Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ŞERİATA UYMAK SAADET YOLUDUR


Allahü Teâlâ'yı tanımayı anlatmak uzundur. Bu kitaba sığmaz. Bu tanımanın tamamını aramaya teşvik ve tenbih için bu kadarı yetişir. Saadetin tamamı, bu marifetten insanın alabildiği kadar almasıdır. İnsanın saadeti, Allahü Teâlâ'yı tanımakta ve ona kulluk ve ibadet eylemektedir. Marifetin, yâni Allahü Teâlâ'yı tanımanın, saadet-i ebedi olmasının sebebi daha önce anlatıldı. Kulluk ve ibadet etmenin insanın saadetine sebep olması şöyledir: İnsan ölünce, Allahü Teâlâ ile olacaktır. «Dönüş O'na doğrudur» (5 - Mâide: 18) Bir kimse, bir kimse ile devamlı kalacaksa, onun rahat ve saadeti o kimseyi sevmesindedir. Onu ne kadar çok severse, o kadar mes'ûd olur. Zira sevdiğini görmesiyle lezzet ve rahatı artar.

Marifet ve çok zikir olmaksızın Allah sevgisi kalbde galib olmaz. Herkes sevdiğini çok zikir eder, çok anar. Onu ne kadar çok zikrederse o kadar çok sever. Bunun için Davud aleyhisselâma vahiy geldi: «Senin çâren Benim, esâs işin Benimledir. Bir ân Benim zikrimden gafil olma.»
Zikrin kalbi istilâsı, ibadete devamla olur. ibadet zevkini o zaman bulur. İşte bu zaman arzu ve şehvet bağları kalbden kopar. Arzu bağlarının kalbden kopması, mâsiyetten, günahtan el çekmekle olur. O hâlde günahlardan sakınmak, kalbin rahatlığına sebep olur. Saadetin tohumu da budur. Buna «felah [kurtuluş] denir. Hususan Allahü Teâlâ buyurur: «Muhakkak ki, kendini temizleyen ve Rabbinin ismini anan kurtuldu»
(87 - A'lâ: 14-15)

Bütün ameller ibadet olmaya lâyık değildir. Bazıları lâyık, bazıları değildir. Bütün isteklerden el çekmek de mümkün değildir. Zaten bütün arzu ve isteklerden el çekmek doğru da değil. Zira yemek yemezse ölür, cima' etmezse [cinsi münasebette bulunmazsa] nesli kesilir. O hâlde bazı arzuları bulundurmamak, bazılarını yapmak lâzım olup, birini diğerinden ayıracak sınırı da bilmek lâzımdır. Bu sınır, iki şıktan biridir: Ya insan aklı, isteği ve gayreti tarafını tutar ve kendi görüşünü tercih eder, yahut da bir başkasına uyar. İhtiyar [kendi seçimi] ve gayreti ile iş yapması mümkün olmaz. Çünkü, onda galib olan arzular daima doğru yolu ona gizler, istediği şeyi doğru imiş gibi ona gösterir. O hâlde tercih dizgininin onun elinde değil, bir başkasının elinde olması icabeder. Herkes, halkın en doğru görüşlüsü olmaya lâyık değildir. Görüşleri en doğru olanlar, peygamberlerdir (salâvatullahi aleyhim ecmâin).

Demek ki, şeriata uymak, hudut ve ahkâmını gözetmek, saadet yolunun anahtarıdır. Ve kulluk da.bu demektir. Kendi tasarrufuyla, şeriatın hududunu aşan helak olur. Bunun için Allahü Teâlâ buyurdu: «Her kim Allahü Teâlâ'nın gösterdiği ölçü ve hududu aşarsa kendine zulmetmiş olur»
(65 Talâk: 1)

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

EHL-İ İBÂHENİN YANLIŞ VE CAHİLLİK YOLLARI


Her şeye mubah diyenler, Allahü Teâlâ'nın çizdiği huduttan çıktılar. Yanılmaları ve cahillikleri yedi sebepten oldu.

BİRİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ'ya iman etmeyen bir grubun cahilliğidir. Çünkü O'nu hayâl ve vehim hazinesinde aradılar. O'nun nasıl ve ne gibi olduğunu araştırdılar. Bulamayınca inkâr ettiler ve işlerin oluşunu yıldızlara ve tabiata havale ettiler, insanlar, diğer hayvanlar, hikmet ve nizamla dolu bu şaşılacak âlemin kendiliğinden meydana geldiğini, yahut daima var olduğunu veya kendinden haberi olmayan tabii bir şey olmayacağını zannettiler. Bu kimse, yazılmış güzel bir yazıyı görünce, bunun kudretli, âlim ve irâde sahibi bir kâtib olmaksızın, kendiliğinden yazıldığını veya hep bu şekilde yazılmış bulunduğunu sanan kimse gibidir. Körlüğü bu dereceye gelen kimse, hâdiseleri yanlış açıdan görür! Tabiiyyecilerin ve müneccimlerin yanılma sebeplerine daha evvel işaret eyledik.

İKİNCİ SEBEP: Ahireti anlayamayan bir grubun cahilliğidir. İnsanın nebat [bitkil ve diğer hayvanlar gibi olduğunu, ölünce yok olacağını, ona azab, eziyet, mükâfat olmayacağını zannettiler. Bunun sebebi kendini tanıyamamasıdır. Zira kendi hakkında bilgisi, eşek, öküz ve ağaç kadardır. İnsanın hakikati olan ruhu bilmiyor. Ruh ebedîdir, asla ölmez. Fakat vücud ondan alınır, buna ölüm denir. Bunun esası dördüncü unvanda anlatılacaktır.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Allahü Teâlâ'ya, ve âhirete iman edip, imanı zayıf olan bir grubun cahilliğidir. Şeriatın mânâsını anlayamamışlardır. «Allahü Teâlâ'nın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı ve ne de günahlarımızın ona ziyanı vardır. Zira O hakîm-i mutlaktır, insanların ibadetine ihtiyacı yoktur. O'nun indinde ibadetle günah aynıdır» derler.

Bu cahiller Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulduğunu da görürler: «Nefsini tezkiye eden, elbette kendisi için tezkiye etmiştir»
(35 - Fâtır: 18)«Mücâhede eden, elbette kendisi için mücâhede etmiştir» (29 - Ankebût: 6). «İyilik yapan kendisi için yapmıştır» (41 - Fussılet: 46). Bu zavallı, şeriatı bilmeyen bir kimsedir. Şeriatın mânâsını, kendisi için değil, Allahü Teâlâ için iş yapmak olarak anlıyor. Bu şuna benzer ki, hasta perhiz etmez ve «Sözünü dinlerim yahut dinlemem, hekim de ne oluyor?» der. Bu söz doğrudur, fakat o kimse ölür. Hekime ihtiyacı sebebi ile değil, perhiz etmemek, onu helake götürmüştür. Hekim ona sadece yol göstermiştir. Onun ölümü hekime ne ziyan verir ki! Bedenin hastalığı bu dünyada helake götürdüğü gibi, kalbin hastalığı da öbür dünyada helakine sebep olur! İlâç ve perhiz bedenin sıhhatine sebep olduğu gibi, tâat, marifet ve günahlardan sakınma da kalbin sıhhat ve selâmetine sebeptir. Hususan âyet-i kerimede. «Allah'ın huzuruna, kalb-i selim ile gelenlerden başkası kurtulamayacaktır» (26 - Şuarâ: 88-89), buyuruldu.

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Şeriatı, yukardaki sebepten başka bir sebeple anlayamayanların cahilliğidir. «Şerîat, kalbi; şehvetten, kızgınlıktan ve gösterişten temizleyin» diye emrediyor. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, insan bunlardan yaratılmıştır. Bu, bir kimsenin siyah bir bezi beyaz yapmak istemesine benzer. O hâlde, «Bu istekle meşgul olmak muhaldir!» derler. Bu ahmaklar, şerîatin böyle emretmediğini, bilâkis kızgınlığı ve şehveti terbiye etmeyi emrettiğini bilmiyorlar. Bu kızgınlık ve şehveti o şekilde kullanmak lâzımdır ki, şeriata ve akla hükmetmesin, itaatsizlikte bulunmasın, şeriatin hududunu muhafaza etsin ve küçük günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için büyük günahlara yanaşmasın. Bu mümkündür. Birçok kimse buna nail olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Kızgınlık ve şehvet lâzım değildir» buyurmadı. Kendilerinin dokuz hanımı var. Buyurdu ki: «Ben insanım, insanlar gibi ben de kızarım»
(Hm. II, 493). Allahü Teâlâ, «Gazabını, kızgınlığını yenenler ve insanlardan sâdır olanları afv edenler» ( 3 - Âl-1 İmrân 134) âyet-i kerimesi ile kendisinde kızgınlık olmayanları değil, kızgınlığını yenenleri medh ediyor.

BEŞİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ'nın sıfatlarını anlayamayanların cahilliğidir. «Allahü Teâlâ Rahim ve Kerimdir. Hangi şekilde olursa olsun bize merhamet eyler», derler. Kerîm olduğu gibi şiddetli azab edici olduğunu bilmiyorlar. Rahim ve Kerim olduğu hâlde, birçok insanı bu dünyada belâ, hastalık ve açlık içinde bulundurduğunu görmüyorlar. Yine görmüyorlar ki, ziraat ve ticaretle uğraşmayınca mala kavuşamıyorlar, gayret sarfetmeyince ilim öğrenemiyorlar. Fakat, dünya isteklerinde kusur etmiyorlar ve Allah Kerim'dir, Rahim'dir, ticaret ve ziraat ile meşgul olmaksızın rızkımızı verir demiyorlar. Halbuki Allahü Teâlâ, rızkı kendi üzerine almıştır.

Bahusus âyet-i kerimede, «Yeryüzünde, rızkı Allah üzerinde olmayan bir canlı yoktur»
(11 - Hûd: 6). buyurulmuştur. Ahiret işini amellere havale edip buyuruyor ki: «İnsan için çalışıp kazandığından başka bir şey yoktur» (5 - Necm: 39). O'nun keremine iman etmedikleri için dünyadan ve nzık aramaktan vazgeçmiyorlar. Ahiret için söyleneni de dilden bırakmıyorlar. Bu ise şeytanın telkinidir ve asılsızdır.

ALTINCI SEBEP: Mağrur olanların cahilliğidir. «Biz öyle bir makama ulaştık ki, günah bize zarar vermez. Bizim dinimiz büyük havuz olmuştur, necis olmaz», derler. Bu ahmakların pek çoğu o kadar basittirler ki, eğer bir kimse, onları küçük düşüren bir söz söylese ve gururlarını kırsa, hayatları boyunca ona düşman kesilirler, onların istediği bir lokmayı onlara vermese, dünya kendilerine dar ve zindan olur. İnsanlıkta, daha büyük havuz mevkiine erişemeyen ve yaptıklarından sıkılmayan bu aptalların bu büyüklük dâvalan nasıl doğru olur?

Faraza bu kimse, düşmanlık, şehvet, gösteriş ve kızgınlığın yanına yanaşamadığı bir kimse bile olsa, bu dâvasında mazur sayılmaz. Çünkü onun derecesi peygamberler derecesini geçemez. Halbuki onlar (peygamberler) hata ve kusur işleme korkusundan feryad ederler ve ağlarlardı. Ve özürlerinin kabulüne çalışırlardı! Ashâb-ı kirâm'ın ileri gelenleri küçük günahlardan da kaçınırlardı ve hattâ şüphe korkusuyla helâle bile yanaşmazlardı. O hâlde bu ahmak, şeytanın hiylelerine kapılmadığını ve derecesinin peygamberler ve sıddıklar derecesinden üstün olduğunu nereden bilmiştir. Eğer, «Evet; peygamberler böyle idiler. Fakat yaptıklarını insanların selâmeti için yaparlardı» derse, kendisini görenlerin helak olduğunu gördüğü hâlde niçin o da halkın selâmeti için aynı şeyleri yapmıyor. Eğer, halkın helaki bana zarar vermez derse, Peygamberin, (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunda niçin ziyanı olsun?

Eğer bunda bir ziyan bulmasaydı kendini takva zorluklarına niçin atar ve sadakadan kendisine verilen bir hurmayı ağzından çıkarıp niçin yemezdi? Yemiş olsaydı, herkese yemesi mubah olan bu hurmadan insanlara ne ziyan gelirdi. Eğer zararı varsa, şarap kadehlerinin bu ahmak'a niçin ziyanı olmasın. Son olarak diyelim ki, onun derecesi peygamberlerin derecesinden yüksek değildir. Yoksa onun yüz kadeh şarabın günahı, Peygamberimizin (aleyhisselâm) sadakadan verilen bir hurmayı yemesi günahından fazla değil midir? Yoksa kendisine verdiği paye sebebiyle, yüz kadeh şarap kendisini ifsâd etmiyor, değiştirmiyor da, Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bardak su kâfi görülüp, bir hurma onun hâlini değiştiriyor mu? Bundan anlaşılan, bu kimse yuları şeytanin eline vermiştir. Akıllıların bundan bahsetmesi yahut onunla alay etmeleri, lüzumsuzdur. Cihanın aptalları bile onun hâline gülerler!

Ama, din büyükleri; isteklerini esir etmeyen ve murakabede bulundurmayanların insanlıkla alâkası olmadığını, böyle kimselerin hayvan olduğunu anlayanlardır. O hâlde, bununla insan nefsinin hileci ve aldatıcı olduğu, daima yanlış iddiada bulunduğunu söylemesi ile anlaşılır. Böyle kimseden delil istenir. Onun doğruluğuna, kendi hükmü ile değil, şeriatın hükmü ile elbette bir delil yoktur. Eğer isteyerek bütün varlığını buna veriyorsa doğru söylüyor. Eğer, ruhsat, te'vil ve hile ile şeriatın hükümlerinden ayrılmak istiyorsa, şeytanın kölesi olmuştur. Bununla beraber, velilik dâvasında da bulunmaktadır. Bu delili son nefesine kadar ondan istemek lâzımdır. Yoksa, mağrur ve aldanmış kalıp helak olur. Bedenin şeriata uydurulması, Müslümanlığın birinci derecesidir.

