DAĞLAR BEDEL İSTER - Mehmet Akif

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

DAĞLAR BEDEL İSTER - Mehmet Akif

Mesaj gönderen Ahmed »

Resim

DAĞLAR BEDEL İSTER

Laz Hoca, deminden beri pencerenin dibinde nice hayallere dalmış dışarıyı seyrediyordu. Tatlı ve pamuksu yağan kar'a bakmıyor, kürtün üzerinde eşinen sığırcıkları görmüyordu. Zihnindeki dünyayı seyrediyordu herhalde... Birden hatırladı; öğle namazı vakti gelmiş olmalıydı. Zaten abdeste başlarken yarım saat vardı. Köstekli saatini çıkarıp baktı. Sonra cep takviminde öğle, ikindi ve akşam vakitlerini ayrı ayrı inceledi. Birazdan bir dostu karşılamaya gidecekti. Takvimdeki günü mırıldanarak ve vurgulayarak okudu:

- "25 Kanunuevvel 1336"

Laz Hoca hanımına tenbih ettiği görevi hatırlatmak için:

- Hatun!

- Buyur Hoca Efendi!

- Ben camiden gelenedek çörekleri ve diğer katıkları hazırlayıp torbaya koy.

- Hay hay Hoca Efendi!

Laz Hoca besmele çekerek hanımının tuttuğu kalın paltosunu giydi. Evin kapısından çıkar çıkmaz Ilgaz Dağı'nın doruklarına baktı. Dağın dibindeki köyler için doruklardaki dumanlar önemli idi. Doruklar bir varıştı; gönülden göze, oradan tepelere ve bulutlara. Aynı zamanda bir dönüş; bazan sevinçli bazan hüzünlü... Dağları bir-iki dakikalık seyriyle Laz Hocanın hayalinde neler neler canlandı. Sonra yeni hatırlamış gibi heyecanla kuşağının arasını yokladı. Hafif tebessüm ederek "aslanım altılı" dedi. Saçak diplerindeki kürtünlere batmamaya özen göstererek camiye vardı.

Laz Hoca'nın asıl adı Ömer'di. Kırkbeş yaşlarında, kızıl sakallı, uzun boylu mert bir adamdı. Geniş alnı, sivri burnuyla uzunca çenesine kızıl sakalı pek güzel yakışıyordu. Gök mavisi koca gözlerine, göz beyazlığı akbulutlar gibi oturmuştu. O'nu herkes Laz Hoca diye tanır, gerçek adını kimse söylemez, belki de bilmezdi.

Bugün öğle ikindi arası köylerinin yakınındaki yoldan Mehmet Âkif geçecekti. Âkif, Kastamonu'dan Ankara'ya gidiyordu. Bu haberi dün Ilgaz'a gelen Telgraftan Kayalarlı Köse Kerim öğrenmiş, köylüye duyurmuştu.

Herkeste bir sevinç vardı. Aslında köylünün Âkif'i tanıması yeniydi. O'nun hakkında bildikleri Kastamonu'daki son çalışmalarından başka birşey değildi. Gelen haberlere göre Âkif, Kastamonu'da sıcak yatağında yatmamış; köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, halka memleketin içinde bulunduğu badireyi ve çıkış yollarını anlatmıştı. Nasrullah Camii'ndeki meşhur vaazı ise, dergide yayınlanmış, kitapçık olarak bastırılıp köyden şehire, hatta Cephelere kadar dağıtılmıştı. Laz Hoca da bu vaazı köyde çoluk-çocuk, yaşlı genç herkese en az üç-dört kere okumuştu. Zaten Laz Hocanın Âkif'in eserlerine özel bir ilgisi vardı. Onları aksatmadan takip eder, şiirlerini ezberlerdi.

