MUHAMMED'İ NUR --> HAKİKAT'I MUHAMMEDİYE...
EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 18 Sayı: 59 (Bahar 2014) Ferzende İDİZ
TASAVVUFTA HAKÎKAT-I MUHAMMEDİYYE VE MESNEVÎ’DEN ÖRNEKLER
Öz
Tasavvuf felsefesinin tartışmalı konularından birisi de Hakîkat-ı Muhammediyye meselesidir. Genellikle Abdullah et-Tusterî ile başladığı söylenen bu tasavvur, Hakim Tirmizî ile devam etmiş, İbn Arabî ile zirveye ulaşmıştır. Kısaca Allah’ın her şeyi Hz. Muhammed’in nûrundan yarattığı fikrine dayanan bu anlayış, sonra gelen birçok önemli sûfî tarafından da benimsenmiştir.
Söz konusu görüşü benimseyenler arasında yaşadığı döneme ve sonrasına damga vurmuş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de yer almaktadır. Bu çalışmada mutasavvıfların konuya bakışları ve Mevlânâ’nın ünlü eseri olan Mesnevî’de Hakîkat-ı Muhammediyye meselesine dâir örnekler ele alınacaktır.
Giriş:
Kaynaklarda, işârî tefsîr hareketinin ilk mümessillerinden Sehl b. Abdullah et-Tusterî (öl.283/896) tarafından geliştirildiği ifâde edilen Hakîkat-ı Muhammediyye fikri (Demirci, 1997: 179), İbn Arabî (öl.638/1240) tarafından vahdet-i vücûd bağlamında geliştirilerek daha sistemli bir hâl almıştır. Allah-âlem ilişkisini açıklamak üzere ilk olarak İbn Arabî tarafından varlık mertebeleri nazariyesi geliştirilmiştir. (Erdem, 1990: 48). Varlık mertebeleri nazariyesine göre varlık; zuhûr mertebelerinin ikincisi olan ve ilk taayyun ismi de verilen Hakîkat-ı Muhammediyye ile başlamakta ve en son örtü olan insan ile son bulmaktadır. Buna göre cismanî ve rûhanî, vahdet ve vahidiyet Mertebelerinin cümlesini kendisinde toplayan, en hayırlı tecellî, en son örtü insandır. İnsan ilâhî sûret üzere yaratıldığından bütün isimleri bir araya getiren Allah isminin mazharıdır. Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarıyla tam olarak tecelli ettiği varlık insan-ı kâmildir. Bu varlık İbn Arabî’ye göre âlemin rûhudur. (İbn Arabî, 2007: 235; Konuk, 2011: IV, 232; Erdem, 1990: 48-54).
Aynı zamanda Hakîkat-ı Muhammediyye olan insan-ı kâmil kavramını ifâde etmek için İslâm tasavvuf literatüründe farklı dönemlerde pek çok ıstılah kullanılmıştır. Hakk’ın her mertebedeki tecellilerini ve kemâllerini kendisinde taşıdığından bu hâllerin farklı derecelerini ifâde etmek amacıyla farklı adlarla nitelendirilmiştir. Mesela Hz. Peygamber’in manevî hüviyeti olması itibariyle nûr-i Muhammedî, ve Hakîkat-i Muhammediyye olarak adlandırıldığı gibi İlk zuhûr olduğu için tecellî-i evvel, tüm mahlûkat ve mevcûdatın maddesi olduğu için kābiliyyet-i evvel, tüm mümkinat kendisinden zuhûr ettiği için menşeü’s-sivâ gibi isimlerin yanı sıra; akl-ı küll, akl-ı evvel, zıll-ı evvel, mevcûd-i evvel, mebde-i evvel, mertebe-i ulâ, âlem-i icmal, ism-i a’zam, rûh-i a’zam, rûhu’l-kuds, levh-i kazâ vb. isimlerle de adlandırılmıştır. (Konuk, 2011: I, 12-13; el- Hakîm, 2005: 367-368; Durak, 2010: 109-110).