YEDİNCİ SEBEP: Cahillikten değil, gaflet ve şehvetten meydana gelir. Bunlar her şeyi mubah gören gruptur ki, bu şüphelerden geçmişler, hiçbir şey duymaz olmuşlar. Fakat bir kimse bu grubun ibâhet [mübah kılma, serbest bırakma] yolunda gittiklerini, fesat çıkardıklarını, yaldızlı sözler söylediklerini, evliyalık ve tasavvuf iddia ettiklerini, onlara mahsus elbise giydiklerini görür. Onun da tabiatına bu hoş gelir, böylece tabiatına şehvet ve bozukluk hâkim olur. Fesat çıkarmaya razı olmaz ve, «Bana bundan bir ceza gelecektir» demez. Çünkü o zaman o fesat ona acı gelir. Hattâ der ki: «Bu, hiçbir fesat [bozukluk] değildir. Söylenen lâftır ve töhmet altında bırakmaktır». Ama ne töhmetin, ne de lâfın mânâsını bilir. Bu şehvet ve arzularla dolu gafil bir kimsedir. Şeytan onu istediği gibi yapmıştır. Söz ile düzelmez. Çünkü, şüphesi sözle meydana gelmiş değildir.

Bu gibi insanların çoğu, Allahü Teâlâ'nın haklarında şöyle buyurduklarındandır: «Muhakkak ki biz onu (Kur'ân-ı Kerim'i) anlamamaları için kalblerine örtü, kulaklarına ağırlık verdik. Onları doğru yola ve hidâyete çağırsan da asla yola gelmezler»
(18 - Kehf: 57). Ve yine Allahü Teâlâ buyuruyor: «Kur'ân-ı Kerîm'den Rabbinin birliğsini söylesen, nefret edip, yüz dönüp giderler» (17 - Isrâ: 46). O hâlde, onlarla, delil, hüccet getirmekle iş yapmaktansa kılıçla iş yapmak (onları öldürmek) daha iyidir.

Ehl-i ibâhenin yanlışlıkları ve onlara nasihat vermek hakkında bu kadar söz yeter. Bu unvanda bahsedilenlerin sebebi, ya kendini bilmemek, ya Allahü Teâlâ'yı bilmemek, ya şerîat denen, kendinden Allahü Teâlâ'ya giden yolu bilmemektir. Bunun gibi tabiatına, yaratıhşına uygun gelen bir işte bilgisizliğin giderilmesi zor olur. Bunun için bir grup insanlar vardır ki, şüphe etmeksizin ibâhet yolunda yürürler ve derler ki; «Biz serbestiz». Onlara, hangi işte serbestsiniz diye sorarsanız, söyleyemezler.

Çünkü onda ne istek var, ne de şüphe. Bunun hâli, hekime gidip hastayım diyen, fakat hastalığını (neresi ağrıdığını) söylemeyen, böylece neresi ağrıdığı belli olmayınca kendisine ilâç yapılamayan hastaya benzer. Ona söylenecek en doğru söz, «Dilediğin gibi yap, fakat sen mahlûksun, seni yaratan âlim ve kaadirdir. Dilediğini yapabilir. Bunda şüphen olmasın» sözüdür. Bu mânâ ona, açıkladığımız şekilde delil göstererek anlatılır.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANIN DÜNYADA BULUNMASININ SEBEBİ

Biliniz ki dünya, din yolunun konaklarından bir konak, yolcuları Allahü Teâlâ'ya götüren bir yol, misafirlerin azıklarını alabilmeleri için açıkta kurulmuş süslü bir pazardır. Dünya ve âhiret, senin iki hâlinden ibarettir: Ölümden Önce olup, ama ona çok yakın olana «DÜNYA», ölümden sonra olana ise «AHÎRET» denir.

Dünyadan maksat, âhiret için azık toplamaktır. Çünkü, insan yaratıldığı zaman sade ve noksan [eksik] yaratılmıştır. Fakat, kemâle gelmek ve meleklerin hâlini kalbine nakşetmek liyakatindedir. Böylece Allahü Teâlâ'ya lâyık kul olur. Bu; hidâyete kavuşmak, yahut Allahü Teâlâ'nm cemâlini seyredenlerden olur mânâsındadır. Onun nihaî saadeti budur. Cenneti budur ve o, bunun için yaratılmıştır. Gözü açılmayınca seyredemez ve O cemâli idrak edemez [anlayamaz]. Bu ise marifetle elde edilir.

Allahü Teâlâ'nın cemâlinin marifetinin anahtarı, onun sun'undaki [yaptığı, yarattığındaki şaşılacak] hâllerin bilinmesidir. Bu sun'unun anahtarı, Önce insanın duygularıdır. Bu hisler [duygular] ancak, su ve topraktan meydana gelmiş bu bedende bulunurlar. O hâlde, bunun için su ve toprak âlemine düştü.

Ancak bu şekilde, bu azığı elde eder, hisleriyle kendinin dışında olanları bilir. Kendini tanımak anahtarı ile de, Allahü Teâlâ'yı tanımaya kavuşur. Bu hisler onda olduğu ve faaliyet gösterdikleri müddetçe o kimseye, «Dünyadadır», derler. Hislere veda edip kendi [zâtı] ve zâtına ait sıfatları [kendine ait hususiyetleri] kalınca ona, «Ahirete gitti», derler. O halde insanın dünyada bulunmasının sebebi budur.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

DÜNYANIN HAKİKATİ, ÂFETİ VE MAKSADI

Demek ki, insana dünyada iki şey lâzımdır: Biri, kalbi öldürücü sebeplerden koruması ve gıdasını tedarik etmesi, diğeri de, bedenini helak edici, öldürücü şeylerden koruması ve gıdasını elde etmesidir.

Kalbin gıdası, Allahü Teâlâ'yı tanımak ve sevmektir. Çünkü, her şeyin gıdası tabiî hususiyetine uygun olur. Daha önce, insanın kalbinin hususiyetinin bu olduğunu anlatmıştık. Helakinin sebebi, Allahü Teâlâ'dan gayrı şeylerin sevgisine dalmaktır.

Bedeni, kalb için korumak lâzımdır. Yoksa, beden fânidir, kalb bakidir. Hacıyı hacca götüren deve gibi, beden de kalbin binek hayvanıdır. Deve hacıya lâzımdır, hacı deveye değil. Eğer hacca giden bir kimsenin deveyi yanında bulundurması icabediyorsa, yemini, suyunu, örtüsünü Kabe'ye varıncaya kadar tedarik etmesi lâzımdır. Bundan sonra onun sıkıntısından kurtulur. Fakat deveye bakmayı ihtiyaç miktarınca yapmak lâzımdır. Yoksa, bütün zamanını ona yem vermek, onu süslemek ve onu muhafaza etmekle geçirirse, kafileden geri kalır ve helak olur. Bunun gibi, eğer insan bütün zamanını, bedenin kuvvetlenmesine ve helak olma sebeplerini ondan uzaklaştırmaya verirse, kendi saadetinden mahrum kalır.

Dünyada bedenin ihtiyacı üçtür: Beslenmek için yemek, giyinmek, sıcak ve soğuktan korunmak için bir evi olmak. Böylece helak olma sebeplerinden kurtulur. O hâlde, insanın dünyadan zaruri olarak alacağı bunlardan fazla değildir. Hattâ dünyanın esası da bunlardır. Kalbin gıdası, beslenmesi ise marifettir. Ne kadar çok olursa, o kadar iyidir. Bedenin gıdası, yemektir. Haddinden fazla olursa helake sebep olur. Allahü Teâla'nın, şehveti insana vermesi, yemekte, meskende ve giyinmekte bedenin iktizasının meydana gelmesi içindir. Kendisinin binek hayvanı ancak bu şekilde helak olmaz. Bu şehvet öyle yaratılmıştır ki, kendine verilene razı olmaz, daha fazla ister. Aklın yaratılması, onun hududunu aşmamasını temin içindir.

Peygamberlerin diliyle (aleyhimüsselâm) gönderilen şeriatlar, onun [şehvetin - arzunun ] hududunu tâyin içindir. Fakat bu şehvet, yaratıldığı zaman kendisine verildi; çocukta da, onun [İstek ve arzunun] bulunması lâzımdır. Akıl ise sonradan yaratılmıştır. Demek ki, şehvet [arzu ve istek] önceden yerini tutmuş, hâkim olmuş, emre itaat etmek istemez olmuştur. Akıl ve şeriat ondan sonra geldiler.

Bütün varlığını kuvvet, elbise ve mesken kurmaya vermemesi ve bu sebeple kendini unutmaması, bu kuvvet ve elbisenin neye yaradığını, ne için olduğunu bilmesi ve hattâ kendinin bu dünyada ne için bulunduğunu anlaması, Âhiret için azık olan kalbin gıdasını unutmaması için geldiler. Bu ifadeden dünyanın hakikatini, âfetini ve maksadını öğrendin. Şimdi, dünyanın dallarını ve kısımlarım bildirelim.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

DÜNYANIN ASLI ÜÇ ŞEYDİR: YEMEK, ELBİSE VE MESKEN

Dünyanın tafsiline dikkat edersen, üç şeyden ibaret olduğunu görürsün: Biri bitki, maden ve hayvan gibi yeryüzünde görülen şeylerdir. Toprağın aslı, mesken kurmak ve ziraatle ondan faydalanmak içindir. Bakır, pirinç ve demir madenleri âletler için, hayvanlar ise üzerlerine binmek ve yemek içindir. Diğer ikisi de, insanın kalbini ve bedenini bunlarla meşgul eylemesidir. Ya kalbi, onu sevmek ve onu istemekle meşgul eder, veya bedenini onu düzeltmek, onun işlerini yapmakla meşgul eder.

Kalbi dünya sevgisi ile meşgul eylemek sebebiyle, kalbde helake sebep olan hırs, bâhillik, haset, düşmanlık ve bunun gibi sıfatlar meydana gelir. Bedeni dünya ile meşgul eylemekten, kalbe bir meşguliyet doğar. Böylece aslını unutur ve tamamen dünyaya dalar.

Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zaruri olan san'at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da kolları vardır. Bazıları ona hazırlık içindir. Pamuk döven ve iplik büken, dokumacının işini yapıyor. Bazısı da bunu tamamlar, terzi gibi ki, dokumacının işini tamamlıyor. Bunların hepsi için âletlere ihtiyaç vardır. Bunlar da odun, demir, deri ve bunun gibi şeylerdir. Böylece demircilik, marangozluk ve dericilik san'atlan meydana geldi. Bunların hepsi meydana gelince birbirlerine yardım etmeye muhtaç olurlar.

Çünkü herkes, kendinin bütün işlerini yapamaz. Böylece terzi, dokumacının ve demircinin işini, demirci de, diğer ikisinin işini yapmak için bir araya geldiler. Bu şekilde her biri ayrı iş yaptılar. Bu yüzden aralarında bazı şeyler meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü her biri kendi hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. Böyle san'atlardan üç çeşide daha ihtiyaç oldu. Biri, saltanat ve siyaset [idare], diğeri kadılık ve hâkimlik, diğeri de insanlar arasında onunla kanun teşrii yapılan fıkıh san'atlarıdır. Her ne kadar bunların çoğunun el ile alâkası yoksa da, her biri birer san'attır.

İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü Teâlâ için [O'nu bilmek için] lâzımdır. O hâlde kendini ve Allahü Teâlâ'yı unutanlar; kendini, Kabe'yi ve seferi unutup bütün zamanım deveye bakmaya veren hac yolcusuna benzerler.

Demek ki, dünya ve hakikati bu anlattıklarımızdır. Her kim onda sefere hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. Bahusus Peygamber Efendimiz buyurdu: «Dünya, Hârut ve Mâruttan daha büyük büyücüdür. Ondan kaçınız». Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve aldatmalarını ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur. Şimdi dünyanın neye benzediğini dinle!

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

DÜNYANIN CADILIĞI (BÜYÜCÜLÜĞÜ) HAKKINDA MİSÂLLER VE DÜNYA EHLİNİN GAFLETİ

BİRİNCİ MİSÂL: Dünyanın birinci büyücülüğü şöyledir: Kendini sana devamlı kalacak şekilde gösterir. Halbuki o, hareket eder ve devamlı senden kaçar. Fakat tedricî [azar azar] ve gayet yavaş hareket eder. Dünya, kendisine baktığın zaman hareketsiz görünen ve fakat daima yürüyen bir gölgeye benzer. Bilirsin ki, ömrün devamlı gidiyor ve tedrici olarak her an biraz daha azalıyor, işte o dünyadır, senden kaçıyor, sana veda ediyor [senden ayrılıyor], sen ise bunu anlamıyorsun!

BAŞKA MİSÂL: Büyülerinden biri de, kendini sana veriyor şeklinde göstermesi, seni kendine âşık etmesi, seninle kalacağını, bir başkasına varmayacağını imâ etmesidir. Halbuki sonra aniden sana düşman kesilir. Bu, erkekleri aldatıp, kendine âşık eyleyen, sonra evine götürüp öldüren, zehirleyen zalim bir dul kadına benzer.

Isa (aleyhisselâm) keşfinde dünyayı ihtiyar bir kadın şeklinde görüp sordu: «Kaç kocan vardır?». Dünya, «O kadar çok ki, sayamam», dedi. «Öldüler mi, yoksa seni boşadılar mı?» buyurdu. «Hayır! Belki hepsini ben öldürdüm», dedi. İsâ (aleyhisselâm) bunun üzerine, «Bu ahmaklara şaşarım ki, diğerlerine ne yaptığını görürler de yine seni isterler, hiç ibret almazlar» buyurdu.

BAŞKA MİSÂL: Dünyanın büyülerinden biri de, dışını süsleyip, belâ ve mihnetleri örtmesi, dışına, yüzüne bakan cahilleri aldatmasıdır. Çirkin yüzünü örten, ipekli ve süslü elbiseler giyen ihtiyar bir kadına benzer. Uzaktan onu görenler ona âşık olurlar. Ama yüzünden örtüyü kaldırınca pişman olur, üzülürler. Onun rezilliğini görürler. Hadîs-i şerifte geldi ki: «Kıyamet günü dünyayı yeşil gözlü, dişleri dökülmüş ihtiyar, çirkin bir kadın şeklinde getirirler; İnsanlar ona bakınca: Allah korusun! Bu nedir? Böyle rezil, böyle çirkin derler. Onlara denir ki: Bu, uğruna birbirinizi kıskandığınız, birbirinize düşman kesildiğiniz, kan döktüğünüz, sıla-i rahmi terkettiğiniz, ona aldandığınız dünyadır. Sonra onu Cehenneme atarlar. Der ki: Yarabbi, beni sevenler nerededir? Allahü Teâlâ onların da getirilip Cehenneme atılmasını emreder.»

