Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


6. DERECE: Tevekkül


Abbâs(ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah(sav) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetimden yetmişbin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Bu kimseler, büyü yapmayan ve başkalarının söylediklerini te'vil edip abartmayan ve Rabblerine tevekkül eden kimselerdir."

Şeyh hazretleri şöyle buyurdular: "Tevekkül iki kısımdır. Birincisi âmm; ikincisi hâss. Âmm olan tevekkül, kişinin herşeyde müessir olanın Allah olduğuna inanmasıdır. Meselâ, ateşin yakıcılığı, suyun akıcılığı, karın soğukluğu hep Allah'ın emriyledir. Bunun aksi asla sahih değildir. Hass tevekkül ise, te'vil ve büyüyü bırakıp Allah'ın kendisi hakkında yazmış olduğu kadere teslim olmaktır." Diğer bir mânâ ile tedbiri bırakarak tümüyle Allah'ın iradesine teslim olmaktır.

Zünnûn hazretleri bu hususta şöyle diyor: "Tevekkül, kulun tedbiri bırakıp kendini Allah'ın kudretinin eline terketmesidir. Tıpkı meyyitin (ölünün) kendisini yıkayan gassâl'a terketmesi gibi." Yani kulun, bütün olacak şeylerin hâkimiyetini ve ayarlamasını Halikına bırakmasıdır tevekkül.

Şeyhü'l-İslâm hazretleri şöyle buyuruyor: "Tevekkül, işlerin bütününü mâlikine terketmektir. Ve onun delâletine itimât etmektir." Bu tevekkül avama en zor gelen tevekkül şekli olmakla beraber, havasa en zayıf gelen tevekküldür.

Avama zor gelmesinin sebebi, avamın esbaba tevessüle alışmış olmasından ve muhabbet duymasındandır. Bu muhabbetlerinden dolayı, sevmiş oldukları sebepler, kendileriyle Allah(cc) arasında perde olmuştur. Sebeplere olan itimatları, Allah'a olan itimatlarından daha fazladır. Onun için sebepleri terkedemezler. Ve tevekkül yoluna gidemezler. Zannederler ki, esbaba tevessül etmeden bir kâr edilmez. Ve sebepsiz hiçbir şey zuhur etmez. Halbuki sebep bir âlettir. Ama avam bunu böyle anlamaz. Onun için avama tevekkül zor gelir.

Sen çocukluğundan sebepleri görüyor,
bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbibten gafil kalıyorsun.
Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere
ondan meyletmektesin sen.
Sebepler gitti mi başına vurmaya başlar,
'Aman Yarabbü' demeye koyulursun.
Allah da sana "Hadi, yürü, sebebe git. Ne acayip şey; sen beni
yarattığım sebepler için andın ha!" der.


Şeyh hazretleri Fütuhat'ında şöyle diyor:
"Tevekkül, kalbin Allah'a itimadıdır. Kalb sebeplere meyletmekle zayi olur. Sebeplere meyletmek ise nefsin şânındandır. Eğer kalb bu nev'i meyillerle hasta ise, esbaba tevessül etmekten asla ızdırap duymaz. Allah'a hakikî mânâda tevekkül edenlerin kalbi ise, gassal elindeki meyyit gibi, tamamıyla Allah'ın tasarrufuna ait kudretinin elindedir. Tıpkı efendisinin emrindeki köle gibidir. Bazılarının tevekküldeki hali, babasıyla oğlu arasındaki hale benzer. Ama tevekkülün havas katında en zayıf hali ifâde etmesi, "Her iş Allah'ındır" hükmüne binâendir. Havasa göre bütün mülk Allah'ındır. Ve her türlü sebepli sebepsiz hükümranlık ona aittir. Bu kanaate sahip olan havas hiçbir zaman vesile ittihaz etmez. Ve ondan gelen herşeye razı olur."

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


7. DERECE: Tevfiz


Allah u Teala, âl-i firavn'ı anlatırken Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "İleride size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok iyi görendir." (Mü'min, 44)

Hakikî bir sâlike lazım olan şey, onun her hâlini ve kârını Allah'a tefvid (havale) etmesidir. Tefvid,tevekkülden daha efdaldir. Zira mânâ itibariyle de olsa tefvid tevekkülden daha geniş mânâları muhtevidir. Tevekkül, sebebin vuku bulmasından sonra hâsıl olur. Oysa tefevvüd hem vukuundan önce ve hem de sonra hâsıl olur. Tevekkülün, sebebin vukuundan sonra hâsıl olmasına misal: Kur'anı Kerim'deki ifâdeye binâen Yakup (a.s.) oğullarına şöyle dedi: "Ey oğullarım! Mısır'a girerken hepiniz bir kapıdan girmeyiniz. Ve her biriniz ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ve ben size, Allah'tan gelecek birşeyi defetmeye kadir değilim. Zira hüküm yanlızca Allah'ındır. Ve ben ona tevekkül ediyorum." Yani ona sizin adınıza sığınıyorum ve sizi ona emânet ediyorum demektir. Bu tevekkül, sebebin vukuundan öncedir. Bir misal de sebebin vukuundan sonra hâsıl olan hâle verelim. Resulüllah(sav) Ashâbıyla beraber iken kendilerine âyet-i kerimenin ifadesiyle şöyle denildi: "insanlar, onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun" dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'" Tevekkül, sebebin vukuundan sonradır. Sebep ise müşriklerden, Allah'a sığınmaktır. Tefevvüde misal verecek olursak, Hz. Peygamberimiz(sav) yattıkları yerden şöyle buyururlardı: "Allahım! Kendimi sana emânet ve teslim ediyorum. Sırtımı sana dayıyorum. Ve işlerimi sana havale ediyorum." Bu sebeplerin vuku bulmadan önce hasıl olan tefevvüde misaldir. Sebebin vukuundan sonraki tefevvüde misal ise, âyet-i kerimede buyurulduğu üzere âl-i firavnı anlatırken: "Ben işlerimi Allah'a bırakıyorum" diyen mü'min kimsenin tefevvüdüdür.

Buradaki sebep, firavn'ın korkusudur. Tefevvüd ile tevekkül arasında, umum ve husus yönünden fark vardır. Tevekkül ehass'tır. Tefevvüd ise eamdır. Ve bu haliyle tevekkül, tefevvüdün bir şubesi durumundadır. Tefevvüd her yönüyle, tevekkülden mânâca daha üstündür ve geniştir. Sâlike yakışan ve lâyık olan da tefevvüddür. Zira sâlikin bütün kuvvetini ve kudretini Allah'ın isteği istikametine bahşetmesidir. Ve onun tasarrufuna boyun eğmesidir. Kendini Hakk'ın rızâsı için kendi tasarrufundan tahliye eder ve Hakk'ı tasarruf etmesi yönünde kendisine yegâne dayanak ve hükümran ittihâz eder. Ve her murad ettiği şeye rızâ gösterir. Tevekkülde ise, kişinin istekleri ve menfaati doğrultusunda Hakk'ı vekil tayin etme durumu sözkonusudur. Burada cür'et ve sû-i edep (edepsizlik) söz konusudur. Onun için tefevvüd tevekkülden menduptur. Evliya ve enbiyânın tercihleri de bu meyanda olmuştur. Ve, "Sevgiliden (Allah'dan) gelen herşey bize sevimlidir." demişlerdir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


8. DERECE: "Sika"


Sika, kalbin Allah'a güveni, itimâdı ve hükmüne başeğmesidir. Tevekkülden, teslimden ve tefevvüdden daha evlâdır. Bu makamların medâr-ı hayatı sika'dır. Tevekkül gözün siyah noktası ise, teslim ve tefevvüd onun dairesidir. Sika ise o göze yön veren rûh'dur. Nitekim bu makama münasip olarak Cenâb-ı Hakk Musa'nın annesini hikâyeten şöyle buyuruyor: "Biz, Musa'nın annesine şöyle ilham ettik; Çocuğu emzir. Başına birşey gelmesinden korkunca da, onu hemen sandığa koyup, Nil nehrine bırak. Sakın korkma! Mahzun da olma! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." (Kasas, 7)

Eğer Musa(as)'ın annesi Allah'a bu denli tevekkülle bel bağlamasaydı, Musa(as)'ı ırmağa bırakmazdı. Bu mertebede olanlar, kemâliyle Allah'ın takdir ettiği kadere boyun eğerler. Zira bilirler ki, Allah'ın takdir ettiği şeyin aksi asla vuku bulmaz.

Ali(ra) kerremallahü veche şöyle buyurmuştur: "Şunu yakînen biliniz ki, Allah'ın azmettiği şeyi kul hiçbir zaman değiştiremez. Çünkü Allah'ın murâd ettiği herşey zikr-i hakîm'de mahfuzdur." Rahat bulmak isteyen bu sırra vâkıf olur. Zahmet ve meşakkat çekmek isteyen bu sırdan gafil kalır. "De ki, bütün işler Allah'ın katındadır" emrine binaen, kişinin kendi kuvvetini terkedip, Allah'ın kuvvetine boyun eğmesi gerekir. Nitekim âyet-i kerimede: "Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yapmadan önce levh-i mahfuzda yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (Hadid, 22) buyurulmuştur. Diğer bir ayette ise devâmen:

"Bu, geçene üzülmemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlere sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Hadid, 23) Beyzâvî der ki: "Çünkü herşeyin takdiri Allah'a aittir. Üzülmenin veya sevinip de şımarmanın bir mânâsı yoktur", işte bir kimse herşeyin levh-i mahfuzda kayıtlı ve takdir edildiğini hakkıyla idrâk ederse, istemekten ve talep etmekten necat bulur (kurtulur). Ve Allah'ın hükmüne dayanarak her ne gelirse ona teslim olur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


9. DERECE: Teslimiyet


Gayb âleminden zuhur eden şeylere razı olmaya teslimiyet denir. Yağmurun yağması, rüzgârın tesiriyle meydana gelen hâdiseler, bitkilerin yeşermesi, ölmesi, zelzele gibi felâketler vs. bütün hepsinin Allah'ın iradesiyle olduğunu kabul etmek ve teslim olmak, teslimiyetin şartlarından en önemli olanıdır. Kaza ve belâ yalnızca Allah'tan gelir. Meşîet-i Hüdâ (bütün bunların Allah'tan neş'et etmesi) ilim ve hikmete tâbidir. Hikmeti olan şey abes olmaz. Ve o hükme itiraz edilemez. Sırrını bilemediği şeyde, kulun yapması gereken en elzem şey teslimiyettir. Ve kaza-yı Hakk'a teslim olmaktır. Meselâ bir kimse, dünyada olan birtakım ahvalin, akla ve mantığa aykırı olduğunu görse bile bunlara itiraz etmemesi lazımdır. Çünkü herşey Allah'ın takdîriyledir. Meselâ, zâlimin âdil olan bir kimseyi yenmesi, bir ümmetin peygamberine karşı olan zıtlığı, âlim olan kimsenin itibar görmeyip, câhil olan kimselerin itibar görmesi gibi hadiseler her ne kadar zahiren mantığa zıt gibi gözüküyorsa da, bunlar Allah'ın takdiriyle olan şeylerdir. Çünkü bunların vuku bulması vaciptir. Ve Hakk'ın muktezâsıdır. Ve hepsi de hükm-ü Hûda'dır. Asla abes değildir.

