2008 Mart Haber Arşivi

2008 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 01.03.2008 Saat: 13:03 Gönderen: kulihvani

Resim


Gönderen: ersinruzgar Tarih: 01.03.2008 Saat: 12:21


Bir Alman zooloğu, nelerden oluştuğunu anlamak için bir serçe yuvasını dağıtmıştı.
Yapı malzemesini sayınca şu sonuca ulaştı:
Yuvanın yapısında 630 uzun at kılı, 1715 daha kısa kıl, 195 kök parçacığı, bir tül parçası, 3 gonca yaprağı, çeşitli büyüklüklerde 20 başka yaprak, 45 iplik ve 35 gr. koyun yünü vardı!..
Bütün bu malzeme, hem sağlam, hem de yumuşak olan küçücük bir kuş yuvasında bir araya gelmişti.
Sadece 1715 kılı toplamak için kuşcuk kimbilir ne kadar çalıştı, kanat çırptı?
Hiç bir şey göründüğü gibi değil..
Bir kilo bal, 30 bin arı, 6 milyon çiçek, 20 bin km. uçuş demektir..
Kuru bir dilim ekmek de öyle.
İnsan biraz dikkatle baksa, orada sürülen, ekilen bir tarlayı, yağan yağmuru, karı, biçilen başakları, değirmeni, fırını, görüp seyreder bir bir...



Aziz kardeşim Ersin can,
Bu güzel katkın için teşekkürler..
Bilirsin ki bendenizin ömründen bir dilim Bolu''da geçti ve asla unutamadım o herşeyi güzel gül ve bülbül şehrimizi..
Sizleri, Cemâl Candan, Ahmet karayel''i ve nice güzel insanları...



ZEVK 2006
Boluda karlar yağıyor, çiçeklerin üstüne DOST!..
İçerde içim üşüyor, yanan kalbim kastına DOST!..
Yanar Dağ” gibi yaşadım, içim ateş – dışım yeşil!..
Kalbi küllü gariblerin “ÖZ” ü gider DOSTuna DOST!..


26/03/ 2000 17:18 Bolu
Kul İhvani

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 02.03.2008 Saat: 19:54 Gönderen: kulihvani


Resim



UZLETHÂLVET Mİ?..


Kul İhvanî


Uzlet, Hakk’ta Hakk ile kalış, halktan ayrı sükûn ve sükût içine dalıştır..
Hâlvet, aklı olan bir kişinin kendi insanlığını bilip, bulup, olup da yaşaması için bir İNSAN’dan;
İlâhî İlim Öğretimi ve Muhammedî Edeb Eğitimi alarak,
NEFS’inin Elini, Dilini, Belini bu Belâ Bazarından çekmesi “EDEB” idir.
Halkın Hazırında ve Hakk’ın Huzurunda;
Her yer, her zaman ve her hâlde oluş hâlidir.
Bu ZOR YOL’da ZOR iştir elbette!..
Ne var ki,
Kendi ve RABB’i bildirilen Eren İzcileri için iş değil, “ZEVK”tir..

Aziz Hocamız Münir Derman (ks)’nun “Yazılmamış Sırların İlki – Yazılacak Sırların Sonu”
ZEVKinden HÂLVET Sofrasını Hizmete sererken,
Bir Dostun SİNEM Sesinden, Muhammedi bir Mesaj aldım.
Dost der ki BİZden BİZe:



“uzlet mi halvet mi bilemedim!..”

Cihadın mübahı nefsinde mi
Cihadın mübahı neslinde mi
De bir DOST ELi bildir YA HUU
De bir AŞK ERi buldur YA HUU!..

Geldim gurbet ellerinden yurduna
Amerika dan Antalya ya sanma!...
De bir DOST ELi bildir YA HUU
De bir AŞK ERi buldur YA HUU!..

Dökmedik yüzümüzü NURsuza
Açmadık sohbet-i CANAN''ı ehl olmayana
De bir DOST ELi bildir YA HUU
De bir AŞK ERi buldur YA HUU!..

Şimdi vuslat-ı inzivaya bırakmadılar bu GARİBi
Attılar kurtlar sofrasına...
De bir DOST ELi bildir YA HUU
De bir AŞK ERi buldur YA HUU!..

Dostu bilmez ellere bırakır mı MEVLA kulunu?
Bu bir sevk-i İLAHİ midir?
Sırat-ı Mustakim mi?
Bilemedim...
Sesini işitemedim...
Gece olmuş gönlümüz KAMER-i NURUNU GÖREMEDİM
AFFET YA HUU...

Selam ve saygılarımızla

_________________

Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş içindir."
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin...”



...
.
Böyle Buyurmuş Gönül Dostu..

Bu “NOKTA” ya parmak basış, Kalb Kalemi’ni Kelâm Çölü’ne düşürdü..
HAKK (cc) Rızasını,
Resûlullah (sav) Ravzasını ve,
Hakk Erenler (ks) Gönül Hoşnutluğunu umarak,
Kardeşlerimle paylaşıma sundum,
“BİZ” im “ZEVK” lerimizi “HAZZ” için..
İnşâllah..




ZEVK 3109

Cihâd “CAN” da “CÂNÂN” için... “NEFS” in “İLL” imtihanı..
Emr Âlemi’nden Aşkullah… Rahmân Nefhası, Dost Canı…
Nesl-i Pâk, Sırr-ı Süveydâ… Ahadü’l- Ahmed Ahlâkı..
Aşk Erleri Yed’-i Dost’la, tutmaktadırlar bu “HAN” ı !..

02.03.2008 13:10
a n t a l y a




ZEVK 3110

Zerre gibi, Kürre gibi… Baş – Ayaksız “Bilye” gibi…
Dayanmadan “Başka”sına, “DEVRÂN”da dönmekte “SEVGİ”
Hakk’ta, Hakk’tan, Hakk’a Hakk’la.. “Seyrân-Cevlân-Hayrân” Hâli..
“Aşk Eri” nin Dost Elinde… Eli olandır “SEVGİLİ!..”


Kul İhvanî sözüm sana
Alıp satma ona – buna
İki kapılı bu “HAN” a
Giren Hakk’tır! Çıkan Hakk’tır!..


02.03.2008 13:13
a n t a l y a





ZEVK 3111

Yüz Suyun dökemez asla!.. Nakşedenler “Nûr-u MÎM” i
“Söz–Sohbet–Zevk–Hazz” da Hakk’ın, Zü’l- Celâl ü Cemâl “CİM”i
Sokağa döksek alan yok!.. Uyur-Uyurgezer-Sarhoş!..
Ümmet yorgun!.. Resûl üzgün!.. Çile Çağrısı değil mi?..

02.03.2008 13:17
a n t a l y a





ZEVK 3112

“Zıtların Zevki” nde “TEVHİD”… İmtihan, Kurtlar Sofrası..
Çile Çölünde kaynarsa, Kalb Kazanı - Kafa Tası..
“Tûbâ Gürâbâ!..” Tebşiri.. Aşçı değil, ÂŞIK için
Kalb, “Hirâ Gârı” Gönül Dost.. İnzivâda Haslar Hası!..

02.03.2008 13:21
a n t a l y a





ZEVK 3113

Dost Erenler’in “TEK DOST” u… Resûlullah, DOST’un DOST’ u…
“Benlik Derisi” n yüzdürüp, Hak Yol’a serdiler “POST” u…
Muhammedî Gayret ile, Muhabbet-Merhamet-Hizmet!
“Elest” te Hakk Sesi’ n duyan, Muhammedî Meşk’in Mesti!..

02.03.2008 13:25
a n t a l y a





ZEVK 3114

“Nûr-u MÎM” in Sahibini, dört Âlemde bildir Yâ HUUUU!..
GÖZde – İZde – SÖZde – ÖZde, Hakk Dostların buldur Yâ HUUUU!..
Cevr-i Cihân – Çark-ı Çile Çarmıhı’nda “CAN” larımız!
Muhammedî Meded eyle!.. “ Kûn feyekûn!..” “OL!” dur Yâ HUUUU!..

02.03.2008 13:28
a n t a l y a






ZEVK 3115

“SEN” nerdesin Ey “SEVGİLİ” !.. Akseden sesin içimde!..
Alt – üst ettin aklım – fikrim!.. Bilinemez “BİR” biçimde!..
“Üç Nokta” yı “İLK NOKTA” ya.. “Nûr-u MÎM” den “Nûr-u NÛN” a
Taşıyan “TEVHİD YOLU” nda; Hâldâşım! “BİLE” m, “HİÇ” imde!..


Kul ihvanî “SÖZ” ü kes!
“CAN” dediğin bir “NEFES”
Bir “NEFES” lik nâsibin
Gün gelir bulur Herkes!...


Muhammedî Sırr-ı SEVGİ ile..




HADİS-İ ŞERİF :

Resim --- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
“İslâm garib olarak başladı ve başladığı gibi (günün birinde) garib hâline dönüşecektir. Fe tubâ li’l-gurâbâ: Ne mutlu gariblere (Sıddık ve Âdil Muhammedî Âşıklara!)” buyurmuştur.
.
(Ebu Hureyre (ra) dan; İbni Mâce, Sünen, Fiten- 3986 ve Müslim Enes bin Mâlik (ra) dan; İbni Mâce, Sünen, Fiten-3987 Zevâid Abdullah İbni Mes’ud (ra) dan; İbni Mâce, Sünen, Fiten 3988 ve Tirmizî)




KELİMELER :

Hâlvet : Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
Belâ : (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne.
Bezm-i Elest : Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde: diye sorduğunda, ruhlar, "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir.
Uzlet : Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
Cihad : (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkân-ı imâniye ve esasât-ı diniyeyi muhafaza ve imânı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garrâ''nın ahkâmını muhafaza, Kelimetullah''ı i''lâ, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hâkimiyet-i Hakkı te''min eylemek
Mübah : (İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. * Fık: Yapılması ve yapılmaması şer''an câiz bulunan şey. (Yemek, içmek, uyumak gibi.)
Nesl : Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk.
Ehl : (Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz. * Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. Dinimiz, bize işleri ehline vermemizi emreder. Cemiyette işler, mevkiler, makamlar, görevler, ehline verilirse işler düzgün gider, sonuçtan herkes memnun olur. Eğer İslâma aykırı olarak ehliyet yerine eş, dost, adam kayırma, parti menfaati vs. bayağı, hasis düşüncelere yer verilirse ve işler ehliyetsizlere terkedilirse bundan herkes zarar görür.
Sevk : Hayvan veya insanların düşünmeksizin Cenab-ı Hakk''ın sevki ile olan hikmete uygun hareketi. Sevk-i kaderî, ilham veya sevk-i İlâhî demek daha doğrudur.
Sırat-ı Mustakim : En doğru yol, İslâmiyet yolu. Hak yolu. Allah''ın râzı olduğu en doğru yol. Peygamberlerin, evliya ve sâlihlerin, sıddıkinlerin gittikleri meslek
Kamer : Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
Meyyit : (Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş.
Leş : Hayvan ölüsü.
İLLÂ : (İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir).
Emr : İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise.
Emr Âlemi : Hakk''ın Zâtî Âlemi...
Nefha : Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan.
Yed''-i Dost : Dost eli.
İnziva : Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur''an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur''ân ve imana hizmetle vakit geçirmek.
Vuslat : Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 03.03.2008 Saat: 12:06 Gönderen: kulihvani


Resim


KENDİNİ BİLMEK

Erol YEMENOĞLU


İnsanlık tarihinin en eski ve bilinmez sorusu kendini bilmektir.
Neden insan kendini bilmez? İnsan nedir? İnsan kimdir?
İNSAN; Bir bilinmez, meçhul, muamma; insan kendine ne olduğu sorusunu sorarken bu sorunun cevabını kendi veremiyor maalesef.
Yaşadığı toplum, olması gerekeni değil olmasını istediğini yani toplumun değerlerine, menfaatlerine uygun olan kalıbı oluşturmaya çalışıyor.
“Ben kimim?” sorusunun cevabı : “Sen şusun!” oluyor .
Toplumsal bir varlık olan insan için kaçınılmaz zindan bekli de budur…
“Sen şu olmak zorundasın!’’ hapishanesine mahkum edilen insan müebbed hapse mahkum edilirken, özgürlüğünü elde edemeden prangalar altında ölüp gidiyor.
Bu mahkumiyetten kurtuluşun ve özgürlüğün yolu ise kendini ruhunun derinliklerine inerek bilmek.
Yani içsel bir yolculuğa çıkmak…

“Ben neyim?” sorusundan önce, “Ben ne değilim?” diye sormak gerekiyor bekli de.
Sonra sıralamalı olmadığı bütün şeyleri : Et değilim, kemik, sinir, kan, ev, araba kat, yat değilim!
Benim dediğim her şey bana dönüşüyorsa eğer geriye doğru giderek bunların hiçbirisi olmadığını bilmek ve “BEN” prangasından kurtulmak, toplumun : “Şu sun sen!” hapishanesinden çıkmak.
Sonuç ise hiçlik!..
Hiç bir şey kalmadan geriye içe dönmek ve orada bulacağımız cevap ise benlik mahkumiyetinden “BİZ” özgürlüğüne ulaşmak.
İnsan neden birilerinin kendisini onaylamasını ister?
Neden yaşadığı toplumda birey olarak kabullenilmeyi ve kendisine saygı duyulmasını ister?
İnsanın en temel ihtiyacı onaylanma ihtiyacıdır.
Bunun sebebi ise bireyselliğin toplum içindeki menfaatlere dayalı etkisinden kaynaklanmaktadır.
Onaylanmanın sonucu ise toplum zindanında BEN prangasıdır.
BEN küpünü kırmak, BİZ deryalarına kavuşmak.
Bireysel menfaatlerden vazgeçerek toplumun ortak menfaatleri doğrultusunda ilâhî mesajı uygulamaya geçirmektir.
“Ben kimim?” sorusunun cevabı yoktur.
Çünkü insan için BENlik, cevabı olmayan, var olmaması gereken bir kavramdır.
Damla ve Deniz.
İkisi de su iken damlanın kendini denizden ayrı görmesi gibi.
Ama her ikisinin de su olması sonucundan yola çıkarak insanda ne olduğu sorusuna BENlik penceresinden bakarak bir cevap bulamadan acılar içinde kıvranır durur.
BENlik küpü içindeki muhteşem varlığın aynaya bakıp içini göremeden : "Ben küp müyüm?’’ dercesine içindeki mücevherlerin farkına varamadan mahvolur gider.

Varlık Âlemindeki birlikteliği ve estetik bütünlüğü anlamak bile insanı benlik prangalarından kurtaracaktır.
Bu algılayış parçanın bütüne olan ihtiyacını ve onsuz bir HİÇ olduğunu anlamasıdır.
Bu da estetik bütünlüğü algılamamızı ve HEPlik resminin tamamını görmemizi sağlayacaktır.

Yaşam denen zorlu serüven insanoğlunun ve birlikte yaşamı paylaştığı diğer varlıkların var oluşlarını anlamlandırma ve kendileri için bir oluş ortaya koyma çabasından mı ibarettir?
Yoksa başka bir gaye mi var!
İnsan, Tabiat, Toplum ve Tarih.
Bu dört etken bir oluşa etki eden ve oluşu tamamlayan unsurlardır.
Bir çoğumuzun estetik deyip geçtiğimiz bütün; bizim sığ zihnimizde param parça olup bütünlüğünü ve anlamını yitirmekte.
Var oluşun estetik bütünlüğü bizim algımızın sınırlarını zorlayan ama kavramamıza da imkan tanıyan bir bütünlüktür.
Burada vurgulamak istediğim temel konu, varoluşun estetik bütünlüğü içerisinde bilim, etik, ahlâk ve din olgularının gerektiği gibi anlaşılamamasıdır.
Ayrıca söz konusu bireyin kendini ortaya koyabilmesi ben, sen ve o'nu aşıp "BİZ!" Yakınlaşmasına girmesi bütünlüğü…
Bu bütünlükte, dinin vurguladığı ve bireyin kavrayamadığı İlâhî Mesaj!..
Evet işte esas mesele estetiğin ilâhî kaynaklı olmasıdır.
Onu anlatan sen!
Bana anlama yetisi verdiysen benim de anlamam olası..
Bu özette anlatmaya çalıştığım gerçek farkındalığın İlâhî Mesaja zihnimizi açmamız ve VAR oluşa bu şekilde aktif katılımı bireysellikten BİZe ulaşarak sağlamamızdır.