BAŞKA MiSAL: Bir kimse dünyada bulunmadığından önceki ezeli ve içinde bulunmayacağı âtideki seneleri ve ezelle ebed arasındaki bu birkaç günü [kendi ömrünü] hesap ederse, dünyanın bir sefer yolu olduğunu, birinci menzilinin beşik, son konağının mezar ve bunun arasında kaç konak bulunduğunu anlar. Her yıl, bir konak gibi; her ay bir fersah (yaklaşık olarak altı kilometre] gibi; her gün, bir mil gibi ve her nefes bir adım gibidir. O ise durmadan yürüyor. Kiminin bu yoldan bir fersahı kalmış, kiminin daha az, kiminin daha çok kalmış. O ise daima burada kalacakmış gibi gamsız ve düşüncesiz oturmaktadır. On sene sonra bile kendine lâzım olmayacak şeyleri düşünmekle meşgul olur. Halbuki on güne varmaz, toprak altında olacaktır.

BAŞKA MİSÂL: Dünyayı sevenler, onda buldukları lezzetlerle âhirette rezillik ve sıkıntı çekenler; çok fazla yağlı yemekler yeyip, tatlı şerbetler içip midesini bozan, sonra da midesinde, nefsinde ve kazuratındaki rezaleti görüp utanan, pişman olan; lezzetleri geçti, rezilliği kaldı diyen kimse gibidir. Yemek ne kadar iyi olursa ağırlığı da o kadar çok olduğu gibi, dünya lezzetleri de ne kadar çok olursa sonu o kadar rüsvay ve rezil olmaktır. Bunun böyle olduğu can verirken belli olur. Zira nimeti, bağı - bostanı, cariye ve köleleri, altını ve gümüşü çok olanların, ölürken bunlardan ayrılık emeli; az olanlarınkinden daha çok olur. Bu elem ve azap ölümle yok olmaz. Hattâ daha da artar. Çünkü, o sevgi kalbin sıfatıdır. Kalb ise kendi yerinde olur, ölmez.

BAŞKA MİSÂL: Dünya işlerinden insanın karşılaştığı kendisine az görünür, bununla meşguliyetinin uzun sürmeyeceğini zanneder. Belki de işlerinin yüz tanesinden bir tanesi ortaya çıkar ve ömrü o işte geçer! İsâ (aleyhisselâm) buyuruyor: «Dünyayı arayan, deniz suyu içene benzer. Ne kadar çok içerse, daha çok susar, içer içer, nihayet ölür. Fakat susuzluğu, harareti eksilmez». Bizim Peygamberimiz (aleyhi efdâlüssalâti ve ekmelüttehıyyât) buyuruyor: «Bir kimsenin suya girip ıslanmaması mümkün değildir»
(C. Zühd, 3: H. Rİkâk, 2}.

BAŞKA MİSÂL: Dünyaya gelen; misafirler için odalar süslemek, onları grup grup çağırmak, önlerine üzerinde kuru yemişler bulunan altın tabak, öd ve buhurlu mangal koyup çeşitli güzel kokular arasında tatlı yediren ve geriye, başkaları geleceği için, tabak ve mangalı bırakıp meyveleri yenen bir misafirperverin evinde misafir olmaya benzer. O hâlde onun âdetini bilen ve akıllı olan herkes öd ve buhurun kokusuna bürünür, meyveyi yer, tabak ve mangalı bırakır, şükür eder ve gider. Ahmak olan bunları kendisine verdiklerini zannedip alıp götürmek ister. Gideceği zaman elinden aldıklarına üzülür, canı sıkılır, feryad eder. İşte dünya da böyle; yolcuların azıklarını bedava alacakları, fakat içerde olanlara tama' etmeyecekleri misafir konağıdır.

BAŞKA MİSÂL: Dünyayı sevenler, dünya işleri ile meşgul olup âhireti unutanlar; gemide bulunup, bir adaya yanaşıp kazâ-yı hacet ve taharet için dışarıya çıkanlar gibidir. Kaptan, bağırır ve der ki; «Hiç kimse fazla kalmasın. Temizlikten başka bir şeyle meşgul olmasın. Gemi hemen kalkacak». Onlar adaya dağılırlar. Akıllı olanlar, çabucak temizlenip geri dönerler. Gemiyi boş bulup daha güzel ve uygun bir yer tutup oraya otururlar. Diğer bir grup, adanın güzelliğine, acayipliğine şaşar, kalırlar. Onu seyre koyulurlar. Ondaki çiçeklere, tatlı tatlı öten bülbüllere, etraftaki süslü çakıl taşlarına bakar kalırlar. Geri dönünce, gemide rahat bir yer bulamazlar, dar ve karanlık yerde otururlar. Oranın sıkıntısını çekerler. Diğer bir grup, yalnız bakmakla kalmayıp, o süslü güzel çakıl taşlarını, çiçekleri toplarlar, beraberinde götürürler; gemide yer bulamazlar, dar bir yere sıkışır, kalırlar ve çok defa o çakıl taşlarını omuzları üzerinde taşırlar. Bir iki gün geçince o güzel renkler solar, kararır, onlardan nahoş kokular gelmeye başlar. Atacak yer bulamazlar. Pişman olurlar, onların yükünü ve sıkıntısını omuzlariyle çekerler. Bir başka grup, adanın güzelliğine şaşar ve öyle kalırlar. Gemiden uzak kalıp gemiyi kaçırırlar. Kaptanın sesini duymazlar. Adada kalırlar. Böylece bazısı açlıktan ölür. Bazısını yırtıcı hayvanlar öldürür. Birinci grup takva sahibi mü'minlere benzer, sondakiler de kâfirlere. Zira kendilerini, Allahü Teâlâ'yı ve âhireti unuttular. Bütün varlıklarını dünyaya verdiler. Ayet-i kerimede, «Âhirete nisbetle, dünya hayatını daha çok sevdiler»
(16 - Nahl: 107), buyuruldu. Aralarında bulunan iki grup, âsiler gibidir, imanın aslını korudular, fakat dünyadan el çekmediler. Bir kısmı fakirlikten pay aldı. Bir kısmı çok nimetler toplayıp, yükü ağır oldu.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

DÜNYADAKİ HER ŞEY MEZMUM [KÖTÜLENMİŞ] DEĞİLDİR

Dünyanın, söylenilen bu aşağılığı sebebiyle dünyadaki her şeyin mezmûm, aşağı olduğunu sanma. Belki dünyada öyle şeyler vardır ki; onlar dünya değildirler. İlim ve amel dünyada olur, fakat dünyadan sayılmazlar. Çünkü bunlar insanla beraber âhirete giderler. Ama ilim olduğu gibi onda kalır. Amel, her ne kadar aynen kalmazsa da eseri onunla kalır. Bu iki kısımdır: Biri kalb cevherinin temizliği ve parlaklığı olup, günahları terketmekten hâsıl olur. Diğeri Allahü Teâlâ'nın zikrine ünsiyeti olup, ibadetlere devamdan meydana gelir. O hâlde bunlar devamlı olan iyi şeylerdir ki, Allahü Teâlâ bunlar hakkında, «Baki olan iyi şeyler, Rabbinin indinde daha hayırlıdır» (18 - Kehf: 46), buyuruyor.

İlmin, münâcaatın ve Allahü Teâlâ'nın zikrine ünsiyetin verdiği lezzet daha çoktur. Bunlar dünyadadır. Fakat dünyadan sayılmazlar. O hâlde bütün lezzetler mezmûm ve kötü değildir. Belki geçen ve kalmayan lezzetlerin de hepsi mezmûm değildir. Bu da iki kısmıdır: Biri, dünyadan olduğu ve ölümden sonra da kalmadığı hâlde; âhiret işlerine, ilme, amele ve mü'minlerin çoğalmasına yardımcı olandır. Ahiret yolunun şartı olan ihtiyaç miktarınca kuvvet, evlenme, giyinme ve mesken kurma gibi. Dünyadan bu kadarına kanaat getiren ve bundan maksadı din işlerinde rahatlık olan, dünya ehli değildir.

O hâlde, dünyadan mezmûm [kötü] olanlar, din için olmayanlardır. Belki o kimse, gaflete, lezzet ve nimetlere kapılıp kulluk vazifelerini unutan ve kalbini bu dünyaya bağlayıp, öbür dünyadan nefret eden kimsedir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Dünya ve içindekiler mel'ûndur. Ancak Allahü Teâlâ'yı anmak ve buna yardım edenler mel'un değildir»
(C. Zühd: 3. T. Zühd: 14).

Dünyanın hakikatinden ve ne olduğundan bu kadar anlatmak yetişir. Bundan sonrasını ukûbat kısmı olan, muâmelât erkânının üçüncü kısmında anlatacağız.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

BEDEN VE RUHLA ALÂKALI CENNET VE CEHENNEM

Ölümün hakikati bilinmeyince âhiretin hakikatini kimse bilemez. Hayatın hakikatini bilemeyince, ölümün hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmeyince de, hayatın hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmek de, bir kısmını açıkladığımız kendi nefsini bilmektir.

Daha evvel söylemiştik ki, insan, biri ruh, diğeri beden olan iki asıldan meydana gelmiştir. Ruh süvari gibi, beden de binek hayvanı gibidir. Âhirette bu ruhun beden vasıtası ile bir hâli, bir Cenneti ve Cehennemi vardır. Kendi zâti sebebi ile bedenin ortak olmadığı başka bir hâli de vardır. Beden sebebiyle de onun [insanın] bir Cenneti veya Cehennemi yahut saadeti veya şekaveti vardır. Araya beden girmeksizin olan kalbin nimet ve lezzetlerine, «Rûhanî Cennet», diyoruz. Yine beden araya girmeden olan sıkıntı, elem ve şakiliğine «Rûhani Cehennem» diyoruz.

Bedenin de beraber bulunduğu Cennet ve Cehennem zaten bellidir. Orada, ağaçlar, nehirler, huriler, köşkler, yiyecekler, çiçekler ve buna benzer şeyler vardır. Her ikisinin de vasfı, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Herkes bunu anlayabilir. Bunu uzun olarak «İlyâu Ulûmi'd Din» kitabımızın «Ölümü hatırlama» kısmında anlattık. Burada ise bu kadarla iktifa edip, ölümün hakikatini anlatıp, ruhanî olan Cennet ve Cehenneme işaret edelim. Zira bunları herkes bilmez.

Hadis-i Kudsî'de, «İyi ameller yapan kullar için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiç kimsenin kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım» (1) buyurulanlar, ruhanî Cennettedir. Kalbin içinden melekût âlemine bu mânânın aşikâr olduğunu, hiç şüphe kalmadığını gösteren bir pencere açılır.

Bu yola kavuşan kimsede, âhiretin Cennet ve Cehennemine taklid ve işitme ile olmayıp parlak bir yakîn hâsıl olur [kendisinde şüphe olmayan kesin bilgi meydana gelir]. Bilâkis basiret ve müşahede ile olur. Hekimin, bu dünyada bedene ait iyilik ve kötülüğü bilmesi ve buna sıhhat ve hastalık demesi; bunun sebepleri olan ilâç kullanmak ve perhiz etmek, hastalığın ise çok yemek ve perhiz etmemekten ileri geldiğini söylemesi gibi; bu müşahede ile de kalbin yâni ruhun saadet ve şekaveti; ibadet ve marifetin bu saadetin ilâcı, cahillik ve günahın bu saadetin zehiri olduğu anlaşılır. Bu, çok kıymetli ve yüksek bir ilimdir.

Birçok âlim denen kimseler, bunu bilmezler. Hattâ bunu inkâr ederler. Bedenî olan Cennet ve Cehennemden ileri geçip söz söylemezler. Âhireti bilme hususunda işitme ve taklidden başka bir yol bilmezler. Bizim ise bunun hakikati hakkında delilli uzun kitabımız vardır. Bu kitap Arabidir [Arabcadır]. Burada ise bu kadar anlattık. Zeki ve kalbi inad ve taklid bulaşıklığından temizlenmiş olanlar, bunu idrak ederler ve âhiret işi kalblerinde sabit ve kuvvetli olur. Bunun için birçok kimselerin âhirette imanı zayıf ve sallantıda olur.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ÖLÜMÜN HAKİKATİ

Eğer ölümün hakikatinden bir nebzecik bilmek istersen, bilmelisin ki, insanın iki ruhu vardır. Biri, hayvanlara mahsus ruh cinsindendir ve biz ona «Hayvanî ruh» diyoruz. Diğeri ise, meleklere mahsus ruh cinsinden olup, ona «İnsanî ruh» diyoruz. Bu hayvani ruh, canlılarda sol tarafta bulunan yürek denilen et parçasında olup, kalbin menba'ıdır [kaynağıdır]. O ise. hayvanın bâtın mizaçlarından buhar gibi, lâtiftir.

Mutedil bir mizacı [karakteri] vardır ve kalbden atar-damarları vasıtası ile hareket eder. Beyne ve bütün uzuvlara ulaşır. Bu ruh, his ve hareketleri taşımaktadır. Beyne ulaşınca, harareti azalır, mutedil olur. Göz ondan görme kuvveti, kulak ondan işitme kuvveti ve diğer azalar da kendi hassa ve kuvvetlerini alırlar.

Bu, içerisi tozlu olan bir odadaki kandile benzer. Kandilin ışığı tozlardan geçip, duvarın üzerine düşer. Orayı aydınlatır. Kandilin aydınlığı duvarın üzerinde zahir olduğu gibi, Allahü Teâlâ'nm kudretiyle görme, işitme ve diğer hislerdeki kuvvetler bu ruhtan diğer azalarda meydana geliyor. Eğer bazı damarlarda tıkanma olursa, ondan sonra gelen uzuv hareketsiz kalıp felç olur. Onda his ve hareket kuvveti olmaz. Hekim, bu tıkanıklığı gidermeye uğraşır.

Bu ruh, kandilin alevi gibidir. Kalb ise fitili gibidir. Gıdalar da yağı gibidir. Kandilde [şamdanda] yağ bitince kandil söner. Yağ olup, fakat fitil çok yağ çekse, bozulup artık yağ çekmez olduğu gibi; kalb de çok zaman geçince gıda almaz olur. Yağ ve fitil yerinde olduğu hâlde, kandilin üzerine bir şey koyduğun zaman söndüğü gibi, bir canlıya da büyük bir yara ve zorluk gelince ölür.

Mizacı mutedil olduğu müddetçe —ki bu şarttır— bu ruh his ve hareket kuvveti gibi, Allahü Teâlâ'nın izni ile gökteki meleklerin nurlarından da lâtif mânâları alır. Hararetin veya soğukluğun çokluğundan veya başka sebeple mizacı bozulursa, o eserleri almaya lâyık olmaz. Bir aynanın yüzü düzgün ve parlak olursa, karşısındaki şeylerin suretini gösterir. Ama ayna iyi olmaz, yahut pas tutarsa o suretleri göstermez. Bu suretlerin yok olması veya kayıp olmasından değil, karşısındaki suretleri gösterecek hususiyetin aynada kalmamasındandır. Bunun gibi, hayvanî ruh dediğimiz, bu lâtif buhar mutedil [doğru - sağlam] olunca, buna elverişli olur. İtidâli gidince de artık almaz olur. His ve hareket kuvvetlerini almaz olunca, azalar onun nurlarının ihsanından mahrum kalır. Hissiz ve hareketsiz olur. Bu zaman «öldü» derler.