İbnü'l Farız bu mevzua münasip şöyle söylüyor:

Allah'ın takdiri asla abes olmaz
Şayet insanların fiili olmasa denge nasıl olurdu?


Eğer sâlik, hatarat (şüpheler) nevinden fikrî teşvîşe veya savaş gibi bir hadisede yakınlarını kaybetme gibi bir ızdırâba muhatap olursa, yapacağı en güzel şey, Allah'ın irâdesi doğrultusunda vuku bulan şeylere sabretmek ve teslim olmaktır. Çünkü bu nevi âfetler sâlikin terakkisi içindir. Allah istediği şeyi helak eder, istediğini ise azîz kılar.

Şeyh Abdullah Râbi şöyle dedi;

"Cengizle yapılan savaşta, Cengiz taraftarları bütün kardeşlerimi ve yaranımı katlettiler. Sıra bana geliyordu ki, kendi kendime şöyle dedim: Ey nefsim! Allah'ın hükmüne razı mısın? Bu soruyu kendime sorduğum an gördüm ki, ölümle hayat arasında hiçbir fark yoktur. Hakk'ın hükmüne bu denli rıza göstermiş bir hâlete müyesser olduğum için Allah'a hamdettim. Cenâb-ı Allah, geriye kalan kimseleri ben de dahil olmak üzere o canilerden halâs eyledi. Benim için kurtuluşumdan daha mühim olan teslimiyetimdi. Onun lutfun" ve cefâsına itaat farzdır Safasını da kederini de içmek tat verir insana Bütün işlerimde Allah'ı vekil buldum O beni ister öldürür, isterse hayat verir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


10. DERECE: Tasavvuf nedir?


Sırrı hazretleri şöyle dedi:

"Peygamberimiz(sav)'i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. "Yâ Resulallah (sav) tasavvuf nedir?" Cevaben şöyle buyurdu: "Dâ'vâyı terketmek; mânâyı ketmetmektir."

Erbâb-ı tasavvufa vâcib olan dâvayı terketmek, mânâyı da ketmetmektir. "Sudûrü'l- ahrâr, kubûrü'l- esrâr" fetvâsınca bütün büyüklerimiz, ehli olmayanlardan ve ağyardan (cahillerden) esrâr-ı Hakk'ı saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine tecâhül etmişlerdir. İşte bunlar ağyardı beşeriyyettin hazzını aşamayanlardır. Erbab-ı tasavvuf ise beşer üstü manevî nazlara sahib olanlardır.

Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hakk'tan başkasını görmez. Onda alâyim-i nefsânî ve meâlim-i insanî olmaz. İşte hakikatte tasavvuf: İnsanın herşeyiyle, hem zâhiren, hem de bâtınen Allah'la olan bağlantısını kurmasıdır. Bir âşık, zahirî ve bâtınî olarak ru'yet-i halkı iskât eylese Hakk'ın sırrına lâyık olur. Ve nur-u ilahîde fenâ bulur.

Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevaben: "Tasavvuf nefsin, Allah'ın Vahdetinde fenâ bulmasıdır." buyurdu. Sahib-i tasavvuf, bu fenâya erdikten sonra hakikî mutasavvıf olur. Ebu Muhammed el- Harirî şöyle buyurdu: "Tasavvuf, yaratılmış olan şeylerin alçaklığından kurtulup, Allah'ın övdüğü şeylerin dairesi içerisine girmektir."

Herşeyin en iyisini Allah bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


1. DERECE: Hulk (Huy, Ahlâk, Seciye)


Hulk, lügatte, huy'a denir. İstılahda ise, meleke-i nefsâniyyeye denir. Tasavvuf ehline göre ise ahlâk-ı seniyyeye denir.

Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle diyor: "Tasavvuf demek ahlâk demektir. Kim ahlaken daha yüksek mertebedeyse, o, tasavvufta da yükselmiş olur. Kim de ahlaken alt seviyede olursa onun tasavvufu da ancak o kadar olur." Şeyh hazretleri, bu sözünden sonra şöyle devam etti:

Hz. Aişe'ye Peygamberimizin ahlâkı sorulduğunda şöyle dedi: "Onun ahlâkı Kur'an idi." Nitekim Allah u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde "Biz seni şüphesiz ki seçkin bir ahlâkla ahlaklandırdık." buyuruyor. Görüldüğü gibi Allah u Teala Peygamberimizin ahlâkını, en seçkin ve büyük şekliyle tayin etmiştir. Zira Peygamberimizin kaynağı Kur'an'dır. Ve ondan müstefid olmuştur. Ve Kur'an'ın edebiyle müeddeb olmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah u Teâlâ Peygamberimize hitaben şöyle buyurmuştur: "Affı al ve doğrulukla emret, cahillerden de yüz çevir". Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: "Rabbim beni en güzel edep şekliyle edeplendirdi ve sonra beni mekarim-i ahlâkla emretti" ve şöyle buyurdu: "Affı al, doğrulukla emret ve cahillerden yüz çevir". Resûlullah efendimizden rivayet edildiğine göre bir gün çocuklar Resûlullah efendimizin etrafını sararak; "Ya Resûlallah! Hasan ve Hüseyin'le oynadığın gibi bizimle de oyna" dediler. Resûlullah(sav) Hz. Bilal'i çağırarak, "Ya Bilal eve git ve beni bunlardan kurtaracak birşeyler getir". Hz. Bilâl sekiz tane ceviz getirdi. Peygamberimiz bunları çocuklara dağıtarak kendini onlardan kurtardı. Ve şöyle buyurdu: "Kardeşim Yusuf kendisini beş semene kurtarmıştı. Sizse beni sekiz cevize satın aldınız." Hz. Mevlânâ Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor: Benim devem af yapınca, bütün otları telef eder Onun afvı bütün günahkarların günahlarını yok eder imam Hüseyin ve imam Hasan, Hz. Peygamberimizin(sav) deve stili sırtına binerlerdi. Ve Resûlullah efendimiz onları bu minval üzere eğlendirirdi. Buna kıyasen öbür çocuklarda aynı şekilde eğlenmek isteyince, Resûlullah efendimiz(sav) onları kırmadan, cevizlerle gönüllerini aldı. Ve onlara güzel ahlakıyla iyilikte bulundu.

Sâlik'e lazım olan Muhammedî meşreb olmasıdır. Ve daima mütevazı olmalı, kibirden kaçınmalıdır.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


2. DERECE: Tevazu


Allah u Teâlâ(cc) bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:

"Rahman olan Allah'ın kulları, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atıp sataştıklarında aldırmadan; "selâmetle" deyip geçerler:" (Furkan, 63) Kâmil olan bir mü'minin sıfatı yumuşak ve mütevâzi olmaktır. Nitekim Resûlullah efendimiz[savl şöyle buyuruyor:

"Mü'min mütevâzıdır. Tıpkı, bağlandığında boyun eğen, bir taş üzerine çekilse çöken bir deve gibi mülayimdir."

Hz. Cüneyd'den naklolunduğuna göre; bir kimse gelip Hz. Cüneyd'i davet eyledi. O da hemen kalkıp onunla beraber yürüyerek davete icabet etti. Davet edenin evine vardıklarında adam Cüneyd'e şöyle dedi:

Şu an evimde birşeyim yoktur sen iyisi mi bir vakti iki eyle (öğünleri birleştir). Cüneyd Hz. bunun üzerine evine döndü. Aynı kimse bir saat sonra yine geldi ve yine Cüneyd'i davet etti. O da evvelki yaptığı gibi onun davetini kabul etti ve kalkıp tekrar evine gittiler. Adam eve varınca Cüneyd hazretlerine, sen tekrar evine git. Çünkü şu an seni ağırlayacak bir kolaylığa sahip değilim. Şeyh hazretleri tekrar evine döndü. Bu davet tam dört kere tekerrür etti ve Şeyh hazretleri hepsine de öfkelenmeden icabet etti. Dördüncü davette, adam dayanamayarak sordu: "Ya Şeyh! Seni dört kere davet ettim ve dördünde de terbiyesizliğe varacak derecede reddedip gerisin geri tekrar evine gönderdim. Ve sen bana asla kızmadın. Bunun sebebi hikmeti nedir?" Şeyh hazretleri şöyle dedi:

"Ey kardeşim! Ben yirmi senedir nefsimi zillet altında bırakarak riyazette kaldım. Tâ ki nefsim benim katımda köpek derecesine indi. Hem öyle köpek ki; onu hırpalarlar, kovarlar o yine gelir. Sonra yine hırpalarlar, önüne bir kemik parçası atıldığında yine gelir. Ve buna razı olur. Eğer sen beni elli kere kovsan ve ellibirinci defa davet etsen ben sana yine gelirim" buyurdu.

Ey kardeşim! işte bu anlatılanları iyi anla ve tevâzuun ne demek olduğunu öğren. Nefsine kıymet vermeyenler ve tevazu sahibi olanlar ne güzel bir makamdadırlar.

