RUHİ KALB

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

RUHİ KALB

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

RUHî KALB

Prof. Dr. Hayati HöKeLeKLi
Uludağ Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi

Kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden, devâm ve temâdisinden bahsetmek de oldukça zordur.

Kalbin bir fizikî bir de manevî mânâsı vardır. Fizikî anlamda kalb, bilindiği gibi göğsün sol tarafında bulunan, bütün vücudumuzu besleyen damarlara kan akışını sağlayan, yumruk büyüklüğündeki en merkezî organımızdır. Bunun yanında bütün derunî yaşantılarımızı, duygu, düşünce ve niyetlerimizi kendisine atfettiğimiz ruhî/manevî boyutta yer alan bir benliğimiz vardır. Bu ikisi arasında bir bağlantı olduğu düşünülse de, bu konuda bir açıklamada bulunmak maksadımız dışındadır. Şu kadarı var ki, fizikî kalb bedeni düzenler, manevî kalb ise kişiliğimizi (=Nefs) düzenler. Burada bizim kalbden kastımız fizikî kalb değil, manevî ve ruhî kalbdir. Kalb kelimesi Arapçada, bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek ve değiştirmek gibi mânâlara gelmektedir. Bu değişken özelliği sebebiyle bu şekilde “kalb” olarak isimlendirildiği belirtilmektedir (İbn-i Manzur, I, s.687).

Kur’ÂN-ı Kerîm’deki ifâdelere bakıldığında, mânevî kalbin tıpkı fizikî kalbin beden yapımızdaki konumu gibi, bütün ruhî/mânevî hayatımızın merkezinde yer aldığı görülür. Çeşitli duygu ve heyecanlar, inançlar, idrakler, niyet ve iradeye bağlı faaliyetler, ahlâkî tutum ve davranışlar kısacası bütün psikolojik fonksiyon ve süreçler doğrudan kalb ile bağlantılıdır. Düşünme, akıl yürütme ve anlama, hidâyet ve itmi’nân, iman, takvâ, zikir, teslimiyet, acıma ve şefkat, mânevî olarak arınma ve temizlenme kalble ilgilidir. Aynı şekilde korku ve ürküntü, sıkıntı ve bunalma, hasret ve hiddet, sapıklık ve şüphe, nifâk ve inkâr, öfke ve hastalık gibi süreçler kalbde oluşur ve kalbimizde yaşanır. Kalb eğrilik ve doğrulukla vasıflanır. Sağlıklı veya hastalıklı kalbler vardır. Kalb, vahyin iniş yeridir. İlâhî imtihân kalbde başlar ve devâm eder (bkz. Mû’cemu elfâzı’l- Kur’ÂN, II, 415-416).

Kısacası kalb insan kişiliğinin ruhî merkezi, benliğin ve şuurun kaynağı, eşyanın hakikatini anlayıp bildiğimiz mânevî benliğimiz; benlik idraki ve şuurun ortaya çıktığı ruhî/manevî özümüzdür (er-Râzi, s. 61, Gazzali, III, 29, 32).

KaLbLe ALâKaLı KaVRaMLaR:

Kalb kavramı tekil ve çoğul, izâfetli veya izâfetsiz biçimleriyle Kur’ÂN-ı Kerîm’de 135 yerde geçmektedir. Bunun yanında kalb ile yakın alâkalı birçok kavram yer alır.
Bunlar SADR, FUÂD, LÜBB, NÜHÂ, HILM ve HİCR’dir.
42 yerde geçen SADR kelimesi, bir şeyin baş tarafı veya en üst kısmı, bir bölümü, kişinin yöneldiği taraf, boyundan karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı, göğüs ve bağır; reis ve kumandan (İbn-i Manzur, IV,445; Müfredât, s.276) gibi mânâlara gelmektedir. Kur’ÂN-ı Kerîm’de SADRın;
“Genişleme ve daralma”:

وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن يَرَوْاْ كُلَّ آيَةٍ لاَّ يُؤْمِنُواْ بِهَا حَتَّى إِذَا جَآؤُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَآ إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ
"Ve minhum men yestemiu ileyke, ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ (vakran), ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minû bihâ, hattâ izâ câuke yucâdilûneke yekûlullezîne keferû in hâzâ illâ esâtîru’l- evvelîn (evvelîne).: Ve onlardan kim seni dinlerse, onu anlamalarına karşı (anlamamaları için) kalplerinin üzerine ekinnet koyduk ve kulaklarında vakra (ağırlık) vardır. Ve onlar bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Hatta sana geldikleri zaman, seninle tartışırlar (mücâdele ederler). Kâfir olanlar: “Bu ancak evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir.” derler.” (En’âm 6/125)

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
"E fe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbihi, fe veylun li’l- kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâhi, ulâike fî dalâlin mubîn (mubînin).: Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.” (Zümer 39/22)

“Sıkıntılardan şifâ bulma”:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
"Yâ eyyuhân nâsu kad câetkum mev'ızatun min rabbikum ve şifâun limâ fî’s- sudûri ve huden ve rahmetun li’l- mu'minîn (mu'minîne).: Ey insanlar! Size, Rabbinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) şifa ve mü’minlere hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus 10/57)

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
"Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin mu'minîn (mu'minîne).: Onlarla savaşın. Allah sizin ellerinizle onları azaplandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder (zafere ulaştırır). Ve mü’minler kavminin göğüslerine şifa verir (iyileştirir, ferahlatır).”
(Tevbe 9/14)

Özelliklerinden bahsedilir. Ayrıca sadr; kalbleri çevreleyen, kalblerin içinde yer aldığı mekân:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
"E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mâ’l- ebsâru ve lâkin ta’mâ’l- kulûbulletî fî’s- sudur (sudûri).: Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalpleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sinelerdeki kalpler kör olur.” (Hacc 22/46)

Arzu ve ihtiyaç mahalli:

وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَلِتَبْلُغُوا عَلَيْهَا حَاجَةً فِي صُدُورِكُمْ وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ
"Ve lekum fîhâ menâfiu ve li teblugû aleyhâ hâceten fî sudûrikum ve aleyhâ ve alâ’l- fulki tuhmelûn (tuhmelûne).: Ve onda (hayvanlarda) sizin için menfaatler (faydalar) vardır. Ve onun üzerinde, gönüllerinizdeki hacetlere (gideceğiniz yerlere) ulaşmanız için. Onların (hayvanların) ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.” (Mü’min 40/80)

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
"Vellezîne tebevveud dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcera ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yu’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsatun, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humu’l- muflihûn (muflihûne).: Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Haşr 59/9)

Bilgilerin korunduğu yer:

بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الظَّالِمُونَ
"Bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtû’l- ilm (ilme), ve mâ yechadu bi âyâtinâ illâ’z- zâlimûn (zâlimûne).: Hayır O (Kur’ân-ı Kerim), ilim verilenlerin sinelerinde beyan olunan âyetlerdir. Ve zalimler hariç, onlar âyetlerimizi bile bile inkâr etmezler.” (Ankebut 29/49)

Kin:

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
"Ve neza'nâ mâ fî sudûrihim min gıllin, tecrî min tahtihimu’l- enhâr (enhâru), ve kâlû’l- hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li nehtediye lev lâ en hedânallâh (hedânallâhu), lekad câet rusulu rabbinâ bi’l- hakk (hakkı), ve nûdû en tilkumu’l- cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum ta'melûn (ta'melûne).: Onların göğüslerinde, (nefsin kalbindeki) afetlerinden ne varsa çekip aldık. Onların altlarından nehirler akar. “Bizi buna hidayet eden Allah’a hamdolsun. Allah’ın, bizi hidayete erdirmesi olmasaydı, biz hidayete ermezdik. Andolsun ki Rabbimizin resûlleri hak ile gelmiştir.” dediler. “Yapmış olduklarınızdan dolayı varis kılındığınız cennet işte budur.” diye nida olunurlar.” (A’raf 7/43)

Kibir:

إِنَّ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ إِن فِي صُدُورِهِمْ إِلَّا كِبْرٌ مَّا هُم بِبَالِغِيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
"İnnellezîne yucâdilûne fî âyâtillâhi bi gayri sultânin etâhum in fî sudûrihim illâ kibrun mâ hum bi bâligîhi, festeiz billâhi, innehu huve’s- semîu’l- basîr (basîru).: Muhakkak ki, kendilerine gelmiş bir sultan (delil) olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele edenlerin sinelerinde sadece (Allah’a) ulaşamayacakları bir kibir vardır. Artık Allah’a sığın, muhakkak ki O, en iyi işiten ve en iyi görendir.” (Mü’min 40/56)