Hayvani ruhun ölmesinin mânâsı budur. Bu mizacın itidalden düşmesi için olan sebepleri bir araya getiren, Allahü Teâlâ'nın mahlûklarından bir mahlûktur. Ona «Metekü'l-mevt». [ölüm meleği, Azrail] denir. İnsanlar onun yalnız ismini bilirler. Onun hakikatini bilmek ise uzun sürer.

Bu şekildeki ölüm, hayvanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, daha başkadır. Çünkü onda bu hayvani ruh bulunduğu gibi, geçmiş fasıllarda insanın ruhu, yahut kalb ismini verdiğimiz başka bir ruhu daha vardır. Bu diğer ruha benzemez. Çünkü o, çözülmüş hava imbiklenmiş [damıtılmış] buhar gibi gayet lâtif bir cisimdir. Fakat bu insan ruhu, cisim değildir. Çünkü bölünme kabul etmez. Allahü Teâlâ'nın tanınması, bilinmesi onda olur. Allahü Teâlâ bölünme kabul etmediği ve bir olduğu gibi, bir olanın bilineceği yer de, bir ve bölünme kabul etmez olmalıdır. O hâlde bu marifet bölünebilen hiçbir şeyde olmaz. Bilâkis ancak bölünmeyen tek bir şeyde olur.

Fitili, kandilin alevini ve ışığını düşün: Fitil, yürek gibi, kandilin alevi hayvani ruh gibi, kandilin ışığı da insan ruhu gibidir. Kandilin ışığı, kandilden daha lâtif olduğu bir şeye benzetilmediği gibi, insanın ruhu da hayvanî ruha nisbetle lâtiftir ve bir şeye benzetilemez. Latiftik [ruhanilik] tarafından bakılırsa, bu benzetme doğrudur. Fakat bir başka şekilde doğru değildir. Çünkü, kandilin ışığı kandile tâbi olup, asıl olan kandildir. Kandil olmazsa, ışık da olmaz, insan ruhu ise, hayvanî ruha tâbi değildir. Hattâ asıl kendisidir. Hayvani ruha halel gelmekle, buna bir şey olmaz. Belki tam misâlini istersen, kandilden daha lâtif bir ışık farz et, kandil onunla var olsun, o kandille değil. Ancak misâlimiz böylece doğru olur!

O hâlde hayvanî ruh bir cihetten insan ruhunun binek hayvanı, bir cihetten de bir âlet hükmündedir. Bu hayvani ruhun mizacı bozulursa, kalıp [bedeni ölür. İnsan rûhu ise, kendi yerinde kalır. Fakat aletsiz ve merkebsiz kalır. Merkebin [binek hayvanının] ölümü ve âletin zayi olması, süvarinin de zayi ve yok olmasına sebep olmaz. Fakat aletsiz kalır.

Bu âlet kendisine, Allahü Teâlâ'nın marifet ve muhabbetini avlamak, elde etmek için verildi. Eğer maksadına kavuştuysa, âletin helak olması, aradan çekilmesi onun için daha iyidir. Çünkü maksada kavuşmuşken, âlet yük olur, ağırlık verir.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in «Ölüm, mü'mine hediye ve tuhfedir [hediyedir]», buyurması, av için tuzak kuran ve tuzağın yükünü çeken içindir. Avını elde edince tuzağın helâki onun için ganimettir. Yok, eğer —Allah korusun— avı elde etmeden önce bu tuzak çalışmaz olursa, onun ayrılık acısı ve musibetinin sonu olmaz. Bu acının ve elemin başlangıcı kabir azabıdır. Allahü Teâlâ bizi ondan korusun!

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

SENİN BENLİĞİN BU BEDENLE DEĞİLDİR

Bilmiş ol ki, bir kimsenin eli ve ayağı felç olursa o kendi yerinde kalır. Çünkü o, el ve ayak değildir, eli ve ayağı onun âletleridir. O ise, bunları kullanandır. Senin benliğinin hakikati; el ve ayak olmadığı gibi; sırtın, karnın, başın ve bedenin de değildir. Hepsi felç olsa da, senin yerinde durman yine mümkündür, ölümün mânâsı bütün vücudun felç olmasıdır [çalışmamasıdır]. Elin felç olmasının mânâsı, sana itaat etmemesidir, itaat etmesi için kudret denilen bir sıfata sahip olması icap ederdi.

Bu kudret sıfatı da, hayvanî ruh kandilinden o ele ulaşan bir nurdur. Hayvani ruhun geçiş yollan olan damarlarda bir tıkanıklık olsa, kudret ondan gidip, itaat etmesi mümkün olmaz. Sana itaat eden bütün beden de, bu hayvani ruhun vasıtasiyle itaat eder. Demek ki, mizacı bozulunca ve itaat edemeyince, ona ölüm diyorlar. Her ne kadar itaat etmek yerinde kalmazsa da, sen yerinde kalırsın.

Senin benliğinin hakikati, nasıl bu beden olur? Düşünürsen bilirsin ki, bugünkü vücudunun hücreleri, çocukluk zamanındaki hücreler değildir. Onların hepsi zamanla ortadan kalkmış, alınan gıdalardan yerlerine yenileri gelmiştir. O hâlde beden, aynı durumda kalmıyor, halbuki sen hep aynısın. Bu sebepten senin benliğin bedeninle değildir. Beden yok olursa olsun, sen her zamanki gibi zâtınla yaşarsın.

Senin sıfatların ise iki kısımdır: Biri, bedenin araya girmesiyledir. Açlık, susuzluk ve uyku gibi ki, bunlar midesiz, maddesiz olmazlar. Bu birinci kısım ölümle ortadan kalkar. Diğer bedenin araya girmediği, Allahü Teâlâ'yı ve cemâlini tanımak ve bununla mesrur olmak gibi şeylerdir. Bu senin zâtına mahsus sıfattır, seninle kalır. «Baki kalan iyilikler»
(18 - Kehf: 57)'in mânâsı da budur. Eğer bunun mukabili Allahü Teâlâ'yı bilmemek ise, bu da senin zâti sıfatın olup, seninle kalır. Ve o, rûhunun körlüğü ve şakiliğinin tohumudur. Ayet-i kerimede, «Bu dünyada kör olan, öbür dünyada da kör ve yolunu şaşırmış olur» (17 - Isrâ: 46), buyuruldu.

Bu iki ruhu, aralarındaki farkı ve irtibatı bilmeyen ölümün hakikatini hiçbir şekilde anlayamaz.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

İNSANÎ RUHUN İTİDALİNİ KORUMAK

Şimdi bilmiş olunuz ki, bu hayvani ruh, âlem-i süfliden olup, buhar karışımlarının lâtiflerinden meydana gelmiştir. [Buradaki buhar su buharı değildir]. Karışım dörttür: Kan, balgam, safra ve lenf. Bu dört şeyin aslı; su, ateş, toprak ve havadır. Mizaçtaki uygunluk ve uygunsuzluk; sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluğun miktarının farklı olmasındandır. Tıp ilminin gayesi, insani ruh dediğimiz diğer bir ruhun âleti ve taşıyıcılığını yapan hayvani ruhta bu dört şeyin itidalini sağlamaktır. İnsanî ruh bu alemden değildir. O ulvî âlemdendir ve melekler cevherindedir. Onun bu âleme inmesi, zâtındaki şaşılacak hâllerdendir. Fakat onun bu gurbeti, Allahü Teâlâ'dan gıdasını almak içindir. Hususan Allahü Teâlâ buyurur; «Hepiniz oradan aşağı inin dedik. Tâ ki size hidâyetim ulaşsın. Gösterdiğim yolu takip edenlere korku ve üzüntü yoktur» (2 - Bakara: 38).

Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de meleklere, «... Ben, çamurdan insan yaratıcıyım... Onu tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın» ( 38 - Şad: 71 - 72) buyurması, bu iki ruh âleminin ayrılığına işarettir. Zira birini çamura havale eyledi ve onun mizacının itidalinden «sevveytühû» [onu doğru ve hazır eyledim] diye bahsetti, itidal de budur. «Ve ona ruhumdan üfledim», kelâmı ile bunu kendine alâkalı kıldı. Buna misâl olarak deriz ki: Bir kimse, kolay ateş alması için bir bez parçasını lime lime eder, sonra ateşin yanına getirir ve alev alıp parlaması için üfler.

Hayvani ve süfli ruhun bir itidali vardır. Hekimin, onu helak ve hasta olmaktan korumak için itidal sebeplerini bilmesi gibi, kalbin hakikatinden olan insanî yüksek ruhun da bir itidali vardır. .Şeriat dâhilindeki ahlâk ve riyazet ilmi insanî ruhun bu itidalini muhafaza eder. Bundan sonraki islamın şartlarını anlatırken, onun sıhhatinin bunlar olduğu anlatılacaktır.

Anlaşıldı ki, insanın kendini bilmeden Allahü Teâlâ'yı bilemeyeceği gibi, bir kimse insandaki bu iki ruhun hakikatini bilmeyince de âhireti basiretle bilmesi [kalble yakînen tanıması] mümkün değildir. O hâlde kendini tanımak, Allahü Teâlâ'yı ve âhireti tanımanın anahtarıdır. Ve dinin esası da «Allahü Teâlâ'ya ve âhiret gününe iman etmektir». Bu sebepten dolayı bu bilgiyi öne aldık.

Bununla beraber ruhun evsafının [hususiyetlerinin] sırlarından bir sır söyleyemedik. Zira ondan konuşmaya izin yoktur. Çünkü, insanların anlayışı bunu kaldıramaz. Allahü Teâlâ'yı ve âhireti tamamen bilmek, bu ruhu tam bilmeye bağlıdır. Gayret et ki, mücahede ve istek yolu ile bunu kendi kendine bilesin. Zira başkasından dinlersen, onu dinlemeye takat getiremezsin. Evet, birçok kimseler Allahü Teâlâ hakkında bu vasfı dinlediler, inanmadılar, inkâr eylediler ve «Bu zaten mümkün değildir» dediler. Bu ise, Allahü Teâlâ'yı tenzih değil, inkârdır. O hâlde insan hakkında böyle şeyleri duymaya nasıl dayanabilirsin? Hattâ bu sıfatın Allahü Teâlâ hakkında olması, ne Kur'ân-ı Kerîm'le, ne de hadîs-i şerifle şârihdir. Aynı zamanda, duyunca inkâr ederler gerekçesiyle böyledir. Peygamberlere, «İnsanlara, akıllarının alacağı şekilde söyleyiniz», buyurulmuştur.

Peygamberlerden bazılarına şöyle vahiy gelmiştir: «Bizim sıfatlarımızdan insanların anlayamayacakları bir şey söyleme, sonra inkâr ederler ve ziyan ederler. Bilecekleri kadar söyleyin.»


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

HAŞRIN, NEŞRİN, BA'SIN VE İADENİN MÂNÂSI

Buraya kadar anlatılanlardan; insanın canının hakikatini, bedeni ile değil, zâtı ile durduğunu anladın. Kendi zâtının ve hususi sıfatlarının kıyamında bedene ihtiyacı olmadığını da öğrendin. Ölümün mânâsı, onun yok olması değil, bedendeki tasarrufunun kesilmesidir. Haşrın [öldükten sonra mahşerde toplanmak üzere dirilme], neşrin [Kıyamet vakti insanların dirilmesi], ba'sın [ba's: öldükten sonra kıymet günü diriliş] ve iadenin mânâsı, onu yok ettikten sonra tekrar yaratırlar değildir. Bunun mânâsı, evvelde olduğu gibi, ikinci defa ona, tasarruf edebileceği [istediği gibi kullanabileceği] bir beden verirler demektir. Bu defa birinciden daha kolay olur. Çünkü önce, hem bedeni, hem de ruhu yaratmak lâzım idi. Bu defa ise, insanî ruh, kendi yerindedir. Hattâ bedenin cüzleri bile kendi yerindedir. Bunları toplamak, yaratmaktan daha kolaydır. Ancak bu, bizim tasavvurumuza göre böyledir. Yoksa kolaylığın ilâhî fiil ile münasebeti yoktur. Zira, zorluk sıfatı olmayan yerde, kolaylık da olmaz.

İadenin şartı, sahip olduğu bedeni kendisine verirler demek değildir. Çünkü kalıp [beden] onun merkebidir [bineğidir]. At verirlerse, ona da biner. Çocukluğundan ihtiyarlığına kadar, hücreleri, diğer gıdalarla değiştirilmiş, o ise hiç değişmemiştir. O hâlde bunu şart edenlere birçok sorular sorulabilir. Bu sorulara ise zayıf cevablar verirler ve güya böylece o zorlamalardan kurtulurlar ki, onlara sorulur: «İnsan insanı yiyor. Birinin eczası [parçası], diğerinin eczası oluyor.

O hâlde, ruh bunlardan hangisine verilir? Eğer bir uzvu kesilir ve bundan sonra sevab olan bir iş yaparsa, bu uzvu, öbür dünyada onunla olur mu, olmaz mı? Eğer onunla olmazsa, Cennette, gözsüz, elsiz, yahut ayaksız nasıl olur? Eğer onunla olursa o sevab iş işlendiği zaman o uzuv, onda yoktur. Şimdi mükâfatı verilirken nasıl ortak olabilir?» Böyle lüzumsuz şeyler sorarlar ve cevab isterler. İade, hakikatiyle olmadığı şekilde bu gibi şüphelere lüzum kalmaz. Çünkü bütün bedene ihtiyaç yoktur. Bu şüpheler ve suallerin sebebi senin benliğin ve hakikatin, senin bedenindir. O, olduğu gibi yerinde kalmayınca, o sen olmazsın, sanmalarıdır. Bunun için şüphelere düştüler. Sözlerinin aslı yoktur.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

BU DÜNYADA CENNET VE CEHENNEMİ MÜŞAHEDE

Burada aklına şöyle bir sual gelebilir: Fıkıh âlimleri ile kelâm âlimleri arasında, insanın ruhu öldükten sonra yok olur ve sonra onu tekrar yaratırlar, sözü meşhurdur. Bu ise sizin dediğinize uymuyor. Cevabında deriz ki:

Başkalarının sözüne uyan, göremez olur. Bunu ancak, taklid ve basiret ehlinden olmayan söyler. Çünkü, eğer basiret sahibi olsaydı, bedene olan ölümün insanın hakikatini yok etmeyeceğini bilirdi. Taklîd sahiplerinden olsaydı, Kur'ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerden, insanın ruhu öldükten sonra kendi yerinde kaldığını bilirdi. Çünkü, ölümden sonra ruhlar iki kısma ayrılır:

Eşkıyanın [kâfirlerin ve fâcirlerin] ruhları; süedanın [sâidlerin, iyilerin] ruhları. İyilerin ruhları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de, «Allah yolunda öldürülenleri, ölü saymayınız. Onlar diridirler, Rablarının huzurunda mükâfata kavuşur ve daima O hazretten rızıklarını alırlar»
(3 - Al-i Imrân: 169 - 170), buyuruluyor ama, Bedir muharebesindeki kâfirler hakkında, Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve ashabı bu kâfirleri öldürünce, ölü oldukları hâlde, hepsine teker teker seslenip, bağırdı ve buyurdu ki: «Ey filân, ey filân! Allahü Teâlâ'nın, düşmanlarını kahretmek için bize verdiği müjdeler gerçekleşti. Bu müjdeler arasında sizin azab çekeceğinizi de kat'iyyetle bildirmiş idi.

