Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Cevapla
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Resim SİMURG

Feridüddin Attar Nişabur’da 1120’da doğmuş ve muhtemelen 1194’da vefat etmiş ünlü bir şair ve mutasavvıftır.
Hekim ve eczacı olmasından dolayı Attar olarak anılmaktadır.
Tac’ül Ârifin Necmeddin Kübrevi’ye bağlı olmakla birlikte;
benimsediği tasavvuf anlayışı bir sistemden ziyade İşrâki’dir.
Hz.Mevlâna, Şeyh Galıp ve diğer mutasavvıflar tarafından yüceltilen Attar,
çoğu günümüze kadar ulaşan pek çok eser bırakmıştır.

Adı Muhammed'dir. 6 Şubat 553' te Nişâbur' a bağlı Kedken 'de doğmuş,
10 Cemâziyel âhir 627' de Moğollar tarafından şehid edilmiştir.

Şiirlerinde "Attâr" ve "Ferîd" mahlâslarını kullanmıştır.
Yirmi-yirmibeş yaşlarında tasavvufa intisap ettiği bilinen Attâr, aklî ve naklî ilimlerde yetişmiş büyük bir âlimdir.
Mantıkut'tayr adlı eserinin dışında Divanı, Muhtarnâme, Esrarnâme, Hüsrevnâme (İlahinâme), Musibetnâme ve büyük sufilerin hayatlarının anlatıldığı Tezkiretü'l-evliya'sı vardır.

Bunların arasında en ünlüsü 1187’de yazmış olduğu
Tuyûrnâme (Mantiku't-tayr veya Mantik Al-Tayr) adlı 4931 beyitten oluşan eseridir.

Attar, Kuşdili veya Kuşlar Meclisi olarak da bilinen bu mesnevî tarzı eserinde, tasavvufun Vahdet-i Vücûd anlayışını anlatır.

Eserde çok zengin bir sembolik dil kullanılmış ve Hakıkât’ı arayanlar,
yani Hakıkât Yolunun Yolcuları kuşlarla simgelenmiştir.

Hüthüt adlı kuş onların önderleri, kılavuzları, yani mürşidleridir.
Aradıkları Simurg adlı efsanevî kuş, Allah’ın zuhûr ve taayyünüdür.

Tabii, zuhûr ve taayyün aslında bizzat kendilerinden ibarettir.
Ancak, Vahdet-i Vücud’a, yani Varlık Birliği’ne ulaşanlar,

“Halkın Hakk’ın zuhuru; Hakk’ın halkın bütünü olduğunu” idrak edebilirler.


ÖZET:

“… Günlerden bir gün, dünyadakı bütün kuşlar bir araya gelirler.
Toplanan Kuşların arasında hüthüt, kumru, dudu, keklik, bülbül,
sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardır.

Amaçları, padişahsız hiç bir ülke olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere bir padişah seçmektir.

Hüthüt söze başlar ve Hz.Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra; Kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler.

Ama, hiç bir kuşun haberlerinin olmadığını, herkesin padişahının daima Simurg olduğunu belirtir.
Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini ve onun “bize bizden yakın, bizimse uzak” olduğumuzu anlatır.

Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini ilave edince; Kuşların hepsi de hüthütün peşine takılıp onu aramak için yollara düşerler.
Kuşların hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar…

Ama, yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup hastalanırlar.

Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüthütün yanına varınca “kendilerince geçerli çeşitli mazeretler söylemeye” başlarlar.
Çünkü, Kuşların gönüllerinde yatan asıl hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir

Örnek olarak;
Bülbülün isteği gül;
Dudu kuşunun arzuladığı âb-ı hayat;
Tavuskuşu'nun amacı cennet;
Kaz'ın mazereti su;
Keklik'in aradığı mücevher;
Hümâ'nın nefsi kibir ve gurur;
Doğan'ın sevdası mevki ve iktidar;
Üveyk'in ihtirası deniz;
Puhu Kuşunun aradığı virânelerdeki define;
kuyruksalan'ın mazereti zaafiyeti dolayısıyla aradığı kuyudakı Yûsuf;


Bütün diğerlerinin de başka başka özür ve bahanelerdir.
Bu mazeretleri dinleyen hüthüt, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir.
Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır.
Hüthüt söz alır ve şunları söyler.
Söyledikleri, ayna ve gönül açısından ilginçtir:

"Simurg, apaçık meydanda olmasaydı hiç gölgesi olur muydu?
Simurg gizli olsaydı hiç âleme gölgesi vurur muydu?
Burada gölgesi görünen her şey, önce orada meydana çıkar görünür.
Simurg’u görecek gözün yoksa, gönlün ayna gibi aydın değil demektir.
Kimsede o güzelliği görecek göz yok; güzelliğinden sabrımız, takatımız kalmadı.
Onun güzelliğiyle aşk oyununa girişmek mümkün değil.
O, yüce lûtfuyla bir ayna icad etti.
O ayna gönüldür; gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör!”


Hüthütün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulurlar.
Ama, yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktır…

Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler.
Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri,
Ayrıldığı köşkünü özlemesi,
Geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak,
Ölüm korkuşu,
Ümitsizlik,
Şeriat korkusu,
Pislik endişesi,
Himmet,
Vefa,
Küskünlük,
Kibir,
Ferahlık arzusu,
Kararsızlık,
Hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardır.

Hüthüt hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde aşmaları gereken “Yedi Vâdi” bulunduğunu söyler.
Ancak, bu “Yedi Vâdi”yi aştıktan sonra Simurg’a Ulaşabileceklerdir.
Hüthütün söylediği “Yedi Vâdi” şunlardır.
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Sevgili Simurg Cann,

Bir kaç gün önce yolda gidiyordum. Kendimi Hüdhüd kuşuna selam verirken buldum. Şöyle diyordum:


"Sebe melikesinden Süleyman aleyhi's-selâm'a haber getiren Hüdhüd'e Es Selâm olsun, Es Selâm olsun Süleyman aleyhi's-selâm'dan Sebe melikesine mektup getiren Hüdhüd'e"

Cann bu çalışmanda başarılar dilerim, RaBBimiz inşALLAH kolaylıklar nasip eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
MINA
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2740
Kayıt: 25 Eki 2008, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen MINA »

simurg yazdı:Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler.
Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri,
Ayrıldığı köşkünü özlemesi,
Geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak,
Ölüm korkuşu,
Ümitsizlik,
Şeriat korkusu,
Pislik endişesi,
Himmet,
Vefa,
Küskünlük,
Kibir,
Ferahlık arzusu,
Kararsızlık,
Hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardır.

Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerlermiş.

Bunların arasında,

Küskünlüğün,

olduğunu bilmiyordum...

yani küskünlüğün bir mazeret olarak YAŞAndığını,
YAŞAyıpta farkında OLamadığımız ne çok şey varmış dedim kendi kendime..

**

Mesnevi’de deniyor ki: Adamın birisi, her gece kalkıp namaz kılıyor, Allah’ı anıyor, Ona dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. Şeytan ona bir gün vesvese verir: “Ey ahmak kişi, her gece, Allah demenin, Onu zikretmenin ne anlamı var ki? Sabaha kadar uykusuz kalıp yalvarıyorsun, bütün kapılar yüzüne kapalıdır.

Sana,”Ne istiyorsun” diyen var mı? Şimdiye kadar bir kapı açıldı mı? Buyur eden oldu mu? İstenmeyen yere gidilir mi? Allah senin bu yalvarıp yakarmana önem verseydi dileklerini kabul ederdi, bir cevap verirdi. Boşuna kürek çekip durma.”

Adam, kendine gelen bu düşünceyi doğru bulup gönlü kırıldı, başını yere koyup zikretmeden hüzün içinde uyudu. Rüyasında ona, ”Neden Allah’ı zikretmeden uyudun bugün?” dendi.

Adam, “Yalvarıp çağırmalarıma bir cevap gelmiyor ki… Kapıdan kovulduğumu anladığım için artık o kapıyı çalmıyorum” dedi. Adama şöyle dendi: (Senin Allah demen, Onun kabul etmesi, Buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah’ın senin ruhuna duyurmasındandır.

Senin gayretlerin, Allah’ın seni kendine yaklaştırmasındandır. Senin korkun, sevgin, ümidin, Allah’ın lütfu iledir. Senin her “Ya Rabbi” demenin altında, Allah’ın “Buyur kulum” demesi vardır.

Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Gafiller dua edemez. Çünkü, “Ya Rabbi“ demeye güç yetiremez. Onun ağzında da, dilinde de kilit vardır. Dert içinde iken de ağlayıp sızlayamaz. Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermez. Verse de o doktor der, Allah diyemez. Artık anla ki, Allah’a dua etmeni, Onu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir.

Adam rüyadan uyanınca, sevinir ve yeniden dua etmeye başlar ve muradına kavuşur.


Allah c.c razı olsun inşaAllah...
MuHABBEtle.
''Ve Allah'a Sımsıkı Sarılın...''

Hacc / 78
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

VADİLER-MERHALELER:

1.Vâdi /İstek
2.Vâdi /Aşk
3.Vâdi /Mârifet
4.Vâdi /İstiğna
5.Vâdi /Vahdet
6.Vâdi /Hayret
7.Vâdi /Yokluk (Fenâ)


Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler…
Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur,
ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğulur,
ya yüce dağların tepesinde can verir, ya güneşten kavrulur, ya vahşi hayvanlara yem olur, ya ağır hastalıklarla geride kalır, ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır.

Bu sayılan engellerin hepsi de Hakıkât yolundakı zulmet ve nur hicaplarıdır.
Bu hicaplardan sadece otuz kuş geçer.
Bütün Vâdileri aşarak menzil-i maksudlarına yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuşlar, rastladıkları kişiye kendilerine padişah yapmak için aradıkları Simurg’u sorarlar.

Simurg tarafından bir görevli gelir…
Görevli, otuz kuşun ayrı ayrı hepsine birer yazı verip okumalarını ister.
Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer birer başlarına gelenler
ve bütün yaptıkları yazılıdır.

Bu sırada, Simurg tecellî eder…
Fakat, otuz kuş, tecellî edenin bizzat kendileri olduğunu; yani, Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduklarını görüp şaşirırlar.

Çünkü, kendilerini Simurg olarak görmüşlerdir.
Kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır.
Bu sırada Simurg’dan ses gelir:
“Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz.
Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burası bir aynadır!”

Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri olduğunu anlayınca;
artık, ortada, ne yolcu kalır, ne yol, ne de kılavuz...
Çünkü, hepsi BİR’dir.

Ayni, aşıkla, mâşukun aşkta;
Habible, mahbubun muhabbette;
Sâcidle, mescudun secdede bir olması gibi...
Aradan zaman geçer, “Fenâda kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp”, yokluktan varlığa ererler…”

Attar, “ölümden sonrakı ölümsüzlüğün sırrına” lâyik olacakların bilinciyle;
ancak, bunları yazabilir Kuşdili olarak; sembolik lisanla!

Kuşdili, mesnevî anlam ve kapsam olarak zengin bir sembolizmadır.
Kuşlar, “Hakıkât Yolunun Yolcuları”
Simurg, “Hakıkât” olarak tanımlanır.

İnsan ömrünün engebelerine eşdeğer merdiven basamaklarını çıkabilmek
ve sonunda ancak çok az kişinin hedefine ulaşabilmesi şeklinde düşünülebilir.

Bunlar, tekamül merdiveninin, İstek’ten Fenâ’ya doğru çıkan basamaklarıdır.
Açıklandığı gibi, Kuşların bazıları, Fenâ’dan daha ileri giderek Fenânın da Fenâsını, yani Bekâ'yi idrak eder.
Sembolik evrende terk etme , yegâne kemalât yoludur.
Bu sembolizmada, kuşlar sâlikleri, kılavuz Hüdhüd kuşu mürsidi temsil eder.
Sîmurg (otuz kuş), yani Anka ise, Allah'ın zuhûr ve taayyünüdür.
Tûyurname, bir Vâdiden öteki Vâdiye sırayla geçilerek olgunlaşmak şeklinde kuşlarla temsil edilen ilginç bir örnegidir.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »


ÂŞIK GÜLŞEHRİ

Gülşehrî, Anadolu Selçuklu Devleti'nin son devirlerinde,
Sultan Veled, Yunus Emre, Âşık Paşa gibi Türkçe yazıp Türkçe söyleyen ozanlarımız arasındadır.

XIII. yüzyılın sonlarıyla XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşadığını bildiğimiz Gülşehrî'nin asıl adı Ahmed'dir.
O çağlarda bir bilim ve tasavvuf şehri olarak tanınan Kırşehir'de doğduğu,
ömrünün sonuna kadar burada yaşadığı söylenir.
Kırşehir'in adı o zamanlar Gülşehir olduğu için Gülşehrî takma adını almış, bu adla tanınmıştır.

Gülşehrî'nin Kırşehir'de Ahi Evran'dan sonra kurulan Ahilik örgütünün başında bulunduğunu, bu örgütün yayıcılarından olduğunu ve ustası Ahi Evran'ın etkisinde kaldığını şiirlerinden öğreniyoruz.

Bir şiirinde :

”Elli yıl ben ansız durmadım
Yazı yaban durgun görmedim”

diyerek tam elli yıl, Ahi Evran'la birlikte kaldığını, onsuz yapamadığını söyleyen Gülşehrî, birçok şiirinde onu över.

Gülşehrî'nin Âhi Evran hakkında yazdığı bir risâleden başka,
Onu Türk Edebiyatının Türkçeci, güçlü bir ozanı olarak tanıtan eseri Mantıku’t-Tayr olmuştur.
Kuş dili anlamına gelen Mantıku’t-Tayr, tanınmış mutasavvıf Ferideddin Attar'ın aynı adla bilinen Farsça eserinin Türkçe’ye manzum çevirisidir.

Ahmed Gülşehrî, bir tasavvuf eseri olan Mantıkut-Tayr'ı,
daha başka kaynaklardan ve özellikle Mevlâna'nın Mesnevî'sinden aldığı hikâyelerle süslemiş, kendi tasavvuf görüşlerini de katarak orijinal bir eser hâline getirmiştir.

Gülşehrî, bu eserinde Türk diline hayrandır.
Türkçe'nin Farsça ve Arapça’dan üstün, tatlı bir uyuşumu olduğunu,
bunu belirlemek için de bu eseri yazdığını söyler.

Türk dilinin hor görüldüğü, Arapça’yla yazıp söylemenin hüner sayıldığı devirlerde,
Anadolu'nun göbeğinde bir bilim adamı, bir ozan çıkarak Türkçe diye kükreyişi, Türkçe'ye kucak açışı, onu özlemle bağrına basması büyük yiğitlik, büyük vatanseverliktir.
Gülşehrî, çağdaşı Yunus Emre ve hemşehrisi Âşık Paşa'yla beraber, bu büyüklüğü göstermiştir.
Feleknâme adlı bir eserinin daha olduğu bilinen Gülşehrî’nin, kaç yıl yaşadığı, ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir.

Bilinen ondan gelen, sararmış kâğıtlar üzerindeki sesler ve nefeslerdir.
Kırşehir'in gül bahçelerini çok sevdiğini, gülleri kendine yâr eylediğini,
bütün sözleri bir yana iterek bülbül gibi gül sözü söylemeyi istediğini anlatan şu şiirler onundur :

“Her gülü kim kendime yar eylerim
Her gice vasfını tekrar eylerim.
Her seher kim gül çemende açıla
Kamudan ilkin bana karşı güle.
Nevbahar oldu kim bülbül söyleye
Aşkını mâşukuna şerh eyleye
Kamu sözü gel ki terkeyleyelim
Bülbül gibi gül sözü söyliyelim...”


Öyle ki, kendisinden beş yüz yıl sonra,
Onun açtığı Türkçecilik çığırından bir hâlk ozanı Dadaloğlu gelecek,
o da Gülşehrî gibi Kırşehir'in uçsuz bucaksız gül bahçelerine bakarak şöyle seslenecektir:

”Biter Kırşehir'in gülleri biter
Çağrışır dalında bülbüller öter
Ufacık güzeller hep yeni yeter
Güzelin kaşında keman görünür.”


Gülşehrî, Kırşehir'in özlem dolu Özbağlarında, ana dili öz Türkçesiyle çevresinde toplanan ahilerle görüşüp bilişirken asla şeyhlik, sultanlık davasında bulunmamış, onlardan biri olarak onları konuşturmuş:

“Ne derviş isteriz, sahip, ne sultan,
Ne dert işimize gelir, ne derman.”


XIV. yüzyılın Anadolu'da yetişen bu Türkçeci ozanını, Yunus kadar arı-duru,
Yunus kadar güçlü sayamasak bile, ilk Türkçeciler arasında, ona önemli bir yer ayırmak zorundayız.
Gülşehrî, Anadolu'yu aydınlatan aydın kişilerin başında, bilinçli ve idealist bir Türkçeci olarak her zaman dile gelecektir.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Feridüd’d-din Attar Mantıku’t Tayr
Kuşların Diliyle
Türkçesi: Mustafa Çiçekler
Yayınevi: Kaknüs
/
(Kitabın benim en çok sevdiğim VADİ'ler bahsini buraya taşıyalım istemiştim inşaallah.
Kitabın az bir bölümü bu kısım ve oradan alıntı yapacağım.
Dileyen kitabın aslını alıp okuyabilir.
Çünkü herkesin okuması hatta elinde bulunması gereken bir eser bence.
her insan bu vadilerden Kalbi olarak geçmekte,
ve hayatlarımızda görünmez kanatlarımız ile bir kuş uçuşu misali seyretmekte gibi.
Belki de İz takipçilerinin klavuzu olur.
Benim için bu bakımdan da bir anlamı oldu bu kitabın çünkü)
/
Hikaye:
Taatkar birisi, Hz. Peygamberden namazı seccade üzerinde kılmak için izin istedi.
Hz. Peygamber ona bunun için izin vermedi, dedi ki:
“Şimdi kumun ve toprağın sıcak olduğu zamandır. Sıcak toprağın üzerine ve Hakk’ın dergahına yüz koy secde et. Zira yaralı kimsenin yarasını dağlaması fayda verir.
Madem ki sen ruhunu yaralı görüyorsun, yaralı kimsenin tedavisinin en iyi yolunun da yarayı dağlamak olduğunu biliyorsun demektir.”
/
Sen bu dünyada gönlünü dağlamazsan, yüzüne nasıl bakarlar?
Gönlünü dağla, çünkü dert meydanında gönül ehli, bu yolun erini yaralarından tanır.
/
Bir diğer kuş Hüdhüd’e dedi ki:
“Ey yol bilen Hüdhüd! Gözlerimiz bu vadide karardı gitti.
Bu yol ölümcül tehlikelerle dolu görünüyor.
Ey yoldaş bu yol kaç fersah?”

Hüdhüd dedi ki:
“Yolda aşılacak yedi vadi var. Bu yedi vadiyi aşınca, Hakk’ın dergahına varılır.
Dünyada bu yoldan geri dönen olmadı. Kaç fersah uzaklıkta olduğunu da bilen yok.
Bu uzak yoldan dönen olmadı ki,Ey sabırsız, bu yol hakkında sana kim haber verecek?
A bir şeyden haberi olmayan, oraya gidenler kaybolup gittiler, sana nasıl haber verecekler?"

İşin başında TALEP VADİSİ var.
Ardından ucu bucağı belli olmayan AŞK VADİSİ gelir.
Üçüncüsü MARİFET(kalb ile bilme) VADİSİdir.
Dördüncüsü olarak İSTİĞNA(ihtiyaçsızlık) VADİSİ gelir.
Bşinci pak olan TEVHİD VADİSİdir.
Sonra zor ve güç olan HAYRET VADİSİ gelir.
Yedinci vadi FAKR,FENA(yokluk-yoksulluk) VADİSİdir.
Bundan sonra gidecek yolun kalmaz.
Bir cezbeye kapılırsın, süluk sona erer, yürüyüş kaybolur. Katre bile olsan, okyanus kesilirsin.
/
En son simurg tarafından 23 Eki 2012, 21:04 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

[Birinci Vadi: TALEP VADİSİ]

“Talep vadisine girdiğinde,
Önüne her an yüzlerce zorluk çıkar.
Burada her nefeste yüzlerce bela vardır.

Papağana benzeyen felek bile burada sinek gib değersiz duruma düşer.
Bu vadide yıllarca mücadele etmen gerekir,
Çünkü burada haller durmadan değişir.

Varlığı, burada terk etmelisin.
Bütün mülkü burada kaybetmelisin.
Burada kana bulanmalısın,
her şeyi terk edip bunlardan sıyrılmalısın.

Elinde hiçbir şeyin kalmayınca, her şeyden gönlünü temizlemen gerekir.
Gönlün beşeri sıfatlardan arınınca, Hakk katında İlahi Nur parlamaya başlar.
O Nur göülde aşikar olarak görününce,
Gönlündeki Hakk’a varma isteği kat kat artar.

Hakk’a vasıl olmak isteyen kimsenin yoluna ateş de çıksa,
yüzlerce hoş olmayan vadiye de rast gelse,
O’na olan aşkından, pervane gibi delicesine kendini ateşe atar.
İştiyakından sır aramaya başlar, sakisinden bir yudum aşk şarabı ister.
O şarabtan bir yudum içtiğinde, her iki alemi büsbütün unutur gider.
Deniz içinde olmasına rağmen, dudağı kupkuru kalır. Can-u gönülden Canan’ın sırrını talep eder.

Sırrı bilen Yaratan’a kavuşmak arzusuyla,can alıcı ejderhadan bile korkup çekinmez.
Küfür ve lanet birlikte üzerine gelse,
“bir kapı açar” düşüncesiyle o bunlara Rıza gösterir.
Sevgilinin kapısını bir kere açınca, ne küfür kalır ortada nede din.
Çünkü ezeli dergahta ne o vardır, nede bu.

Hikaye:
[Amr b. Osman-ı Mekki Harem-i Şerifte şu Gencname’yi kaleme alır.]

Orada der ki:
Hakk Teala, Su ve Toprak’tan meydana gelmiş olan Adem’in (a.s.) vücuduna bu temiz canı üflediğinde,
Meleklerin hiç birinin, o candan ne bir haber ne de bir iz görmelerini istedi.

Buyurdu ki:
“Ey göklerin melekleri! Hemen Adem’in (a.s.) önünde secde ediniz.”
Onların hepsi yere secdeye kapandılar. Kuşkusuz onlardan hiçbiri o temiz sırrı görmedi.

Sonra İblis geldi ve şöyle dedi:
“hiç kimse benim secde ettiğimi göremez.
Başımı tenimden ayırsalar da, bu tekebbür ve asilik bende oldukça umurumda bile değil.
Ben Adem’in (a.s.) sadece topraktan yaratılmadığını biliyorum.
Sırrın ne olduğunu göreyim de, sonra canımı verir, secde ederim . korkum yok!”
İblis’in başı secdeye gitmediği için, pusuda gözleyerek, sırrın ne olduğunu gördü.

Hakk Teala ona şöyle dedi:
“Ey yolu gözleyen casus! Sen burada sırları çalmaktasın.
Gizlice sakladığım hazineyi gördün.
Bu yüzden seni öldüreyim de bu sırrı dünyaya yayma.
Padişah ordusunda gizli olarak bir yere hazine sakladığında,
Şüphesiz hazineyi gözünün önünde gömdüğü o kimseyi öldürür, hayatına son verir.
Sen değerli hazineyi gören birisin,
Başının kesilmesine razı olmam lazım.
Eğer hemen başını vücudundan ayırmazsam, bunu tüm dünyaya yayarsın.”

Şeytan:
“Ey Rabbim, bu kuluna biraz süre ver.
Yoldan çıkmış olan bana bir çare bul!” dedi.

Yüce Allah:
“İsteğin üzerine süre verdim, ancak lanet halkasını da boynuna taktım.
Kıyamete kadar suçlu olduğunun bilinmesi için, adını yalancı olarak anacağım.” Dedi.

Ardından şeytan dedi ki:
“Bu saf hazinenin sırrını öğrendim ya, lanetinden neden korkayım ki!
Lanet de senin, Rahmet de. Bu kul da senin, kısmet de!
Lanet eğer benim kısmetimde varsa, ne önemi var?
Alemde hep panzehir olacak değil ya, zehir de gerek.
İnsanların Rahmet peşinde koştuğunu görünce, edepsizlik edip bnde lanetini kabullendim.
[Laneti Rahmet gibi kabul edecek kul yoktur. Laneti kabul eden kul benim. Benim gibi bir düşkün bulunmaz.]
/
Eğer bir şeyi arzuluyorsan, bu şekilde arzulamalısın.
Sen istekli değilsin, hakikatte üstünlük isteğindesin.
Gece gündüz arayıp da O’nu bulamıyorsan,
Bu O’nun kayıp olmasından değil, senin isteğinin eksikliğindendir.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Hikaye:

Ölüm vakti geldiğinde Şibli huzursuzdu.
Gözlerini kapatmış, gönlü beklenti içindeydi.
Beline hayret zünnarını bağlamış, bir külün üzerine oturmuştu.
Bazen küllerin üzerine gözyaşı döküyor,
Bazen başına külleri saçıyordu.

Birisi ona,
“Böyle bir anda, birisinin zünnar bağladığını gördün mü hiç?” dedi.

Şibli:
“Yanıyorum, ne yapayım, ne edeyim? Kıskançlıktan eriyip bitiyorum, elimden ne gelir ki?
İki alemden de ümidini kesmiş olan canım,
Şimdi İblis’e kıskançlık ateşiyle yanmada.
Yüce Allah, İblis’e
“ Benim lanetim senin üzerindedir” şeklinde hitab etmiştir. Bu ona yeter.
Bu cümledeki “benim” zamiri Hakk Teala’nın yerinedir. İşte buna üzülüyorum.
Şibli ciğeri yanmış, perişan halde kalakalmışken başkasına ne verebilir ki?”
/
Padişahın verdiği taşla mücevher arasında fark gözetiyorsan,
Sen bu yolun eri değilsin.

Eğer mücevherle saygınlık kazanıyor,
taşla gözden düşüyorsan bunda padişahın dahli yoktur.

Taşı ve mücevheri ne sev, ne de düşmanlık besle.
Sen bunlara, “onun elinden geliyor” diye bak.

Mest bir maşukun sana taş atması,
başkasının elinden mücevher almandan daha iyidir.
/
Her an bu yolda canını feda etmek için aşkla bekleyen er kişi gerektir.
Ne onu istemekten bir an geri durur,
Ne de huzura kavuşması mümkün olur.

Bir an onu istemeyi terk ederse,
Bu yolda edepten uzak, dinden dönmüş olur.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Hikaye:
Bir Hakk Dostu Mecnun’u yol ortasında dertli dertli toprağı karıştırırken gördü.
“Ey Mecnun! Böyle ne arıyorsun?” Dedi.
Mecnun:
“Leyla’yı arıyorumşüphesiz.” Diye cevap verdi.
Adam:
“Leyla’yı toprağın içinde nasıl bulacaksın?”
Yolun tozu toprağı içinde temiz inci ne gezer?” dedi.
Mecnun:
“Ben onu her yerde arayayım da, ola ki bir yerde bir gün bulurum.” Dedi.
/

Hikaye:
Zamanın önderi, cihan sırlarına vakıf, işlerin hakikatini gören Hemedanlı Yusuf şöyle dedi.
“Nazar sahibi biri, gökten yere kadar var olan her şeye ne zaman baksa,
Her zerrenin bir başka Yakup olup, kaybolmuş Yusuf’tan haber sorduğunu görür.

Onun yolunda ilerlerken, dert ve bekleyiş gerekir ki zamanı gelince işe yarasın.
Bu iki özellik talep yolunda işe yaramazsa, sakın sırlara sırtını dönme.

Er kişiye Talep Vadisi’nde sabır gerektir.
Dert ehli sabrı nasıl gösterir?
İstesen de, istemesen de çok sabır göster, ola ki birisinden öğrenir, yolunu bulursun.

Aynı annesinin karnındaki bir bebek gibi,
kendi benliğinle iç içe kendi başına otur.
İç aleminden bir an bile ayrılma.
Ekmek gerekiyorsa sana, kan iç.

Anne karnındaki çocuğun gıdası sadece kan’dır.
Bütün bu alış-veriş kavgası dışarıdandır.
Kan iç, ama ercesine sabret de bunun sonucu olan dert sayesinde müşkilin çözülsün.
İşin yoluna girsin.
/

Hikaye:
Şeyh-i Mihne şiddetli bir kabz halinde idi.
Gözleri kanlı yaşlarla dolu, yüreği paramparça sahraya gitti.
Uzaktan, nur saçan yaşlı bir köylüyü gördü. İneğini bağlıyordu.

Şeyh onun yanına yaklaşıp selam verdi.
Bulunduğu kabz halini ona anlattı.
Yaşlı adam bunu duyunca dedi ki:

“Ey Ebu Said! Yerin derinliklerinden yüce arşa kadar mekan,
sadece bir kere değil, yüzlerce kere darı ile doldurulsa,
bir kuş olsa ve her bin yılda bu darıdan bir tanecik alsa,
bu geçen zamanın ardından, yüz defa dünyanın etrafını kat etse dahi,
Ey Ebu Said! senin canının onun katından sadece bir koku alması için bile bu zaman kısadır.

(Kabz: Salikin bir anda kalbine gelen manevi sıkıntı,
huzursuzluk sebebiyle hissettiği tutukluk ve durgunluk halini anlatan bir terimdir.
Ruhen rahatlama ve manevi ferahlık duyma şeklindeki hale de “bast” denilmektedir
.)

Hakk’ı talep edenlerin çok sabretmesi gerekir.
Herkes de sabırlı taliplerden değildir.
Talep insanın içinde ortaya çıkmadıkça,
Ahu’nun göbeğindeki kan’dan misk meydana gelmez.

Gönülde talep kaybolunca, gökyüzü kadar geniş de olsa kana bulanır.
Talep ehli olmayan ölmüş gibidir. Diri değil, cansız duvara benzer.
İsteği olmayan hayvan gibidir.
Haşa. O cansız bir suretten ibarettir.

Eline mücevherlerle dolu bir hazine de geçse, senin Hakk’ı istemede daha ısrarlı olman gerekir.
O mücevherlerle dolu hazineyle yetinen, ona bağlanıp kalır.
Her kim bu yolda bir şeye bağlanıp kalırsa, o takıldığı şey onun putu olur, kendisi de putperest.
Madem ki havsalan almadı, gönlünü kaptırdın, sarhoşluk veren şarabla mest olup aklını kaybettin,
Sakın bir kadeh şarabla sarhoş olma.
Durmadan iste, çünkü bu işin sonu yoktur!
/

Hikaye:
Bir gece Sultan Mahmud yanında askerleri yokken dolaşıyordu.
İçinde altın veya gümüş bulmak için yolun toprağını eleyen birini gördü.
Toprağı önüne yığıp dağ gibi yapmıştı.

Şah bunu görünce kol bağını çıkatıp, onun dağ gibi yığdığı tozun toprağın ortasına attı.
Sonra rüzgar gibi atını sürüp uzaklaştı.
Ertesi gece sultan yine aynı yere geldiğinde, o toprak eleyiciyi yine aynı işi yaparken gördü.

Ona dedi ki:
“Dün bulduğun şey, on ülkenin haracına değer, onu çok da kolay buldun.
Ama sen yine aynı şekilde toprağı eleyip duruyorsun.
Bırak bunu. Padişahlık et.
Çünkü bir şeye ihtiyacın kalmadı.”

Toprak eleyici adam sultana dedi ki:
“Ben bulduğumu buradan buldum. O gizli hazineyi işte buradan elde ettim.
Bu kapıdan devlete ve saadete erdim.
Can bedende olduğu müddetçe benim işim budur.”
/

Bu kapının eri ol da, sana kapıyı açsın.
Yoldan dönme de, sana yolu göstersin.
Sürekli kapalı olan, senin gözünden başkası değil.
Sen talep et.
Çünkü Hakk’ın kapısı kapalı değildir.
/

Hikaye:
Kendinden geçmiş biri Hakk’ın huzurunda,
“Ey Allah’ım! Benim içinde bir kapı açıver!” diye dua ediyordu.
Orada oturan Rabia:
“Ey gafil! Bu kapı ne zaman kapandı ki?” dedi .
(Kast edilen kişi Salih-i Murri’dir. )
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

[İkinci Vadi: AŞK VADİSİ]

Bundan sonra “Aşk Vadisi” belirir.
Buraya ulaşan kişi ateşe gark olur.

Bu vadiye giren ateş kesilsin.
Ateş kesilmeyen kişi, mutluluğa eremesin.

Aşık, ateş gibidir. Aceleci yakıcı ve serkeştir.
Bir an bile geleceği düşünmez.
Yüz cihanı ateşe verir de umursamaz.

Bir an bile ne kafirlik bilir, ne de din.
Bir zerrecik ne şüpheden haberdardır, ne de yakinden.
Onun nazarında iyiyle kötü bir olur.
Aşka gelince, ne o, nede bu ayırımı kalır.

Ey haram helal tanımayan fasık, bu söz sana değil.
Sen dinden çıkmışsın. Bu hal sana uygun değil.

Aşık sahib olduğu her şeyi bu yolda harcar.
Kaybeder.
Dosta kavuşmaktan dolayı burada nazlanır.
Başkalarına kıyamette kavuşma vaadinde bulunulmuştur.
Ancak aşığın kazancı da, kavuşması da bu dünyadadır.

Aşık bir an dahi kendini yakmazsa, nasıl olur da dert çekmekten kurtulabilir?

İpekböceği kendi vücudu içinde yanmadıkça,
Gönül ferahlatan ilaç olarak nasıl satılır.
Kendi asıl yerine birden bire varmak için, yanma ve yakınma içinde sürekli çırpınır.

Balık denizden çıkıp çöle düşünce,
Ola ki denize ulaşırım diye durmadan çırpınır.

Burada Aşk bir ateştir. Akıl ise duman.
Aşk geldiğinde akıl derhal oradan kaçar uzaklaşır.
Aşk alış-verişinde akıl üstadlık yapamaz.
Aşk aklın kar’ı değildir.

Eğer sana gayb aleminden bir göz bağışlanırsa, buradan aşkın aslının nereden geldiğini görürsün.
Her bir yaprak aşkın varlığıyla var olur.
Sen de aşk sarhoşluğuna kapıl da,
Başını bile feda et.

Sendeki o gayb gözü açıksa, alemdeki tüm zerreler sırlarını sana anlatırlar.
Sana sırdaş olurlar.
Ama akıl gözüyle bakacak olursan, aşkın ne başını ne sonunu görebilirsin.

Aşka tecrübeli bir er gerek.
Dünya ile bağlarını kopartmış, insanlarla ilgisini kesmiş bir er.
Sen ne tecrübelisin, ne de aşıksın.
Ölmüşsün.

Bu halinle aşka nasıl layık olabilirsin?

Bu yolda, her nefetste yüzlerce can feda edecek yüz binlerce diri gönül gerektir.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Hikaye:

Leyla’nın kabilesinin üyeleri,
Mecnun’un aralarına girmesine asla izin vermezlerdi.
O sahrada yaşayan bir çoban vardı.
Kendinden geçmiş olan Mecnun ondan bir post aldı.
Başını eğip posta büründü, koyun kılığına girdi.

O çobana dedi ki:
“Allah aşkına beni koyunlarının arasına kat.
Sürüyü Leyla’nın tarafına sür götür de, bir an onun kokusunu alayım.
Kendi dostumdan gizli bu postun altında ben,
Bir an olsun dostun varlığından faydalanayım.”
/

Eğer seninde bir an için böyle bir derdin olsaydı,
Her kılının dibinde bir er bulunurdu.
Yazık ki, senin böyle erkekçe bir derdin yok,
Bu meydan erlerinin gücüne sahip değilsin.
/

Sonunda Mecnun posta büründüğünde, sürü ile birlikte gizlice dostun sokağına gitti.
Önce mutlulukla içini coşku kapladı,
Ardından bilincini kaybetti.
Aşk onu kaplayınca bedbahtlığı daha da arttı.
Bunun üzerine çoban onu alıp çöle götürdü.
Ateşini biraz söndürür diye, kendinden geçmiş perişan Mecnun’un yüzüne su serpti.

Sonra bir gün kendinden geçmiş Mecnun bir toplulukla sahrada oturmuştu.
Kendi kavminden birisi Mecnun’a şöyle seslendi:
Ey yüce kişi, böyle aç açıkta kalmışsın.
Sevdiğin elbise ne türdense bana söyle de hemen sana getireyim.”

Mecnun ona:
“Her elbise dostun yanına varmaya uygun değildir.
Hiçbir elbise posttan daha iyi değildir.
Ben bir koyun postu istiyorum, böylelikle sevgilinin yanına varabileyim.
Bunu kıskanıp da nazar değirmesinler diye de, çörekotu yakmalıyım.

Mecnun’un atlas ve diba kumaşı, koyun postudur.
Leyla’yı seven kimse post ister.
Ben postumla dostun kokusunu aldım,
Artık posttan başka elbiseyi ne yapayım?
Gönül, dosttan haberi post sayesinde elde etti.
Özüne sahip değilim bari postuna sahip olayım.”
/

Seni akıl bağından çekip çıkarmak ve
nefsani sıfatlarını değiştirmek için aşk gerekir.
Süfli sıfatlardan kurtulma yolunda yapacağın en ufak şey,
Canını feda edip boş şeyleri terk etmendir.
Sen eğer bunu yapabileceksen bu yola adım at.
Çünkü böyle can’la oynamak çocuk oyuncağı değildir!
/

Hikaye:

Müflisin biri Ayaz’a sevdalandı
Ve bu olay her mecliste konuşulur oldu.
Ayaz ata binip yola koyuldu mu, o hakbilir yoksulda onun peşinde koşardı.
O misk kokulu saçları olan Ayaz meydana girince,
O rind toptan başka şeye bakmazdı.

O yoksulun Ayaz’a sevdalandığını Sultan Mahmud’a anlattılar.
Ertesi gün Ayaz meydana doğru giderken,
O rind de aşka tutulmuş onun peşinden koşuyordu.
Gözü Ayaz’ın çeldiği toptaydı.
Adeta kendisi de çevgana takılmış bir toptu.

Sultan Mahmud gizlice ona doğru baktı.
Kavrulmuş buğday tanesine dönmüş yüzü saman gibi sapsarıydı.
Sırtı çevgan gibi, başı top gibiydi.
Top gibi meydan da bir oraya bir braya koşuyordu.

Sultan Mahmud onu çağırarak,
“Ey dilenci, padişahla ortak mı olmak istiyorsun?” diye sordu.

Rind ona şöyle seslendi.
“bana yoksul deselerde aşk oyununda senden geri kalmam.
Aşk ve iflas biribirine komşudur.
Bunun sermayesi, sermayesizliktir.
Aşk lezzetini iflastan alır.
Kuşkusuz aşk müflise yaraşır.
Sen huzuru içinde cihana hükmetmektesin.
Aşka, benim gibi bağrı yanık gerektir.
Senin sahip olduğun şeyler vuslata erme aracıdır.
Bir an ayrılık derdine katlan da gör.
Bu kadar çok vuslata erip de ne yapacaksın?
Eğer gerçek aşk eriysen, ayrılığa bir kere sabret!”

Sultan ona:
“Ey varlıktan habersiz olan kişi, niçin devamlı topa bakıyorsun?” dedi .

O da, şöyle cevap verdi:
"Çünkü top da benim gibi avaredir.
O benim gibi, bende onun gibi ızdırap içindeyiz.
O benim değerimi bilir, bende onunkini.
Biz ikimizde onun çevganındaki bir top gibiyiz.
İkimiz de avare olmuşuz.
Elsiz ayaksız can-u gönülden onun huzurundayız.
O beni bilir, bende onu. Birbirimizle biraz dertleşmekteyiz.
Fakat o top benden daha bahtiyar,
Çünkü ara sıra onun atının nalını öpebiliyor.
Her ne kadar bende, top gibi elsiz ayaksızsam da,
O toptan daha fazla sıkıntı çekmekteyim.
Top, çevgandan darbeyi vücuduna alır,
Bu gönlünü kaptırmış yoksulun ise canı yaralanır.
Topun vücudunda çokça yara varsa da,
Nihayetinde Ayaz onun ardından koşmaktadır.
Benim ondan daha çok yaram var.
Ama ne o benim peşinde, nede ben onun önündeyim.
Top ara sıra onun huzuruna varır.
Fakat bu fakir sürekli ondan ayrı kalmaktadır.
En sonunda o top Ayaz’ın huzuruna varır ve vuslata erer, huzura kavuşur.
Ben ona kavuşmanın kokusunu bile alamazken,
Top ona ulaşıp beni yenilgiye uğratır!”

Sultan dedi ki:
“Ey benim dervişim, benim önümde müflislik iddiasında bulundun.
Yalan söylemiyorsan eğer, müflisliğine bir tanığın var mı göster!”

O yoksul dedi:
“Canım bedende oldukça müflis değilim, yalnızca bir iddiacıyım ve bu meclisin eri değilim.
Fakat aşk yolunda canımı feda edersem, işte bu müflisliğin göstergesidir.
Ey Mahmud, sen aşkın anlamını ne bilirsin ki?
Biliyorsan canını feda et, edemiyorsan aşk iddiasında bulunma!”

O rind bu sözleri der demez canını teslim etti.
Ansızın sevdiği için canını feda etti.
O rind sevdiğinin yolunun tozu uğruna canını feda edince,
Bu üzüntüyle Mahmud’un dünyası karardı.
/

Eğer sana göre canla oynamak değersiz bir şey ise,
Gel de canıyla oynayan kimsenin ne kazandığını gör.
Bu yoldaki kervanın sesini işitmek için seni bir an için huzura davet etseler,
Öylesine başsız ayaksız kalırsın ki, tüm varını yoğunu kaybedersin.
Bir haber alayım diye bu yola düşersen,
Aklın ve canın alt üst olur kalırsın!
/

Hikaye:

Bir Arap’ın yolu Acem ülkesine düştü.
O, Acem adetlerini görünce şaşırdı.
Etrafına bakınırken kendini kaybetmiş bu Arap,
Yolda bir kalenderhaneye rast geldi.

Bir grup elden ayaktan geçmiş,
Ağızlarından bir söz söylemeden iki dünyadan da geçmiş kalenderi dervişi topluluğu gördü.
Her biri usta bir kumarbaz, hilekar ve rakibinin her şeyini alt üst eden bir oyuncu.
Pislik ve çirkeflikte hepsi birbirinden ileride!
Hepsinin elinde halis şarab testisi vardı.
Tortulu şarap içerek meclisi açarlardı.

Bu topluluğu gören Arap, onlara meyletti.
Aklını ve canını bu sele kaptırdı.
Kalenderiler onun bu durumda aklını ve canını kaptırdığını görünce,
“içeri gel ey yabancı” dediler .
O da, içeri girdi ve onlarla hemhal oldu.
O bir yudum şarabla kendinden geçip rindliğe başladı.
Kendini kaybedip varlığını yitirdi.

Arab’ın çokça malı mülkü, altını gümüşü vardı.
Öyle bir hale geldi ki, hepsini kaybetti.
Rindin biri gelip ona daha fazla şarab verdi.
Çırılçıplak onu kalenderhaneden dışarı kovdular.
O Arap kavminin bulunduğu yere çıplak, müflis, canı susuzluktan ağzına gelmiş,
Dudakları kurumuş bir halde gitti.

Kabilesindekiler ona:
“Ne kadar perişansın. Altının gümüşün nerede, sen nerede uyuyup kaldın?
Altınını gümüşünü yitirdin, böyle perilan olmuşsun.
Acem ülkesine gitmen sana uğursuzluk getirdi.
Hırsız mı yolunu kesti, malın nereye gitti?
Anlat da durumunu öğrenelim.” Dediler .

Adam:
“Yolda salına salına gidiyordum. Ansızın bir kalenderhaneye rast geldim.
Bundan başka bir şey bilmiyorum. Altınım gümüşüm nereye gitti,
Böyle nasıl parasız kaldım?” diye cevap verdi.

Kabilesinden biri:
“Bu kalenderhaneyi anlat!” deyince, o adam şöyle dedi:
“İşte sadece şu iki cümle:” Dedi: Gel içeri”
Bedevi Arap Fena (yokluk) alemine dalmıştı,
Aklında sadece “Gel içeri!” sözü kalmıştı.
/

Ya bu yola adım at, yada çekil git.
Ya canını kurtar al götür, yada canla başla aşka sarıl.
Canla başla aşkın sırlarını anlar, kabul edersen, aşk yolunda canını feda eder başını verirsin.
Canını feda eder ve çırılçıplak kalırsın, aklında sadece “Gel içeri!” sözü kalır.
/

Hikaye:

Bir zamanlar yüce himmetli, olgun biri vardı
Son derece güzel birine aşık oldu.
Kazara o aşığın svgilisi hezaren (bambu) ağacı gibi inceldi, sararıp soldu.
Aydınlık günü karardı.
Uzak görünen ölüm gelip çattı.

Bu durumu aşığına haber verdiklerinde,
Eline bir bıçak alıp koşa koşa onun yanına giderken,
“Sevgilimi gidip öldüreyim de, kendi eceliyle ölmesin” dedi .
İnsanlar ona, “ Sen kendini kaybettin galiba, onu öldürmek istemende ne hikmet var ki?
Kan dökme, bu işten vazgeç. Zaten biraz sonra zavallı kendisi ölecek.
Ölüyü öldürmenin ne faydası var?
Ölünün kafasını ancak cahil kimse keser.” Dediler .

O aşık şöyle dedi:
“Eğer yar’im benim elimde ölürse, kısasa kısas benide inlete inlete öldürürler.
Kıyamet günü herkesin önünde, beni mum gibi bu suçtan yakarlar.
Böylece bugün kendi isteğimle onun için öldürülmüş olurum,
Kıyamet günü de onun için yakılırım. Bu bana yetmez mi?
Bu dünyada da, öbür dünyada da isteğim gerçekleşir.
Onun için yanmış yada öldürülmüş olarak anılırım.”
/

Canlarıyla oynayan aşıklar bu yola girdiler,
Her iki dünyadan ellerini eteklerini çektiler.
Can zahmetini ortadan kaldırdılar ve bu dünyayı tamamıyla gönüllerinden çıkardılar.
Can ortadan kalkınca aşık cansız kaldı, kendi sevgilisiyle halvete daldı.
/

Hikaye:

Allah dostu Hz. İbrahim ölüm döşeğindeyken, canını Azrail’e kolayca vermiyordu.
Azrail’e dedi ki:
“Yanıma yaklaşma git ve o Ulu Padişaha, ‘Halil’inden canını isteme!’ de.”

Allah Teala’dan şöyle nida geldi:
“Eğer gerçek Halil (dost) isen, dostuna canını feda et.
Kendi dostundan canını esirgediğin için, senin canını kılıçla almak gerekir.”

Orada bulunan birisi Hz. İbrahim’e, “Ey dünyayı aydınlatan peygamber! Niçin Azrail’e canını vermiyorsun?
Aşıklar bu yolda canlarıyla oynarlar. Sen bu canını neden esirgiyorsun?” dedi.

O da şöyle cevap verdi:
“Ben canımı nasıl vereyim ki, aramızda Azrail var.
Ateşe atılacakken Cebrail gelip “Benden bir şey iste Ey Halil “demişti.

Ben o anda onun yüzüne bakmadım, çünkü Allah ile aramıza engel oldu.
Ben Cebrail’den yüz çevirmişken, Azrail’e canımı nasıl veririm?
Ben ondan “Canını ver!” emrini işittiğimden dolayı canımı rıza içinde feda edemiyorum.
Canımı vermem için bana ferman gelirse, cihan dolusu canın yarım arpa tanesi kadar bile değeri olmaz gözümde.
O söylemeden ben iki alemde de canımı başkasına nasıl teslim ederim?
Söz varsa budur, başkası yok.”
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

[Üçüncü Vadi: MARİFET/BİLGİ VADİSİ]

Aşk vadisinden sonra senin önüne sonsuz “Marifet Vadisi” serilir.
Bu yolda yolun uzunluğu sebebiyle, kişi halden hale girer.

Buradaki yollar birbirinden farklıdır.

Ten yolcusu farklıdır. Can yolcusu farklıdır.

Ama yine de can ve ten olgunluk ve eksikliğine göre, daima terakki ve zeval halindedir.
Kuşkusuz karşısına çıkan yolda herkes, kendi kabiliyetine göre yol alır.

Hz. İbrahim’in gittiği bu marifet yolunda, dertlere düşen örümcek, fille birlikte nasıl gidebilir?
Herkesin yolculuğu kendi olgunluğu ölçüsünde,
Yakınlığı da haline göredir.

Sivrisinek gücü yettiği ölçüde uçsa da, fırtınanın kuvvetine nasıl erişebilir?
Kuşkusuz herkesin yolculuğu başka olduğundan, hiçbir kuşun uçuşu aynı değildir.

Marifet işte bu yüzden farklılaşmıştır.
Burada biri mihrabı, ötekisi putu bulmuştur.
Marifet güneşi, bu yüce sıfatlı yolun feleğinde parladığı zaman,
Herkes kendi olgunluğuna göre görüş sahibi olur ve hakikatte kendi yerini bulur.

Tüm zerrelerin sırrı ortaya çıkar.
Dünya külhanı onun önünde gül bahçesine dönüşür.

Dışarıdan bakınca öz’ü görür o kabuğu değil.

Dosttan başka bir zerre bile görmez.
Her neye baksa onun yüzünü müşahede eder.
Her zerrede onun sokağını görür.

Örtünün altında yüzbinlerce sır güneş gibi parlar, sana görünür.
Bir salik sırlara vakıf oluncaya kadar, yüzbinlerce Hakk eri bu yolda kaybolur.

Bu engin denize dalmak, orada yüzebilmek için, yüce bir ruha sahip kamil biri gerek.

Sırlardan zevk almaya başlarsan, içinde her an yeni bir şevk ve arzu belirir.
Susuzluğun sınırı buradadır.
Dökülen yüzbinlerce kan burada helaldir.
Yüce arş’a uzansan bile,
bir an olsun “Daha fazlası yok mu?” demeyi bırakma.

Kendini irfan denizine gark et.
Yapamazsan bari yolun toprağını başına saç, matem et.

Ey! gaflet uykusuna dalan, tebrik edilecek kimselerden değilsen,
Neden kendin için yas tutmuyorsun?
Sevgiliye kavuşmakla mutlu olmuyorsan,
kalk bari ayrılık yasını tut.

Sen yar’in cemalini göremiyorsan, kalk, oturma, sırları öğrenmeye çalış.
Bilmiyorsan iste, peşine düş.
Utan,eşek gibi ne zamana dek başıboş dolaşacaksın?
/

Hikaye:

Çin dağlarında taş kesilmiş bir adam vardı.
İki gözünden sürekli yaş akardı.
İnleyerek gözyaşı akıttığında, yere düşen o damlalar hemen taşa dönüşürdü.
Bu taşlardan biri bulutun eline geçse,
Kıyamete kadar ellmden başka bir şey yağmazdı.
/

O doğru sözlü temiz adam ilimdir.
O Çin’de olsa da onu aramak gerekir.

Çünkü ilim, gayretsiz ve himmetsizler yüzünden taşa dönüştü.
Nimeti inkar edenlerin nankörlükleri ne zamana kadar sürecek?

Bu çile yurdu dünya, tümüyle karanlıktır.
İlim orada, parlak mücevher gibi yol gösterir.

Bu karanlık yerde canına yol gösterecek olan, ilim cevheri ve cana can katan bilgidir.
Bu ucu bucağı bulunmayan karanlıkta sen,
İskender gibi klavuzsuz kalmışsın.

Sen bu cevherden fazla uzak durdukça,
Kendini daha da pişman bir halde bulursun.

Ey! kişiliksiz, bu cevher sana lazım değilse, hep pişman olur durursun.
Bu cevheri elde edersen ne alaa, ama elde edemezsen,
Her zaman seni pişmanlık içinde bulurum.
/

Bu dünya da, o dünya da can içinde kayıptır.
Can tenden, ten de can’dan gizlidir.
Kayıptır.
Bu kaybolmuş alemin dışına çıktığın zaman kaybolursun.
Orada insanın ayrı bir yeri vardır.

Buradan müstesna makama erişirsen, bir an da yüzlerce sırrı anlarsın.
Bu yolda çaresiz kalırsan vay haline!
Bir Ah!’da kaybolur gidersin.
Gece uyuma.
Gündüz de bir şey yeme ki, bu istek senin gönlünde belirsin.
Onu iste de, dünyevi isteklerin yok olsun.
Gündüz yemelerin ve gece uykuların kaybolsun.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

/

Hikaye:

Aşığın biri aşkının coşkusundan kendinden geçmiş,
toz toprak içinde inleyerek uykuya dalmıştı.

Sevgilisi onun başucuna gitti ve uyumuş olduğunu gördü.
Haline, durumuna uygun bir not yazıpaşığın yenine iliştirdi.

O aşık uyanınca notu okudu, gönlü kan’la doldu.
Notta şunlar yazılıydı:
“Ey! Sessiz sedasız kendinden geçmiş olan, eğer tüccarsan kalk para kazan.
Yok zahit isen, geceleri uyuma, sabaha kadar kulluk et, kul ol.
Ha eğer aşık isen utan, uykuyla aşığın ne işi var?
Aşık adam gündüzleri boş işle uğraşır, bütün gece muhal işlerin peşinde koşar durur.

Ey! Gönül ateşinden yoksun olan, sen ne bu’sun, ne de o!
Yalan yere bize olan aşkından söz edip durma!
Aşık, kefene girmenin dışında uykuya dalarsa, ona ben “kendi kendine sevdalanmışın biri” derim.
Cehaletinden ötürü aşk yoluna girdiysen,
Uykun sana hayırlı olsun, çünkü bu yolun ehli değilsin sen!”
/

Hikaye:

Aşka düşmüş bir bekçi vardı.
Gece gündüz uykusuz, kararsız ve perişandı.

O uykusuz duraksız aşığa bir dostu şöyle dedi:
“Uykusuzsun gece bari biraz olsun uyu!”

Bekçi şöyle karşılık verdi:
“Bekçilikle aşk bir araya gelince,
bu iki işi yapan kimsenin gözüne uyku girer mi?
Bekçiye uyku yaraşır mı hiç?
Üstelik bu bekçi bir de aşık olursa!

Böyle bir yükün üstüne bir yük daha eklenirse,
Bir varken, bir diğeri de üstüne yüklenirse,
Ben bir an olsun nasıl uyurum?
Uyku başkasından ödünç alınmaz ki!

Aşk her gece yeni bir sınava çeker beni,
Bekçiye bekçilik yapar yani.”

Bekçi yürürken sopasını bazen yere,
Bazen de gam ve elemden başına gözüne vururdu.
O uykudan yemekten kesilmiş bekçi bir an uyuyacak olsa,
Aşk ona o anda başka bir rüya gösterirdi.

O bütün gece insanları rahat bırakmaz,
Uyudukları zaman feryat ve figan ederdi.

Dostlarından biri ona:
“Bütün gece bir an olsun neden uyumuyorsun?” dedi.

Bekçi cevap verdi:
“Bekçi olan uyuyamaz. Aşığın yüzünden gözyaşı dışında su akmaz.”

Bekçinin işi uykusuzluktur,
Aşıklarda şeref ve yücelik bulunmaz.
Uykunun geldiği yerden gözyaşı akıp durdukça,
Uykuya dalmak nasıl mümkün olur?
Aşıklıkla bekçilik biribiriyle dost olunca,
Uyku bekçinin gözünden kaçıp denize aktı gitti.
Aşıklık bekçinin hoşuna gitti.
Uykusuzluk işi beyninde yer etti.
/

[Uykusuzluktan hoşlanıp onu beğenen kişi, aklına hiç uykuyu getirir mi?]

Ey! Hakikat eri, eğer hakikati arıyorsan uyuma.
Eğer boşa konuşup duran biriysen, uykun mübarek olsun sana!

Gönül sokağında çok bekçilik yap, çünkü orada hırsızlar pek fazla bulunur.
Gönül hırsızları vardır, yolları tutmuş.
Gönül cevherini hırsızlardan koru.

Bu bekçiliği kendine alet edinirsen, aşk ve marifete çabucak erişirsin.
Hakikat erinin bu kan denizi içinde, marifeti
şüphesiz, uykusuzluk sayesinde elde etmesi gerekir.

Çok uykusuz kalan kişi Hakk’ın huzuruna, uyanık bir kalb’le ulaşır.
Madem ki gönül uyanıklığı uyumamakla elde ediliyor,
Sen de gönlüne vefa gösterip uykuyu azalt!
/

Daha ne söyleyeyim, varlık alemine gark olmuşsun.
Gark olan, boğulmak üzere olan adamın,
feryad-ü figanla kurtulmasının imkansızlığını, sana nasıl anlatayım?

Aşıkların hepsi Hakk’ın huzuruna vardılar.
Hakk’ın muhabbetiyle mest bir halde uykuya daldılar.

Sen bekle dur, halbuki bu yolun erleri
bu yolda ne içmek gerekiyorsa onu içtiler.

Kimin içinde aşk zevki ortaya çıkarsa, her iki alemin anahtarını çabucak elde eder.

Kadınsa şerefli bir ER haline gelir.
Erkek ise engin bir deniz olur.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Kimin içinde aşk zevki ortaya çıkarsa, her iki alemin anahtarını çabucak elde eder.

Kadınsa şerefli bir ER haline gelir.

Erkek ise engin bir deniz olur
.
/

Hikaye:

Abbase birisine şöyle dedi:
“Ey! Aşk eri! Aşk derdinden birisine bir zerre yansıyacak olsa,
Erkek ise ondan bir kadın doğar.
Kadın ise ondan bir erkek vücuda gelir."


Hz. Adem’den bir kadının meydana geldiğini
Ve Meryem’den bir erkek doğduğunu işitmedin mi
?

/

Gerekli olan Aşk zerreleri, senin içinde tam anlamıyla nurunu saçmadıkça,
İşin sırrına asla vakıf olamazsın.

İçinde bu nur belirdiğinde zenginleşirsin.
Gönlünden ne geçerse ona sahib olursun.
İşte bunu zenginlik ve devlet say.
Bunun bir zerresini bile, dinin kendisi bil!

Bu dünyanın malına ve mülküne kanaat edersen,
ebediyete kadar mahv olur gidersin.
Saltanat her zaman marifettedir.
Sen de gayret et de, bu sıfatı elde edesin.

İrfan aleminde mest olup kendinden geçen kimse,
tüm dünya halkına padişah olur.

Dünya mülkü onun gözünde yonca tarlası gibidir.
Dokuz felek onun denizinde bir gemi derecesindedir.

Eğer cihanın padişahları bu sonsuz denizden bir yudum içmenin zevkini bilselerdi,
hepsi gam ve elem içinde yas tutar,
dertten biribirlerinin yüzünü bile göremezlerdi.
/

Hikaye:
Bir defasında Sultan Mahmud’un yolu bir harabeye düştü ve orada kendinden geçmiş bir meczup gördü.
Derdinden başını önüne eğmiş, dağ gibi yük belini iki büklüm etmişti.

Şahı görünce ona:
“Uzak dur, yoksa canına yüzlerce mızrak saplarım.
Sen Şah değilsin, çünkü gayretin eksik.
Sen kendi saltanatın içinde Allah’ın nimetlerine nankörlük etmektesin.” Dedi.

Sultan da:
“Ben Mahmud’um, bana nankör deme.
Bana sadece bir şey söyle, başka söyleme.” Diye cevap verdi. Sonra,
Meczup:
“Ey hakikatten habersiz padişah! Eğer kimden uzak düştüğünü, nasıl perişan olduğunu bilseydin,
Varlığın yokluktan ibaret olduğunu anlasaydın, sürekli başına ateş saçar dururdun.” Dedi.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »


[Dördüncü Vadi: İSTİĞNA VADİSİ]

Marifet Vadisinin ardından “İstiğna Vadisi” gelir ve burada ne bir dava nede mana vardır.

Niyazsızlıktan dolayı burada bir fırtına kopar.
Bir an da bütün bir ülkeyi alt üst eder.

Yedi derya burada bir havuz mesabesindedir.
Yedi gezegen burada bir kıvılcım kadardır.

Sekiz cennet parlaklığını yitirmiş, önemsizleşmiş;
Sekiz cehennem de buz gibi donup kalmıştır.

Şaşılacak şey, burada bir karıncaya sebepsiz olarak her nefeste yüz fil vazifesi verilir.
Bir karganın kursağı dolsun diye, yüzlerce kervandan bir kişi bile sağ kalmaz.

Yüzbinlerce melek gamla yandı,
sonuçta Hz. Adem’e bir çerağ yakıldı.

Yüzbinlerce beden ruhsuz kaldı da sonunda
Hz. Nuh bu dergahta marangoz oldu.

Ordunun başına yüzbinlerce sivrisinek musallat oldu da,
nihayet aralarından biri Hz. İbrahim seçildi.

Yüzbinlerce çocuğun başı kesildi de,
sonunda Kelimullah olan Hz. Musa can gözüne sahib oldu.

Yüz binlerce kişi zünnar bağladı da,
nihayet Hz. İsa sırra vakıf oldu.

Yüz binlerce can ve gönül yağmalandı da,
sonuçta bir gece Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac’a çıktı.
/

Burada yeninin de, eskinin de bir değeri yoktur.
İster bir şeyler yap burada, ister yapma.

herkesin gönlünün yanıp kavrulmuş olduğunu görmüş olsan,
bir rüya görmüşsün gibi kabul ederim bunu.

Bu denize yüzbinlerce can düşüp gark olsa,
sanki uçsuz bucaksız denize bir çiğ tanesi düşmüş gibidir.

Yüz binlerce baş uykuya dalıp gitse,
sanki güneşin doğmasıyla bir zerre gölge olup gitmiştir.

Gökler ve yıldızlar parça parça dökülse,
dünyada bir ağaçtan bir yaprak düşmüş farz et.

Denizdeki balıktan, gökteki Ay’a kadar ne varsa ortadan kalksa,
sanki kuyunun dibinde bir karınca aksamıştır.

İki alemde birden bire ortadan kalksa,
tut ki yeryüzünde bir kum tanesi yok olmuştur.

Cinlerden ve insanlardan eser kalmasa,
sanki bir yağmur damlası yitip gitmiştir.

Bütün vücutlar toprağa karışsa,
bir hayvanın bir tüyü eksilmiş gibidir.
Bir şey fark eder mi ki?
/

Cüz ve Küll burada tamamıyla mahvolsa,
yeryüzünden bir saman çöpünün eksilmesinden farklı değildir.
Bu dokuz gezegen bir yörüngede kaybolsa,
sekiz deniz içinde bir damlanın kaybolmasına benzer.
/

Hikaye:

Köyümüzde Ay gibi güzel bir delikanlı vardı.
O Yusuf misali güzel genç bir kuyuya düştü.

Üzerine epey toprak döküldü ve nihayetinde birisi onu o kuyudan çıkardı.
Toprak üzerine döküldüğü için, bu dünyada iki nefeslik ömrü kalmıştı.

O iyi yaradılışlı gencin adı Muhammed idi.
Ahirete göçmek için bir adımlık yolu vardı.

Babası onu bu halde görünce dedi ki:
“Ey oğul! Ey gözümün ışığı!Ey babasının canı!
Ey Muhammed, babana bir iyilik yap da konuş!”

Oğul:
“Söz nerede? Muhammed nerede? Oğul nerede? Kimse kaldı mı?” dedi ve ruhunu teslim etti.,
/
Ey basiret sahibi, Hakk yolunun yolcusu, sen de bir bak Muhammed nerede, Adem nerede?
/
Adem artık nerede?
Zerreler nerede kaldı?
Cüz’lerin ve Küll’lerin adı nerede kaldı?
Yer, dağ ve deniz nerede?
Nerede gökyüzü?
Peri,cin ve insan nerede? Melek nerede?
Şimdi nerede topraktan yaradılmış yüzbinlerce vücud?
Nerede şimdi o yüzbinlerce temiz can?
Can verirken can çekişmeler nerede kaldı?

Kimse yok şimdi.
Nerede can ile ten?
Bunların tümü bir Hiç!
Her iki alem ve bunlar gibi ne varsa, var olanların tümüne cila vurup baksan,
Sana ölümden sonraki alem görünür.
Kalburun üzerinde kalan bir Hiç’ten ibaret olur.
/

Hikaye:

Basireti açık, yüreği temiz, gönlü sırlara vakıf olan Hemedan’lı Yusuf, şöyle der:

“Yıllarca göğün en yüksek noktasına çık, sonra yerin en alt noktasına var.
Geçmişte var olan, halen var olan ve gelecekte var olacak olan ne varsa,
ister kötü ister iyi, bütün zerreler, hepsi Hakk’ın varlık denizinden bir damladır.
Varlık yokluktan zuhur etmiştir veya onun döneceği yer yine yokluktur, ne fayda?”
/

Ey saf kalbli kimse, bu vadi öyle kolay değildir, ama sen bunu cehaletinden kolay zannediyorsun.

Eğer bu yol senin gönül kan'ından deniz gibi olsa bile,
bu yoldaki sayısız menzillerden ancak birini aşabilirsin.

Her an bir dünya yol gitsen de,
baktığında bunun ilk adımın olduğunu görürsün.

Hiçbir salik bu yolun sonuna eremedi.
Kimse bu derdin dermanını görmedi.

Bir kere durdun mu taş gibi kaskatı kesilirsin.
Gah murdar olursun! Gah ölürsün!

Yola koyulur devamlı koşarsan, sonsuza kadar kervanın çağrısını duyamazsın.
Ne senin yol almanın faydası var. Nede durmanın.
Ne ölmende bir iyilik var. Nede doğmanda.
İçine girdiğin işler çok güç, ama ne fayda?
İş zor, üstadın yoksa, ne fayda?
/

Ey sessizliğe gömülen, hem bekle, hem bekleme.
Tamah etmeyi bırak.
Ama aynı zamanda çalışıp çabalamaktan da geri durma.

Hem amel işle, ilahi emir ve yasaklara uy,
Hemde yaptığın amelleri hesaba katma, onlara önem verme.

Elinden geldiği en iyi şekilde amel işlemeye bak,
ama aynı zamanda onları değersiz say.

İşin sonunda amellerin bir etkisi görülür ve bir derman olursa,
O zaman amellerin makbul olmuş olur.

Eğer amellerin bir etkisi olmazsa,
o zaman işsiz kalmak ve burada harcadığın zamanı telafi etmek için çok fırsatın olacak.

Yaptığın amelleri unut.
“Yapmak ve Yapmamak sözcüklerinin anlamı budur.”

Yapılması gereken bilinmezken, sen ne olduğunu nasıl bilirsin?
Ola ki bilebildin ve amel işledin.
Talepsizliğin ve İstiğna’nın ne olduğuna bir bak da,
sonra ister mutrip ol, ister ağıt yakıcı.

İstiğna şimşeği burada öyle bir çakmıştır ki,
onun hararetinden yüzlerce cihan yanmıştır.
Burada yüzlerce cihan Hakk ile yeksan olmaktadır.
Öyleyse bu vadide cihan kalmamışsa, endişeye ne gerek var ki?
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

pehlivan yazdı:Bilseydim susardım.
bende aynı düşünmekteyim,
bilseydim susardım,
hala bilmiyorum,
hiç bir zaman da bilemeyeceğim gibi geliyor,
ama susmak için bilmeyi beklememek lazım galiba.
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

Hikaye:

O akılsız filozofu görmüşsündür, önüne bir hesap tahtası alır,
sonra o levhanın üzerine toprakla şekiller çizer,
durağan ve hareketli yıldızları resmederdi.

Gök ve yerin resmini çizer, şundan bundan hükümler çıkarırdı.

Levhanın üzerine yıldızları ve burçları resmeder,
onların batışını ve yükselişini hesaplardı.

Uğursuz ve saadetli vakitleri çıkarır,
doğum ve ölüm evlerini belirlerdi.

Kutlu-kutsuz zamanları tesbit ettikten sonra,
o levhanın köşesinden tutar, üzerindeki toprakları temizlerdi ve
o levhanın üzerinde sanki daha önceden hiç şekil yokmuş gibi olurdu.

Bu iç içe dolanmış alemin hali de,
işte bu hesap tahtasının görüntüsü gibi yokluktur.

Sen buna güç yetiremezsin, bir köşeye çekil.
Bunun etrafında fazla dolaşma, bir kenara otur!
/

Tüm erkekler ve kadınlar iki alemden hiçbir iz taşımadan çekip gittiler.
Sen bu yoda yürümeye takat yetiremezsin,
dağ gibi olsanda bir saman çöpü kadar değerin yoktur.
/

Hikaye:

Anlatılır ki, sır ehlinden adam gibi bir adama, sırlar aleminden perde açıldı.

Gaipten bir ses ona:
“Ey ihtiyar, ne istiyorsan çabukiste ve al git.” Dedi.

Yaşlı adam dedi ki:
“Ben, bir çok peygamberin devamlı belaya duçar olduklarını gördüm.
Nerede bir sıkıntı ve bela varsa,
onların hepsi peygamberlerin karşısına çıkıyordu.

Peygamberlerin nasibi bela iken,
bu garib ihtiyar rahata nasıl ersin?

Ben ne izzet isterim, nede aşağılanma,
keşke kendi acizliğimle baş başa bıraksaydın beni.
Büyüklerin nasibi dert ve sıkıntı iken,
küçükler hazine ve zenginliği nasıl elde edecekler?
Peygamberler herkesten fazla bu sıkıntı ve meşakkate katlandılar,
ama benim buna gücüm yetmez, çek elini benden.”
/

Sana faydası olmayacaksa,
can-u gönülden de söylesem neye yarar?

Her ne kadar tehlike denizine düşmüşsen de,
bir köpük gibi suyun üstünde kalmışsın.

Eğer derin okyanusun timsahından haberdar olsaydın,
hiç böyle bir yola girer miydin?

Önce zanna kapılıp perişan bir hale gelir,
Sonrada içine dalıp çaresiz kalınca canını nasıl selamete ulaştırırsın?
/

Hikaye:

Bir sinek rızkı için dolaşırken bir köşede bir arı kovanı gördü.
O bala olan arzusuyla coştu,
kendini kaybetti ve bağırmaya başladı:

“Nerede bir yiğit?...
Ben zavallıdan bir arpa tanesini alıp da beni kovanın içine sokacak soylu kişi nerede?
Vuslat isteğim ahh bir gerçekleşse!
Çünkü arı için en güzel yer balın yanıdır.”

Biri onun işine bir çıkış yolu buldu.
Ondan bir arpa aldı ve onu içeri soktu.

Sinek balın içine dalınca, eli ayağı bala bulandı.
Çırpındıkça yoruldu, gücü kesildi.
Çabaladıkça daha da yapıştı.

Feryada başladı:
“Mahvoldum, bal bana zehirden daha fazla zarar verdi.
İçeri girmek için bir arpa tanesi vermiştim.
Şimdi bu çaresiz durumdan kurtulmak için iki arpa tanesi veririm.”
/

Bu vadide kimse bir an boş durmasın,
kemale ermişin dışında kimse burada bulunmasın!

Ey zavallı gönül,
ne zamandır günlerini gaflet içerisindegeçirmektesin.
Bütün ömrünü heba ettin,
artık bir şey kazanmak için yeniden bir ömür nerede?
Kalk ve bu zor vadiyi kat et.
Kanatlarını aç.
Can ve gönülle bağını kopar.
Can ve gönülle yoldaşlık ettikçe, müşriksin ve müşriklerden de gafilsin.
Bu yola canını saç.
Gönlünü feda et.
Yoksa istiğnadan seni geri çevirirler.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

/
Hikaye:

Hırka sahibi ünlü bir şeyh vardı,
bir köpek bakıcısının kızı onun aklını başından aldı.

O dilberin aşkıyla öylesine zelil oldu ki,
gönlündeki kan, deniz dalgaları gibi kabarıyordu.

Kızın yüzünü görmek ümidiyle,
gece onun mahallesinde köpeklerle birlikte yatıyordu.

Bu durumu öğrenen kızın annesi ona:
“Ey şeyh yolunu nasıl böyle şaşırdın?
Şeyh isteğini elde etmek istiyorsa, bilir ki bizim mesleğimiz köpek bakıcılığıdır.
Eğer bizim gibi olur, köpek bakıcılığı yaparsan, bir yıl sonra nikah kıyar,düğün yaparsın.” Dedi.

Şeyh aşkını terk edemediği için, hırkasını attı ve derhal işe girişti.
Elinde bir köpekle pazara gitti.
Bir yıl boyunca bu işle uğraştı.
Onun dostu olan bir sufi, şeyhi bu halde görünce şöyle seslendi:

“Ey değersiz kişi!
Otuz yıl boyunca adam gibi adamdın.
Bunu niçin yaptın? Senin bu yaptığını kim yapmıştır ki?”

Şeyh ona şöyle seslendi:
“Ey gafil. Lafı fazla uzatma! bu hadisenin üzerinden perdeyi kaldırırsan, iş değişir.
Bu sırları yüce Allah bilir.
Dikkat et.
Bu işi sana döndürüverir.
Senin bu kınamanı görürse, köpeği benden alır, senin eline veriverir!”
/

Sana daha ne kadar anlatayım?
Bu yolda çektiğim dertle gönlüm kanla doldu da bir an bile bir yol eri karşıma çıkmadı.
Ben boşu boşuna anlatıp durdum,
ama aramızdan bu sırrı anlamaya çalışan çıkmadı.

Eğer siz bu yolun sırrına ererseniz,
ancak o zaman benim sözlerimi anlarsınız.

bu yolla ilgili bundan fazla ne konuşsam faydasız.
Çünkü herkes uykuda.
Onlara rehber olacak kimse nerede?
/

Hikaye:

Bir mürid şeyhine:
“Allah katındaki sırlardan bana bir sır söyle.” Dedi.

Şeyhi ona cevap verdi:
“Uzak dur! Siz daha buna hazır değilsiniz. Önce hazırlıklı olun. O zaman bir sır veririm.
Pislik içindeyken misk koklamanın ne faydası var.
Sarhoşlar arasında sırrı açmanın ne faydası var?”
/
/
/

[Beşinci Vadi: TEVHİD VADİSİ]

İstiğna vadisinden sonra önüne Tevhid Vadisi gelir.
Tefrid ve tecrid menzili önüne çıkar.

Bu vadiye yönelenler, eşitlik iddiasında bulunurlar.
Sayılar az da olsa, çok da olsa,
hepsinin bu yolda “birlik”te birleştiğini görürsün.

Çünkü sürekli bir içinde birler bulunduğundan, hepsi bir içinde bire dönüşürler.

“Ehad” “Bir” olan, senin zannettiğin “bir” değildir.
O “bir” senin bildiğin matematikteki “bir” sayısıda değildir.

Madem ki O sınırsız, bu da sayısızdır,
o halde ezel ve ebedle ilgini kes.

Ezel adındaki nokta kaybolup, öyle bir şeyin varlığı farz edilemediğine,
diğer yönden Ebed de sonsuz ve sınırsız olduğuna göre,

bu durumda ortada herhangi bir şey nasıl kalabilir?

Madem ki her şey bir hiçliktir ve bütün bunlar da bir hiç.
Öyleyse hakikatte bunlar karışıklıktan başka bir şey değildir.
/

Hikaye:

Bir derviş, meczubun birine:
“Alem nedir? Bütün bu eşyanın sırrını açıkla?” dedi.

Meczup şöyle cevap verdi:
“Bu alem nam ve şöhretten ibarettir.
Yüz çeşit rengarenk mumdan yapılmış bir ağaç gibidir.
Biri bu ağaca elini sürdü mü, şüphesiz hepsi bir muma dönüşür.
Madem ki her şey mumdan ibarettir.
Başka bir şey değildir.
O halde bu kadar renk tek bir şeyden ibarettir.
Her şey bir oldu mu, orada ikilik kalmaz.
Ne benlik kalır, nede senlik.”
/

Hikaye:

Yaşlı bir kadın Ebu Ali Farmedi’nin yanına gitti.
İçinde altın parçaları bulunan bir kağıdı ona göstererek,
“Bunu benden al!” Dedi.

Şeyh ona:
“Artık Hakk Teala’dan başkasından bir şey almamak için kendi kendime ahdettim.” Cevabını verdi.

Yaşlı kadın hemen dedi ki:
“Ey Ebu Ali, sen nasıl böyle şaşılaştın?
Sen bu yolda meseleleri çözecek bir adam değilsin.
Sen şaşı olmasaydın ondan başkasını nasıl görürdün?”
/

Orada hakikat erinin gözüne yabancı bir varlık görünmez; çünkü orada ne Kabe vardır, nede kilise.
Hem sözleri aşikar olarak ondan dinler, hemde varlığından sıyrılıp onda baki kalır.
Hem bir an bile ondan başkasını görmez.
Hem de onun dışında kimseyi ebediyen bilmez, tanımaz.
Hem onda, hem ondan ayrı, hemde onunla birlikte olur.
Bu üç halin dışında bulunması hakikat eri için daha iyidir.

Vahdet denizinde yok olmayan kişi, görünüşte adam olsa da, er olamaz.
Hünerli ve kusurlu kimselerin Hakk’ın katında bir güneşi vardır.
Sonunda bir gün gelir o güneş, onu kendine çeker ve hicabı ortadan kaldırır.
O kendi güneşine erişince, bil ki, iyide, kötü de, biter.
Ortadan kalkar.
/

Senin nefsani istek ve arzuların var oldukça, iyi ve kötü de orada var olur.
Bunlardan kurtulduğun zaman, hepsi hayal ve kurutudan ibaret kalır.

Kendi varlığından kurtulamazsan, iyi ve kötüyü görmeye devam edersin.
Kat edeceğin yol da uzadıkça uzar.
Aslında sen yokluktan var oldun,
ama sonra kendi varlığına bağımlı kaldın.
Keşke başlangıçta neysen öyle kalsaydın, yani varlıktan nasibin olmasaydı.
/

Kötü sıfatlardan tamamen arın, sonrada elin boş toprağa karış.
Sen bedeninin içinde ne tür pislikler ve külhanların bulunduğunu nereden bileceksin?

Yılanlar, akrepler ve çıyanlar senin içinde bir örtünün altına gizlenmiş, hepsi uykuya dalmıştır.
Biraz onlara fırsat verecek olursan, hepsini yüz ejderhaya dönüştürürsün.

Herkesin yılanlarla dolu cehennemi vardır.
Bu zararlı yaratıkları varlık cehenneminden boşaltmadığın sürece, iş aynı şekilde devam edecektir.

Sen bunlardan birer birer kurtulursan,
toprağa girdiğinde rahat uyursun.
Yoksa toprağın altında yılanlar ve çıyanlar kıyamet gününe dek seni sokup dururlar.

Bu arınmadan bihaber olan, kim olursa olsun toprak kurdudur.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

...
Ne tuhaf bir şeye dikkatim çekildi bu sabah.
Hayret etmek bizim vazifemiz ve vasfımız olduğu için,
hayret içerisinde kalmaktan kendimi alamadım.
Bu tuhaf denkleşmeden de bir nasihat ve uc yakalayabilmek adına,
kendimi bu durumu düşünmek safhasında rahat bırakmaya karar verdim.

Tam bir sene evvel aynı tarih ve aynı isimdeki ay ve günlerde bu çalışmaya odaklanmışım.
aradan bir sene geçip yine aynı noktaya ulaşmadan ise, ne elimi sürmüşüm,
nede aklıma bu sahaya bakmak gelmiş.

Kendi içimde ne kadar çok okumuş ve düşünmüş olursam olayım.
Çalışma bakımından bir döngünün tamam olması bekletilmiş sanki.

Bu çok yüksek bir sırlı açılımdır, demek değil elbette.
zaman içerisinde okuduklarımdan elde edebildiğim algılama ve kazanımlar çok olgunlaştılarda,
artık birşeyleri bilmeye başladım demek de değil.

Ama dairenin iki ucunun bir hale gelebilmesi,
iki ucun en nihayetinde, bir yerde, bir şekilde
muhakkak kendisini tamamlama,
"bir etme" çabasında olduğuna dair çok belirgin bir örnek durumunda bu bence.

Hepimizinde böyle asla rastlantı olmayan döngüler yaşadığından çok eminim.

bu zamandan ileriye bakabilmek kabiliyetimiz çok zayıf,
ve önümüzü görebilmek için yeterli donatılardan da eksiğiz,
hep kendi kendimize çekmiş olduğumuz set ve perdelerden dolayı,
"kabullenilmiş düşünce kalıplarımızın rahatını kaçırmamak" tarzındaki bir tutumumuzdan dolayı,

kıyas,şartlanma, irdeleyememe, ve manaya sirayet edememe, alışkanlıklarımızdan dolayı,
veya
benim henüz tahlil edemediğim bir çok farklı sebeplerden ötürü,
eğilmez,bükülmez,şekile girmez ama
bir o kadar da kırılabilir, esneklikten yoksun, kıvam kazanamamış düşünce yapılarımız sebebiyle,
birçok ortada olan şeyi görememekte, algılayamamakta,mahrum kalmaktayız.

Bir sene de neler olmuştu ki, yol yine aynı noktaya ulaşmış,
kendisini bir yerde "birleştirmiş" idi.
buraya yeniden dönüp geleceğine dair en ufak bir planımda olmamıştı üstelik.

Bana sorulsa, "kendim karar vermiş, bu bölümü buraya taşımayı istemiştim"
Hayret ki, bunu dileyen ben değilmişim.
Ben neymişim o zaman?
Neden "ben yapmaktayım" zan etmekteymişim bir de?
Ve bu derece dışından nasıl bakabilmekteymişim, içiçe olduğum bu duruma?
İçiçe demek dahi "birşey diğerinin içinde" demek.
Yani iki tane şey var ve "sınırları ortadan kalkmamış olduğu halde bir arada" demek.

Oysa "sınır yok"denildi az evvelki bölümde,
"son yok" denildi.

Nereden çıkmakta o halde bu "sınır" ve "son" kelimeleri ve elbette ki manaları?
Bu mesele, ayrıca ele alınmalı bence.
Paranteze kundaklayalım o halde, biraz daha serpilmesini bekleyip, sonra meşgul olalım bu mana ile. (sınır yok! son yok!)

Durum git gide eğlence dozajını artırmakta.
artık tiryakilik ve bağımlılıktan çok öte bir hale dönüşmeye başladı herşey.

bir sene evvel aynı dönemlerde başlamış,
ve şu an ne durumda olduğunun farkında olamadığım başka düşünce ve yaşama planlarım da var mıydı?
Var ise, onlar neydi acaba?
Bir döngüyü ben takip etmesem de,
o nasıl olup da kendi gideceği yolu bilmekte?
Ve böyle sorgusuz ve hesapsızca, "ben"den bağımsız ve olabildiğine hür yürüyüşünü sürdürmekte.

o kadar "ben" dim madem, neden bunlardan hiç haberim olamadı?
Ya başka bilemediğim, göremediğim döngüler hala çalışmakta olduğu için
hayatımı yeni sürprizlere doğru sürüklemekte ise,
ya ben bu sürüklenme içerisinde memnuniyetsizlik yaşayabileceğim başka bir alana da kayabileceksem.
burada (memnun olmak-memnuniyetsizlik duymak) tabiri neden aklıma geldi şimdi?
bu kesinlikle bir korku hatta birden çok ve kalabalık korku duygularının kendisini hissettirmesi mi?
yoksa neler olacağına dair bilinmezliklerin getirdiği tedirginlik duyguları mı?

oysa ayırt etmemek gerekiyordu hiçbir şeyi.

her şeyi zıtları ile zevk edebilmek marifeti içindi her hamlemiz, her adımımız.
Daha o zevk harmanına dahil olamayışımız ne kadar açıkça ortada.
Daha! demek de yine bir ümit etme duygusu içerdiği için, burada yine memnun bir ifade yayıldı ruhuma.

İnsan Kalb'inin, Ruh'unu neresine dokunsa bir tını, bir sinyal almakta.
bunları izleyebilmek, içine doğru yavaş da olsa süzülebilmek demek belkide.

Sabah saati (tatil ve kesinlikle henüz sabah ve güne başlamak için çok erken bir saat)
aklımın şu işlerine mi hayret edeyim,
gelip burada bunları sıraladığıma mı şaşayım.

herkesin sessiz sedasız yürüdüğü yolları bir ben mi böyle çığırtkanlar gibi yürüyeceğim?
Sussan ya Kalb'im,
çok konuşmakta fayda olsaydı, hazineler gecenin sessizliğine saklanır mıydı?
Mirac'a herkes uykudayken çıkmadı mı senin peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem)

Geceleri uyuyamıyorum.
Kulaklarımda sessiz bir zamanı algılamayalı öyle çok zaman oldu ki,
sessiz sedasız bir uykuya hasretim epeydir.
Kim bunlar bilmiyorum,
konuşanlardan geçti bana bu susmama(susamama) huyu galiba.

Her yaşadığını da ortaya sermek huyu nereden geçti onuda bulmalı.

Tüyurname'yi okumak böylesi bir güzellik ise,
onu yaşamak ve yazmak neydi acaba?

çok hazineler ve hazine sultanları var Rabbimizin.
Var imiş ve geçmiş demeyeceğim.

Bir yıl kendisiyle meşgul edip, kendimizi hamur gibi yoğurtturup
tam sene-i devriyesinde düğümleri seren bir eser "mış" ve "dı" olamaz.

Güzellikler Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden inşaallah ve hamdolsun. Amin.
Eksik kusur şu hal-i rezilemizden ve edebe muhayyir hallerimizdendir affola inşaallah. Amin.

Kalkıp Kabristana gideyim,
Atalarımın,sevdiklerimin, hane-i daimi ve hane-i saadethanelerine vasıl olayım,
koşulsuz daima buyur eden gönüllerine selam ve ikramlar sunayım.

"Sizin halinizle hallenmek uzak değil" diyeyim. Akl'ıma mihman olsun hissettiklerim,
Aldanma Kalb'im, bak işte toprak evlerde ne toprak bedenler yatmakta, ne masallar saklı,
Sall etmeye gayret et ki şimdiden inşallah, çünkü imkansızlık alemi burası ,oraya geçtikten sonra
ne yazdıysan ancak onu okuyacaksın, şimdi yaz yazabildiğin kadar da,
yazdıklarını okumak zamanı mahrum olanlardan olma"
diyeyim.

Kalbim! tut elimden hadi, bugün seni sonu ve sınırı algılama dersine götüreceğim.

.....
Resim
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

/
Bu mecaz sözlerle daha ne kadar oyalanıp duracaksın Ey! Attar?
Tevhid sırlarını anlatmaya devam et.

Hakk yolunun yolcusu bu makama ulaşınca, makamı ortadan kalkar.
Ortadan kalkar, çünkü O zuhur eder.
Dilsiz olur, çünkü O konuşmaya başlar.
Cüz olur, Küll’e döner. Sonra ne Küll kalır, nede cüz.

Öyle bir hal meydana gelir ki, ne can nede azalar ortada kalır.
Suret suretlikten, sıfat sıfatlıktan, can canlıktan, uzuv uzuvluktan çıkar.
Yüzbinlerce yüzbinler çıkar.

Bu garip sırrın mektebinde, dudakları kurumuş yüzbinlerce Akl’ı görürsün.
Akıl burada nedir ki?
Kapı dibine yığılmış, doğuştan sağır bir çocuktur.

Bu sırrın bir zerresi kimi aydınlatmışsa, o şahıs iki cihan mülkünden yüz çevirmiştir.
Böyle bir kimse, bir kıl ucu kadar bile ortada yokken,
ve varlık davası gütmezken, niçin bir kıl gibi dünyadan yüz çevirmez?

Bu vadiye ulaşmış kimsenin artık varlığı ve varlık iddiası kalmamış olsa da,
varlık ve yokluk söz konusu olsuğunda yine vardır.
Çünkü o kendinden fani olup Hakk’ta baki olmuştur.
/

Hikaye:

Lokman-ı Serahsi dedi ki:
“Ey Allah’ım, yaşlıyım, kendimi kaybettim, yolumu şaşırdım.
Bir kul yaşlandı mı onu sevindirirler.
Eline özgürlük belgesini verip azad ederler.

Ey yüce padişah, bende şimdi sana kullukta simsiyah saçlarımı kar gibi ağarttım.
Ben çok dert çeken bir kulum, sevindir beni.
Yaşlandım, örgürlük belgemi ver, azad et beni.”

O sırada gaipten bir ses geldi:
“Ey Hakk hareminin seçkin kulları arasına girmiş olan er!
Kim kulluktan kurtulmak isterse, Aklını kaybeder, sorumluluğu da kalmaz.
Sen bu ikisini de terk et, bu yola adım at.”

Lokman-ı Serahsi:
“Ey Allah’ım, ben daima seni istiyorum,
bundan sonra bana akıl ve sorumluluk gerekmez.” Dedi.

Sonra akıl ve sorumluluk bilincini kaybetti.
Ayaklarını vurarak, ellerini çırparak divanelik alemine daldı.

Dedi ki:
"Artık kim olduğumu bilmiyorum. Kul değilim artık. O halde ne’yim?
Kulluk sona erdi ama özgürlük de kalmadı.

gönlümde gamdan neşeden zerre kadar eser yok.
Beşeri sıfatlardan arındım, ama sıfatsız değilim, yine de bir sıfatım var.

Arifim, ancak biliyorum ki hiçbir şey hakkında bilgiye sahib değilim.
Bilmiyorum, sen ben misin?
Yoksa ben sen miyim?
Sende kayboldum, benliğimi yitirdim. İkilik de yok oldu.”
/

Hikaye:

Kazara birisinin sevgilisi suya düştü.
Aşığı da ardından aceleyle kendini suya attı.

İkisi birbirine ulaşınca sevgilisi ona sordu:
“Hey hiçbir şeyden haberi olmayan, tamam ben suya düştüm de, sen suya neden atladın?”

Aşığı dedi ki:
“Ben kendimi suya attım, çünkü kendimi senden ayırt edemiyordum?
Uzun zamandan beri ben,senin benliğinde kayboldum gittim.
Sen mi bensin, yoksa ben mi sen.
Bu ikilik ne zamana dek sürecek?
Ben seninleyim, ya senim veya sen sensin.
Sen ben, ve ben de sen, olmaya devam ettikçe, her iki ten bir ten olsun, vesselam.”
/

Senlik benlik sürdükçe şirk devam eder.
Bu ortadan kalktı mı tevhid güneşi seni aydınlatır.
Sen O’nda fani ol.
İşte tevhid budur.
Tevhide gark oldun mu, bu kaybolmuşluğu da unut, işte tefrit budur.
/

Hikaye:

Anlatıldığına göre, kutlu ve mutlu bir günde Sultan Mahmud’un önünde askerleri geçit töreni yapıyordu.
Meydan sayısız asker ve fille dolmuştu.

Sultan ileride bulunan yüksekçe bir tepenin üzerine çıktı.
Yanında Ayaz ve vesiri Hasan’da vardı.
Her üçü de orada ordunun geçişini seyrediyordu.

Bütün yeryüzü, karınca ve çekirgelerin her yeri kapladığı gibi, filler ve askerlerle kaplanmıştı.
Cihan böyle bir ordu görmemiş ve kimse bundan daha fazla kalabalık askeri izlememişti.

Sonra şöhretli sultan, has kölesi Ayaz’a dönüp şöyle dedi:
“Ey evlat! Bu kadar asker ve fil benim,
ama ben sahib olduğum her şeyle birlikte seninim.
Benim sultanım sensin!”

Görkemli sultan bunları söylerken, Ayaz öylece duruyor hiç aldırış etmiyordu.
Sultan’a hiç saygı göstermedi,
Şah bana bunu söyledi diye cevap vereyim demedi.

Bunu gören Hasan sinirlendi:
“Ey köle Sultan sana bu kadar saygı gösteriyor da,
Sen böyle saygısızca umursamadan dikilip duruyorsun,
Sultan’ın önünde eğilip, kulluğunu yerine getirmiyorsun.
Neden edepli davranıp saygı göstermiyorsun?
Sultan’ın huzurunda böyle yapma, Hakbilmezlik olur.”

Ayaz bunları işitince dedi ki:
“Buna uygun iki cevap var.
Bu yolunu kaybetmiş kulun, riyasız bir biçimde Sultan’ına hizmet etmesi için,

Ya onun huzurunda hakir ve zelil bir şekilde yerlere kapanması,
Ya da, inleye inleye söz söylemesi gerekir.

Sultan’a karşı her iki davranıştan da kaçınmalı,
Hatta kendini zavallı ve değersiz saymak bile bir tür eşitlik anlamına gelir.

Ben kimim ki böyle bir işe kalkışayım.
Herkesin içinde kendimi ortaya çıkarayım?
Kul da O’nun, ihsanda.
Ben kimim ki? Ferman O’nun fermanı.

Bu kutlu padişah, her zaman gösterdiği Lutfu, Ayaz’a bu günde gösterdi.
İki alemde de hutbesi okunsa, bilemem O’nun Lutfuna karşılığı ödenir mi?

Ben bu meydanda nasıl görünür, nasıl ortaya çıkarım?
Ben kim olurum veya niçin kendimi öne çıkarırım?
Ne saygı gösterir, nede saygı için önünde eğilirim.
Ben kim oluyorum ki onun karşısında durayım?”

Hasan, Ayaz’ın söylediklerini duyunca şöyle dedi:
"Ey kadir kıymet bile Ayaz, Aferin sana!
Senin Sultan’ın yüzlerce Lutuf ve ihsanına layık olduğunu bende tasdik ettim.”

Ardından Hasan, Ayaz’dan diğer cevabı da söylemesini istedi.

Ayaz şöyle dedi:
“Onu senin yanında açıklamak uygun olmaz.
Sultanla ben yalnız kalsaydım, ben bu sırra mahrem olurdum.
Fakat sen bu sırra mahrem değilsin, nasıl söyleyebilirim ki, sen Sultan değilsin!”

Sultan Mahmud derhal Hasan’ı oradan gönderdi.
O da gidip askerlerin arasında yerini aldı.
O halvette ne biz kaldı, nede ben.
İnce bir kıldan ibaret olsa dahi Hasan’da ortadan kalkardı.

Sultan:
“İşte halvet vakti geldi, o mahrem cevabı bana açıkla.” Dedi.

Ayaz dedi ki:
“Sultan Lutfunun olgunluğuyla bu yoksula her ne zaman bir baksa,
O bir bakıştaki parıltının ışığıyla varlığım büsbütün mahvoluyor.

Sultan’ın şevket güneşinden haya edip o anda ortadan kalkıyor, yok oluyorum.
Benim varlığımdan bir eser kalmayınca, hizmet için senin önünde secdeye nasıl kapanırım?
O anda karşında gördüğün ben değilim, O da cihan sultanıdır.

Sen, ister bir, ister yüz Lutufta bulun, efendiliği kendi kendine yapıyorsun zaten.
Güneş ışığında kaybolan bir gölgeden nasıl bir hizmet beklenebilir?

Senin Ayaz’ın, senin sokağında bir gölge gibidir, o da yüzünün güneşinde kaybolmuş.
Kul kendi varlığından fani oldu mu, ondan eser bulunmaz.
Sen ne yaparsan yap fark etmez, o ortada kalmaz.”
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

[Altıncı Vadi: HAYRET VADİSİ]

Tevhid vadisinin ardından önüne “Hayret Vadisi” çıkar.
Burada işin gücün hep dert ve hasretten ibarettir.

Burada her nefes sanki sana bir kılıç darbesi gibi gelir.
Her an bir üzüntüyle karşılaşırsın.

Ah edip dertlenir, yanarsın!

Bu hayret makamında gece ve gündüz zamanın dışındadır.
Ne gece vardır, nede gündüz.

Bu vadiye giren yolcunun vücudundaki her kıldan,
kılıç değmeden kendiliğinden kan akmaya başlar,
“Eyvah!” yazar durmadan.

Bu yolcu donuk bir ateştir.
Yada bu dertle yanıp tutuşan bir buzdur.

Hayrete düşmüş yolcu bu makama varınca şaşkınlığa düşer, yolunu yitirir.

Ona,
“Sarhoş musun, ayık mı; var mısın, yoksa yok mu?
Ortada mevcut musun, değil mi?
Yoksa bir kıyıda mısın; gizli misin, aşikar mı?
Fani misin; baki mi, yoksa her ikisi mi?
Yoksa ikisi de değil misin?
Bu görünen sen misin, değil misin?” diye sorsalar,

O;
“Ben gerçekten söylediğin şeyleri bilmiyorum.
Hatta “bilmiyorum”u da bilmiyorum.
Aşığım ama kime aşık olduğumu bilmiyorum.
Ne Müslümanım, nede kafir.
Peki ben ne’yim öyleyse?

Aşkımdan da haberim yok ama hem aşkla dolu bir gönlüm var,
Hemde içinde aşktan eser yok.” Der.
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »

/
Hikaye:

Bütün aleme hükmeden bir padişah vardı, sarayında da Ay gibi güzel bir kızı.
Güzelliğiyle perileri kıskandırırdı.
O sanki bir Yusuf idi.

Çene çukuru adeta bir kuyuya benziyordu.
Alnına dökülen saçlarda yüzlerce yaralı gönül asılıydı,
saçının her telinin ucu bir cana bağlıydı.

Ay gibi yüzü cenneti andırırdı, kaşları adeta birer yay gibiydi.
Kaşlarından ok yağdırmaya başladığında,
“kabe-kavseyn” bile onu övmeye başlardı.

Mahmur nergisi andıran gözlerindeki kirpiklerden yağan oklarla,
nice aklı başında olanları süluka zorlardı.

Azra’ya benzeyen o güzelin güneş gibi parlayan yüzü,
gökteki aya galip gelmişti.
Onun cana can katan, yakuta benzer iki dudağına, Ruh’ül-Kudüs bile hayran olurdu.

Güldüğünde dudakları Abı-hayat kesilir,
dudaklarından zekat isteyen susuzluktan ölürdü.

Çenesinin çukuruna bakan, tepetaklak o kuyunun içine düşerdi.
AY’a benzeyen yüzüne av olanlar, ipsiz halatsız derhal o kuyuya düşerlerdi.
Sözün özü işte budur.

O sırada padişahın kapısına hizmet etmek için ay yüzlü bir köle geldi.
Ne kölesi!
O öylesine güzeldi ki, güzelliğiyle ay ve güneşi görünmez kılardı.
Bütün alemde onun bir eşi ve benzeri mevcut değildi.

Onun gibi güzelliğiyle ortalığı birbirine katmayan kimse yoktu.
Sokakta pazarda yüzbinlerce insan o güneş gibi aydınlık yüzü görünce, şaşkına dönerdi.

Bir gün tesadüfen padişahın kızı, hükümdarın bu kölesini gördü.
Gönlünü kaybetti, kana bulandı, deli divane oldu.
Aklını kaybetti, aşk ona hükmetti ve tatlı canı acılara gark oldu.

Bir süre kendi kendine düşündü, sonunda kararsızlığı meslek edindi.
Köleye olan aşkından erimekte, ayrılık ateşiyle yanıp tutuşmakta idi.
Yanıp yakılan gönlü, kavuşma isteğiyle doluydu.

Kızın güzel sesli on tane çalgıcı cariyesi vardı.
Hepsi de müzik konusunda yüksek makama sahipti.
Hepsi çalgı çalar, bülbül gibi şakırlardı.
Onların davudi sesleri cana can katardı.

Durumunu derhal onlara açtı,
şerefini ve namusunu göz ardı etti, canından da geçti.
Kişinin canana olan aşkı ortaya çıkınca, can neye yarar ki?

Onlara dedi ki:
“O köleye aşkımı açsam, hem yanlış olur hemde uygun düşmez.
Konumuma çok zarar verir.
Benim gibi birisi hiç, bir köleye denk düşer mi?

Ama hikayemi açıkça söylemezsem eğer, perde ardında ağlaya inleye ölüp giderim.
Kendime yüzlerce sabır kitabı okudum, fakat ne yapayım ki sabrım tükendi, çaresiz kaldım.

O servi boylu güzelden muradımı almak arzusundayım.
Fakat onun da bundan haberdar olmamasını istiyorum.
Bu şekilde maksadımı elde edersem, gönlümün istediği gibi muradıma ererim.”

Güzel sesli cariyeler bunu duyunca, ona şöyle dediler:
“Gönlünü ferah tut.
Biz gece vakti onu gizlice yanına getiririz, onun hiç haberi olmaz bile.”

Cariyelerden biri gizlice o kölenin yanına gitti ve ona:
“Bir kadeh şarap getirdim” dedi.

Cariye şarabın içine bayıltıcı kendinden geçirici bir ilaç kattı.
Köle o şarabı içince kendinden geçti ve güzel cariyenin amacı gerçekleşti.
O gümüş bedenli köle sabahtan akşama kadar kendinden geçmiş bir halde,
İki alemden de habersizdi.

Gece olunca cariyeler sakına çekine o kölenin yanına geldiler.
Sonra onu bir sedyenin üzerine yatırıp gizlice padişah kızının yanına götürdüler.

Hemen onu altın bir tahtın üzerine oturttular, başına mücevherler saçtılar.
Gece yarısı o köle yarı baygın bir halde nergis gibi mahmur gözlerini açtığında,
cennet gibi bir köşk gördü, içinde bir uçtan bir uca altından bir taht vardı.

On tane amber kokulu mum yaktılar.
Odun yerine öd ağacı tutuşturdular.
O güzel kızlar raksa başladığında, kölenin aklı başından, ruhu da bedeninden uçup gitti.
O gece köle, o topluluğun ortasında mumlar arasında parlayan bir güneş gibiydi.

Bütün o güzellikler içinde köle, kızın yüzünü görür görmez kendini kaybetti.
Şaşırıp kendinden geçti.
Ne aklı nede canı kaldı.
Doğrusu ne bu dünyada, neden öteki dünyadaydı.
Gönlü aşkla doldu, dili tutuldu kaldı, zevkten canı ağzına geldi.

Gözü sevgilinin yüzüne dikilmiş, kulakları kızların çaldığı müzikteydi.
Burnunda hoş amber kokuları, ağzında ise şarap vardı.
Kız hemen ona bir kadeh şarap sunuyor,
ardından da bir öpücük veriyordu.
Kölenin gözleri sevgilinin yüzüne bakakaldı.
Kızın yüzünün güzelliği karşısında şaşkına döndü.

Diliyle durumunu anlatması imkansız olduğundan,
gözlerinden yaşlar akıtıyor ve çaresizlikten başını kaşıyordu.
O güzeller güzeli kız da ağlıyor, yüzüne sel gibi gözyaşı akıtıyordu.
Bazen onun şeker gibi dudağını öpüyor,
Bazen de eziyet vermeden öpücüğüne tuzlu gözyaşı katıyordu.
Bazen serkeş zülfünü dağıtıyor,
bazen de iki güzel sihirli gözün içine bakıp kayboluyordu.
Sarhoş köle de o güzel kızın yanında kendinden geçmiş, onun güzelliğine dalakalmıştı.
Köle, doğudan şafak sökünceye kadar o güzel kızı seyretti durdu.
Sabah olup seher yelleri esmeye başladığında, köle sarhoşluktan kendini kaybetti.
Köle uykuya dalınca onu tekrar alıp eski yerine götürdüler.

O gümüş tenli köle ayılıp biraz kendine geldiğinde,
heyecanlandı, çırpındı, ama alınyazısı ve takdir böyleydi,
çırpınmanın bir faydası yoktu.
yoksul ve zavallı olmasına rağmen, sayısız bela ve musibete uğradı.
Elbiselerini elleriyle parçaladı. Saçlarını yoldu. Başına toprak saçtı.

O Tıraz’lı güzele başından geçenleri sordular, dedi ki:
“Bu hikayeyi anlatamam!
Benim sarhoş ve kendimden geçmişken ayan beyan gördüğümü,
kimse rüyasında dahi görmemiştir.
Ben şaşkının başına gelenler,
bilmiyorum başkasının başına geldi mi?
Gördüklerimi anlatmama imkan yok. Bundan daha şaşırtıcı bir sır olmamıştır.”

Onu dinleyenler:
“Kendine gel de başından geçenlerin yüzde birini olsun bize anlat.” Dediler.

Köle şöyle dedi:
“Ben zavallı biçareyim.
Bütün bunları ben mi gördüm, yoksa başkası mı bilmiyorum.
Her şeyi ben bizzat kendim işittim, ama sanki işitmemiş gibiyim.
Her şeyi ben gördüm, ama sanki görmemiş gibiyim.”

Gafilin biri ona:
“galiba sen bir rüya gördün de bu yüzden deliye döndün.” Dedi .

Köle şöyle cevap verdi:
“Ben kendimde değildim ki, gördüklerimin rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bileyim.
Gördüklerimi sarhoşken mi gördüm, duyduklarımı ayıkken mi işittim, bilemiyorum.
Alemde bundan daha şaşılacak bir durum olamaz.
Başımdan geçenler ne aşikardı, nede gizliydi.
Ne anlatabilirim, ne susabilirim, nede ikisinin arasında kendimden geçebilirim.
Ne bir an olsun can’da arınabiliyor, nede ondan bir zerrecik iz bulabiliyorum.
Öylesine güzel birini gördüm ki,
hiç kimse hiçbir şekilde onun gibisini görmemiştir.
Onun yüzünün yanında güneş nedir k?
Allah bilir, bir zerreden ibarettir.
Evet onu önceden gördüm ama bilmiyorum bundan daha fazla ne söyleyeyim?
Ben onu görmüş olsam da, olmasam da, bu ikisi arasında şaşırıp kaldım.”
/

Hikaye:

Bir anne kızının kabrinin üzerine yığılmış, ağlayıp duruyordu.

Bir Hakk eri o kadına bakıp, dedi ki:
“Bu kadın erkeklerin önüne geçti.
Çünkü o bizim gibi değil.
Kim gitti, kimden ayrıldı.
Kim kimden uzak düştü.
Kimin yüzünden böyle kararsız bir hale düştü.
Biliyor.
Ne mutlu biri,gerçeğin ne olduğunu, kimin için ağlaması gerektiğini biliyor.

Asıl benim işim zor.
Çünkü gece gündüz yas içinde oturmuşum,
ama bu alemde yağmur gibi gözyaşlarımı zari zari, inleye inleye kimin için döktüğümü bilemiyorum!

Niçin ağladığımdan haberdar değilim.
Kimden uzak düşüp böyle şaşkına dönmüşüm, bilmiyorum!
Bu kadın benim gibi binlercesinden daha önde,
çünkü kaybettiği şeyden haberdar.
Ben ise bilmiyorum.
Bu üzüntü gönlümü kana boğdu, beni şaşkınlıktan öldürdü.”
/

Gönlün bile ortadan kaybolduğu böyle bir makamda, makam bile yok olur.
Akıl ipinin ucu kaçar.
Zan evinin kapısı yok olur.
Kim bu makama ulaşırsa, kendini ve yön mefhumunu kaybeder.
Avare olur.
Bir kimse bu makama açılan kapıyı bulursa, Küll sırrını bir anda kavrayıverir.
/

Hikaye:

Dervişin biri yolda giderken bir ses duydu.

Birisi şöyle diyordu:
“Anahtarımı kaybettim.
Burada bir aahtar bulan var mı?
Kapı kapalı kaldı, ben ise sokaktayım.
Kapım kapalı kalırsa ne yaparım.
Böyle yaslara batıp kalırsam ne ederim?”

Deviş ona dedi ki:
“Sana kim dedi tasalan diye?
madem ki kapının nerede olduğunu biliyorsun, git,
varsın kapalı olsun.
Kapalı olan kapının önünde oturur beklersin,
Birinin gelip o kapıyı açacağından şüphen olmasın.

Senin işin kolay.
Asıl güç olan benimkisi.
Çünkü canım şaşkınlıktan yanıp yakılmaktadır.
Başımdaki işin ne kapısı var, nede bacası.
Benim ne anahtarım var, nede kapım.
Keşke bu dervişte çok koşsaydı da, açık yada kapalı bir kapı bulsaydı.”
/

Her insanın kısmeti hayali ölçüsündedir.
Hiç kimse halin ne olduğunu bilmez.

“Ben ne yapayım?” diyen kimseye de ki,
“Ne yapayım? demeyi bırak.
Bu zamana kadar bunu söyleyip durdun, bundan sonra söyleme.”
/

Hayret vadisine giren, her nefeste yüzlerce hasret alemine düşer.
Hayret ve şaşkınlık içinde daha ne kadar giderim?
Ayak izlerini silmişler, ben yolu nasıl bulurum?
Hiçbir şey bilmiyorum, keşke bilkseydim.
Eğer bir şeyler bilseydim, hiç böyle hayrete düşer miydim?
Bu makamdaki şikayetlerim şükür oldu.
İman küfre, küfür de imana dönüştü.
/

Hikaye:

Şeyh Nasrabadi dertlere gark olmuş,
yanına hiçbir yol azığı almadan kırk defa haccetmişti.
İşte sana Hakk eri!

Sonra biri onu saçları ağarmış, vücudu zayıflamış, üzerinde sadece bir don çırılçıplak bir halde gördü.
Gönlünde ızdırap, canında hararet, beline bir zünnar bağlamış, elini açmıştı.
Hiçbir davası iddiası kalmamış,
bir Mecusi tapınağının etrafında dönmekteydi.

Onu bu halde gören adam dedi ki:
“Ey zamanın ulusu, senin bu yaptığın iş nedir, utansana!
Bu kadar Hacca gittin, yıllarca şeyhlik ettin,
Bütün bunlardan elde ettiğin kafirlik mi oldu?
Böyle bir iş hamlıktan kaynaklanmaktadır.
Senin yüzünden gönül ehlinin adı kötüye çıkacak.
Bu yaptığını hangi şeyh yaptı?
Seçtiğin yol kimin yolu?
Burası kimin tapınağı biliyor musun?"

Şeyh dedi ki:
“İşim sarpa sardı, evime de malıma da ateş düştü.
Bu ateş sebebiyle harmanım yok oldu.
Adım sanım tamamen kayboldu.
Yaptığım işe bende şaşırdım, hayrete düştüm.
Ben bundan başka bir çare bilmiyorum.
Cana böyle bir ateş düşünce, bende bir an olsun ad ve san bırakır mı?
Böyle bir işe düçar olalı, havradan da Kabe’den de bezdim, usandım.
Sende bir zerrecik hayret belirse, benim gibi yüzlerce hasrete düşersin.”
/

Hikaye:

Seyr-ü süluka yeni başlamış, gönlü güneş gibi parlayan bir derviş, bir gece şeyhini rüyasında gördü.

Ona:
“Hayretten gönlüm kanla doldu.
Söyle, ahrette durumum nicedir?
Senin ayrılığından gönül mumunu yaktım.
Sen gittiğinden beri ben hayretten yanıp yakıldım.
Ben burada hayrete düşmüş, bir sır öğrenmek istiyorum.
Orada senin halin nasıl, söyle bakayım.” Diye sordu.

Şeyh de cevabında:
“Bende şaşkın ve kendinden geçmiş bir durumdayım.
Çaresizlikten sürekli elimi dişlemekteyim.
Biz bu zindanın, kuyunun dibinde, sizden daha fazla hayretler içindeyiz.
Ahrette içine düştüğüm hayretin bir zerresi bile, dünyada kapıldığım hayretten yüz kere daha fazla.” Dedi .
/
Kullanıcı avatarı
simurg
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 928
Kayıt: 01 Haz 2009, 02:00

Re: Feridüddin Attar/ Mantıku't- Tayr

Mesaj gönderen simurg »


[Yedinci Vadi: FAKR ve FENA VADİSİ]

Hayret vadisinden sonraki vadi, “Fakr ve Fena” vadisidir.
Bu vadide söz söylemek nasıl uygun olabilir?

Bu vadi, unutulmuşluk, dilsizlik, sağırlık ve kendinden geçmişliğin ta kendisidir.
Burada, yüzbinlerce sonsuz gölgenin bir güneş yüzünden kaybolduğunu görürsün.

Küll denizi köpürüp coşmaya başladı mı, üzerindeki nakışların kalması hiç mümkün müdür?
Her iki alemde, o denizin nakışlarından ibarettir.

Kim buna “hayır böyle değil” derse boşa konuşmuş olur.
Kim bu Küll denizinde kendini kaybederse, daima huzur içinde olur.

Gönül, bu huzur denizinde yokluk dışında bir şey elde etmez.
Bu yokluktan çıkan kimse arif olur.
Ona bir çok sır verilir.

Fena mertebesine ermiş olan Hakk yolunun yolcuları, kamil erler,
dert meydanına girdiklerinde, daha ilk adımda kaybolurlar.

Kuşkusuz ikinci adımı atacak geride hiç kimse kalmadı.

Ancak herkes ilk adımda kaybolur giderse, er kişi de olsalar sen onları cansız farzet.

Öd ağacı ile odun, ikisi bir ateşe atıldı mı, ikisi de yanar küle döner.
Her ikisi de görünüşte aynıdır.
Küldür.
Ama sıfat itibarıyle aralarında çok fark vardır.

Pis, murdar birisi Küll denizine dalıp da kaybolursa, kendi aşağılık sıfatları da kendisiyle kalır.

[Fakat temiz bir er bu denize dalıp da kendi varlığını kaybederse, ]
[Onun her hareketi denizin hareketi haline gelir, kendi varlığı ortada kalmayınca, daha da güzel olur.]

Onun varlığı hem vardır, hemde yok.
Bu nasıl olur?
İşte bu, aklın idrak edemediği bir şeydir.
/

Hikaye:

Bir gece,sır denizi gibi olan Maşuk-i Tusi, bir müridine:
“Devamlı yan!
Eri!
Aşk derdiyle tamamen yanıp erirsen, zayıflıktan kıla dönersin.
Varlığın bir kıl gibi inceldiğinde, sevgili zülfünde sana da bir yer verir.” Dedi.
/

Kim sevgilinin mahallesinde bir kıla dönerse, şüphesiz sevgilinin saçının bir teli olur.
Sen yol bilen ve tecrübe sahibiysen, dikkatlice bakınca işin aslını öğrenebilirsin.
Eğer varlığından, bir kıl ucu kadar bile iz kalsa, yedi cehennem senin kötülüğüne mağlub olur.
/

Hikaye:

Günlerden bir gün aşığın biri kanlı gözyaşları döküyordu.

Birisi:
“Bu ağlamanın sebebi nedir?” diye sordu.

Aşık ona şöyle cevap verdi:
“Derler ki, kıyamet gününde Hakk Teala Cemal’ini aşikar olarak gösterecek,
Kendi seçkin kullarını onbinlerce yıl misafir edecek, ağırlayacak.
Sonra bir an kendilerine gelecek olsalar,
bir önceki istiğrak haline dönmek için yalvarmaya başlayacaklar.

Ağlamamın sebebi şudur ki,
beni tekrar kendime getirirler ve bir an varlığımdan haberdar ederlerse, işte ben o an kendimle ne yaparım?

Bu dertle kendimi öldürsem yeridir.
Kendime baktığımda sadece kötülükleri görürüm.
Ancak Hakk’la beraberken kendimden geçer bir şey görmem.
Kendi benliğimden kurtulduğumda, varlığım kalmaz.
Kendimden geçer, Hakk’ta fani olurum.”
/

Bir kimsenin varlığı ortadan kalktığında, işte bu Fena makamıdır.
O kişi Fena makamına erdiğini de unutursa, işte buda Beka makamıdır.
/

Ey muzdarip ve perişan gönül!
Yakıcı ateşin üzerine gerilmiş Sırat Köprüsünden geçmeye gücün varsa,
Üzülme, ateş, kandilde yağın etkisiyle karganın kanadı gibi siyah bir is meydana getirir.

Yağ o ateşten geçtiği zaman, artık yağlıktan çıkar, ateşe dönüşür.
Ateşe dönüşüp yanmaya başlayınca, onun alevinden bir is elde edilir.
O is’ten mürekkep yaparlar ve onunla Kuran’ı yazarlar.
Böylece onun varlığı, Kuran’ın kalıbı olur.

Bu maka ulaşmak istiyorsan,
Fena makamından geçip “hiç” ve “yok” olman gerekir.

Önce kendini benlikten kurtar.
Sonra da yokluk Burak’ını önüne kat.
Nefsinden yüz çevir.
Yokluk elbisesini giy.
Fena ile dolu kaseden iç.
Sonra güçsüzlük ve acziyetten başını önüne eğ.
Yokluk taylesanını (örtüsünü) omzuna at.
Hiçlik makamında mahv üzengisine ayağını koy.
Yokluğa karış.

Noksanlık ve eksiklikte perişan olan ve gerçekte var olmayan bele, yokluktan bir kemer bağla.
Dünya gözünü yok et. Kalb gözünü aç.
Sonrada gözüne yokluk sürmesini çek.
Önce yok ol.

Ardından bu yokolmuşluktan da yok ol.
Ve onu unut.

Sonra bu ikinci defa yokolmayı da kaybet.
Bu rahat ve huzur içinde yol almaya devam et ki yokluk alemine varabilesin.
Sende bu varlık aleminden bir kıl ucu kadar bile iz varsa,
yokluk aleminden zerre kadar haberin yoktur demektir.
/

Hikaye:

Bir gece pervaneler dar bir yerde toplanıp, mum aramaya başladılar.
Hepsi birbirlerine,
“istediğimizden birazcıkda olsa haber getirecek birisi gerek” dediler.

Pervanelerden birisi uçup gitti, uzakta bir saray gördü.
Sarayın içinde mumun parıltısını buldu.

Geri döndü, defterini açtı, anladığı kadarıyla onu vasfetmeye başladı.
O topluluğun içinde ileri gelen yüce bir pervane vardı.
“Bunun mumdan haberi yok.” Diye pervaneyi eleştirdi.

Bir başkası gitti, mumun ışığını geçti, kendini mumun alevine attı.
Kanatlarını çırparak, mumun alevine girdi, mumla başa çıkamadı.
O da geri döndü.
Birazcık sır söyledi. Mumla olan visalini anlattı.

Yüce pervane yine konuşmaya başladı:
“Azizim bu bir alamet değil! Sen de diğeri gibi nasıl haber vereceksin ki?”

Bir başka pervane kalktı.
Mestane bir şekilde raksederek gitti.
Ateşin üzerine kondu.
Ateşe sarıldı.
Onu kucakladı ve kendisini onda güzelce yok etti.
Ateş pervaneyi baştan ayağa sardı.
Tüm vücudu ateş gibi kıpkırmızı kesildi.

Diğerlerini kınayan ulu pervane, uzaktan mumun o pervaneyi nuruyla kendi rengine boyadığını görünce,
“İşte sadece o pervane gerekeni yaptı. Kim ne bilsin ki, mumun hakikatini yalnızca o kavradı.” Dedi.
/

Kendini ve varlığını kaybeden işte o pervane, topluluk içinde hakikatten haberdar oldu.

Cisim ve can ile ilgini kesmedikçe, canandan haber alabilir misin?

Varlığının hakikatinden sana kıl ucu kadar bir iz, alamet gösteren, senin katlin için yüzlerce ferman vermiştir.

Bu makamda mahrem olan kimse bulunmadığı için,
Hiç kimse bu makamda kendine yer bulamaz.
/
Cevapla

“Türk Edebiyatı Klasikleri” sayfasına dön