Beyazıd hazretleri şöyle buyuruyor:

"Bir insanın mütekebbir (kibirli) olması kadar şer birşey yoktur." Bu sözü söyledikten sonra Beyazıd hazretlerine "Tevazu nasıl elde edilir?" diye soruldu. O da cevaben;

"Bir insanın nefsine kıymet vermediği zaman mütevazı olması mümkündür" buyurdu.

Ey kardeşim! Şunu iyi bil ki kendi nefsini üstün görüp kıymetli olduğunu gerek sözleriyle ve gerekse haliyle izhar eden bir kimse kesinlikle mütekebbirdir. Ve hatta bunların katında tevazu bile bir tekebbür vesilesidir. Ama tevhid ehlinin katında bu böyle değildir. Tevhid ehli nefislerini görmedikleri gibi kendilerini de görmezler. Onlar herşeyde Hakk'ı görürler. Onun için kendilerinde olan tevazuu dahi Allah'tan bilirler. Ve ondan zuhur ettiğine kani olurlar, işte gerçek tevazu budur.

Allah en iyisini bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


3. DERECE: Îsâr


Îsâr, lügatte ihtiyar (istemek) mânâsına gelir. Filancayı kendime îsâr ettim (tercih ettim) şeklinde kulanılır. îsâr asıl manâsıyla, dünya, ahiret ve nefsin lezzet aldığı her ne hazlar var ise hepsine karşılık Allah'ı istemek ve onu murâd etmektir.

Ebu Hafs-ı Kebir şöyle buyurmuştur: "îsâr, gerek dünya işlerinde ve gerekse ahirete taalluk eden işlerde, kardeşini kendi nefsine tercih etmendir." Bu tarif de başka bir vecihtir.

Birgün sahabeden birine bir sarık hediye edildi. Hediye eden adam tam hediyeyi takdim edeceği sırada sahabi, onu bir başkasına vermesi konusunda tavsiyede bulundu. Zira o daha muhtaçtı. Bunun üzerine o adam daha muhtaç olana gitti. O da bir başkasının daha muhtaç olduğunu söyleyerek ona vermesini söyledi. Böylece adam bu minval üzere tam yedi sahabi gezdi. En sonuncusu hediyeyi kabul etti. Bunun üzerine şu âyet-İ kerime nazil oldu: "... ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler..."(Haşr, 9)

Hakikî müessir olan kimse, kardeşini dünyevî ve uhrevî, nefsânî ve ruhanî her ne hazzı ve isteği varsa onu kendisine tercih eder.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


4. DERECE: Fütüvvet (Eli açıklık, mertlik, temizlik)


Musa(as) Rabbine fütüvvetin ne olduğunu sordu. Rabbi de ona cevaben şöyle buyurdu: "Nefsini günahlardan temizlemendir.

" Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor: "Fütüvvetin aslı, nefsin hazzından çıkmaktır. Ve Rabbin tevhidini îsâr eylemektir. Nitekim İbrahim(as) nefsinin hazzından çıktı ve onu nâr'a (ateşe) attı. Çünkü o Rabbinin tevhidini istiyordu. Eğer nefsini ateşe atması Rabbinin emriyle idiyse ve buna mukabil nefsini ateşe atmış ise bu fütüvvet büyük bir fütüvvettir. Yok şayet Rabbinin isteği olmadan bu tercihi kendisi yapmış ise büyük mertliktir."

Hakikat o ki; fütüvvet, Resûlullah'ın tavsiyeleri ve emirleri üzere, insanın nefsânî isteklerini temizlemesini aklın delillerini de dikkate alarak istikâmet kazanmasını muhtevîdir.

Şeyhü'l-islâm hazretleri Menazîl'üs-Sâirîn'de fütüvveti üç kısma ayırır. Birincisi, başkasını (kardeşini) kendi nefsine tercih etme yiğitliğidir. Ve kardeşinin hukukunu daha bir gözetmendir.

İkincisi, kardeşine karşı, hak hukuk mevzuunda bir husumetin varsa onu terketmendir. Şayet o apaçık bir zillet içerisinde olsa bile onu görmemezlikten gelmendir.

Üçüncüsü ise, senden kaçan veya ırak olan kardeşine yaklaşman ve ona kurbiyyet sağlamandır. Seni incitse bile onu affedebilmendir. Şayet kardeşin bir cinayet işlese, sanki o cinayeti o değilde sen işlemişsincesine ona mukabelede bulunup onu güzel bir vaziyette uyarman gerekir.

Eğer bir kimse sana kötülük eylerse

Onun zilletinden dolayı ona yüz çevir

İmam Ebu Hanife hazretlerine ait anlatılan bir menâkıbta şöyle geçiyor: Bir gün İmam Ebu Hanife yolda giderken, yolun dar bir yerinde halktan birine hafiften dokundu. Bunu fırsat bilen, adam, silahıyla imam'a vurdu, imam'ı tanımamıştı. İmam ona şöyle dedi: Be adam, ben şu an sana misliyle kısas etmeye kadirim. Hatta seni alıp halifeye de götürebilirim. Fakat senin bu hareketine rağmen ben ahirette şayet cennete gireceksem seni de yanıma almak isterim' dedi. Adam bunun üzerine yaptığından pişman olup, İmam'dan af diledi ve sâlihlerden oldu.

Anlatıldığına göre Kadı Sirâcüddin, Hz. Pir'e daima eziyet ederdi. Birgün bir dânişmende Hz. Mevlânâ'ya ezâ etmesi karşılığında, kendisine bir medreseyi tahsis edeceğini söyledi. Bunun üzerine o kimse, Hz. Mevlânâ ve müridleri semâ ederlerken gelerek edepsizce ve kaba küfürlerle Hz. Pîr'i rencide edecek sözler söyledi. O ne kadar küfrettiyse Hz. Pîr: "Ey Müslüman! Sen ne dersen biz oyuz" dedi. Ve her seferinde cevabı bu oldu. Bunun üzerine adam hızını alamayıp; "Siz yetmiş iki fırkanın dışındasınız" dedi. Bunun üzerine Hz. Pîri tebessüm buyurdu. Ve arkasından şöyle dedi: "Doğru söyledin, yetmişiki taifenin dışındayız." O kimse Hz. Pîr'in göstermiş olduğu tahammül karşısında şaşırarak, kalbine bir yumuşaklığın geldiğini hissetti. Bu hal üzerine çabucak tevbe etti. Ve Hz. Rr'in müridi oldu. Ve muhlislerden oldu.

Seyis tekrar gelerek;

"Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti,
o fena zamanı görmeyeyim.
Sana helal ediyorum. Kanımı dök ki
gözüm o kıyameti görmesin" dedi.
Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı katil olsa da,
elinde hançer olarak senin kastına yürüse,
yine senin bir tek kılını kesemez.
Çünkü kader kalemi böyle yazmıştır.
Sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma.
Senin şefaatçin benim.
Ben ruhun eri ve sultanıyım,
ten kulu değil.
Yanımda bu tenin kıymeti yok;
ten kaydına düşmeyen bir eroğluerim.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


5. DERECE: Sıdk (Sadâkat)


Resûlullah(sav) efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

"Ey ümmetim! Sıdk sizin üzerinize olsun. Zira sıdk hayır ve ihsana götürür. Hayır ve ihsan ise cennete götürür. Bir insan gösterdiği sıdkından dolayı yok olsa ona devam eylediği için o kimse Allah indinde sıddıkların makamına yazılır."

Allah u Teâlâ sıddıklar hakkında şöyle buyuruyor: "İçlerinden bir adama: "İnsanları uyar. iman edenleri Rablerinin katında yüce değerlerle müjdele" diye vahyettiğimizi, insanlar tuhaf mı karşıladılar da, kâfirler: "Şüphesiz ki bu adam, apaçık bir sihirbazdır" dediler?" (Yunus, 2)

Sâlik olan kimseye, dünyada ve ahirette en faydalı olan şey sıdk'tır. Zira Allah u Teâlâ diğer bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

"O gün (kıyamet günü) sâdık olanlara sıdkları fayda verecektir."

Yani Allah u Teâlâ kıyamet gününde, sâdık olmayanların zarar göreceğini ifâde buyuruyor. Sıdk Sâlik'in nefsindeki kibriyete ait hastalıklara en güzel ilaçtır. Sıdk sahibi olan kimseler, her türlü muradına erişirler.

Sâdık olmayanlar ise mahrum kalırlar. Hz. Beyazıd-ı Bestâmîye şöyle soruldu: En büyük haslet nedir?' O da cevaben şöyle dedi: "En büyük haslet sıdktır. Zira o Allah'ın büyük isimlerinden biridir." Dua ve ibadetlerin tesirli olabilmesi için sıdk sıfatına sahip olmak lâzımdır. Sıdk sihirli bir kılıçtır ve her türlü mevzuda keskinliğini muhafaza eder.

Zünnûn hazretleri bu konuya muvafık olarak şöyle buyuruyor: "Sıdk; Allah'ın kılıcıdır. Yeryüzünde neye değerse onu keser."

Âşığın doğruluğu asaya ve dağa tesir etti; hatta azametli denize bile dokundu. Musa'nın doğruluğu asaya ve dağa tesir etti hatta azametli denize bile dokundu. Ahmed'in doğruluğu ayın yüzüne tesir etti.

Hatta parlak güneşin bile yolunu vurdu.

Kısacası fiillerde, ahvalde ve herşeyde sıdk sahibi olmak lâzımdır. Sıdkın fazileti çoktur. Ve bunu bu kısa bölümde incelemeye ve izah etmeye imkan yoktur.

Herşeyin en iyisini Allah bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


6. DERECE: Hâyâ


İbn-i Mes'uddan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimizin şöyle buyuruyor:

"Ey Ashabım! Hakk'ın hayâsıyla Allah'a karşı haya ediniz." Ashabı Resûlüllah'a şöyle cevap verdiler: "Yâ Resûlallah biz hepimiz Allah'tan haya ediyoruz. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz(sav) şöyle mukabelede bulundu: "Haya bu değildir. Zira hakkıyla haya eden kimse başını, her türlü belânın başı olan hevâsından koruyabilen kimsedir. Ve dahi namusunu haramdan alıkoyan kimsedir. Ölüm denilince, vücudunun ne kadar geçici olduğunu anlayabilen ve âhiret denildiğinde dünya zînetlerini terkeden kimsedir. Kim bunları hakkıyla yerine getirirse o kimse haya etmiş olur."

İbn-i Mes'ud'dan rivayet edilen bir diğer hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurmuştur: "Haya etmezsen istediğini yap". Yani Hakk'tan ve halktan utanmayan herşeyi yapmakta mazurdur.

Mazur derken o kimse insanlıktan çıkıyor demektir. Sâlik'e lâzım olan da Allah'tan haya etmek ve insanlıktan da çıkmamaktır. Hadis-i şerifteki "istediğini yap" ifadesi tehdid içindir. Yani "eğer hevâna uymakta ısrarlıysan, cehennem seni bekliyor" demektir. Neticede yine zararlı olacak sensin. Haya, murakabe ehlinin sıfatıdır. Murakabe ehli Rabb'lerini heryerde müşahede ederler. Ve amellerini ihsan mefhumu üzere yaparlar. İhsan ise, görmediği halde, Allah'ı görüyormuşçasına ona ibadet etmektir, ihsanın, haya ile mezcedilmesi ise mü'minin üzerine vaciptir. Hakk'ın istediği haya ise budur. Kulun, Rabbine karşı tekzib edici bir vaziyetten kendisini kurtarmasıdır. Allah'tan gelen herşeyi tasdik edip en yüksek mertebelere ulaşmasıdır.

Nitekim bir hadis-i şerifte Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyurmuşlardır:

"Allahu Teâlâ kıyamet gününde yaşlı bir kimseye şöyle seslenecek: Ey kulum neden şöyle şöyle amel ettin? O yaşlı kimse şöyle cevap verecek: Ya Rabbi ben öyle amel etmedim. Allahu Teâlâ (cc) bunun üzerine meleklere, "Onu cennete götürünüz" buyuracak. Bunun üzerine Melekler: Ey Rabbimiz bu kimse söylediğin kötü amelleri işlemesine rağmen neden yüzüne vurmadın? diye soracaklar. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, o ihtiyarın hatasını yüzüne vurmadan haya ettim buyuracak." Cenab-ı Allah(cc) pîr olanları dahi tekzib etmez. Kula da gereken Allah'ın(cc) bu güzel hüsnüne layık olmaktır.

Resûlullah(sav) efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

"Haya imandandır." Hayanın hepsi hayırdır.

Allah herşeyin en iyisini bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


7. DERECE: Şükür


Şükür lügatte, bir nimete karşılık yapılan teşekkür ifadesidir. Istılah da ise şükür, kendisine nimet veren kimseye teşekkürü haber vermek ve ona karşı büyük ta'zimde bulunmaktır. Şükür üç şeyden ibarettir. Birincisi dille (lisanla) yapılan şükürdür. İkincisi, erkânıyla yapılan ameldir'. Üçüncüsü; ma'rifetü bi'lcenândır.

Yani kalbî marifettir. Nitekim şu beyitlerde şair şöyle söylüyor:

Nimetin bence üç mânâsı vardır Dille, elle ve huzûr-u kalp iledir Dil ile yapılan şükür elbette ki şükrün başlangıcı ve anahtarıdır. Ancak kalbî şükür, dille yapılan şükrün muteber olması bakımından önemlidir. Kalbî şükür ise kulun kendisine gelen bütün nimetleri Allah'tan bilmesidir. Nitekim Hz. Dâvud(as)'a Allah(cc) tarafından şöyle vahyedildi: "Ey Dâvud! Bana şükret." Dâvud şöyle dedi: "Ey Rabbim sana nasıl şükredeyim? Zaten şükrün kendisi başlı başına bir nimet. Şükür nimetinden dolayı şükretmek nasıl mümkün olur ki?" Allah u Teâlâ şöyle buyurdu: "Ey Dâvud! Sen, sana verilen nimeti benden bilirsen şükretmiş olursun" Bu hadisin mânâsınca, şükreden kimse, kendisini hakikî mânâda şükretmekten aciz görmelidir. El ve dilden gelen onun şükründen âciz kahr. Hakk'ın kulu olan kimse, kendisini Allah'a kemâliyle şükretmekten aciz görmediği müddetçe ve zâtını fânî tasavvur etmedikçe hakikî şâkir olamaz. Ve herşeyi Allah'tan bilmelidir. İbn-i Mâce'nin rivayet eylediği bir hadis-i şerifte Resûlullah[savl şöyle buyurmuştur:

"Allah u Teâlâ(cc) Mûsa(as)'a şöyle vahyetti: "Ey Musa bana şükret! Mûsa(as)' şöyle dedi: Ey Rabbim sana nasıl kudret yetirip de şükredebilirim ki? Allah şöyle buyurdu: Ey Musa(a.s) herşeyi (her nimeti) benden bil ki şükretmiş olasın..."

Ehass-ı Havas'dan olan kimseler, gerek nimeti ve gerekse zahmetin cümlesini Allah'tan bilirler. Nitekim Şeyh hazretleri Futuhat'ında şu âyet-i kerimenin tefsirini şöyle yaptı: Âyet: "Ey Dâvud ailesi! Allah'ın nimetlerine şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükreden pek azdır." (Sebe, 13) Yani ehass-ı havas olan kimseler, kendileri hakkında takdîr edilen herşeyi Allah'tan bilirler. Bu takdîr edilen şeyler ister zarar olsun ister kâr. işte hakikî şükür budur. Bu şekil şükredenler pek azdır, işte âyet-i kerimenin işaret buyurdukları husus ta budur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


8. DERECE: Sabır


Sabır, kulun şikâyetini Allah'tan başkasına yapmamasıdır. Allah'a yapılan şikâyetler ise sabırsızlık demek değildir. Nitekim Hz. Eyub (asl) Cenab-ı Hakk'a, "Gerçekten şeytan bana yorgunluk ve ızdırap dokundurdu." diye nida etmişti. Ve Cenab-ı Hak da ona: "Ben onu (Eyyub'u) sabreden ne güzel bir kul olarak buldum. O işlerinde daima Allah'a yönelirdi." (Sad, 30-41) buyurdu ve onu medheyledi.

Şeyh hazretleri Futuhat'ında şöyle buyurdu:

Senin hazzından kalbim dayanmaz oldu Ey Rabbim ne istersen onu bana bildir Hz. Şeyh Futuhat'ında 5. bâbda şöyle buyuruyor:

"Âmm'ın anladığı şekliyle sabır, bir kimsenin kendisine gelen ilâhî kahra mukavemet etmesidir. Allah'a karşı edepsizlik vardır. Zira Allah u Teâlâ'nın bir kuluna belâ vermesinin sebebi, o kulun kendisine tevazu ve niyazda bulunması içindir. Ve aynı zamanda verilen belânın yine Allah u Teâlâ tarafından kaldırılmasını istemek yönünde dua etmeleri içindir. Zira büyük veliler, nefislerini Allah'a şikayet hususunda engellemezler. Yalnız ve yalnız halka şikayet etmekten menederler. Büyük insanların anlayışı ve mezhebi budur, bunu gerektirir."

Nitekim Şeyh Beyazıd hazretlerinden naklen, bu kelâmın zeylinde şöyle buyuruyor: "Birgün Beyazıd hazretleri ağladı. Müridleri ona niçin ağladığını sordular. O da cevaben, açlıktan ağladığını söyledi. Bunun üzerine, sizin gibi kimse açlıktan ağlar mı hiç? dediler. Beyazıd hazretleri şöyle buyurdu: Hakk'ın bana açlık murad etmesinden maksat benim ağlamamdır."

Mevlânâ hazretleri bu mânâya muvafık olarak şöyle buyurdu: "Ashabtan birisi Allah'a dua ederek, 'Ey Rabbim ben ahiret azabından çok korkuyorum. Bana tek bu dünyada belâ ver de, ahiretteki azabımı hafiflet" dedi. Bunu derdemez hastalandı. Resûlullah efendimiz(sav) onu ziyarete geldi. Ve dedi ki, "sen ne yaptın ki sana böyle belâ isabet etti?" Sahabi şöyle cevapladı: Ya Resûlullah Allah'a dua ettim ki bu dünyada beni belayla cezalandırsın ama ahirette ceza ve azap çektirmesin. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (sav) zâtı irşâd ederek şöyle buyurdu: "Bu şekil dua eyleme. Zira bu şekil dua eylemek küstahlıktır. Sen şöyle şöyle... dua et." Hz. Pîr Mesnevî'sinde bu mânâya muvafık olarak şöyle buyurdu:

Peygamber o hastaya dedi ki:

"Sen şunu söyle: Allahım sen bize güçlükleri kolaylaştır. Dünya yurdunda da bize iyilik ver, âhiret yurdunda da. Yolumuzu gül bahçesi gibi lâtif bir hâle getir. Ey yüce Allahım, konağımız zaten sensin" Bu mertebede sâlike lazım olan şey, şayet kendisine bir belâ isabet ederse, o belâyı def etmesi hususunda rıza-yı Hakk'a sığınmasıdır. Şayet belânın defi için susmak lazımsa susar. Yok şikâyet etmek gerekirse şikâyetini bizzat Allah'a iletir. Allah'ın belâ verdiği kimseden sabrına göre razı olup olmadığının alâmeti ise şudur: Şayet Allah u Teâlâ ondan razı olmuşsa, o kimseye belâya karşı gösterdiği sabırdan dolayı rahmanî bir neş'e ve sürür gelir. Hevâ ve hevesten zail olur. Allah olan imanı daha bir kuvvet bulur.

Kalbi genişler. Eğer bunun aksi olmuşsa, alâmetleri şudur: Belâya uğrayan kimse derdinden dolayı önüne gelen herkese şikayette bulunur, itikâdî sarsıntılar geçirir, isyankâr bir hâl alır. Nitekim Hz. Eyyub(as) başına gelen belâlar hususunda epeyi bir müddet Allah'a sabretmiştir. Allah ehlinin indinde sabrın üç derecesi vardır. Nitekim Menâzil-i Sairin adlı eserde Şeyhû'l-İslâm şöyle buyuruyor: Sabrın üç derecesi vardır. Birinci derecesi, belâya sabretmektir. Ve gösterilen bu sabrın hüsnü niyetle lezzetini anlamak ve mülahaza etmektir. Belânın bitmesini sabırla beklemektir. Sabrederek belânın defedilmesini beklemek ibadettir, ikinci derece ise, nefsi ma'siyetten (Allah'a isyandan) uzak tutmaktır.

Allah'tan haya ederek ma'siyyetten kaçınmak en güzel ve hayırlı sabırlardandır.

Lokman dedi ki: "Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki utancımdan âdeta iki kat olmuşumdur.

Elinle sunduğun birşeye, ey marifet sahibi, bu acıdır demeye utandım.

Çünkü vücudumun bütün parçaları senin nimetinden meydana geldi.

Ben senin tanene, tuzağına gark olmuştum.

Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryad edersem, vücudumun bütün parçaları hâk ile yeksan olsun! Şekerler bağışlayan elinin lezzeti bu karpuzdaki acılığı hiç bırakır mı?

Üçüncü derece, ibadetleri istikrarlı ve devamlı olmak üzere yapmak hususunda gösterilen sabırdır. İlmiyle ibadet ve taâti güzelleştirmektir. Âyet-i kerimede Allah u Teâlâ: "Ey iman edenler size isabet eden belâlara sabrediniz" buyuruyor. Ehlullah katında sabrın bir çok nev'i vardır. Bunlar sırasıyla, Allah'a sabretmek, Allah için sabretmek, Allah'da sabretmek, Allah'la sabretmek v.s.... Şeyh hazretleri en zayıf sabrın Allah için sabretmek (es'sabru lillah) olduğunu ve bunun avamın sabrı olduğunu beyan eder. Onun bir üst derecesi (es'sabru billah)'tır. Allah'la sabretmek. Bu da müridlerin sabrıdır. Allah'ın üzerine sabretmek ise sâliklerin sabrıdır. Bu sabır Hakk'ın rızasına yönelik olarak Hak yolunda yapılan sabırdır.

Allah'tan sabretmekle kastedilen şey ise, âşıkın maşukuna olan ayrılığından dolayı bu ayrılık hasretine sabrederek göğüs germesidir.

Ben sana ulaşayım derken sen istersin hecrimi Ben isteğimi terkediyorum severek dileğimi. Gençlerden biri Şiblî'ye sordu: "Sabır nedir? Ey efendim..." Şiblî hazretleri anlattıktan sonra en şiddetli (muteber) sabrın Allah için sabır olduğunu söyledi. Genç buna itiraz etti. Şiblî hazretleri bunun üzerine, Allah'la sabırdır dedi. ikinci kez itiraz edince bu sefer de, Allah'da sabırdır dedi. Üçüncü kez itiraz karşısında es-sabr-u alellah dedi. Genç yine itiraz etti ve dedi ki: Ey Şeyh hazretleri sabrın en muteberi essabru anillah'tır. Yani Allah'tan sabretmektir. Şiblî hazretleri bu sözü duyar duymaz bir şahka vurup yere düştü ve bayıldı.

Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen!
Bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen
Allah'a nasıl sabredebiliyorsun?
Ey naz ve nimete bile sabredemeyen!
Kerîm Allah'a nasıl sabredebiliyorsun?
Ey temize, pise bile sabırsız!
Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun?

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


9. DERECE: Rıza


Allah'ın kulundan razı olduğu mertebe vardır. Kulun da Allah'a karşı razı olma mertebesi vardır. Allah u Teâlâ kulundan, kendi emirlerine boyun eğdiği zaman razı olur. Nitekim Allah u Teâlâ bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "İman edip iyilik yapanlar ise yaratıkların en iyisidirler. Onların Rableri katında ecirleri, Adn cennetleridir, burada sonsuza dek kalıcıdırlar. Allah onlardan, onlar da Allah'dan razıdırlar. Bu mutluluk Rabb'inden korkanlara mahsustur." (Beyyine, 6-7-8-9-10)

Allah'tan lâyıkıyla korkanlar ise âlimlerdir. Nefis, mutmainne makamına erişmeden, rıza makamına erişemez. Mutmainne makamına erişmenin yolu da hevâ ve hevesâtı terketmekle olur. Mutmainne sıfatını hâiz olan kimse Rabbinin katında rıza makamına erişir. Ve Rabbinden gelen herşeye razı olur. Nimet verirse nimetine razı olur. (Sıkıntı verirse, sıkıntıya sabreder.) Râbiâ hazretlerine, kişinin ne zaman rıza makamına erişebileceği soruldu. Cevaben Hazret şöyle buyurdu: "Bir kimse, Allah'tan gelen musibetlere sabretmediği müddetçe rıza makamına asla erişemez." Haris el-Muhâsibî hazretleri şöyle buyuruyor: "Rıza, kalbin, Allah'ın hükümleri altında sükûnet bulmasıdır." Ve Cüneyd hazretleri bu kelâma münâsip olarak şöyle buyuruyor: "Rıza, kazanın zuhuru neticesinde kalbin sürür duymasıdır." Ebu Hureyre(ra)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah(sav) efendimizin Hakk'ın kazasına rızâ gösterene dua ederek şöyle buyurduğu ifade edilmiştir: "Allah kendini bilen, dilini (kötü şeyler söylemekten) muhafaza eden kimseye rahmet eylesin. O kimse ki Allah'ın verdiği nimete sabreder, kazasına ise razı olur."

Beyazıd-ı Bestâmî hazretlerine şöyle soruldu: "Bir kimse Allah'tan nasıl razı olur? Cevaben şöyle buyurdu: "Allah'ın sağ yanına cehennemi koyduğunu ve bu yönü kendisine takdir ettiğini görse dahi, yönünü sola çevirmeyen kimse, Allah'tan razı olmuş demektir." Bu mertebe, Allah'ta ziyadesiyle fenaya ermiş kimse için geçerlidir.

Allah herşeyin en iyisini bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


10. DERECE: İnbisât


İnbisât lügatte, ihtişamı terketmek mânâsına gelir, ihtişam ise, bir kimseden haya etmeye ve onun gazabından korkmaya denir. Sıhâhü'l-Cevherîden nakle dildiğine göre inbisât, "ihtişam, istihyâ ve haşyetten ictinâb etmek, çekinmektir."

Sâlikin inbisâtı halkla da olur. Sâlik olan kimse, halktan olan kimselerle musahabe etmekten ve onları muhatab olarak kabul etmekten çekinmez ve onlara karşı büyüklük taslamazsa, inbisâtı yerine getirmiş olur. Bunun da en önemli yolu, insanlarla olan alâkasında bir kimsenin yapmacık gurur ve vakara girmeden mütevazı bir anlayışla, şer'i usûllerin gerektirdiği bir tarzda durumunu ayarlamasıdır. Mü'min olan kimseye lâzım olan, demir gibi sert bir mizaç yerine, lâtifeli ve yârenliğe müsait bir ruh haletine sahip olmasıdır. Konuştuğu kimselere karşı daima güleryüzlü ve tatlı sözlü olması gerekir. Resûlullah efendimiz(sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: "Mü'min, mizaç olarak şirin mizaçlıdır. Münafık ise asık suratlı ve tatsız ruh haleti olandır."

Bu hadisten anlaşılan o ki mü'min kimse latîfe yapan ve bunu aşırıya vardırmayan kimse demektir. Nitekim Resûlullah efendimiz nakledildiğine göre birgün ihtiyar bir kadına hitaben, "Yaşlılar cennete giremeyecek buyurdular". Bunun üzerine yaşlı kadın ağlamaya başladı. Resûlullah efendimiz'(sav) onun bu haline tebessüm ederek şöyle buyurdu; "Cennete girenler gençlik halleriyle girecekler, ihtiyar halleriyle değil." Neticede ihtiyar kadın tekrar sevindi, işte bu bir lâtîfedir. Ama latîfeninde bir sınırı vardır. Dikkat edilecek olursa, Resûlullah efendimiz doğru sözle lâtife yapıyor. Şakadan da olsa Resûlullah efendimiz (sav) hiçbir zaman yalan söylememiştir. Hakikî mü'min olan kimsenin de bu minval üzere olması lâzımdır. Hz. Enes(ra) şöyle dedi: Hz. Nebi(sav) bizimle oturur ve bize lâtîfe yapandı. Hatta benim küçük kardeşime şöyle buyurdu; "Yâ Ebâ Amîr! Nağir ne yapar?" Nağir demek, burnu küçücük ve güzel olan serçeye verilen Arapça isimdir. Resûlullah efendimiz, görüldüğü gibi güzel teşbihlerle lâtîfe yapmıştır.

Mesnevî'de bu mevzua ait çok misal vardır. Ancak lâtîfe yapıyorum diye halkla her zaman lakırdıya girmek ve sözü uzatmak doğru değildir.

Makbul bir kişi mizah ederse, ayıplama onu Bu akıl ve din kaidesiyle mubah olan bir uğraştır Gönül bir aynadr. Çalışma hizmetçisi de aynanın pası. O pas mizahtan başka neyle cilalanabilir? Şimdi Hak ehlinden olanların inbisât'ına gelelim: Şeyhü'l-islâm hazretleri, Menâkibu's Sâirîn'de şöyle buyuruyor:

"Hakk'ta fânî olanlar için inbisât, havf (korku) ve recâını (ümidini) Hak'tan saklamamaktır. Zira korku ve ümit nefsin tabiî halidir. Ve sülûke yeni başlayanın sıfatıdır. Ancak inbisât-ı ariflerin hali, esbâb-ı kulûblerin sıfatıdır. Havf ve reci, tekellüfü izâle eder. Ehlullah katında inbisât, Allah'a yaklaşmanın ve cemalullahın tezahürüdür. Enbiyâ ve evliyanın çoğu bu makama sahip olduklarında Allah'la birçok konuşmaya girmişlerdir.

Hz. Musa(as) zamanında, Berh-i Siyah adlı bir velî zât var idi. Hz. Musa(as)'nın kavmi bir zaman yağmur yağmadığı için büyük bir kuraklıkla karşı karşıyaydı. Kavmi Hz. Musa'ya gelerek; "Ey Musa! Allah'a dua et de bize yağmur versin. Yoksa ekinlerimiz mahvolacak." Bunun üzerine Hz. Musa(as) Rabbine dua ederek vaziyeti ona bildirdi. Allah u Teâlâ(cc) Berh-i Siyâh'ım çıkar da halkla beraber dua ederse rahmet yağmurunu veririm buyurdu. Hz. Musa(as) Berh'i çağırtıp hep birlikte yağmur duası için toplandılar. Berh elini açarak şöyle dua etti: "Ey Allahım. Şu insanlara rahmet yağdırmaya gücün yetmiyor mu? Rahmetini versene..." Bunun üzerine hemen o vakitte yağmur yağmaya başladı. Hz. Musa onun bu şekil dua etmesine içten içe kızmıştı. Ama sabrederek belli etmedi. Ertesi gün bir yere giderken Hz. Musa ile Berh yine karşılaştılar. Berh dedi ki: "Gördün mü senin Rabbin'e ne söyledim." Hz. Musa bir an gazaplanarak elindeki asasını Berh'in kafasına indirmek istediğinde, Hz. Cibril(as) yeryüzüne inerek Hz. Musa'ya engel oldu ve şöyle dedi: "Ey Musa, Rabbim sana selam ederek şöyle buyurdu: Ey Musa! Benim Berh-i Siyâh'ımi incitme. Çünkü o, çoğu kere halkın içinde benim rahmetimi cuşa getirir."

Bu hikayeden anlaşılacağı üzere inbisât (latîfe) Allah'a karşı küstahlık değildir. Fenâfıllah makamına ermeyen, Hakk'ın aşkıyla sarhoş olmayan bir kimsenin inbisâtı (lâtîfesi) ise Allah'a karşı küstahlıktır. Ve Allah'a sığınırız ki insanı dinden eder. Hz. Mevlânâ bu mevzua muvafık olarak şöyle buyuruyor: Eğer padişahın nedimi küstahlık etse de sen etme Çünkü onu yapacak senedin yok Ey bu fânî ribattan kurtulmamış kimse! Sen mahvı, sekri, inbisâtı ne bilirsin?

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


1. DERECE Kast (Niyet)


Allah (c.c.) bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Kim ki evinden Allah ve Resulüne muhacir olma niyetiyle çıksa ve sonra da ona ölüm isabet etse, onun ecri Allah'ın üzerinedir." Yani onun ecrini Allah u Teâlâ elbette zayi etmeyecektir. Aksine maksadına vasıl olduğu andaki ecrini verecektir. Bu âyetin te'vilinde Kâşânî şöyle söylüyor: "Bir kimse hâne-i beşeriyetten ve beyt-i tabiîyyeden çıkıp Hz. İlâhîye ve Hakikat-i Mahmûdîye hicret ederek ulaşmaya çalışırsa o kimse daha işin başındayken vefat ederse onun ecrini Allah verecektir. Çünkü onun niyyeti hâlistir. Âşıkların Allah katındaki ücreti, Allah'a vuslattır. Cenab-ı Allah[cc] onlara vuslatını ihsan ederek onları mükâfatlandırır. Kast, lügatte, birşeye yönelmektir. Ama meşayihimizin ıstılahında kast, Hakk'ın rızası için herşeyden mücerred olmaya yani bir nevi soyutlanmaya kastetmek, azmetmektir. Şeyhü'l-islâm hazretleri bu mânâya muvafık olarak, "Allah için herşeyden tecrid olmaya azmetmektir" buyurdu.

Talebden hâlî olan o gönül daima sıkıntı ve güçlükle dolu olur. Dostun arzusunu taşımayan o başta beyin arama. Çünkü o sırf deriden başka birşey değildir. Onu kastetmeyen cana, cansız bir ölü olduğunu söyle. Mücerredân-ı tarikat, pâkizân-ı hakikât olan kimseler, ta maksutlarına erişinceye kadar, dünya ve ukbâya ait mertebelerden ve makamât-ı sûrî ve manevîden nasibini alıp vuslat-ı Hakk'a erişirler. Mert olanlar, talep ve intizarla her an yüz cân saçmalıdır. Ne bir an için talepten geri kalmalıdır ne de bir an huzurlu olmalıdır.

Eğer bir zaman talep etmezse, bu yolda edepsiz bir mürted olur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


2. DERECE: Azim


Allah u Teâlâ bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed! Bir işi yapmak istediğinde Allah'a tevekkül et" Kastile azmin arasında şu fark vardır. Kast; yapılacak olan işin kalbi olarak niyetini kalpte taşımak demektir. Azmetmek ise, kastı tahkik ederek niyet edilen işi fiiliyata dökmek ve neticelendirmektir. Kast ve azmi kendisinde taşıyıp ta başarıya erenlerin başarılarının sırrı, hasenatlarındandır. Bunun aksi ise seyyiâtlarındandır. Müridlerden bazıları kastı kendilerinden uzak görürler. Onu elde etmek ve ona yaklaşmak için gayret sarfederler. Ve bu sarfettikleri gayreti kendilerinden bilirler. Fakat murad mertebesinde olan kimseler, azimeti ve kastı kendi nefislerinden değil Hakk'tan bilirler. Hatta mutlak mânâda azimeti bir eksiklik görürler. Zira âyet-i kerimedeki "Siz nerede olursanız olun O (Allah) mutlaka sizinledir" ifadesine binâen, her an Allah'la beraber olan ve her an onu müşahede eden kimse niçin azîmet ve kast yoluna gitsin ki?

Mürîd olanların bu makama erişebilmeleri için evvela, vefa mefhumuna erişmeleri lazımdır. Âşinâ olduktan sonra ise gayri terketmeye azmetmeleri lazımdır. Azimden de halâs olduğu vakit fenâfillah makamına erişmiş demektir. İşte bu mertebede görür ki, kasteden de kastedilen de aynıdır. Ve birdir. Tıpkı bunun gibi Allah tapısını arayan da,Allah geldi mi yok olur.

O vuslat ebedîlik içinde ebedîliktir.

Ama o ebedîlik önce yokluk suretinde tecellî eder. Nûr arayan gölgeler nûr zuhur etti mi, yok olur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


3. DERECE: İrade ve mürid


Allah u Teâlâ bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Sizden kiminiz dünyayı ister, kiminizse ahireti". Bu âyet-i kerime Şiblî hazretlerinin yanında okunur okunmaz birden cûşa gelerek ellerini o neş'eyle birbirine çarptı ve "Peki sizden biri bunlarla beraber Mevlâsını da ister mi?" diye sordu çevresindekilere...

Bu âyet-i kerimeden ve Şiblî hazretlerinin sözünden anlaşıldığına göre, mürid (murad eden, isteyen) üç kısma ayrılır. Birincisi, mürid-i dünya, ikincisi mürid-i ukbâ, üçüncüsü ise mürid-i mevlâdır.

Şiblî hazretlerine mürid-i Mevlânın ne olduğunu sordular. Şiblî hazretleri cevaben: "Bir kimse ki konuşması Hüdâya olup sustuğu anda da kalbiyle Hüdâyı ararsa mürid-i mevlâ olur." dedi. Dünya talipleri mal, mülk ve makam isterler Ahiret talipleri huri ve nimetleri dilerler Hakk'ı aramak için yollara düşenler de gerçekten bu dergahın mukarribleridir. Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyuruyor: "Mürid, lafız olarak ehlullah ve muhakkikler katında mâsivâdan kopup Allah'a bağlanan kimse demektir. Bu kimse aynı zamanda Cenâb-ı Allah'a müessir olan ve Allah'ın rızasına, muhabbetine erişen kimse demektir. Bu kimse nefsânî isteklerinden tecrîd olan kimsedir. Mürid irâdesini ve herşeyini Allah'a bırakmış kimsedir. O konuştuğu zaman Allah'ın lisanıyla konuşur, Allah'ın bakış hassasiyetiyle bakar, herşeyde, heryerde onu müşahede eder." Şeyh hazretleri şöyle buyurmuşlardır: "Mürid demek, kendi iradesini Hakk'ın iradesine teslim eden kimse demektir." Mürid'in irâdesini beyan etmedeki en kuvvetli ve müessir ifadesi şudur: "Ey Rabbim! Mürid sensin, murad sensin ve sende fenayım ben" Müridin Hakk'a hitabı budur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


4. DERECE: Murad mertebesinde olanların sânı


Şeyh hazretleri Fütûhât'ında şöyle buyurdu:

"Ey sâlikler şunu iyi biliniz ki, murad demek, iradesiyle cezbeye girmiş olan velî demektir." Bu kimseler bütün dereceleri meşakkatsiz olarak geçerler ve cezbe halinin verdiği halâvetle maksudunu bulurlar. Duymuş oldukları lezzet sayesinde riyazetin verdiği elemi duymazlar. Şeyh hazretleri misal vererek izahına devam ediyor: "Bu mevzular hakkında fikir beyan edenler, ekseriya müridle murâd arasında pek fark görmemişler ve asıl itibar edilecek mânâyı farkedememişlerdir.

Eğer müridin murâd etmesini Allah istemeyeydi ve onun irâde etmesine müsâde etmeseydi o mürid asla sâlik olamazdı. Zira Allah'ın irâdesi dışında mevcudata ait hiçbir hâdise husule gelmez. Mürid bu mânâya göre muradın kendisi olur. Lakin Meşayih-i Kiram bunu farkederek şöyle buyurmuşlardır: "Mürid demek, sırr-ı keşfi ve sülûk-u cezbeyi kazanmaya çalışan kimse demektir. Murâd bunun aksidir". Meşayih murâd makamında olanları, mürid makamında olanlara tercih etmişlerdir. Murâd, makam olarak hususiyet ifade eder.

Bu mevzua muvafık olması bakımında şu hadis-i şerifi zikredelim: Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: "Allah'ın seçmiş olduğu kulları vardır ki, onlara kendi nurunu giydirmiştir." Bu nur hem cismanî hem de ruhanîdir. Zira bu kimseler vechelerindeki nur ile hemen belli olurlar. Nur'un ruhanî fadesi ve giydirilmesi ise, bu kimselerin yine Allah u Teâlâ tarafından hidayete erdirilip küfrün karanlığından aydınlığa kavuşturulmuş olmalarına binâendir. Böylece bu kimseler muhabbet makamına ererler. Ve Allah bunları kendi ilmiyle terbiye ve muhafaza buyurmuştur. Bunlar afiyettedirler. Allah u Teala bunları ma'siyete müptela olmaktan muhafaza eder. Ve bu hal üzere canlarını alır.