Şimdi ölümden sonra doğru mu, değil mi anladınız mı?»
Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) dediler ki: «Onlar bir avuç murdardır. Onlarla nasıl konuşuyorsunuz?». Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Nefsim, yed-i kudretinde [kudret elinde] olan Allahü Teâlâ'ya yemin ederim ki, onlar bu sözü sizden daha çok işitirler, fakat cevab veremezler»
(H. Ccnâiz, 117; Hm. II. 31, 38).

Ölüler hakkında ve onların kendilerini ziyaret eden ve onlara matem tutanlar ve bu dünyada onlar hakkındaki hadis-i şerifleri araştıranlar, inceleyenler, onların yok olmasının şerîatte bildirilmediğini kat'iyyetle [kesinlikle] bilirler. Şerîatin bildirdiği; başka bir hâl alması, yahut yer değiştirmesidir. Mezar, ya Cehennem çukurlarından bir çukur, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir.

O hâlde, şüphesiz bilmiş ol ki, zâtından ve sıfatlarının hususiyetlerinden ölümle bir şey gitmiyor. Fakat, beyin ve azalar vasıtası ile çalışan his, hareket ve hayâl; ölünce kalmaz. İnsan, buradan gittiği gibi orada yalnız kalır. Bilmiş olunuz ki, at ölür, üstündeki süvari dokumacı ise, âlim olmaz ama gözleri kapalı ise, gözlerini açar. Yaya yürür. Beden, at gibi bir binek hayvanıdır, sen de süvarisin.

Bu sebepdendir ki, tasavvuf yolunun başlangıcında olduğu gibi, kendinden ve hislerinden uzaklaşıp, aslına inip, Allahü Teâlâ'nın zikrine dalanlara, âhiret hâlleri zevkle görünür. Onların rûh-ı hayvanileri, mizacının itidalinden bir şey kaybetmediği hâlde, kendini unutur.

Kendinde kendine karşı bir durgunluk, hissizlik meydana gelince, zâtmın hakikati sebebiyle, onları kendisi ile hiç meşgul eylemez. Böylece onların hâli, ölülerin hâline yakın olur. O hâlde, diğerlerine ölümle gösterilenler, onlara bu hâlde gösterilir. Sonra kendilerine gelince ve hisler âlemine dönünce, ekseriya gördükleri hatırlarında kalmaz.

Fakat bir eser, bir numune kalır. Eğer Cennetin hakikatini ona göstermişlerse, onun huzur, rahat, sevinç ve süruru o kimsede kalır. Eğer Cehennemi ona arzetmişlerse, onun acı ve şiddeti kendisinde yer eder. Eğer hatırında ondan bir şey kalırsa, ondan haber verir. Hayâl hazinesi o şeyi anlatmak isterse, hatırda kolay kalabilen bir şeye benzetir. Ondan haber verir. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve seilem) namazda elini kaldırdı ve «Cennet üzümlerinden bir salkımı bana arzettiler. Onu bu dünyaya getirmek istedim»
(Hm. III, 353, V. 13), buyurdu. Bahsedilen üzüm salkımının bu dünyaya getirilebileceği sanılmasın. Belki bu imkânsızdır. Eğer mümkün olsaydı, getirirdi. Fakat ona müşahede ile gösterilmiş idi. Bunun muhal [imkansız] olmasının hakikatini bilmek uzundur ve senin bunu öğrenmek istemene de lüzum yoktur.

Alimlerin makamları arasındaki fark, şöyle olur: Biri kendisinin gördüğü, başkalarının görmediği Cennet üzümünün nasıl olduğunu, neye benzediğini merak ederek alır. Diğerlerinin bundan nasibleri, onun elini hareket ettirmesinden başka bir şey değildir. Bunun neticesi de «Az bir hareket namazı bozmaz», oluyor. Bunun tafsilini çok merak eder. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi budur zanneder. Bunu bilen ve buna kanaat etmeyen, başka şeyle meşgul olan hakikatten ve şeriat ilminden uzaklaşmıştır. Şunu demek istiyoruz: Peygamber Efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cennetten haber vermesi, taklîd ve Cebrail aleyhisselâmdan işitme yolu ile olduğu sanılmasın.

Cebrail aleyhisselâmdan dinlemenin mânâsını, diğer mânâları bildiği gibi bilirsin! Fakat Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), Cenneti gördü. Cennet tamamen bu dünyada görülemez. Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) o âleme gitti, kayıp oldu [bu âlemden çıktı]. Bu onun bir çeşit mi'râcı oldu. Kayıp olmak iki şekildedir: Biri hayvani ruhun ölmesiyle, diğeri hayvanı ruhun kendini unutması iledir. Bu âlemde Cennet görülemez. Yedi kat göklerin ve yerin bir ceviz kabuğuna sığmaması gibi, Cennetten ufak bir parça da bu dünyaya sığmaz.

Belki kulak, göklerin ve yerin şekillerinin kendisinde, gözdeki gibi hâsıl olmasından uzak olduğu gibi, bu dünyadaki bütün duygular, Cennetin bütün lezzetlerinden uzaktırlar. O âlemin duyguları daha başkadır.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KABİR AZABININ MÂNÂSI

Şimdi «Kabir azabını» anlatmamıza sıra geldi. Kabir azabı da iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî. Cismanî olanı herkes bilir. Ruhanî olanı ise, kendini bilenden başkası bilmez. Ruhunun hakikatini bilmesi, kendi zâtı ile kaim [var] olması ve kıyamı için bedene muhtaç olmasını, ölümden sonra bâki olduğunu, ölümün onu yok eylemediğini, ölümün ise; gözünü, elini, ayağını, kulağını ve bütün hislerini alması olduğunu, hisleri kendisinden alınınca; hanım, evlât, mal, mülk, ev, hizmetçi, hayvan, akraba ve yakınları; hattâ yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsinin ondan alınacağını bilmesidir. Eğer bu şeyleri seviyorsa ve kendi varlığını bunlara vermiş ise, ayrılırken zaruri olarak azabda kalır. Hepsinden vaz geçmiş ve burada hiç birine tutulmamış ise, hattâ ölmeyi arzu ediyor hâlde ise, rahata kavuşur. Allahü Teâlâ'yı sevmeyi elde etmiş, O'nun zikrine ünsiyet peyda etmiş [dostluk, ülfet meydana getirmiş] ve bütün varlığını O'na vermiş ve dünya meşguliyetini lüzumsuz ve perişan kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve düşündürücü şeyler aradan kalkar, mes'ud ve mesrur olur.

Şimdi, bir kimsenin kendini tanıdığı ve baki kalacağını bildiği hâlde, bütün arzu ve sevgisinin nasıl dünyada olabileceğini ve sonra, dünyadan göçünce, sevdiklerinden ayrıldığının azabı ve elemi içerisinde olacağında şüphe edip etmeyeceğini düşün! Bâhusus [hususiyle] Peygamber Efendimiz bunu haber veriyor ve buyuruyor ki: «İstediğini sev, muhakkak ki ondan ayrılacaksın».

Bir de, Allah'tan başkasını sevmeyen, dünyayı ve içerisindekileri düşman bilen, dünyadan ancak kendi azığını alan kimsenin, dünyadan giderken sıkıntıdan kurtulup, rahata kavuşacağında şüphe olup olmayacağını düşün! O hâlde bunu anlayana kabir azabının varlığında ve müttekilere olmayacağı hususunda şübhe kalmaz. Hattâ dünya, onun ve kendini tamamen dünyaya verenlerin evidir. Böyle olduğu «Dünya, mü'minlerin zindanı, kâfirlerin Cennetidir»
(M. Zühd. I; T. Zühd. 16: C. Zühd, 3: Hm. II, 197. 323, 389, 485), hadîs-i şerifinden anlaşılıyor.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KABİR AZÂBININ HAKİKATİ VE DERECELERİ

Kabir azabının aslı şimdi öğrendiğin gibi dünya sevgisidir. Bu azab da farklıdır. Dünyayı isteme derecesine göre, bazılarına çok, bazılarına az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan bir kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, azamet ve bütün dünya ni'metlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Hâttâ bu dünyada bir kimseye, bir atı çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azab çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından alınıp götürülmesinden ve yalnız başına kalmasından az üzülür. Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.

O hâlde, herkesin cezası ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır. Dünya ni'metleri yüzüne gülen ve kendini bu ni'metlere verenler hakkında Allahü Teâlâ'nın, «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret ni'metleri üzerine tercih ettikleri içindir»
(16 - Nahl: 107), buyurduğu kimselerin azabları çok şiddetli olur. Bununla alâkalı olarak şöyle bildirildi:

Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurur ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir»
(20 - Tahâ: 124), âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir», dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin azabı kabirdedir, doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. Ejderhanın ne olduğunu bilir misiniz? Onlar doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder».

Basiret sahipleri bu ejderhaları, basiret gözü ile görmektedir. Aptallar derler ki; «Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmüyoruz. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görürdük». Bu ahmak bilmiş olsun ki, bu ejderha ölenin rûhundadır. Onun ruhundan dışarı çıkmaz ki, başkaları görebilsin. Hattâ, ölümden önce de bu ejderha onun içinde idi, o ise onlardan gafil idi, bilmiyordu. Ve yine bilmiş olsun ki, aynı zamanda bu ejderha, onun kendi sıfatlarından meydana gelmiştir. Başlarının sayısı da, onun kotü ahlakının dalları sayısıncadır. O ejderhanın tıynetinin aslı, dünya sevgisindedir. Sonra, dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, çekememezlik, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısınca kendisinde başlar meydana gelir. Bu ejderhanın nasıl olduğu ve başlarının çokluğu basiretin nuru ile anlaşılabilir.

Ama, sayıları ancak peygamberlik nuru ile bilinebilir. Çünkü onlar, kötü ahlâkın sayısını bilirler. Biz ise bilemeyiz. O hâlde, bu ejderha kâfirin ruhu içerisinde yerleşmiştir ve örtülüdür. Allah ve Resulünü bilmemek sebebi ile değil, belki bütün benliğini dünyaya verdiği içindir. Nitekim Allahü Teâlâ buyurur: «Bu şiddetli azab onlara, dünya hayatını âhiret ni'metleri üzerine tercih ettikleri içindir»
(16 - Nahl: 107). Ve yine buyurdu: «Kâfirler Cehenneme arz edildiği gün (onlara denilir ki), siz dünyada iyiliğinizi giderip, yalnız dünyadan faydalandınız» (46 - Ahkâf: 20). Eğer insanların sandığı gibi, bu ejderha onun dışında olsaydı daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılabilirdi. Fakat ruhunda yerleşmiş olduğundan ve hakikatle kendi sıfatı olduğundan ondan nasıl kaçabilir?

Bir kimse cariyesini satıp ve sonra ona âşık olduğu gibi, ruhunda bulunan ve onu sokan o ejderha da, ona âşıktır. Kalbinde örtülüdür ve bugüne kadar acısını hissetmemiştir. Bunun gibi, bu doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup bugüne kadar acısını duymaması onlardan haberi olmadığı içindir. Maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu gibi, ayrılık vaktinde de üzülmeye sebep olur. Çünkü, aşk, sevgi olmasaydı, ayrılıkta üzüntü olmayacaktı. Bunun gibi rahata sebep olan dünya sevgisi ve aşkı, azaba da sebep olur. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Ve daha buna benzer nice şeyler!

Cariyenin âşığı, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya ve ateşe atmayı veya bir akrebin kendini sokmasını istemesi gibi, kabirde azab çekerken de, insanların bu dünyada bildikleri akrep ve yılanın kendisine azab etmesini, canını yakmasını ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise ruhunda olup, bilinen gözlerden hiçbiri bunu görmez.

Demek ki, hakikatte herkes, kendi azabının sebebini buradan götürmektedir. Bu da onların kalblerindedir. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu; «Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir». Ve yine bunun için Allahü Teâlâ buyuruyor: «Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz»
(102 - Tekâsür: 4-5). Ve yine bunun için buyurdu: «Elbette Cehennem, kâfirleri içine alıcıdır, kuşatıcıdır» (29 Ankebût: 54). «Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir», buyurdu da «Onları ihata edecek» buyurmadı.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KABİRDEKİ EJDERHALAR BAŞ GÖZÜYLE GÖRÜLEMEZ

Sen şeriatın, zahir haberlerine göre, bu ejderhalar baş gözü ile görülebilir dersin. Ruhun içinde olan ejderhalar görülür cinsten değiller. Biliniz ki, bu ejderhalar görülebilir. Ama ölüler görür. Bu dünyada olanlar göremez. Çünkü, o âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemezler. Bu ejderhalar, bu dünyada görüldüğü gibi, ölüye görünürler. Fakat sen göremezsin. Hususan, çok kimseler uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, yanında oturan ise bunu görmez. Bu yılan, uyuyan için vardır, acısı ona gelmektedir, uyanık olan kimse için ise yoktur. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından bir şey azaltmıyor.

Uyuyan bir kimsenin rüyada, kendisini yılan soktuğunu görmesi, bir düşmandan sıkıntı göreceğine işarettir. O acı ve sıkıntı ruha olmakta idi, kalbe gelmekte idi. Fakat bu dünyada bir şeye benzetilmek isterse, yılan olur. Düşmanı kendisine galib gelince, «Zaten bunun rüyasını görmüştüm» der. Sonra da, «Keşke beni yılan soksaydı da, bu düşmanım, arzusuna kavuşmasaydı, der.

Çünkü, bu azab onun kalbine, bedenine olandan ve yılanınkinden daha büyük gelmektedir. O hâlde «Bu yılan yoktur, onu ısıran, sokan da bir hayâldir», dersen, bu büyük bir hatâdır. Bilâkis o yılan mevcuttur.