İbn Arabî’nin, Muhammed’î hakîkatten bahs ederken, insan-ı kâmil terimini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanı sıra Âdem (a.s.) ve diğer peygamberler ile Ebû Yezîd el-Bistamî gibi şahsiyetleri anlatmak için de kullandığı görülür. Bu da ister istemez insan-ı kâmilin kim olduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Karmaşık bir terîm olmakla beraber, insan-ı kâmilden maksat aslında Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Başka bir ifâdeyle Muhammedî hakîkattir. Ancak kemâle ermek isteyen kişi, Muhammedî özelliklere bezenmek suretiyle bir kutb mesabesinde olan bu hakîkat etrafında döner. Bu dönüş sonucunda Muhammedî hakîkat ile bir olan mertebeye ulaşır. Bu makāma ulaşan kimseye o makāma ulaşan kimsenin adı, yani insan-ı kâmil adı verilir. Bu duruma göre, insan-ı kâmil ifâdesi gerçek anlamda Hz. Muhammed (s.a.v.) için kullanılmakla beraber o mertebeye ermiş ve fenâ hâline ulaşmış kimselere de bu ad verilir. Çünkü onlar da Muhammed (s.a.v.)’in aynısı hâline gelmişlerdir. (el-Hakîm, 2005: 370). Aynı zamanda her bir kâmil insan, kendi kemâl ve yetkinliğini Muhammedî mişkattan almaktadır. (Küçük, 2014: 155).
İbn Arabî’nin düşünce sisteminde varlık bulan tüm mevcûdat, Allah’ın bitmez tükenmez birer kelimesidir. İnsan ise âlemdeki en yetkin ve kuşatıcı kelime (kelime-i câmia’) dir. (İbn Arabî, (t.s): I, 136; Küçük, 2014: 152). İbn Arabî; Hz. Muhammed (s.a.v.)’den aldığını ifâde ettiği Fusûsu’l-hikem adlı eserini bu minvalde kaleme almıştır. İbn Arabî bu eserde, her birisini Allah’ın yetkin bir kelimesi olarak takdim ettiği peygamberlerden her birinden zuhûr eden ilâhî sıfat ve isimlerin hikmetlerini açıklar. Söz konusu eserde Hz. Muhammed (s.a.v.)’e has kılınan ilâhî hikmet, ferdiyye veya bazı nüshalardaki şekliyle külliyyedir. Bu da diğer peygamberlerde ele alınan ilâhî ismin, Hz. Muhammed (s.a.v.)’de toplu olarak zuhûr etmiş olduğunu gösterir. (İbn Arabî, 2007: 23; Küçük, 2014: 153-154).
İbn Arabî’ye göre zâtı rabbine en çok delîl olan Hz. Muhammed (s.a.v.), mülkün tacı ve insan-ı kâmil unvanının asıl sahibidir. Zira Hz. Muhammed (s.a.v.), insan türünün en kâmilidir. Bu yüzden iş (var oluş emri) onunla başlamış, onunla sona ermiştir. O, rabbine olan delîlin ilkidir. (İbn Arabî, 2007: 255; İbn Arabî, ts: II, 104; Küçük, 155). Bu mertebe, zât-ı lâtaayyunun, taayyun sûretiyle zuhûr ettiği mertebedir. Buna taayyun-i evvel ve ilmi mutlak da denir. Bu mertebede vücûd, kendisindeki sıfât ve isimleri mücmelen bilir. Bu anlamıyla Muhammedî hakîkat, tüm mümkün varlıkların zuhûr edip varlığa geldiği ve Nûr-i Muhammedî diye tabir edilen mertebedir. (Konuk, 2011: I, 11; Küçük, 2014: 157). Yani tüm varlığın aslıdır. İbn Arabî’ye göre tüm varlığın aslı olması itibariyle de Hakîkat-ı Muhammediyye, Nahl Sûresi 40. âyette geçen “kün (ol)” hitabını alan mazhardır. Âyetteki “feyekün (olur)” kısmı ise Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tarihsel şahsiyetine işâret etmektedir. Buna göre “kün” hitabını alan ilk küllî hakîkat oluşuyla varlığın evvelidir ve tüm varlık, Muhammedî varlığı itibariyle Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığının aslı ve bereketinden vücûd bulmuştur. “Yekün (olur)” emri mucibince de son peygamber olarak gelmiştir. (İbn Arabî, ts.b: 33; Küçük, 2014: 159-160).