Korku:

لَأَنتُمْ أَشَدُّ رَهْبَةً فِي صُدُورِهِم مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ
"Le entum eşeddu rahbeten fî sudûrihim minallâhi, zâlike bi ennehum kavmun lâ yefkahûn (yefkahûne).: Siz, gerçekten, onların yüreklerinde korku bakımından daha şiddetlisiniz (Allah’tan çok sizden korkuyorlar). Bu, onların (Allah’ın azametini, kudretini) fıkıh edemeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.” (Haşr 59/13)

Ve vesveselerin yer ettiği mahal:

الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ
"Ellezî yuvesvisu fî sudûri’n- nâs (nâsi).: Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar);” (Nâs 114/5)

Olarak tasvir edilir..
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: RUHİ KALB

Mesaj gönderen nurunnehar »

FUÂD; Kur’ÂN-ı Kerîm’de 16 yerde zikredilir. Kelime mânâsı “yanib tutuşmak” demektir. Maddenin aşırı sicâk ve hararet üzere çevrilmesidir. Kalbin, çeşitli duygularla çok fazla, aşırı etkilenmesi, yanib tutuşması sebebiyle kalbe bu isim verilmiştir. Dilimize “gönül” olarak çevrilir. Kalbin ortası, kılıfı, içi gibi mânâlarda kullanılır. Kalb sadrın ortasında olduğu gibi, fuâd da kalbin ortasında yer alır.

FUÂD;
Sorumlu tutulan:


وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً
"Ve lâ takfu mâ leyse leke bihî ilmun, innes’ -sem’a ve’l- basara ve’l- fuâde kullu ulâike kâne anhu mes’ûlâ (mes’ûlen).: Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17/36)

Doğrulayan ve yalanlayan:


"مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
“Mâ kezebe’l- fuâdu mâ raâ.: Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzib etmedi.”v(Necm 53/11)

Gönlün meyletmesi:

رَّبَّنَا إِنِّي أَسْكَنتُ مِن ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِندَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُواْ الصَّلاَةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِّنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُم مِّنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ
"Rabbenâ innî eskentu min zurriyyetî bi vâdin gayri zî zer’ın inde beytilke’l- muharrami rabbenâ li yukîmus’ -salâte fec’al ef’ideten minen nâsi tehvî ileyhim verzukhum mines’- semerâti leallehum yeşkurûn (yeşkurûne).: Ey Rabbimiz! Ben, zürriyetimden bir kısmını ekin bitmeyen bir vâdiye, Senin Beyt-i Haram’ının yanında iskân ettim (yerleştirdim). Ey Rabbimiz! Namazı ikame etsinler. Bir kısım insanların kalbini onlara meylettir. Ve onları ürünlerden rızıklandır. Böylece onlar şükrederler.” (İbrahim 14/37)

Gönüldeki yakıcı ateş:

الَّتِي تَطَّلِعُ عَلَى الْأَفْئِدَةِ
“Elletî tettaliu alâl ef’ideti.: Ki o (hutame) yüreklerin üstüne çıkar (yükselir).” (Hümeze 104/7)

Hâlden hâle dönüşen:

وَنُقَلِّبُ أَفْئِدَتَهُمْ وَأَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُواْ بِهِ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
“Ve nukallibu ef’idetehum ve ebsârahum kemâ lem yu’minû bihî evvele merratin ve nezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn (ya’mehûne).: Ve onların fuad hassalarını (nefsin kalbinin idrak hassalarını) ve basiretlerini (nefsin kalb gözünün görme hassalarını) evvelce O’na inanmadıkları (mü’min olmadıkları) ilk zamanki hallerine çeviririz. Onları, azgınlıkları içinde şaşkın bırakırız.” (En’âm 6/110)

Nitelikleri ile Kur’ÂN’da yer aldığı görülür.

LÜBB; bir şeyin özü, hakikati, cevheri demektir. Kalb ve akıl insanın cevheri ve hakikati olduğu için bu kelime ile ifâde edilir. Her tür şaibeden uzak, saf, temiz ve tam akıl mânâsında Kur’ÂN-ı Kerîm’de yer alır. (Mu’cem, II, 560; Müfredât, s.646).
LÜBB, normal akıldan ziyade, hidâyet nuruyla “aydınlanmış akıl”dır. Bunu görüp anlayan ve ibret alanlar, kalbin bu derecesine ulaşmış mü’min kimselerdir ki, Kur'ÂN-ı Kerîmde;

İlâhî hükümlerin inceliklerini:

وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
"Ve lekum fîl kısâsı hayâtun yâ ulî’l- elbâbi leallekum tettekûn (tettekûne).: Ey ulû’l- elbâb! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki böylece siz, takvâ sahibi olursunuz.” (Bakara 2/179)

أَمْ عِندَهُمْ خَزَائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَزِيزِ الْوَهَّابِ
“Em indehum hazâinu rahmeti rabbike’l- azîzil vehhâb (vehhâbi).: Yoksa Azîz (yüce) ve Vehhab (çok bağışlayıcı ve lütufkâr) olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?” (Sâd 38/9)

كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
“Kitâbun enzelnâhu ileyke mubârakun li yeddebberû âyâtihî ve li yetezekkere ulû’l- elbâb (elbâbi).: Bu Mübârek Kitabı sana indirdik, âyetleri ile tedbir alsınlar ve ulû’l- elbâb tezekkür etsin diye.” (Sâd 38/29)

وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ
“Ve âharîne mukarranîne fîl asfâd (asfâdi).: Ve diğerlerini (de) zincirlerle birbirine bağlı olarak (emre âmade kıldık).” (Sâd 38/38)

Takvânın en önemli azık olduğunu:

الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَّعْلُومَاتٌ فَمَن فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلاَ رَفَثَ وَلاَ فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ وَتَزَوَّدُواْ فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ
“El haccu eşhurun ma’lûmât (ma’lûmâtun), fe men farada fîhinne’l- hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc (haccı), ve mâ tef’alû min hayrın ya’lemhullâh(ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayra’z- zâdit takvâ, vettekûni yâ ulî’l- elbâb (elbâbi).: Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek (sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir. Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki takvâ sahibi olmaktır. Ve ey ulû’l- elbâb! Bana karşı takvâ sahibi olun.” (Bakara 2/197)

Hikmetin önemini:

يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
“Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’te’l- hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulû’l- elbâb(elbâbi).: (Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulû’l- elbâbtan başkası tezekkür edemez.” (Bakara 2/269)

İlâhi öğütlerin kıymetini:

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
“Huvellezî enzele aleyke’l- kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâe’l- fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulû’l- elbâb(elbâbi).: Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalblerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahibleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbâb (daimi zikrin ve sırların sahibleri) (tezekkür edebilir).” (Âl-i İmran 3/7)

أَفَمَن يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
“E fe men ya’lemu ennemâ unzile ileyke min rabbike’l- hakku ke men huve a’mâ, innemâ yetezekkeru ûlul elbâb(elbâbi).: Öyleyse sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu bilen kimse, âmâ olan (görmeyen) kimse gibi midir? Fakat ulul'elbâb (Allah’ın sırlarının ve daimî zikrin sahibleri), tezekkür eder.” (Râd 13/19)

هُدًى وَذِكْرَى لِأُولِي الْأَلْبَابِ
“Huden ve zikrâ li ulî’l- elbâb(elbâbi).: (Ki o,) Temiz akıl sahibleri için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir.” (Mü’min 40/54)

لَوْ يَعْلَمُ الَّذِينَ كَفَرُوا حِينَ لَا يَكُفُّونَ عَن وُجُوهِهِمُ النَّارَ وَلَا عَن ظُهُورِهِمْ وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ
“Lev ya’lemullezîne keferû hîne lâ yekuffûne an vucûhihimun nâra ve lâ an zuhûrihim ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).: İnkâr edenler, (cehennem) ateşini yüzlerinden ve sırtlarından gideremeyecekleri ve yardım olunmayacakları zamanı keşke bilselerdi.” (Zümer 21/39)

Yerlerin ve göklerin yaratılış hikmetlerini:

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ
“İnne fî halkıs’- semâvâti ve’l- ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulî’l- elbâb(ulî’l- elbâbı).: Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulû’l- elbâb için elbette âyetler (deliller) vardır.” (Âl-i İmran 3/190)

لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِّأُوْلِي الأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Lekad kâne fî kasasıhim ibratun li ulî’l- elbâb(elbâbi), mâ kâne hadîsen yufterâ ve lâkin tasdîkallezî beyne yedeyhi ve tafsîle kulli şey’in ve huden ve rahmeten li kavmin yu’minûn(yu’minûne).: Andolsun ki; onların kıssalarında ulûl' elbâb için (sır sahibleri için) bir ibret vardır. Uydurulan bir söz değildir ve lâkin onların ellerindekini tasdik eder ve herşeyi ayrı ayrı açıklar. Mü’min kavim için bir hidâyet ve rahmettir.” (Yûsuf 12/111)

Görüp anlayan ve ibret alanlar, kalbin bu derecesine ulaşmış mü’min kimselerdir.