Mevcudun mânâsı «bulunan», demektir. Yok'un mânâsı da, bulunmayan» demektir. Rüyada senin bulduğun ve gördüğün her şey, hiç kimse onu görmese de, sana göre mevcuttur. Senin görmediğin her şey de herkes tarafından görülse de, sana göre, mevcut olmayan ve bulunmayan bir şeydir. Azab ve azabın sebebi ölüye ve uyuyana olmaktadır, diğerleri görmese de, bu azabı görenler, çekenler için niçin noksanlık olsun?

Şu kadar var ki, uyuyan çabuk uyanıyor ve azabdan kurtuluyor. Bunun için buna hayâli oluyor derler. Fakat ölü, o azabda kaıyor, çünkü ölümün sonu yoktur. Böylece hep azab çekiyor. Bunun gibi bu âlemde his olunanlar da kalıyor.

Kur'ân-ı Kerim'de ve şeriatta bu yılan, akrep ve ejderhaların kabirde bulunduğu yoktur ki, bu baş gözü ile herkes onları görsün ve âlem-i şahadetten olsunlar. Ama eğer bir kimse uyku sebebiyle bu âlemden uzaklaşırsa ve bu ölünün hâlini ona gösterirlerse, onu yılan ve akrepler arasında görür.

Peygamberler ve evliya uyanık iken de görürler. Çünkü, diğerlerine uykuda verilenler, bunlara uyanık iken de verilir. Onların bu dünya ile meşguliyeti, Öbür dünyaların işlerini müşahede etmelerine engel olmaz.

Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey görmeyen ahmakların, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın işlerini anlamamalarındandır.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KABİR AZABI HERKES İÇİN DEĞİLDİR

Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse bundan kurtulamaz. Çünkü, kadın, evlât, mal ve mevkiyi herkes seviyor. O hâlde kabir azabı herkese olacaktır. Bundan kimse kurtulamayacaktır derse, cevabında deriz ki: Dediğin gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş olurlar, onların dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri yoktur. Ölümü arzularlar. Derviş [yâni fakîir] vaziyetindeki Müslümanların çoğu böyledir. Zengin insanlar da ikiye ayrılır:

Bir kısmı, bu şeyleri sevdikleri gibi, Allahü Teâlâ'yı da severler. Onlar için de, bu azab yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, kendisinin evi ve sarayı vardır, bunları sever. Fakat, baş olmayı, saltanatı, köşkü ve bağı ondan daha çok sever. Padişahın emri ile ona bir başka şehrin valiliği verilirse, ona bulunduğu yerden çıkmak hiç üzüntü vermez.

Zira, evinin, sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz. O hâlde, peygamberler, evliya ve zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysalar da, Allah sevgisi hâsıl olduğu ve ona kavuşmak ünsiyetinin verdiği lezzet sebebiyle, diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile hâsıl olur. O hâlde onlar bundan emindirler.

Ama, dünya arzularını daha çok sevenler, bu azabdan kurtulamazlar. Bunlar daha fazladır. Bunun için Allahü Teâlâ buyurur: «Sizden gideceği yer o [Cehennem] olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin irâdesi ile nihayetlenir. Sonra, müttekî olanları ondan kurtarırız. Kâfirleri ise dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz»
(19 - Meryem: 71 - 72). Bu kimselere, bir müddet azab ederler. Dünyadan uzun zaman ayrı kaldıkları için, dünya lezzetini unuturlar. Kalbde olan Allahü Teâlâ'ya ait sevgisi tekrar zuhur etmeye başlar. Bu bir sarayı, diğerinden; yahut bir şehri, diğer bir şehirden, veya, bir kadını, diğer bir kadından daha çok seven bir kimseye benzer. Fakat, diğerini de seviyor. Onu en çok sevdiğinden ayırırlar ve diğer sevdiğine bırakırlarsa, bir zaman ondan ayrıldığına üzülür, sonra unutur, buna alışır, işte kalbde olan o sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar görünür.

Fakat Allahü Teâlâ'yı asla sevmeyen, o azabda kalır. Zira, o daima O'ndan uzak kalmayı seviyordu. Hangi bahane ile ondan kurtulabilir? Kâfirlerin ebedi azabta kalmalarının sebeplerinden biri de budur.

Biliniz ki, herkes, «Ben Allahü Teâlâ'yı severim, yahut dünyadan daha çok severim», diye iddia eder. Bütün dünyadakiler bunu diliyle böyle söylerler. Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü] vardır ki, onunla anlaşılır. Bu da şöyledir: Bir kimseye şehveti ve nefsi bir şey emretse, Allahü Teâlâ'nın gönderdiği şeriat da bunun aksini emretse, kalbini Allahü Teâlâ'nın emrine doğru meyletmiş, yaklaştırmış görürse, o Allahü Teâlâ'yı seviyor demektir. Bahusus iki kimseyi de seven bir kimse, bunlardan birini daha çok seviyorsa, aralarında bir ihtilâf çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafından görür ve onu daha çok sevdiğini bununla, anlar. Böyle olmayınca, dil ile söylemekte hiç fayda yoktur. Çünkü o söylemek yalan olur.

Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «La ilahe illallah diyenler, daima kendilerini Allahü Teâlâ'nın azabından koruyorlar. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercihlerine kadar devam eder. Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri zaman, Allahü Teâlâ onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bu işten sonra la ilahe illallah demeniz yalan olur, der».

O hâlde, buradan, basiret sahiplerinin kalb gözleriyle, kabir azabından nasıl kurtulacağını görmeleri anlaşıldı. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması gibi azablarının da müddet ve şiddet bakımından çok farklı bulunduğunu bildikleri anlaşıldı.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

KABİR AZABINDAN EMİN OLMAYI DENEME YOLU

Ahmaklardan ve gururlulardan, aldanmışlardan bir grup vardır ki, şöyle derler: «Eğer kabir azabı varsa, biz bundan eminiz. Çünkü, bizim onunla hiç alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır». Bu iddia boştur. Tecrübe etmeyince, anlaşılamaz.

Eğer her şeyi hırsız alır götürür, yahut kendisi için kıymetli olan şeyi arkadaşına verir, yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir, onu zemmederler de, kalbinde bunlardan hiçbir eser kalmaz ve başkasının malı çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, o zaman bu iddia doğru olur. O zaman; ben böyleyim deyip, gururlanabilir. Malı çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, anlaşılmaz. O hâlde malı kendinden uzaklaştırmak ve insanların kabulünden kaçmak lâzımdır ki, kendini denesin ve sonra kendine güvensin. Evet, çok insanlar hanım ve cariye ile hiç alâkaları olmadıklarını zannedip, boşar ve satarlar. Kalblerinde örtülü olan aşk ateşi meydana çıkar, deli divâne kesilirler.

O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünya ile, zaruret miktarı kadar alâkalanmalıdır. Hela gibi kabul etmeli, zaruret miktarınca aramalı ve ondan kurtulmak istemelidir. Demek ki, mideye yemek doldurma hırsı, midenin yemekten kurtulması [kusma arzusu] gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır. Diğer işler de bunun gibidir.

Kalb bu bağlardan kurtulamazsa, ibâdetlere ve Allahü Teâlâ'yı zikre devam etmesi lâzım gelmektedir. Zikre alışkanlığı kalbte hâkim eylemelidir. Böylece bu sevgi dünya sevgisini yener. Şeriata uymakla ve Allahü Teâlâ'nın emirlerini, kendi isteklerine takdim etmekle bu şekilde olduğuna kendinden delil ve hüccet aramalıdır. Eğer nefsi ona itaat ediyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna güvenebilir. Yok eğer böyle olmazsa, Allahü Teâlâ tarafından bir afv gelmeyince, beden kabir azabında kalır.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

RUHLA ALÂKALI ÜÇ CİNS CEHENNEM ATEŞİ

Şimdi ruhanî Cehennemi anlatalım: Rûhanî dememizin sebebi, beden araya girmeksizin yalnız ruha olduğu içindir. Âyet-i kerîmede, «O Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki, tırmanıp yüreklerin tâ üstüne çıkacak ve kaplayacaktır», (104 - Hümeze: 7 -8 ) buyurulması bunu gösteriyor. O, kalbi istilâ eden bir ateştir. Bedenle alâkalı olan ateşe ise cismanî, denir.

İşte bu rûhanî Cehennemde üç çeşit ateş vardır: Biri, dünya arzu ve isteklerinden ayrılık ateşi, ikincisi, mahcubiyet, utanma ve rezil olma ateşi, üçüncüsü de, Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum ve ümitsiz kalma ateşidir. Bu üç çeşit ateşin hepsi de, bedenle değil, ruhla alâkalıdır. Bu üç ateşin sebeplerini açıklamak lâzım ki, herkes buradan [bu dünyadan] giderken beraberinde bunları nasıl götürüyor anlaşılsın. Aynı zamanda bu âlemden ariyet olarak göstereceğimiz bir misâl ile onu açıklayacağız.

BİRİNCİ SIFAT: Dünya arzu ve isteklerinden ayrılık ateşidir. Bunun sebebi kabir azabı anlatılırken söylendiği gibi, aşk ve Cenneti istemenin kalbin yaratılışına uygun olmasıdır. Mâşukla olmak kalbin cenneti olunca, mâşukla olmamak da cehennemi olur. O hâlde dünyaya âşık olan, dünyada Cennettedir. «O hâlde dünya, kâfirin Cennetidir»
(M. Zühd, 1; F. Zühd, 16; C. Zühd, 3; Hm. II. 197, 323, 389, 485). Âhirette ise, Cehennemdedir. Çünkü, mâşukunu ondan almışlardır. Demek ki, bir şey iki değişik hâlde, hem lezzete, hem de eleme sebep oluyor.

Bu ateş dünyada şuna benzer: Bir padişah düşünelim: Yeryüzünde her şey ona itaat ediyor, her şeye hükmediyor, daima güzel yüzlü cariyeler, hizmetçiler, kadınlarla bulunuyor ve yine daima süslü süslü köşkler, rengârenk bahçeleri seyrediyor. Bu zevk ve safâ içerisinde iken aniden bir düşman geliyor, onu yakalıyor ve kendine hizmetçi alıyor. Memleketindeki insanların yanında onu köpeklere hizmet ettirirken, onun yanında hanımıyla ve cariyeleriyle oynuyor, eğleniyor. Hizmetçilerine emirler veriyor. Hazinesinde, kendisi için çok kıymetli olarak bulundurduğu şeyleri düşmanlarına veriyor. Dikkat buyurun! Bu adamın bedenine hiçbir eziyet yapılıyor mu? Fakat hanımından, çocuklarından, hükümdarlığından, cariyelerinden ve hazinelerinden ayrılık kalbine oturmuş onu yakıyor. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, bir yolla öldürülmesini yahut canının şiddetli azablarla, dayaklarla yakılmasını istiyor.

Bu bir ateşin örneğidir. Ne kadar çok nimete sahip olursa, hükmü ne kadar kuvvetli ve lezzetleri ne kadar çok olursa, bu ateş de o kadar yakıcı ve şiddetli olur. O hâlde, dünyada rahatlık sınırını geniş tutanların, dünyadan çok şeye kavuşanların dünyaya bağlılıkları, dünya sevgileri do o kadar çok olur.

Bunların ayrılık ateşi de kalblerinde daha yakıcı olur. O ateşin bu dünyada örneğinin bulunmasına imkân yoktur. Çünkü, bu dünyadaki kalbe ait elemler, istisnasız kalbe ve ruha tamamen yerleşemez. Çünkü, hisler ve bu dünya işleri kalbi meşgul eder. Meşguliyet, azabın yerleşmemesi için kalbe bir perde gibidir.

Bunun içindir ki, bu kimse gözünü ve kulağını bir şeyle meşgul ederse, o elem onda azalır. Bu işlere son verirse acıyı daha çok duyar. Bu yüzdendir ki, elem ve acı sahibi bir kimse, uykudan uyanınca, o elemin yarası kalbinde daha büyük olur. Çünkü, uykuda iken rûh her şeyden uzaklaşmış, yalnız kalmıştı. Hisler geri gelmeden önce, ona ulaşan her şeyin eseri de çok olur. Hattâ güzel bir ses ile uykudan uyansa, onda büyük tesir bırakır. Bunun sebebi, kalbin bu esnada, yâni uyurken hislerden arınmış olmasıdır. Bununla beraber bu dünyada, hislerden tamamen kurtulamaz. Ölünce, hislerden uzak kalır ve tamamen ayrılır, işte o zaman onun rahatı ve elemi de onda öylece büyük olur. Oradaki ateşin, dünya ateşi olacağını zannetmeyin. Bu ateşi yetmiş defa su ile yıkadıktan sonra dünyaya göndermişlerdir.

İKİNCİ ATEŞİN SIFATI: Yaptığı rezaletlerden utanma ve mahcubiyet ateşidir. Bu ateşe şöyle misâl verilir: Bir padişah düşünelim. Gayet aşağı ve hasis bir kimseyi seçer, yanına alır ve memleketin valiliğini ona verir. Onu kendi hareminde bulundurur.

Kendisine sırdaş yapar. Haremdeki herkesi gösterir. Hazineyi ona teslim eder. Her işde ona itimat eder [güvenir]. Bu hasis adam, bu nimetlere kavuşunca, emri dinlemez, nankörlük eder. Padişahın hazinesini harcar, padişahın hanımına ve haremine hıyanet ve kötülük eder. Görünüşte ise, padişahın emanetini korur. Fakat bir gün padişahın haremine hıyanet ve kötü muamele yaparken etrafına bakar. Padişahın bir pencereden kendisini seyretmekte olduğunu görür ve her gün kendisini gördüğünü ve hıyanetinin daha çok olması için, ses çıkarmadığını anlar. Herkesin gözü önünde, âleme ibret olsun diye, bu hasisi öldüreceğini ve bu zamanda bu adamın bu rezilliklerinden dolayı kalbindeki utanmayı, ruhundaki bu mahcubiyeti düşünün! Vücudunda hiçbir ağrı yoktur. Buna rağmen bu mahcubiyet ve utanmadan kurtulmak için yerin dibine girmeye çoktan razıdır!..

Bunun gibi, sen de bu dünyada, zahirde güzel görünen âdet şeklinde işler yaparsın. Fakat onların aslı ve hakikati kötü ve çirkindir. O işlerin aslı ve hakikati kıyamette sana gösterildiğinde, rezilliğin meydana çıkacak ve mahcubiyet ateşi ile yanacaksın. Meselâ bugün gıybet edersen, kıyamette kendini, bu dünyada akrabasının etini yiyip, kızartılmış tavuk yediğini ve fakat dikkatli bakınca ölmüş kardeşinin eti olduğunu tanıyan kimse gibi görürsün. Bu rezaletin büyüklüğünü ve böyle yapan kimsenin kalbindeki ateşin acısını düşünün. Gıybetin [dedikodunun] aslı ve hakikati budur. Yarın meydana çıkacaktır. Bunun için bir kimse rüyada ölü eti yediğini görürse, tâbiri, o kimsenin gıybet etmiş olması olur.