Velâyet ve nübuvvet fikri de bu meseleyle alakalıdır. Buna göre hüküm koyucu olarak nübuvvet ve risâlet Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur. Ancak onun âlemlere rahmet oluşundan tevarrüs eden velâyet ise devam etmektedir. O bu bakımdan, İbn Arabî’ye göre velâyet kandili (mişkât) dir. Buna istidatı olanlar, bu mişkattan feyiz almak sûretiyle kemâle ererek insan-ı kâmil olur. Yani her bir insan-ı kâmil velâyetini, mişkâtu’l-velâye kabul edilen son peygamber (hatmü’l-enbiyâ) Hz. Muhammed (s.a.v.)’den alır. Bu velâyeti alana da hatemü’l evliyâ denir. Hatmü’l-velâye de farklı velîlerde zuhûr edebilen ortak bir manadır. (Konuk, 2011, I, 218-223; Doğrul, 1948; 85-86; Küçük, 162; Uysal, 2001: 274-283).
Hakîkat-ı Muhammediyye, Allah’ın her şeyden önce ve her şeyi kendisinden yarattığı bir nûr olması hasebiyle, âlemin yaratılışının kaynağı ve aslıdır. Bu Hakîkat-ı Muhammediyye’nin âlem ile ilişkisi açısından ontolojik konumunu ifâde etmektedir. Daha sonra zuhûra gelen âlemdeki tüm hakîkatler, hakîkatlerin kaynağı olan Hâkîkatı Muhammediyye’nin tafsilatıdır. (İbn Arabî, ts.a: I, 118). Hakîkat-ı Muhammediyye, Allah’ın bütün sıfât, isim ve fillerinin ilk mazharı olduğundan kevnî ve ilâhî hakîkatler önce o küllî hakîkata, oradan da ilgili diğer varlıklara yansımaktadır. (Konuk, 2011: I,95-96). Hz. Adem, ilk insan oluşuyla insanî hakîkatin beşer sûretinde ortaya çıkan ilk zuhûrudur. İlk zuhûr, beşer sûretinde Hz. Âdem ile olmasına rağmen, ondaki vasıflar insanî hakîkati teşkil eden Muhammedî hakîkatin vasıflarıdır. Bu yetkinlik, en nihayet Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tarihsel şahsiyetiyle tamamlanmıştır. Yani Muhammedî hakîkatin insan bedenindeki hikmeti, ilk insan-ı kâmil olan Hz. Âdem ile ortaya çıkmış ve Hz. Muhammedin tarihsel şahsiyetinde en kemâl hâlini almış, onun vefâtıyla da son bulmuştur. Bu sebeple İbn Arabî’ye göre Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vefâtıyla âlem, rûh, cisim, sûret ve mana olarak uykudadır. Ancak ölmüş değildir. Diriliş günü âlemin rûhu olarak kabul edilen Hakîkat-ı Muhammediyye ile birlikte âlem yeniden dirilecektir. (İbn Arabî, ts.a:III, 187; Küçük, 2014: 180-181).