Kalb ve ALLAH celle celâlihu Münasebeti:

KALB; ALLAH celle celâlihu ile münasebet ve iletişimin başlicâ organıdır ki;
Hadis-i Şerifte..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalblerinize ve işlerinize bakar."
(Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539)

Kur'ÂN-ı Kerîmde;

Orada olup biten her şeyi bilir:

ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ وَطَآئِفَةٌ قَدْ أَهَمَّتْهُمْ أَنفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللّهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِ يَقُولُونَ هَل لَّنَا مِنَ الأَمْرِ مِن شَيْءٍ قُلْ إِنَّ الأَمْرَ كُلَّهُ لِلَّهِ يُخْفُونَ فِي أَنفُسِهِم مَّا لاَ يُبْدُونَ لَكَ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الأَمْرِ شَيْءٌ مَّا قُتِلْنَا هَاهُنَا قُل لَّوْ كُنتُمْ فِي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذِينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ إِلَى مَضَاجِعِهِمْ وَلِيَبْتَلِيَ اللّهُ مَا فِي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحَّصَ مَا فِي قُلُوبِكُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
“Summe enzele aleykum min ba’dil gammi emeneten nuâsen yagşâ tâifeten minkum, ve tâifetun kad ehemmethum enfusuhum yezunnûne billâhi gayral hakkı zanne’l- câhiliyyeh(câhiliyyeti), yekûlûne hel lenâ mine’l- emri min şey’(şey’in), kul inne’l- emre kullehu lillâh(lillâhi), yuhfûne fî enfusihim mâ lâ yubdûne lek(leke), yekûlûne lev kâne lenâ mine’l- emri şey’un mâ kutilnâ hâhunâ, kul lev kuntum fî buyûtikum le berezellezîne kutibe aleyhimul katlu ilâ medâciihim, ve li yebteliyallâhu mâ fî sudûrikum ve li yumahhısa mâ fî kulûbikum, vallâhu alîmun bi zâtis’- sudûr(sudûri).: Sonra (Allah), bu gamın arkasından sizin üzerinize sükûnet veren bir uyku indirdi, içinizden bir grubu sarib kaplıyordu ve diğer grup, canlarını önemsemişti (canlarının kaygısına düştüler). Allah'a karşı cahiliyye zannı ile haksız zanda bulunuyorlar: "Bu emirden bize bir şey (bir nasib) var mı?" diyorlar. (Onlara): "Muhakkak ki emirlerin hepsi Allah'ındır." de. İçlerinde sana açıklamadıkları bir şey saklıyorlar. "Bu emirden bize bir şey (bir nasib) olsaydı, burada öldürülmezdik." diyorlar. Eğer siz, evlerinizde bile olsaydınız, üzerlerine katl (öldürülmeleri) yazılmış olanlar, yatacakları (ölüp düşecekleri) yere mutlaka çıkıp giderlerdi. (Bu) Allah'ın sizin sînelerinizde olanı sınamak ve kalblerinizde olandan (şüpheden), sizi temize çıkarmak (fitneden kurtarmak) içindir. Ve Allah, sînelerde olanı en iyi bilendir.” (Âl-İmran 3/154)

Ve onları sorgular:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
“Summe kaset kulûbukum min ba’di zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasveh(kasveten), ve inne mine’l- hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr(enhâru), ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhul mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyetillâh(haşyetillâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta’melûne).: Sonra, bunun (bu mucizenin) arkasından kalbleriniz (gene) kasiyet bağladı (katılaştı ve karardı), öyle ki taş gibi hatta daha da katı oldu. Ve gerçekten, taşlardan öyleleri vardır ki, ondan nehirler fışkırır. Ve gerçekten, onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, yarılır, böylece içinden su çıkar. Ve mutlaka onlardan (taşlardan) öyleleri vardır ki, Allah’a karşı duyduğu huşûdan yuvarlanıp aşağı düşer. Ve Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.” (Bakara 2/74)

Yani ALLAH celle celâlihu kişi ile kalbi arasına girer:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va'lemû ennallâhe yehûlu beyne’l- mer'i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).: Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfâl 8/24)

İnsan kalbi ile hangi yöne yönelmek istiyorsa, ALLAH celle celâlihu onu o yöne yöneltir. Kalblerinde hayır olduğunu bildiği kimselere ALLAH celle celâlihu daha fazla hayır verir:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُل لِّمَن فِي أَيْدِيكُم مِّنَ الأَسْرَى إِن يَعْلَمِ اللّهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِّمَّا أُخِذَ مِنكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Yâ eyyuhân nebiyyu kul li men fî eydîkum mine’l- esrâ in ya'lemillâhu fî kulûbikum hayran yu'tikum hayran mimmâ uhıze minkum ve yagfir lekum, vallâhu gafûrun rahîm(rahîmun).: Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah, sizin kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Enfâl 8/70)

Mânevî anlamda sağlıklı bir kalb, bir bakıma tıpkı sürekli dönen ve tarayan bir radar gibi, asla bu dünyada hiçbir şeye sabitlenmez veya bağlanmaz; daima kutsalı arar. Kalb bize bu dünyada hiçbir şeyin tapınmaya değer olmadığını, her yerde hâzır ve nâzır olan bir Yaratıcı’ya bağlanarak huzur, sükûn ve nihâi tatmin ve sürur bulacağını hatırlatıp durur. “Bunlar, ALLAH celle celâlihu’nun zikri ile kalbleri huzura kavuşarak iman edenlerdir. Evet, bilin ki, kalbler ancak ALLAH celle celâlihu’yu anmakla tatmin ve huzur bulur.”

الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).: Bunlar, iman edenler ve kalbleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 13/28)

Mânevî hayatın merkezinde yer alan kalb, Rabb’ini arama saikıyla sürekli bir hareket ve arayış hâlindedir. Bu yüzden insan ancak ALLAH celle celâlihu’yu hatırlayarak ve O’na yakınlaşmaya çalışarak hayatını mânâlı ve değerli kılabilir.

İnsan, Yüce Yaratıcı’sını kalbiyle hisseder; bağlanır, inanır ve tanır. ALLAH celle celâlihu’ya inananın kalbi hidâyete erer, doğru yolda gelişimini sürdürür:

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ يَهْدِ قَلْبَهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Mâ esâbe min musîbetin illâ bi iznillâhi, ve men yu'min billâhi yehdi kalbehu, vallâhu bikulli şey'in alîm (alîmun).: Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidâyete yöneltir. Allah, her şeyi bilendir.” (Teğabün 64/11)

ALLAH celle celâlihu’yu bilen, ALLAH celle celâlihu’ya yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalbdir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcıları, onun çalıştırdığı âletlerdir. Bu bakımdan Allah nezdinde insanın değeri, kalbinde ALLAH celle celâlihu’ya ayırdığı yer ile doğrudan alâkalıdır. ALLAH celle celâlihu’nun dışındaki şeylerden ve ilgilerden kalbin uzaklaşması, ALLAH celle celâlihu’yu hatırlama ve anma ile birlikte ibâdetin çoğalmasıyla birlikte mânevî gelişme ve olgunlaşma yolunda mesafe kat edilir.