Sen bugün bir duvara taş atsan, bir kimse de sana; senin attığın taş duvardan senin evine düştü ve çocuklarının gözünü kör etti dese; eve gider, kıymetli çocuklarının gözlerinin, senin attığın taşla kör olduğunu görürsen; kalbine nasıl bir ateşin düşeceğini, ne müşkül vaziyette kalacağını bir düşün! Bu dünyada bir Müslümana hased eden [çekememezlik eden] bir kimse, kıyamet gününde kendisini; hasedin ruhu ve hakikati olan şu sıfat ve surette görür ki, kendisine derler: Sen, birine düşmanlık ediyorsun, zararı ona değil, sana geliyor. Senin dinini helak ediyor; gözlerinin nuru olacak taatların, iyiliklerin onun defterine geçiyor, sen ise iyiliksiz kalıyorsun. Hâlbuki, senin iyiliklerin kıyamette sana, bugünkü çocuklarının gözünden daha çok yarayacaktır. Çünkü iyiliklerin, saadetine ve kurtuluşuna sebep olacak; ama çocukların, kıyamette saadetine sebep olmayacaklardır. Yarın kıyamet gününde, suretler hakikat ve ruha tâbi olup, görünen her şey ruhuna uygun göründüğü zaman, utanma, mahcubiyet ve çirkinlik orada meydana çıkacaktır.

Uyku hâli o âleme daha yakın olmak sebebiyle, rüyadaki işler, mânâ ve hakikatine uygun şekilde olur. Şöyle ki: İbn Sirin'in yanına birisi gelip, «Rüyamda elimde bir yüzük vardı, kadınların ferçlerini [avret mahalli] ve erkeklerin ağızlarını mühürlediğimi gördüm» dedi. İbn Sirin buyurdu ki: «Sen Ramazan ayında müezzinlik yapıp, gün doğmadan ezan okur muydun?». Soran, evet öyledir, dedi. Dikkat ediniz! Kendi yaptığı işini, rüyada kendisine nasıl gösterdiler! Zira ezan, sureta [görünüşte] bir sesdir ve hatırlatmadır. Ramazan ayındaki ruhu ve hakikati ise yemekten ve cimâdan men etmektir. Ne kadar şaşılır ki rüyada sana kıyamette birçok örnekler gösterilir de, senin dünyanın hakikatinden hiç haberin olmaz.

Bundan ötürüdür ki, hadîs-i şerifte bildirildi: «Kıyamet günü dünyayı şöyle şöyle vaziyette ihtiyar bir kadın şeklinde getirirler. Onu gören herkes «Senden Allah'a sığınırız», derler. O zaman onlara, «Uğruna kendinizi helâk ettiğiniz dünya budur!» denir.» Onu görenler, o kadar mahcup olur, o kadar utanırlar ki, bu mahcubluk ve utanmadan kurtulmak için ateşe atılmak isterler.

Bu rezalet şuna benzer: Anlatırlar ki, padişah oğlunu evlendirmiştir. Oğlan o gece önce şarap içip, sarhoş olunca zifaf arzusuyla dışarıya çıktı. Odaya girmek istedi. Yolunu şaşırdı ve saraydan çıktı. Yoluna devam etti. Bir yere geldi, içinde kandil yanan bir ev gördü. Hanımının odasına geldiğini zannetti, içeri girince insanların uykuda olduğunu gördü. Ne kadar seslendiyse de cevap veren olmadı. Uyuyorlar zannetti. Üstünde yeni bir örtü bulunan birini gördü. Gelin budur dedi. Onun yanma yattı. Üstünden örtüyü kaldırınca, burnuna güzel bir koku geldi. Kendi kendine, «Şüphesiz gelin budur, çünkü çok güzel kokuyor», dedi. Sabaha kadar onunla mübaşeret eyledi.

Dilini onun ağzına koydu. Bir yaşlık hissetti. Zannetti ki, kendisine yakınlık gösteriyor ve üzerine gül suyu döküyor. Sabah olup, kendine geldiği zaman, etrafına bakındı, orası putperestlerin mezarlığı idi. Uyuyanlar ölüler idi. Üstünde yeni örtü olup, gelin sandığı ise, o yakınlarda ölmüş ihtiyar, çirkin bir kadındı. O güzel koku, öldüğü zaman bedenine sürdükleri güzel koku idi. Dili ile hissettiği yaşlıklar ise, onun pislikleri idi. Kendine bakınca, yedi azasını [yani bütün vücudunu] pislik içinde gördü. Ağzında ve boğazında onun ağzının suyundan bir acılık ve fenalık buldu. Bu rezalet, bu mahcubiyet ve pislik içine gömülmüş halinden utanıp ölmek istedi. Padişah yahut askerleri, olmaya kendisini görür diye çok korktu! O bu düşünceler içerisinde iken padişah ve kumandanları onu aramaya çıktılar ve onu bu pisliğin ve alçaklığın içinde gördüler. O ise, bu alçaklık ve rezillikten kurtulmak için yerin dibine girmek istedi.

O hâlde, yarın kıyamet günü dünyayı sevenler, dünyanın lezzet ve şehvetlerini bu şekilde görürler. Şehvet ve arzularının çokluğundan kalblerinde kalan eser ve izler, o kimsenin boğazında, dilinde ve bedenindeki pislikler ve acılıklar gibidir. Hattâ ondan da fenadır. Çünkü, öbür dünyadaki işlerin tamamı ve zorluğu örnekle anlatmaya gelmez. Fakat bu, ruha ve kalbe olan utanma ve mahcubiyet ateşi denen ateşlerden, bedenin habersiz olduğunu gösteren basit bir numunedir.

ÜÇÜNCÜ ATEŞİN SIFATI: Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalma ve o saadete kavuşmaktan ümitsiz olma hasretinin verdiği ateştir. Bunun sebebi, bu dünyadan götürdüğü körlük ve cahilliktir. Zira marifete kavuşamadı ve kalbini zikir ve mücahede ile temizlemedi ki; öldükten sonra Allahü Teâlâ ona görünsün. Kalb, parlak bir aynaya benzer. Günah ve dünya arzularının pasları onu karartır ve bir şey göstermeyecek hâle getirir.

Bu ateşin misâli şöyledir: Bir grup insanla, karanlık bir gecede, renkleri belli olmayan çakıl taşlarıyla dolu bir yere gittiğini düşün. Arkadaşlarının sana, «Bunlardan taşıyabileceğin kadar al. Çünkü biz, bunların çok kıymetli olduğunu duyduk», deseler ve hepsi taşıyabileceği kadar alsalar, sen ise hiç almayıp onlara, «Yarın bunların işe yarayıp yaramayacağını bilmediğim için bu kadar sıkıntıya katlanmam ve bu ağır yükü çekmem aptallık olur», desen, sonra da onlarla beraber gitsen ve onlarla alay etsen, onları aptal yerine koyup eğlensen ve onlara, «Aklı ve zekâsı olan benim gibi rahat ve hafif gider, aptal olan kendini eşek yapar, yük çeker ve mümkün olmayan şeylere tama' eder!» desen, fakat ortalık ağarınca bakıldığı zaman; bunların hepsinin cevher, kırmızı yakut ve yüz binlerce altın değerinde olduğu görülse; arkadaşların ne için biraz daha fazla almadık derlerken, sen bir tane bile almamakla aldandığından, ölecek gibi olursun. Ve bunlara sahip olmamak ateşi kalbine düşer. Sonra onlar, aldıkları bu şeyleri satıp, yeryüzünün valiliğini alırlar. İstedikleri nimetleri yerler, istedikleri yere giderler, Seni, aç, susuz ve çıplak bırakırlar. Seni hizmetçi olarak alır, iş yaptırırlar. «Bu nimetlerden bana da bir pay verin» desen, cevabında, âyet-i kerimedeki gibi, «Cehennemdekiler, Cennettekilere derler: Allahü Teâlâ'nın size rızık olarak gönderdiği şeylerden, yahut akıttığı sulardan bize de akıtınız (veriniz). Cennet ehli derler ki, muhakkak ki, Allahü Teâlâ onları kâfirlere haram eylemiştir»
(7 - A'râf: 50) söylerler ve «Dün gece sen bizimle alay etmez miydin? Biz de bugün, seninle alay ederiz», derler. Âyet-i kerimede, «Eğer bizimle alay ediyorsanız, elbette biz de sizinle alay edeceğiz» (11 - Hûd: 38), buyruldu.

Cennet nimetlerinin ve Allahü Teâlâ'yı görmenin elden kaçmasına misâl bu anlattığımızdır. Bu cevherler, iyi ameller; o karanlık da, bu dünyaya benzer, iyi amel cevherleri elde etmeyenler, «İlerdeki şüpheli nimetleri için, niçin şimdi eziyet çekeyim?» derler. Yarın ise, «Üzerimize o sudan akıtınız»
(7 - A'râf: 50), derler. Nasıl üzülmez, nasıl hasret çekmezler ki, yarın kıyamet günü Allahü Teâlâ'nın çeşit çeşit nimet ve saadetleri; marifet ve iyi amel işleyenlere akar, gelir. Dünya nimetlerinin hepsi oradakilerin bir anlığının karşılığı olamaz. Hattâ Cehennemden en son çıkacak olana bile verilenler, dünyadakilerin on katıdır. Bu benzetme, ölçü ve miktarla değil, nimetin ruhu, aslı iledir. O da lezzetin verdiği sürürdür. Meselâ, «Bir cevher on altındır», denir. Kıyamet asıl itibariyle olup; mâhiyet ağırlık ve ölçü bakımından değildir. Bu da böyledir.

Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

RUHANÎ ATEŞ, CİSMANÎ ATEŞTEN DAHA ACIDIR

Ruha ait olan üç çeşit ateşi öğrendin. Şimdi bu ateşin, beden için olan ateşten daha şiddetli olduğunu anlayacaksın. Rûha, cana te'sir etmedikten sonra bedenin herhangi bir acıdan haberi olmaz. O hâlde bedenin acısı cana ulaşır. Bu yolla acı artar. İş böyle olunca, ruhun, canın içerisinde meydana gelen ateş ve elem, elbette daha büyük olur. Bu ateş ruhun içinden gelmekte olup, dışarıdan içeriye girmiyor.

Bütün acıların sebebi, yaratılış icabı kendinin zıddı olan bir şeyin onu kaplamasıdır. Bedenin yaratılış olarak icabı; bu terkibin kendinde kalması; parçalarının, hücrelerinin olduğu gibi sağlam durmasıdır. Yara ile birbirinden ayrılınca, zıddı meydana gelir ve acı duyar. Yara, bir yeri diğerinden ayırır, aradaki bütün hücrelere ateş düşer ve birbirinden ayrılırlar. Her hücresi ayrı bir acı duyar. Bunun için ateşin acısı çok zor ve şiddetlidir. O hâlde, kalbte yaratılış icabı olması gereken şeyin yerine onun zıddı yerleşince, ruhta onun acısı daha büyük olur.

Kalbin yaratılışının icabı, Allahü Teâlâ'yı bilmek ve görmektir. Onda bunun zıddı olan görmemezlik yerleşirse, acısı sonsuz olur. Eğer böyle olmasaydı, kalbler bu dünyada ölümden önce hasta olmaz, bu görmemezlik hastalığına düşmezdi. Fakat insanın eli, ayağı uyuşsa ve bir hissizlik meydana gelse, bu esnada ateş o uzvuna değse, uyuşukluğunun gitmesinin sebebini o anda anlayamaz. Ateşe değince bir yolla büyük bir kapı bulur. Bunun gibi kalbler, dünyada, uyuşuk ve hissiz olur ve bu uyuşukluk ölümle kalkar; bu ateş bir yolunu bulup, ruhun içinden yükselir. Bu başka bir yerden gelmiyor. Kendisi beraberinde götürmüştür ve onun içindedir. Fakat ilm-i yakîn ile bilmediği için, onu göremedi. Orada ise ayne'l-yakîn sahibidir, her şeyi görmektedir. Bunun için âyet-i kerimede, «Böyle değildir! Eğer ilm-i yakin ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz»
(102 - Tekâsür: S - 6), buyuruldu.

Şeriatın, cismani olan Cehennem ve Cenneti uzun uzun anlatmasının sebebi, onları herkesin bilmesi ve anlayabilmesi mümkün olduğu içindir. Fakat bu sözümüzü beğenmeyenler, zorluk ve büyüklüğünü anlayamayanlar çoktur. Hususan bir çocuğa «Çalış öğren, öğrenmezsen babanın valiliği ve hükümeti sana kalmaz, sen de o saadetten mahrum kalırsın» dersen, o bunun ne demek olduğunu anlamaz ve kalbinde ona büyük görünmez. Fakat, «Bunu öğren, yoksa muallim kulağını çeker!» dersen, bundan korkar.

Çünkü, bunun ne demek olduğunu anlar. Muallimin çocuğun kulağını çekmesi doğru olduğu gibi, babanın padişahlığından mahrum olmak ateşi de doğrudur. Muallimin talebesinin kulağını çekmesi onu terbiye etmek içindir. Bunun gibi cismanî (maddi) Cehennem de haktır, doğrudur ve Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalmak da doğrudur. Cismanî Cehennem; Allahü Teâlâ'yı görmekten mahrum kalmak cehenneminin yanında valilikten ve padişahlıktan mahrum kalmanın yanında; bir kimsenin kulağının çekilmesi gibidir.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

RUHUN DÜNYADAKİ SEYRÜSEFER MENZİLLERİ

Bütün âlimlerin söyledikleri ve kitaplarında yazdıkları gibi «Bu işler taklid ve dinlemekten başka şekilde bilinemezler. Basiretin bunlara yolu yoktur», deyip bu anlattıklarımıza uymadığını söylersen, cevabında deriz ki, onların özürlerinin ne olduğu daha evvel açıklandı. Bu söz onlara muhalefet olmaz. Âhiret için onların söyledikleri doğrudur. Fakat his olunanları bildirmekten dışarı çıkmadılar. Ya ruhla alâkalı olanları bilmediler, ya bildiler de insanların çoğu anlayamadığı için uzun anlatamadılar.