Filozoflar, insan için âlem-i sağir (mikro kozmos) ve görülen evren için ise âlem-i kebîr (makro kozmos) tabirlerini kullanırlar. Buna atıfta bulunan İbn Arabî ve Mevlânâ bu görüşü eleştirirler. Mevlânâ, felsefî gelenekteki anlayışın tersine insanın küçük âlem değil, büyük âlem olduğunu vurgular. Zira insan olmadan âlem hiç bir mana ifâde etmez ve müstakil bir âlem olamaz. Ancak âlem olmasa da insan müstakil bir âlemdir. Ayrıca âlemde var olan her şey, sûret olarak görmesek de mana ve hakîkat olarak insanda mevcûttur. Onun sûreti, ilâhî hakîkatlerin yanı sıra âlemin hakîkatlerini de kendisinde barındırır. Buna işâretle İbn Arabî, basiret gözüyle âlem-i kebir denen âleme bakacak olursan, onda var olan zâhir-bâtın her şeyin küçük âlem tabir edilen insanda da mevcût olduğunu görürsün, der. Bundan dolayı İbn Arabî’ye göre her ne kadar küçük de görülse taşıdığı mana bakımından insan âlem-i kebîrdir. Mevlânâ’nın: Öyleyse sûret olarak küçük âlemsin; o zaman mana olarak büyük âlemsin, (Mevlânâ, 2004: II, 35). dizeleriyle ifâde ettiği de bu manadır. Dolayısıyla gerek Mevlânâ, gerek İbn Arabî olsun, insan-âlem /ilişkisini aynı bağlamda ele alırlar ve felsefî gelenekteki mikro-makro kozmos kabulünü de aynı noktadan hareketle eleştirirler. Sûfîlerin ıstılahında insanla birlikte âlemin büyük insan olduğu belirtilir. (İbn Arabî, 2003; 7-11; Konuk, 2004: 30-32; a.mlf., 2011: IV, 233; Küçük, 183-184).
Bu nazariye ile sûfîler; Allah’ın yarattığı ilk şey Peygamber efendimizin nûrudur, diğer bütün varlıklar onun nûrundan yaratılmıştır, derler. (el-Cilânî, t.y.: II, 9). Bu anlamda İmâm Rabbânî Mektûbat’ında şöyle der: “Hakîkat-ı Muhammediyye, ilk zuhûrdur ve hakîkatlar hakîkatıdır. Şu manaya ki: Melâike-i izâmın hakîkatleri olsun, enbîya-ı kirâmın hakîkatleri olsun; sair hakîkatlerin tümü, onun hakîkatinin zilâli (gölgesi) dir. Zira o, bütün hakîkatlerin aslıdır.” (Rabbânî, 1977: II, 1651). Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in cismânî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcûttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün mahlûkât bu hakîkatten ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakîkattir. Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak, bilinmeyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nûru ve sevgisi olarak tecellî etmiş, ardından diğer varlıkların hepsini bu nûrdan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun anlamı da budur. Buna göre evrenin varoluş sebebi, Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’e duyduğu sevgidir. Tasavvufta /sık sık kullanılan ve kudsî hadîs olarak da rivâyet edilen “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım” (Aclûnî, 2001: II, 148) ifâdesiyle de bu husûs anlatılır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in rûhu ve nûru, bütün insanlardan peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan o, insanlığın manevî babası kabul edilmektedir. (İbn Arabî, 2007: 241-255;el-Cîlî, 2012: 20-25; Rabbânî, 1977: II, 1652-1653; Demirci, 1997: XV, 180).
İbn Arabî’den sonra konu birçok mutasavvıf tarafından işlenmiş, kitap ve söylemlerinde yer edinmiştir. Konuya kitaplarında değinenlerden birisi de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl.672/1273) olmuştur. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, ünlü eseri Mesnevî’de bu konuya değinmiş ve dizelerinde ifâde etmiştir. Biz de bu çalışmada tasavvuf âleminde önemli yere sahip olan Hakîkatı Muhammediyye meselesinin doğuşu ve tarihi süreçteki gelişiminden bahsedecek ve Mevlânâ’nın ünlü eseri Mesnevî’den konuya dâir bazı örnekler sunmaya çalışacağız. Bu amaçla söz konusu nazariyenin tarihi seyir içerisindeki gelişimi hakkında kısa bir bilgi vermek yerinde olacaktır.
EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 18 Sayı: 59 (Bahar 2014) Ferzende İDİZ
TASAVVUFTA HAKÎKAT-I MUHAMMEDİYYE VE MESNEVÎ’DEN ÖRNEKLER
Öz
Tasavvuf felsefesinin tartışmalı konularından birisi de Hakîkat-ı Muhammediyye meselesidir. Genellikle Abdullah et-Tusterî ile başladığı söylenen bu tasavvur, Hakim Tirmizî ile devam etmiş, İbn Arabî ile zirveye ulaşmıştır. Kısaca Allah’ın her şeyi Hz. Muhammed’in nûrundan yarattığı fikrine dayanan bu anlayış, sonra gelen birçok önemli sûfî tarafından da benimsenmiştir.
Söz konusu görüşü benimseyenler arasında yaşadığı döneme ve sonrasına damga vurmuş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de yer almaktadır. Bu çalışmada mutasavvıfların konuya bakışları ve Mevlânâ’nın ünlü eseri olan Mesnevî’de Hakîkat-ı Muhammediyye meselesine dâir örnekler ele alınacaktır.
Giriş:
Kaynaklarda, işârî tefsîr hareketinin ilk mümessillerinden Sehl b. Abdullah et-Tusterî (öl.283/896) tarafından geliştirildiği ifâde edilen Hakîkat-ı Muhammediyye fikri (Demirci, 1997: 179), İbn Arabî (öl.638/1240) tarafından vahdet-i vücûd bağlamında geliştirilerek daha sistemli bir hâl almıştır. Allah-âlem ilişkisini açıklamak üzere ilk olarak İbn Arabî tarafından varlık mertebeleri nazariyesi geliştirilmiştir. (Erdem, 1990: 48). Varlık mertebeleri nazariyesine göre varlık; zuhûr mertebelerinin ikincisi olan ve ilk taayyun ismi de verilen Hakîkat-ı Muhammediyye ile başlamakta ve en son örtü olan insan ile son bulmaktadır. Buna göre cismanî ve rûhanî, vahdet ve vahidiyet Mertebelerinin cümlesini kendisinde toplayan, en hayırlı tecellî, en son örtü insandır. İnsan ilâhî sûret üzere yaratıldığından bütün isimleri bir araya getiren Allah isminin mazharıdır. Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarıyla tam olarak tecelli ettiği varlık insan-ı kâmildir. Bu varlık İbn Arabî’ye göre âlemin rûhudur. (İbn Arabî, 2007: 235; Konuk, 2011: IV, 232; Erdem, 1990: 48-54).
Aynı zamanda Hakîkat-ı Muhammediyye olan insan-ı kâmil kavramını ifâde etmek için İslâm tasavvuf literatüründe farklı dönemlerde pek çok ıstılah kullanılmıştır. Hakk’ın her mertebedeki tecellilerini ve kemâllerini kendisinde taşıdığından bu hâllerin farklı derecelerini ifâde etmek amacıyla farklı adlarla nitelendirilmiştir. Mesela Hz. Peygamber’in manevî hüviyeti olması itibariyle nûr-i Muhammedî, ve Hakîkat-i Muhammediyye olarak adlandırıldığı gibi İlk zuhûr olduğu için tecellî-i evvel, tüm mahlûkat ve mevcûdatın maddesi olduğu için kābiliyyet-i evvel, tüm mümkinat kendisinden zuhûr ettiği için menşeü’s-sivâ gibi isimlerin yanı sıra; akl-ı küll, akl-ı evvel, zıll-ı evvel, mevcûd-i evvel, mebde-i evvel, mertebe-i ulâ, âlem-i icmal, ism-i a’zam, rûh-i a’zam, rûhu’l-kuds, levh-i kazâ vb. isimlerle de adlandırılmıştır. (Konuk, 2011: I, 12-13; el- Hakîm, 2005: 367-368; Durak, 2010: 109-110).