Namazdan sonra köyün en yaşlı ve tecrübeli adamı Bekir Çavuş, Ilgaz Dağı'na bakarak:

-Hocam! Hava müsait olsa seninle biz de gelmek isterdik. Yerde iki karış kar var. Gerçi şose ikibin adım anca gelir. Lakin kimimiz sakat, kimimiz hasta...
Ilgaz Dağı'na dönüp tekrar baktı. Başını sallayarak:
-Bugün hava gibi dağlar da tekin görünmüyor. Böyle havalarda "dağlar bedel ister" Üstadı burdan öte gönderme. Bu gece misafirimiz olsun. Ayrıca sen de yolda fazla bekleme, dedi.


Laz Hoca, şose yola yarım saatta vardı. Bir saat bekledi. Ne gelen vardı ne giden... Posta arabalarının bile zor işlediği söyleniyordu. Âkif nasıl gelebilecekti? "Neyse" dedi içinden "biraz daha bekleyelim bakalım...."

İki saat kadar bir zaman geçti. Bekir Çavuş'un haber verdiği tehlike belirmeye başlamıştı. Bu, dağın doruklarından gelen fırtına sesine karışmış kurt ulumalarıydı. Laz Hoca, kendi kendine mırıldandı: "Bekir Çavuş, 'dağlar tekin değil' sözünde haklı imiş". İçinden bir ürperti geçti. Sonra kendine kızdı ve bu ürpertiyi kovarcasına "Takdirden öte yol mu vardır"? dedi. Laz Hoca bekledikçe kurt ulumaları ve fırtına, çoğalarak sürüyordu. Fırtınanın etkisiyle savrulan tipi, Laz Hocayı kardan adama çevirmişti. Laz Hoca, şimdi iki tarafı kontrol etmek durumundaydı. Kurt ulumalarının duyulduğu Ilgaz Dağı'nı ve M. Âkif'in görüneceği yolun en son noktasını. Laz Hoca:

- "Allahu Ekber"! diye bağırdı birden. Evet ufukta bir karaltı görünüyordu. Laz Hocanın kalp çarpıntısı artmaya başladı. "Acaba, acaba!" dedi. Sevinemiyordu. Gözlerini ayıramadığı bu karanlık kendine yaklaştıkça büyüyordu.

Bir müddet sonra araba iyice belirginleşti. Bu bir Posta arabasına benziyordu. Laz Hoca heyecandan kabına sığmıyordu. Meçhul at arabası yaklaştı ve arabadan bir ses duyuldu:

- Selâmun aleyküm

Laz Hoca şaşkın mütereddit haliyle;

- Aleyküm selâm, dedi.

Aynı ses;

- Kardaş hal ve gidiş nasıl?

Laz Hoca:

- Hamdolsun; Efendim şey diyecektim. Bu araba Posta arabası mı, yoksa...?

- "Bu arabayla Üstad Mehmet Âkif Ankara'ya gidiyor" Arabadaki adam böyle söylerken bir yandan da eliyle arkayı işaret ediyordu. Laz Hoca geriye baktı. Arabanın beş metre kadar ardından bir adam geliyordu. Bu M.Âkif olmalıydı. O'nu ilk defa görüyordu. O anlatılan tarif ve tasvirler aynen uyuyordu.

Laz Hoca bir anlık şaşkınlığını üzerinden atıp, Âkif'e doğru koştu. Başı yere eğik, hafif kamburu çıkmış, kısa sakallı, düşünceli, pehlivan yapılı adama bir ananın asker yavrusuna kavuşması gibi sarıldı. Sonra:

- Hoşgeldiniz, safalar getirdiniz... Efendim ben Kayalar Köyü'nden geliyorum. O köyün İmamıyım. Buraya iki kilometre çeker. Bu çevrede bana Laz Hoca derler. Komşuların size selâmı var. Bu gece misafirimiz olursanız şeref verirsiniz.
M. Âkif:

- Sağolun! O şeref milletimizde yeterince var zaten... Peki köyünüz kaç hanedir?

- Otuz beş hane efendim.

- Köylünün durumu nasıl?

- Eh iyi sayılır efendim. Malumaliniz gençlerimiz cephedeler... İrad buyurduğunuz güzel hitabelerinizi okuyoruz. Böylece yeis ve umutsuzluk belası, değil kalplere semtimize bile uğrayamamaktadır.

- İşte bu çok önemli Hoca Efendi. Halkın umut filizleri hep taze ve diri kalmalıdır. Onları örseleyip kopardınızmı yeni fışkınlar sürmesi uzun zaman alır. Askerin cephedeki başarısı, halkın morali ile çok yakından ilgilidir... Bu sebeple sizlere büyük görevler düşüyor.

Âkif duracağa benzemiyordu. Laz Hoca ne yapacağını şaşırmış bir halde;

- Üstadım buradan ötesi tehlike doludur. Bu gece köyümüzde Tanrı misafirimiz olsanız diyecektim.

Âkif hem yürüyor hem de Laz Hoca'ya söyleniyordu:

- "Niyetin halis! Lakin yangın var, Hoca Efendi, yangın var. Harem-i ismetimiz çiğneniyor, memleket yanıyor. Sonra Âkif durdu, sıktığı yumruğunu göğsüne vurarak; aha şuram dağlar eriten volkan misali yanıyor, içim kaynıyor. Memleket yanarken benim bir kova, hiç olmazsa bir avuç su dökmek için koşturmam gerekmez mi? Ben nasıl dinlenebilirim? Vatan yanarken istirahat caiz olur mu?

Âkif'in göğsü hızla inip kalkıyordu. Tepesi açık, âdeta fışkırarak soluyan bir yanardağın heybet ve görünümü vardı üzerinde. Sözüne devamla;

- Hem siz görevinizi yaptınız. Allah çabanızın karşılığını versin. Geri dönebilirsin, köylülere selâm söyle.

Laz Hoca:

- Hayııır!! diye bağırdı.
Mademki dönmüyorsunuz, sizinle ben de geleceğim.

Âkif bu candan itiraza ses çıkarmadı.

Şimdi önde giden arabada, arabacı, Eşref Edip ve arkada Âkif'le Laz Hoca vardı. Yokuş çıktıkça fırtına vuu vuu! diye korkutucu bir ses çıkarıyor; kurt sürülerinin ise adım adım yaklaştıkları ulumalarından belli oluyordu.

Laz Hoca yürürken bir yandan da Âkif'in sözlerini düşünüyordu.
"Aha şuram dağlar eriten volkan misâli yanıyor, içim kaynıyor" Bunlar büyük sözler. Bir adam kendini vatan ve Millet davasına ancak bu kadar adayabilir, dedi. Laz Hoca devamla zaten milletin acısı, ızdırabı, feryadı gerçek yankısını bu mübarek adamın mısralarında buluyor, diye düşündü.

Ilgaz Dağı'nın yamacındaki virajları nice zaman döne döne çıktılar. Gittikçe dikleşen yol çekilmez ve çıkılmaz oluyordu artık. Yaylı arabanın tekerleri sanki geri geri gidiyor, buz bağlamış yolda atlar ikide bir kayıp düşüyorlardı. Eşref Edip, Âkif'e çok ısrar etmiş, ancak arabaya binmeye razı edememişti. Âkif: Ilgaz Dağı'nın yokuşunu yürüyerek çıkacağım diyordu.

Deminden beri ulumaları duyulan kurt sürüleri bu tek arabalık kervanı elli metre ilerisinden hırlaşarak sarmaya başladılar. Laz Hoca elini tekrar beline attı. Altılıyı çıkarıp paltosunun cebine soktu. Parmağı her an tetikte duruyordu. Suskunluğu bozmak istercesine konuştu:

- Efendim kurtlar bu mevsimde toplu halde gezerler. En tehlikeli zamanları bu aydır. İçlerinden birini yaraladıkmı, diğerleri hemen onu parçalayıp yerler.

Bu sözleri Âkif sanki duymuyordu. Ne kurt uluması, ne fırtına, ne dağların soğuğu, onu etkilemiyordu. O sadece fırtınanın bir anda örttüğü teker izine bakarak yürüyor ve düşünüyordu.

Yaylı arabada oturan Eşref Edip ise kucağında mavzer çevreyi gözlüyordu. Âkif'e tekrar seslendi:

- Üstadım! Kurtlar çevremizi iyice sardılar. Arabaya binseniz daha iyi olmaz mı?

Âkif:

- Eşref! Eşref! Allah bize has bir koruyucu gönderdi, bunu hâlâ anlayamadın mı? Bu dik yokuşta biz de binersek hayvanlar arabayı nasıl çeker?

Laz Hoca yürürken, Âkif'in bir sağına bir soluna geçiyor, bazen takılıp düşüyor, kar ve tipinin içine dalıp gidiyor... Kurtlar ise arabanın etrafındaki çemberi yavaş yavaş daraltıyor, belli ki müsait bir an bekliyorlardı. Bir ara rengi sarı-siyah karışımı bir kurt, beş metre kadar yanlarına yaklaştı. Dişlerini göstererek hırlıyordu. Eşref Edip mavzerini kurta doğrulturken Laz Hoca, ani bir hareketle silahını sıktı. Kurt, kafasına yediği tek kurşunla debelenmeye başladı; sonra da yuvarlanmaya... Kurtlar hepsi birden onun peşinden koştular. Herhalde vurulan arkadaşlarını parçalıyor olmalıydılar.

Laz Hoca, Eşref Edip'e:

- Bizim hududu bize bırak, Eşref Bey! diye seslendi. Birbirlerine bakıştılar; gözleriyle tebessüm ettiler. Ilgaz Dağı'nın doruğuna yaklaştıkça fırtına da artıyordu. Öyle ki yedi - sekiz metre ilerisi görülmez halde idi.

Atların arabayı çekemediği keskin virajlı dik bir yokuşta Âkif, Eşref Edip ve Laz Hoca birlikte arabaya omuz verdiler. Araba milim milim yürüyordu. Çığ olasılığı da bir başka felaketti. Hepsini bir anda silip süpürebilirdi. Arabacı ise inip atları çekmek istiyor, lâkin kurtlardan korkuyordu.

Eşref Edip, elinde mavzer arabanın çevresini kolluyordu. İyice yaklaşan kurt sürülerine bakıp;

- Kasab et derdinde, koyun can derdinde... Canımıza yettiniz yahu! deyip mavzeri kurtların en kalabalık oldukları yere ateşledi. Mekanizma kolunu çekti; bir daha, bir daha... Sonra karlara batan yuvarlanan ve çığlık atarcasına hırlaşan birbirini parçalamak üzere boğuşan kurtların sesi duyuldu.

Eşref Edip'in iki mermisi kalmıştı. Laz Hoca'ya yöneldi:

- Silahında yeterli mermi var mı?

Laz Hoca:

- Mermisiz silah insana yükten başka nedir ki? Evelallah elli mermim daha var. Hiç telaş etmeyiniz. Onları siz bana bırakınız.

Dağın son yokuşuna vardılar. Bundan sonrası düzlük yol ve az ileride de Ilgaz vardı.

Biraz önce dağılan kurt sürüleri tekrar etraflarını sardılar. İlk karşılaştıkları andan itibaren kurtlar hiç azalmamış, aksine artmıştı. Zalim bir pranga gibi bu tek arabalık mazlum kervanı sıktıkça sıkıyorlardı.

Kurtların bu kadar artması Laz Hocaya, Bekir Çavuş'un "Dağlar bedel ister" sözlerini tekrar hatırlattı. Kim? Hangi dağ bedel ister? Beni mi? Püfff!... Ölüme gülerek gitmezsem namerdim. Ben üstada birşey olur diye korkuyorum. İçindeki sesi susturamamış, belki de yeterli cevap verememişti. Tabancasını çıkardı:

- Hayırrrrr! Bedel vermeyeceğiz, diye haykırdı.