Cismanî olanlar, şeriatın sahibinden işitmek ve onu taklit etmekten başka şekilde bilinmez. Fakat bu anlattıklarımız, ruhun hakikatini bilmeye dair diğer bir kısımdır. Bunu bilmek ise, basiret yoluyla ve kalb gözüyle görmekle oluyor. Bu da, kendi vatanından ayrılana [nefsinden kurtulana] veriliyor. Orada azık ve menfaate bakılmadan, din yolunda yolcu olmak esas tutulmuştur. Bu vatan için şehir ve ev istemeyiz. Çünkü beden vatanıdır. Bedenin yolculuğunun ise kıymeti yoktur. Fakat insanın hakikati ve esası olan ruhun karar kılacağı bir yer vardır, oradan meydana çıkmış, vatanı da orasıdır; burada ise yolcudur. Yolda onun birçok menzilleri, konak yerleri vardır. Her menzil bir başka âlemdir. Vatanı ve ilk karargâhı hisler âlemidir. Sonra hayâller, sonra mevhumlar ve sonra da ma'kulâttır. Makulât dördüncü menzildir. Bu âlemde kendi hakikatinden dördüncüsü haber alır ve bundan başkası haber almaz.

Bu âlemler bir misâl ile anlaşılabilir. O da şöyledir: insan hisler âleminde bulunduğu müddetçe derecesi, kendini muma atan pervane böceğine benzer. Çünkü onun yalnız göz hissi vardır. Hayâl ve hafızası yoktur. O karanlıktan kaçıyor, bir pencere arıyor. Mumu pencere sanıp kendini ona vuruyor, harareti hissedince bunun acısı hıfzında kalmıyor ve hayalinde durmuyor. Çünkü hıfz ve hayali yoktur ve o dereceye gelmemiştir. Bunun için başka zaman ölünceye kadar yine kendini muma atıyor. Eğer onda hayal ve hıfz kuvveti olsaydı, bir kere canı yanınca, tekrar mumun alevine atılmazdı. Diğer hayvanlar bir defa dövülünce, ikinci defa sopayı görürse kaçarlar. Çünkü o acının hayâli bu hayvanların hıfzında kalmış olur. O hâlde hisler, birinci menzildir.

İkinci menzil, tahayyüldür, insan bu derecede bulunduğu müddetçe dört ayaklı hayvanlar gibidir. Bir şeyden canı yanmayınca, ondan kaçılacağını bilmez. Fakat bir defa acıyı yiyince, bundan sonra kaçar.

Üçüncü menzil, mevhumlardır. Bu dereceye ulaşınca, koyun ve at gibidir. Görmediği, hissetmediği acıdan da kaçar. Düşmanı olduğunu ve canını yakacağını anlar. Hiç kurt görmeyen bir koyun, hiç aslan görmeyen bir at, kurt ve aslanı gördüklerinde kaçarlar ve düşmanı olduklarını anlarlar. Halbuki, şekil ve görünüş bakımından daha büyük olan inekten, filden ve deveden kaçmazlar. Bu onların içine konmuş öyle bir gözdür ki, onunla kendi düşmanını görürler. Bununla beraber, yarın olacak olanlardan sakınamazlar.

Dördüncü menzil, ma'kulat menzilidir. İnsan buraya çıkınca, hayvanlıktan kurtulur. Buraya kadar hayvanlarla beraberdir. Burada ilk defa, insan âleminin ilk hakikatine kavuşur. Hissin, tahayyülün ve vehmin ulaşamadığı şeyleri görür. İleride olacak şeylerden sakınır. İşlerin ruhunu ve hakikatini suretlerinden, görünüşlerinden ayırır ve anlar. Bir şeyin, bütün şekillerini kaplayan hakikatini, hududunu idrak eder. Bu âlemde görülebilen şeyler sonsuz değildir. Zira hissedilenler cisimden başkasında değildir. Cisimler ise hudutludur, sayılıdır.

Onun hisler âleminde dolaşması, herkesin dolaşabileceği yeryüzünde yürümek gibidir. Ruha mahsus ve işlerin hakikati olan dördüncü âlemde dolaşması ise su üzerinde yürümesi gibidir. Mevhumlarda dolaşması su ile toprak arasında olmak vaziyetinde bulunan gemi gibidir. Ma'kulat derecesinin ötesinde, bir makam daha vardır ki, peygamberlerin, evliyanın ve mutasavvıfların makamıdır. Bu da havada gezmeye benzer. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: «İsa aleyhisselam su üstünde yürüdü. Eğer yakin derecesi daha çok olsaydı uçardı».

Demek ki, insan yolculuğunun menzilleri idrak âlemlerinde oluyor. Son menzili ile de melekler derecesine ulaşıyor. O hâlde, hayvanlığın en aşağı derecesinden meleklerin en yüksek derecesine kadar insan yükselebilir. Alçalmak ve yükselmek onun işidir. O ise esfel-i sâfilîne [en aşağı derece] mi gidecek, yoksa a'lâ-yı ilîiyyîne [en yüksek derece] mi çıkacak teh-ikesindedir. Bu tehlike için Allahü Teâlâ şöyle buyurur: «Elbette, emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onu yüklenmekten imtina eylediler ve ondan korktular. İnsan onu yüklendi. Muhakkak ki o, zâlim ve cahildir»
(33 - Ahzâb: 72).

Cansız olanın derecesi değişmez ve bir şeyden haberi olmaz. O hâlde düşüncesi de olmaz. Melekler ise illiyyindedirler. Onlar kendi derecelerinin dışına çıkmazlar. Her biri olduğu derecede kalır. Kur'ân-ı Kerim'de onlar için, «Bizden kimse müstesna olmamak üzere her birimiz için malûm birer makam vardır» (37 - Sâffat; 164), buyuruluyor. Hayvanlar esfel-i sâfilinde, yâni en aşağıdadırlar. Yükselmeleri de mümkün değildir. İnsan ise ikisinin arasındadır. Tehlikededir. Onun terakki ederek meleklere ulaşması mümkün olduğu gibi, tenezzül ederek, alçalarak hayvanlar seviyesine de inebilir. Emaneti yüklenmenin mânâsı, tehlikeyi taşımak olur. O hâlde, emanet yükünü insandan başkası taşıyamaz.

Maksadımız birçoklarının bu sözü söylemediklerini anlatmaktır. Bunda şaşılacak bir şey olmadığı böylece anlaşılır. Çünkü, misafirler, yolcular, mukimlere muhalif olurlar, işleri birbirine uymaz. Halkın çoğu ise mukîmdir, sefere çıkmıyorlar. Misafirler, yola çıkıp yol alanlar pek azdır! Hisler ve hayâllerin yeri olan vatanda yerleşmiş olana, işlerin hakikati ve ruhu asla bildirilmez. O kimse rûhanî olamaz, ruhlara mahsus olan şeyleri bilemez. Bunun için, bu bahis, kitaplarda çok az anlatılır. O hâlde âhireti tanımak hakkında bu kadarla iktifa edelim; zira bundan fazlasını akıl almaz. Hattâ birçok akıllar bile bu kadarını kavrayamaz.


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Kimyâ-yı Saâdet'ten İNCİ'ler

Mesaj gönderen tahaakb »

ZAYIF BİR ZANLA BİLE ÂHİRETİ İNKÂR CAİZ DEĞİLDİR

Bir kısım ahmaklar vardır ki, işleri ne kendi basiretleriyle [görüşleriyle] anlayabilirler, ne de şerîatin bildirdiğini kabul ederler. Âhiret işlerinde şaşar kalırlar. Onları şüphe kaplamıştır. Ve bazan da şehvetlerinin galebe çalmasiyle, yaratılışlarının icabına uyarak âhireti inkâra kalkarlar. Kalblerinde, bu inkâr meydana gelir, şeytan da onu arttırır.

Cehennemi anlatmak için bildirilenleri; insanlan korkutmak için, Cennet hakkında söylenenleri ise, asılsız tatlı hayâller şeklinde söylenmiş zannederler. Bu yüzden şehvet ve arzularına uyarlar. Şeriatın emir ve yasaklarını dinlemezler. Şeriata uyanlara hakaret gözü ile bakarlar. Şeriata uyanlar için; onlar aldanmışlardır, aldatılmışlardır, dediler. Böyle bir ahmağın böyle sırları delilleri ile anlayabilmesi mümkün müdür? O hâlde, açık bir sözle, düşünebilmesi için onu davet etmek icabeder. Ve ona denir: Eğer senin zann-ı galibin bu yüz yirmi dört bin peygamberin, bütün evliya, âlim ve hakîmlerin yanıldığı, aldandığı şeklinde ise ve sen bu ahmaklığınla bu hâlleri anladınsa, elbette bu yanılman seni tutar ve gururlandırır.

Çünkü, âhiretin hakikatini bilmiyor, ruhanî azabı anlamıyorsun. Çünkü, ruhanî olan şeylerin misalini ve şeklini hisler âleminden kabul etmiyorsun! Eğer yanılmasını caiz görüp, «İkinin birden fazla olduğunu bildiğim gibi, ruhun hakikati olmadığını biliyorum. O baki olamaz, ona öldükten sonra, cismanî ve ruhanî bir rahatlık ve acı olmaz» dese, o kimsenin mizacı bozulmuştur. Ona artık ümid etmemelidir. O, Allahü Teâlâ'mn haklarında «Eğer onları doğru yola çağırırsan, asla hidâyete gelmezler»
(18 — Kehf: 57), buyurduklarından olmuştur. «Bunun imkânsız olması benim için zarurî değildir.

Çünkü bu mümkündür. Fakat pek uzaktır. İşin hakikatini tamamen bilmediğim ve bu hususta zann-ı galibim olmadığı için zayıf bir zanla bütün ömrümce kendimi niçin her şeyden men edip, lezzetlerden uzak durayım» derse, cevabında deriz ki: Madem ki bugün bu kadarını söyledin, şeriatın yolunu kabul etmen akıl icabı sana lâzım oldu. Çünkü tehlike büyük olduğu zaman zan zayıf olsa da ondan kaçılır.

Meselâ sen bir yemeği yemeye başlarken, birisi sana, bu yemekten yılan yemiştir, derse o yemeği yemezsin. O kimse yalancı olsa, yemeği kendi yemek istese de yine yemezsin. Fakat, sözü doğru da olabilir diye düşündüğün için, kendi kendine, eğer yemezsem, açlığa katlanmak kolaydır, yersem belki doğru söylemiştir, o zaman zehirlenirim, ölürüm dersin. Bunun gibi, hasta olsan vaziyetin tehlikeli olsa, dua yazan bir kimse sana; «Bana bir dirhem gümüş verirsen, bir kâğıda sana dua yazarım ve yaptığım şeylerle iyi olursun», derse bu yazı ve şekillerin sıhhatle alâkası olmadığını bilsen de kendi kendine, «Belki doğru söylüyor, bir dirhemi elden çıkarmak bir şey değil», dersin. Eğer müneccim; «Ay filân yere gelince, şu ilâcı içersen iyileşirsin», derse onun sözü ile bu sıkıntıya katlanırsın ve «Olur ki doğru söylüyor, eğer yalan söylüyorsa bu sıkıntıya katlanmak zor değildir», dersin.

O hâlde, aklı olan hiçbir kimse, yüz yirmi dört bin peygamberin ve dünyanın en büyük evliya ve âlimlerinin hep birden söyledikleri sözü, bir müneccimin, muskacının ve Hıristiyan bir hekimin sözünden aşağı tutmaz. Çünkü, bunların sözü ile kendine biraz eziyet veriyor ve daha büyük olan acı ve eziyetlerden kurtulmak istiyor. Az olan elem ve ziyan, bir şeye nisbetle az olur. Bir kimse dünyanın ömrünün ne kadar olduğunu, evveli olmayan ebedden, sonu olmayan ezele nisbetle ne kadar olduğunu düşünse, çektiği elemlerin, o büyük tehlike yanında ne kadar az kalacağını anlar. Bahusus kendi kendine, «Eğer onlar doğru söylüyorkarsa ve ben böyle bir azabta kalırsam, ne yaparım? Rahatla geçirdiğim şu birkaç gün ne fayda verir. Doğru söylemiş olabilir de!» diyebilir.

Ebedin mânâsı şudur ki, bütün âlem buğdayla dolu olsa ve bir kuşa bir senede bir buğday tanesi yiyeceksin dense o buğday taneleri biter de, ebed yine hiç azalmaz. O hâlde, bu kadar uzun bir zaman devam eden azab, ruhanî de olsa nasıl çekilebilir? Dünyanın ömrü, onun yanında ne kadar kalır ki? Hiçbir akıllı kimse yoktur ki, bu düşüncede olsun da, ihtiyat [tedbir, sakınma] yolunu ve bu tehlikeden kaçmayı ister sıkıntı ile olsun, ister zan ile olsun, lüzumlu görmesin. Zira insanlar ticaret için denizlerde dolaşır, uzun yolculuklara katlanır ve çok sıkıntı çekerler. Bunları zan ile yaparlar. Eğer bir kimsede yakîn yoksa, zayıf bir zan da mı yoktur? O hâlde, kendine acıyorsa bunun ihtimal olmasına da ehemmiyet verir.

Bunun için Emîrü'l-mü'minin Hz. Ali (r.a.) bir dinsizle münazara ederken buyurdu ki: «Eğer senin dediğin gibi ise sen de ben de kurtuluruz. Fakat bizim söylediğimiz gibi ise, biz kurtulduk ve sen düştün, ebedî azabta kaldın». Emirü'l-mü'minîn Ali'nin (radıyallahü anh) böyle söylemesi, o mülhidin [imansız, dinsiz] zayıf aklına göre konuştuğu içindir. Yoksa sözünde ve itikadında şüpheli olduğu için değildir. Fakat yakîn olan yolun o mülhid tarafından anlaşılamayacağını anlamıştı.

O hâlde, dünyada âhiret azığıyla uğraşanlardan gayrisi gayet ahmaktır. Bunun da sebebi gaflet ve düşüncesizlik. Çünkü dünya şehvet ve arzuları, bunu düşünmelerine zaman bırakmıyor. Yoksa, yakîn ile ve zann-ı galib [galip ihtimal] ile, hattâ zayıf bir zan ile bilenlerin hepsine, akıl icabı, o büyük tehlikeden kaçmak, emniyetli ve ihtiyatlı bir yol tutup Allahü Teâlâ'nın dilemesiyle selâmete kavuşmak vâcib olur.

Müslümanlık unvanındaki kendini tanımak, Allahü Teâlâ'yı (Celle celâlühü ve azzame şânühû ve azze kibriyâühü ve la ilahe ğayruhû) tanımak, dünya ve âhireti tanımak kısımları tamam oldu.
Bundan sonra Müslümanlığın şartlarına başlayacağız. Inşâllahü'1-azizü vahdeh...


Kaynak:Kimyâ-yı Saâdet-İmam Gazali (k.s)
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön