nerededir? Ya da bu soruyu aşkın kendisine mi sormalı? Kimsin sen aşk? Neredesin?
Rumi işte bu soruyu sorar:

Bir gece aşka; 'Doğru söyle, sen kimsin' dedim. 'Ben ölmeyen hayatım, ölmeyen yaşanışım. Ben daima devam eden, hoş geçen bir ömürüm' dedi.

Tekrar sordum: 'Ey mekândan dışarı olan aşk! Senin evin nerededir?' 'Ben gönül ateşinin dostuyum. Ben yaslı gözlerin yanı başındayım' diye cevap verdi.


Mecnun'un aşkını yalnız başına hissedeceği yer, insanlardan uzak çöller veya yaban hayvanlarının arasıdır. Hatta Leyla'nın mezarı başına gittiğinde, bu hayvanlar bir yıl boyunca kimseyi yaklaştırmaz, ölene kadar yaklaştırmaz.
Sararıp solan her benzin rengi bendendir, benim rengimdendir.

Güllerin, lalelerin (kızıl) rengi benimdir. Kumaşların değeri de benim. Aşk mektuplarının zevki de benim. Her gizli şeyi keşfeden de benim.

Aşk en küçük işvesi ile benim gibi yüzlerce kişiyi yoldan çıkarır. Hocam sen bana bir yol göster, ben onun elinden nasıl kurtulabilirim?

Gökyüzü aşka şöyle seslenir: 'Ben senin için dönüp duruyorum.' Ay da aşka şöyle nida eder: 'Ben senin yüzünden nurlandım.'
Akıl aşk yüzünden kararsızdır. Yerinde duramaz, düşünceden düşünceye atlar. Ruh huzura kavuşmak için aşka haraç verir. Baş, 'Ben senin ardında koşmak için yuvarlağım diye söylenir ve aşkın önünde secdeye kapanır.' (Divan)

Rumi yalnızca bir mecaz mı yapmaktadır başın yuvarlaklığından söz ederken? Evrimin bilinmeyen, hiç kafa yorulmayan bir noktasını mı keşfetmiştir? Belki de birbirini çeken, birbirinin peşinden koşan yuvarlanan âşık bedenlerin evrimidir başların yuvarlak olması. Her şey birbirini çekiyor. Evrenin yasası. Çekim, gravitas, en büyük yasa, küçük sonsuzluğun ve büyük sonsuzluğun, atomun ve evrenin. Der ki:

'Aslında, dünyanın her cüz'ü, her şeyi âşıktır; her şeyin, her zerrenin, her atomun bile içine bir aşk ateşi düşmüştür! Her şey, sevgili ile buluşmak için çırpınır durur; her şey buluşma sarhoşudur!' (Divan)

Yeşil yumuşak tepeler yumuşak sabah güneşiyle yumuşak koyunları okşuyor. Küçük çoban, yamacın gölge yanağına uzanmış, olan biteni izliyor. Ben ise üçüncü bir yeşil tepenin en yukarısından bu manzaraya tanığım. Karakum Çölü'nün uzantısı olan bu bölümünde tepeler çayırla kaplı. Belki, ruh arındıran çöle Deşti Leyli denmesinin nedeni de bu, aşk yumuşaklığında, iç içe geçmiş yeşil tepeler. Afganistan'a geldiğim günden bu yana ilk defa kendi başıma, güvenle dolaşmaya çıkabildim. Biliyorum bu çöl belki de ülkenin en güvensiz bölgelerinden biri ama çok uzaklaşmıyorum, en fazla birkaç tepe arkası. Zaten öyle masalsı bir manzara var ki aklıma haramiler asla gelmiyor.

Kahvaltı için döndüm. Sıcak süt ve badem; ben bunları seçiyorum. Sütle pişen yağlı pirinç ağır geliyor. Sonra bir yürüyüşe çıkıyorum Türkmen lider Oraz Muhammed ile. Yanında, omzunda, bacağında, ikinci karısından olma küçük erkek çocukları. Bana, uzakta gözüken dağların isimlerini söylüyor: Doğuda Derzap Dağları, Kettedaş dağları, Burka Dağları. Güneydoğuda Beşkak ve Arap Kotan dağları. Batıda yok, batıda çöl uzanıyor.


Mezarı Şerif'te burkalarını açan kadınların buluştuğu bir sivil toplum örgütünün duvarındaki resim, kadın ve erkeğin ideal aşk sahnesini ifade ediyor. Oysa dışarıda durum böyle değil.
Ardından, çölün adını aldığı bölgesine uzun bir yolculuk yapıyoruz. Tepelerin bittiği, uzaktan sarı kum tepelerinin gözüktüğü düzlük alana... Buradan Andhoy'a kadar uzanan, yükseltisiz, ummanı olmayan kum ummanına... Anlaşılıyor ki, yeşil tepelerle sarı tepeler arasındaki bu düzlük, Mecnun'un aştığı bir alan olarak hayal edilmiş.

Bu noktada, Leyli Çölü'nde aşkı konuşma cesareti buluyorum. Bu aşk öyküsünden belki bin, belki iki binden de fazla yıl sonra, böyle tutkulu aşklar yaşanıyor mu bu çölde?

Çok açık bir şekilde, hayır yanıtını alıyorum. Erkekler kadınların yüzünü görmeden evlenmek zorunda. Leyla'nın kaşı, gözü, hurma dudakları örtülü. Bu yüzden, Leyli Çölü'nde arada rastlanan aşk öykülerinde, yüzü gözükmeyen Leyla'nın burnunun olmaması, bir gözünün olmaması gibi, başka türden acıklı olaylar anlatılıyor. Masal değil, gerçek olaylar. Mezarı Şerif'te, konuşma fırsatı bulduğum bir grup kadına aşk nedir diye sorduğumda aldığım yanıt, bu duygunun yeni şeklini daha iyi ortaya koymuştu benim için:

'Aşk, muhabbettir' demişti kadınların hepsi. Görmek yasak olduğunda, aşk evlendikten sonra başladığında, artık aşkın yaratılması gerekiyordu, bunun da tek yolu muhabbetti.
Obaya geri döndük. Kara-öyün önünde çayıra uzanmışım. Bütün bir öğleden sonraya kadar dinlediklerim, Binbir Gece Masalları'ndan bir bölüm gibi geldi bana. Zaten manzara da bu düşüncemi kuvvetlendiriyor.

Bunları düşündüğüm bir sırada, uzakta renkli bir kalabalığın biriktiğini fark ediyorum. O tepeden, bu tepeden birer ikişer insanlar iniyor ve aynı çanakta toplanıyorlar. Öğreniyorum ki, bizim obaya gelmeye hazırlanan çevre obadaki kızlar ziyarette bulunacaklar. Sürücümüz Kayyum'un bizimle birlikte Şıbırgan'dan gelen -ama aynı aracın içinde olduğumuz halde hiç göremediğim- karısını ve obadaki diğer kadınları görmek için. Toplanan kalabalık bir süre orada oturdu. Obadan birinin gidip onları alması gerekirmiş. Kayyum'un halası onları olmaya gidiyor. Ve çığlık sesleri bize kadar erişiyor. Kucaklaşmalar. Şimdi buraya doğru geliyorlar. Yemyeşil bir çimenlik üzerinde ince uzun karartılar giderek büyüyor ve kızlar belirginleşirken birden başlarını örtmeye başlıyorlar. Kendi başlarına, çölün ortasındayken hepsinin başı açıkmış anlaşılan. Uğultu, hay huy ve gülüşmeler, yaklaştıkça yaklaşıyor. Tam önümüzden geçerken yüzlerini yandan başörtüleriyle iyice örtüyorlar. Ve yaklaşık otuz kız, neşeli bir çekirge sürüsü gibi önümüzden geçip arkadaki ak-öye gidiyor.

Atlas Şubat 2007, sayı 167
Mevlana Yolu - Belh'ten Konya'ya (Atlas Aralık 2006, sayı 172)
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/imza4.gif[/img]
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

değerli mecnun kardeşim sağ olasın harika bir gezi notu çölde..

ZEVK 3483

ÇİLE Çökerse BAŞa CAN! Umudu–Korkuyu UYut!
ÖZündeki YÂR İZİ’ne, Akıt AKLın - YOLunu TUT!
Leylâ-Mecnûn Masal Sanma! ÇİLE, ATEŞtir Aldanma!
ÇÖLler İçeri ÇEKildi!.. Yüreklerde!.. ÇÖLü UNUT!...


17.01.09 16:31
L a r a…
Resim
Cevapla

“Peygamber Efendimiz (S.A.V)” sayfasına dön