Allah herşeyin en iyisini bilendir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


5. DERECE: Edeb


Resûlullah efendimiz(sav) şöyle buyuruyor: "Rabbim beni güzel terbiyesiyle terbiye etti ve edeblendirdi." Sâlik'e lâzım olan, Resûlullah'ın ahlakıyla ahlâklanmaktır. Zira sülûkün ve de tasavvufun özü zaten edebtir.

Ebu Hafs-ı Kebir şöyle buyurdu: "Tasavvuf, bütünüyle edebtir. Bütün vakitte edebli olmaktır. Ve bütün hallerde ve bütün makamlarda edebli olmaktır." Hz. Mevlânâ'nın şu gazeli edebi çok güzel medhetmekte ve sâlike öğüt vermektedir:

Efendi! Canın insanın teninde edeb olduğunu anla

Efendi! Gönlün nurları ve mertlerin gözü edebdir

İnsan ulvî, yüce bir âlemdir. Süflî değil. Anla!

Bu dönen feleğin parıltısı ve etrafı edebdir

İblisin başına ayak basmak istersen, gözünü aç ve bak

Şeytanın katili edebdir. İnsanoğlu edebsizse, insan değildir

İnsan ile hayvan cismi arasındaki fark edebdir

Gözünü aç ve Kelâmullah'ı âyet âyet gör Kur'ân'ın bütün mânâsı edebtir.

Aklımdan bir soru sordum: İman nedir?

Akıl, gönül kulağına dedi ki: İman, edebdir.

Şems-i Tebrizi sustur artık! Çünkü Allah'ın sırrı sensin

Bu gecenin en parlak ve efzal mumu edebdir.


Zünnûn-u Mısrî hazretleri şöyle buyurmuşlardır: "Zemmedilmiş olan kötü ahlâkın tesiri, zahirî olduğu zaman bâtına, bâtınî olduğu zaman zahire akseder". Sâlike lazım olan, gönül ehlinin yanında bâtınî edebe sahip olmasıdır. Nitekim tarikatın ve şer-i şerifin hilâfına faaliyette bulunmak azabı gerektirir.

Ten ehlinin yanında edeb, zahirî muameleden ibarettir

Çünkü Allah onlardan gizli şeyleri örtmüştür

Fakat gönül ehillerinin yanında edeb

batını bir muameledir bâtına aittir

Zira onların gönülleri gizli şeyleri anlar

Allah'tan edebe muvaffak olmayı dileyelim.

Edebi olmayan kimse

Allah'ın lütfundan mahrumdur

Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz

Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olurKim dost yolunda pervasızlık ederse,

erlerin yolunu vurucudur, nâmert olur.


Bir dervişin batînî olarak tasavvufî edebe, zahirî olarak ta şeriatın vaz'ettiği edebe sahip olması lazımdır. Zahirî edeb olmayınca olmaz. Sâlikin edinmesi lazım gelen birçok edeb vardır. Bunlar sırasıyla, şeriatın edebi, tarikâtin edebi, ma'rifetin edebi ve hakikatin edebidir.

Şeriatın edebine dair bir âyet-i kerimede Allah u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Biz Resulümüz olan Muhammed'e neyi verdiysek onu alınız. Onun nehyettiklerinden sakınınız." Yani Allah'ın tayin ettiği hududu aşmayınız. Şeriâtin aleyhine olan şeylere karşı çıkınız. Emrettiği şeyleri yapınız. Edeb-i tarikati evvelki kısımlarda yeterince izah ettik, isteyen o kısımlara müracaat edebilir. Edeb-i ma'rifet'e gelince, edeb-i ma'rifet havfın recâya, recâında havfa galip gelip iki taraflı ümitsizlik veya aşırı ümitlilik olmadan dengeyi ayarlamaktır. Zira âyet-i kerimede: "Allah'ın rahmetinden kafirlerden başkası ümit kesmez" buyurulmaktadır. Onun için ye's (ümitsizlik) küfürdür. Fazlasıyla ümit etmek ise, insanı helak eder. Gerçi âyet-i kerimelerde ki, meselâ "Rahmetim gazabımı geçti" ve "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Zira Allah bütün günâhları bağışlar" ayetlerinde olduğu gibi Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiği yönündeki ifadeleri vardır. Ancak buna rağmen Allah u Teâlâ'ya karşı lakayt olurcasına veya amellerde ve ibadetlerde gevşekliğe kaçacak ifrat derecedeki ümitten kaçınıp dengeyi iyi ayarlamak lazımdır. Çünkü Allah u Teâlâ diğer bir âyet-i kerimede: "Allah'ın mekrinden emin olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Allah'ın mekrinden emin olanlar ancak ve ancak hüsrana uğrayanlardır" buyurmaktadır, işte, ma'rifetin edebine sahip olan bir sâlike düşen en önemli vazife, havf ve recâ arasında bir denge kurup kalbini Allah'tan gelecek herşeye açık tutması ve bundan zevk almasıdır.

Sâdât-ı Meşâyih'den bazıları şöyle dedi: "Bir günahımdan dolayı yetmiş yıldır ağlıyorum ve af diliyorum. Bunun üzerine ona, Nedir bu günahın? diye sordular. O da cevaben, Bir keresinde birşey için keşke öyle olmasaydı da şöyle olsaydı demiştim" dedi.

Hakikatin edebine gelince, bu edeb, Hz. Peygamber'in, Allah(cc)'ın huzurundayken ona gösterdiği edebdir. İşte bu edebi şânına binâen Allah u Teâlâl(cc) Habibi hakkında şöyle buyurdu: "Sidreyi bürüyen bürümüştü. Muhammed'in gözü oradan ne kaydı ve nede onu aşdı." (Necm, 17-18) Yani Hz. Peygamberin (sav) kalbi mukaddesi, mâsivadan ayırırcasına gözü Rabbisi'nin emrettiği yönden başkasını görmedi. Ve bundan sonsuz derecede lezzet aldı. işte sâlike gereken de budur. Kalbini bütün mâsivadan arındırıp sadece ve sadece Rabbine yönelmesidir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


6. DERECE: Yakîn


Muaz ibn-i Cebel'in rivayet ettiğine göre, Arabînin birisi Resûlullah efendimize[sav] gelip şöyle sordu:

"Ya Resûlallah bir kimse ki ameli çok, günahı az. Ancak imanda şüphe sahibi. Bunun hali ne olur" Resûlullah(sav): "Şüphesi amellerini boşa çıkarır" buyurdular. Arabî tekrar sordu: "Peki ya Resûlallah, bir kimse varki, ameli az, günahı çok ama Allah'a imanda şüphesi olmadığı gibi yakîn sahibi. Bunun hakkında ne dersiniz" Resûlullah efendimiz (sav) cevap vermeden sustu. Arabî tekrar konuşmaya başladı, "Allah aşkına ya Resûlallah! Birincisinin şüphesi amellerini boşa çıkardığına göre, ikincisinin yakîn olan imanı günahlarını silmez mi" Resûlullah efendimiz (sav) "Evet, isabet ettin" buyurdular. Yakîn demek lügatte, bir nesneyi yakînen bilmek demektir. Meşayih buna ayne'l-yakîn mertebesi demiştir. Yakın üç mertebeye ayrılır. Birincisi ilme'l-yakîn'dir. İlme'l-yakîn demek, Resulün Cenab-ı Hakk'tan getirdiğini, yani ahkâm-ı şer'iyyeyi ve diniyyeyi kabul etmektir. Ve umur-u diniyyeden ve sıfatullaha ait bilgilerden hepsine itibar edip kabullenmektir.

Şeyh hazretleri Fütuhat'ında şöyle buyuruyor: "Allah'ın bir evi vardır. Ona Kabe denir. Bulunduğu şehre ise Mekke müslümanlar o evi tavaf ederek hac farizalarını yapmış olurlar. Bu hükme binâen haccetmeyi kabul edip Kabe'yi tavafa gelmek, ilme'l yakîni ifade eder. Kabe'ye geldikten sonra Kabe'yi bizzat görmek, ayne'l-yakîn'dir. Kabe'yi müşahede ettikten sonra, daha önce duymadığı gönül zevkini duyarak, Allah'ın evini sair evlerden binlerce derece üstün tutmaksa Hakka'l-yakîn'dir. Ki hiçbir şey ona denk değildir."

Bütün âlem ona "Sen Allah yolundasın; dinin doğru" dese, o, onların lafına güvenmez; o sözlerden gururlanmaz.

Onun tek canı, onlara çift olmaz.

Yahut herkes "Sen yolu azıtmışsın; kendini dağ sanıyorsun, ama bir saman çöpüsün sen" dese, onların kınamasına aldırış etmez; onların kininden, hasedinden dertlenmez.

Hatta dağla deniz bile söze gelse de "Sen sapıklıkla eş olmuşsun" dese, bir zerre bile hayale düşmez; azıcık olsun, kınayanların kınamasından elem duymaz.

Şeyhü'l-lslâm hazretleri ayne'l-yakîni şöyle tarif etti. Ayne'l-yakîn, bir şeyi idrâk etmede, o şeyin varlığına ait delilleri aşmaktır. Ve o şeyi olduğu gibi müşahede etmektir. Hakka'l-yakîn ise, Allah'ın varlığının nuruyla kulunu kuşatmasıdır. Ve karanlığın kesifliğinden kurtarmasıdır." Hz. Ali(r.a) şöyle buyurdu: "Hakka'l-yakîn, ayne'l-yakînden halas olup Allah'ın nurunu keşfetmektir."

Bu aynı zamanda yakînden de halâs olmaktır. Çünkü yakînde bir yakîndir. Ondan dahi kurtulmak ve böylece hakka'l-yakîn'e vâsıl olmak gerekir. Ve fena bulmak ancak bu vaziyette mümkün olur.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


7. DERECE: Üns


Allah u Teâlâ bir hadis-i kudsisinde şöyle buyuruyor: "Ben, beni zikreden kullarımın celisiyim. Ve bana ünsiyyet etmek isteyenlerin de enisiyim." Marifet ehlinden bazıları: "Allah'la ünsiyyet kurmak, Allah'ı zikretmekle olur" şeklinde söylemişlerdir. Bazıları ise: "Asıl ünsiyyet, hiçbir anda ve halde Allah'ı zikretmekten geri kalmamaktır. Bu zikir ister şükür mahiyetinde, ister fikir mahiyetinde isterse vird mahiyetinde olur. Kul istedikten sonra ünsiyyet kurmada Allah u Teâlâ bütün kolaylıkları sağlayacaktır. Zira ünsiyyeti hiçbir zaman eksilmeyen hakikî enis, Allah'tır.

Allah'a ünsiyyet kesbetmenin bazı alâmetleri vardır. Zira ünsiyyet bir makamdır. Bu alâmeti anlamada çoğu kimse hata etmiştir. Enis-billah'la, enis-i hâl arasında fark vardır. Bunlardan bazıları sahip oldukları enis-i hâlin enis-i bil-lah olduğunu zannetmişlerdir. Halbuki Allah'la ünsiyyetin alâmeti daimî olmasıdır.

Allah'la ünsiyete giren bir kimse her hâlinde onunladır.'Zira Allah (cc) heryerde hâzır ve nazırdır. Allah'la olanın hiç bir hali mefkûd olmaz. Allah'ın celâl ve cemâlinden hiçbir surette ayrılmaz.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


8. DERECE: Kalbî zikir ve zikr-i hakikî


Muhakkiklerin indinde zikir üç kısma ayrılır:

Birincisi, lisan ile yapılan zikir.

İkincisi, kalbî zikir.

Üçüncüsü ise, zikr-i hakikîdir.

Lisan ile zikir ikinci kısım, üçüncü bâb'da açıklanmıştır.Bu bölümde daha ziyade, zikr-i kalbî ve zikr-i hakk yi açıklayacağız; ki asıl zikir bunlardır. Zira yapılan zikir kalbî ve hakikî olmayıp sadece lisan ile yapılsa onun Sâlik'e sevaptan başka bir faidesi yoktur. Ve zikreden kimse Allah'ı müşahedeye yol bulamaz.

Nitekim Hazret Mesnevi'de şöyle buyurmuştur.

Sıfattan, addan ne doğar? Hayal.

O hayal, sahibine ancak vuslat delili olur.

Medlulü olmayan bir delalet edici gördün mü hiç?

Yol olmadıkça katiyen gül de olmaz.

Hakikati olmayan bir ad gördün mü hiç?

Yahu kâf ve lam harflerinden gül topladın mı?

Mademki ismi okudun, var müsemmayı da ara.

Ayı gökte bil, derede değil.

Addan ve harften geçmek istersen, hemen kendini tamamiyle arıt kendinden, yok ol. Bu beyitler kalbî zikri ifade eder. Kalbî zikir demek zikredilenin vecdiyle kalbin huzuruna ermesidir.

Allah'ı zikrederek kalbe davet etmek ve kalbini Allah'a mekan olarak tahsis etmek, kalbi mâsivâullahtan temizlemekle mümkündür. Bu mânâya muvafık olarak, Şeyhu'l-lslâm hazretleri şu âyet-i kerimeyi şu şekilde tefsir ediyor. Ayet; "Rabbini unuttuğun an zikre, yani Rabbini, Rabbinden başkasını unuturak zikret. Ve safa bul. Çünkü zikredenin başkasını nefyederek yalnızca Allah'ı zikretmesi hakikî zikridir. Asıl başkası ve yabancı olan ise insanın kendi nefsidir. İnsan Allah'ı zikrederken , kendi nefsini dahi unutacak dereceye gelmelidir. Allah'ın zikrinde kendini kaybetmelidir. Böylece zikir ve zikredilen birleşir, bir haline gelir. Zikirde tevhid budur. Zikirde tevhide ulaşırlar. Hakikî mertebeye ulaşmış olurlar. Kâşânî hazretleri Menâzir-i sâir-in'de şöyle buyuruyorlar:

"Zikr-i hakikî, Hakk Tealinin seni ezelde zikretmesini müşahede etmendir. Ve kendi zikrinin şühûdundan halas olmaktır. Ibn-i Atâ bir hadis-i kudsîyi rivayet ederek şöyle dedi: Allah u Teala Dâvud (as)'a vahyederek şöyle buyurdu: "Ey Davud, benim kendilerini zikretmemden dolayı ferahlasınlar ve bu nimetin kıymetini bilsinler." Yani benim kendilerini ezelde zikretmem münasebetiyle ne büyük bir lütufla karşı karşıya bulunduklarını idrâk etsinler. Zira onlar yani insanlar ortada yok iken ben onları yoktan var eyledim. Şayet bu nimetin farkına varmazlarsa varacakları yer belâ ve âfetlerdir. Bu hadisin mânâsı buna delalet eder.

Allah herşeyin en iyisini bilir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


9. DERECE: Fakr


Fakr bir cevherdir, müsâvîdir araza Fakr bir şifâdır müsâvîdir maraza Bu dünya ve âlem gururdur bütünüyle Fakr ise, dünyadan kapanmaktır perdeyle.

Fakr, hiçbir şeye mâlik olmadığını kabullenmektir. Hem öyle kabullenmek ki, bu kabullenmenin de Allah'ın takdiriyle olduğunun şuuruna varılarak yapılan bir kabullenmedir. Ve hiçbir zaman kişi kendisini müstağnî (herşeyin üzerinde ve muhtaç olmayan) hissetmemelidir. Herşeyin mutlak sahibinin Allah olduğunu ve ondan başka mülk sahibinin olmadığını kabul etmektir. İşte bu mertebeye fenâfillah mertebesi denir.

Nitekim Şeyh Attar hazretleri şöyle buyurmuştur.

Yedincisi fakr ve fena vadisidir.
Artık bundan sonra gidecek yerin olmaz.
Cezbeye kapılınca, tarz, gidiş sana az gelir.
Bir damla olsa, sana bir ırmak gelir.


"iki âlemde de yüzü karadır" dedikleri bu mertebedir. Kara kelimesi, fenadan kinayedir. Bu ise, dünyayı ve uhrâyı kendinde bir vücud olarak görmeye denir. Yapmış olduğu amellerin cümlesini Allah'tan bilmeye, denir. Yaptığı amelleri kendisinden bilmek, kendi varlığını tanımak veya öne çıkarmak olur ki, en büyük günahlardan biri de budur. Fakr bir cevherdir. Şaibesi ise eksikliktir, hastalıktır. Fakr bir şifâdır.

Fakr'dan başka müstağnilik hastalıktır. Bütün âlem varlık mevzuunda kendilerini ayrı bir varlık olarak kabul ettikleri için fakr'a göre gururdurlar. Fakr bir sırdır. Ve bu âlemden ayrılmada kullanılan bir perdedir. Zira âlem ve âdem mümkinü'l-vücûd'dur. Mümkinü'l-vücûd ise, vâcibü'l-vücûdun yanında elbette fakirdir. Şeyh hazretleri Fütühât'ında şöyle diyor:

"Fakr, varlık anında gınayla aynıdır. Bunun böyle olduğunu bilirsen varlığını mutlak varlık yanında yok kabul edersin. Zira Allah her şeyden müstağnidir."

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Kullanıcı avatarı
tahaakb
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1312
Kayıt: 20 Oca 2010, 02:00

Re: Yüz Mertebe (İsmail Rusûhî ANKARAVİ DEDE)

Mesaj gönderen tahaakb »

Resim

MiNHâCu’L- FuKâRâ (FâKiRLeRin YoLu)


Merâtib-i Sülûk (Sülûkun Mertebeleri) ve Yüz Mertebe


10. DERECE: Gına


Müslim ve Ebu Davûd'da yer alan bir hadis-i şerifi Ebû Hureyret(ra) rivayet ederek şöyle dedi:

Resûlullah(sav)şöyle buyurdular: "Hakikî zenginlik mal çokluğundan dolayı olunan zenginlik değildir. Bilakis nefis zenginliğidir." Diğer bir sözde, "Hırs sahibi olan fakirdir. Hakikî zengin ise, kanaat sahibi olanlardır", denilmektedir. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Kanaat bir hazinedir, zenginlik değil." Kanaatten kasıt ise, ilmin verdiği rûhâniyyetle kalbin zevk almasıdır. Ve kişinin kemâle ermesidir. Bu aynı zamanda kalbin zenginleşmesidir. Allah'la olmak ise en büyük zenginliktir. Çünkü Allah (cc) zenginlerin en zenginidir. Allah'la olmak, eşya ve sebepleri aşmakla olur. Zira sebeplere muhtaç olan, sebeplerin fakîridir. Kendi gibi fakr sahibinin fakiri olmak, fakrın son sınırıdır. Onun için ehl-i dünya haddizatında fakirlerdir. Hakikatteki zenginlik ise, esbâb (sebepleri) ve eşyayı aşıp Allah'la zengin olmaktır.

Onun için meşâyih fakrı; "Hiçbir şeye ihtiyaç duymamak" şeklinde tarif etmişlerdir. Fakir ancak ve ancak Allah'a muhtaçdır. Ama burada bir soru hasıl olur. Ve çoğu meşâyih demişlerdir ki: "Fakir olan aslında, herşeye muhtaç olan kimse demektir." Şeyh hazretleri de Fütühât'ında, "Bizim katımızda fakir olan, herşeye muhtaç olan demektir" demiştir. Şimdi, "Burada tezat var; onu nasıl izahedeceksin" dersen, ben de cevap olarak şunu söylerim:

Allah'a fakir olan, herşeye fakir olur. Bu mertebede fakirlikle zenginlik aynı şeydir. Onun için Hz. Ali kerremellahü veçhe şöyle buyurmuştur: "Fakirlik ve zenginlik iki ayrı binektir. Hangisine binersen bin." Yani yeter ki bin demek istiyor. Onlar sana binmesin. Arif olanların katında ise fakr ve gına (zenginlik) birdir.

Kaynak: Minhacü'l Fukara İsmâil Rusûhî Ankaravi (k.s)
Resim
Cevapla

“Tasavvuf” sayfasına dön