Sonuç olarak diye biliriz ki, “BEN”liklerimizin küplerini parçalayıp, “BİZ” deryasına ulaşarak ancak kendimizi bilebiliriz kanaatindeyim.
“Küp ne?’’ diye soracak olursanız :
Sizi siz yaptığını düşündüğünüz bütün etiketler ve sizi BİZ olmaktan uzaklaştıran her şey…

“ MEN AREFE NEFSEHU FEKAD AREFE RABBEHU : KENDİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR” Hadis-i Şerifini, bir de bu bakış açısıyla okuyalım
Muhammedî bir RUH la Allah’ın rıza-yı ilâhîsi doğrultusunda BİZ olalım İnşâallah...

Selâm ve dua ile…
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 04.03.2008 Saat: 00:22 Gönderen: kulihvani


Resim


DR. MÜNIR DERMAN (ks) HATIRALARI 2


Bozüyük Gazetesi Yazarlarından Sayın Kurulay Yılmaz bey,
Münir Dermanla ilgili derledigi Anılarını sağ olsun bizi kırmayarak bizimle paylaştı.
Kendisi Münir Baba’nın üniveriste ögrencisi.
Yazının ikinci kısmına geçiyoruz
Himmeti hazır olsun, Ruh u şâd olsun....
Selâmlar

Nurten


Birkaç anektot:

Salı günü Bozüyük’te Pazar kurulur.
Şimdiki Ziraat Bankasının olduğu yerde Tahıl Pazarı kurulurdu.
Tam karşısında Postane bulunuyordu.
Postanenin önünde çam ağaçları vardı.
Doktor Münir Derman bir Çam Ağacının gölgesinde sandalyede oturuyordu.
Tahıl Pazarından iki köylü eşek ile çıkmışlar ana yolu geçeceklerdi.
Eşek yola gelince direniyor geçmiyordu.
Köylüler ise zorluyorlardı.
Doktorumuz kalkıp onların yanına geldi.
Eşeğin yüzünü aksi istikamete çevirmelerini istedi.
Birinin ceketini çıkarttırıp eşeğin kafasına geçirdi.
Ve eşeği çekerek asfalttan karşıdan karşıya geçirdi.

*

Dr. MÜNİR Derman Eskişehir’de bulunduğu sırada ben Üniversitede okuyordum.
Dr. Derman bizim Fransızca dersimize girerdi.
Çok anekdotlar anlatırdı.
Hayatı film gibiydi.
Hatırımda kalan birisi de şudur:
“Meşhur ünlü Hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun alnında çizgi şeklinde yara izi vardır.
Onun kafasını ben yarmıştım.
O da dahil birkaç kafadar bir lokantaya gitmiştik.
Velidedeoğlu konuşmalarında sık sık Fransızca kelimeler kullanıyordu.
Bize de : “Kusura bakmayın. Dört sene Fransa’da kaldım, elimde olmadan bu kelimeleri kullanıyorum!” diyerek fiyakalar yapıyordu.
Bunun üzerine :
“Ben dokuz sene Fransa’da kaldım. Türkçeme tek kelime Fransızca karıştırmadım!” diyerek kafasına tabağı fırlattım.
Tabak kafasını yardı.
Tabii olay daha sonra tatlıya bağlandı.

*

Doktor Münir Derman namaz kılmak için Eskişehir’de Hacı Çakır Câmiine gitmiş.
Vâiz kürsüde cennetin güzelliklerinden konuşuyor ve şöyle diyor:
“Cennette sağınızda 40 huri, solunuzda 40 dünya güzeli olacak. Hepsi sizin hizmetinizde olacak!”
Doktor yerinden ayağa kalkmış; vaize:
“Vaiz efendi! Yanlış yapıyorsun. Dünya değerleri ile cennet ve cehennemi anlatamazsın” demiş.
Olay Eskişehir Müftülüğüne intikal etmiş.
O günden sonra Vaazları Doktor Münir Derman vermiş.

*

Bir yolculuk sırasında muavin ile cüsseli bir yolcu tartışıyor, muavine haksız olarak bağırıyordu.
Doktorumuz otobüsü durdurdu.
Kabadayı genci aşağı indirip bir judo oyunu ile yere yatırdı.
Genç özür dileyip doktorun elini öptü.

*

Eskiden kanalizasyon yaygın olmadığı için hela çukurları kullanılırdı.
Üzeride kabinle kapatılırdı.
Böyle bir çukura düşen minik bir böcek pisliğe saplanmış çırpınıyormuş.
Doktorumuz kolunu sıvazlatıp hela çukuruna sokmuş ve böceği kurtarmış.
Bu derece merhametli bir insan olduğu anlatılır.

*

Bir gün tesettürlü bir kızla bir delikanlı Nikâh işlemleri için saplık raporu almaya gitmişler.
Muayenelerini yaptıktan sonra onlara 32 Farzı sormuş.
Kız cevap vermiş,oğlan verememiş.
Kıza : “Buna öğret, bir daha gelin sağlık raporu alın!” demiş.

*

Babaannem otlarda ilaçlar yapardı.
Birçok hastalığı da iyi ederdi.
Aile dostumuz olan Dr. Münir Derman bu ilaçlara çok ilgi göstermiş,kullanılan otları,ilaçların yapılışlarını ve kullanıldığı yerleri yazmıştı.
Onun anlattıkları daha çoktur.
Kendisi ile ilgili araştırmalarıma devam ediyorum.

Kurulay Yılmaz
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 06.03.2008 Saat: 01:19 Gönderen: kulihvani


Resim


Anneme .... Annelerime....


illâedep

“ bilinmiyordu. Yalnızdı.
Ne kendisinden haberi olanlar vardı, ne de kendisini bekleyenler.
Bilinmek için BİR aracıya ihtiyacı vardı. Ancak BİRisi onu var edebilirdi.
Nasıl toprağa düşmüş bir tohum Tüm Âleme yayılacak ve İSMİni duyuracaksa,
Tıpkı bunun gibi “ ” ‘ da kendisini toprağa düşürecek bir ele ihtiyaç duymaktaydı.
Fakat “ ” zaten yoktu. O Eli bulması nasıl olabilirdi?

” ‘nın “ İllâ “ ‘ya doğru giden yolculuğu Annesinde son bulmuştu.
Annesi CEMALİYLE “ “ ‘ ya “ İllâ “’ lığını vermişti.
Şimdi “ İllâ “ hem biliniyor hem de etrafını saranlar tarafından bekleniyordu.
Bu etrafını saranlar mı kimlerdi ?
Tabi ki “ İllâ “’ nın BİZ diyeceği BİRicik AİLEsiydi....


Resim


Annesi ile VAR Olan “ İllâ “’yı bundan sonra nice güzellikler bekliyordu.
Ama önce Annesinin SÜTü ile AKLını, MERHAMETi ile de YÜREĞİNİ fark etmesi gerekiyordu.
Annesi “ İllâ “’ yı hiç bırakmayacak OLANdı.
Çünkü “ İllâ “ varlığının başka boyutlarını da Annesi sayesinde yaşayabilecekti.

Var edip ortaya çıkartan ve “ İllâ “ dedirten bu aracı, tıpkı bir el misali tohumu toprağa ekmiş, meyve alabilmek için SUlamış, dallanıp budaklanması,
Tüm toprağa yayılması için Yüreği ile tohumu Yüreklendirmişti.
Artık “ İllâ “’ nın “ Edeb “ ini bulması için KERVAN hazırlanmış yolcular SEÇİLMİŞti.
Uzun soluklu, Yarım nefeslik bu YOLda “ İllâ “, İLLÂEDEP olarak var olmaya bakacak,
Annesine minnettar kalacaktı....



Annelerimiz....
Varlığımıza sebep olan Çok Kıymetli Nadide Çiçeklerimiz.
Hangimiz Annemize minnettâr değiliz ki?
Hangimiz acımızda da, mutluluğumuzda da Annelerimizin manevî desteklerini hissetmiyoruz ki?
Ben hissediyorum. Eminim Sizlerde Yüreğinizin tam ortasında ki BİR kara noktada hissediyorsunuzdur Onları.
Ne büyük bir güzellik ki Anne, ALLAH (c.c)’ nun yerini BİZlere bildiriyor tıpkı kulaklarımıza şu sözlerini fısıldayarak.


““ Bak işte şu yüreğinde Beni düşündüğünde hissettiğin Sızı var ya Bu Sızının SAHİBİdir ALLAH(c.c).””

ALLAH Annelerimizi başımızdan esirgemesin. Maddî, manevî yardımlarıyla HEP BİZde kılsın.
BİZi ise O Yüce Sultanın mekanında taht kurmuş, bu Nadide Çiçeklerimize Hayırlı evlatlar eylesin ki BİZi de Kendisi gibi BİRer Çiçek yapsın.
Tıpkı Benim Çiçek Annemin Beni İLLÂEDEP YOLunda SUladığı gibi...



Edebim de Annemden Sözüm de
Güzelliğe dair ne varsa Hepsi Sende
Daha ne güzellikler saklı kim bilir Sinende
İYİ Kİ DOĞDUN İYİ Kİ VARSIN YÜREĞİMDE




Manevî Hediyem olsun Anneme.... Tüm Annelerime....
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 06.03.2008 Saat: 11:43 Gönderen: kulihvani


Resim

Sen arama O seni bulur.


Muhammed Burak DEMİR


Sen arama O seni bulur.
Sen isteme O sana gerekirse verir…
Sen sadık ol!
Sen samimi ol!
Sen sebatkâr ol!
Selâmet gelir!
İNŞÂALLAH…

Kabuğunu sağlam tut da içindeki zarar görmesin.
Şeriat-ı Garra’dan asla sarfı nazar etme, şükrün ifadesidir.
Şükürsüzlüğü kimse sevmez.
Bu kubbe altında seni himaye edecek bir çift göz seni bulursa, sen de o gözün seni himaye mi yoksa imha mı edeceğinde kararsız kalırsan sana birkaç tavsiyem var kardeşim…
Bilebildiklerimi, öğrenebildiklerimi, tecrübe edebildiklerimi dilimin döndüğü kadarı ve Allah’ın izin verdiği kadarıyla sana anlatacağım…
Eğer istersen buyur “BİZ”i dinle!..


Rüşd: Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salâbet, metanet ve kemâl-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. * Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak.
Bir kimseyi de reşid kılmak fiiline irşad deniyor


Mürşid: Bu işle görvelendirlen kişi.

Hakikatte tek bir mürşid vardır. O da SAV’dır.
Bunun dışındaki mürşidi mânevîler olarak isimlendirdiğimiz görevli kimselerin işi ise sadece talebesini SAV’ a ulaştırmaktır ve bağlamaktır.
Kendisine değil!
Köleleştirmek değil, gerçek mânâda özgürleştirmektir.

Kemâl sahibi bir mürşid-i mânevî kimseyi dâvet etmez…
Kendine böyle bir yakıştırmada da bulunmaz zira davâ sahibi değildir…
Davâ sahibi ALLAH (c.c)’dur.
Kimseyi dâvet etmez çünkü bu yolun edebi böyledir.
Dâvet sahibi Resûllerdir ki onlar da şeriata dâvet ederler sadece, tebliğde ve dâvette bulunurlar.
Uçmakla kaçmakla yani senin anlayacağın kerâmetle mu’cize ile de uğraşmaz, böyle şeyleri kendine izâfe de etmez.
O’nun işi ilimle ve edebledir.
O, daima, "Ene beşerün " (Ben ancak bir beşerim) edebi üzere bulunur…

O talebesine hayal olanı vehmî olanı öğretmez, temkinlidir zira işi zordur, mesuliyetlidir.
Öğreteceği sadece Kur-ân ve Sünnet-i Resûlullah’tır ve talebesini bu şekilde tekâmül ettiririr.
Sabırlıdır, şefkatlidir.
Pota-yı Resûlde erimiştir.
Resûlullah ahlâkıyla, yani Kur’ân ahlâkıyla,
Ahlâkullah ile ahlâklanmıştır.
Tıpkı O'nun gibi (en azından çevresine) Rahmet olmaya çalışır huzurundan ayrılan kişi rahatlamıştır.
Ne madden ne de mânen talebesine ağır yüklemelerde bulunmaz.
O'nun ilmine, edebine ve hâline gerçekten de vâris olduğunu hâliyle, ka’liyle, tavrıyla, meşreb ve neş’esiyle izhâr eder.
Onların zamanı değerlidir.
Talebelerine merhamet, adalet ve ihsan ile muamele ederek topluluğun vahdetini muhafaza ederler.
Onun eğitiminde ve sohbetlerinde dedikodu, gıybet ve siyasete yer olmadığı gibi talebelerini de bu gibi şeytanî (ikilikten) şeylerden uzat tutmak için himmetini esirgemez.
O bir an evvel talebelerini; Nur-u Mim’i bildirip, buldurup, oldurup da yaşatarak ALLAH’ ın yoluna iletmeye ve Pota-yı Resûlullahda eritmeye çalışır...
Bu yolda yürüyemeyen talebesine yine müşfik bir şekilde hakkını helal eder ve hayır dua da bulunur.
Çünkü onlar Ahlâkullah ile ahlâklanmış Resûlullah (sav)’in hasbî hizmetçileridirler...

Şimdi sorum sana şu:

“Kim seni buldu? O’mu? Sen mi?”
Burada görülemeyen kâinâtta câri gizli bir kanun var.
O’nu görmeye çalış!..


Ve’s- Selâm…
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 09.03.2008 Saat: 20:10 Gönderen: kulihvani

Resim

HİMMET


Münir DERMAN (ks)

HİMMET : Kelime mânâ itibariyle : Kuvveden fiile çıkarılmak. Kasıt ve irade olunan husus. Cemi Himem.
HİMMET : Mürşidin vereceği bir kıvılcımdır.
İlim değildir. Söz değildir.
HİMMET NEDİR ? Bunu bilmek. Anlamak. Anlatmak çok zordur.
Himmet vermek de çok zor ve güçtür.
Ve tehlikelidir.
Her velî ve mürşid himmet vermeğe me’zun olmadığı gibi, himmet verme kudretine de mâlik değildir.
Hakk, kudret ve güçleri insanda gizlenmiştir.
Bu güçleri ortaya çı¬karmak için de Hakk’tan Resûlullah’a oradan mürşide erişen bir kıvılcım vardır.
Bu kıvılcım ile bir anda talibde bulunan güçleri işletmeğe himmet derler diye târif edebiliriz.
Himmet almak da çok zor ve güçtür.
Himmet Padişah'ı tahtan ayırır.
Umur-u devlet kalmaz.
Himmet bazan da insanı mânevî bir tahta çıkarır.


"RİCALİN HİMMETİ DAĞLARI YERİNDEN OYNATIR!" derler.
Bazen himmet bir bakışla verilebilir...
Himmet alan “Verenin kudretine göre” büyük mânevî bir kudrete mâlik olur.
Bunu ya bilir. Ya bilmez.
Akşemseddin hâlvet himmeti isteyen Fatih Sultan'dan kaçtı. Umur-u devlet gider...

Şeyh Vefa ne Fatih'i ne de Bayazid'i kabul etmedi.
Onlara yüzünü göstermedi.
Hatta Bayazid cenazesini görmek için tabut kapağını açtı.
Şeyh Vefa eli ile yüzünü kapamıştır.
Bazıları da vardır yüzünü göstermekle, nazar etmekle hemen himmet ederler ki, bu kendi iradeleri haricindedir.
Talib derhal başkalaşır kimsenin yüzüne bakmazlar.
Necmeddin-i Kübra kendisi istemeden kendinden keramet ve himmet husule gelirdi.
Bir gün kırda gidiyordu; Bir şahin bir kırlangıcı yakalamak için havada uçuyordu.
Necmeddin-i Kübra'nın bir aralık gözü kırlangıca nazar etti. Kırlangıç döndü şahini tuttuğu gibi yere yurdu.

Bu gibiler büyük velîlerdir.
Talibe habersiz himmet ederler.
Onlar başkalaşırlar.
Kendileri haberleri olmadan âdet, huy değiştirirler.
Başkalaşırlar. Bilgileri değişir.
Sapık fikirlerden ayıklanırlar.
Akılları haberleri olmadan başlarına gelir.
Hakk’ın emirlerini yapmağa başlarlar.
Bu hâllerine etrafı şaşmağa başlar.
Bu gibiler haberleri olmadan kimden geldiği belli olmıyan küçük bir himmet almışlardır.

Himmet, vermenin zamanı. Saati, dakikası vardır.
O an, Murad, Haktan gelmeden himmet vermek imkânsızdır.
Amma dua ile bu imkân hududuna girebilir.
Himmet verecek bu durumu sözleriyle.
Hareketleriyle izhar edebilir.
Sözleriyle. Nasihatleriyle. Hareketleriyle, Talibin bunu anlaması lâzımdır.
Nasihat evvelâ cesede, sonra emirlere taalluk eder.
Hakk’ın muradı henüz sudur etmemiştir.
Zamanı vardır.
Eşref saat gelmemiştir diye gizli kapaklı olarak söyler. Bazan da sukut eder.
Himmet edecek kimseyi talib bilmez.
Bazı namsız, nişansız büyükler vardır.
Hakiki sultanın yanında sultandırlar.
Halk arasında hakir görünürler.
Onları herkes bilemez.
Sezenler vardır.
Onların sözleri, tavsiyeleri, ikazları, nazarları da himmettir.

Hakk’ın emirlerini yapmak.
Nehiylerinden kaçmak.
İbâdet, zikir insanı değiştirmez.
İnsanda gizli ve Hakk’a yanaşmak kapılarını bulmağa o kimseyi hazırlar.

Kuvvetli bir mürşidin hâlvetine girmek.
Orada her emrin, nehyin sebep ve niçinlerini görerek öğrenmek talibe lâzımdır.
Hakk’ın ismiyle yemeğe başlar.
Abdestli olarak.
Elhamdülillah ile son lokmayı bitir.
Araya da sen dikkat et!
İlk lokma ile son lokma arasına...
Neye dikkat dedik?
Onu söyliyemem, bana hakaret olur.
Çok yeme! Az ye! Helâl ye!

“Bir lokma helâl rızık yüz lokma içine haram karışmış lokmadan daha doyurucudur ve vücud için şifâlıdır. Hayırlıdır.”

Bu hadisi şerifte bütün Hakiki İslâmın sırrı gizlidir.
İçini kimseye gösterme!
Tâki dışın içinin süsleriyle süslenmiş ondan sonra dıştan için görünür.
Onu ancak Velî görür.
Bunu görürse himmet etmek o Velîye âdeta farz olur.
"İlme’l- yakîn" Yâni görerek. Öğrenerek. İlimle her şeyin aslını öğrenmek.
Parazit fikir ve düşüncelerden kurtulmak.
Sonra da "Ayne’l- yakîn" ile hakikati görerek, meselenin aslına "Hakk’el- yakîn" ile hakikatını bilmek.
Sonra o büyükten himmet alarak "Sırre’l- yakîn" deryasına düşmek...
Sırre’l- yakîn gönül kilidi açılmış, zâhir ummanı ile bâtın ummanı birbirine karıştıran bir hududdur.
“Dünya ve dünya ehlinden gönül bağlarını kesmeden vilâyet kokusu koklanamaz!” buyrulmuştur.

Bedevî Hazretleri peçeli gezerlerdi.
Kime nazar etse himmet ederdi o anda...
Bağdat'a geldiği zaman Abdülkadiri Geylânî ve Rufaî Hazaratı ile görüştü.
Abdülkadiri Geylânî ve Rufai Hazretleri kendilerine:
“Bizde her yerin tasarruf anahtarları vardır. Nerede arzu ederseniz söyleyin verelim!” buyurdular.
Bedevî Hazretleri : “Benim onlara ihtiyacım yok. Ben istediğimi EL FETTAH'dan alırım!”dedi.
Abdülkadiri Geylânî Hazreti Bedevî için :
“Subhanallah. O öyle bir deniz ki nereden akar ve nerede biter bilinmez!” demişlerdir.

İbrahim'i Matlubî, Şeyh ve Hocası olmıyan tek büyük velîdir. Doğrudan doğruya inâbeyi Resûlü Ekrem'den almıştır.

"Bir sinek bir kartalı kaldırdı vurdu yere bende gördüm izini!"
Bu garip mısra ile Yunus, himmetin ne olduğunu "Necmeddin'i Kübrâ' yi telmihen" bunu söylüyor.

Hülâsa : HÎMMET müridi nefs ile dünya sevgisinden soyar.
HİMMET, mürşide Resûlü Ekrem kanalından gelen şerâreyi vermeğe verilen isimdir.



KELİMELER :

HİMMET : Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. * Tabiî şevk ve meyil ve heves. * Lütuf, yardım.
Cemi : Çoğulu
Himem : (Himmet. C.) Himmetler.
Me’zun : İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli.
Umur : (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.
Umur-u devlet : Devlet işleri.
RİCAL : (Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar.
Necmeddin-i Kübra : (Mi: 540 - 618) İran Mutasavvıflarının en mühim şahsiyetlerindendir. Kübreviyye veya Zehebiyye ismi ile anılan tarikatın kurucusu sayılır. İsmi: Ahmed bin Ömer Eb-ul Cenab Necmeddin Kübra el-Hivakî el-Harzemî. Münazara ve mübaheseyi çok sevdiği ve her münazarada hasımlarını yendiği için kendisine "Ettâmmet-ül Kübra" lâkabı verilmiş, sonradan sadece "Kübra" denilmiştir. Moğolların Harzem'i istilâsında şehri terk etmeyerek, onlara karşı kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. (K.S.)
İzhar : Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş.
Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme.
Sudur : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
Eşref saat : Saatlerin şereflisi. Uğurlu ve işlerin rast gittiği, dua ve dileklerin kabul edildiği an.
Hakir : Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.
Nehiy : Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli.
Hâlvet : Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
İnâbe : Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak.
Şerâre : (Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 09.03.2008 Saat: 22:32 Gönderen: kulihvani


Resim


BAL ARISI ve VELÎ


Barboros SERT


“Rabb’in bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl 16/68-69)

Bu âyetten bana gelen ses sanki şöyle gibi:

Bismillah!
Ey bal arısı gibi olan velî kulum!
Şu kovan gibi gönlündeki gönül peteklerine,
Kur’ân''da bahsedilen şu mânevî meyvelerden bol bol yiyerek, türlü türlü şerbetler üret ve bol bol ilim doldur, nûr doldur!
Bu ilim bu nûr ruhların gıdası ve gönül hastalıklarının devâsıdır.



RABBIN BAL ARISINA DA ȘÖYLE VAHYETTİ


وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

“Ve evha rabbüke ilen nahli enittehizi minel cibali büyutev ve mineş şeceri ve mimma ya''rişun. Sümme küli min külles semarati feslüki sübüle rabbiki zülüla yahrucü mim butuniha şerabüm muhtelifün elvanühu fihi şifâül linnas inne fi zalike le ayatel li kavmiy yetefekkerun :
Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl 16/68-69)

Resim


Arı - İncir

Bu âyetten bana gelen ses sanki şöyle gibi:
Bismillah!
Ey bal arısı gibi olan velî kulum!
Şu kovan gibi gönlündeki gönül peteklerine,
Kur’ân''da bahsedilen şu mânevî meyvelerden bol bol yiyerek, türlü türlü şerbetler üret ve bol bol ilim doldur, nur doldur!
Bu ilim bu nur ruhların gıdası ve gönül hastalıklarının devâsıdır.



Resim


Kalb - Petek.

Bu her renkte çıkan şerbetler şeytanın ve nefsin her bir çeşit zehrine karşı bir panzehirdir.
Bunlar öyle bir bal öyle bir şerbettir ki, onlardan içenlerin nefislerindeki cehennem ateşini söndürür.

Ey güzel kulum, âyetlerin arasında uç,
Bu indirilen kitabı Kur’ân da,
Bu yaratılan her şeyde ve hatta kendinde bile türlü türlü âyetler var,
Anlayacak kullar için onlarda çeşit çeşit gizlenmiş meyveler, rızıklar var.

Sana kolaylaştırılan yollarda,
Sana verilen istidad ile sana izin verilen ölçüde,
Bu âyetlerin arasında uç,
Hakikat ağacının dallarında evler yap kendine.

Bunların her birine kona kona türlü türlü özler topla,
Bol bol gönül kovanındaki petekleri bunlarla doldur, Bunlardan elde ettiğin türlü türlü şerbetlerden
O gönül gözelerinden fışkıran ilahi ilim nurlarından,
O marifetten başkalarına da yedir,
Onları da faydalandır,
öyle ki onlarda insanlar için bir şifâ vardır,
Onlarda gönlü hasta olanlara devâ vardır.

Yer yüzünde türlü türlü bitkiler vardır,
Her bitkinin bir hüneri, bir hastalığa şifâsı vardır.
Biri diğerinden bazı faydaları açısından üstün kılınmıştır.
Gülden reçel yapılır gülün kokusu insana ferahlık verir bayılanı ayıltır,
Isırgandan ise ne reçel olur ne de güzel bir rayiha duyulur.
Fakat anemi, romatizma ve böbrek hastalarına, ishali olanlara ısırgan gül gibidir.

Nâne, limon, ıhlamur bakılınca ottur, yapraktır, onları ilk gören onlarda saklı şifâyı bilmez, soğuktan üşüten onları ancak suda kaynatıp içince ondaki şifâyı anlar.
İşte âyetlerimden, Resûlümün sözlerinden yaptığın ballar şerbetlerde de böyle nice görünmez şifâlar vardır,
Bu balları alıp gönül suyunda kaynatıp çözenlerin,
Gönül hastalıklarını da öylece iyi ederler.

Hakiki velî, müridinin hastalığına göre bal verir,
O neyin neye iyi geldiğini bilir.
Hastalığı soğuk algınlığı olana gül balı vermez
Nane limon ağacından bir karışım üretir.

Fakat her arı hakiki bal arısı değildir.
Hani arının biri tütün balı yapar,
Biri afyon balı yapar,
Bazısı da çiçek, meyve balı yapar.
Bu arının hangi özden faydalandığına bağlıdır.
Onların her biri türlü türlü şerbetler üretirler.
Eğer aldığın özleri, iman nuru ile toplamış isen senden de türlü türlü mânâ balları meydana gelir.

Eğer yenilen bal,
Hakk’ın nurundan yapılmışsa, yiyen de nurlanır.
Bu öyle bir şerbet, öyle bir bal ki Hz. İsa (as) bununla, Allah’ın izniyle ölüleri diriltirdi.
Öyle bir şerbet ki, bu şerbet ölüden diriyi çıkarır
.


Resim

Afyon Arıları

.
Kimi arı da vardır ki karışımı afyondan olan, tütünden olan özleri toplar,
Yaptıkları bal yenilince insanı sarhoş eder.
Şeytanın öyle takipçileri vardır ki onların işi böyle bal yapmaktır,
Onlar özlerini cehennemin dibindeki zakkum ağacından toplarlar.
O ağaç ki kökü cehennemdedir, tomurcukları şeytanların başı gibidir.
Ve böyle tomurcuklardan açan zakkum çiçeklerinden toplanan özdende,
Şeytanın şerbetleri meydana gelir.

Sen bu şerbetin her birini bilinen her türlü ahlâksızlıkla eşleştir.
Gönül peteklerinin köşeleri birbirine nefsanî istekler ile bağlı olanın,
Peteklerine doldurduğu da "nar" dır.
Onlar Âdem ve Havva’nın bütün cennet ağaçlarını bırakıp yasak ağaca yöneldikleri gibi, sürekli yasak olan ağaçlardan toplarlar meyve özlerini.



Resim


Balarısı

Ey velî kulum!
Arı bal yapınca peteklerinin üstünü bal mumu ile örter, balı saklar ve korur.
Sende gönül peteklerinin üstünü öyle ört ki,
Sadece nasibi olanlar bunu tadabilsin.

Velîlerin sözleri, inanmayana zehirdir inanmayan kişi Onların gönül kovanına nasıl girecek,
Girse bile onların balını nasıl görecek,
Peteğin mumu ona perde olur,
Peteğin içindeki balı göremez ve,
Burada bize uygun bir şey yok der.

Velînin gönül petekleri öyle inşâa olunmuştur ki,
Bu altıgenin her köşesinde imanın bir şartı yazılıdır,
Öyle ki bu şartları benimsemeyen,
İman nuru ile bakmayan petekteki balı göremez.



Resim


Âmentü - Petek
.
1- Allah’a ve,
2- Meleklerine ve,
3- Kitaplarına ve,
3- Resûllerine ve,
4- Âhiret gününe ve,
5- Kaderin, hayr ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna,
6- Öldükten sonra dirilmeye,
7- Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna hakikaten inandım!



Bal mumu delinip gözelerden üzerlerine bal fışkırsa,
Bu bal ağızlarına girse bile onlara zehir gibi acı gelir,
Bu bal değil olsa olsa zehirdir derler.

Bunun sebebi baldan değil dildendir.
Tatlıyı ve acıyı ayırd edemeyen bir dil, balın tadını nasıl anlar?
Terazisi doğru olmayanın ölçümü de doğru olamaz.

Mukallidler ise balın mumunu yer, balı bırakır, balmumunu ağzında sakız gibi bütün hayatı boyunca geveler durur ve bal yediğini zanneder.

Hâlbuki balın mumu, ardındaki bala bir işarettir.
Mü’min Hakk’ın nuru ile bakar.
Mü’min mumun tadındaki şekeri görünce,
Muhakkak bu tat saf bir kaynaktan gelmekte,
Bu tadın ardında daha süzülmüş, latif, daha lezzetli bir tad olmalı,
Bu görülen zâhirî mumu bir deşeyim,
Böyle bir mühürün ardında kim bilir daha ne tadlar vardır diye düşünür.
Mumu deşen bir can kesilir.

Muhammed A.S’da böyle bir mühürdür.
O’nun ardındaki sonsuz hazineyi de artık sen düşün!

Ey dost!
Güzel kapı saraylara mahsustur.
Sen kapıyı görüp ardında ki sarayı göremiyorsan kimseyi ayıplama!
Kapıyı her gün hayranlıkla seyredeceğine çalmayı dene,
Bir gün kapı açılır sarayın içine girersin.

Hediyeyi güzel paketlere koyar,
Üstünü konfeti ile düğümleyip süslerler.
Sen kutunun önünde durmuş konfetinin süsünü seyrediyor,
Bu ne güzel bir hediye diyor,
Paketin şekline hayran oluyorsun.
Düğümleri çözüp paketi ve kutuyu açacağına,
Paketin üzerine habire yeni bağlar ve düğümler,
Yeni süsler atıyor, hediyeden gafil kalıyorsun.

Felak Sûresi’ni ihlâsla oku da belki yüce Allah bu kör düğümleri acar hediyeyi görürsün.

Örtüler içinde birisi her gün gizlice balımızı çalıyor.
Kovana bir gün sağından,
Bir gün solundan,
Bir gün önünden
Bir gün arkasından sokuluyor.
Biz doldurdukça kovanımız boşalıyor.
Kâh bize örtüyle yaklaşıyor,
Kâh kovanı dumana tutuyor göremiyoruz.
Yüce Allah Kur’ân da :
“o ve yandaşları sizleri, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yönden görürler!” buyurdu.


Resim


Gül ve Arı

Ey bal arısı gibi semâ’ edip yön bulan,
Ey gönül goncası açmış olan,
Yaprakları aralayıp, birer birer yapraklardan geçen,
Gülün özüne ulaşan.
O özden bol bol topla ve başkalarını da bununla rızıklandır!

En doğrusunu yüce Allah bilir.

Gariban

Basildon-UK
27.02.06

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 12.03.2008 Saat: 01:10 Gönderen: kulihvani


Resim

VARLIKTAN YOKLUĞA,
HEPLİKTEN HİÇLİĞE,
ÇOKLUKTAN BİRLİĞE ERMEYE GELDİK!



Gönderen : güllale


HAKK gaflet halini nimet olarak sunmakta...
gaflet hali bebeklik dönemimiz gibi...
nasıl masum, içten, saf, huzur halinde ise bebek halimiz, gaflet halimiz de öyle...
gafil iken avlanırız, avcıya...
bizi vurur can evimizden teslim alır...

gafil iken korkularımız yoktur, sorumluluklarımız da...
gaflet hali bedenin diri gönlün uyur halidir...
gaflet içinde tutmasa bizi HAKK halimiz harap!..
bilseydik ölüm çok yakın, ha bu nefes ha şu...
can itminan bulur muydu?..


yemekler leziz, giymekler cazip, görmekler ışıltılı olur muydu?
“Yunus Emrem biçare, bulunmaz derdine çare!” diyor ya;
gaflet ile HAKKI buldum diyenler!
er, yarın HAKK divanında bell'olur.
gaflet hali Hakikat'e uyanıklık halini alıncaya kadar şükür gerektirir...
Yunus Emrem biçâre, bulunmaz derdine çâre diyor ya; hakikatin kâfiri, şer'in evliyâsıdır!
HAKK uyandırdı mı Hakikat'e ashab-ı kehf misali âlem başka âlem halk başka halk hâl başka hâl olur...
gaflet gömleği içinde HAKKA şükreyleyip, hakikat libasını giymeye lâyık görülmüşlerden olmaya niyazımız ola...
gaflet libası giydirilmeseydi tir tir titrerdi hücrelerimiz...
israfil'in sur'a üflemesi misali dağlar pamuk ipliği gibi atılır gök dürülürdü...
hoş geçim içinde eğlenmekte olur muyduk?
ne gülmenin ne ağlamanın anlamının kalmadığı hâl olurdu...
ONUN uyutuşu da güzel uyandırışı da güzel...
bir büyük şunu belletmişti :


AŞK GÜZEL ÂŞIK GÜZEL MÂŞUK GÜZEL!
GÜL GÜZEL BÜLBÜL GÜZEL GÜLZÂR GÜZEL
TEVBELER OLSUN HALKI YERMEYEM,
HALK GÜZEL HALIK GÜZEL HER VAR GÜZEL...


BEN LİSANIMLA “ENE'l-HAKK” LAFZI ETMEM BİR AN.
HALİMİ CANIM BİLSİN LAFZ-I URYÂN İSTEMEM....
Münir DERMAN
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 12.03.2008 Saat: 17:05 Gönderen: kulihvani


Resim

ÇÖL


dostemin

Bir çöldüm, kumları rüzgarla savrulan, gecesi dondurucu, gündüzü alev alev yanan…
Cansızdım, yalındım, maddeydim…
Bir gün nasıl oldu da yakan güneşin önüne yağmur bulutları geldi, düşlememiştim bile…

Çiseledi yağmur usul usul, kumlar ıslandı, toprak çamur kıvamına geldi.
Su rahmetti…
Su ve toprak birleşti bereketin simgesi gibi…

Tohum geldi, ilk tohum, yeşerdi, ortama can geldi…
Ne güzeldi yeşil renk çöl ortasında ne güzeldi…

Otlar büyüdü ağaca durdu, yapraklar büyüdü çiçeğe durdu…
İlk meyveler ne hoştu meraklı kuşlar için…
Ağaç kendine şaştı, nereden çıktım ben diye…

Meyveler olgunlaştı çeşit çeşit…
Her meyve yeni bir tohumdu yeni ağaçlar için ve yeni tohumlar yeni canlar demekti,
Ama önemli olan ilk tohumu bilmekti…


Tohumdan tohum çıkar
İlk tohum nerden çıkar

İşte bunu bilenler
Kemâlâta ererler
Kemâlâta erenler
Menşe’ine dönerler

“Ol!” demeseydi Halık
Nasıl olurdu mahluk

İşte bunu bilenler
Kemâlâta ererler
Kemâlâta erenler
Menşe’ine dönerler

İlk tohuma ol dedi
Çiçekler meyve verdi
Tohumdan tohum geldi
Vahdete kesret dendi

Çokluk sanma BİR’i gör
Vahdetin sırrına er
Senden görünendir BİR
Dost Emin’im bunu der

İşte bunu bilenler
Kemâlâta ererler
Kemâlâta erenler
Menşe’ine dönerler


Nasib ederse Tanrı, çöl kumu ıslanır da bitkiye yatak olur,
Tohumdan bitki çıkar hayvanata yem olur…
“Ol!” der ise ol Padişah, çöl yeşerir vaha olur,
“Ol!” der ise Yüce Sultan çölde beşer hayat bulur…


Dönüşümdür işin aslı esası
Her işte mevcuttur Tanrı yasası
Başıboş sanmayın olan işleri
Her işte mevcuttur Tanrı yasası

Atomun içinde hareket olur
Atomlar birleşir molekül olur
Dilerse element veya can olur
Her işte mevcuttur Tanrı yasası

Hücreden bitkiye gelişim olur
Bir yandan hayvanlar hayatı bulur
Zamanla beşere erişim olur
Her işte mevcuttur Tanrı yasası

Beşerken idraki açık olanlar
Tanrı nasib eder insanlar olur
Tanrıyı bilenler Hakk’a kul olur
Her işte mevcuttur Tanrı yasası

Şereflenir insan kulluk ederse
Doğru yoldan gidip Hakk’ı bilirse
Yükselir makama Hakk’a giderse
Her işte mevcuttur Tanrı yasası…

Dost Emin diyor ki perdeyi kaldır
Gerçekleri görüp merteben artır
Olgunlaş burada Tevhide gir dur
Her işte mevcuttur Tanrı yasası…


Çölden çıkan bir beşer Allah’ın takdiriyle insan, belki de kȃmil insan olur yâni halife…
İşte budur mu’cize…


Hiçbir mahluk yanaşmadı teklife
“Kabul!” dedi insan oldu halife
Bu sır nedir ayan olur ârife
Halifesin, halifesin, halife…

Teklif etti emâneti göklere
Dağlar, yerler, gökler kaldı geride
İnsan aldı emâneti kendine
Halifesin, halifesin, halife…

Allah sana halifelik bahşetti
Aklın ile iradeni lutfetti
“Kulluğun bil ibadetin yap!” dedi
Halifesin, halifesin, halife…

Bu dünyaya niye geldin bilsene
Etrafında yüce Hakk’ı görsene
İraden var uyma kötü nefsine
Halifesin, halifesin, halife…

Allah’ı bil mâsivâdan câhil ol
Kötü nefse zulüm eyle zâlim ol
Zül Celȃli Cemâl bilip Hâlim ol
Halifesin, halifesin, halife…

Hakk dilerse insan olur halife
Hakk’ın, eli, kolu, olur halife
Dost Emin’im sana derler halife
Halifesin, halifesin, halife…


Yüce Allah nasib etsin halifelik versin!
Âmin!..

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 13.03.2008 Saat: 14:46 Gönderen: kulihvani


Resim

BİR KASET ve BİR MEKTUP


Latif YILDIZ

Rahmetli Aziz Münir Derman (ks) Hocamız;
Şahsına özel ve güzel bir Âlim, Ârif, Âşık ve Kâmil bir Allah Dostu idi.
Öyle ki hem Mükemmel, kendisi tam ergin, hem de Mükemmil başkasını yetiştirir ve kemâle ulaştırırdı.
Hocamız Hakk’a yürüyünce, geride kalanlar, ellerinde Hocamla ilgili bilgi ve belge olanlar, bunları herkes anlamaz ve Hocamız istememekte gibi nedenler deyip câmilerde verilen va’azları bile gizlemek yolunu tuttular.
Tay-yı Zaman, Tay-yı Mekan olan ve cep telefonu değil de Muhammedi Merkeze bağlı Kalb telefonu kullanan Aziz Hocam,
Ömrünü ve varlığını Hakk’ın Halkına harcamış eşsiz Allah Dostlarından idi.

Dün kargodan bir kaset ve bir mektup aldım…
Gerçek sevgi, bağlılık ve hasbi hizmet şuuru birinci ağızdan duyulsun diye gözüyaşlı kardeşimin affına sığınarak aynen sunuyorum, buyurunuz okuyunuz :



Merhaba Latif Bey;
09.MART.2008
Pazar 21:31

Yüce Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun efendim.
Biliyorum biraz geç oldu.
Gönderdiğim mesajları aldı iseniz bilgisayar bilgimin ne kadar kötü olduğunu anlamışsınızdır.
Bu siteye üye olmadan intikal etmem; Rahmetli Münir Derman Dede’nin sayesinde oldu.
Günümüzde herkesin ve her kesimin bu karmaşık gibi görünen âlemde neyi istediğini ve neye bağlandığını bilmeden, çıkar ve menfaât peşinde koşuşan şeyh efendiler, sömürülen zümreler ve kümeler halinde farklı farklı insan toplulukları sen-ben çatışması altında geçen zaman ve hayatlar…

Böyle bir dünyada insan hayatının belli bir kesiminde sanki bir okyonusun dibindeki o mütevazi görünüm içinde gizlenen inci tanesi gibi değerli insan ve insanlarla karşılaşması Allah2ın bir lütfu her hâlde…

Benim Rahmetli Münir Derman Dede’yi tanımam annem vesilesi ile oldu.
Annem Eskişehirlidir.
Gençliğinde Rahmetli Münir Derman Dede’nin meclisinde bulunup, onun o güzel ve esrarlı hayatından nasiplenenlerden.
Orta okul çağlarında soğuk sömestre tatilinde rahmetli babam, annem ve ben onu, İstanbul’dan Ankara’daki Hânecioğlu Otelinde yine rahmetli eşi Cahide Teyzeyi ziyaret ettiğimiz günler bayram ve sevinç havasında geçerdi.
Torunu isimlerini yanlış hatırlamıyorsam İsra ve Feryal ile otelin koridorlarında o yüce insandan habersiz koşuşturmalar…

Annemin israrla yanlarına geldiğimde : “oğlum öpsene dedenin elini!” dediğinde garip garip bakıp elini öptürdüğünde : “aferin oğlum!” dediğindeki o şaşkınlığım Derman Dede’nin namaz için odasına çıkması için asansöre gidişinde, elinden tutup götürürken duyduğum o tarif edilemeyen koku..
Tabi onun tarifiyle o koku benim kokummuş.
Ondan benim kendime yansıyormuş…
İşte bu kokuyu tekrar bulma ve duyma çabası sonucu geçen günler..

Her okuduğumda göz yaşlarıma hakim olamadığım beni mânâ âlemine dalıp götüren o tarifi mümkün olmayan güzellikteki kitaplarını okuyarak büyüdüm.
İnsan okudukça daha doğrusu okuduğunu rahmetlinin tabiri ile şâyet anlarsa neyi kaybettiğini görüyor…

Keşke diyorum biraz daha büyük iken tanışsaydım rahmetliyi onun mis gibi kokan ellerinden tutup sımsıkı sarılıp bırakmadan öylece dursam…
Ama yüce Allah’ımızın takdir ettiği kader var.
İşte bu kaderde benim hayatıma düşen, şimdi sadece namaz sonlarında ve yemek sofralarında okunan fatihalarla hep hayatımızda…
Ve her daim hayatımızda…

Gözü yaşlı selam ve hürmetler Efendim.

A. oğlu M.


Not : Kasetin orijinal kopyasını gönderiyor, sitenizdeki çalışmalarınıza yüce Allah’tan başarılar diliyorum…
Duâlarıma sizleri de ekliyorum efendim…

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 20.03.2008 Saat: 00:51 Gönderen: kulihvani


Resim



Mahabbet-nâme /Sevgi Kitabı

Yûsuf-ı Hakîkî Baba



Düzenleyen : Yard. Doç. Dr. Ali ÇAVUŞOĞLU

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


Sevgine Bizi Lâyık Kıl ve Bizi Affet!

Ey büyük yaratıcı!
Bizler ne kadar zavallı ve günahkârız; bu kirli yüzlerle sana yaptığımız dualarımızın geri plânlarında da hep kirlilik var.
Böyle kipkirli ibadetlerle sana lâyık olamıyoruz.
Ancak sonsuz hamt olsun ki senin bizim ibadetlerimize bir ihtiyacın yok.
Âsîlerin isyanları da sana bir zarar getirmez.
Sen ne kadar bağışlayıcısın ey Allah’ım!

Ben senden bana âşıklık yeteneği vermeni ve bana aşk şarabı içirmeni diliyorum.
Çünkü senin aşkına lâyık olmayana dünya zindandır.
Beni de âşıkların arasına sok ve bu yolda benim ayağımı kaydırma.
Benim için artık aşktan başka bir yol kalmadı ve dünya işleri bende yüz kirinden başka bir şey bırakmadı.
Ne olur bu yüz kiriyle kabul et!


O iki cihanın güneşi; senin yaratma işinin sebebi ve bütün evrenin övüncü bir sevgilin var ya!
Senin emirlerini duyuran, dinini insanlara yayan; kıyamete kadar senin dininle adı yaşayacak olan o sevgilin var ya!
İşte o sevgilinin eşiğine yüz sürmemi nasip et de ebediyyen aşağılanma zilletinden kurtulayım.
Ona uymayan şeyh de olsa aşağılansın ve toprağa gömülsün.
Bu kişiler saadetten mahrum oldukları gibi, şefaatten de mahrum olacaklardır.
Bu kişiler zamanın kutbu, büyük bir şeyh de olsalar işleri güçleri dalâlet ve insanları aldatmaktır.
Onun yolunda gitmek için bir çabası olmayana adam diyene de eşek dense yeridir.
Senin o seçkin elçini övmeye kimsenin gücü yetmez.
Onun cemâli karşısında insan aklını kaybeder ve Onun aşkına tahammül edemez.
Onun cemâlini gören âşık olur ve bir daha bu sarhoşluktan kurtulamaz.

Bu yol fenâ yoludur, ayıklık da uykulu olmak da bu yolda uygun değildir.
Ebu Bekir gibi dosdoğru bir aşka sahip olmadıkça bu sırları tasdik etmek nasıl mümkün olacak!
O, Peygamber’in dostu, dinin temeli ve yakîn hazinesidir.
Şeytanlar gölgesinden kaçardı Ömer’in.
İslam onunla nasıl da parladı, adaletiyle nasıl da süsledi cihanı!
Kur’ân’ı toplayarak cehalete son veren Osman ise bir kibarlık madeni, bir irfan deniziydi.
Ya Ali… Allah’ın arslanı, yiğitlerin ve velîlerin şahı... Karanlıklar onun kılıcının parıltısıyla aydınlanmıştır…

Yâ Rab!
İşte bunların hakkı için bizleri affet ve yollarından ayırma.
Çünkü sen tevbeleri kabul eder ve bağışlamayı seversin.
Madem bizi sen yoktan var ettin, öyleyse bize merhamet edecek olan da sensin.
İsyanımız çok, yüzümüz kirli, zayıf ve hastayız.
Bu ten tuzağında nursuz kaldık; bizi karanlıklarda bırakma. Kimsenin kalbini de nursuz koma, ucb ile mağrur etme, gaflette, zillette koma.
Biz zayıfız, sen güçlüsün.
Dünyayı inkâr etmiyoruz; hatta mübah olan şeyleri bile yapmıyoruz.
Bizi yolunu sapıtanlardan uzak tut!
Gönlümüze şeriat nurlarını çıra et!
Cemâlin, can mumuna rehber olsun, gönül senin aşkının ateşinin yandığı yer olsun.
Hakîkî’nin derdi aşk olsun.
Eğer aşka lâyık değilse ona liyakat ver!
Sevgi şevki kime kuvvet olursa, zevk ilimleri ona kanat olur ve bu kanatla uçanlara herkes hayran olur.
Onun uçtuğu yerleri başkaları anlayamaz ve bilemez.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 20.03.2008 Saat: 13:14 Gönderen: kulihvani


ŞEYH ve MÜRİDİ –V-

Muhammed Rahim Bawa Muhyiddin (ks)

Çeviri : Barbaros Sert , Basildon -19 Mart 2008


GÖZLEMCİ OL!

Allah yolunda, gerek dünyevî görevlerimizi yaparken, gerekse Şeyhi takip ederken sürekli olarak, birinci sınıf gözlem yapan dedektifler gibi olmalıyız.
Bir defasında dedektiflik için iş ilanı veren bir polis karakolu vardı.
Birçok insan iş için başvurdu ve hepsi bir komiser tarafından üst kata çıkarıldılar. Her birine, yolda ne gözlemledikleri sorulduğunda, sadece bir tek başvuran, yolu kaç kere döndüklerini ve daha birçok işareti tarif edebildi. Sadece o 128 basamak saymıştı.
Diğerleri kör bir şekilde, hiç bir şeye dikkat etmeden komiseri takip etmişlerdi.
Aynı şekilde, şeyhi izlerken bizlerinde tırmanması gereken birçok basamak vardır.
Yol boyunca her noktayı dikkatli bir şekilde gözlemlemek bizim görevimizdir.
Dünya’da 6 çeşit adım ya da bilinçlilik seviyesi vardır:

1. Hissetme
2. Uyanıklık (bilinçlilik)
3. Zekâ,
4. Muhakeme (hüküm verme)
5. İrfan (arivu) ve
6. İlahi analitik irfan (pahuth-arivu) …

Şeyh sürekli bizim bu irfan adımlarımızı kontrol eder.
Bu hâli kazanmak için bu dağa tırmanmaya çalışıyorsanız, şeyh :
"Pekâlâ, eğer istediğin şey bu ise o zaman izle bakalım!" diyecektir.

Bunun yanında Toprak, Ateş , Su , Hava ve Esir''in beş basamağına da tırmanmalısınız.
Hayat yolculuğunuzda, bunların her birinin üstesinden gelmeli ve bunları fethetmelisiniz.
Eğer bunu yapmayı diliyorsanız, şeyh tırmanmaya başlayacak ve sizden onun arkasından yakin şekilde takip etmenizi isteyecektir.
Yolunuz üzerindeki her noktayı dikkatlice gözlemlemek sizin
görevinizdir.
İlki vücudunuz olan Topraktır.
Onun işaretleri nelerdir?
Onun hâli nedir?
Ne yapar?
Ne çeşit bir izahat verir?
Bütün bu noktaları çalışmalısınız!

İkinci olarak, sola döndüğünüz zaman açlığınızın Ateşiyle karşı karşıya geleceksiniz.
Bunda görülmesi gereken nedir bunu gözlemlemelisiniz, anlaşılması gerekeni anlamalısınız.

Sonra sağa döndüğünüzde üçüncü adım olan Hava ile karşılaşırsınız.
Gazlar ve buharlar vücuda ne yaparlar? Hava ne yapar?
Sizi bitkinlestirir mi? Sizi soluk soluğa mı (nefessiz mi bırakır) yoksa yorgun mu bırakır?
Bu hava içinizde nasıl çalışır?
Ya nefes, gazlar, ruhanî ibadetler, sihir ve hilelerden ne haber?
Onlar nasıl işlev gösterirler?
Bu işaretleri dikkatli bir şekilde gözlemle ve nokta nokta anla!

Resim

Dördüncü dönüşte "Su" ya gelirsiniz: Bulutlar, hayatınızda irfan ve hüküm verme kabiliyetinizi uyuşturabilme yeteneği olan şeylerdir.
Hilkat ve uyuşukluk (hareketsizlik ve tembellik durumu) "Su" dur.
Ne yönde uyuşukluk yaratırlar?
Nasıl gelirler?
Arzular nasıl hipnotize eder?
Akıl nasıl hipnotize eder?
Sana bu hâl ne yönde gelir?
Bu noktayı anlamalısınız!

Sağa doğru beşinci dönüş "Maya" ya da "İllüzyon " [1] dur.
Bu Esirdir.
Kaderinizin hâli, nasibinizin, hayatınızın hududu nedir?
"Maya" nın üzerinizde olan etkisi nedir?
İllüzyon kaç şekil alır?
Size (sizi illüze eden, büyüleyen) ne güzellik gösterir?
Açığa çıkardığı kısım nedir?
Bu adımda her noktayı anlamalısınız.

[1] Maya: Allah’tan gayrı olan Mâsivâ. Vehim. Oyun ve eğlence yeri olan kâinât..
İllüzyon : Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme.

Altıncı adım doğru sağa doğru gider. Bu batıya giden yoldur.
Altıncı seviyede, tahlil etmeli ve doğru ve yanlış (Hak ve Batıl), iyi ve kötü arasında ayırım yapmalısınız.
Orada , "Bu kötü ve atılmalı. Bu iyi ve tutulmalı!" demeyi öğreneceksiniz.
Bu yolda her şeyi anlamalısınız.
Bir kere doğruyu yanlıştan ayırdığınız zaman ve altıncı seviyeyi tamamladığınız zaman kendinizi bir yaylada bulacaksınız.
Sonra şeyh size soracak :
"Pekâlâ, buraya kadar tırmandın.
şimdi, amacın nedir?
Neye ihtiyacın var?
Statü ya da makam mı istiyorsun?
Buraya kadar makam aşkı için mi geldin?
Yol boyunca harikulâde ( acayip, fevkalâde) neler gördün?
Adımları tırmandığın sırada neler gözlemledin? "


Ona dikkatli bir şekilde cevap vermelisiniz.
Anlamsız lakırdılar yaparsanız, noktayı anlamakta başarısızlığa uğradığınızdan dolayı bu hâli kazanamazsınız.
"Oo ben hiç bir şey görmedim!" derseniz,
"Bu durumda bu noktaya tırmanmayı nasıl başardın?
Orda kaç adım vardı? Kaç köşe vardı?
Her noktadan sonra hangi yöne döndün?"
diye size soracaktır.
Siz yine : "Oo dikkat etmedim, sizi kör bir şekilde takip ettim. Hiç bir şeyi gözlemlemedim!" diye cevap verirseniz,
"Öylemi? O zaman noktanı (ulaştığın yeri) kaybettin!" diyecektir.

Gurubun içinden ince zekâya sahip olan birisi : " Evet ben her şeye dikkat ettim!
Șu kadar adım attım, sonra sola döndüm, belirli işaretler gördüm, bu yüzden birçok adım daha attım ve bu belirleyici işaretleri gördüğüm yere doğru sağa döndüm .
Sola tekrar döndüğümde bunun gibiydi ve sonra sağa döndüğümde şunun gibiydi.
Hepsi, 128 adım ve 6 köşe ya da dönüş vardı.
Başlangıç ve son yolları her ikisi de düzdü, bunların arasında bu beş köşe vardı"
diye cevaplayacaktır.
Şeyh : "Bu doğru. Perr-arivu [2] denilen yedinci adıma geçmeye lâyık olan sensin.
Bu ilahî nur saçan irfan seviyesini görmeye sen uygunsun”
diye cevap verecektir.
Sonra şeyh sana nurun ışığını, Allah’ın nurunu gösterecektir :
“Yalnız sen bunu görmeye uygunsun. Git oraya şimdi ve çalışmalarına devam et!”

[2] Bawa Muhyiddin (ks)kitaplarında insan için 7 bilinç düzeyi tanımlar bunlar sırasıyla:
1) Hissetme,

2) Uyanıklık

3) Akıl,

4) Muhakeme

5) İncelik irfanı (arivu)
Arivu : tâmilce bir kelime “ince irfan” demektir.
Bawa Muhyiddin ilk 4 seviyede bizler beş elementin sınırlarını keşfedebiliyoruz diyor.
Fakat besinci seviyede yani arivu seviyesinde insan 6.çeşit hayatın, nur hayatın, yani insan ruhunun potansiyellerini sorgulamaya ve öğrenmeye başlıyor.
Bu irfan seviyesiyle Allah’ın nitelik ve hareketlerini incelemeli ve bu öğrenilenler ile insandaki egoizm, bencillik, haset, öfke, şehvet vesaire kotu insan niteliklerinin üstesinden gelmelidir.
Bunu yaparken kişi :”Allah’ın niteliklerine sahip, onlara boyanmış bir kişi bu durumda ne yapardı?” diye sorgulamaya baslar ona göre hareket eder.

6) İlahî tahlili irfan (pahuth arivu):
Bu seviye 6. Seviye bilinci yani ince irfanın bir üstünü temsil ediyor.
Bu irfan yakîn bilgiye malik olma özelliği gösterir.
O sadece insanlıkta bulunan, nüfuz edici mistik rehber ya da mürşid, Kutbiyyattır.
Derhâl içeriden (içten) :
- Doğru ve yanlış
- Hayır, ve şerr (iyiyi ve kötüyü)
- Sürekli (hakiki) ve silinip giden (hayali)
arasında ayırd edici kesin cevaplar verir.
Bu yüzden tahlili denmiş, ayırım yapıyor yani işin tahlilini yapıyor.
Bu yönde, ilahî tahlili irfan Allah ile bağlantıyı koruyarak bir huzur hâlini muhafaza eder.

Arivu : tâmilce bir kelime “ince irfan” demektir.
Bawa Muhyiddin ilk 4 seviyede bizler beş elementin sınırlarını keşfedebiliyoruz diyor.
Fakat besinci seviyede yani arivu seviyesinde insan 6.çeşit hayatın, nur hayatın, yani insan ruhunun potansiyellerini sorgulamaya ve öğrenmeye başlıyor.
Bu irfan seviyesiyle Allah’ın nitelik ve hareketlerini incelemeli ve bu öğrenilenler ile insandaki egoizm, bencillik, haset, öfke, şehvet vesaire kotu insan niteliklerinin üstesinden gelmelidir.
Bunu yaparken kişi :”Allah’ın niteliklerine sahip, onlara boyanmış bir kişi bu durumda ne yapardı?” diye sorgulamaya baslar ona göre hareket eder.


6) İlahî tahlili irfan (pahuth arivu):
Bu seviye 6. Seviye bilinci yani ince irfanın bir üstünü temsil ediyor.
Bu irfan yakîn bilgiye malik olma özelliği gösterir.
O sadece insanlıkta bulunan, nüfuz edici mistik rehber ya da mürşid, Kutbiyyattır.
Derhâl içeriden (içten) :
- Doğru ve yanlış
- Hayır, ve şerr (iyiyi ve kötüyü)
- Sürekli (hakiki) ve silinip giden (hayali)
arasında ayırd edici kesin cevaplar verir.
Bu yüzden tahlili denmiş, ayırım yapıyor yani işin tahlilini yapıyor.
Bu yönde, ilahî tahlili irfan Allah ile bağlantıyı koruyarak bir huzur hâlini muhafaza eder.


7) İlahî parlayan nur irfanı (per arivu):
Bu Allah’ın insana verdiği en kıymetli hediye, nihai irfandır, öyle ki bu insandaki “duality: İkilik” ve “Ben” i yani insanin egosunun bütün izlerini ondan kaldırır.
Başlangıçta Âdem’in alnına damgalanan “Nur” yani Allah’ın Nurunun irfanıdır.
Böylece bu her insan olanın doğum hakkıdır (fıtratında vardır gibi düşünebiliriz bu cümleyi).
İnsan fark eder ki Allah ondadır ve o Allah’dadır.
Allah’tan başka mevcud yoktur (Lâ mevcude illâ Allah) bilmenin son mârifet noktasıdır.
Şimdi “Ruh” Allah ile sürekli birlik hâlindedir ve hayatını, rızkını, irfanını her şeyini O’ndan alıyordur ki “Ruh” izzetini (muhteşemliğini) rezone etmeye devam eder.


Böylece, şeyhin arkasında yürüdüğünüz sırada, her noktayı, ilerlerken gördüğünüz şeyleri, onun sözlerinde ve hareketlerinde gördüklerinizi, onun yaptığı ve baktığı şeyleri gözlemlemelisiniz.
Görüp yapmanız gereken şeyleri bu gözlemlerden doğru fark etmelisiniz.


Böylece, şeyhin arkasında yürüdüğünüz sırada, her noktayı, ilerlerken gördüğünüz şeyleri, onun sözlerinde ve hareketlerinde gördüklerinizi, onun yaptığı ve baktığı şeyleri gözlemlemelisiniz.
Görüp yapmanız gereken şeyleri bu gözlemlerden doğru fark etmelisiniz.
Bütün bu şeylere onu izlediğiniz sırada dikkat etmelisiniz.
Harita budur, marifet budur.
Her şeyi anlamalı ve onu takip ederken bu haritayı taşımalısınız.
Size ne zaman bir soru sorarsa, cevap verebilmelisiniz.

Onun arkasında dikkatsiz bir şekilde, sigara içip konuşurcasına yürürseniz, yolculuğunuzun mânâsını kaybedersiniz.
Bu çok ince bir noktadır.
Bu yolda, doğumdan ölüme doğru seyahat ettiğiniz sırada, yargı gününe kadar, görülmesi ve anlaşılması gereken birçok noktalar ve işaretler vardır.

Sadece bu noktaları kavrarsanız kemâliyet derecesinin verilebilmesi için ehil bir kişi olursunuz.
Sonra, hakiki bir insan olarak, Allah’in hükümranlığında, Allah’ın kulu olarak,
bu hizmet hâli içerisinde O''nun görev ve işlevini sürdürebilirsiniz (yani halif olursunuz mânâsına).
Fakat eğer dikkatli değilseniz ve şeyhi izlerken uyanık değilseniz, irfanınız netlik kazanmayacaktır.

Bunun yanında, yolunuzda;
Tanum
Nitanum
Avatanum ve
Gnanam vardır.

Resim

"Tanum" : Kendini tamamen bir teslimiyettir.
"Nitanum" : Yoğunlaşma ve odaklaşma, bu tehlikeli yolda çok dikkatli yürümek demektir.
"Avatanum" : İse rüzgâr, akıl, arzu (ihtiras, tutkular), maya, para ve kan bağları sizi ittiği sırada, bir tarafa ya da diğer tarafa devrilmemek için çok yakın bir şekilde izlemek demektir.
"Avatanum" : Kılıçtan keskin bu yol üzerindeki (Sırat) mükemmel bir dengedir.
O yol boyunca yürümek kesinlikle çok zordur.
Dikkatiniz dağılırsa yoldan sapar ve düşersiniz.
Fakat bu keskin kenarda yürümeyi başarabilirseniz, o zaman Gnanam mertebesine ulaşırsınız.

Eğer geçmeyi başarabilirseniz, bu irfan hâline ulaşacaksınız.
Sadece o zaman size tayin edilmiş olan görevleri tamamlayabilme yeteneğine sahip olacaksınız.
İnsanların ihtiyaçlarını tatmin edebilesiniz, onların zihinlerini rahatlatabilesiniz, endişelerini giderebilesiniz ve onlara huzur verebilesiniz diye bu görevleri ifâ etmek istiyorsanız, o zaman şeyhin arkasında yürüdüğünüz sırada gündüz gece onun her nefesine yakından dikkat etmelisiniz.
Her bir noktayı hesaba katıp dikkate alın!
Her sözün içine girin ve analiz edin!
Her bakış ve ifadesini analiz edin!
Bu bakışın mânâsı nedir görün! (sözlerin içine girmek ile sözlerin ardındaki derin mânâları anlamak için onları tahlil etmek kastediliyor).
Şeyhin nasıl yürüdüğüne dikkat edin ve bundan yakınlarda yılanlar ya da akrepler olup olmadığını sezinleyin (ayırt edin).
Sadece, eğer şeyhin arkasında yürürken bütün bunu değerlendirebilirseniz, bu hâl size verilecektir.
Sonra : "Oo! Evet, sen kesinlikle bu yol için uygunsun!" diyecektir ve sizi bu mertebeye doğru yönlendirecektir.

Bu dünya bir haritadır ve siz ipuçlarını takip edip hırsızları
yakalaması gereken bir dedektifsiniz.
Bu dünya; akıl ve arzu, beş unsur, bağlılıklar, açlıklar, dinler, kast farklılıkları, ırksal ve renk farklılıkları, mal mülk, servet ve zenginlikler, statü ve yüksek makamlar gibi hırsızlarla doludur.
Onların hepsi dolandırıcı ve hilekârdırlar.
Onları yakalayıp nasıl hapsedeceksiniz?
Toprak, Ateş , Su , Hava, Esir , kibir, karma ve maya, tarahan, singham ve suran [3], kızgınlık, pintilik, bağlar, fanatiklik(ifrat) ve haset, sarhoş ediciler, şehvet, hırsızlık, cinayet ve yalancılık, "Sen" ve "Ben" ayrımcılığı, din ve ırk farklılıklarının hepsi, Allah’a ait olan mülkü (serveti) çalmaya çalışan hırsızlardır.
Onlar Allah’ın adaletinden saptılar ve O''nun mülkünü çalmaya çalışıyorlar. Şefkatten, Allah’ın sevgisinden ve O''nun birliğinden sapmışlardır.
Onlar kendi kazançları aşkı için çalarlar.

[3] Karma (Tamilce): Akla, vehme ait sıfatlar; beş unsurun özüne ait sıfatlar; aklın sıfatları; cehenneme ait sıfatlar. Altı kötülük: arzu, öfke, hırs, bağ, bağnazlık ve kıskançlık ile diğer beş kötülük: sarhoşluk, şehvet, hırsızlık, adam öldürme ve yalan söyleme.

Tarahan, Singhan ve Suran : Tamilce''de İllüzyonun üç oğlu denilir. Bunlar cinsel ilişki esnasında insanin etkisinde olduğu şehvâni hâllere verilen isimlerdir.

Bu yüzden, bu sahtekârları nasıl yakalayabileceğini zannediyorsun?
Yol boyunca yürüdüğünüz sırada her bir adımda çok çok dikkatli olmak zorundasınız.
Eğer uyanık ve dikkatli olmazsanız, hükümranlığınızda yaşayan bu hırsızları yakalamayı asla başaramazsınız.
Aslında hatta onlar sizi yakalayabilirler!
Hatta sizi öldürebilirler.
Bu nedenle bu hırsızları yakalayıp onları hapsetmeyi kendi sorumluluğun hâline getir.
Eğer boyunduruk altına alırda onları tutuklarsan, bütün yaşamlara Allah’ın
hükümranlığının adalet, huzur ve sükûnetini getirebilirsin.

Eğer bu durağa tayin edilmek istiyorsan, O''nun hâlini bütün yaşamlara getirmek istiyorsan, o zaman, çok ince dikkatlilik, ince hareketler ve bu hırsızları yakalayabilmek için gerekli olan niteliklere ihtiyacın var.
Sadece o zaman kendinizi sınav için arz etmeye ehliyetli (nitelikli)
olacaksınız.
Şeyh ile her şeyi çalıştıktan sonra ve doğru noktaları
öğrendikten sonra, Allah’ın hükümranlığındaki diğerlerine rehberlik edebilir ve onları rahatlatabilirsiniz.
Bununla birlikte, aslında hiç bir şeyi işitip gözlemlemediğiniz hâlde, şeyhi izliyor olduğunuzu iddia ediyorsanız, o zaman hayatınız gösteriş içinde olmuş olacaktır.
Uyanık olmazsanız, düzenbazlar sizi kapar ve götürürler; iblisler ve maya sizi götürürler.

Şeyhi izleyen ve yüksek mertebelere geçmeye can atanlar bunun üzerinde düşünmek zorundalar.
Anlıyor musunuz?
Bu mertebeye gelmek için, ne kadar dikkatli etmeliyiz, ne kadar dikkatli ve gözlemci olmalıyız!

Canlarım benim, oğullarım, kızlarım ve torunlarım!
Bu yolda ne beceri göstermeliyiz ve kendimizi nasıl bu randevuya değer hâle getiririz, bunun hakkında düşünün!
Allah yardımcınız olsun!
Sizlere bu yüksek mertebeye gelebilmeniz için kuvvet, irfan ve iman versin! Âmin.



Çevirmenin Notu:

Sevgili kardeşlerim bu konuda bir takim seviyelerden unsurlardan ve geçilmesi gereken basamaklardan bahsediliyor.
Dostum zahidzenderun ile bu unsursal etkilerin muhakeme üzerinde ne tesiri olup olmadığı üzerine biraz sohbet ettik ve Allah razı olsun zahidzenderun güzel sorular sorar, sorduğu sorularda kendi işyerimdeki mühendislik âletlerimizden bir örnek vermeme sebep oldu.

Bir gün dinleri eleştiren, bir bakım onarım mühendisi bana : “Bizim dine ne ihtiyacımız var ki, biz kendi kendimizi disipline edebiliriz dine ne gerek var, ben gidip birisine yumruk attığım zaman o kişinin incineceğini bilirim, kalbimde hissederim ve bundan dolayı özür dilemem gerektiğini bilirim, ya da vurmamam gerektiğini bilirim, o zaman dine ne ihtiyacım var?” dedi.

Dedim ki : “Bak surda kâğıda kapladığımız yapıştırıcı ağırlığını ölçtüğümüz teraziler var.
Biz bu terazilerin hepsinin sırayla belli zaman aralıklarında kalibrasyonunu (âlet ayarı) yaptırırız.
Neden yapıyoruz bunu?
Çünkü bunların doğru ölçüm yapıp yapmadığını anlamak ve doğru ölçüm yaptığından emin olmak için.
Peki, bunu nasıl anlarız?
Özel bir ağırlıkla tartarak belki.
Bakalım deriz bu ağırlığı nasıl ölçecek, iste doğru ölçüm yapmak içinde kalb terazisinin ayarının yapılması gerekli.
Kalb terazisinin ayarını da iman ve mihenk taşı olan Kur’ân ve Sünnet ile yaparız.
Doğru mu tartıyor yanış mı tartıyor böyle anlarız.”


Böyle deyince bizim bakım mühendisi gizliden anlar göründü.
Yoksa kalbimiz benlik ile dolu olduğu müddetçe hadiseleri muhakeme esnasında, vicdanımızın sesi vehim, kibir, hırs, öfke ve benzeri şeylerle bastırılır.
Doğruyu yanlış, yanlışı doğru görürüz.

Laboratuarda hassas miligram seviyesinde ağırlık ölçerken, önce terazinin üzerindeki tozu silmek lazım bu toz (Toprak unsuru) ağırlık yapıp ölçüm hassasiyetini yanlış kılar.

Bir gün baktık ki göstergedeki sayılar terazide bir yükseliyor bir alçalıyor, fark ettik ki tavandaki klima odanın içinde devri daim yapıp teraziye dokunan hava da (Hava unsuru) terazide ağırlık yapmakta, anladık ki ölçümü hava unsuru da etkiliyor.

Terazinin sağını solunu üstünü kartonla kapattık ki hava akımını keselim.
Bunu ben böyle yapıyormuşum, üst laboratuarda bir kimyager var işini kılı kırk yararak yapan çok teknik bir adamdır baktım o terazisini camın içine koymuş elinde bir statik tabancası, bu tabancayı camdan içeri sokuyor sonra iki üç kez çat pat bir iki kıvılcım yapıp sonra camekânı kapıyor, ardından bakıyor ölçümün değeri nedir diye.
Dedim : “Bunun etkisi nedir? Niye yapıyorsun bunu?” Dedi ki : “İçeride statik elektrik birikiyor, bu terazinin değerini etkiliyor. Bu nedenle tabanca ile bu elektriği alıyorum!” (Ateş unsuru).

Sonra baktım başladı deney sonuçlarını deftere not etmeye notlar arasında şöyle bir ifade vardı, “havanın nemlilik oranı şudur”.
Demek ki ölçüm esnasında havanın içinde bulunan su buharı miktarı da (Su unsuru) ölçümü etkileyen bir etmen.

Vücudumuz bu unsurlardan oluşmuştur, bu unsurların oluşturduğu bir sistem sürekli devr-i daim etmekte, bu unsurlarda meleklere bağlı olarak işlemekte.
Mikail (as) su ile görevli, İsrafil (as) hava unsuru ile gibi, bu şeyler sürekli bedenin her bölümünde değişik isleyişlerle çalışmakta.

İnsan bir olaya öfkeleniyor, bir anda baş bölümünde kan basıncı artıyor, başta ani bir sıcaklık artışı ve yüzde kızarma görülebiliyor.
Demek ki olaylar, unsurlar hisler ve nefsimiz hepsi bir arada bir etkileşimde.
Kalb dediğimiz şey, bir berzah, yani nefs ile ruhun madde ile mânânın geçişinde bir berzah teşkil ediyor.

Maddesel unsurların etkisini dindirip nefsi dizginleye bilirsek nefsimize vesvese verenden kendimizi Allah sevgisi ile, Resûlün istikametinde yürüyerek kurtarabilirsek, terazinin ölçümü de o kadar doğru olacaktır, o zaman terazimizde Hak ve Batıl ayrımını doğru yaparız ve bunu yapmak içinde Resûlullah (sav)’in istikametinde yürümeye gayret etmeliyiz.

Bu sebeple islamiyyet ile şeriatın hükümlerine tabi olmalı, Kur’ân ve Resûlullah (sav)’ın Sünnet-i Seniyesinin kadrini bilmeye ve onu uygulamaya gayret etmeliyiz.
İşte dinin hükümleri ve yapılan ibadetlerin her birisinin, kadir kıymetini idrak edemediğimiz milyonlarca faydası vardır ki bunların çoğundan perdeli olarak yaşamaktayız.

Allah bizlerdeki Muhammedi bilinci arttırsın ve ayaklarımızı sırat-i müstakimde hızla yol alan ayaklar yapsın!
Kalblerimize O’nun ve Resûlünün ve O’nu ve Resûlünü sevenlerin sevgi tohumlarını eksin!

Âmin!


En doğrusunu Allah bilir.

İsra /35 : "Ölçtüğünüz vakıt da tam Ölçün ve doğru terazi ile tartın, bu hem hayırlı hem de akıbetçe daha güzeldir"

Gariban
Basildon-19 Mart 2008.
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 21.03.2008 Saat: 15:19 Gönderen: kulihvani


Resim


Ah! Min el Aşk..

AH! AŞKIN ELİNDEN!..

KUL İHVANÎ

Aşk : Arapça aslı "IŞK"tır, şiddetli ve aşırı sevgi.
Aşekâ : Sarmâşık..
Hakiki aşk : İlâhî Aşk...
Mecazî Aşk : Beşerî aşk...
Şevk : Aşırı arzu.
Kur'ân'da aşk kelimesi hub, muhabbet, meveddet kelimeleri veya türevleri olarak geçer.
Meşk : Aşkın tâlim, terbiye ve tatbikatı...

Aşk'ı bir oyun sananlar acı bir ateşle oynarlar.
Aşk, EL SAMED (celle celâluhu)'in celâl nuru olan bir ateştir :
Aşk = Celâl + Kemâl Cemâl dir.
Aşk : Sınırsız sevgiyi duyuş, uyuş ve yaşayıştır.
Aşk : Cevr-i Cihân Dağı’ndaki çark-ı çile çarmıhında :
.
- İlâhe - İllâ - ALLAH çevrimidir.
.
İnsan = Lâ,
Akıl = ilâhe,
Aşk = illâ,
ALLAH (celle celâluhu) = ALLAH'tır...
Hayat Tevhidimiz...

Aşk : Tecellî Tezgâhında;
Tevhid'in "Nasrullahi ve'l-Fethû" terennümüdür…

Resim


Aşk bir çile çiçeğidir
Çile Çölün gerçeğidir
Aşkın tırtıl-kelebeği
Âşık ipek böceğidir..

21.03.08 13:14 İstnbl.


Ebû'l-Huseyin Nûri (ö :hicrî 295/milâdî 908) :
"Ben ALLAH'a âşığım, O da bana âşık" deyince dövülüp sürülmüştür.
Küfrüne, katline hükmedilmiştir.
Son anda kurtulmuştur.
Aşk - Âşık - Maşuk yerine Hub - Habib - Mahbub da kullanılmıştır.

Kuşeyrî : "Âşıklar sözlerinden dolayı kınanamaz!" demiştir.

Sêrî es-Sakâti : Bir kimse : "Ey ben olan SEN!" diyecek kadar benliğini sevdiğinde eritmedikçe muhabbeti tam ve mükemmel olamaz!" demiştir.
Aşk : Baş bağına boyun eğen ve çök denilen çöle çöken dosd devesidir.
Hallâc-ı Mansur aşkı, pervâne ve mum misâliyle anlatmıştır "Kitabü't- Tavâsin" de.
Pervânenin mum ışığını görmesine ilme'l-yakîn, yaklaşıp ısısını sinesinde hissetmesine ayne'l-yâkin, içine dalıp yanıp kül olmasını da hakka'l-yâkin olarak anlatmıştır.
İdamında elleri kesilince kanını yüzüne sürüp : "Aşk ile kılınacak iki rekât namazın abdesti âşık kanıyla alınmazsa sahih olmaz!" demiştir.
Şehîd-i Aşk'ın kanı, yer yüzüne "ALLAH (celle celâluhu)" yazmıştır...
Çile çarmıhının can kurbanlarındandır.

Resim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den hadis-i kudsi : "ALLAH (celle celâluhu) : "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden âlemi yarattım." buyurmuştur. (Aclunî II, 132)

Bilinmekten maksad mârifet, istemekten maksad muhabbet, muhabbetten maksad ise AŞK'tır.
Tüm sevgilerin, muhabbetlerin ilk ve hakiki kaynağı HAKK (celle celâluhu) dur.

Resim

Biliyorsunuz ki biz bu yola;
"İnsan - Akıl - Aşk (nakl ve Resûlullah (sav)) ve ALLAH (celle celâluhu)" denklemini açıklamak ve anladığımız kadar anlatmak üzere çıktık…

Dört bilinmiyenli dördüncü dereceden tevhid denklemini çözmeye azmimiz, gerisini ise RABB'ımız (celle celâluhu)'ya tevekkülümüz vardı...
Bu iş ise yüce ve sarp bir dağa tırmanmaya benzer.
Hasan Dağı'nı bilirsiniz Aksaray'da, 3268 m. deniz seviyesinden yüksekte zirvesi.
Hasan Dağı'nın 2000 m. kotta (yükseklik) yaylalarımız vardır hâlen, geçen sene yıllar sonra gidip hasret giderdim.
Çocukken ve genç iken giderdim.
Güneş o kadar erken doğardı ki gece yarısı sabah namazını kılabilirsiniz...
13, 33 ve 58 yaşlarımda üç sefer zirvesine tırmandım.
Bizzât bilirim dağa tırmanmanın ne olduğunu...
Dağın eteğinde herşey yerli yerinde ve boldur.
Şehirler, kasabalar, köyler ve binlerce insan...
Doğduğum Karaviran köyünden yaylaya çıkarken belli bir yere kadar traktör v.s. ile gidilir.
Sonra at ve eşeklere yüklenir, yol dağa sarar...

Hasan Dağından Bir Aşk Masalı :

Meşe ormanları arasından Yûsufcuk ve Dudu kuşlarının birbirine tiz sesleriyle cevâb verişleriyle çınlar...
Güngörmüş kocalardan birisi anlatmıştı :
Yûsuf adında bir çoban, ağanın kızı Dudu'ya âşık olmuş...
Ağa kızı, ağaya yaraşır ya...
Öyle olduğundan Dudu kızı, bir ağa oğluna vermişler...
Gerdek gecesi, Yûsuf çoban : "Ey Dağların, meşe ormanlarının, herşeyin, herkesin, benim ve Dudu'mun da RABB'ısı olan ALLAH'ım beni bir kuş eyle ki kıyâmete kadar : "Dudi! Dûdi! Dûdi! (Tûti)" diye öteyim!" diye dua etmiş...
RABB'ı Tealâ Yûsuf'u kuş eylemiş keremiyle...
Yûsuf çoban kuş olunca uçmuş gitmiş.
Dudu kızın kapısındaki dut ağacına konmuş : "Dûti! Dûti!" diye bir müddet ötmüş sonra da ormanda kaybolmuş.
Dudu kız işin aslını anlamış ve allı duvağıyla o da aynı duayı etmiş...
RABB'ı Tealâ Dudu kızı da kuş eylemiş...
Kuş olan Dudu kız ise : "Yûsufçuk! Yûsufçuk!" diye çıkmış aramaya...
Ne zaman yolum oralara düşse her seferinde ormanın derinliklerinden "Dudî! Dudî..." diye inleyen Yûsufçuk Kuşu ile,
"Yûsufçuk! Yûsufçuuuk!" diye yanıtlayan Tûtî Kuşunun bitmeyen hasretine ağlarım!..

Sonra orman biter, dik yamaçlarda kepentler (1 m.lik yükseklikler) atlanır ve obalara çıkılır.
Orada basit taşlardan yapılan oba evleri derme çatma olurdu eskiden. Şimdi ise çadırlar var.
Koyun, kuzu ve yoz sürüleri de geldi mi; keyfine, deme gitsin...
İçimdeki hiç dinmeyen kaval sesi, oradan kalmadır...
Geceleri genç kızların ve gelinlerin yanan ateş ışığındaki kaşık sesleri, yanık ve içli türküleri ve köpek havlamaları özel ve güzel anılarımdır...

Hasan Dağı'nın zirvesine çıkacak olanlar fazla eşyâ alamazlar.
Biraz su, biraz yiyecek ve bir sopa...
Pek çok insanla yola çıkılır...
Ne varki esas zirveye sarınca, dış basınç (atmosfer basıncı) düştükçe düşer, iç basınç artar.
Kimisinin ağzından burnundan kan fışkırır yolda kalır.
Güneş o kadar şiddetli yakar ki bir günde yüzü kavurur ve kavlatır.
Su, yamaçlarda yoktur...
Yükle çıkmak zordur.
Bir kilo on kilo gibi ağır gelir.
Ter su gibi akar ve su matarası tez biter...
Elini attığın yer eline gelir ve kayarsın...
Diziyin kepeği kesilir ve anandan emdiğin burnundan gelir...
Birlikte yola çıktığın insanların çoğu geri döner...
İlk çıktığımda orta okulda idim.
Rahmetli Tıkır Dedem ve benle beraber beş kişi çıktık zirveye...
Dedemin sayesinde çıktım...
Hasan Dağı yanardağdır.
Tepesinde küçük ve derin bir krater gölü vardır.
Karla dolu idi...

Aşk Dağına ise, ancak sadakat, samimiyyet, sabır sahibi usta dağcılar rehberliğinde sadece çileyle çıkılır..
Gerisi boş laftır..

AŞK için neler söylenmiş, yazılmış ve yaşanmış neler!..

"Âşık Yûnus mâşukuna vuslat bulunca mest olur!"
Diyen Yûnus Emre,.

"Gâh çıkarem gök yüzüne seyrederem âlemi
Gâh inerem yeryüzüne seyreder âlem beni
"
Dedi diye derisini yüzdüren Nesimî,

Leylâ-û-Mecnun'un Fuzûli'si...
Sayısız âşıklar kervânı...
Şiirde, şarkıda, şe'ende, şuhûdda aşk...
Aşk; anlatılamayan yaşanılınca anlaşılan bir oluştur...
Duyuş olanı mecâzî, oluş olanı hakikidir.
Âşıklar, Aşkın şerefiyle şâhidlerdir.

İlâhî aşk : tevhidî bir tutku, Belâ' Bazarındaki rızadır.
Aşk : ALLAH boyasıyla boyanmak için çile çöllerindeki Muhammedî seyr-ü-sülûk sırrıdır.

Resim "ALLAH'ın rengiyle boyandık. ALLAH'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz" (Bakara 2/138)
Beyânıyla uyananlar ve boyananlar.

Aşk : Muhammedî Makam-ı Mahmud meziyetine haiz oluştur.
Aşk : Sevgi ve fazîlet frekansını Muhammedî kılıştır.
Aşk : Zerrelerdeki zuhûrat zevkini meşktir.
Aşk : Parmak izi gibi zâtîdir.
Aşk : Dâirenin adıdır. Çaplar değişik de olsa 360º olduğunu anlayıştır.
Aşk : Çapı sıfır olan Akdes Noktasındaki sırr-ı sıfır serüvenidir.
Aşk : "ASL"a duyulan sonsuz arzu ve sızısıdır.
Aşk : Gönüldeki gölgesizlik güzelliğidir
Aşk : "AN"ın "ZAMAN" oluş şe'eni neş'esini yaşayıştır.
Aşk : Yedi cehennemin pişirdiği sekiz cennet aşıdır.
Aşk : "HEP"in nişansız "HİÇ"e İlâhî ve fıtrî iltifatıdır.
Aşk : Tevhid tavafında, dönendeki niyâz döngüsü ve dönülendeki naz dengesidir.
Aşk : Çekirdeğin çevresindekilerin çilesidir.
Aşk : Arzuyla alış-veriş ve rızayla gidiş-geliştir.



BU AŞK BİZİ!..

AŞK kovaladı kaçtırdı
Âleme esrâr saçtırdı
Yedi renk çiçek açtırdı
"AL"a soktu bu aşk Bizi!

*

MUHAMMED envârı etti
Sinek idik "ARI" etti
Çiçekler esrârı etti
"BAL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
"DOSD DAĞLARI"nı gezdirdi
DOSD'un destanın yazdırdı
Tatlı canımdan bezdirdi
"HÂL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
Gâh ağlattı - gâh güldürdü
(Necm 53/43)
"BEN"liğim dörde böldürdü (Muhammed 47/15)
Ölmeden önce öldürdü (Necm 53/44)
"SAL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
İmtihan için "Belâ!"ya
Ezel - Ebed - Es Selâ'ya
Göz yaşımız Kerbelâ'ya
"SEL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
"BEN BAŞI"m taşlara çaldı
Yok eyledi, kendi kaldı
Yerimiz - yurdumuz aldı
"YEL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
HAKK, kalbim "Heyy"ledi Dosdlar
Kafesim neyledi Dosdlar
"ET-TIRNAK" eyledi Dosdlar
"BİLE" soktu bu aşk Bizi!

*
.
VEDÛD ALLAH özü üzre
DOSD MUHAMMED sözü üzre
EHL-İ BEYT'in közü üzre
"ÇİLE"soktu bu aşk Bizi!
.
*
.
ÂCZ-Ü-FAKR-Ü-ZİLLET ile
Kulluk vasfı İLLET ile
Yetmiş iki millet ile
"DİL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
ÂŞIKLAR andığı olduk
Ateşte yandığı olduk
MUSA'nın Sandığı olduk
"NİL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
Kim sahtekâr, kimdir sâdık?
"ÖZ KÖZÜ"müzde kaynadık
HAKK çaldı, HAKK'la oynadık
"ZİL"e soktu bu aşk Bizi!
.
*
.
TESLİMİYYET Tevhid Çile
İSTIKÂMET İhlâs Bile
Sırât-ı Müstakîm ile
"YOL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
"FENÂ"yla "BEKA"da yittik
"BENLİK"te tükendik bittik
EHL-İ BEYT izinden gittik
"ÇÖL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
"Bulut-Buhar-Su-Buz"uyla
Kurduyla - koyun - kuzuyla
"ÇOBAN BABA"nın "TUZ"uyla
"GÖL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
Sahib çıktık da "CAN"ına
Bedel ödedik "HAN"ına
"ERENLERİN MEYDANI"na
"KÖLE"soktu bu aşk Bizi!

*
.
"Kelle Gözü"müzü oydu
Gönlümüze, gözün koydu
Atlas - ipeğimiz soydu
"ÇUL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
Sarhoşken, bî karar iken
Var'ı-Yok'u tarar iken
BİZ "SULTÂN"lık arar iken
"KUL"a soktu bu aşk Bizi!

*
.
Halkı, HAK'kın kabzasında
Cümlesi "TEVHİD TASI"nda
"RESÛLULLAH RAVZASI"nda
"GÜL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
"AVCI"ydık, "AV"ımız; vurdu
TEVHİD ATEŞİ kavurdu
RIZA RÜZGARI savurdu
"KÜL"e soktu bu aşk Bizi!

*
.
İHVÂNÎ'm heryân gezeriz
Yüreği püryân gezeriz
Garibiz üryân gezeriz
"TÜL"e soktu bu aşk Bizi!
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 21.03.2008 Saat: 17:18 Gönderen: kulihvani


Resim

“ızdırap en saf ilham kaynağıdır...senin ızdırabın ne? şiirleri neyi ya da kimi düşünerek yazıyorsun bilmiyorum ama inan çok merak ediyorum doğrusu...bu çağlayanın kaynağını ben de bulma derdindeyim”

Diyen
Elif’ e ithafen…


ELİF - NEYİ MERAK EDİYORSUN?

Halim KÖK
21.03.2008


****

Gönlündeki telaş dinsin.
Sen hem BİR sin hem de BİN sin.
Merak etiğin kendinsin.
Neyi merak ediyorsun?..

Sen hem yolcu hem de yolsun.
Çekirdek, ağaç ve dalsın.
Sen dinlediğin masalsın.
Neyi merak ediyorsun?..


O da bilmek istedi Âlem'i
Bilinmek için Âdem'i
Doldur dedi gönül bâdemi.
Neyi merak ediyorsun?..

Sen sevensin sevilensin.
Sen bilensin bilinensin.
Bendeki de ZAT en sensin
Neyi merak ediyorsun.

Sen hem kaynak hem de sözsün.
Hem görülen hem de gözsün.
Sen Elif’ sin BİR de yüzsün.
Neyi merak ediyorsun?


Halim KÖK
21.03.2008



Bak bana neler yazdırdın.
Ondan sonra da çağlayanın kaynağını soruyorsun.
İşte şimdi kaynak sensin.
Neyi merak ediyorsun?..

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 28.03.2008 Saat: 17:41 Gönderen: kulihvani

Resim

YAZILMAMIŞ SIRLARIN İLKİ
YAZILACAK SIRLARIN SONU


MÜNİR DERMAN (ks)

"MU’CİZE"


Allah'ın kudretini kulu vasıtasiyle göstermek arzusunun kendi izniyle tabiî kanunların üstünde yaptırdığı akıl durduran hadiseler.
Vak'alar gösterilere mu’cize deriz.
Hakk’ın arzuladığı, kula verdiği kıymeti izhar için akıl durduran işler mu’cize değildir.
Onun üzerinde bir hadisedir.
Meselâ ŞAKKİ’L- SADR. Mİ’RAC bunlara mu’cize demek işin içine beşeri vasıta yapmak olur.
Mi’rac mu’cize değildir.
Hakk’ın kudretinin delilidir. Âyetidir.

Kur'ân mu’cize değildir. Kelâmullahtır.
Peygamber efendimize vahiy ile indiği için.
Resûl-ü Ekrem'in rahmetellilâlemin olduğunun delilidir.

"Vahiy: Zâhiri duygudan gizli söze derler."

Resûl-ü Ekrem'e verilen büyük kıymetin ve kendisinden sudur eden fevkalâde hadiseler mu’cizedir.
Mübârek parmaklarından su akıtması.
Bir kap yemekle açları doyurması mu’cizedir.
Başının üzerinde ne tarafa gitse bir bulutun onu takip etmesi burhandır. Mu’cize değildir.
Şakki’l- Kamer hadisesi mu’cizedir.

Evliyâda görülen keramete mu’cize demek doğru değildir.
Onlar, Resûl-u Ekrem'in mu’cizelerinin daha küçük şekilde Resûlullah namına ve izn-i ilâhiyle yaptıkları harikulâde fiillerdir.
Keramet göstermek bile evliyânın utanarak yaptığı fiillerdir. Bazende kendilerine haramdır.
Resûl-ü Ekrem'in mu’cizelerini taklid etmek gibi bir hudud ve edeb harici bir şey telakki etmelerindendir.


MU’CİZ: Acze düşüren. Aciz kılan.
İCAZ : Aciz kılmak...
MU’CİZE: Bu kelime âyet ve hadislerde geçmemiştir.
Aslı ise “Âyât = Burhan = Alâmet = Delil” kelimeleridir.

Maddî âlemde gece, gündüz, ilkbahar, kış çiçeklerin açması, ağaçların yemiş vermesi, yıldızların muayyen zamanlarda hareketleri tabiî kanunlara tabi’dir.
Veyahut onların işlemelerindeki değişmeyen intizam, ilâhî aheng tabiî kanun ismini alır.

Ruhanî âlem de kendine mahsus değişmiyen kanunlara tabi’dir. Onun da arz ve güneşi, gece ve gündüzü, bahar ve sonbaharı vardır.

Günâhlar, ihtiraslar sapıklıklar arzın ufuklarını kararttığı zaman
SEMAVÎ BİR NUR doğar.
Günâhların, fenâlıkların sonbaharı sarardığı solduğu sıralarda
"NÜBÜVVET'in baharı onu yeniden canlandırır.

Güneşe, arza, kamere arz üzerinde vuku bulan hadiselere hakim olan kanunlar nasıl değişmezse.
Azap, rahmet, risâlet, nübüvvet gibi hadisatta muayyen kanunlara tabi’dir.
Bu kanunlar da değişmezler.
İlâhî nizam bu değişmiyen kanunlar şeklinde tecellî eder.
Peygamberler de muayyen zamanlarda gelirler.
Ve muvaffak olurlar...

Ruhumuz, nefsimiz içimizdeki gizli kuvvet nasıl bizim maddî vücudumuza hakimse,
Peygamberlerin
RUH-U AZAM'ı da Allah'ın emriyle cihana hakimdir.
RUH-U AZAM, İsm-i A’zam değildir.
İsm-i A’zam ile yâni anahtar olarak Ruh-u Azam harekete geçer.
Ruhanî cihanın kanunları maddî cihanın kanunlarını teshir ettiğinden
RUH-U AZAMarzdan semaya bir lahzada yükselir.
Bir darbe ile denizleri ayırır.
Bir işaretle kameri böler.
Büyük cemaatleri birkaç lokma ile doyurur.
Parmaklarından su akıtır.
Bir nefesle hastaları kurtarır, ölüleri diriltir.
Körlerin gözlerini açar.
Bir avuç toprakla orduları tar ü mar eder.
Velhasıl, dağlara taşlara sulara karalara dirilere ve ölülere sözünü dinletir...

Muayyen zamanda çiçeklerin niçin açıldığı,
Ağaçların niçin yemiş verdiği,
Bir takım yıldızların niçin fasılalarla göründüğü,
Balın niçin tatlı olduğu,
Arz ve kamerin hatta güneşin niçin hareket ettiği,
Bir tohumun nasıl bir ağaç olduğunu,
Aldığımız gıdanın nasıl ete ve kana tahvil ettiğini bilmezsek:
Peygamberlerin de niçin muayyen zamanlarda zuhur ettiklerini, niçin harikulâde hareket yaptıklarını bilemeyiz.
Bütün bildiğimiz Peygamberlerin gelip bunları yaptıklarıdır...

Her milletin kendine mahsus mürşidleri vardır...
Bunlar hakkında mütalâa yürütmek; henüz görülmeyen bir rüyayı tâbire kalkmak gibidir.

Bugün ne kadar garip bir dünyada bulunuyoruz.
Gül bahçesi var.
Gül yetiştirip satanlar da var.
Gül seyredilir, vazoya koyanlar, henüz koklayanlar çok...
Gül insanlar şişelerde...
Fakat gülden hisse alıp gül olmak istiyenler yok...

Kile sormuşlar:
“Ne güzel kokun var?”
Kil Tevazu’ ile şöyle demiş : “Aslında bende koku yoktur!”
“Peki nereden bu koku?”
“Bir iki gün hakiki gülle arkadaşlık yaptım. Ondan bana sindi!” demiş,
Ve ağlamağa başlamış.
Terlemiş ve etrafını bir koku doldurmuş...

Ey dinleyenler!
Siz de gül gibi insanlarla sohbet edin!
Onlarla arkadaşlık yapın!
Onların gördüklerini duyduklarını bildiklerini başkaları görmemiş, duymamış ve bilmemiştir...
Buda'nın, Musa'nın, İsa'nın tarihte müseccel öyle hareketleri var ki;
İskender'in fütuhatını, Napolyon'un harekatını inkâr etmek nasıl mümkün değilse onları da inkâra imkân yoktur...
Onların gelişleri bir mu’cizedir.

Hazreti Resûl'e inanan ilk insan Hazreti Hatice idi.
Hazreti Hatice kamerin inşikakını beklemedi.
Peygamberin fukaraya yardım, zavallılara, borçlulara, muavenet, yurtsuzları yolda kalanları himaye ettiği için...
İman etmişti...
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zeyd İbni Harise hiç bir mu’cize istemeden iman ettiler.

Hazreti Resûl; Nuh tufanına uğrayanların, Şap Denizinin derinliklerinde boğulanların, İsa'nın nefesiyle dirilenlerin evlatlarına, bütün beşeriyete hitap ediyordu.
Nuh Tufanını, Kızıl Denizin yarılmasını, ölülerin dirilmesini inkâr edip, tenkit edenlere de hitap ediyordu...
Cihan şümul her canlıyı çağırıyordu.
Fazilet, doğruluk insan severlik duygularıyla Allah'a bağlanmalarını bildiriyordu.
Para, toprak, ücret istemiyordu...
İmparatorluk, saraylarda yaşamak peşinde değildi.
Beşeriyete acıdığından bunları yapıyordu.
Ve o mütevazi büyük insan, toprak üzerine serili bir hasırın üstünde bir deve postunda yatar,
Yamalı temiz elbise giyer,
Toprak kap yemek yer,
Evini süpürür,
İcab ettiği zaman bu basit gibi görünen dünyadan ayrılarak semavatı geçerdi...





KELİMELER :



MU’CİZE : İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir
Vak'a : Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan.
Mi’rac : Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.
Vahiy : Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânalara gelir. * Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaikı Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir
Fevkalâde : Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette.
NÜBÜVVET : (Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Kullanıcı avatarı
meryemnur
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 943
Kayıt: 20 Şub 2009, 02:00

Re: 2008 Mart Haber Arşivi

Mesaj gönderen meryemnur »



Tarih: 31.03.2008 Saat: 16:33 Gönderen: kulihvani


Resim



MÜZİK RUHUN GIDASI MI?

ALPEREN GÜRBÜZER


Müzik insanlık kadar eski, daha konuşmaya başlamadan duygularını duygu seliyle söylemeye başladığı enstrümanın adıdır müzik.

Âdemoğlu anayurdu cennetten dünyaya ilk adım attığında sayısız seslerin bulunduğu alana bırakılmış oldu.
İşittiği bütün seslerden kendince mânâ bulmaya çabaladı.
Âlem aslında sestir, nefes de..
Kalbin Lafza-i Celâl’e eşlik ederek tempo tutması sestir, hatta sükûtta sestir.
Çünkü sükût ikrardan sayılır.
Seslerin ahengidir müzik.
Dokunduğunuz her şeyde ses vardır.
O halde müzik insanın konuşmayı bilmediği demde doğmuş.
Yâni dem bu dem..


Kâinat aşk üzerine kurulmuş, bundan dolayı aşk makamdır. Sevgilinin sevgide dirilişi meşk ise, meşk de aşk makamının usulüdür.
Onun için derler ya aşkını meşk etmeli, meşkine aşk katmalı ki aşk garip kalmasın.
Demek ki meşki sevgilinin bakışlarında cümbüşlemeli.

"Ben her yere sığmam ama mü’min kulumun gönlüne sığarım” ilahî buyruğu gönlü dile getirir, ilahî gaipten yankılanan bu sesten gönül edeple makamlara destur ile girmek ister, zira ruh sınır tanımaz, ötelere sıçrar, gönül ruhu engel tanımaz her an âlemle beraber seyrederek devran olur.
Aşk kalemle, kitapla anlaşılmaz yaşanır, mânâ dahi aranmaz, aşkı mâşuk yapan birazda nağmelerdir, nefes de nağme çünkü.
Her aldığımız nefes Huş-derdem’i soluklar, Hakka vardırır, nefes âdeta gönül bestesidir seven için.

Duygular sese dönüşür, ses de notayla tarifini bulur.
Duyguları anlatmada kelimeler aciz kalır, ama ses öyle değil.
Sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynayabilirsin.
Ses ana sütü gibi ak, müzik ise onun işlenmiş halidir.
Müzik ruhun gıdasıdır sözü, dergâhlarda cezbe ve vecd sayesinde lisanımıza yer etmiş, ruhunu terennüm eden güzel bir ses (müzik) çok kere ilahî tefekküre vesile olduğu bir vâkıa’.
Yanık bir ses çoğu kere ötelere taşır insanı, hatta üç boyutun dışına aştırır da...

Siz siz olun batıya özenmeyin, batı eşyanın esaretine girdiğinden dolayı müziği kalbe yani ruha indirememiş, müziği şehvanî arzularına hizmet aracı olarak kullanmış,
Her ne kadar seslendiği müzik kilise kaynaklı olsa da, mensub olduğu dini köklerden uzak kalarak, bugün çaldığı müzikle kaybettiği ruhunu bulamıyor.

Bize gelince dinî musikimiz câmi ve tekke musikisi diye ikiye ayrılıyor.
Tekke müziğinde hem insan sesi hem de enstrüman var, câmii musikisinde ise sadece ses..
O halde seslendirdiğimiz müziğin kökeninin tekkelere ve dergâhlara borçluyuz.

Türk müziğinin en büyük bestekârları Hammamizâde İsmail Dede Efendi, Zeyneb Abidin gibi imam ve müezzinlerdir..
Bu ırmaklardan Hafız Post’lar, Itri’ler, Hammamizâde İsmail Dede’ler beslenmiştir.

Müziğimizin çok özel saundu, özel etkileyici sesler, melodiler, tonlar çarpıcı ve etkileyici yönleri mevcut..
Müziğimiz kâh padişahlarımızı dinlendirmiş; sarayda Klasik Türk müziğini yeşertmiş, kâh askerimizi coşturmuş; cenk meydanların da Mehterhan’ı keşfederek askerimizi cesaretlendirmişiz, kâh halkımızın gönlü olarak;
Halk Türkülerimizin doğmasına vesile olmuş, kâh dervişleri semaya doğru raks ettirerek; ilahî müziğin doğması gerçekleşmiş. Klasik tür müziğinin ruh yapısının Horasandan oluştuğunu özellikle Mevlevilik sayesinde Anadolu’ya girdiğini belirtmekte fayda var.

Prof. Dr. Osman Turan :
“Padişahın huzurunda on iki makam, yirmi dört şube, yirmi dört usul, kırk sekiz musiki fasl edilip, padişah mesrur, asker cenge kaldırılırdı.
Mehterhan’ın heybetli müziği Beethoven’in senfonisine ve Mozart’ın Türk marşına girerek ihtişamını göstermiştir’’ buyurarak müziğimizin gücünü ortaya koymuştur.
Usul ve vuruşlarımız iki zamanlıdan başlar yüz yirmi zamanlıya kadar devam eder, yani basitten karmaşığa doğru . Makamda hakeza öyle, beşyüz civarında makamımız söz konusu.

İslamiyet’ten önce Orta Asya’da kopuzla çalıp söyleyen ozanlarımız vardı.
Kökenimiz Orta Asyadır, dokuzuncu yüzyılda Orta Asyada Farabi’miz var, eserleri günümüze kadar gelmiş.
Farabi döneminde müzikoterapi ile iyileştirilmeye çalışılıyordu insanlar, O dönemde bir Yunan Medeniyeti, bir de Türk medeniyeti vardı.
Dolayısıyla Klasik müziğimizin başlangıcı dokuzuncu yüzyıla dayanır diyebiliriz.

Batı Müziği sadece on iki perdeden ibaret, çok sesliliği ortadan kaldırsalar nerdeyse müzik diye bir şey kalmayacak.
Fakat bizim müziğimizin böyle bir sıkıntısı yok, çok seslilik olmazsa olmazımız değil.

Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin iki eşsiz şah eseri,
Tuğra ve fermanlar da yazı sanatımızın iki eşsiz simgeleri,
Musiki de Mevbethanlar, Mehterhan ve Dede Efendiler de onurumuz.

Selçuklu da Osmanlı’nın Mehterhanına benzer Mevbethânesi vardı. Mevbethâne ve Mehterhan tarihin en eski orkestrasıdırlar.
Tarihin bu en eski orkestraları hem Osmanlı’yı hem de Selçuklu’yu ayağa kaldırmış,
Selçuklu coğrafyasını vatanlaştırmış,
Osmanlı’yı ise cihangirleştirmiştir.
Orta Asya’dan filizlenip Göktürkler eliyle Büyük Selçuklu’ya, ordan da uçbeyi Osmanlı’ya aktarılan müzik zenginleşerek dal budak salmıştır.
Belirli bir dönemin eşiğine geldiğimizde müziğimiz dinin dışında ve dinin içinde câmi ve tekke musikisi adı altında ikiye ayrılıyor.
Öyle ki tekke musikisi ilahîlerle yetinmeyip âyin tarzı usul da ortaya (semâzanda olduğu gibi) koyabilmiştir.

Zeynel Abidin Efendi fevkâlede Kur’ân-ı Kerimi hakkıyla okuyan zât.
Sarayın baş müezzini ise Hammamizâde İsmail Dede Efendi de ona eşlik ediyor.

Zeynel Abidin Efendi teravih namazı kıldırıyor ama tâbir câizse omuzunda büyük bir yük taşıma duygusuyla kıldırıyor.
Çünkü kolay değil arkasında saf durmuş bu işin şuurunda olmuş besteler yapabilecek padişah, başmüezzin Dede Efendi ve diğer müezzinler var.

Müziğimiz saray ve ordugâhlarda sınırlı kalmamış, Tekkelerde de yankılanmış ve ilahî cezbeye vesile olmuştur.
Musiki sanatımız üzerinde Mevleviliğin tesiri çok büyüktür.

Müziğimizi yastığımıza kılıf yapmış ve kim tarafından bestelendiği bilinmeyen türkülerle halk türküsü ürünü ortaya koyabilmişiz. Halkın ortak orkestrasıdır halk müziği.
Bundan dolayı halk müziği saf, duru ve pâktır.
Yöresel özelliklerimizi koruduğumuz sürece halk müziği o kadar değeri büyük olur.
Başka yörenin müzik tarzını bir başka yörenin müzik enstrümanına katmamalı.

Tolstoy boşuna söylememiş : “Bir toplumu tanımak için o ülkenin müziğini dinlemek yeterli” demiş.
Türk toplumunu temsil eden tartışmasız birincisi klasik müziğimiz, diğeri de halk müziğidir.

Bekir Sıdkı Sezgin, yurt dışında konser verdiğinde ona yabancı dinleyiciler:
— Bu müzik Türk musikisi mi? diye sorduklarında;
—Evet, cevabı alınca şaşırmışlar;
—O zaman biz Türkiye’yi demek ki tanımıyormuşuz.
Bunun üzerine Bekir Sıdkı Sezgin nihayet kendimizden ödün verdiğimizi şu ifadelerle izah eder:
—Seslendirdiğim eserler, Osmanlı döneminde bestelenen eserler olduğunu, itiraf etmek zorunda kalır ve yabancı konuklar:
— Ha! Şimdi anlaşıldı, diyerek rahatlıyorlar.

Dışarıda hangi tür müziğimiz olursa olsun çok beğeni ile karşılık buluyor.
Semazanlarımız ilginin ötesinde ötelere taşıyor izleyenlerin ufkunu..
Müzikte güçlüyüz fakat gücümüzün farkında değiliz, bu yüzden musikimiz küçümsenemez.
Hakezâ batı müziği de..
Yeter ki ön yargı ile birbirimize yaklaşmadığımız sürece her müzik toprağında anlam kazanır.

Mısır ezgileriyle Türk müziğinin ezgileri Orhan Gencebay’ın zihninde bir etkileşimle adına arabesk dedikleri müzik ortaya çıkmış ve bu müzik TRT ‘nin tek tip olduğu dönemlerde yasaklanmış, yerine de alternatif bir müzik türü konulamamıştı. Üstelik arabesk dedikleri müziğin halk tarafından dinlenmesinin önüne geçilememiştir.
Orhan Gencebay bugünkü haliyle yine popüler...
Arabeskin tercih edilmesi halkın yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla da yakından ilgisi var.
Arabesk 1940’dan itibaren kırsal kesimden şehirlere göç etmiş olanların, yoksulluğun ve acıların birikimi ile ömür tüketmiş olanların ortak paydada buluşturan müzik türü olarak günümüze kadar uzanmış, hala etkisini sürdürmektedir.

Batı müziğinden de hoşlanırız fakat Türk müziğinin içine şırınga etmemek kaydıyla.
Seçkinlik alâmeti olarak sunulmamalı.
Meyve dalında güzel olduğu gibi, her ülkenin müziği de yerinde güzel.
Başka yerlerden herhangi bir enstrümanı kendi musikine transfer ettiğinde müziğe darbe vurursun.
Hangi müzik dinlersen dinle ama karşılıklı hudutlarını bilsin.
Çünkü musiki geniş perspektiftir.

Şiir ve müzik her ikisi de İran cephesinden geldiği halde zamanla müziğimiz İran’la bağlantısını kesmiş halkın havasına bürünmüştür.
Klasik Türk müziği konserini izleyen Piyano Hocası Azeri Profesör konserde bağlama, kabak, kemane gibi sazların olmadığına şaşırdığında orada bulunanlar:
— O dediğin enstrümanlar müziğimizin folklorik kısmına aittir demişler.
Profesör itiraz etmiş:
- O zaman konserinizin ismini değişin, icra ettiğiniz klasik Türk müziği değil düpedüz batı müziğidir, demiştir.
Yani Bach, Mozart, Beethoven müziği diyerek açıklama getirmiştir.

Musiki öyle birleştirici bir unsur ki Osmanlıyı oluşturan çeşitli zenginlikler sadece onda birleşebilmiştir.
Osmanlı medeniyetinde dini yaşantı musiki sanatı ile iç içedir.
Maalesef Türk müziğini saray musikisi olarak nitelendirilip, klasik müziğimizi de Türk sanat müziği diye nitelendirerek karşı karşıya getirmişiz.
Oysa Klasik Türk müziği tüm diğer müzikler gibi sarayın himayesinde bulunmuştur.
Osmanlı’nın son dönemlerinde batılılaşma hareketleri ile Cumhuriyet dönemini de kapsayan süreçte Klasik Türk müziğini icra eden kurumlar kapatılmış ve yok edilmiş, hatta adına bile tahammül edilememiştir.
Ahmed Hamdi Tanpınar : “Hâlbuki Türk musikisi böyle bir âkibete hiç de lâyık değildir.” demek zorunda kalarak klasik müziğimizin çok uzağında ve çok gerisinde olduğumuzu teyid etmiştir.

İstanbul’a gelen turisler dükkânlardan sokağa taşan müziğe kulak verdiklerinde böyle bir tarihi dokuya sahip olan insanların müziği bu olamaz diyorlar.
Bilmiyorlar ki köklerimizden koparıldık, önce tarihi bestelere el uzatmakla başladı, sonra besteler dört satıra indi, bu da yetmeyince iki satırlık cümlelerle küçültülerek birkaç tane de cümle serpiştirelerek nakarat yapıp ve avazımın çıktığı kadar bağırmayı müzik sandık.
Oysa bizim müziğimiz Türk Musikisi, klasik, folklorik, askeri ve dini olmak üzere dört başlıklıdır.
Müzikte iniş süreci Sultan Mahmud döneminde Mızıka-ı Hümayun’un kurulmasıyla başlamış, Mehterhan’a ve Enderun’a kilit vurularak sonlanmak istenmiştir..
Ordumuzda nerdeyse tüm branşlar var ama, müzisyen general yok, Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası var Cumhurbaşkanlığı Türk Müziği korosu yok.
Rahmetli Özal köşkte ilk defa tasavvuf müziği çaldırarak bir ilke imza atmıştır âdeta.
Zâten müziğin kaynağı da Horasan Erenleri değil mi?
Özal bu bilinçle hareket etmiştir.

Okullarda kırk beş dakika ile geçiştirilen konumdadır.
Resmi radyomuzda bir zamanlar Türk müziğnin yasak olduğu dönemleri hatırlarsak okullarımzın bu durumu taaccübümüze gitmiyor.
Günlük yaşıyoruz âdeta.
Bir toplumun içinde yaşadığı müzik, aynı zamanda o toplumun aynası oysa.

Minarelerden yankılanan Hz.Bilalin müezzin olarak seçilmesi hikmetini anlamayanlar, Ezan’ın da makamlarının olabileceğini düşünemez.
Cuma salası mı, cenaze salası mı, haber salası mı, sabah salası mı belli değil.
Tek tip sala bellenmiş o okunuyor..
Hâlbu ki hepsinin özellikleri farklı.
Dini müzik içerisinde özel yapıda ilahîler vardır.
İlahilerin arasında en önemlisi Ramazan ilahîleridir.
Ramazan ayının ilk on beş gecesinde “Merhaba ey şehri Ramazan merhaba!’’, son on beş gecesinde “Elveda ey şehri Ramazan elveda!” ile bestelerle yankılanır camilerimizde.

Demek ki müzisyenler aynı zamanda din adamlarıdır.
İtri’den Dede Efendiye kadar bir dizi dehâlarımız ve kıymetlerimiz var..
Eski müziği geleceğe aktarmak, bu arada batı müziğinin imkânlarını da kullanmak yerinde olurdu ama bu yapılamadı.
Nasıl ki bir doktor tedavinin gerektirdiği ilaçları hastaya vermek çabasında ise musiki doktorlarında halkına aynısını yapmalı.

Velhasıl müzik ruhun gıdası, onu yeşertmeli ama doğru mecrasında.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

O Peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır..…

Ahzâb Sûresi, 6
Cevapla

“2008” sayfasına dön