İbn Arabî’nin, Muhammed’î hakîkatten bahs ederken, insan-ı kâmil terimini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanı sıra Âdem (a.s.) ve diğer peygamberler ile Ebû Yezîd el-Bistamî gibi şahsiyetleri anlatmak için de kullandığı görülür. Bu da ister istemez insan-ı kâmilin kim olduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Karmaşık bir terîm olmakla beraber, insan-ı kâmilden maksat aslında Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Başka bir ifâdeyle Muhammedî hakîkattir. Ancak kemâle ermek isteyen kişi, Muhammedî özelliklere bezenmek suretiyle bir kutb mesabesinde olan bu hakîkat etrafında döner. Bu dönüş sonucunda Muhammedî hakîkat ile bir olan mertebeye ulaşır. Bu makāma ulaşan kimseye o makāma ulaşan kimsenin adı, yani insan-ı kâmil adı verilir. Bu duruma göre, insan-ı kâmil ifâdesi gerçek anlamda Hz. Muhammed (s.a.v.) için kullanılmakla beraber o mertebeye ermiş ve fenâ hâline ulaşmış kimselere de bu ad verilir. Çünkü onlar da Muhammed (s.a.v.)’in aynısı hâline gelmişlerdir. (el-Hakîm, 2005: 370). Aynı zamanda her bir kâmil insan, kendi kemâl ve yetkinliğini Muhammedî mişkattan almaktadır. (Küçük, 2014: 155).
İbn Arabî’nin düşünce sisteminde varlık bulan tüm mevcûdat, Allah’ın bitmez tükenmez birer kelimesidir. İnsan ise âlemdeki en yetkin ve kuşatıcı kelime (kelime-i câmia’) dir. (İbn Arabî, (t.s): I, 136; Küçük, 2014: 152). İbn Arabî; Hz. Muhammed (s.a.v.)’den aldığını ifâde ettiği Fusûsu’l-hikem adlı eserini bu minvalde kaleme almıştır. İbn Arabî bu eserde, her birisini Allah’ın yetkin bir kelimesi olarak takdim ettiği peygamberlerden her birinden zuhûr eden ilâhî sıfat ve isimlerin hikmetlerini açıklar. Söz konusu eserde Hz. Muhammed (s.a.v.)’e has kılınan ilâhî hikmet, ferdiyye veya bazı nüshalardaki şekliyle külliyyedir. Bu da diğer peygamberlerde ele alınan ilâhî ismin, Hz. Muhammed (s.a.v.)’de toplu olarak zuhûr etmiş olduğunu gösterir. (İbn Arabî, 2007: 23; Küçük, 2014: 153-154).
İbn Arabî’ye göre zâtı rabbine en çok delîl olan Hz. Muhammed (s.a.v.), mülkün tacı ve insan-ı kâmil unvanının asıl sahibidir. Zira Hz. Muhammed (s.a.v.), insan türünün en kâmilidir. Bu yüzden iş (var oluş emri) onunla başlamış, onunla sona ermiştir. O, rabbine olan delîlin ilkidir. (İbn Arabî, 2007: 255; İbn Arabî, ts: II, 104; Küçük, 155). Bu mertebe, zât-ı lâtaayyunun, taayyun sûretiyle zuhûr ettiği mertebedir. Buna taayyun-i evvel ve ilmi mutlak da denir. Bu mertebede vücûd, kendisindeki sıfât ve isimleri mücmelen bilir. Bu anlamıyla Muhammedî hakîkat, tüm mümkün varlıkların zuhûr edip varlığa geldiği ve Nûr-i Muhammedî diye tabir edilen mertebedir. (Konuk, 2011: I, 11; Küçük, 2014: 157). Yani tüm varlığın aslıdır. İbn Arabî’ye göre tüm varlığın aslı olması itibariyle de Hakîkat-ı Muhammediyye, Nahl Sûresi 40. âyette geçen “kün (ol)” hitabını alan mazhardır. Âyetteki “feyekün (olur)” kısmı ise Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tarihsel şahsiyetine işâret etmektedir. Buna göre “kün” hitabını alan ilk küllî hakîkat oluşuyla varlığın evvelidir ve tüm varlık, Muhammedî varlığı itibariyle Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığının aslı ve bereketinden vücûd bulmuştur. “Yekün (olur)” emri mucibince de son peygamber olarak gelmiştir. (İbn Arabî, ts.b: 33; Küçük, 2014: 159-160).