Kendi nefsini ve İlâhî hakikati anlama kabiliyetini suiistimal eden kimselerin kalblerinin işleyişini Allah tersine çevirir:

رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَفْقَهُونَ
“Radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûn (yefkahûne).: Geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Ve onların kalblerinin üzeri tab’edildi (mühürlendi). Artık onlar fıkıh edemezler.” (Tevbe 9/87)

وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ نَّظَرَ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ هَلْ يَرَاكُم مِّنْ أَحَدٍ ثُمَّ انصَرَفُواْ صَرَفَ اللّهُ قُلُوبَهُم بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَفْقَهُون
“Ve îzâ mâ unzilet sûretun nazara ba’duhum ilâ ba’din, hel yerâkum min ehadin summensarafû, sarafallâhu kulûbehum bi ennehum kavmun lâ yefkahûn (yefkahûne).: Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar (ve): "Sizi bir kimse görüyor mu?" (der.) Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir.” (Tevbe 9/127)

Öyle ki, onlar doğru ve iyi yaptıklarını sanırken, kötü ve yanlış işlerle hayatlarını tüketirler. Böylece, kendi arzuları ve tutkuları peşinden sürüklenen ve böylece kalbini asıl amacından koparıp eğriltenlerin kalblerini de Allah eğriltir:

وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِندِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءهُمْ
“Ve minhum men yestemiu ileyke, hattâ izâ haracû min indike kâlû lillezîne ûtûl ilme mâzâ kâle ânifâ (ânifen), ulâikellezîne tabaallâhu alâ kulûbihim vettebeû ehvâehum.: Ve seni dinleyenlerden bir kısmı, senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilenlere: “Biraz önce (O) ne dedi?” dediler. İşte onlar, Allah’ın, kalblerini mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevâlarına tâbî olanlardır.” (Muhammed 47/16)

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَنِي وَقَد تَّعْلَمُونَ أَنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ فَلَمَّا زَاغُوا أَزَاغَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
“Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmi lime tu'zûnenî ve kad ta'lemûne ennî resûlullâhi ileykum, fe lemmâ zâgû ezâgallâhu kulûbehum, vallâhu lâ yehdîl kavme’l- fâsikîn (fâsikîne).: Ve Hz. Musa, kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizin için Allah’ın Resûl’üyüm, (böyle) olduğumu bildiğiniz halde niçin bana eziyet ediyorsunuz?” Artık onlar (Hakk’tan) dönünce, Allah da onların kalblerini döndürdü. Allah, fâsıklar kavmini hidâyete erdirmez.” (Saf 61/5)

Zamanla, bütün fıtrî safiyetini ve doğruyu bulma kabiliyetini kaybeden, inkâr ve aşırılıkta direnen, kendi gururlu ve mütehakkim benliğine bağlanan bu kimselerin kalblerini Allah mühürler:

فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاء بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
“Fe bimâ nakdıhim mîsâkahum ve kufrihim bi âyâtillâhi ve katlihimul enbiyâe bi gayrı hakkın ve kavlihim kulûbunâ gulf (gulfun). Bel tabaallâhu aleyhâ bi kufrihim fe lâ yu’minûne illâ kalîlâ (kalîlen).: Bu, onların misaklarını nakzetmeleri (bozmaları) ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve onların “kalblerimiz örtülü” sözleri sebebiyledir. Hayır (tam aksi), Allah, küfürlerinden dolayı onların (kalblerinin) üzerini mühürledi, böylece onların pek azı hariç îmân etmezler (edemezler).” (Nisâ 4/155)

رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَفْقَهُونَ
"Radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûn (yefkahûne).: Geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Ve onların kalblerinin üzeri tab’edildi (mühürlendi). Artık onlar fıkıh edemezler.” (Tevbe 9/87)

إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاء رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
"İnnemâs’- sebîlu alâllezîne yeste'zinûneke ve hum agniyâu, radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tabeallâhu alâ kulûbihim fe hum lâ ya'lemûn (ya'lemûne).: Fakat zengin oldukları halde senden izin isteyib, geride kalanlarla beraber olmaya razı olan kimselere yol (günaha vesile) vardır. Ve Allah, onların kalblerinin üzerini tab’etti (mühürledi). Artık onlar bilemezler.” (Tevbe 9/93)

ثُمَّ بَعَثْنَا مِن بَعْدِهِ رُسُلاً إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَآؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ بِمَا كَذَّبُواْ بِهِ مِن قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلوبِ الْمُعْتَدِينَ
"Summe beasnâ min ba’dihî rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bil beyyinâti fe mâ kânû li yu’minû bimâ kezzebû bihî min kabl (kablu), kezâlike natbeu alâ kulûbil mugtedîn (mugtedîne).: Sonra onun arkasından onların kavimlerine resûller gönderdik. Onlara beyyineler (açık deliller) getirdiler. Daha önce (hidâyete erib sonradan) onu yalanladıklarından dolayı böylece (fıska düştükleri için) mü’min olmadılar. Haddi aşanların kalblerini işte böyle mühürleriz (tab’ederiz).” (Yûnus 10/74)

كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
“Kezâlike yatbaullâhu alâ kulûbillezîne lâ ya’lemûn (ya’lemûne).: Allah, bilmeyenlerin kalblerini işte böyle tab’eder (mühürler).” (Rûm 30/59)

الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ وَعِندَ الَّذِينَ آمَنُوا كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ
“Ellezîne yucâdilûne fî âyâtillâhi bi gayri sultânin etâhum, kebura makten indallâhi ve indellezîne âmenû, kezâlike yatbaullâhu alâ kulli kalbi mutekebbirin cebbâr (cebbârin).: Onlar kendilerine bir sultan (bir delil) gelmediği halde, Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele ederler. Gadap, Allah’ın ve âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) indinde büyük oldu. Allah bütün zorba mütekebbirlerin kalbinin üzerini işte böyle tab’eder (açılmamak üzere mühürler).” (Gâfir 40/35)

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
“E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidâyete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” (Câsiye 45/23)

وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِندِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءهُمْ
“Ve minhum men yestemiu ileyke, hattâ izâ haracû min indike kâlû lillezîne ûtûl ilme mâzâ kâle ânifâ (ânifen), ulâikellezîne tabaallâhu alâ kulûbihim vettebeû ehvâehum.: Ve seni dinleyenlerden bir kısmı, senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilenlere: “Biraz önce (O) ne dedi?” dediler. İşte onlar, Allah’ın, kalblerini mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevâlarına tâbî olanlardır.” (Muhammed 47/16)
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: RUHİ KALB

Mesaj gönderen nurunnehar »

Kalbi mühürlenmiş olanlar ise, mânevî hakikatler hakkında kör, sağır ve dilsiz hale gelirler; hayvanlardan daha aşağı bir hayat derecesine mahkum olurlar:

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
"Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun, ve lehum azâbun azîm (azîmun).: Allah onların kalblerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) azab vardır.” (Bakara 2/7)

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ
“Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn (yerciûne).: Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Artık onlar dönemezler.” (Bakara 2/18)

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi, ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi sem’ihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: Şimşek neredeyse onların gözlerini kamaştırır. Onları her aydınlatmasında onun (ışığında) yürürler. Ve onların üzerlerine karanlık çökünce de dikilib kalırlar. Ve eğer Allah dileseydi, onların duymalarını da görmelerini de elbette giderirdi. Muhakkak ki Allah, herşeye kâdirdir (herşeye gücü yeter).” (Bakara 2/20)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “İnsanların kalbi ALLAH celle celâlihu’nun iki parmağı arasındadır, istediği gibi evirir çevirir.” buyurdu.
(Tirmizî, Kader 7)

Meâlindeki hadîste dile getirildiği gibi, insan tabiatında bir istikrarsızlık, değişkenlik vardır. İnsanın ruhî merkezi olarak kalb, nefsin içinden (hatıralar, istek ve arzular, hayaller, idrakler) veya dış dünyadan gelen uyaranlar (telkin, eğitim, toplumsal olaylar, vb.) yahut İlâhî ilhamlar ve şeytani vesveseler neticesi sürekli değişib durmaktadır. (Tirmizî, Tefsiru’l- Kur’ÂN, 35).
Bu değişim iyiden kötüye doğru olabildiği gibi, kötüden iyiye doğru da olabilmektedir.