Bu çığlık, içinde bulundukları gergin ortamda fırtına sesiyle kurt ulumaları arasında kaybolup gitti.

Sonunda düzlüğe çıktılar. Burdan ötesi tehlikesizdi.

Akşam kalacakları Han'a vardıklarında hava çoktan kararmıştı. Bir odada topluca istirahata çekildiler. Soba gürül gürül yanıyordu. Elbiselerindeki buzlar çözülüyor, sonra da buharlaşıyordu.

Âkif'in ayakları kütük gibi donduğu için ağrı sızı duymuyordu. Az sonra sobanın sıcaklığında buzlar çözüldü, dizlerinde ve ayaklarında dayanılmaz bir acı başladı. Laz Hoca:

- Üstad çoraplarınız buz tutmuş. Çıkarsak daha rahat olmaz mısınız? diye sordu. Âkif duyduğu acıyı belli etmemeye çalışıyordu. Laz Hoca'ya hitaben:

- Beş dakika müsaade et. Buzlar iyice çözülsün.

Bu arada Laz Hoca da sobanın bir kenarında ısınıyor, bir yandan da tabanca temizliğiyle meşgul oluyordu. Tabi her zamanki gibi mırıldanarak: "Ben sana boşuboşuna aslanım demiyorum. Sen olmasaydın"... gerisini söyleyemedi. Âkifle göz göze geldiler. Yüzü kızardı, başını öne eğdi. Başını kaldırıp tekrar Âkif'e baktı. Yumruk kadar göğsünü volkanlara ev sahipliği yaptıran bir iman abidesi vardı karşısında. Onun yanında, hepimizin hayatını işte bu demir parçası kurtardı demek, kaba kaçmıştı. Ama bir kere söylemişti işte.

Laz Hoca'nın haleti ruhiyesini Âkif anlamıştı. Konuyu değiştirmek için:

- Çorapların buzu çözüldü sanırım; çıkarmamda yardım eder misin?

Laz Hoca:

- Hay hay üstadım, dedi.

Laz Hocayla Âkif buzlu çorapları epeyce bir uğraşıdan sonra çıkarabildiler. Laz hoca, donmuş çoraplarla birlikte M. Âkif'in ayak derilerinin de soyulup çıktığını sandı. Bu hal onu öyle etkiledi ki sobanın öbür yanına mermer bir sütun gibi devrildi kaldı.


Laz Hoca kendine geldiğinde, ne zamandan, ne de bulunduğu mekândan haberi vardı. Bir müddet yattığı yerden tavanı seyretti. Neler olup bittiğini anlamaya çalıştı. Gündüz yaşadıklarını ve akşam olanları tek tek hatırladı. Doğrulup kalkmak istedi, ne mümkün! Odanın bir köşesinde ses tonu arabacıya benzer çirkin bir horlama duyuluyordu. Onun yanındaki karaltı da Eşref Edip olmalıydı. Beyni zonkladı birden... Ya Âkif? Tekrar doğrulmak istedi, yine doğrulamadı. Bağırmak istedi, sesi çıkmıyordu. Başı dayanılmaz şekilde ağrıyordu.

Laz Hoca bayılıp düşerken, tahta sedirin kenarına başını çarptığının henüz farkında değildi. Ama kafasının sarılı olduğunu anlamıştı. Elinden birşey gelmeyince kendini karanlığın kollarına bıraktı ister istemez... Karanlığı dinlerken, sol yanındaki ışık tarafından pıt... pıt... pıt... diye bir ses duydu. Kalkamadığı için göz ucuyla baktı. Masa üzerinde isli bir lamba duruyordu. Yanında ise benliğini düşüncenin ateş fırınına sokmuş gibi, elleri çenesine dirsekleri masaya dayalı bir adam. Bu, Âkif'ten başkası değildi.