Velâyet ve nübuvvet fikri de bu meseleyle alakalıdır. Buna göre hüküm koyucu olarak nübuvvet ve risâlet Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur. Ancak onun âlemlere rahmet oluşundan tevarrüs eden velâyet ise devam etmektedir. O bu bakımdan, İbn Arabî’ye göre velâyet kandili (mişkât) dir. Buna istidatı olanlar, bu mişkattan feyiz almak sûretiyle kemâle ererek insan-ı kâmil olur. Yani her bir insan-ı kâmil velâyetini, mişkâtu’l-velâye kabul edilen son peygamber (hatmü’l-enbiyâ) Hz. Muhammed (s.a.v.)’den alır. Bu velâyeti alana da hatemü’l evliyâ denir. Hatmü’l-velâye de farklı velîlerde zuhûr edebilen ortak bir manadır. (Konuk, 2011, I, 218-223; Doğrul, 1948; 85-86; Küçük, 162; Uysal, 2001: 274-283).
Hakîkat-ı Muhammediyye, Allah’ın her şeyden önce ve her şeyi kendisinden yarattığı bir nûr olması hasebiyle, âlemin yaratılışının kaynağı ve aslıdır. Bu Hakîkat-ı Muhammediyye’nin âlem ile ilişkisi açısından ontolojik konumunu ifâde etmektedir. Daha sonra zuhûra gelen âlemdeki tüm hakîkatler, hakîkatlerin kaynağı olan Hâkîkatı Muhammediyye’nin tafsilatıdır. (İbn Arabî, ts.a: I, 118). Hakîkat-ı Muhammediyye, Allah’ın bütün sıfât, isim ve fillerinin ilk mazharı olduğundan kevnî ve ilâhî hakîkatler önce o küllî hakîkata, oradan da ilgili diğer varlıklara yansımaktadır. (Konuk, 2011: I,95-96). Hz. Adem, ilk insan oluşuyla insanî hakîkatin beşer sûretinde ortaya çıkan ilk zuhûrudur. İlk zuhûr, beşer sûretinde Hz. Âdem ile olmasına rağmen, ondaki vasıflar insanî hakîkati teşkil eden Muhammedî hakîkatin vasıflarıdır. Bu yetkinlik, en nihayet Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tarihsel şahsiyetiyle tamamlanmıştır. Yani Muhammedî hakîkatin insan bedenindeki hikmeti, ilk insan-ı kâmil olan Hz. Âdem ile ortaya çıkmış ve Hz. Muhammedin tarihsel şahsiyetinde en kemâl hâlini almış, onun vefâtıyla da son bulmuştur. Bu sebeple İbn Arabî’ye göre Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vefâtıyla âlem, rûh, cisim, sûret ve mana olarak uykudadır. Ancak ölmüş değildir. Diriliş günü âlemin rûhu olarak kabul edilen Hakîkat-ı Muhammediyye ile birlikte âlem yeniden dirilecektir. (İbn Arabî, ts.a:III, 187; Küçük, 2014: 180-181).
Filozoflar, insan için âlem-i sağir (mikro kozmos) ve görülen evren için ise âlem-i kebîr (makro kozmos) tabirlerini kullanırlar. Buna atıfta bulunan İbn Arabî ve Mevlânâ bu görüşü eleştirirler. Mevlânâ, felsefî gelenekteki anlayışın tersine insanın küçük âlem değil, büyük âlem olduğunu vurgular. Zira insan olmadan âlem hiç bir mana ifâde etmez ve müstakil bir âlem olamaz. Ancak âlem olmasa da insan müstakil bir âlemdir. Ayrıca âlemde var olan her şey, sûret olarak görmesek de mana ve hakîkat olarak insanda mevcûttur. Onun sûreti, ilâhî hakîkatlerin yanı sıra âlemin hakîkatlerini de kendisinde barındırır. Buna işâretle İbn Arabî, basiret gözüyle âlem-i kebir denen âleme bakacak olursan, onda var olan zâhir-bâtın her şeyin küçük âlem tabir edilen insanda da mevcût olduğunu görürsün, der. Bundan dolayı İbn Arabî’ye göre her ne kadar küçük de görülse taşıdığı mana bakımından insan âlem-i kebîrdir. Mevlânâ’nın: Öyleyse sûret olarak küçük âlemsin; o zaman mana olarak büyük âlemsin, (Mevlânâ, 2004: II, 35). dizeleriyle ifâde ettiği de bu manadır. Dolayısıyla gerek Mevlânâ, gerek İbn Arabî olsun, insan-âlem /ilişkisini aynı bağlamda ele alırlar ve felsefî gelenekteki mikro-makro kozmos kabulünü de aynı noktadan hareketle eleştirirler. Sûfîlerin ıstılahında insanla birlikte âlemin büyük insan olduğu belirtilir. (İbn Arabî, 2003; 7-11; Konuk, 2004: 30-32; a.mlf., 2011: IV, 233; Küçük, 183-184).
Bu nazariye ile sûfîler; Allah’ın yarattığı ilk şey Peygamber efendimizin nûrudur, diğer bütün varlıklar onun nûrundan yaratılmıştır, derler. (el-Cilânî, t.y.: II, 9). Bu anlamda İmâm Rabbânî Mektûbat’ında şöyle der: “Hakîkat-ı Muhammediyye, ilk zuhûrdur ve hakîkatlar hakîkatıdır. Şu manaya ki: Melâike-i izâmın hakîkatleri olsun, enbîya-ı kirâmın hakîkatleri olsun; sair hakîkatlerin tümü, onun hakîkatinin zilâli (gölgesi) dir. Zira o, bütün hakîkatlerin aslıdır.” (Rabbânî, 1977: II, 1651). Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in cismânî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcûttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa Hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün mahlûkât bu hakîkatten ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakîkattir. Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak, bilinmeyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nûru ve sevgisi olarak tecellî etmiş, ardından diğer varlıkların hepsini bu nûrdan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun anlamı da budur. Buna göre evrenin varoluş sebebi, Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.v.)’e duyduğu sevgidir. Tasavvufta /sık sık kullanılan ve kudsî hadîs olarak da rivâyet edilen “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım” (Aclûnî, 2001: II, 148) ifâdesiyle de bu husûs anlatılır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in rûhu ve nûru, bütün insanlardan peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan o, insanlığın manevî babası kabul edilmektedir. (İbn Arabî, 2007: 241-255;el-Cîlî, 2012: 20-25; Rabbânî, 1977: II, 1652-1653; Demirci, 1997: XV, 180).
İbn Arabî’den sonra konu birçok mutasavvıf tarafından işlenmiş, kitap ve söylemlerinde yer edinmiştir. Konuya kitaplarında değinenlerden birisi de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (öl.672/1273) olmuştur. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, ünlü eseri Mesnevî’de bu konuya değinmiş ve dizelerinde ifâde etmiştir. Biz de bu çalışmada tasavvuf âleminde önemli yere sahip olan Hakîkatı Muhammediyye meselesinin doğuşu ve tarihi süreçteki gelişiminden bahsedecek ve Mevlânâ’nın ünlü eseri Mesnevî’den konuya dâir bazı örnekler sunmaya çalışacağız. Bu amaçla söz konusu nazariyenin tarihi seyir içerisindeki gelişimi hakkında kısa bir bilgi vermek yerinde olacaktır.