Bir hadîs olarak nakledilen, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” Buyruğu;

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu: Nefsini BİLen-Tanıyan RABB’isini BİLir-Tanır.” buyurmuştur.
(Aclunî, Keşfü’l- Hâfâ II/343 (2532)

ALLAH celle celâlihu’ya ulaşmada kalbin ilk hareket noktası ve temel vasıtası olduğunu ortaya koyar. Her kalb, içindekini dışarıya sızdırır. Kalb, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, kendini tanımış olur. Kendini tanıdığı zaman Rabb’ini tanır. İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamış, nefsini tanımadığı zaman da Rabb’ini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin ötesini elbette ki bilemez. İnsanların çoğu, kalblerini ve nefislerini bilmemekte, kalbleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır. Çünkü Yüce Allah bâzen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer. Kalbini murâkebe ve gözetmek için Melekût Âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalbde beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse Allah Teâlâ’nın meâlen şu âyetinin mefhumuna dâhil olmuş olur:

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Ve lâ tekûnû kellezîne nesûllâhe fe ensâhum enfusehum, ulâike humu’l- fâsikûn (fâsikûne).: Allah’ı unutan kimseler gibi olmayın! Böylece (Allah da) onlara, kendi nefslerini unutturdu. İşte onlar, onlar fasık olanlardır.” (Haşr 59/19)

Kendi yaratılış gâyesini unutarak nefsanî ve dünyevî arzular içinde bir hayat süren kimselerin kalbleri zamanla fıtrî işlevini ve hassasiyetini yitirir, daralır ve katılaşır:

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“E fe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbihi, fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâhi, ulâike fî dalâlin mubîn (mubînin).: Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalbleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.” (Zümer 39/22)

ALLAH celle celâlihu dışında başka ilgi ve düşüncelere dalmış, O’nu hiç hatırlamayan kimseler, kalbleri katılaşmış kimselerdir. Kalbleri katı olanlar Allah’tan en uzak kimselerdir (Tirmizî, Zühd 62).
Bir kısım insanların ise kalbi hastalıklıdır; sabit bir merkezi ve tutarlı bir istikameti yoktur. İman ile küfür, doğrulukla eğrilik, iyilikle kötülük arasında sürekli bocalayıp dururlar:

فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
“Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu maradâ (maradan) ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn (yekzibûne).: Onların kalblerinde maraz (hastalık) vardır. Allah da bu sebeple onların hastalığını arttırdı. Tekzib etmiş olmaları (Allah’a ulaşmayı yalanlamaları) sebebiyle onlar için elîm bir azab vardır.” (Bakara 2/10)

فَتَرَى الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يُسَارِعُونَ فِيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشَى أَن تُصِيبَنَا دَآئِرَةٌ فَعَسَى اللّهُ أَن يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ أَوْ أَمْرٍ مِّنْ عِندِهِ فَيُصْبِحُواْ عَلَى مَا أَسَرُّواْ فِي أَنْفُسِهِمْ نَادِمِينَ
“Fe terâllezîne fî kulûbihim maradun yusâriûne fîhim yekûlûne nahşâ en tusîbenâ dâireh (dâiretun) fe asâllâhu en ye’tiye bi’l- fethi ev emrin min indihî fe yusbihû alâ mâ eserrû fî enfusihim nâdimîn (nâdimîne).: Böylece, kalblerinde maraz (hastalık) bulunanların (yahudi ve hristiyanları dost edinib), “olaylar (tersine) dönerse, bize bir musibet isabet etmesinden korkuyoruz.” diyerek onların aralarında koşuştuklarını görürsün. Oysa ki Allah’ın katından bir fetih veya bir emir getirmesi umulur ki, böylece onlar da kendi içlerinde gizledikleri şeye pişman olurlar.” (Maide 5/52)

إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ غَرَّ هَؤُلاء دِينُهُمْ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَإِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“İz yekûlu’l- munâfikûne vellezîne fî kulûbihim maradun garra hâulâi dînuhum, ve men yetevekkel alâllâhi fe innallâhe azîzun hakîm (hakîmun).: Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler şöyle diyorlardı: “Bunları, kendilerinin dîni aldattı.” Ve kim Allah’a tevekkül ederse o taktirde Allah, muhakkak ki Azîz (en üstün) ve Hakîm’dir (hüküm sahibi).”
(Enfâl 8/49)

وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ
“Ve emmâllezîne fî kulûbihim maradun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûn (kâfirûne).: Ve fakat; kalblerinde hastalık (nifak, şüphe, inkâr) olanların ise böylece murdarlıklarına (inkârlarına, şüphelerine ve pisliklerine) murdarlık katar (daha da artırır). Ve onlar, kâfir olarak ölürler.” (Tevbe 9/125)

يَا نِسَاء النَّبِيِّ لَسْتُنَّ كَأَحَدٍ مِّنَ النِّسَاء إِنِ اتَّقَيْتُنَّ فَلَا تَخْضَعْنَ بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ قَوْلًا مَّعْرُوفًا
“Yâ nisâen nebiyyi lestunne ke ehadin minen nisai inittekaytunne fe lâ tahda’ne bil kavli fe yatmaallezî fî kalbihî maradun ve kulne kavlen ma’rûfâ (ma’rûfen).: Ey Peygamber Hanımları! Siz (diğer) kadınlardan biri gibi değilsiniz. Eğer takvâ sahibi iseniz artık sözü yumuşak söylemeyin (erkeklerle çekici bir şekilde konuşmayın). O taktirde kalbinde maraz (nifak, fitne, şehvet) bulunan kimse tamah eder (arzu duyar). Ve maruf (ciddî) söz söyleyin.” (Ahzab 33/32)

Bunlar kalblerindeki gerçek niyet ve tasavvurları gizlemeyi çok iyi bilen, görünüş ve konuşmaları ile etkileyici fakat gerçekte hakikat düşmanı, yıkıcı ve düzen bozucu sakınılması gereken “en yaman hasım” durumundaki kimselerdir.
(Bakara 2/8-16, 204-205).

وَمِنَ النَّاسِ مَن يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّهَ عَلَى مَا فِي قَلْبِهِ وَهُوَ أَلَدُّ الْخِصَامِ
“Ve minen nâsi men yu’cibuke kavluhu fî’l- hayâti’d- dünyâ ve yuşhidullâhe alâ mâ fî kalbihî, ve huve eleddu’l- hısâm (hısâmi).: Ve insanlardan, dünya hayatında sözü senin hoşuna giden kimseler vardır. Ve kalbinde olana, Allah’ı şâhid tutar, (oysa) O, hasımların (düşmanların) en azılısıdır.” (Bakara 2/204)

وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ
“Ve izâ tevellâ seâ fîl ardı li yufside fîhâ ve yuhlike’l- harse ven nesl (nesle), vallâhu lâ yuhıbbu’l- fesâd (fesâda).: Ve dönüp (gittiği) zaman, yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli helâk etmek (yok etmek) için çalışır. Ve Allah fesadı sevmez.” (Bakara 2/205)

İnançlı bir insanın sabah akşam Rabb’ini anan kimselerle bir arada olması kalb selâmeti bakımından önemlidir. Eğer, Allah’tan uzak bir hayat yaşayan kimselerle bir arada olmak kaçınılmaz ise, en azından onlara uymama, kalben onlardan uzaklaşma ve onlar gibi bir hayat tarzını benimsemekten kaçınmak gerekir.:

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا
"Vasbır nefseke meâllezîne yed'ûne rabbehum bil gadâti ve’l- aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta'du aynâke anhum, turîdu zînete’l- hayâtid dunyâ ve lâ tutı' men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ (furutan).: Sabah akşam, O’nun Vechi'ni (Zat’ını) isteyerek Rabbine dua edenlerle beraber nefsini sabırlı tut. Dünya hayatının ziynetini dileyerek gözünü onlardan çevirme! Kalbini zikrimizden gâfil kıldığımız ve hevâsına (heveslerine) tâbî olan kimselere isteyerek, işinde haddi aşmış olanlara itaat etme!” (Kehf 18/28)

Bu kimselere uymak, onlar gibi kalbin katılaşmasına ve daralmasına yol açar. Arkadaş ve dostluk yapılan kimsenin ahlâk ve davranışından etkilenmemek mümkün değildir. Fakat bazı kimseler bunun farkına çok geç varırlar.:

لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا
"Lekad edallenî ani’z- zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu li’l- insâni hazûlâ (hazûlen).: Andolsun ki; bana zikir (Kur’ân’daki ilim) geldikten sonra beni zikirden saptırdı ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.” (Furkan 25/29)

Buna karşılık ALLAH celle celâlihu’nun âyetlerine dikkat kesilen, ayakta, otururken, yürürken, hemen her durumda ve hayatının her anında Yüce Yaratıcı’sını hatırlayib O’nun yüceliğini ve lütfettiği ni’metlerin sonsuzluğunu düşünen (Al-i İmran 3/191) mü’min kimselerin kalbleri ise gittikçe yumuşar ve hassaslaşır. Öyle ki, ALLAH celle celâlihu’yu andıkça kalbleri titrer, tüyleri ürperir.:

