PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Cevapla
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ATA YURT ORTA ASYA

ALPEREN GÜRBÜZER

Orta Asya’nın nerden başlayıp nerde bittiğine dair kesin bir görüş birliği olmamasına rağmen, yine de üç aşağı beş yukarı Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Doğu Türkistan, Rusya ve hatta Pakistan’ın bir kısmını içine alan bir geniş sahadır ata yurt. Dolayısıyla bizim açımızdan genel itibariyle Orta Asya deyince ister istemez göçmen bozkır hayatımız akla gelir. Sadece bozkır mı? Elbette ki hayır. Şu meşhur iki kaynak Seyhun ve Ceyhun ırmağın bu topraklara kattığı berekette var.
Peki, coğrafi yapının ötesinde hatırlanacak bir şey var mı derseniz, işte Roma kapılarına kadar dayanan Attila’yı unutmak mümkün mü? Hele hele Orta Asya’dan kanatlanarak orta çağ iklimini bir anda bertaraf eden Cengiz Han ve Emir Timur ikilisini cümle âlem bilir. Keza Zerdüşt’ünde Azerbaycan civarında doğduğu söylenir. İşte bu ve buna benzer daha nice olaylara tanıklık etmiş bu topraklar Hint ve Helenistik kültürün buluşmasına da sahne olmuştur. Hepsinden en önemlisi buralar İslam bilginlerin doğup dal budak saldığı mekân olma itibariyle de dikkat çekmiştir. Derken bu sıraladığımız unsurlar Orta Asya’nın önemini bin kat daha da artırmış oluyor. Hiç şüphe yok ki, bu doğurgan toprakların her türden fikri bağrında taşıyabilecek yeteneğe sahip olduğu tartışılmaz derecededir.
Bir Alman düşünürün dile getirdiği tarihi ipek yolu üzerinde kurulu olduğu beyanından hareketle, gerek Hindistan gerekse Çin bağlantısının bulunduğu alanda nice seyyahların ve ticari kervanların geçip konuk olduğu güzergâhın adıdır Orta Asya. Belli ki dünyanın en köklü ticari yol üzerinde konumlanmış olması hasebiyle biranda dikkatleri üzerine çekmiş, bu yüzden göçmen kabilelerin gözü kulağı hep buralar da olmuştur. İyi ki öyle olmuş, büyük göçler sayesinde yerleşik hayata geçilebilmiş ve ardından medeniyetlerin buluştuğu nokta özelliği kazanmıştır. Öyle ki; bu coğrafyada imparatorluk düzeyinde ilk oluşum; Medler ve Perslerle başlar. Malum her ikisi de arî ırkına mensup Hint –Avrupa dil ailesindendir. Fakat ilk çağda İran’da kurulan Medleri bertaraf edecek ilk hamle Ahamenidler’den (Persler) gelmiştir. Sonrasında Büyük İskender bastırıp buralara hâkim olmuştur. Hatta İskender Semerkand’la yetinmemiş Sogdiyana’ya da gözünü dikmiştir. Derken o yıllarda Orta Asya da beş yıl süren bir imparatorluk gerçekleştirmiştir.
Mekadonyalı İskender’den sonrası malum; batılıların Ceyhun’un (Amuderya) doğusunda kalan diye tarif ettikleri Transoxiana’ya tam bir sükûnet havası siner. Büyük İskender’in ölümüyle ardından Makedonya imparatorluğu pay edilir. Sadece Makedonya mı? Elbette ki hayır, Maveraünnehir bölgesi de Selevkoslara kalır, ama onlarında iktidarı zayıfladıkça bu bölgeyi önce Sakalar, sonra Çinliler, ardından Kuçanlar, derken Sasaniler ziyaret eder. Sasaniler aynı zamanda dördüncü İran Hanedanlığı ve ikinci Fars imparatorluğunun adıdır. Tabii sonunda buralar Sasanilere de kalmaz. Nitekim Sasanilerin hâkimiyet hevesini kursağında bırakacak bir hadise gelişir. Şöyle ki;
Türklerin tarihe damgasını vurmasıyla birlikte buraların çehresi değişmeye başlar. Yani Türk-Bizans dayanışmasına sahne olur tarih. Nihayet bu ittifakın ardından Fars hâkimiyeti dağılır da. Göktürkler bu işbirliğin semeresini ancak İlteriş’in liderliğinde yeni bir devlet kuruluncaya dek sürdürür. Yani bu durum kısa bir süre devam eder. Daha sonraki yıllarda ise bölgeye güneyden gelen Müslüman Araplar mührünü vurur. İşte bu Müslüman Arap dalgası karşısında Türklerin (Karahanlılar) yeni bir din ile buluşması gerçekleşip, tarih sathı Türkün ruhuna uygun bir izdivaca sahne olur. Dahası Türk’ün alp’ı İslamiyet’le birlikte alperen kimliğine bürünüp Orta Asya bundan böyle Horasan erenlerin soluğuyla nefes alır. Öyle ki; İslam’ın engin ruhu Orta Asya Türkleri için yeni bir tebliğ yurdu haline gelir. Fakat daha sonraları bu topraklar Moğol ve Timurlular arasında el değişecektir. Üstelik bu el değişiminde Cengiz ve Timur Orta Asya’dan ötelere sıçrar da. En nihayet Orta Asya Şeybanilerin hâkimiyeti altına geçer. Malum, Şeyban ismi Cengiz Han’ın torununa nispetle bu ismi almıştır. Bu isim zamanla Özbek ismine terfi eder. İşte Özbek ismi köken itibarı ile buralara dayanmaktadır. Keza, Kazak ismi de öyledir. Yani, Şeyban’dan sonra yerine geçen Ebul Hayr’ın Moğollara yenilmesiyle birlikte bir grup ayrılıp Çağataylara sığınınca ona nispetle kaçan anlamında Kazaklar denilmiştir. Kelimenin tam anlamıyla Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan diye sıkça kullandığımız bu dört önemli isim, aslında Orta Asya Türklüğünün mekânı diye ifade edilen Maveraünnehir’in can damarı hükmünde altın şehirlerdir.
Anlaşılan Orta Asya İslam güneşinin üzerine sinmesiyle bambaşka bir çehre kazanır. Bu açıdan baktığımızda ise; Orta Asya Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a) dönemiyle birlikte sahabe hamuru ile yoğrulmuş ve akabinde Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular ve Harzemşahların ruh kattığı mekân halini alır. Tâ ki bu ruh Moğol kasırgasıyla birlikte Anadolu’ya göç olayının başladığı ana kadar sürer. Her göçün ardından büyük bir medeniyet doğar derler ya, gerçekten de öyle olmuş. Moğol kasırgasının Anadolu’ya sürüklediği Horasan Erenleri, bu seferde Anadolu kiliminin iki yakasından tutup ileride büyük bir cihangir devletin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Malum o cihangir devlet Horasan Erenlerin nefesiyle kurulan Al-i Osmanlı’dan başkası değildir. O nefes öyle bir nefes ki; Osmanlının üç kıtada cihangir olmasına yeter artar da.
Öyle anlaşılıyor ki; Orta Asya ruhu bizi önce bir kelebek misali Anadolu’ya taşımış, daha sonraki asırlarda ise Tuna boylarına kadar kanatlandırmıştır. Hatta kanatlandırmakla da kalmamış gittiğimiz yerlere medeniyette götürmüşüz. Hani her medeniyet bir ilham kaynağına dayanarak yeşerirmiş ya, bizimki de öyle olmuş. Nitekim Orta Asya da Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan Ahmet Yesevi vs. gibi manevi ışık kaynaklarımız oluşan medeniyete öncülük etmişlerdir. Anadolu’da ise Mevlana, Yunus, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli vs. gibi manevi pınarlarımız bu iş için seferber olmuşlardır. Zira Balkanlara da Sarı Saltuk (Muhammed Buhari) gibi gönül sultanları medeniyet köprümüz olmuştur. Kelimenin tam anlamıyla doğuyla batı yakasını birleştiren manevi Mostar köprülerimiz her daim mevcut olup, ruhaniyetleri oralarda dün olduğu gibi bugünde Evlad-ı Fatihan ruhuyla diri tutulmaktadır. Bu gönül mimarlarının kıyamete kadarda devam edeceğine de inancımız tam. Zaten bunca badirelerden sonra yıkılmadıysak biliniz ki bu ruh sayesindedir.
İşte, Semerkand güneşi doğduğu yerde kalmamış buradan Mostar semalarına kadar uzanıp şafakla birlikte sökün etmesini tarihler ancak böyle kayıt edebilmiştir. Ey sevgili diyar! Biz ise her dilde senin adını ancak böyle anabildik. Şairin dediği gibi; Dil bile seni anarken hicabından lal olmuş adeta. O halde fazla söze ne hacet, önce gönül fethi, sonra Fethi Mübin gerçekleşmiş buralarda.
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 13:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

ZEMAHŞERİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

ZEMAHŞERÎ
ALPEREN GÜRBÜZER


Zemahşer Harezm’e bağlı bir ilim kasabası. Zaten kendisi Hicri 467- Miladi 1075 yılında bu kasabada doğmuştur. Harezm’e değer katan en önemli hususiyet her türlü fikrin serbestçe söylenilebilir olan bir mekâna ev sahipliği yapmasıdır. Öyle ki; o dönemlerde camilerde bile fikri tartışmalar doruk noktaya ulaşmıştı. Zira Harezm halkı kimi âlimlerin kendi aralarında yapılan özgürce tartışmalardan rahatsızlık duymayıp, bilakis memnuniyetle izlemeleri birçok kimseleri hayrete düşürmüştür. Sanıldığının aksine özgür düşünce günümüze has bir olgu olmayıp, o devirlerden intikal eden kutlu bir mirastır. İşte böyle bir özgür ortamda Harezm halkı Zemahşerî gibi bir âlim çıkarmasını bilecektir. Demek ki; özgür düşüncenin olduğu yerlerde nice beyin fırtınaların çıkması gayet tabii bir durumdur.
Zemahşer kasabasına nispetle veya orda doğması münasebetiyle ona Zemahşerî denilmiştir. Onun belki de en şanslı yanı meşhur Selçuklu veziri Nizamül Mülk döneminde yaşamış olmasıdır. Çünkü o devirler İslam âleminin ilim yönünden zirve yaptığı yıllardır. Malum ilk ilmi hamlenin müesseseleşmesi Nişabur’da Beyhekiyye medresesiyle başlamış, derken sırasıyla Beyhekiyye, Saidiyye, Nizamiye, Bağdat, Nisabur, İsfahan, Basra, Musul, Herat, Belh, Amid (Diyarbakır) medreseleri takip etmiştir. İyi ki medreseler var olmuş. Zira medreseler sevgi ve ışık ocakları olması hasebiyle nice insanlar buralarda nakış nakış işlenip insanlığa rehber olmuşlardır.
Anlaşılan Zemahşerî altın çağ diyebileceğimiz dönemde adından söz ettirmiş bir bilge dehamız. Belli ki; ilk ilim mayası aileden gelmiş. Nitekim ilk eğitimini baba yanında alıp Kur’an’ı hıfzetmiş bile. Bu arada Zemahşerî küçük yaşta talihsiz bir olay yaşayacaktır. Şöyle ki; kimilerince damdan düşme, kimilerince soğuktan donmuşluk, ya da hayvandan düşüp bacağının kesildiği rivayet edilir. Hatta buna sebep ana etken unsurun kendisinin bir kuşun ayağına ip bağlamasıyla birlikte sürükleyip ayağının telef olduğunu gören annesinin bedduasını almasıdır. Bu rivayet doğru yanlış bilinmez ama netice itibariyle ayağı kangren olma kuşkusuyla kesilir de. O artık hayatını uzun örtüsü altında tahta bacaklı olarak devam ettirecektir. Zira babasının onun oturarak iş yapmaya yönelik terzilik teklif ettiğinde, o bu teklifi kabul etmeyip ilmi tercih eder. Böylece babasına sakatlığının ilim öğrenmeye engel teşkil etmeyeceğinin mesajını verir. 21 yaşına geldiğinde ilim uğruna Buhara’ya gitmiş ancak babası nedeni bilinmeyen bir olaydan ötürü mahpusa düşmüş ve bir süre sonra mahpustayken vefat etmiştir. Buna rağmen babasının yokluğunda ilim yolunda dur durak demeden koşuşturmaya devam etmiştir. Hakeza ilim uğruna devrin birçok ehil âlimlerden ders almayı da ihmal etmeyecektir. Hatta ilim için doğup büyüdüğü topraklardan başka Buhara, Horasan ve Bağdat gibi ilim merkezlerine gitmiş ve oralarda ilmine derinlik katmıştır. İyi ki ilmi derinlik kazanmış, çünkü Nizamiye Medresesinin oluşumunda büyük rol oynamıştır. Buralarda piştikten sonra ver elini Mekke’ye diyerekten ışığın doğduğu kaynağa yol almıştır. Derken Mekke sayesinde Arap Yarımadasını yakından tanıma fırsatı bulup ufkunu daha da genişletmesini bilecektir. İşte bir süre buralarda bulunmasından dolayı kendisine Allame Carullah’da (Allah’ın komşusu) denmiştir. Dahası o, bu süre zarfında Arapçaya öyle vakıf olur ki; bir gün Ebû Kubeys dağından Araplara; “Atalarınızın dilinizi benden öğrenin” diye seslenip kendine olan öz güvenini ortaya koyacaktır. Kelimenin tam anlamıyla o bir dil üstadıdır.
Artık o, uzun bir yolculuğun ardından içini sıla hasreti çektiğinden kendi kendine dönüş kararı alır. İlginçtir dönüşte Bağdat’a uğramayı da ihmal etmez, hatta burada derste okutur, en nihayet 66 yaşına geldiğinde Urgençe yerleşir. Vaktaki ömrünün geriye kalanını burada tamamlayacaktır.
Kendisinin sürekli ilimle iştigal etmesi evlenmeme nedenleri arasındadır. Bu yüzden pek çok eser yazmıştır. Dahası onun hayatında en göze çarpan özelliği itikat alanında Mu’tezile, fıkıh sahasında ise Hanefi düsturlarını metot edinmesidir. Her ne kadar kimi ehlisünnet âlimlerince bir dizi eleştiriye muhatap kalsa da Fahrettin Razı, Ebussuud Efendi, Muhammed Hamdi Yazır gibi nice ehlisünnet âlimlerince de övgüye mahzar olmuştur.
Velhasıl o; özgür ortamda yetişmiş, Harezmî’n Zemahşerî üstadı olmanın ötesinde 1144 tarihinde Cürcaniyye’de vefat eden tefsir, kelam, mantık, lügat belagat, fıkıh ilimlerinde kalemi güçlü ve aynı zamanda ardından elliye yakın eser bırakmış bir bilge şahsiyettir.


En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 13:43 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Mesaj gönderen kulihvani »

Değerli Alperen kardeşimiz,
İslam Âleminde eşine rastlanılmayacak kadar zeki-feraset sahibi, bilgi küpü ve hep yalnız kalmış büyük âlim-ârif Zemahşerî Hazretlerini gündeme taşımakla ne kadar güzel bir katılımda bulundunuz.
Allah cc razı olsun.

O Zemahşerî ki, Türk asıllı olmasına rağmen Arap dilindeki üstünlüğünü ifade etmek için Ebu Kubeys dağına çıkarak :
“Ey Araplar gelin atalarınızın dilini benden öğrenin !” diyecek bilgi ve dirayet sahibidir.
Esâsu'l-Belâğa, A'cebu'l-Ucâb fi Şerhi Lâmiyyeri'l-Arab, el-Mufassal, el-Enmûzec, Ruûsü'l-Mesâil, el-Fâik fi Garîbi'l-Hadîsel-Keşaf fı Kırâât, el-Müstaksâ fi Emsâli'l-Arab, Makamât, Mukaddimetu'l-Edeb belli başlı eserlerindendir.
Onun dost-düşman herkesi hayran bırakan baş eseri, “El-Keşşâf an Hakâikı't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fı Vücühi't-Te'vîl” Tefsirini Mekke’de iki yılda yazmış ve kendisine ise Cârullah (Allah komşusu) lakab olmuştur.

İki yılda okuyabildiğim Fahreddin Razi Haz. Tefsirinde çok gördüğüm ve okumayı çok istediğim halde bulamadığım El Keşşaf için canım hep yanmıştır..

Romalıların ve ötekilerin-batılıların her herzesini klasik eserler adı altında gençlerimize yem yapan şuursuz idarecilerimizin bu büyük Türk ilim Adamının eserlerinden habersiz olmalarına değil de bir ulusu köklerinden kendi elleriyle koparmalarına acı göz yaşı yetmez elbet..

Onun için Özü, sözü ve yüzü doğru genç nesil için Hasbi Hizmet gerek İnşâallah…
Muhammedi Muhabbetle..
Resim
Kullanıcı avatarı
dedekorkut1
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 207
Kayıt: 18 Ara 2007, 02:00

BİRUNİ

Mesaj gönderen dedekorkut1 »

BİRÛNİ
ALPEREN GÜRBÜZER

El-Birûni; Harezm bölgesinin başşehri Kath’ın yakınlarında dünyaya geldi. Onun en belirgin özelliği hayatı boyunca karşılaştığı hükümdarların her birine ayrı ayrı ilmi eserler takdim etmesidir. Kendisi dönemin cebir ve fen bilimleri hocası Emir Ebu Nasr Mansur bin Ali bin Irak’ın gözetiminde yetişmiş, böylece hocası ve birçok bilge insanın öğretisi sayesinde bir zaman batıya ışık olan astronomi alanında Batlamyus’un eserlerini okuma şansı elde etmiştir. Özellikle Abbasi Halifelerinin tercüme faaliyetlerine hız verdiği dönemden kalan eserler ona ufuk açmış, derken eski Yunancadan ve Süryaniceden yapılan tercümelerle adından söz ettirmiştir. O bu eserleri tercüme etmekle kalmamış yorumlamışta. Nitekim bu sayede İslam’ın batıya açılan penceresi olmayı başarabilmiştir. Belki de o müthiş tercüme faaliyetleri olmasaydı İslam âlemi bu denli batıya açılamazdı. Anlaşılan hem almışız, hem de vermişiz, üstelik karşılıklı alışverişte hiç bir şey kaybetmediğimiz gibi batı kültürüne de vakıf olmuşuz. İşte Birûni bu bilinçle ilmi faaliyetler adına İspanya hariç tüm Müslüman ülkeleri gezmiş ve gezdiği şehirlere de renk katmıştır.
O aynı zamanda çağdaşı Tıpta adından söz ettiren İbni Sina’yla da mektuplaşarak, aralarında karşılıklı söz düellosuna benzer bir metotla fikir alışverişinde bulunma şansı yakalamıştır. Hatta bir keresinde İbni Sina; Birûni’ye parçalarda oyalanman, yani tekçi analizler üzerinde durmanın bütünü görmeye mani teşkil ettiği eleştirisine maruz kalır, ama verdiği cevap enteresandır. Bakın o; hakikatin ayrıntılarda ve teklerde olduğunu beyanıyla ince bir gönderme yapmıştır. Sanki bu ince göndermeyle İbni Sina’ya “Allah birdir, bir’i sever” mesajını vermek istemiştir. Ona değer katan bir diğer özellik ise tüm medeniyetlerin kronolojisinin yanı sıra astronomi trigonometri gibi ilim dallarından elde ettiği derlemeleriyle batı ve İslam âlemine soluk aldırmış olmasıdır. Hakeza jeolojiye ilişkin ilk analitik yaklaşım şerefi ona aittir. Öyle ki; kıymetli taş ve madenlerin özgül ağırlıklarının tayini onunla birlikte anlam kazanmıştır. Her ilim adamımızın ilkleri olduğu gibi onunda 27 yaşında bitirdiği ilk eseri Asar-ül-Bakiyedir. Bu eseri yayınlama amacı insanlığın geçirdiği muhtelif devirleri elinden geldiği kadar doğru olarak aktarmaktır. Hâsılı o yıldızlardan tutunda her zerreye kadar, hatta buna özgül ağırlıklar, karekök ve geometrik dâhil birçok karışık zihni yorucu konuları anlaşılır kılmıştır. Adeta matematik onunla hafiflemiş olup birleşik kaplar teoreminden hareketle kaynak suların ve artezyen kuyuların sırrını çözer hale getirmiştir. Bunlardan da daha mühimi son derece basit formüllerle dünyanın çevresini ölçmeyi başaran ilk bilim adamı olmanın yanı sıra dünyanın güneş etrafında dönebilme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğunu belirten bir yetenektir o. Dahası Orta Asya’da hazırlanan ilk küreyi de çizip, bilim tarihine not düşmüştür. O bununla da yetinmemiş uğraşıverdiği bütün pozitif ilimlerden bir fırsatını bulup felsefeye de zaman ayırmış, ama felsefenin o akıl döngüsüne kapılmadan bu işi başarmıştır. Derken Allah’ın razı olacağı ilme sarılmış ve bu hususta Allah’tan dua ve niyazda bulunmayı ihmal etmemiştir.
İlk eğitimini Harzemşahların sarayında alıp, gördüğü eğitimin semeresini buraya yakın bir köyde 17 yaşında ilk rasadını bina ederek ispatlar. Böylece inşa ettiği binada yarım derecelik parçalara ayrılmış bir çemberle güneşin yüksekliğini ölçüp yaşadığı Kat şehrin enlem derecesini hesaplayabilmiştir. Ancak bir süre doğup büyüdüğü ülkesinde iç karışıkların yaşanmasıyla birlikte Rey şehrinden gitmek zorunda kalmıştır. Olsun önemi yok, gittiği Büveyhid sülalesinin sarayında ilmi çalışmalarını yürüttükten sonra Kas’a (Kath) dönüş yapar. Gerçekten de dönüşü muhteşem olur. Şöyle ki; Ebu’l Vefa el Buzcani ile buluşmuş, buluşmakla kalmamış kendinden 33 yaş büyük bir dehayla birlikte gökyüzünde ayın tutulmasını gözlemleyip adeta üzerinden sıla hasreti yorgunluğu alınmıştır. Zaten her buluş ve her ilmi faaliyet yeniden doğmak gibidir. Ardından Samani hükümdarın daveti üzerine Buhara’ya yol alır, buradan da Curcan’da ikinci defa tahta geçen Kâbus bin Yaşgir’in sarayına konuk olsa da sultandan pek hoşnut olmaz. Yinede onun ilme değer vermesinin yüzü suyu hürmetine yanında ilmi çalışmalarından yılmamış, üstelik mevcut hükümdarı sevmese de birde ona “el-Asaru’l Bakiye” eserini ithaf edip takdim etmişte. Buna rağmen hükümdarın katılığına bir noktaya kadar dayanabilmiş, tahammül sınırlarını zorlayınca Gürgenç’te Eb’ul Hasan Ali b. Me’mun’un davetine icabet etmiş, derken burada ilmi faaliyetlerini sürdürmüştür. O da ölünce yerine geçen kardeşi Harizmşah Ebu’l Abbas Me’munla yola devam etmiş. Fakat Gazneli Mahmut’un orduları, Harizm ülkesini fethedince bir süre nezaret altında tutulmuştur. Neyse ki, Gazneli Mahmut geçte olsa böyle bir ilim adamının varlığını fark edip sarayında ona özel yer ayırıp, o bizim en değerli hazinemizdir diyebilmiştir.
Gazneli Mahmut’tan sonra oğlu Mesut zamanında Hindistan kadar giderek Sanskritçe dilini öğrenecektir. İyi ki de gitmiş, Hindistan’ın o zengin medeniyetini onla tanıdık, tanımakla kalmadık oralarda bir süre trigonometrik bilgiler aldıktan sonra astronomik çalışmalarıyla göz doldurmuştur. Hatta rasathaneler de inşa etmiştir. Hindistan’daki çalışmaların ürünü diyebileceğimiz el- Kanunu eserini de sultan Mesuda ithafla takdim etmiştir. Bu esere özellik katan trigonemetriyi astronomiden ayıran bir ilim olduğunu göstermesidir. Nitekim bu bilgiler ışığında İslam âleminin en meşhur ülkelerine ait enlem ve boylam hesaplarını ortaya koyan tablolar ortaya koymanın yanı sıra kıble tayininde büyük kolaylıklar sağlanmıştır. Bu arada Sultan Mesut’tan sonra yerine geçen Mevdu’ya da bitkilerin, hayvanların ve madenleri en ince ayrıntılarını belirtir ve şifalı otları alfabetik bir sıralamayla “Kitab-ül-Saydala fi’t-tıb” adında bir eser sunar. Bu eserin ilginç kılan yönü daha önceki eserlerde var olan astronomi, jeolojik enlem boylam hesaplardan ziyade tıp ve eczacılık üzerine olmasıdır. Üstelik bu çalışmasında şifalı bitkilerden elde ettiği ilacın hem Arapçasını hem de diğer dillere karşılık gelen isimleri belirlenmiş halde tüm özelliklerinden bahsedilen bir kitap olmasıyla dikkat çekmiştir. Gerçekten Birûni için Gazne doymak bilmeyen bir azmin açılımıdır, bu yüzden doğup büyüdüğü Harizm’den sonra ikinci vatanım dediği bu topraklarda seksenin üstünde bir yaşta dünyanın en büyük bir âlimi olarak hayata veda eder.
Velhasıl; o doğu-batı medeniyetini en iyi yorumlayan bilge dehadır.
Vesselam.
En son dedekorkut1 tarafından 01 Şub 2015, 13:44 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
akin
Üye
Üye
Mesajlar: 31
Kayıt: 11 Şub 2007, 02:00

Mesaj gönderen akin »

Birunî (973 - 1051)

Ünlü Türk - İslam bilginlerinden biridir.
Tam adı Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî’dir.
Batı dillerinde adı Alberuni veya Aliboron olarak geçer.
Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınır.
Yaşamı üstüne ayrıntılı bilgi yoktur.


Orta Asya'lı büyük bilgin El Birunî, 4 Eylül 973 yılında Harezm'in başkenti Kath yakınlarında doğdu.
Tanınmış ve seçkin bir aileden gelen Harezm'li matematikçi ve gökbilimci birisi tarafından evlat edinen El Birunî, ilk çalışmalarını bu alimin yanında yaptı.
İlk eseri, Asar-ül-Bakiye' dir.
El Birunî, o zamanın bilginleriyle Buhara'da tanışmış, evrenin yapısı, serbest düşme ve diğer fizik yasalarını ve bölünmez parçacıklar üzerinde mektupla yaptığı bazı tartışmalar vardır.
1010 yılında El-Memun Akademisi'ne kabul edildi.
Gazneli Mahmut Harezm'i işgal edince, El Birunî ile birlikte binlerce kişiyi tutsak aldı.
Bunu izleyen on yıl içinde astronomi ve matematik çalışmalarının doruğuna erişti.
Bu tutsaklığı sırasında, anayurtlarından sürülmüş ve tutsak olan Hint'li bilginlerle tanıştı.
Birçok dilde ilmi çeviriler yaptı.
Astronomi üzerine yaptığı en önemli çalışmayı Gazneli Mahmut'un oğlu Mesut'a sundu.
Sultan Mesut kendisine bir fil yükü gümüşü hediye edince:
"Bu armağan beni baştan çıkarır, bilimden uzaklaştırır" diyerek bu hediyeyi geri çevirdi.
Bu sırada kardeşi Gülce,Tan adında biriyle evlendi...
Ve bir süre sonra 5 çocuğu oldu.

Bir Başka açıdan HAYATI:

Yaşadığı çağa damgasını vurup "Birunî Asrı" denmesine sebep olan zekâ harikası bilginimiz 973 yılında Harizm'in merkezi Kâs'ta doğdu.
Esas adı Ebû Reyhan b. Muhammed'dir.
Küçük yaşta babasını kaybetti.
Annesi onu zor şartlarda, odun satarak büyüttü.
Daha çocuk yaşta araştırmacı bir ruha sahipti.
Birçok konuyu öğrenmek için çılgınca hırs gösteriyordu.
Tahsil çağına girdiğinde Hârizmşahların himayesine alındı ve saray terbiyesiyle yetişmesine özen gösterildi.
Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrûnî'nin en iyi bir eğitim alması için herimkânı sağladı.
Bu arada İbn-i Irak ve Abdüssamed b. Hakîm'den de dersler alan bilginimizin öğrenimi uzun sürmedi, daha çok özel çabalarıyla kendisini yetiştirdi.
Araştırmacı ruhu, öğrenme hırsı ve sönmeyen azmiyle birleşince 17 yaşında eser vermeye başladı.
Fakat Me'mûnîlerin Kâs'ı alıp Hârizmşahları tarihten silmeleriyle Bîrûnî'nin huzuru kaçtı, sıkıntılar başladı ve Kâs'ı terk etmek zorunda kaldı.
Ancak iki yıl sonra tekrar döndüğünde ünlü bilgin Ebü'l-Vefâ ile buluşup rasat çalışmaları yaptı.
Daha sonra hükümdar Ebü'l-Abbas, sarayında Bîrûnî'ye bir daire tahsis edip, müşavir ve vezir olarak görevlendirdi.
Bu durum, hükümdarların ilme duydukları derin saygının göstergesi, bilginimizin de devlet başkanları yanındaki yüksek itibarının belgesiydi.

Gazneli Mahmud Hindistan'ı alınca hocalarıyla Bîrûnî'yi de oraya götürdü.
Zira onun yanında da itibarı çok yüksekti.
"Bîrûnî, sarayımızın en değerli hazinesidir' derdi.
Bu yüzden tedbirli hünkâr, liyakatını bildiği Bîrûnî'yi Hazine Genel Müdürlüğü'ne tayin etti.
O da orada Hint dil ve kültürünü bütünüyle inceledi.
Üstün dehasıyla kısa sürede Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık ve hayranlık uyandırdı.
Kendisine sağlanan siyasî ve ilmî araştırmalarına devam etti.
Bir devre adını veren, çağını aşan ilmî hayatının zirvesine erişti.
Sultan Mes'ud, kendisine ithaf ettiği Kanun-u Mes'ûdî adlı eseri için Bîrûnî'yebir fil yükü gümüş para vermişse de o, bu hediyeyi almadı.
Son eseri olan Kitabü's-Saydele fi't Tıb'bı yazdığında 80 yaşını geçmişti.
Üstad diye saygıyla yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil, tüm dünyada çağının en büyük bilgini olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne'de hayata gözlerini yumdu.
Ruhu şâd, makamı cennet olsun.
Âmin.


ŞAHSİYETİ:

Bîrûnî, "Elinden kalem düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan, iman dolu kalbi tefekkürden dûr olmayan, benzeri her asırda görülmeyen bilginler bilgini bir dâhiydi.
Arapça, Farsça, İbrânîce, Rumca, Süryânice, Yunanca ve Çince gibi daha birçok lisan biliyordu.
Matematik, Astronomi Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler verdi.
Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgilenmesi, Allah'ın kevnî âyetlerini anlamak, kâinatın yapı ve düzeninden Allah'a ulaşmak, O'nu yüceltmek gâyesine yönelikti.
Eserlerinde çok defa Kur ân âyetlerine başvurur, onların çeşitli ilimler açısından yorumlanmasını amaçlardı.
Kurân'ın belâğat ve i'cazına olan hayranlığını her vesileyle dile getirdi.
İlmî kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o ileri sürdü.
İbn-i Sinâ'yla yaptığı karşılıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yorumları, günümüzde yazılmış gibi tazeliğini halen korumaktadır.
Tahkîk ve Kanûn-ı Mes'ûdî adlı eserleriyle trigonometri konusunda bugünkü ilmî seviyeye tâ o günden,ulaştığı açıkça görülür.
Bu eser astronomi alanında zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi olarak tarihe mal olmuştur.
İlmiyle dine hizmetten mutluluk duymaktadır.
Gazne'de kıbleyi tam olarak tespit etmesi ve kıblenin tayini için geliştirdiği matematik yöntemi dolayısıyla kıyamet günü Rabb'inden sevap ummaktadır.
Ayın, güneşin ve dünyanın hareketleri, güneş tutulması anında ulaşan hadiseler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı rasatlarda, çağdaş tespitlere uygun neticeler elde etti.
Bu çalışmalarıyla yer ölçüsü ilminin temellerini sekiz asır önce attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapını ölçmeyi başardı.
Dünyanın çapının ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz matematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır.
Avrupa'da buna BÎRÛNI KURALI denmektedir.
Newton ve Fransız Piscard yaptıkları hesaplama sonucu ekvatoru 25.000 mil olarak bulmuşlardır.
Halbuki bu ölçüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce Pakistan'da bulmuştu.
O çağda Batılılardan ne kadar da ilerideymişiz.
Birunî, hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı.
Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti.
Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi.
Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.
Daha o çağda Ümit Burnu'nun varlığından söz etmiş, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa'dan geniş bilgiler vermişti.
Christof Coloumb'dan beş asır önce Amerika kıtasından, Japonya'nın varlığından ilk defa söz eden O'dur.
Dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu, yerçekimin varlığını Newton'dan asırlarca önce ortaya koydu.
Henüz çağımızda sözü edilebilen karaların kuzeye doğru kayma fikrini 9,5 asır önce dile getirdi.
Botanikle ilgilendi, geometriyi botaniğe uyguladı.
Bitki ve hayvanlarda üreme konularına eğildi.
Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler yaptı.
Tarihle ilgilendi. Gazneli Mahmud, Sebüktekin ve Harzem'in tarihlerini yazdı.
Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna eğildi, ona birçok yenilik getirdi.
Çağından dokuz asır sonra ancak ayrı birilim haline; gelebilen Mukayeseli Dinler Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî'ye çok şey borçludur.

Eserlerinin sayısı yüz elliden fazladır.
Yetmiş tane astronomi ve yirmi tane de matematik kitabı vardır.
Tıp, biyoloji, bitkiler, madenler, hayvanlar ve yararlı otlar üzerinde bir dizin oluşturmuştur.
1048 yılında 75 yaşındayken ölmüştür.
Mektuplarından, Aristoteles'i bildiği anlaşılır.
İbni Sina gibi önemli bilginlerle beraber çalışmıştır.
Hindistan'a birçok kez gitti.
Bu nedenle Hindistan'ı konu alan bir kitap yazdı.
Onun bu kitabı birkaç dile çevrildi.
Gerçek bir bilim anlayışına sahipti.
Irk kavramına önem vermezdi.
Başka bir halkın ileri kültüründen derin bir saygıyla söz ederdi.
Bir tane de romanı vardır.
Elimizdeki eserlerinin sayısı yirmi üç kadardır.

Birunî hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı.
Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti.
Otların hangisinin hangi derde deva ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi.
Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir.
Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi.
Ama felsefenin dumanlı havasında boğulup kalmadı.
Meseleleri doğrudan Allah'a dayandırdı.
Tabiat olaylarından söz ederken, onlardaki hikmetin sahibini gösterdi.
Eşyaya ve cisimlere takılıp kalmadı.
Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Coğrafya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve :
"Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tevbe ederim. Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl Şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun elindedir!" demiştir.

Eserleri :
Birûnî, değişik alanlarda pek çok kitap yazmıştır. Nihâyâtü'l-Emâkin ("Mekânların Sonları") adlı yapıtı, coğrafyadan, jeoloji ve jeodeziye (yeryüzü düzlemini ölçme bilgisi) kadar bir dizi konudaki yazılarını içerir.
Sultan Mesud'a sunduğu el-Kanunü'l-Mesudi, Birûnî’nin astronomi alanındaki en önemli yapıtıdır.
Bilim tarihçilerine göre Birûnî, Kopernik'le başlayan çağdaş astronominin temellerini atmıştır.
Batlamyus ve Aristoteles'in kuramlarına karşı çıkarak dünyanın durağan değil, dönen bir kütle olduğunu ileri sürmüştür.
Kitâbü’l-Camahir fi Marifeti'l-Cevahir ("Cevherlerin Özellikleri Üstüne") adlı yapıtında, 23 katı cismin ve 6 sıvının özgül ağırlıklarını bugünkü değerlerine çok yakın olarak saptamıştır.
Birûnî, bilim ve felsefe alanındaki çalışma ve araştırmalarında büyük ölçüde İslam düşüncesinin etkisinde kalmıştır.
Evrenin "öncesiz" olmadığını, bir Tanrı'nın varlığına gereksinimi olduğunu ileri sürmüştür.
Birûnî bu savı ile, evrenin "öncesiz" olduğu düşüncesini savunan İbn Sina'dan ayrılır.
Batı'da "Aliboron" adıyla bilinen Birûnî'nin yapıtları birçok Batı diline çevrilmiştir.


Eserleri halen Batı bilim dünyasında kaynak eser olarak kullanılmaktadır.
Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrû-nî'ye Armağan adıyla bilginimize tahsis etti.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî'yi anmak için sempozyumlar, kongreler düzenlendi, pullar bastırıldı.
UNESCO'nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî'ye ayırdı.
Kapak fotoğrafının altına :
"1000 yıl önce Orta Asya'da yaşayan evrensel dehâ Bîrûnî; Asrtonom, Tarih-çi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı, Jeolog, Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğrafyacı ve Hümanist" diye yazılarak tanıtıldı.
Eserleri; Birunî, toplam 180 kadar Eser kaleme aldı.
En meşhurları şunlardır:

1. El-Asâr'il-Bâkiye an'il-Kurûni'l-Hâliye: (Boş geçen asırlardan kalan eserler.)
2. El-Kanûnü’l-Mes'ûdî; En büyük eseridir. Astronomiden coğrafyaya kadar birçok konuda yenilik, keşif ve buluşları içine alır.
3. Kitab'üt-Tahkîk Mâ li'l-Hind: Hind Tarihi, dini, ilmi ve coğrafyası hakkında geniş bilgi verir.
4. Tahdîd'ü Nihâyeti'l-Emâkin li Tashîh-i Mesâfet'il-Mesâkin: Meskenler arasındaki mesafeyi düzeltmek için mekânların sonunu sınırlama. Bu eseriyle Bîrûnî, yepyeni bir ilim dalı olan Jeodezi'nin temelini atmış, ilk harcını koymuştu.
5. Kitabü'l-Cemâhir fî Ma'rifet-i Cevâhir: Cevherlerin bilinmesine dair kitap.
6. Kitabü't-Tefhim fî Evâili Sıbaâti't-Tencim: Yıldızlar İlmine Giriş.
7: Kitâbü's-Saydele fî Tıp: Eczacılık Kitabı. İlaçların, şifalı otların adlarını altı dildeki karşılıklarıyla yazmış.


Bu yazı Eğitim Bilim Dergisi Ocak 2000sayısından alınmıştır.
Kullanıcı avatarı
hamdolsun
Kıdemli Üye
Kıdemli Üye
Mesajlar: 496
Kayıt: 23 Ara 2009, 02:00

Mesaj gönderen hamdolsun »

Doç.Dr. Ahmet Yıldırım

Pîr-i Türkistan lakabıyla tanınan Hoca Ahmed Yesevî (ö.562/1166), Türk-İslâm kültür ve edebiyatının mümtaz şahsiyetlerinden birisidir. O, ortaya koyduğu fikir ve düşünceleriyle büyük kitleleri etkilemiştir. Çünkü Hoca Ahmed Yesevî'nın hayâtı incelendiğinde onun ilme, irfâna, ahlâka kısacası HAKK'a ve halka adamış biri olarak görülür. Bu îtibarla onun düşünce sistemini şekillendiren pek çok unsur bulunmaktadır. Bunlar arasında Kur'an âyetleri yanında, Hz. Peygamber'in sünnetinin önemli yeri vardır. Hz. Peygamber'in (s.a) güzel ahlâkını kendisine örnek alan Hoca Ahmed Yesevî, eserlerinde insanlara bunu öğretme ve yaşatma gayreti içinde olmuştur. Onun eserleri arasında yer alan Divân-ı Hikmet'te, Hz. Peygamber'e (s.a) ve O'nun sünnetlerine bâzen direk bâzende telmih yoluyla yer verildiği görülür. İşte biz de bu makâlemizde;

1-Hoca Ahmed Yesevî,'de nübüvvet ve peygamber anlayışı nasıldır? Nübüvvet ve peygamber anlayışıyla ilgili olarak neler söylenebilir?

2-Hz. Peygamber (s.a) ve sünnetine bağlılığı nasıldı? Kaynak olarak sünneti nasıl değerlendirmiş ve düşüncelerine ne kadar tesir etmiştir?

Birinci konuyu ele alacak olursak, Hoca Ahmed Yesevî, İslâm inanç esasları arasında yer alan peygamberlik (nübüvvet) kurumunun ALLAH'ın irâdesiyle gerçekleşen ve inanılması gereken bir makam olduğu her mümin gibi kabul eder ve inanır. İncelendiğinde Dîvân-ı Hikmet'te de görüleceği üzere isim olarak zikrettiği peygamberlerin en başta geleni ALLAH'ın elçisi Hz. Muhammed Mustafa'dır. Daha sonra Hz. Âdem, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsa; Hz. Îsa; Hz. Yûsuf Hz. Yûnus, Hz. Süleyman Hz. Lokman gibi peygamber isimleri dikkati çekmektedir. Hoca Ahmed Yesevî bu eserinde onların bâzı husûsiyetlerine, ahlâkî güzelliklerine ve farklı boyutlarıyla da olsa Hz. Peygamber'le (s.a) olan irtibatlarına yer verir.

Kısaca ortaya koymaya çalıştığımız bu bilgilerden Hoca Ahmed Yesevî'nin İslâm inanç esasları içerisinde yer alan peygamberlik (nübüvvet) kurumunun varlığı, peygamberliğin sübûtu, onların mu'cize göstermeleri, şefaat etmeleri, vahye muhatap olmaları, ahlak ve ahvâlini benimseme ve uyma gibi peygamberlikle ilgili hususlara inandığı ve bu anlayışının İslâm kelâmı içerisinde yer alan ehl-i sünnet anlayışıyla örtüştüğünü söylemek mümkündür.

Bütün peygamberlerin peygamberliğine inanan Hoca Ahmed Yesevî'nin son peygamber Hz. Muhammed'in (s.a) onun dünyâsında ayrı bir aşkı, muhabbeti ve yeri vardır.

Onun Dîvân-ı Hikmet adlı eserinde Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili şu konuları görmek mümkündür:

1-Hz. Muhammed'in (s.a) hayatı

Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet'in bir çeşit siyer türünde olan 36. Hikmetinde Hz. Muhammed'in (s.a) hayat hikâyesini gayet yalın bir üslupla şöyle özetler:

"Muhammed'in bilin zâtı Arabtır (...) Muhammed'i târif eylesem kemine, Anasının adı bil Âmine: Babasının adı Abdullah'tır Anadan doğmadan ölmüştür. Muhammed'i dedesi korumuştur Çıplak açları yoklayandır. Dedesi biliniz Abdulmuttalib; Gönülde saklayınız iyi bilip. Dedesinin babası idi Hâşim; İşitince akmakta gözde yaşım. Biliniz dördüncüsüdür Abdulmenaf; Onları bilse her kim, gönlüdür sâf. Rasûl'un bilse her kim dört ceddini, Kıyâmette gezer sekiz cennetini Babası yedi yaşında ölmüştür; Rasul'u amcasına vermiştir. Ebû Tâlib Ali'nin babasıdır; Bütün Arabların büyüğüdür. Ebû Tâlib olmakta iş başında, Muhammed oturur dâimâ karşısında Muhammed'in yaşı on yedi oldu; Ki o vakit Hatice O'nu gördü. Muhammed'i bilin ki şâhin misâli Hatice O'nu görüp olmakta ağlamaklı (...) Rasul'un yaşları kırka varmıştır, Ki ondan sonra ALLAH'dan vahy yetmiştir. Ki ondan sonra Muhammed oldu sultan, Rasul'un gönlünde yâr oldu ALLAH. Muhammed işini ALLAH yazdırdı; İnsanların hepsi îman getirdi. Rasul'un başında oldu imâme; Kemal buldu otuz üç bin sahâbe. Rasul'a hepsi hizmet eylemektedir"

Dîvân-ı Hikmet'in 46. Hikmetinde Ahmed Yesevî, Hz. Muhammed'in (s.a) vefâtını anlatır:

"Bir gün Ebu Bekir Selman ile geldi. Hak Mustafa Rahman ile olan sırrını onlara açtı. Herkes bu dünyâdan elini uzatıp HAKK'a vâsıl olmak için gider. Azrâil bir gün ferman ile geldi. Fâtıma ikram ile selâm verdi. Hak Mustafa sıcak bedenden aziz canını vermek için îman ile meşgul oldu. Rasul, sahâbelere: ‘Sessiz olun, ahrete yollandık siz açıkça bilin. Cehennemden kurtulmak için oruç tutun, namaz kılın, zekât verin.' Dedi. Pazartesi günü Hak Mustafa dünyâyı bıraktı; HAKK Teâlâ fermânına boynunu sundu. Cennet içinde hulle giysisini giymek için İbni Abbas suyunu koydu, Ali yıkadı. ALLAH diyerek sahâbeler hareketlendiler; peygamberin cenâzesini kaldırdılar; Arş üstüne çıkararak koymak için o Sidretu'l-muntehâ'ya aşırdılar. Göklerdeki melekler yere indi; peygamberin nûru ile âlem doldu. Babasından yetim kaldığı için Fatıma ‘Babam' diye ağladı."

2-Hz. Peygamber'in (s.a) bazı üstün özelliklerine yer vermesi

Ahmed Yesevî, eserinde Hz. Peygamber'i (s.a) farklı kılan bâzı üstün vasıflarına yer verir:

a)Hz. Muhammed'in (s.a) garip, fakir ve yetimlerin hâlini sorup gözetmesi:

Dîvân-ı Hikmet'in 1. Hikmetinde;

"Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu, O gece Mirac'a çıkıp HAKK cemâlini gördü, Geri gelip indiğinde fakirlerin hâlini sordu, Gariplerin izini arayıp indim ben işte. Ümmet olsan, gariplere uyar ol (...) Medîne'ye Rasul varıp oldu garip Gariplikte sıkıntı çekip oldu sevgili Cefâ çekip Yaradan'a oldu yakın Garip olup menzillerden geçtim ben işte. Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla, Mustafa gibi ili gezip yetim ara."

36. Hikmette de şöyle dile getirir

"Rasul önüne bir yetim gelmiştir, Garip ve müptelâyım deyip söylemiştir. Rahim eyledi Rasul onun hâline; Dileğini onun verdi eline. Rasul dedi ona: "Ben de yetimim; Yetimlikte, gariplikte yetişmişim." Muhammed dediler: "Her kim yetimdir, Biliniz, o benim has ümmetimdir."

Yetimi görseniz, incitmeyiniz; Garibi görseniz, dağ etmeyiniz. Yetimler bu cihanda ezilmiştir Gariplerin işi zordur.. Gariplerin işi dâimâ riyâzettir Diri değil, garip ölü gibidir. ALLAH'a garipler bellidir, Garibi sabah akşam sormuştur.

Bu beyitlerde Hz. Peygamber'in (s.a) yetim, garip, yoksul ve mazlumlara kucak açan, onlara yardım eden ve yanında olan birisi olduğu ve bu vasıflarından bahsedilmektedir.

b) Hz. Muhammed'in (s.a) ümmetine olan şefkati, şefaati ve günahkâr, asi ümmeti için çektiği sıkıntı:

Dîvân-ı Hikmet'te Hz. Muhammed ile ilgili olarak en çok işlenen konu; O'nun ümmetine karşı o eşsiz şefkati ve düşkünlüğüdür.

"Ümmeti için özünü yaktı; ümmet olsan bu sözleri anlarsın. Ağlamaktan yüzü gözü şişti; kıyamda durmaktan ayakları şişti; ümmeti için kaygı, sıkıntı çekti. Ey dostlar, bunu bilen ümmet hani? Eğer bilsen bundan fazla nimet hani? Kıyamet günü onu geçen şefkat hani? Ümmet olup Resul'ün değerini bildiniz mi? Beden ve ruhunuzla sünnetlerini yaptınız mı? Onun için ağlayıp inlediniz mi?"
(Hikmet 38).

"Horluk çekip Hak Mustafa ümmet dedi. Asi ve cefa edici ümmetinin tasasını çekti. HAKK Teâlâ bizi odun kılar mı deyip ümmetinin endişesi ile dimağından duman çıkar. Onun için ümmetleri kuvvet aldı."
(Hikmet 79).

Dîvân'ın 112. Hikmetinde Ahmed Yesevî, mahşer meydanını tasvir edip Hz. Muhammed'in ümmetine şefaatini ayrıntılı bir şekilde anlatır.

Bütün halklar Âdem Ata'ya doğru ardınca gidince

"Ey babamız şimdi bizi kolla" deyince

"Ruhsat yok, benden geçti evlat" deyince

"İbrahim'e gidelim" deyip söyler imiş

İbrahim'e gidip söyleyince Adem Ata


"Şefaat eyle bunlara sen hepsi hata"

O da der "Sizden yakın Adem Ata"

"Musa tarafına gidelim" deyip söyler imiş

Musa deyince
"-RABBi erini-" dedim o gün

Acizlikten çıktığım yoktur işte bugün

Gidelim Muhammed'e olup mahzun"

Hepsi Hazret'e doğru gider imiş

Mûsâ deyince
"Ya Muhammed ayak bas

Ümmetlerin cehennem içinde yok oldu"


Muhammed'de iba eyleyip durunca o an

Mûsâ bırakmayınca birlikte varır imiş.

Tacını alıp kısıp koyup arş altında

Feryad edip ağlayıp durunca işte o günde


"Ya Kadir, Ya Gafur" dediğinde

"Ya Habibim başını kaldır" deyip söylerimiş

"Alıp gel ümmetini dergâhıma

Bağışlayım hepsini ben sizlere

Dâhil eyleyim hepsini cennetime"


Böyle diyerek HAKK'tan nida gelir imiş

3. Hz. Muhammed'i övmek ve adı anıldığında salât ve selâm getirmek:

Ahmed Yesevî, aşağıdaki hikmetlerinde de görüldüğü üzere O'nu gâyet içtenlikle ve muhabbetle över:

"Ya Mustafa Muhammed; bizden sonsuz selâm ve sayısız tahiyyat Sana... Ya Rasullerin Efendisi, ya Nebilerin sonuncusu, ya sapıtmışları doğrultan; ya ‘Eyyuhe'l-müddessir' HAKK dedi ‘Kum fe-enzir'; ‘Ve Rabbeke fe-kebbir' ("Ey örtünüp bürünen (Peygamber!); Kalk da uyar; RABBini yücelt."
(Müddessir Suresi 74/1-3)

Yüce hazrette ve keremli kudrettesin; peygamberlerin öncüsü, Sensin HÂLIK'ın sevgilisi, HAKK dergâhına layık, yaratılmışların özü... İnsan varlığının aslı, rasul ve nebîlerin sonuncusu, gizli sırlara mahrem... Ka'be kavseyn'in tûbası, iki cihan bahçesinin ayı, herkesin gözünün nûru... Arş ve kürsüden aşan, Hazret'ine ulaşan, doksan bin sırrı açan... yer gök Seninle şen, sahâbeler bakışların, ümmet bağışlamanla esendir. Her kime yönelsen Hak azabını kaldırır; âlem Senin sâyende vardır ve Sana minnettardır. Her kim sana sığınırsa, cehennemden kurtulur, cennete doğru yol alır. Canımı feda edip Senin hoşnutluğunu alsam, ölsem de üzülmem. Gerçi çoktur günahım, affedesin ALLAH'ım, ya Mustafa Muhammed, Sensin benim sığınağım. Ya RABB, ne yapıp Onun şefaatini alayım, ümmetinden olayım? Çünkü ümmetinden olanlar, şefaatini alanlar, cennet ehli olurlar. Ahmed'in muradı Sensin, zikri ve yâdı Sensin, işlerin anahtarı Sensin ya Mustafa Muhammed."
(Hikmet 39)

Yesevi Hz. Muhammed'i (s.a) dâimâ anmayı tavsiye eder ve kendisinin de bunu devamlı yaptığını belirtir. Hz. Muhammed'in söz konusu edildiği yerlerde onun üslûbunun, ayrı bir saygı, incelik dolu olduğunu görürüz. O, yaşantısıyla olduğu gibi diliyle de Hz. Peygamber'e dâimâ hürmet ve muhabbet dolu olmuştur.

"Pir-i kâmil Hak Mustafa'dır şüphesiz bilin; nereye varsanız O'nun özelliklerini, güzel sıfatlarını söyleyip saygı gösterin. Adı anıldığında salât ve selâm getirin, Mustafa'ya ümmet olun."
(Hikmet 2).

"Kul Hoca Ahmed, gece gündüz dinmeden ağla; salât ü selâm getirip Hak Rasul'e ümmet ol. Doğru yola iletip (bize) ümmetim dese ne hoş saadet?"
(Hikmet 26).

"Gerçek ümmetseniz, işitip salât ü selâm söyleyin dostlar" nakarat mısraı 80. Hikmette 28 kez tekrar edilir.

3-Hz. Muhammed'in (s.a) ümmeti olmak ve ümmeti için O'nun kaygılanması

"Ümmet olsan gece gündüz dinmeden ağla; ecel gelse mertler gibi belini bağla. Bir gün senin ömrünün yaprağı sararınca, ecel gelmeden tövbe eyle ey câhil. Belki yüce ALLAH sana rahmet eyler. Gerçek dertlinin işi söz ve icraattır; HAKK karşısında niyaz armağanı gözyaşıdır; gece gündüz durmadan oruç tut, namaz kıl."
(Hikmet 9).

"Olur muyum Muhammed'in has ümmeti? Ümmet dese asilerin hoş devleti, baldan tatlıdır bana bu mihneti. Altmış üç yaşta sünnet oldu yere girmek; Rasul için iki âlem berbat edivermek; âşıkların sünnetidir diri ölmek. Ümmet olduğunu işitsen canını vermez misin? Mustafa'ya canını kurban etmez misin? Can nedir ki îmanını vermez misin? Kul Hoca Ahmed altmış üç yaşında gâib oldu; edebi koruyup Mustafa'ya nâib oldu; sultan oldu, sıkıntı çekip tayyip oldu"
(Hikmet 10).

"Cemâlimi talep edersen arşa bak; arş üstünde âhın ile ateşler yak; ümmet olsan Muhammed'in kapısını çal; Subhan Melik'im gerçek âşıkları sınar imiş."
(Hikmet 115).

"Dil ucuyla ümmetim diye iddia eden kişi Mustafa'nın değerini ne zaman bilir?" ‘Kulli muttaki alimen' diye söyledi Rasul; ey Kul Ahmed, bu hadisi eyle kabul; Suyri (Sayram) halkı kabul etmeyip oldu melul; cahil halkı pir değerini ne zaman bilir?"
(Hikmet 136).

"Ümmeti için Rasul dâimâ kaygı çekti; ümmetinin günahını (bağışlanmasını) dileyip HAKK'tan aldı; gece gündüz namazda durdu, ALLAH bildi; dilde ümmetiyim der, gönülde yalandır. Ümmet olsan, Mustafa'ya bağlı ol; dediklerini can u gönülden uygula; gece namazda, gündüzleri oruçlu ol; gerçek ümmetin rengi tıpkı samandır. Sünnetlerini sıkı tutup ümmet ol. Gece gündüz salât selâm söyleyip yakın ol. Nefsi tepip sıkıntı çeksen de rahat ol. Öyle âşık iki gözü iki çeşme ağlar." (Hikmet 142).

"Ey ümmetler, Hak Mustafa'nın sözünü tutup din yolunda yürüyen, özünü bu âlemden ayrı tutan; mahşer günü, yüzü HAKK'a dönmüş ve aydın bir şekilde yürür."
(Hikmet102)

4. Hz. Muhammed'in (s.a) mûcizelerinden Miraç mûcizesi

Hoca Ahmed Yesevî eserinde Hz. Peygamberin mûcizelere içerinde Miraç mûcizesi ayrı bir yer verir. Miraciye türünde yazıldığı anlaşılan 80. Hikmette Hz. Muhammed'in (s.a) miraç mûcizesi şöyle anlatılır:

"ALLAH'ım armağan eyledi O'na Mirac, Rahmet denizi dolup aşırı dalgalandı, Koydu O'nun başı üzere "la-emruk" tac; Gerçek ümmetseniz; işitip salât selâm söyleyin dostlar, Önce Cebrâil alıp geldi O'na Burak; Burak'a binip kıldı Hazret bin tumturak; Burak uçup havalandı hinde'l-Irak; Gerçek ümmetseniz; işitip salât selâm söyleyin dostlar, Aksa'ya varıp indi görün orada Server; Yığıldılar bütün ruhlar, O peygamber, Mübârek nefes verdi ruhlar orada yekser, Gerçek ümmetseniz; işitip salât selâm söyleyin dostlar, Cebrâil alıp o Hazreti havalandı; O Sidretu'l-müntehâ'ya ulaştılar hemen, Mustafa'yı Cebrâil eyledi güzel ser-efraz."

İkinci üzerinde duracağımız konu, Hoca Ahmed Yesevî'nin Hz. Peygamber ve sünnetine bağlılığı, akabinde kaynak olarak sünneti nasıl değerlendirdiği ve düşüncelerine tesiri olacaktır.

Dîvân-ı Hikmet'te Hoca Ahmed Yesevî, Hz. Muhammed'in sünnetine sımsıkı bağlanmaya çok önem veren, buna teşvik eden ve bunu pratik hayatına yansıtan birisi olarak görülür. O, O'nun sözlerine göre yaşamayı, O'na ümmet olmanın gereği sayar ve bu konuda bize gerekli ciddi uyarılarda bulunur.

"Mustafa'nın sözlerine (göre) amel et"
(Hikmet 124).

"Fâsık, fâcir günaha girip yeri basmaz, Oruç-namaz kazâ eyleyip misvâk asmaz, Rasûlullah sünnetlerini göze iliştirmez, Günahları günden güne artar dostlar."
(Hikmet 86),

"Sünnetlerini sıkı tutup ümmet ol, Gece gündüz salat-selâm söyleyip yakın ol (Hikmet 142), Sünnetlerini sıkı tutup, ümmet olun,Ümmet olan şer yolundan yanmaz olur."
(Hikmet 162),

"Tanrı Teâlâ sözünü, Rasulullah sünnetini, İnanmayan ümmetini ümmet demez Muhammed."
(Hikmet 37),

"Ten-can ile sünnetlerini yaptınız mı?, Rasul için ağlayıp inleyerek geçtiniz mi?"
(Hikmet 38),

"Adem Safi sünnetlerini dile alsam, "Yâ Rabbenâ zalemnâ" deyip feryad etsem"
(Hikmet 64)

Ahmed Yesevî sünnete bağlılığını, Hz. Muhammed'in (s.a) vefat yaşı olan 63 yaşından sonraki ömrünü yer altında yaptırdığı bir hücrede geçirerek göstermek istemiştir. Konuyla ilgili beyitler şöyledir:

Sabah erken pazartesi günü yere girdim

Mustafa ya matem tutup girdim ben işte

Altmışüçte sünnet dedi işitip bildim

Mustafa'ya matem tutup girdim ben işte

(Hikmet 8)

Altmış üç yaşta sünnetlerini sıkı tutup

İşitip okuyup yere girdi Kul Hoca Ahmed

(Hikmet 10)

Altmışüç yaşta sünnet oldu yere girmek

Rasul için iki alem berbat edivermek

(Hikmet)10

Altmış üçdür peygamberin yaşını bilsen,

Farz ve sünnet buyruğunu edâ kılsan.

(Hikmet 162)

Böylece altmış üç yaşında kabre girip ömrü boyunca izinden gittiği Hz. Muhammed'in vârisi olduğunu göstermek istemiştir. Yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere ona göre kabre girmek Râsûlullah'ın sünnetidir.

Kabre girmek Rasûlullah sünnetleri

İbâdet eylemek HAKK Rasûlu'nun âdetleri

(Hikmet 9).

Ahmed Yesevî, "O sebepten altmış üçte girdim yere" nakarat mısrâlı ikinci hikmetinde Hz. Muhammed (s.a) ile olan özel ilişkisini ve altmış üç yaşından sonra hayâtının geri kalan kısmını yer altında geçirmesinin sebebini şöyle anlatmaktadır:

"Rahmet denizi dolup taştı, ana rahmine düşüp belirince "zikir söyle" diye bir ses geldi ve bütün organlarım titreyiverdi. Rûhum cesedime girdiğinde kemiklerim "ALLAH" dedi. Dört yüz yıldan sonra çıkıp ümmet olacak; nice yıllar dolaşıp halka yol gösterecek; on dört bin âlim kendisine hizmet eyleyecek (ben Ahmed Yesevî) dokuz ay ve dokuz günde yere düştüm ve dokuz saat duramadım, göğe uçtum; Arş ve Kürsi derecesini varıp kucakladım. Arş üstünde namaz kılıp dizimi büktüm. Dileğimi söyleyip, HAKK'a bakıp gözyaşı döktüm.

Bir yaşımda ruhlar bana pay verdi; iki yaşımda peygamberler gelip gördü; üç yaşımda kırklar gelip hâlimi sordu; dört yaşımda Hak Mustafa hurma verdi; nice günahkâra yol gösterdim, yola girdi; nereye varsam Hızır Babam bana yoldaş oldu. Yedi yaşımda Arslan Babam beni arayıp buldu. Sekizimde sekiz yandan yol açıldı; hikmet söyle diye başıma nurlar saçıldı; ALLAH'a hamdolsun Pir-i kâmil Hak Mustafa mey içirdi
(Hikmet 2)

"On sekiz yaşımda Kırklar ile şarap içtim; Hak Mustafa'nın güzelliklerini gördüm. Yirmi yaşımda ALLAH'a hamdolsun pir hizmetini tamamladım
(Hikmet 3)

"Yirmi sekiz yaşımda âşık oldum
(Hikmet 4)

"Otuz bir yaşımda Hızır Baba'm mey içirdi. Otuz üç yaşımda sâki olup mey sundum. Otuz altı yaşımda kemâl sâhibi oldum; Hak Mustafa bana cemâlini gösterdi"
(Hikmet 5)

"Altmış üç yaşımda ‘Kul yere gir' diye bir çağrı geldi; nefsimi Hû kılıcı ile kırıp teptim; ondan sonra cananımı arayıp buldum; ölmeden önce can vermenin derdini çektim"
(Hikmet 7)

"Pazartesi günü sabah erken Mustafa'ya matem tutup yere girdim"
(Hikmet 8)

"Altmış üç yaşında yere girmek sünnet oldu"
(Hikmet 10).

Yine eserinde sünneti ayrı bir kaynak olarak görmekte ve ona çok değer vermekte, dini hüküm olarak da sünneti, farzdan sonra ikinci kaynak olarak kabul etmektedir.

Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar

Gönlü katı, gönül inciticiden ALLAH şikayetçi;

(Hikmet 2)

Ümmet olsan zikrini söylemek size sünnet

Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim

(Hikmet 60)

Altmış üçdür peygamberin yaşını bilsen,

Farz ve sünnet buyruğunu eda kılsan.

(Hikmet 184)

Dedi "Benden sonra ümmetimin olacağı

Farz ve sünneti bırakıp günah işleyeceği"

(Hikmet 24)

Bütün bu mâlumattan sünnetin Yesevî'nin düşüncelerini ve düşünce sistemini şekillendiren en önemli unsurlardan biri olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak Hoca Ahmed Yesevî'nin peygamber ve sünnet telakkisiyle ilgili olarak şunları söylemek mümkündür:

1- Hoca Ahmed Yesevî bütün peygamberleri, insanlara doğru yolu gösteren elçiler ve rehberler olarak kabul eder ve inanır.

2- Hoca Ahmed Yesevî kendini son peygamber ve elçi olan Hz. Muhammed'e (s.a) ve sünnetine gâyet bağlı kimse olarak görür. Çünkü onun hayâtında Hz. Muhammed'in (s.a) ayrı bir yeri vardır. Eseri incelediğinde onun, kalbi yanık bir ALLAH âşığı olduğu kadar, ALLAH Rasûlunun âşığı ve muhibbidir. Hz. Muhammed'e olan bağlılığını, O'na olan sevgi, saygı, övgüsüyle ve sünnetlerine sımsıkı yapışmayla göstermeye çalışmıştır. Hattâ 63 yaşından sonra yeryüzünde dolaşmayı O'nun sünnetine aykırı görüp, o yaştan sonraki ömrünü yer altında geçirmesi bunun bir göstergesi olarak kabul edilir. Bundan dolayı Ahmed Yesevî'de; Hz. Peygamber'e karşı sevgi ve O'nun sünnetine uymada illet ve hikmetini anlam ve bilmeden ziyâde duygusal yön hâkimdir. Bu güzel olmakla birlikte, bu yönü aşırı derecede yüceltmek suretiyle O'nu insanlar tarafından örnek alınamayacak konuma getirmemek gerekir.

Kaynakça

Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB. Yay, 7. Baskı, Ankara 1991

Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, (Haz. Hayati Bice,), TDV. Yay, Ankara 2009

Kazım Yoldaş, Ahmed Yesevî'nin Divan-I Hikmet'inde Hz. Muhammed Sevgisi, ‘Uluslararası Kültür Coğrafyamızda Hz. Muhammed Sempozyumu', 07-08 Mart 2009, Sakarya (Basılmamış tebliğ)


http://www.divanihikmet.net/


http://www.divanihikmet.net/
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

“TEKe TEK”te
TEK gERçEKte
GEÇmiş şu ÂN
->GELecEKte!.

kAHve şiFÂ
kAHve seFÂ
Kırk yıl Hatır
kAHve veFÂ!..

AYyvaz cÂNn!..

DEğirmEN hEP DÖNer >Sabit ALTtaki
FıRr DÖNer devrÂNda bir Üst KATtaki
SANki YAŞAnANLar -> SıRr SıRATtaki
Bu ÂLEMe GELen -> GEÇiyor AYyvaz!.

*

YAZıp >OKUtuyor >HaYyat YAZARı
İLLiYyinden -> ESFeLine ->NAZARı
KADERince >Kadar >SEVd BAZARı
HerKES SEVdiğini ->SEÇiyor AYyvaz!.

*

DE-sEN DE-sEN YÂR BAKışı >NAKışta
SeBBeHa SeYRinde -> ÖLÜme AKışta
OLmaycak YERde ->TEK-BİR BAKışta
hER cÂN AŞK ŞARABIn >İÇiyor AYyvaz!.

*

ARZ-dan ARŞ-a ÇIKtı >SEVd fERyÂDım
ceNNet-ceheNNemi.. -> NELer YAŞAdım
ANA RAHMi ->MeZÂR -> ARA dÖRT ADım
hER NEFeS ->KEFENin -> BİÇiyor AYyvaz!.

*

Bu devrÂN bu seyrÂN.. cevLÂNda hayrÂN
>ERENLer KıtMÎRi -> i h v  N i s u L t  N
GÖÇMEN KUŞşLarına BENziyor -> İ N s  N
GÜN GEL-ince -> yiNE ->GÖÇüyor AYyvaz!.


25.03.14 13:09
brsbrsbzr..tktktrstkkmdsszısszvkmssiz..
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen kulihvani »

EŞit dEĞİL -> EKSi - ARTı
->MuhaMMedî MizÂN tARTı
SAHîB ÇIKmak ve ÇIKıLmak
->MuHaMMedî OLuş >şARTı!.

ZEVK 6256

YOKluk ÇOKluk >TEKlikte Hak! BİZ BİR-İZ >BİNimİZ BİZim!
BİZ MuHaMMeDî MeŞreB-İZ! ->KÜFÜRdür ->KİNimİZ BİZim!
SEVgiye ->Muhtac-Mecbûruz.. Uhuvvete -> Me’mur-Mahkum
MuHaMMeDdendir ->MuHaBbet -> MuHaBbet DÎnimİZ BİZim!..

sallallahu aleyhi ve sellem..

29.08.14 >15:22
brsbrs..tktktrstkkmdynsszsszdlyrk…

MizÂN: Terazi, ölçü, tartı. Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas.
Uhuvvet: Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12860
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen kulihvani »

pehlivÂN câN,
yOLunda DOsdoĞru YüRü!.
Safranı ->face-mace oralarda att!.
BİZe soğan sarımsak öğretme ->seN Öğren!.
BİZ EMEĞi-EKmeği EZELden BİLiriz Şükürler OLsun!..
BİZ -> "TEKe TEK"-te TEK BAŞımıza KALsak da -> HAKk'tan Hakk'a HAKkça YÜRÜyen OLuruz inşâe ALLAHu Teâlâ!..
-ama sEN BİLirsin!. DEnmedi DEme!.-
Resim
Kullanıcı avatarı
pehlivan
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 2
Kayıt: 15 Ara 2009, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen pehlivan »

Aziz kaedeşlerim , bazı olumsuz durumlardan dolayı akıl sağlığımın yerinde olmadığını düşündüğüm için sohbetlerime bir son vermenin uygun olacağını düşünüyorum. Bilemiyorum hizbullahı düşünürken hizbul şeytana da gark olmuş olabilirim. Bunu halletmeye çaışıcam ...
Mümkünse sizden buradaki tüm yazılarımın silinmesini rica ediyorum. Bundan böyle ne siz beni tanıyorsunuz ne ben sizi.
Artık aramızda olan tek şey yalan...
Aziz kardeşlerim. hepinizi müritlikten atıyorum . Kendim de şeyhlikten istifa ediyorum. vesselam


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim îmândan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazab gelir ve kendilerine çok büyük bir azab vardır” (Nahl, 106)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır...” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Müşrikler Ammar’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilâl’i, Habbâb’ı ve Sâlim’i yakalamış ve işkenceye tabi tutmuşlardı. Sümeyye’yi iki devenin arasına bağlayıp germişler, onu ve kocasını işkenceyle öldürmüşlerdi. Ammâr ise bu işkenceler karşısında kalben benimsemediği hâlde kâfirlerin kendisinden istediklerini söylemişti. Bunun üzerine gelip Rasûlullah (sav)’e:
“-Ammâr kâfir oldu,” dediler.
Peygamber Efendimiz:
“-Hayır, Ammâr asla kâfir olmamıştır; o, tepeden tırnağa imanla doludur. İman onun etine kanına işlemiştir.” buyurdular.
Daha sonra Ammâr ağlayarak Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e geldi. Allah Rasûlü bir taraftan onun gözünden akan yaşları siliyor, diğer taraftan da:
“− Eğer, sana tekrar işkence yapmak isterlerse sen de onlara istediklerini tekrar söyle” buyuruyordu. (İbn-i Sa’d, III, 249; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 67; Heysemî, IX, 295; Vahidî, s. 288-289)
İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin mezmum sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Cenâb-ı Hak cümlemizi Ammar (ra) gibi tepeden tırnağa imanlı kullarından eylesin. Amin!
İmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür
İmansız olan paslı yürek sînede yüktür
“Tevbe edenlerle oturun, onlarin kalbleri yumusak olur.”
(Hz. Ömer)

Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen nur-ye »

pehlivan yazdı:Aziz kaedeşlerim , bazı olumsuz durumlardan dolayı akıl sağlığımın yerinde olmadığını düşündüğüm için sohbetlerime bir son vermenin uygun olacağını düşünüyorum. Bilemiyorum hizbullahı düşünürken hizbul şeytana da gark olmuş olabilirim. Bunu halletmeye çaışıcam ...
Mümkünse sizden buradaki tüm yazılarımın silinmesini rica ediyorum. Bundan böyle ne siz beni tanıyorsunuz ne ben sizi.
Artık aramızda olan tek şey yalan...
Aziz kardeşlerim. hepinizi müritlikten atıyorum . Kendim de şeyhlikten istifa ediyorum. vesselam
pehlivan - Kayıt: 15 Ara 2009 02:00
Mesajlar: 2248

kulihvani yazdı: pehlivÂN câN,
yOLunda DOsdoĞru YüRü!.
Safranı ->face-mace oralarda att!.
BİZe soğan sarımsak öğretme ->seN Öğren!.
BİZ EMEĞi-EKmeği EZELden BİLiriz Şükürler OLsun!..
BİZ -> "TEKe TEK"-te TEK BAŞımıza KALsak da -> HAKk'tan Hakk'a HAKkça YÜRÜyen OLuruz inşâe ALLAHu Teâlâ!..
-ama sEN BİLirsin!. DEnmedi DEme!.- 05 Ara 2014 21:15
ayvaz Kayıt: 10 Şub 2009 02:00
Mesajlar: 631

kulihvani yazdı: kardeşim,
karnından konuşma ki insanlar bir şey var sanmasın,
şimdi ne demekteysen açıkça buraya yaz.. kim saldırmış vs.. korumak nasıl sana kadar kalmış.. sen bu siteyi face vs. sanmaktasın.. ne demekteysen açıkça yaz ki sana bir fırsat tanımış olalım.. gerisi basit ve kolay.. çözeriz inşallah..
bahadirgokkaya 08 Şub 2009 02:00
kulihvani yazdı: bahadırcan,
ne hazan ne rüzgar ne yaprak var.. hasreti anlayana..
ne Keban ne kablo ne ampul var.. ceryanda can-cânâ..
her AN Huzurda olana Hazır HIZIR.. sırrın sıyırmış seyrana..
"BİZ BİR-İZ" i DUYup-UYmak esas.. gerisi kuru bahana...
BİZim YOLumuz açık şükür; sormadan denir, istemeden verilir.. kulu iken sulltana..
yemek yemek güzeldir ancak hazmı da şarttır bilirsin, kusmak-patlamak tercih mi insana..
söz kendimedir hakça açıkça.. anlattığım ANlayana...
21 Haz 2012 22:45

Bu cevabı yazma niyetimiz Muhammedinur sitesini takip eden değerli kardeşlerimizi bilgilendirmek adınadır.

pehlivan, ayvaz ve bahadirgokkaya olarakta kaydın var. Sana defalarca uyarı verildi. Siteden atıldın, tekrar tekrar geldin. Maalesef hiç bir değişiklik gözleyemedik. Defalarca özürler diledin maalesef aynı şeyler!
Defalarca mesajlarının içini boşalttın. 700 ün üzerinde boşaltılmış mesajını tek tek sildik, diğerlerinide silerizde.
Senin yüzünden forumda mesaj düzenleme engeli konuldu.


pehlivan yazdı: Sitede en çok okunulan yer bura olmuş.
senin mesajların fazla okunduğundan bahsetmekteydin ''yine ne saçmalayacaksın’’ diye bakılmaktaydı. Kul ihvÂNi Hocamızında dediği gibi ''DEnmedi DEme!.'' yesin diye
kulihvani yazdı: pehlivÂN câN,
-ama sEN BİLirsin!. DEnmedi DEme!.- 05 Ara 2014 21:15
Resim
Kullanıcı avatarı
pehlivan
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 2
Kayıt: 15 Ara 2009, 02:00

Re: PİR-İ TÜRKİSTAN AHMET YESEVİ ve ALPERENLERİ

Mesaj gönderen pehlivan »

Aziz kardeşlerim özür dilerim ,tamam bu son artık yapmayacağım. Bir kaç gündür akşam kıraat vaktinde uyuya kaldım onun için biraz keçileri kaçırdık... Allah sonumuzu hayır etsin İnşaAllah.
En kısa zamanda bir tane tahta kaşık alıp koynumda taşımaya karar verdim. Kaşığımı artık yanımda taşımak istiyorum.
Sizin de iyi bildiğiniz gibi Piri Türkistan (Allah sırrını temiz pak tutsun) Tahta kaşık imalatı yapardı. O kaşıklardan Türkistanda sembolik olarak hala üretilir ve pazarda satılır.
Yani demin çok eleştirdiğim diriliş filminde gördüm. Neden bunu daha önce düşünemedim bilemiyorum...
Evet tahta kaşığımı koynumda taşımam lazım...
“Tevbe edenlerle oturun, onlarin kalbleri yumusak olur.”
(Hz. Ömer)

Resim
Cevapla

“Tarih” sayfasına dön