Laz Hoca, eskilerin darb-ı mesel dedikleri şeyi, yeri ve zamanı geldiğinde, Sadi'den, Mesnevi'den en çokta Âkif'in hikmet dolu söz ve şiirlerinden söyler, böylece lafı yerli yerine oturturdu. Âkif'in gözü yaşlı hâli ona neler hatırlatmadı ki?

"Samimi yaşlarından coştu ruhum, hercümerc oldu

Fakat, matem halâs etmez cehennemler saran yurdu.

Cemaat intibah ister, uyanmaz gizli yaşlarla!

Çalışmak!... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla"


Ardından Âkif'in kulaktan kulağa duyulan o meşhur sözlerini hatırladı.

"İstiklâl bedel olarak sevdalı gönül, adanmış yürek ve inanmış adam ister. Bu bedeli ödemeye hazır olduğunuz sürece Bayrağınızı göndere çekebilirsiniz."

Sonra içindeki ses yine depreşti:
"Herşeyini vatan ve millet yoluna adamış bir sevdalı gönlü, bir adanmış yüreği yine O'nun sözleriyle eleştiriye mi kalkıyorsun?"

"Cemaat intibah ister, uyanmaz gizli yaşlarla!

Çalışmak!... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla"


Bu sözlerin seni ilgilendiren bir tarafı yok mu? Meselâ sen hangi intibahı ortaya koydun? Hangi gayreti gösterdin? Hangi çalışmayı yaptın söyler misin?
Laz Hoca, içindeki sesi susturamıyordu. Şehadet parmağını gözlerine sokarcasına uzatan bir rakip gibi kendine: Vatan yanarken, memleket perişanken, sen ne iş yapıyorsun? Yarın sabah köye dönecek, sonra da memleketin kurtuluşunu bekleyeceksin öyle mi? Bu mu senin vatanseverliğin, dindarlığın?

Laz Hoca'nın ruh dünyasında o güne kadar yaşanmamış görülmemiş fırtına kopuyor, iki yana uzanmış ellerini sıktıkça sıkıyordu. Alnını burcu burcu ter bürümüştü. Vücudunun her zerresinde yaşadığı deprasyon hali, vicdanının sesine cevap veremeyişinden kaynaklanıyordu. Sonunda mert insanlara mahsus büyük kararını verdi. Şafak atarken sabahleyin hanımına göndereceği mektubu zihninde tasarlamıştı bile;

"Kır Çiçeğim, Sabır Gülüm!

Vatan istilâya uğramışken, bu faciaya ben de seyirci kalamam. Üstad M. Âkif'le birlikte Ankara'ya gideceğim. Şanlı Bayrağım hürriyetine kavuşana kadar çalışıp didinmeye, gerekirse savaşmaya bu gece kendi kendime yemin ettim.

Geri dönmem gecikirse rahmetli anamın sandığındaki üç sarı lirayla ihtiyacını gider. Kaderde dönüş yoksa hakkını helâl et.!

Allah'a ısmarladık!"


Sabah ezanları başladığında Âkif'in gözyaşları, Laz Hoca'nın hıçkırıklarıyla birleşip zafer çelenginin fidelerini sulamaya çoktan başlamıştı bile...


CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ - Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından Alıntıdır.
En son Ahmed tarafından 26 Nis 2011, 12:19 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: DAĞLAR BEDEL İSTER - Mehmet Akif

Mesaj gönderen MINA »

BU VATAN KİMİN ?


Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir...

Tutuşup: kül olan ocaklarından,
Şahlanıp: köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gaza bayraklarından,
Alnına ışıklar vuranlarındır...

Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır...

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir...

Tarihin dilinden düşmez bu destan:
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir...

Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlısında görenlerindir...

Orhan Şaik GÖKYAY



Resim
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Cevapla

“Türk Edebiyatı Klasikleri” sayfasına dön