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُّتَشَابِهًا مَّثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاء وَمَن يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
"Allâhu nezzele ahsene’l- hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâhi, zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd (hâdin).: Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalbleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidâyetidir, dilediğini onunla hidâyete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidâyetçi yoktur.” (Zümer 39/23)

Kalbi derinden etkileyen ve onu uyaran en önemli kaynak İlâhî Kelâm’dır. Bu yüzden Kur’ÂN’ı dinlemek, onunla meşgul olmak, onun mânâlarını düşünmek, mü’minin duygularını coşturur, inancını pekiştirir, kalbini yumuşak ve hassas bir hâle getirir:

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ مِن ذُرِّيَّةِ آدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِن ذُرِّيَّةِ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْرَائِيلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُ الرَّحْمَن خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا*
"Ulâikellezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne min zurriyyeti âdeme ve mimmen hamelnâ mea nûhin ve min zurriyyeti ibrâhîme ve isrâîle ve mimmen hedeynâ vectebeynâ, izâ tutlâ aleyhim âyâtu’r- rahmâni harrû succeden ve bukiyyâ (bukiyyen). (SECDE ÂYETİ): İşte onlar, Allah’ın kendilerine ni’met verdiği nebîlerdendir. Âdem (aleyhisselâm)’ın zürriyyetinden (neslinden) ve Nuh (aleyhisselâm)’la beraber taşıdıklarımızdan ve İbrâhîm (aleyhisselâm) ve İsrail (aleyhisselâm)’ın zürriyyetinden ve Bizim hidâyete erdirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendir. Onlara, Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlardı.” (Meryem 19/58)

قُلِ ادْعُواْ اللّهَ أَوِ ادْعُواْ الرَّحْمَنَ أَيًّا مَّا تَدْعُواْ فَلَهُ الأَسْمَاء الْحُسْنَى وَلاَ تَجْهَرْ بِصَلاَتِكَ وَلاَ تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
"Kulid’ûllâhe evid’ûr rahmân (rahmâne), eyyen mâ ted’û fe lehul esmâu’l- husnâ, ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ (sebîlen).: De ki: “Allah diye çağırın veya Rahmân diye çağırın. Nasıl çağırırsanız hepsi O’nun Esmaül Hüsnası’dır (Allah’ın en güzel isimleridir).” Namazında (sesini) yükseltme ve onu (sesini) alçaltma. Bu ikisi arasında bir yol tut.” (İsra 17/109)

الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرِينَ عَلَى مَا أَصَابَهُمْ وَالْمُقِيمِي الصَّلَاةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
"Ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum vas’- sâbirîne alâ mâ esâbehum ve’l- mukîmis’- salâti ve mimmâ razaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: Onlar, Allah’ı zikrettikleri zaman kalbleri titreyenlerdir (Allah’tan gelen bir cereyanla kalbleri ve vücutları sarsılanlardır). Onlara isabet edenlere (musîbetlere) sabredenlerdir ve salâtı (namazı) ikame edenlerdir. Ve onlar, onları rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler.” (Hacc 22/35)

Bir Müslüman’ın hayatın her türlü şartları altında kararlılıkla inancının gereğini yerine getirmesi gerekir. Güçlükler karşısında sabır ve azimle hareket edebilmek için kalbin pekiştirilmesine ihtiyaç vardır. İnancı uğrunda mücâdele eden ve büyük zorluklarla karşılaşan ve bu durumda kendisine sığınan mü’minlerin kalbleri ALLAH celle celâlihu’nun yardımı ve manevî desteği ile sakinleşir; güven, huzur ve itminan duygusu ile dolup taşar:

وَمَا جَعَلَهُ اللّهُ إِلاَّ بُشْرَى وَلِتَطْمَئِنَّ بِهِ قُلُوبُكُمْ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
"Ve mâ ceâlehullâhu illâ buşrâ ve li tatmainne bihî kulûbukum ve mân nasru illâ min indillâh (indillâhi), innallâhe azîzun hakîm (hakîmun).: Ve Allah, (bu yardımı) sadece bir müjde ve onunla kalblerinizin tatmin (mutmain) olması için yaptı (başka bir şey için yapmadı). Allah’ın katından başka yardım (yeri) yoktur (yardım ancak Allah’ın katındandır). Muhakkak ki Allah, Azîz (üstün izzet sahibi) ve Hakîm’dir (hikmet sahibi, hüküm sahibi).” (Enfâl 8/10)

إِذْ يُغَشِّيكُمُ النُّعَاسَ أَمَنَةً مِّنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُم مِّن السَّمَاء مَاء لِّيُطَهِّرَكُم بِهِ وَيُذْهِبَ عَنكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الأَقْدَامَ
"İz yugaşşîkumun nuâse emeneten minhu ve yunezzilu aleykum mines’- semâi mâen li yutahhirakum bihî ve yuzhibe ankum ricze’ş- şeytâni ve li yarbıta alâ kulûbikum ve yusebbite bihi’l- akdâm (akdâme).: O’nun (Allahû Teâlâ) tarafından, emin olmanız için sizi bir uyuklama hali bürüyordu. Ve sizin, onunla temizlenmeniz ve şeytanın murdarlığını (vesvesesini) sizden gidermek ve kalblerinizi bağlamak ve onunla ayaklarınızı sağlamlaştırmak (sabit kılmak) için semadan su indiriyordu.” (Enfâl 8/11)

هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
"Huvellezî enzeles’- sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus’- semâvâti ve’l- ard (ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ (hakîmen).: Mü’minlerin kalblerine, îmânlarını îmân ile artırsınlar diye sekîneti indiren, O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Alîm’dir, Hakîm’dir.” (Fetih 48/4)
Kullanıcı avatarı
nurunnehar
Aktif Üye
Aktif Üye
Mesajlar: 159
Kayıt: 18 Oca 2007, 02:00

Re: RUHİ KALB

Mesaj gönderen nurunnehar »

Resim

KaLB SeLâMeti:

Kalbin fıtratında iyilik ve temizlik vardır; kötü duygular yoktur. Kalb helâlden, doğrudan huzur duyar, haramdan, yalandan ise rahatsızlık duyar.
(Tirmizî, Kıyamet 60).

Bir şey kalbe huzursuzluk veriyorsa işte o günahtır. Çünkü kalb her zaman doğruyu ilham eder.
(Müslim Birr 14,15; Tirmizî, Zühd 52; Darimi, Büyu’ 2).

Fakat içimizden ya da dışımızdan kalbe ulaşan olumsuz uyaranlar ve bunlara bağlı olarak geliştirilen kötü alışkanlıklar, din ve ahlâk dışı davranışlar kalbin kirlenmesine ve işlevini yitirmesine yol açabilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Dikkat ediniz, insan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa bütün vücûd bozulur. O, kalbdir.” buyurmuştur.
(Buharî, İman 39; Müslim, Müsakat 107, 108)

Bir insanın kalbi kararmamış, tabiî saflığını, selim fıtratını koruyor ise doğruyu kolayca bulabilir.
(İbn Mâce, Zühd 29; İbn Hanbel, Müsned II, 297).

Kalbi en çok yalan, haram lokma gibi davranış ve yaşayışlar, kibir gibi huy ve tutumlar, ALLAH celle celâlihu’yu anmaktan ve O’na karşı sorumlulukları yerine getirmekten uzak bir hayat tarzı karartır. Kalbin bozulması, idrak ve anlam dünyasında karmaşa ve kaosa yol açar. İyi ile kötü, doğru ile yanlış, helâl ile haramın sınırları ayırt edilemez hâle gelir. İnsan hakikate karşı kör ve sağır, duygusuz ve duyarsız olur: “Gerçekte hakikat şudur: gözler körelmez, sînelerdeki kalbler körelir.”

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ
"E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mâl ebsâru ve lâkin ta’mâl kulûbulletî fî’s- sudur (sudûri).: Onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, onunla akıl ettikleri kalbleri ve onunla işittikleri kulakları olsun. Fakat baş gözleri kör olmaz. Lâkin sînelerdeki kalbler kör olur.” (Hac 22/46)

Bu yüzden kalbin doğal sâfiyetini koruması, yaratılış amacına uygun olarak görevini yerine getirebilmesi açısından büyük önem taşır. Mânevî kirlerle kararan, katılaşan bir kalb, iyilik ve hakikate ulaşma arzusunu bütünüyle yitirir. Kalbin muhafazası ve mânevî kirlerden arındırılması o derece önemlidir ki, kirli bir kalble yapılan ibâdetler makbul sayılmaz. Kalbi dürüst olmadıkça kişinin imanı yerini bulmaz.
(İbn Hanbel, Müsned, III, 198).
Buna karşılık az ama temiz bir kalble yapılan ameller daha feyizli ve daha şerefli olarak değer kazanır.

KALB, Yüce ALLAH celle celâlihu’nun insanların içine yerleştirdiği bir mabettir. İçimizdeki kutsal kıvılcımın mekânıdır. Sufî geleneğin çok önem verdiği ve kudsî hadîs olarak naklettikleri: “Bütün göklere ve yerlere sığmayan Ben, ihlâslı mü’minin kalbine sığarım” (Bkz. Aclunî, Keşfu’l-hâfâ, 2/255) meâlindeki müteşabih rivâyet, aslında insan kalbindeki en güçlü ve en etkili psikolojik faktörün Allah olduğunu, inanan kimsenin bunun şuurunda olması gerektiğini anlatır; Mü’min için ALLAH celle celâlihu’nun huzuruna “selîm” ve “münîb” bir kalb ile çıkmaktan başka bir şeyin faydası yoktur:

إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
"İllâ men etâllâhe bi kalbin selîm (selîmin).: Allah’a selîm (selâmete ermiş) kalble gelenler hariç.” (Şuarâ 26/89)

إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
"İz câe rabbehu bi kalbin selîm (selîmin).: O, Rabbine selîm bir kalb ile gelmişti.” (Safât 37/84)

مَنْ خَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ وَجَاء بِقَلْبٍ مُّنِيبٍ
"Men haşiyer rahmâne bi’l- gaybi ve câe bi kalbin munîbin.: Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalble (Allah’ın huzuruna) gelenler (için).” (Kaf 50/33)

İman öncelikle kalbî bir tasdiktir. İbadetlerin temeli olan ve onlara gerçek değerini kazandıracak olan “niyet” de kalbde gerçekleşir (Buharî, İman 41).
Kalb ilim, hikmet, ALLAH celle celâlihu’yu bilme, ALLAH celle celâlihu’yu sevme, ALLAH celle celâlihu’yu düşünmekten zevk almak, ALLAH celle celâlihu’yu bütün arzularına tercih etmek ve nefsi ile mücadelede Allah’tan yardım istemek için yaratılmıştır. Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati dinin temeli, mânevî yolculuğa çıkanların yolunun esasıdır. (Gazzalî, İhyâ, c.III, s.6, 62).
Fakat kalbin İlâhî tecelliye mazhar olabilmesi için, nefsanî kirlerden, dünyevî arzulardan temizlenmesi, ıslah ve imar edilmesi gerekir. Bu konuda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den nakledilen şu hadîs bu gerçeğe işaret eder;

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kul bir günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke oluşur. O, bu yanlışı tekrar ettiğinde yeni bir iz daha meydana gelir. Günah işlemeye devâm ettikçe bu izler artar ve sonunda bütün kalbi kaplar ve karartır. Kul tövbe ettiğinde onun kalbi yeniden parlamaya başlar.” buyurdu.
(Müslim, İman 231; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed b.Hanbel, Müsned II, 297)

Kalblerin temiz kalması için kötü duygu ve düşüncelere yol açacak durumlardan ve uyarıcılardan uzak durmak önemli bir esastır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ إِلَّا أَن يُؤْذَنَ لَكُمْ إِلَى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِرِينَ إِنَاهُ وَلَكِنْ إِذَا دُعِيتُمْ فَادْخُلُوا فَإِذَا طَعِمْتُمْ فَانتَشِرُوا وَلَا مُسْتَأْنِسِينَ لِحَدِيثٍ إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ يُؤْذِي النَّبِيَّ فَيَسْتَحْيِي مِنكُمْ وَاللَّهُ لَا يَسْتَحْيِي مِنَ الْحَقِّ وَإِذَا سَأَلْتُمُوهُنَّ مَتَاعًا فَاسْأَلُوهُنَّ مِن وَرَاء حِجَابٍ ذَلِكُمْ أَطْهَرُ لِقُلُوبِكُمْ وَقُلُوبِهِنَّ وَمَا كَانَ لَكُمْ أَن تُؤْذُوا رَسُولَ اللَّهِ وَلَا أَن تَنكِحُوا أَزْوَاجَهُ مِن بَعْدِهِ أَبَدًا إِنَّ ذَلِكُمْ كَانَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمًا
"Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tedhulû buyûten nebiyyi illâ en yu’zene lekum ilâ taâmin gayra nâzırîne inâhu ve lâkin izâ duîtum fedhulû fe izâ taimtum fenteşirû ve lâ muste’nisîne li hadîs (hadîsin), inne zâlikum kâne yu’zîn nebiyye fe yestahyî minkum vallâhu lâ yestahyî mine’l- hakkı, ve izâ seeltumûhunne metâan fes’elûhunne min verâi hıcâbin, zâlikum atharu li kulûbikum ve kulûbihinne, ve mâ kâne lekum en tu’zû resûlallâhi ve lâ en tenkihû ezvâcehu min ba’dihî ebedâ (ebeden), inne zâlikum kâne indallâhi azîmâ (azîmen).: Ey iman edenler! (Rastgele) Peygamberin evlerine girmeyin, (bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kı açıklamak)tan utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalbleriniz için de, onların kalbleri için de daha temizdir. Allah'ın Resûlü'ne eziyet vermeniz ve ondan sonra eşlerini nikahlamanız size ebedî olarak (helâl) olmaz. Çünkü böyle yapmanız, Allah katında çok büyük (bir günah)tır.” (Ahzâb 33/53)

Kalbin temizlenmesi öncelikle işlenen günahların, yapılan kötülüklerin ve yanlış davranışların farkına varma, bunlardan pişmanlık duyma ve tövbe etmekle mümkündür. Bunun yanında kalbin sürekli olarak eğitilmesi, olgunlaştırılması, parlatılması gerekir. Kalbin eğitilmesi, öncelikle doğru bilgi ile mümkündür. Bilgi ve hikmet sayesinde kalb aydınlanır ve hakikat sevgisi ile dolup taşar. Kalbi aydınlatan ve parlatan bu bilginin kaynağı da elbette ki İlâhî Kelâm’dır:

بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الظَّالِمُونَ
"Bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtûl ilm (ilme), ve mâ yechadu bi âyâtinâ illâ’z- zâlimûn (zâlimûne).: Hayır O (Kur’ân-ı Kerim), ilim verilenlerin sînelerinde beyan olunan âyetlerdir. Ve zâlimler hariç, onlar âyetlerimizi bile bile inkâr etmezler.” (Ankebut 29/49)

İman, kalb tatminin en önemli kaynağıdır. İnanan insanlar, bu inançlarının sağladığı güven ve huzur ile hayatlarını sürdürürler. Fakat bu imanın yeterli ve doğru bilgi ile de zaman zaman desteklenmesi gerekir. Çünkü tam bir tatmin duygusu elde edene kadar kalbde şüphe ve arayışlar sürüp gider. Bir kısım insanlar için inanmak kadar, anlamak, tecrübe etmek, müşahede etmek de önemlidir. Kalb tatmini, iman ve teslimiyeti artırır, huzur ve sükûnete vesile olur. Hz. İbrahim’in “yeniden diriliş” konusundaki:

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
" Ve iz kâle ibrâhîmu rabbî erinî keyfe tuhyil mevtâ kâle e ve lem tu’min kâle belâ ve lâkin li yatmainne kalbî kâle fe huz erbeaten minet tayri fe surhunne ileyke summec’al alâ kulli cebelin minhunne cuz’en summed’uhunne ye’tîneke sa’yâ (sa’yen), va’lem ennallâhe azîzun hakîm (hakîmun).: Hz. İbrâhîm: “Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.” demişti. (Allah) “İnanmıyor musun?” buyurdu. (Hz. İbrâhîm de): “Evet (inanıyorum). Fakat kalbimin tatmin olması için.” dedi. “Öyleyse kuşlardan dört tane tut, sonra onları kendine alıştır (parçalayib) her dağın üzerine onlardan bir parça koy, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Ve Allah’ın, Azîz (ve) Hakîm olduğunu bil!” (Bakara 2/260)

Ve Havarilerin Hz. İsâ aleyhisselâm’ın nübüvveti konusundaki merak ve taleblerinin gerekçesi kalb tatminidir.:

إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ أَن يُنَزِّلَ عَلَيْنَا مَآئِدَةً مِّنَ السَّمَاء قَالَ اتَّقُواْ اللّهَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
"İz kâle’l- havâriyyûne yâ îsâbne meryeme hel yestetîu rabbuke en yunezzile aleynâ mâideten mines’- semâi kâlettekullâhe in kuntum mu’minîn (mu’minîne).: Havârîler; “Ey Meryem oğlu İsâ! Rabb'in gökten bize bir mâide (sofra) indirebilir mi?” demişlerdi. (Bunun üzerine Hz. İsâ); “Eğer mü'minlerseniz Allah'a karşı takvâ sahibi olun.” dedi.” (Mâide 5/112)

قَالُواْ نُرِيدُ أَن نَّأْكُلَ مِنْهَا وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا وَنَعْلَمَ أَن قَدْ صَدَقْتَنَا وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ
"Kâlû nurîdu en ne’kule minhâ ve tetmainne kulûbunâ ve na’leme en kad sadaktenâ ve nekûne aleyhâ mineş şâhidîn (şâhidîne).: (Onlar); “Ondan yemek istiyoruz ve de kalblerimizin tatmin olmasını istiyoruz ve senin gerçekten bize doğru söylemiş olduğunu bilelim ve onun üzerine şâhidlerden olalım” dediler.” (Mâide 5/113)

ALLAH celle celâlihu’nun âyetleri üzerinde düşünmek ve her durumda O’nu anmak kalbi yumuşatır:

وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَلِقَائِهِ أُوْلَئِكَ يَئِسُوا مِن رَّحْمَتِي وَأُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
"Vellezîne keferû bi âyâtillâhi ve likâihî ulâike yeisû min rahmetî ve ulâike lehum azâbun elîm (elîmun).: Allah’ın âyetlerini ve O’na (Allah’a) mülâki olmayı (ruhlarını hayatta iken Allah’a ulaştırmayı) inkâr edenler; işte onlar, rahmetimden ümidi kestiler. Ve işte onlar ki; onlar için elîm azab vardır.” (Zümer 29/23)

Kalb yumuşaklığı, eğitilebilirliğin en önemli şartıdır.

Buna göre, kalb hem bilginin hem de ahlâkın kaynağı olması bakımından önem taşır. Riyâ, kibir, nifâk, küfr, haset gibi olumsuz davranış eğilimleri kalbde ortaya çıktığı gibi, ihlâs, tevâzu, takvâ, tövbe, sabır, şükür, muhabbet, rizâ, tevekkül vb. hallerin hepsinin merkezi de kalbdir (Gazali, İhyâ, c.III, s.3-4).
Kalb, ALLAH celle celâlihu’ya doğru bir yolculuğu gerçekleştirmek ve menzilleri bir bir aşarak O’na kavuşmak için yaratılmıştır. ALLAH celle celâlihu’yu tanımak, beş duyunun ötesine geçib, İlâhî güzellikleri kalb ile müşâhede etmekle mümkün olur. Kalbi bu bilgiye ulaştıracak olan ise ilim, hikmet tefekkür ve daha da önemlisi güzel huy ve davranışlardır. Kalbde yerleşmiş olan kötü huylar ve olumsuz davranış eğilimleri ALLAH celle celâlihu’ya giden yolda birer engeldir. Onlardan kurtulmadıkça bu yoldaki makamları geçmek mümkün değildir. İlim ve ahlâk birbiri ile bütünleştiği zaman kişiye fayda verir; mânevî olgunlaşmaya hizmet eder. Kişi her şeyden önce kalbini kötü ahlâktan temizlemeyi ön plânda tutmalıdır. Nasıl beden temiz olmadan namaz sahih olmazsa, kalbin ibâdeti olan ilim de kalb kötü huy ve çirkin vasıflardan arınmadıkça sağlıklı olmaz. Ahlâksız ilim, en öldürücü ve yıkıcı bir âlete dönüşebilir. İlim kişiyi doğruya, iyiye yöneltmelidir, aksi takdirde Allah’tan uzaklaşmasına sebep olur. Akıl, ancak sınırlı bir alanda, duyulan ve görülen gerçekler âlemi üzerinde bilgi edindiğinden, bu alanda yetersizdir. Ancak kalbin doğru ve güvenilir bir bilgi vermesi için olgunlaşması, günah kirinden, bilgisizlikten, taklid ve taassubdan temizlenmesi gerekir.:

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً فَمَن يَهْدِيهِ مِن بَعْدِ اللَّهِ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
"E fe raeyte menittehâze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceâle alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Hevâsını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidâyete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” (Câsiye 45/23)

Bir Müslüman’ın kalb selâmetini koruyabilmesi için Hz. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in sık sık tekrarladığı şu duaları da unutmaması gerekir:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ey kalbleri yönlendiren Allah’ım! Kalblerimizi sana itaate yönelt!.” buyurdu.
(Müslim Kader 17; İbn Hanbel, Müsned II, 168)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Ey kalbleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.” buyurdu.
(Tirmizî, Kader 7; Daavât, 90, 124; İbn Hanbel, Müsned, IV, 182; VI, 251, 294, 304, 315).


NeTiCe:

İnsan kişiliğinin (=Nefs) merkezinde KALB yer alır. Bütün duygu, düşünce, niyet ve tutumlarımızın kaynağında kalb vardır. Şuur ve benliğimiz kalbde yer tutar. Kalbin kendi içinde çeşitli derinlik tabakaları vardır. Kur’ÂN-ı Kerîm’de yer alan Sadr, Kalb, Fuâd, Lübb ve Nühâ kavramları dıştan, en derin ve nihâi boyuta kadar açılan kalbdeki akıl, şûur ve idrak derecelerini ifâde etmektedir. Kısacası, bilmenin ve hissetmenin sonsuza açılan yolları kalbin içinde saklıdır. Bunları harekete geçirmek insanın doğru bir yol tutmasına ve dikkatini kendi gerçeğine yöneltmesine bağlıdır. Fıtratı bakımından temiz ve saf olan, Rabb’ini ve İlâhî hakikatleri bilmeye ayarlı olan insan kalbi, içimizde beslediğimiz kötü arzular ve vesveseler veya çevreden aldığımız menfi tesirlerle her an kirlenmeye ve asıl rotasından çıkmaya eğilimlidir. Kötü bir yolda tüketilen hayat tecrübesi ile yapılanan bir kalb, zamanla katılaşır ve tabiî safiyetini yitirebilir. Bu durumda kişi hakikatlere karşı kör ve sağır hâle gelir; kendi sübjektif yönelim ve davranışlarını mutlaklaştırarak, bunları hakikatin yerine koyar. Hayatının sonuna kadar da bu yanılsamalı benlik algısını sürdürür.
Kendi insanî tabiatımızın farkına varmakla, varlığımızın sahibi ve gayesi olan Yüce ALLAH celle celâlihu’yu her yerde ve her zaman hatırlamakla, hata ve günahların kalbde meydana getirdiği kirlenmeyi giderici iyi ve olumlu işlere yönelmekle ve Allah dostu insanlarla bir arada bulunmakla kalb sağlığı korunabilir..


Kaynaklar:

Cürcâni, Seyyid Şerif, Ali b. Muhammed, Kitabü’t-Ta’rifât, Beyrut 1983.
Çift Salih, Hakim Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İnsan Yayınları, İstanbul 2008.
Ergin Zafer, Haris Muhasibi ve Nefis Kavramı, Karadeniz Basın Yayın, Rize 2008
Ergül, Âdem, Kur’ÂN ve Sünnette Kalbî Hayat, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1421/2000.
Frager, Robert, Kalb, Nefs ve Ruh (çev. İbrahim Kapaklıkaya) Gelenek Yayınevi, İstanbul 2003.
Gazzali, İhyau Ulumid’-Din (çev. Ahmet Serdaroğlu), Bedir Yayınevi, İstanbul,2011
el-Isfahani, Rağib, Ebu’l-Kasım Hüseyin b.Muhammed, el-Müfredât fi ğaribi’l-Kurân, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut ts.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Dâru’s_Sadr, Beyrut 1410/1990.
Mu’cemu elfâzı’l-Kur’ÂN, 2.bas., c.II, Mısır 1390/1970.
Er-Râzi, Fahreddin, Kitâbü’n Nefs ve’r-Rûh ve şerhu kuvâhümâ, İslamâbad/ Pakistan 1388/1968.
Uludağ, Süleyman, “Kalb”, T. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, c.24, s.230-231.
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön