2009 Aralık Haber Arşivi

2009 yılına ait aylara göre haber/makaleler.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

KIYAM-ET!
Tarih: 07.12.2009 Saat: 18:48 Gönderen: kulihvani


Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


KIYAM-ET!

Ötelerden yıldırım suratıyla “Feyz” ve “Nur” lar size yağmaya başlar.
O zaman anofora kapılırsınız.
Yani bir nevi serserileşir insan.
Bu anafora İslâm dininde “Cezbe” derler.
Cezbe, Celâl ile Cemâl arasında gögün Nur-u Rasûlullahın harekete çıkmasıyla kamaşmasıdır.
Bu anaforda hakiki mütehassıs bulunursa o şahsın iplerini çeker, frenler. “Hele dur!” der.
Düzeltir, süzer, sakinleştirir ve kendisine kim olduğunu öğretir.
İNSAN o zaman insan olduğunu anlar.
Onun için insanın kadrini İNSAN bilir derler…

Bu sözlerim size daima anlattığım sözler sizlere, secdeye başını koyanlarnan, Allah ve Rasûlunün müsadesiyle bunları aşılamak istiyorum. İçinizde feyzlenen çok var.
Sizin aynaya da baksan, mikroskopa da baksan, başkasına anlını da kazıtsan göremezsin o nuru!
Bunları da görüyorum ben nurlu insanlarınız var içinizde.
Olmayanını da var.
Olmayanlar, kendilerini henüz boşaltmayanlardır. Şüphe içindedirler.
Bu herif bir şeymi söylüyor iyi mi diye.
Yüze bakmak için, bakarak içi anlamak çok güçtür oğlum.
Fakat o işte izni İlahî ile biraz hüner sahibi olduk. Anlayan bunu anlar!
Onun için, hani derler: “Denizde yüzmek için suya kendi bırakmak lâzımdır!”
Korkmazsan batmazsın. Korkarsın batarsın.
Korku zâten şüphenin şiddet halidir.
Kur’ân da diyor ki:

“Ve lâkinne ekserahüm la ya'lemun”
Fakat onların çoğu bilmezler.
“Ve lâkinne eskerahüm câhilün.”
Fakat onların ekserisi de câhildir.
Onun için Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem buyuruyor.


“Hakiki hakkıyla abdest alan mü’minden şeytan uzaklaşır” diyor.

Yine Ezanı Muhammedî okunurken Sallallahu Aleyhi Vessellem.
Güneş batarken, güneş doğarken abdestli bulunun.
Hele her zaman haaa!
İbrik al koluna “deli” desinler sana. Abdestli bulununnn!
Onun için böyle Secde-yi Rahmâna başını koyana bir dert gelince kendi kendini kurtarmağa savaşır.
İşte bir yerden bir şey yapmıştır. Parası yetmemiştir.
“Çoluğumu nasıl getireceğim. Bilmem ne edeceğim.”
Kendi kendini kurtarmağa çabalar.
Muaffak olamazsa etrafından yardım istemeye başlar.
Der ki: “Hacı Ömer Efendiye gideyim de bana biraz faizi ile para versin!” Bilmem yardım ister.
Rütbe sahiplerine gider: “Efendim sen valiyi tanıyorsun. Felan mebusu tanıyorsun. Ona söyle!
Zenginlere, hal sahiplerine gider: “Efendi Hazretleri dua et de vaziyetim düzelsin!.” Dua ister. Himmet ister.
Hasta ise doktora gider.
Bunlardan faide göremediğini anlayınca adaklar başlar.
“Felan yere adak horoz keseceğim. Felan yere mum dikeceğim. Felan yere bilmem ne edeceğim!.”
Ocaklara gider. Hocaların peşinde koşar.
“Aman şunu yap bilmem ne felan düğmeyi bağla.
Bilmem ne ünlük otunu yak. Bilmem neyi tavana as. Şunu bilmem ne yap!.”
Hep bunların peşinde koşar.
“Felan yerde bir hoca varımış git ona görün!”
Dolandırıcılara soyulur. Üstünde hiçbir şey kalmaz.
Gelir gider dolaşır. Nihâyet bakar ki iş zooor.
Gözünü, kafasını havaya kaldırır : “Yâ Rabbî!.” Ulan Allah sana şah damarından daha yakîndir O’nu unutup da nereye gidiyorsun.
Bunaldı O’nu da kendinde aramaz havaya bakar.
Sanki yukarıda Kutub Yıldızının üzerinde oturuyor.
Eğer kendi işini yapabilseydi bu, bir müracaat ettiği bir adamlan işini göreydi. Hakka da dönmezdi, hiç.
Nihâyet dua eder yalvarır fakat beklemeye çarnaçar başlar.
Baktı ki iş yok. Bekler. Kader tecellî eder. Olacak olur!
İyiliğin gelmesini, kötülüğün gitmesini isteme!
Kısmetinde sana gelecek ne nimet ister isen istesen de gelecek, istemesen de gelecek.
Gelecek belâ varısa kaçsan da gelir, dursan da gelir, başka memlekete gitsen de gelir.
Belânın kalkması için istersen dua et, istersen sabret, istersen kendini Hakka teslim et!
Nimet gelirse şükretmeğe başla, belâ gelirse sabretmeğe başla.
Kimnen sabrediyorsun.
Yarış edeceksin. Sana şah damarından dahi yakin olan Cenâb-ı Allah’nan sabır yarışına gireceksin.
Sabredeceksin! İkiniz ede, ede, ede; bir gün diyecek:
“Ulan bu Bennen sabır yarışına gidiyor şuna bak yav Benim halk ettiğim kul bennen sabır yarışına giriyor!”
Bir tekme yiyeceksin işte sabrın sonu selâmet. Bitti. Zafere kavuştun gitti.
“Bennen sabır olmaz!” diyor.
“Benim kulum bennen sabır yarışına çıktı şuna bak!” diyecek.
İşte “Şuna bak!” dedirtmek için ağzını kapa.
Belâ, bir nev’i nimettir. Gizlemeğe çalış.
Hele her yerde anlatmaktan sakın. Gidermeğe çalış.
Benim başıma şu belâ geldi, şunu.
Hanı dedelerimiz der kızılcık gibi kan kusar da: “Kızılcık şurubu yedim!” der.
Bunlarda boş lakırtı değil.
Belâyı bırak gelsin. Seni ziyâret etsin. Yolunu aç, kucağını aç, kapama. Önünde durma.
Sana gelmesinden, yaklaşmasından korkma.
Nasıl oldu onun ateşi. Cehennem ateşinden daha şiddetli değildir.
Kıyamet günü cehennemin üzerinden geçildiği zaman cehennem bağıracak. Hadis-i peygamberi bu.
“Çabuk geç mü’min, çabuk geç nurun alevimi söndürdü!” diyor.
“Bu söndürücü nur nedir?”
O cehennemin ateşini söndüren NUR ancak dünyada kazanılır.
O nur İman Nurudur.
“Bu nerede bulunur?”
O nur hem isyan edende hemde itaat edende vardır.
Amma isyan eden ondan faydalanamaz.
Dünyadaki Belâ Ateşini söndürende bu nur dur.
Bu nur başladı mı sende her türlü belâya boyun eğersin.
Belâ insanı öldürmek için gelmez aziz cemaat.
Tecrübe için gelir tecrübe için.
İmanın saatını ölçmek için gelir belâ. Bu çok mühimdir!
Kader-i İlahînin çızgısı dahilindeyiz hepimiz.
Kader ise karanlıktır. Karanlığa lamba ile girilir.
Bu lamda da Allah’ın Kitabı, peygamberin Sünnetidir.
Bu ikisinden ayrılma!
Nasîbinde varısa ister istemez olur.
Olunca yaptığın sabır derhal şükre çevrilir.
Yeryüzünü Velîler bezemiştir.
Kadife gibi süslemiştirler Dünya Yüzünü, Allah Dostları.
Onlar hep birden dağlar gibidirler. Dağ gibi. Büyükler.
Hakka giden yollar bunların aralarından geçip de gider.

Allah Kitab-ı Celilinde Kur’ân-ı Keriminde bazı yaratıkları üzerine yemin eder.
Bu Allah’a mahsus bir sırrdır.
Bu sırrdan mânâ çıkaran Allah Dostlarının heybelerine mahrem hikmet sırlar süzülmeğe başlar.
Bu sırrları bilenler vardır.
Sessiz ve gürültüsüz dururlar.
Bunları görmek sohbetlerinde bulunmak lâzımdır.
Yıldızların mevkilerine yemin ederim diyor Cenâb-ı Allah. “bimevaki'innnucumi.”
“Felan yaratığıma yemin ederim!.”
Bunlar çok ince sırlardır.
Hanı hazine diye bir kelime vardır, hazine. Nedir hazine?
İçinde insanların közünü kamaştıran, kıymetli bir çok mücevher altın, elmas, para bulunan bir yerdir. Değil mi hazine?
Bir de Mânevî Hazine vardır. Nehir yataklarında altın tozları gizlidir.
Yer altında kömür tabakaları içinde elmaslar gizlidir.
Deniz diplerinde sadef ve inciler vardır.
Tırtıl Böceği ipeği gizler içinde.
Arı balı kendine hazine yapmıştır.
İnsanda da bir hazine vardır.
İnsan Ruhu, Allah çeşmesinden bir damladır.

“İnna a'taynakel Kevser.”
“Biz sana kevserden bir şey hediye ettik.”
“İnna a'tayna biz size atiye ettik. Ke’l- Kevser”
Kevser, koskocaman söyler işte havuzmuş bilmem ne.
Kel Kevser, kel Kevser, sana bir Hayy dan bir parça verdim.
Kalbinin havuzunda, içinde ke’l- Kevser.
Bunu bil “Fe salli li rabbike venhar”
ve Allah’ına bu nimetten dolayı secde et demek.
“Fe salli li rabbike” “Allah’ın için secde et!” demek.
“Venhar” içindekini kes at!
“Şüphe etme artık!” demek bir mânâsı da bu.
Onun için Hayy Esmâsı Allah çeşmesinden, Kevser Çeşmesinden bir parçadır.
İşte bütün ibadetler, bütün edebler, bütün temizlikler, bütün haramdan kaçma bu KEVSER’e HÜRMET etmek demektir.
Allah, sendeki Kevser o, o bir damlaya hürmet ettirmek için:
“Şunu yapmayacaksın, bunu yaparsan cehenneme sokarım!” diyor seni.
Allah kendi kendine hürmet ettiriyor.
Bu hürmeti bilin de bilerek yaparsanız nur içinde gark olursunuz.
Öyle insan Allah’ın huzuruna kolunu sallaya sallaya Rasûlullah’ın mübârek yüzünü ve elini öpmek nasib ederek Livâ-yi Muhammedîde doğru Allah’ın nimetlerine vasıf olur.
Bu o kadar güç bir iş değildir Efendiler.
Bu damlayı deryaya ulaştırmağa çalış.
Hanı “Elesti bi Rabbiküm”
“Biz senin, Ben sizin Allah’ınız değil miyim?”
“Galu Belâ; evet dediler.”
“Elesti bi Rabbiküm.”
Bunu hikaye tarzında dinleme.
“Elesti bi Rabbiküm!”
“Evet! “
Senin kevserinden bizde bir Hayy Esmâsından bize daha yakinsin. Kalbimizde o damla var.
O damlanın üstünde Nur-u Rasûlullah var. Yâ Rabbi biliyorum Kâlu Belâdan.
Ha bildin mi kolunu sallaya sallaya gidersin.
Yok bilmedi mi köstebek gibi olduğun yerde döner durursun.


Onun için Cenâb-ı Allah’a senin ne ibadetine ne bilmem neyine ihtiyacı yok!
Sana bir parça vermiş “sakla bunu!” diye.
Bakâlim bunu nasıl muhafaza ediyor. Senin edebine, ta’zimine.
“Efendim ben bu ta’zimi nasıl yapayım?”
Haaa ta’zimi yapmak için, temiz gez, yalan söyleme, kumar oynama, bilmem şu, şunları bunları yapma!
Yapmazsan bu cevher onun üzerinde durur.
“Efendim ben turşu aldım da bunu nasıl muhafaza edeyim, bozuluyor?” Efendim turşucuya git sor.
Sirkenin içinde şöyle üstü kapalı muhafaza edeceksin.
İnsanın vücudunda bulunan Nur-u Rasûlullah’la Allah çeşmesinden reddolunan sana ruhu, kevserden bir damlayı muhafaza için: “Aha Yâ Rabbî bana verdiğin gibi, billur gibi sana getirdim!” diye bilmek için.
Onun için de:

“Ve vucuhun yevmeizin naziretün ila rabbiha nazira.”
O damlayı açık alınla getirenler,
“vucuhun yevmeizin naziretün ila rabbiha nazira.”
Allah’ını göreceklerdir onlar.
“vucuhun yevmeizin naziretün ila rabbiha nazira.”
“Ve vucuhun yevmeizin basire”
Yav, Oğlum anla ha kirli olan diyor.
“Tezunnu en yuf'ale biha fakiretun.”
Onlar düşünsünler sonu ne olacaklardır.
“Kella iza beleğatitterakiye.Ve kiyle men rak.”
İşte hulukuma can gelir buraya.
“Doktor çağırın efendim!”
Hadiii doktorlar gelirler, iğne Hasan Efendiye, Mehmed Efendiye. Sok çıkar iğneleri.
“Kella iza beleğatitterakiye.Ve kiyle men rak. Ve zanne ennehulfraku.” (Kıyamet Sûresi 28).
Hasta bakar ki: “Artık tutturamayacağım ben gidiyorum!”
“Velteffetissaku bissaki.”
Bu ayak kemikleri birbirine dolaşmağa başlar.
“İla rabbike yevmeizinilmesaku.”
Artık o Allah’ına gidiyor.
“Fela saddeka ve la salla. Ve lâkin kezzebe ve tevella. Summe zehebe ila ehlihi yetemetta.”
Hani sen dolandırıcılık, uyuzluknan, şunnan bunnan yükseleceğini anlatıyordun, şey ediyordun dünyada. Aha şimdi sona geldim diyorsun.
“Evla leke feevla. Summe evlaleke feevla.”
Yazıklar olsun sana kulum, bir daha yazıklar olsun!
“Evla leke feevla. Summe evlaleke feevla.”
Arabçada yazıklar olsun sana! Bir daha yazıklar olsun!
“Summe evlaleke feevla.”
“Eyahsebul'insanu en yutreke suden.”
“İnsan başı boş mu bırakıldı sen zannettin!” diyor.
“Elem yeku nutfeten min meniyyin yumna. Summe kane 'alekâten fehaleka fesevva. Fece'ale minhuzzeyceynizzekere vel'unsa.”
Sizi bir pırtı parçasından yarattık. Koskocaman yaptık.
Düşünür yaptık. İdrak verdik. Siz düşündünüz, düşündünüz acaba öldükten sonra veyahut geberdikten sonra. Bazısı geberir bazısı ölür bilirsiniz. Öldükten sonra!
“Eleyse zalike bikadirin 'ala en yuhyiyelmevta.”
“Acaba ölüyü diriltebilir mi?”
Aklınızdan bu geçiyor du. Aha dirildiniz!
Onun için o dirilme anında Allah hepimize alın açıklığı versin.

O damlayı deryaya ulaştırmağa bak!
Bu yaşadığımız kadar daha yaşayacak değiliz. Gençler başka.
Onun için onu koy böyle Kalb Kâsene etrafında Nur-u Rasûlullah: “Yâ İlahî! Buyur. vucuhun yevmeizin naziretün ila rabbiha nazira al!”
Bu damlayı deryaya ulaştırmağa bak!
Dünyada evvela bu damlayı Rasûlün süzgecinden geçirmek lâzımdır.
Allah’ın ismini diline arkadaş yap. Dost olursun.
Dost olana da Vallahi de Billahi de hesab yoktur.
Onun için balık suda boğulmaktan korkmaz aziz muhteremler!
Allahla dost olanlar hiçbir şeyden korkmaz.
Korkan adamın muhakkak bir berbatlığı vardır.
O berbatlığından dolayı korkmağa başlar.

Allah’la dost olmak, Namaz Mektebine kaydedilmekle başlar.
Hepimiz kaydedildik. Kimimiz elli senedir, kimimiz kırk senedir kılıp duruyoruz.
Bazı gençlerde: “Efendim ben yeni başladım sonu ne olacak?”
Başladın ya bitti!
Hz. Ömer kırk dört yaşında İslâm oldu.
“Eeeee evvelden yaptığı edebsizlikler ne oldu?”
Hepisi hebâen mensura gitti.
“Ben bu gün Müslüman oldum!” dersin. Düşünme sonunu.
Hulusi kalb ile İlahî huzur-u İlahîye şey etti mi Nur-u Rasûlullah Allah’ın rahmeti her şeyi temizler.
Önümüz bakın Ramazan geliyor.
Allah nasîb-i müyesser eylerse.
Hele bazı Müslümanlar: “Hele bir gelse de tutsak!” diyor, Ramazanı.
Ulan biz onu tutacak değiliz o bizi tutacak.

Onun içi aziz cemaat abdestli gezin, abdesli gezin, abdestli gezin!
Yarın âhirette abdestli iken: “Ulan şu heriften Allah razı olsun!” diye bana şefaat edersiniz.
Abdestli gezen adam başkasına şefaat etmeğe yetkilidir oğlum.
Abdest. İbriği al sokakta gez. “Deli!” desinler sana.
Ama ben hastalıklıyım yapamıyorum dersen güneş doğarken, batarken, birde Ezan-ı Muhammedî okunmadan evvel abdestli gez!
Abdestli gezmek sana demin dedim Allah çeşmesinden olan RUHun ve sana şah damarından daha yakin olan Cenâb-ı Allah’a edeb içinde ta’zim demektir.
Bu işler ta’zim ile kazanılır.
Allah cümlemizi Rasûlullah’ın kurduğu Tren Yolundan şaşırmaya!
Âmin!


Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed!
Subhaneke Yâ Allâm, Tealeyke Yâ Selâm!
Ecirnâ mine’n- nâr vebi affike Yâ Mücir!
Allahümme entel Mennânü Bediü’s- semâvati ve’l- ard!
Zülcelâli vel ikram Yâ Hayyu Yâ Kayyumu!
Yâ Allahu celle celâlihu el hamdülillah!.


Yâ İlâhîî Bizler günahkar değiliz. İsyankar da değiliz.
Hatamız varısa rahmet suyunnan bunu üzerimizden reff -i def eyle Yâ Rabbî!
Midemize, evimize, çoluğumuzu, çocuğumuza hepisine birden helâl lokma nasîbi müyesser eyle Yâ Rabbî!
Şeytanı bizden uzak et Yâ Rabbî!
Memleketimizi her türlü âfat-ı belâiye, âfat-ı semâiye, âfat-ı araziyeden, sel su âfetinden, zelzeleden, yangından, düşman istilasından şuradaki bir avuç Nur-u Rasûlullahı üzerinde taşıyıp Secde-yi Rahmâna kapayan şu üç gün hürmetine Yâ Rabbî !
Sen masun kıl memleketimizi Yâ Rabbî!
Yarın huzuru mahşerde Rasûlullahın mübârek yüzünü görmek nasîbi müyesser eyle. Elinden öpmek nasîbi müyesser eyle Yâ Râbbî!
Son nefesinde buyurun: “Lâ İlâhe illallah Muhammedur Rasûlullah!” kelimesi taibesiynen sana kavuşmak nasîbi müyesser eyle Yâ Rabbî!
Rızıklarımızı bol eyle Yâ Rabbî!
Bizi cehennem azabından koru Yâ Rabbî!
Lillahil Fâtiha…


Aziz cemaat imam efendi yine mihrabda gâyet güzel bir âyet-i kerime okudu mü’minler için.
Diyor ki: “Gece Sâcid ve Kâim, olanlar bilenle bilmeyenler Allah indinde müsavi değildirler!” diyor.
Okuduğu Kur’ân-ı Kerimi tabii siz mübârek Kur’ânın sesine veriyorsunuz. Mânâsını anlamasanız da Kur’ân-ın kelâmı Allah kelâmı olduğu için hayvana bile tesir eder.
“Efendim ben Arabça bilmiyorum!”
Bunlar saçma. Bel kemiğinden düşünen insanların lakırtılarıdır.
“Gece Kâim ve Sâcid olanlar, bilenle bilmeyenler Allah indinde müsavi değildirler” diyor.
Onlara hesabı mümkün olmayan Allah ecir hazırlamıştır.
“Ecr nedir?”
Yüz ecir, bin ecir, on bin ecir.
Cenâb-ı Allah’ın Cemâl sıfatıyla kuluna gülmesidir ecir.
Gel kulum, işte ecir bu. Al on para, al yirmi para, al beş denk, bal falan değil ecir bu, ecir bu.
Ecr; kulun Rasûlullahı memnun edip kolunu sallaya sallaya Huzur-u İlahîye gitmek vesikasıdır ecir.
On ecir verir, yüz ecir verir ne ecir o.
Ne eciri cebedir o.
On bin ecir, yirmi bin ecir. Ecir bu ecir bu!
Rasûlullahın böyle Mahkeme-i Kübra’da geçerken mübârek yüzünün “Benim kuluma, ümmetime bak!”
Güldüğü ve senin ondan kuvvet alarak Allah’ın huzurunda kolunu sallaya sallaya gitmek vesikasıdır, pasaportu.
Hanı pasolar var trene biniyor, “paso!” diyor herif.
İşte odur. Ecir denen işte o dur.
Onun için Müslümanların ecirlerini vesika haline geçirip başka çetele açması günü vardır.
Çetelen dolar. Ecir, ecir, ecir!
“Yav uçacak değilim ya !”
Çetelem. Eskiden bizim küçüklüğümüzde şöyle değnekler varıdı, küçük.
Fırına gider ekmeği alırdık, fırıncı bir oraya keltik yapardı.
Her gün kü, ay sonunda sayar babamız parasını verirdi.
Buna çetele derler çetele.
İnsanın mü’minin de çetelesi dolduğu gün vardır. Kırar başka çetele verirler.
Onlar ihtiyar ninelerin, babaların dediği milad üç aylar.
Üç ay deyipte geçme. Allah’ın Ayı, Rasûlullah’ın Ayı, başını secdeye koyanan ayı.
Nüfus kağıtlı müslüman ayı değil!
“Men tereke’s salât fakat kefer.”
Aldın mı sözünü. Kim ki salâtı terk etti küfr içindedir.
Hz. Sallallahu Aleyhi Vessellemin hadisi bu.
“Men tereke’s salât fakat kefer.”
Namaz kılmadı mı insan küfür içindedir!..



KELİMELER:


Feyz: (C.: Füyuz) Bolluk, bereket. İlim, irfan. Mübareklik. Şan, şöhret. İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. Bir haberi fâş etmek. İçindeki düşüncesini izhar etmek
Cezbe: Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme.
Mütehassıs: Bir işin hakikatını, içyüzünü çok iyi bilen. Bir meslekte mahir olan. Has ve mahsus olan.
Nev’i: Nev'e ait, çeşit ile alâkalı.
Hazine: Define. Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer.
Livâ-yi Muhammedî: Livâ-yi Hamd. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bayrağı. Ona inananlar kıyâmetten sonra bu bayrağın altında toplanacaklardır.
Sâcid: Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: "Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an: O'na secde ettiği zamandır."
Kâim: Ayakta duran. Mevcut. Baki. Vaktini ibadetle geçiren.
Ecir: Ecr. (C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. Ücret, mukabil, karşılık. Sevab. Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması.



ÂYETLER:

وَقَالُوا لَوْلاَ نُزِّلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ قُلْ إِنَّ اللّهَ قَادِرٌ عَلَى أَن يُنَزِّلٍ آيَةً وَلَـكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

Resim---"Ve kalu lev la nüzzile aleyhi ayetüm mir rabbih kul innellahe kadirun ala ey yünezzile ayetev ve lakinne ekserahüm la ya'lemun: O'na Rabbinden bir mucize indirilseydi ya! dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler.” (En’âm 6/37)


وَلَوْ أَنَّنَا نَزَّلْنَا إِلَيْهِمُ الْمَلآئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتَى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلاً مَّا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ

Resim---" Ve lev ennena nezzelna ileyhimül melaikete ve kelemmehümül mevta ve haşerna aleyhim külle şey'in kubülem ma kanu li yü'minu illa ey yeşaellahü ve lakinne ekserahüm yechelun: Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.” (En’âm 6/111)


إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ

Resim---" İnna a'taynakel kevser Fe salli li rabbike venhar. İnne şanieke hüvel'ebter : Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik. Sen de Rabbın için namaz kıl ve kurban kesiver Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.” (Kevser 108/1-3)


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ

Resim---“Ve iz ehaze rabbüke mim beni ademe min zuhurihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm ala enfüsihim elestü bi rabbiküm kalu bela şehidna en tekulu yevmel kiyameti inna künna an haza ğafilin: Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.” (A’raf 7/172)


وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ

Resim---“Vucuhun yevmeizin nadiretun. İla rabbiha naziretun : Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakarlar.” (Kıyamet 75/22-23)


وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ تَظُنُّ أَن يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ كَلَّا إِذَا بَلَغَتْ التَّرَاقِيَ وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ

Resim---“Ve vucuhun yevmeizin basire'un. Tezunnu en yuf'ale biha fakiretun. Kella iza beleğatitterakiye. Ve kiyle men rakin. Ve zanne ennehulfraku : Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır; Bel kemiklerini kıran bir felakete uğratılacaklarını anlarlar. Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır, «Tedavi edebilecek kimdir?» denir. (Can çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.” (Kıyamet 75/24-28)


وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلَّى وَلَكِن كَذَّبَ وَتَوَلَّى ثُمَّ ذَهَبَ إِلَى أَهْلِهِ يَتَمَطَّى أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى ثُمَّ أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى أَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِّن مَّنِيٍّ يُمْنَى ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوَّى فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى أَلَيْسَ ذَلِكَ بِقَادِرٍ عَلَى أَن يُحْيِيَ الْمَوْتَى

Resim---"Velteffetissaku bissaki. İla rabbike yevmeizinilmesaku. Fela saddeka ve la salla. Ve lakin kezzebe ve tevella. Summe zehebe ila ehlihi yetemetta. Evla leke feevla. Summe evlaleke feevla. Eyahsebul'insanu en yutreke suden. Elem yeku nutfeten min meniyyin yumna. Summe kane 'alekaten fehaleka fesevva. Fece'ale minhuzzeyceynizzekere vel'unsa. Eleyse zalike bikadirin 'ala en yuhyiyelmevra. : Ve bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevkedilecek yer, sadece Rabbinin huzurudur. Fakat o ne sadaka verdi ne namaz kıldı Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti. Sonra da kasıla kasıla ailesine gitmişti. Lâyıktır (o azap) sana, lâyık! Evet, lâyıktır sana (o azap) lâyık! İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder. O dökülen meniden ibaret az bir su değil miydi? Sonra bu, bir “alaka” oldu. Derken Allah onu yaratıp güzelce şekillendirdi. Nihayet ondan da erkek ve dişi iki eşi var etti. Şimdi, bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (Kıyamet 75/29-40)

.
HADİSLER:

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Cehennem ateşi mü’minlere der ki:” Ey mü’min, üzerimden çabuk geç, senin nurun ateşimi söndürüyor!.” der buyurdu
(Taberanî)

Ebû Süfyan'dan, dedi ki: Ben Câbir'den duydum şöyle diyordu: Ben Nebiyyu (S.A.V.)'den, şöyle derken işittim:
Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: "Şübhesiz ki, kişi ile "şirk ve küfür" arasındaki şey sâdece namazı terketmektir." buyurmuştur
(Müslim (82) Ebû Davut (4678) Tirmizi (2619) Nesei (465) ve ibnu Mâce (1078)
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

HİKMET ve HZ. LOKMAN HAKÎM
Tarih: 12.12.2009 Saat: 22:14 Gönderen: kulihvani

Resim

HİKMET ve HZ. LOKMAN HAKÎM

Dr. Selman Kuzu

Hikmet hakkındaki âyet ve hadislerin muhtevasından anlıyoruz ki o, insanı her zaman isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye ve buna göre davranmaya sevk eden derin ve faydalı ilimdir.
Bu ilmi Allah, dilediğine verir.
Fakat böyle bir ilim başlangıçta ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah celle celâlihu: “Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” buyurmuştur.
Allah, kötülükleri engelleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı sadece kendine ait kılmaz. Akıl sahiplerinden dilediğine de verir.
“Her kime hikmet verilirse, o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur.” Fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez.
Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder…

Hikmet (حِكْمَةٌ), tek mânâlı bir kelime değil; hem din hem ahlâk hem de felsefe alanında kullanılan geniş kapsamlı bir terimdir.
Çoğulu “hikem” (حِكَمٌ) şeklinde gelmektedir.
Âdilâne yargıda bulunmak, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak mânâlarına gelen “hükm” (حُكْمٌ) mastarından gelen bir isimdir.
(İbn Fâris, Ahmed b. Zekeriyya, Mu’cemu mekayisi’l-luğa, hkm md., (thk. Abdusselam Muhammed Harun), Beyrut 1991; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-Arab, hkm md., XII, 141, Kahire ty.)
Hakîm de, “hikmet sahibi” (İbn Manzûr, hkm md., XII, 140.) demektir.
Hikmetin adaletli ve dengeli davranma mânâlarıyla irtibatından dolayı; “Racülün hakîm” (رَجُلٌ حَكِيمٌ) yani, “hakîm adam” dendiğinde, “adâlet sahibi kimse” de akla gelmektedir. (İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.)
İbn Düreyd’e göre bunun için hükmünde âdil olan kimseye “Hakem” denilmektedir. (İbn Düreyd, hkm md.)
Allah’ın “Hakîm” olması da hükmün, O’na ait oluşunu (İbn Manzûr, hkm md., XII,140) ve kararlarında daima hikmet ve adâlet sahibi olduğunu ifade etmektedir. (İbn Düreyd, hkm md.)
İnsanlar arasında “hakem”in veya “hâkim”in de yaptığı iş, zulme mani olmak yani adâleti gerçekleştirmektir. (Zebîdî, hkm md., XVI, 160.)
Hkm (حَكَمَ) fiil kökünden, kelime if’al babından (اَحْكَمَ الاَمْرَ) “işi sağlam yapmak” (İbn Manzûr, hkm md. XII, 143; Zebîdî, hkm md., XVI, 161, 141.) mânâsında da kullanılmaktadır.
Bu anlamda, hikmetin ihkâmla bağlantısı sebebiyle “hakîm” kelimesine, “işleri gerektiği gibi sağlam ve kusursuz yapan”
(Cevherî, hkm md.; İbn Manzûr, hkm md., XII, 143.) anlamı da verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de, hakîm ismi, peygamberler dahil insanlar için kullanılmamaktadır.
Fakat peygamberlere hikmet verildiği gibi, insanlara da hikmet verildiği/verilebileceği genel olarak şöyle belirtilmektedir: “O, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur.”
(Bakara, 2/269)
İslâm âlimleri, bu âyette geçen hikmet terimini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır. (Bu tanımlar için bkz., Taberî, III, 90-91; Semerkandî, I, 231-232; Beğâvî, I, 334; Kurtûbî, III, 213-214; Ebû Hayyân, II, 320; İbnu’l-Cevzî, I, 324.)
Hamdi Yazır, bu âyette hikmete verilen mânâları yirmi üç madde halinde tespit etmiştir. (Yazır, Hamdi, II, 915-926.)

Hikmet Faydalı İlimdir

Hikmet hakkındaki âyet ve hadislerin muhtevasından anlıyoruz ki o, insanı her zaman isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye ve buna göre davranmaya sevk eden derin ve faydalı ilimdir.
Bu ilmi Allah, dilediğine verir.
Fakat böyle bir ilim başlangıçta ancak düşüncenin ürünü olacağından yüce Allah celle celâlihu: “Ancak tam akıllı olanlar gerçekleri anlar ve düşünürler.” buyurmuştur.
Allah, kötülükleri engelleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve hikmetleri, hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap kazandıracak işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı sadece kendine ait kılmaz. Akıl sahiplerinden dilediğine de verir.
“Her kime hikmet verilirse, o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur.” Fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez.
Hak ile doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul eder…

Bizzat Allah, âyetiyle ihtar edip uyarır da, o yine aklını başına almaz, aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz.
Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir.
Veren Allah, keremi geniş olduğundan herhangi bir şarta bağlı ve muhtaç değildir.
Ama alacak olan kul şarta bağlıdır.
Hikmete ermenin başlangıcı da düşünmedir.
Bu da temiz akıl ve temiz kalp ile olur.
(Yazır, Hamdi, II, 913-914.)
Dolayısıyla Kur’ân’ın kastettiği hikmet, bir yığın felsefî nazariyat olamaz. Asırlarca insanların zihinlerini boş yere uğraştırmış ve dalalet vadilerine sürüklemiş; hakikati ararken hakikatten uzaklaştırmış olan bu tür nazariyattan kaçınmayı, Resûlü Ekrem (s.a.s.) bize tavsiye etmektedir: “Faydalı ilim isteyiniz, yararsız ilimden Allah’a sığınınız.” (İbn Mâce, Dua, 3; Münâvî, IV, 108.)
Bundan dolayıdır ki İslâm âlimleri hikmeti tanımlarken, mutlaka “amelle birlikte bulunan ilim” yani pratiğe dönüşen, bütün davranışlarımıza yön veren, tek kelimeyle hayata hakîm bir ilim düşüncesi üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Kur’ân-ı Hakîm’de ilim ve hikmete çok değer verilmiş ve inananlar öğrenmeye ve hikmeti elde etmeye teşvik edilmiştir.
Kur’ân’da ilimden bahseden âyet sayısı yedi yüz elliye varır. Yüce Kitabımız, âlimi görür; cahili kör kabul eder.
“..Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağduyulu olanlar düşünüp ibret alır.”
(Zümer, 39/9) buyurarak bilen ve bilmeyeni, bu konuda gayreti olanla olmayanı birbirinden ayırır.
Bilenleri, daima bilmeyenlerden, bildikleri ölçüde üstün tutar.
“..Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lâzım geldiği tarzda tâzim ederler.”
(Fatır, 35/28) âyetiyle, bilen ve bildiği ile amel eden; ilim ve hikmet ehlinin ulaşabileceği seviyeyi nazara verir.
Allah’tan hakkıyla korkanların, ancak âlim kulları olduğu hatırlatılır.
Bu korku ve haşyet ise hadiste ifade edildiği üzere hikmetin başıdır: “Hikmetin başı Allah korkusudur.”
(Münâvî, III, 574. Münâvî hadisin sahih olduğunu belirtmektedir.)
İşte Kur’ân’ın istediği ilim, boş nazariyat değil, insanın iç dünyasını aydınlatan dinî bilgi ve dış dünyasını aydınlatan müspet ilimdir.
Zira “vicdanın ziyası ulum-u diniyedir.
Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”
(Said Nursî, Münazarat, s.1956.)
Hakikat hikmetin, hikmet de hakikatin ta kendisidir.
Yüce Allah: “Evet, Biz ileride onlara âyetlerimizi (delillerimizi) gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.”
(Fussılet, 41/53)
Yani insanlar: “hangi ilmin hangi dalında ihtisas yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, açık ve seçik olarak âfâktaki ve kendi nefislerindeki âyetlerimizi onlara göstereceğiz.
Mâhiyet-i insaniyetin abes olmadığını, gelişigüzel gelmediğini, bu mevzûda ortaya atılan faraziye ve hipotezlerin ciddi bir dayanağı bulunmadığını, insan muammasının altında bir kısım hakikatler ve zaman içinde keşfedilecek sonsuz hikmetler varolduğunu ilim onlara söyleyecek; onlar da bu hakikat ve hikmetleri kendi nefislerinde hissedeceklerdir.
Hak ve hikmet, onlar için apaçık ortaya çıkacak ve onlar da anlayacaklar.”
(F. Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 26)
İnsan, kendi iç âlemindeki tefekküründe en ince noktalara varıncaya kadar derinlemesine araştırma yaptığı zaman, kendi maddi vücudu üzerinde ilahi sanatların tezahüründen başka, Yaratıcısının kendisine vermiş olduğu manevi duygu ve kabiliyetleri de yakından tanıma imkanını elde eder.
Bu sayede sahip olduğu duygu ve kabiliyetleri yerli yerince ve isabetli kullanmaya (hikmet) muvaffak olur.
“Nefsini bilen, Rabbini bilir.” sözü, bu tefekkür faaliyetinin en önemli neticesini beyan eder.
Bu şekilde yapılan bir enfûsî tefekkürün, insanı hikmetin mebdei tevhide götürmesi tabiidir.
Çünkü: “İnsan, öyle bir nüsha-i camiadır ki Cenab-ı Hak, bütün esmasını insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.”
(Nursî Said, Sözler, s. 640, Sözler Yay. İstanbul 1989)
Kur’ân, enfüsü ve âfakı, yani iç dünyamızı ve içinde yaşadığımız dış âlemi bilgi ve hikmetin iki temel kaynağı saymıştır.
Güneşi, ayı, gölgenin uzamasını, gecenin ve gündüzün değişmesini; insanın yaratılışını; renklerinin ve dillerinin çeşitlenmesini, hasılı insanın duyu alanına giren varlıkları ve tabiatta olup biten vs.. bütün olayları; Allah’ın varlığının, kudretinin ve hikmetinin âyetleri (işaretleri) olarak görür/gösterir.
Müslümanların görevi, bu âyetleri derince düşünüp incelemek ve anlamak (fıkh anlamında hikmet), bunların yanından körü körüne geçip gitmemektir: “Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, hikmetini gösteren nice deliller vardır ki insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar.”
(Yusuf, 12/105)
Niçin Kur’ân, insanın gözünü tabiata ve tabiatta olup-biten veya olmaya devam eden hadiselere çeviriyor?
Çünkü Allah’ın kanunları, her zaman birbirini takip eden bu varoluş ve zahiren yok oluşlarda tecellî etmektedir.
Bu kanunlar üzerinde düşünen ve kanunu koyan Yüce Yaratıcının tecelliyatını keşfedenler; varlığı daha iyi tanıyıp hakikatle yüz yüze geleceklerinden, Allah’ın kudretini daha iyi anlayıp, O’na layıkıyla saygı gösterecekleri gibi tabiata da yine onun adına hâkim olurlar.
İnsanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesidir.
Kendisine eşyaya müdahale hakkı verilmiş bir üstün varlıktır.
Tabiat onun hizmetine amade yaratılmıştır.
Ancak insan başta akıl olmak üzere sahip olduğu bütün donanımını isabetli kullanarak hem özünde varolan, fıtratının derinliklerinde saklı bulunan yüce değerleri keşfetmesi hem de mikro-makro bütün varlıkların esrarını bilmesi (hikmet) lâzımdır ki tabiata hâkim olabilsin.
Zira tabiata tam hâkim olabilmek ilim ve hikmet işidir.
Sadece ilmi değil, ilimle birlikte hikmeti de elinde tutan, hakiki mânâda güce ulaşır ve hikmetle hâkim olabilir.
Hakîm olarak, sahip olduğu güç ve imkanları daha faydalı ve daha isabetli kullanabilir.
Bu durumda sahip olduğu madde ve güç ona değil, o maddeye ve güce hâkim olur.
Diğer bir ifadeyle ancak hikmetli hâkimiyet, sahip olduğu kuvvetleri heva ve heveslere göre değil, hakkın emri ve rızası istikametinde kullanabilir. İnsanları her çeşit zulüm ve yanlışlardan alıkoyar, uzaklaştırır.
Bu da hikmetin adilane hüküm vermek, iyileştirmek gayesiyle menetmek, zulümden alıkoymak manalarıyla içicedir.
İnsanoğlunun hak ve adalet anlayışına dayalı hilafet görevini tam temsili de ancak bununla mümkündür.
Bunun için, Kur’ân’ın emrettiği ilim, ruhsuz, maneviyatsız bilgi değil, bilakis Yaratan’ı düşünerek varlıkları incelemek ve inceledikçe, insanın Yaratan’a karşı sevgi ve saygısını artıran ilimdir.
İnsanı nefsine ve şeytana değil Allah’a yaklaştıran ilimdir.
Bu ilim, insanı inkâra değil, hikmetin mebdei imana götürür.
Maddeye kulluğa değil, her şeyi sonsuz kudret ve hikmetiyle yaratan Allah’a şükre vardırır.
Başıboş ve ifrat-tefritlerin gelgitleri arasında çeşitli zulümlere girip mahvolmaya değil, her ânın hesabını verme şuuruyla, ümit ve korku arasında dengeli ve mesut bir hayata götürür.
Kur’ân âyetlerinin yanında, Allah Resûlü’nün hadislerinde de hikmetin insanlara verildiğini görmekteyiz.
Mesela, Peygamberimiz kesin olarak kıskanmayı yasaklamışken yalnız hikmette ve hayırda imrenme anlamında kıskanmayı hoş görmüştür: “Yalnız iki şeye haset (gıpta) edilebilir: Bir adam ki Allah, kendisine hikmet vermiştir, o adam bu hikmeti gereğince hareket ediyor ve bunu başkalarına da öğretiyor.
Yine bir kimse ki, Allah kendisine mal vermiştir, o da malı Hak yolunda harcamaya koyulmuştur.”
(Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 267.)
Aslında, Allah Resûlü’nün, hikmeti “müminin kaybolmuş malı” olarak tanımlaması da, bu anlamda çok açık bir ifadedir.
İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesidir.
O halde Allah’ın Hakîm ve Alîm sıfatlarından yararlanmaya, ilim ve hikmet sahibi olmaya çalışmalıdır.
Peygamberler yeryüzünde Kitap ve hikmetin en emin ve en samimi eşsiz temsilcileridirler.
Onların en büyük vazifeleri de Kitap ve hikmeti öğretmektir.
İnsan onlardan öğrendiği hikmetle kendini bütün kötü düşünce ve davranışlardan arındıracak, uzaklaştıracaktır.
Eşyanın hakikatini idrâk edecek ve Hakk’a teslim olacaktır.
O’na içten bağlanacak, masivaya bütün bütün kapanacaktır.


Tek Örnek Hz. Lokman

Kur’ân’da sadece kendisine hikmet verildiği belirtilen peygamberlerden değil, bunun yanında, kendisine hikmet verilmiş salih kimselerden de bahsedilmektedir. Âyette,
“Biz, Lokman’a ‘Allah’a şükret!’ diye hikmet verdik.”
(Lokman, 31/12) buyrulmaktadır.
Burada kendisine hikmet verildiği belirtilen Lokman’ ın kişiliği hakkında çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. (Lokman ibn Bâurâ, Âzer evladından olup, Eyyûb (a.s.)’ın kız kardeşinin veya teyzesinin oğlu olduğu söylenmektedir. Bunun yanında farklı rivâyetler arasında Sudan’lı veya Habeş’li bir köle olduğu da yer almaktadır. Bin sene yaşadığı ve Dâvud (a.s.)’ın dönemine yetiştiği, ondan ilim aldığı ve İsrâiloğulları içinde kadılık yaptığı rivâyet edilmektedir. Bu rivâyetler ve bu konu hakkında daha geniş bilgi için bkz., Zemahşerî, III, 23; İbn Kesîr, VI, 336-338; Çakmakçı, Cevdet, Lokman Bibliyografyası, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sayı, 4, s. 295-302, Ankara Üniv. Basımevi 1980.)
Tabiîn’den İkrime, Süddî ve Şa’bî, bu zatın peygamber olduğunu söylemişler ise de, İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşü, onun salih bir kul olduğu noktasındadır.
(Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Beğâvî, VI, 286; Zemahşerî, III,)
Bu âyette geçen hikmet kelimesine farklı farklı anlamlar verilmiştir. Mücâhid’e göre Lokman’a verilen hikmet, nübüvvetin dışındaki akıl, fıkıh (anlayış), söz ve davranışta isabettir.
Taberî’nin kanaati de budur.
(Taberî, XXI, 67; Semerkandî, III, 20; Âlûsî, XXI, 83.)
Katâddöüşe ise, hikmeti İslâm’da fıkh (anlayış) olarak yorumlamıştır. (Taberî, XXI, 67; İbn Kesîr, VI, 338.)
İbn Kesîr, Katâde’nin bu görüşünü naklettikten sonra burada hikmetin, fehm, ilim ve ta’bîr anlamına geldiğini belirtmektedir. (İbn Kesîr, VI, 286. Kanaatimce burada “ta’bîr” kelimesinden kastedilen, “te’vîlu’l-ehâdîs” yani olayların isabetli yorumlanmasıdır.)
Beğâvî ise, bu âyette verilen hikmetin akıl, ilim, amel ve onunla her işte isabet etme olduğunu söylemektedir.
(Beğâvî, VI, 286.)

Beydâvî, Lokman’ın peygamber olmayıp, sadece bir hakîm olduğunu belirttikten sonra hikmetin genel tarifini şöyle yapmaktadır: “Hikmet, insanın nazarî ilimleri tahsil ederek, amel yönüyle de gücü nispetinde, faziletli davranışlara tam bir meleke kazanarak kemâle ermesidir.” (Beydâvî, II, 227.)
Kâsımî, bu anlamda hikmetin, ona, bir peygamberin lisanıyla veya ilham yoluyla veya -nebî olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre düşünecek olursak- vahiy kanalıyla verildiğini ifade etmektedir. (Kâsımî, XIII, 4795-4796.)

Hamdi Yazır, Beydâvî’nin tarifini aynen vermekte ve bunu şöyle açıklamaktadır: “Yani hikmet, gâh nazarî, gâh amelî olarak tarif edilirse de, tam mânâsıyla hikmet; illetleri ve sebepleri bilerek gayeye isabet edecek şekilde, ameli ilme, ilmi de amele tevfik etmektir. Bunun için kendine hikmet verilene birçok hayır verildiği beyan buyrulmuştur. Allah Teâlâ’nın, âlemde hikmetiyle koyup tahsis ettiği sebepleri ve hükümleri, yani kanunları keşfederek ondan bir takım ilmî sonuçlar çıkarma yeteneği, şüphe yok ki, Allah’ın büyük bir vergisidir. Hakîm olan kimseye yakışan da ilim ve amel bakımından bunun şükrünü yerine getirmektir.” (Yazır, Hamdi, VI, 3842-3843.)


Râzî, bu âyette hikmeti “amelin ilme uygun gerçekleşmesi” şeklinde tanımlamaktadır.
Ona göre buna muvaffak olan kimseye hikmet verilmiştir. Kim bir şey öğrenir, fakat kendi maslahat ve zararlarını bilmezse, o kimseye hakîm denilemez. O kimse ancak bu mevzuda gayretli sayılabilir.
(Râzî, VI,733-734.)
Kur’ân-ı Hakîm, Lokman’ı hikmet sahibi yani bilen ve bildiğiyle amel eden bir bilge (hakîm) kimse olarak tanıtmaktadır.
Kendisine verilen hikmet, müfessirlerin bu izahlarının hangisiyle anlaşılırsa anlaşılsın kavramın anlam alanı içindedir.
Allah, kendisine hikmet vermiş, o bunu şükürle karşılamış ve pek çok hayra nail olmuştur. Kur’ân’da, hikmetin en büyük temsilcileri peygamberler arasında, hikmete mazhar kılınmış örnek tek kişi olarak, onlarla beraber anılmak, hatta bir sûreye isim olmak büyük bir hayırdır. Dolayısıyla Lokman örneği, hikmetin ne büyük bir hayır olduğunun ve insanı nasıl bir makama yükselteceğinin en açık örneğidir.
Lokman, bu manevî büyüklüğü ve bilgeliği ile her kültürde bilindiği gibi bizim kültürümüzde de tanınmaktadır.
Fakat Arapçadaki “hakîm” kelimesi, Türkçede “hekîm”e dönüştürülerek “tabip” anlamına nakledilmiştir.
Halbuki o, sahip olduğu akıl, fehm, ilim, amel ve tecrübeyle sadece ve öncelikle tıb alanında değil, aynı zamanda din, ahlak ve hukuk alanında da çevresindekilere rehberlik yapmıştır.
Her alanda isabetli söz söylemiş, isabetli kararlar vermiş ve isabetli davranmıştır.
Bu itibarladır ki, Kur’ân’ın sûreleri arasında yerini aldığı gibi insanların sînelerinde de yerini almıştır.
Lokman’ın Hikmetli Öğütleri
Lokman’a şükür için hikmet verildiği belirtildikten sonra, oğluna yaptığı hikmetli öğütlerinden ve onun sahip olduğu üstün ahlâka dair bazı örnekler de verilmektedir.
Lokman Sûresinin, 13 ve 19. âyetleri arasında geçen bu hikmet örnekleri, Lokman’a verilen hikmetin mahiyetini ve tezahürlerini de ortaya koymaktadır.
(Kutub, Seyyid, V, 2781.)

Lokman, oğluna nasihat ederken;

1- “Evladım! dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13) Lokman’ın bu öğüdü, İsra sûresinde, “İşte bunlar Rabb’inin sana vahyettiği hikmetlerdendir.” (İsra, 17/39) âyetiyle, hikmet olarak vasfedilen, yirmi beş emir ve nehyin başlangıcı “Sakın, Allah ile beraber başka Tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.” (İsra, 17/22) emriyle birebir örtüşmektedir.
Şirk çok büyük bir zulümdür.
Öncelikle bir zulüm, bir haksızlıktır.
Çünkü zulüm, bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır.
Allah’ın hakkını, Allah’tan başkasına vermektir.
Bu yönüyle de hikmetin zıddıdır.
Aynı zamanda “Gerçekten Biz, âdem evlatlarını şerefli kıldık.”
(İsra, 17/70) âyeti gereğince, Allah’ın şerefli kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahluka ibadet ettirerek alçak ve zelil kılmaktır. (Yazır, Hamdi, VI, 3844.)
Bunun yanında şirk, insanın sadece kendi şahsına karşı bir tahkiri değil, her bir mahlukun hakkına, şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür.
Kâinatın bütün kemâlâtına, ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüzdür.
(Nûrsî, Said, Şuâlar, s. 11.)
Bu yönüyle de adâlet ve hikmetin zıddıdır.

2- “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik, zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır.
Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer.
İnsana buyurduk ki: Hem Bana, hem de annene babana şükret, unutma ki sonunda bana döneceksiniz.” (Lokman, 31/14)
Lokman’ın bu ikinci öğüdü, onun ağzından çıkan bir söz değil, Allah’ın insana tavsiyesidir.
Lokman’ın öğütlerini hikaye esnasında ve şirki yasaklamayı te’kid için, ara cümlesi halinde getirilmiş, başlı başına ilâhî bir kelâmdır.
(32 Kurtûbî, XIV, 43; İbn Âşûr, XXI, 156; Zuhaylî, XXI, 147; Mevdûdî, IV, 295; Yazır, Hamdi, VI, 3844.)
Lokman’ın hikmetli öğütleri arasında yer alan bu husus da, İsrâ sûresinde hikmet olarak nitelendirilen bir konudur.
“Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya, babaya güzel muamele edin...”
(İsra, 17/23)
Yüce Allah, insana anne-babasına iyilik etmesini emretmiştir.
Çünkü Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, anne-babasıdır.
Annesi onu nice güçlüklerle önce karnında, sonra kucağında taşımış, iki yıla yakın emzirmiş, uzun süre ona bakmıştır.
Eğer annesi ona böyle bakmasa, belki de canlıların en geç gelişeni olan zayıf insanın güçlenmesi; kendisini yönetecek, koruyacak duruma gelmesi mümkün olmazdı.
Bunun yanında babası da annesiyle beraber onu korumuş, yetişmesine emek vermiştir.
Büyüyüp gelişmesi için kendisine bu kadar emek veren, hizmet ve iyilik eden anne-babasının bu iyiliklerine karşı, onlara iyilik etmek, elbette insanın üzerine borçtur.
İnsan, önce Allah’a, sonra ebeveynine karşı itaatle yükümlüdür.
Bunu yapmayan kimse, er geç cezasını çeker.
14. âyetin sonunda yüce Allah, insanın, dünyada ebeveynine karşı davranışlarına dikkat etmesini tekid etmek üzere: (اِلَيّ المَصِيرُ) “Dönüş Banadır!” buyurmaktadır.
Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı yaptıklarından, bir gün Allah’ın huzurunda hesap vereceğini hatırlatmaktadır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; ferdin hem dünya hem de ahiret hayatı adına, aile ve cemiyetlerin de bugünü ve geleceği adına bu prensip önemli bir hikmettir.
Denilebilir ki bu hikmeti kaybeden fert, dünya ve ukbasını kaybeder.
Bu hikmetten mahrum aile, sevgi, şefkat, merhamet ve saadetini yitirir.
Bu hikmetten yoksun toplum, emniyet, güven ve asayişten mahrum kalır.
Tek cümleyle ifade edecek olursak, bu hikmeti gözetmeyen fert ve toplumlar dünya/ukba cennetini kaybederler.

3- “Eğer onlar hiç bir ilimde yeri olmayıp muhal olan şirki isnad ettirmek üzere bana ortak saymaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme.
Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık.
Bana yönelen olgun insanların yolunu tut.
Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben, işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim.” (Lokman, 31/15)
Ebeveyne itaat önemli bir hikmettir.
Öyle bir hikmet ki bu hikmetten daha nice hikmetlere ulaşılır.
Fakat ebeveynin emirleri, Allah’ın emir ve nehiylerine ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez.
Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde yaratılmışlara itaat edilmez. Yaratan’ın hakkı, anne-babanın hakkından üstündür.
Şirk, Allah’ın nimetlerine nankörlüktür.
Yüce Allah, müşrik anne-babası, bir kimseyi Allah’a şirk ve isyana sevk etmek istedikleri takdirde onlara itaat etmemesini emretmektedir.
Fakat müşrik de olsalar dünya işlerinde anne-babasıyla iyi geçinmesini, onların gönüllerini kırmamasını; ahiret işlerinde ise, Peygamberin ve müminlerin yoluna uymasını emretmektedir.
İslamî, insanî ve ictimaî açıdan baktığımızda bu hükmün, hikmetin ta kendisi olduğunu görürüz.
Bu uygulamanın hikmetlerini saymak başlıca bir makalenin konusudur.
Bu emre İslamî tebliğ ve irşat açısından da baktığımızda farklı hikmet ve güzelliklerle karşılaşırız.
15. âyetin sonunda yine insanların Allah’a döneceklerini, dünyada yaptıkları her şeyin kendilerine haber verileceğini hatırlatmaktadır.
Böylece âyet, ahiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek Allah’a ve ebeveyne karşı davranışlarına dikkat etmesi için insanı uyarmaktadır.

4- “Evladım, yapılan iş, bir hardal tanesi kadar küçük de olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, yahut göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, mutlaka Allah, onu meydana çıkarır. Allah öyle Latîf, öyle Habîr’ dir: İlmi gizliliklere pek kolay bir tarzda nüfuz eder.”
(Lokman, 31/16)
İşte hikmetin başı bu şuur ve bu dikkattir.
Bu hassasiyete sahip olabilmektir.
Allah Resulünün ifadesiyle “hikmetin başı mehafetullahtır.”
Nerede olursak olalım, Allah’ın emir ve yasakları karşısında takva ve istikamet içinde hareket etmeye gayret etmektir.

5- Beşinci öğüdünde, Lokman, oğluna namaz kılmasını, iyiliği emir, kötülükten men ve başına gelenlere sabretmesini öğütlüyor.
Bunların yapılması gerekli önemli işlerden olduğunu şöyle vurgulamaktadır: “Evladım, namazı tastamam kıl, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir.”
(Lokman, 31/17)
Namaz bütün ibadetlerin piri ve İslamiyet’in de direğidir.
Ankebût sûresinde belirtildiği üzere “…muhakkak ki namaz, her türlü hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”
(Ankebût, 29/45)
Bu fonksiyonuyla namaz hikmetin “bir kimseyi yanlışlardan alıkoyma, kötülüklerden menetme” anlamıyla birebir örtüşmektedir.
Bu açıdan baktığımızda namaz, mü’mini hikmete ulaştıran bir kaynaktır.
Gerçekten emredildiği şekilde ve sırf Allah’ın hoşnutluğu için eda edilen bir namaz, diğer bir tabirle ihlas yörüngeli, rıza hedefli kılınan bir namaz, bir de devam gözetilirse bugün olmasa da yarın mutlaka insanı ahlak dışı davranışlardan ve meşru olmayan işlerden alıkoyar. İnsanı fuhşiyattan alıkoyan bir ibadet, elbette evleviyetle şirk ve şirki işmam eden şeylerden, dalalet ve dalalete sürükleyen saiklerden de uzaklaştırır.
Lokman’ın, namazı tavsiyesinin arkasından iyiliği emir ve kötülüğü nehyi getirmesi de manidardır. Ayrı bir hikmettir.
Çünkü emri bi’l-ma’ruf dinin müeyyidatındandır.
Bir mümin şahsi istidat ve ferdî sorumluluğunu aşarak toplumdaki yanlışlıkları düzeltme yoluna girince, başına bir sürü gailelerin geleceği kaçınılmazdır.
Nice yılların kazandırdığı alışkanlıkları terk edemeyen veya menfaati zedelenen kişi ve kuruluş varsa, hepsi ona karşı çıkacak ve onu baskı altına alacaklardır.
İşte böyle bir durumda mümin, bütün bunlara direnip, çizgisini koruma mecburiyetindedir.
(Fethullah Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, II, 320)


İşte çizgiyi korumada sabır, önemli bir dinamik ve önemli bir hikmettir. Zira tepkiler veya baskılar, tenkitler veya olaylar karşısında sabretmeyen kimse isabetli düşünemez ve isabetli karar veremez.
Yani hikmete uygun hareket edemez. Diğer bir ifadeyle sabretmeyen hikmete ulaşamaz.
Ayrıca burada, hem namazın hem de iyiliği emir ve kötülüğü nehyin diğer ümmetler için de söz konusu olduğu vurgulanmakta ve bu aynı zamanda bir mümine hitap üslubu içinde sunulmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Lokman, daha önce oğlunu “Oğulcağızım, sakın Allah’a eş-ortak koşma; bilmelisin ki şirk büyük bir zulümdür.” diyerek onu münkeratın en büyüğü ve çirkininden vazgeçirdikten sonra, burada da ona İslam esaslarının en büyük rüknü ve cihadın hemen her zaman, herkes için geçerli bir buudu olan emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’l-münkeri hatırlatarak en önemli bir ibadetin yanında umum ubudiyetin müeyyidesine de dikkatleri çekip daha işin başında şer’î muvazenenin ehemmiyetini vurguluyor.
“Başına gelenlere sabret, bunlar azim ve kararlılık gerektiren ağır işlerdendir” fermanına gelince, bu müstakil bir sorumluluk hem de önceki iki vazifeden ötürü başa gelmesi mukadder hadiselere karşı bir teyakkuz mânâsına gelmektedir.
(Fethullah Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, II, 320)

6- Bu bölümde Lokman, insanlarla iletişimin ve onlarla beraber yaşamanın temel âdap ve kurallarına geçmektedir.
Oğluna, herkesle eşit olduğunu ve ‘insanların içinde, insanlardan bir insan olmasını’ öğütlemektedir.
(İbn Âşûr, XXI, 166.)
“Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme!
Çünkü Allah, kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürürken ölçülü, mutedil yürü.
Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma. Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.”
(Lokman, 31/18-19)


Bir önceki nasihatte beş öğüt emredilmişti.
Bunlar:
1- Namazı hakkıyla ifa et.
2- İyiliği yay.
3- Kötülüğü önlemeye çalış.
4- Başına gelene sabret.
5- Azimli ve kararlı ol.

Bu iki âyette de Hz. Lokman, oğlunu dört şeyden sakındırmaktadır:
1- Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme.
2- Çalımlı çalımlı yürüme.
3- Yürürken mutedil yürü.
4- Bağırarak konuşma.

İsrâ sûresinde, hikmet olarak nitelendirilen âyetler arasında da kibir konusuna yer verilmiştir.
“Hem kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabb’inin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.”
(İsra, 17/37-38)
Hz. Lokman’ın “Yürürken ölçülü, mutedil yürü.” öğüdünde, aslında âyetin siyak ve sibâkı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir.
Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde, ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi, yürümek için konmuş bir kural da olamaz.
Bir kimsenin âcelesi varsa hızlı yürümek zorundadır.
Bunun yanında şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde ise herhangi bir sakınca yoktur.
Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz.
Âyette asıl kastedilen, kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh halini ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır.
Servet, iktidar, güzellik, bilgi, kuvvet ve bu tür şeyler, insanı gururlu kibirli, hâle getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur.
Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takvâ ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır.
Yine bazen insan, bu dünyanın sıkıntılarından öyle bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir.
İşte Lokman’ın demek istediği şudur: “Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazı ve vakur bir kimse gibi yürü; yürüyüşünde ne her hangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takvâ tevâzu gösterişi.”
(Mevdûdî, (Lokman, 19’da) IV, 331-332.)
Hz. Lokman’ın burada saydığı esaslar aslında İslam’ın temel emirlerindendir.
Sözgelimi namaz, İslâm’ın başta gelen önemli şartlarından biridir.
İyiliği emir, kötülüğü nehiy Kur’ân’ın daima üzerinde durduğu, müminlerin önemli özelliklerinden bir tanesidir.
Diğer daha çok ahlâkî olan bazı tavsiyelere gelince, bunlar iman eden bir insanın sahip olması gereken temel vasıflardandır.
Bunlar, insanın diğer bütün davranışlarıyla da irtibatlıdır.
Dolayısıyla mümin, hayatının her alanında ve her anında kitap, sünnet (hikmet) ve Kitap ve sünnete uygun ibadeti de içine alan adalet üzere hareket edecek, bu sayede ifrat ve tefrite düşmekten kurtulacak, istikâmet üzere yaşayacaktır.
Bu istikâmet, her müminin, günlük beş vakit namazında kırk defa Allah’tan talep ettiği “Sırât-ı Mustakîm”dir.


* Araştırmacı Yazar
[email protected]
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

BİR MEVSİM
Tarih: 14.12.2009 Saat: 18:48 Gönderen: kulihvani

Resim

BİR MEVSİM

Halim KÖK

İlkbaharda yeşillenirken olduğu gibi…
Sonbaharda solarken dökülürken de aynı EŞsiz sanat…

Hiçbiri diğerinin aynı olmayan binbir türlü ağaçta…
Hiçbiri diğerinin aynı olmayan yapraklar …
Esen rüzgârla birlikte savrulmakta oradan oraya…

Yağan yağmurlar yeşillenmelerine değil…
Aksine dala tutunmak için harcadıkları son direncin de
tükenmesine ve dökülmelerine neden olmakta…

Bu yüzden yağmur mu yağıyor yoksa SU;
kendi çaresizliğine mi ağlıyor belli değil…

Bulutların arasından zaman zaman kendini gösteren güneş te hüzünlü…
Sararan sarılara biraz daha sarılık katmaktan başka bir şey gelmiyor elinden…
Kendisi de aynı hüzne boyanmakta bu yüzden…

Hepsinde bir çaresizlik… bir tükenmişlik… bir boyun eğiş….bir teslimiyet…
BİR’ e teslimiyet…

Başlangıç, BİTİŞ' e ilişmiş…

Kimsenin kimseye faydasının dokunmayacağı o gün gibi…(İnfitar Sûresi 18/82)
Kimsenin kimseye şefaat edemeyeceği o gün gibi… (Bakara Sûresi 48/2)

Oysa toprak aynı toprak… Su aynı SU… Güneş aynı Güneş…

FARK’ lı OL-AN yalnız HAVA…

HAVA SOĞUK !!!!...

“Onu tesviye ettim de ruhumdan ona NEFH eyledim mi derhal ona secdeye kapanın.”
(Sâd Sûresi 72/38)

Tabiattaki HAVA, BİZ’ deki RUH gibi…

Dünya, kendisine takdir edilen yörüngede GÜNEŞ’ e yaklaştığında DÖRT MEVSİM’ in
İlkbaharı-Yazı’ ında HAVA IS’ ınmakta…

Uzaklaştığında… Sonbaharı-Kışı’ nda ise HAVA Soğumakta…

Ve sürekli Dört Dönmekte DÖRT MEVSİM...

DÖRT MEVSİM; Bedenimizdeki DÖRT HÂLimiz gibi…

Doğuşumuz… Çocukluğumuz… Gençliğimiz İlkbahar…
Orta yaşlarımız… Olgunlaşmamız Yaz gibi…

Yaşlılığımız, Sonbahar… ve Sonrası Kış gibi…

DÖRT MEVSİM; Namazdaki DÖRT HÂLimiz gibi…
Kıyam’ da dimdik ayakta duruşumuz… DİRİ’ liği çağrıştırdğı için İlkbahar…

Rükû’ da… Olgunlaşan BAŞAK’ lar gibi eğilişimiz ise YAZ gibi…

Diz çöküşte bir boyun eğiş… bir teslimiyet…
Hem de bir tükenmişlik vardır…
Dizlerimizin dermanı tükendiğinde oturur kalırız… Bu Sonbahar…
Secde’ ye kapanış ise tamamen tükenmiş olmak… Teslim olmak… İşte bu da KIŞ gibidir..

Bu benzetmeler zahirdeki görüntü için böyledir… Batında ise tam ZID’ dıdır…

Çünkü ZAHİR’ deki DÖRT MEVSİM;
DÖRT MEVHÛM’ umuzdur…
(Mevhûm: Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. )

VEHM - HAYÂL ise GERÇEK’ in ZID’ dıdır…

Hayâli gerçek kabul edenler için ise gerçek hayâl hükmünde kalır…

Belki de bu yüzdendir Âlem’ deki oluşların tekrar… tekrarlar halinde oluşu…
AN’ laşılsın diye…

Allah cc. Dilediğine hidayet eder… dilediğini de Delâlette bırakır…

Kimileri HAYR-AN hayran seyreder Âlemi…

Kimileri ise; Sürekli tekrar edişlerden sıkılır ve MONO-TON der…

Ve onlar İMAN TON ’ u ile bakamadıklarından…TEK’ lik TON ’ unda yaşamayı değil…
İKİ’ lik tonunda yaşamayı severler…

NEFS, Kendi istek ve arzularına yaklaştıkça ilkbahar, yazı yaşarken…

NEFH edilen için bu Sonbahar ve KIŞ’ tır…

SÎN’ mize NEFH edilenin HAKKikatinden uzaklaşmış olmanın adıdır NEFS…

İKİ liğimiz de buradan doğar...

O nedenle SECDE NEFS için ZORlu bir KIŞ gibidir…
Oysa o AN aynı zamanda Rabbine en yakın olduğu AN’ dır…

HAVA’ nın sıcaklığı SIFIR’ a ulaştığında SU BUZ’ a döner…

0 °C Derece SU için DONMA… BUZ için ERiMe NOKTAsıdır…

Başlangıç Bitişe ilişmiştir...

Sıcaklık 100 °C Dereceye ulaştığında ise…

Ne BUZ (0)… ne de SU yuzdur artık (0)

BİR VAR’ dır yalnızca…

DÖRT Unsurdan olan RÜYA MEVSİM' i olan hayatımızda

MÎM’ le başlayan VüCuD bulan

AHSEN-i TAKVİM DÖRT DÖRT 'lük üzere Var edilen İNSAN

SÎN’ esine NEFH edilenin Hakikatini bilirse…

“NEFS’ ini bilen Rabbini bilmiştir” Hadis’ i Şerifinde buyurduğu gibi…

Yine MÎM’ e... Başlangıç Bitiş'e döner...

O İNSAN AN' lamıştır ki ;

NEFS VEHM’ idir ve Hakikati NEFH edilendir...

AN’ layana tekrar tekrar AN’ latmanın ne lüzumu var…

Artık MEVSİM BİR’ dir…


13.12.2009

*********************************************************

Re: BİR MEVSİM (Puan: 1)
Gönderen: kulihvani Tarih: 14.12.2009 Saat: 18:58
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

sevgili candostkardeş,
halimcesin yine DÖRT telli sazımıza dökmüşsün DÖRT âlemimizi..
Bahara sarmışsın da karakışımızı..
yazımızın gönlündeki güzü..

ellerine sıhhat yüreğine selâmet olsun..

Muhammedi Muhabbetle...


***

Re: BİR MEVSİM (Puan: 1)
Gönderen: halimkok Tarih: 14.12.2009 Saat: 19:53
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Allah cc. razı olsun CAN Hocam...
Ne gelir Halim' in elinden HALimce olmaktan başka...

اِنَّمَا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَسِعَ كُلَّ شَیْءٍ عِلْمًا
İnnema ilahukumullahullezi la ilahe illa hu, vesia kulle şey'in ilma.
Sizin ilâhınız ancak o Allahdır ki ondan başka ilâh yok, o ilmi ile her şey'i kuşatmıştır. TÂHÂ Suresi 98. ayet

Muhammedî Muhabbetle


***

Re: BİR MEVSİM (Puan: 1)
Gönderen: Gariban ([email protected]) Tarih: 15.12.2009 Saat: 12:10
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Eyvallah Allah razi olsun Halim Canim. Dun boyle bahardi kardi dusunup durmakta idim, bu yazini gorunce yine anladim ki kalplerimiz rezonansta imis meger.

Sonbahar-Kis-Ilkbahar-Yaz
La - Ilahe- Illa -ALLAH

Tevhidimizin mevsimleri, Sonbahar ve kis agaclarin ve doganin cile zamani, oruc zamani La ilahe kismi, cilenin ruzgarlari eser , dallarda bir olu yaprak birakmaz, gunesin onu kapanir bulutlarla, yagmur yagar bol bol ama sadece diriler surekli yesilligini korur(çam gibi evliyalar var dir), kar yagar ve toprak settarin bem beyaz ortusune girer. Buz gibi bir ortu ile ortulen topragin soguk ve karanlik katmanlarinda "La ilahe" den "illa ALLAH"a gecmek uzere olan tohumlarin kabuklari yavas yavas yarilir, canlilik ve HAYY gelir toprak altina, bazisi yedi aylik dogan bebek gibi karlari delerek filizler halinde fiskirir, yer agirliklarini cikarir disari, illa ALLAH zamanidir, ilk baharin gunesi acmis, kar erimis, ilkbaharin bereketli yagmur suyu ve eriyen kar suyu topragin derinliklerindeki tohumlari besleyip filizler halinde cikarmistir, tohumlarin icindekilerin asikar olma, batindan zahire cikma zamanidir, su ayetleri haykirirlar hal diliyle:

Hac Suresi 5:
Ey insanlar! Eğer ba'sten şübhede iseniz şu muhakkak ki biz sizi bir topraktan halketmekteyiz, sonra bir alekadan, sonra hılkati belli belirsiz bir mudgaden, ki size anlatalım diye hem müsemma bir ecele kadar dilediğimiz müddet rahimlerde durduruyoruz da sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da kuvvetinize irmeniz için, bununla beraber içinizden kimisi vefat ettiriliyor, yine içinizden kimisi de biraz ılimden sonra bir şey bilmesin diye ezeli omre doğru geri itiliyor, Arzı da görürsün sönmüş kül halinde, derken üzerine suyu indirdiğimiz zaman ihtizaz eder kabarır da her dilber çiftten nebatlar bitirir.

Fussilet 39: Ve onun âyetlerindendir ki sen Arzı görürsün boynu bükük huşu' halinde, derken üzerine suyu indiriverdikmi ihtizaz eder ve kabarır, şübhe yok ki ona o hayatı veren elbette ölüleri dirilticidir, hakikat o her şey'e kadirdir.

Bakara 164. Şüphesiz Göklerin ve Yerin yaradılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allahın yukarıdan bir su indirib de onunla Arzı ölmüşken diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanati yaymasında, rüzgârları, değiştirmesinde, Gök ile Yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlar da akıllı olan bir ümmet için elbet Allahın birliğine âyetler var

ILkbahar'in ILLA'si ile topragin uzerine cikan cicekler henuz tomurcuk halinde dirler, tam olgunlasmamislardir, marifet kismindadirlar. Burada bir muddet gunesin nuru ve ilk baharin yagmurlariyla beslenirler. Ve bir seher vakti aci verirler.

Cicekler cikinca soyle derler: Ya Bedi, Ya Halik
Biz tohumda batin idik, bize tohumun karanliginda birinci karanligimizi tamamlattin , sonra tohumu catlattin ve bizi topragin karanliginda bir muddet beklettin, toprakta ikinci karanligimizda idik, ve bizi topraktan yer yuzune cikardin burada masmavi gok yuzu ile tanistik, lakin gozlerimiz gormuyordu cunki gonca icinde ucuncu karanlikta idik, gunesin dirilik enerjisi ile bizi ucuncu karanliktanda cikardin rahim icindeki rahimlerden cikardin, bize hos bir koku verdin, hos geldin hakikat gunesi, hos geldin Selam yurdu :

Zumer Suresi 6: "......sizleri analarınızın karınlarında üç zulmet hılkatten hılkate yaratıp duruyor. İşte rabbınız Allah o, mülk onun, ondan başka tanrı yok, o halde nasıl çevrilirsiniz?"

Selam ve sevgiyle
GaribAN



***


Re: BİR MEVSİM (Puan: 1)
Gönderen: halimkok Tarih: 15.12.2009 Saat: 15:22
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Allah razı olsun Gariban Can...

Yazdıklarını okurken düşüncelere daldm...
Bir kısmını dün seninle konuşmuştuk...
Bir kısmını da şimdi öyle ekledim...
Ne edelim... Her mevsimin farklı bitkisi meyvesi değil mi... Bu mevsimde bunlar yetişti benim bahçemde...

“Dinle Neyden” Adlı Filmden…

‘Gözümüzün önünde değişip duran… Hâlden hâle giren şu dünyaya,
Akıl erdiren var mıdır ?’

diye sormuştum bir keresinde…

Bahçemize artık iyice yerleşen yaz mevsiminin o sıcak günlerinden biriydi…

‘Bu hayret iyidir… Ama asıl iş… İnsanın kendi defterini okumasıdır’

demişti Dede Efendim…

‘Kendini bilen Rabbini de bilir’

buyurulmuştur…”

* * * *

BİR YAZI’ nın;

- Giriş
- Gelişme
- Sonuç

Bölümlerinden oluştuğu öğretilmişti okul yıllarında…

YAZI’ yı YAZAN;

SONUÇ’ u BİLMELİ Kİ ona göre bir GİRİŞ yapsın… değil mi…

BİZ YAZI’ nın ancak GELİŞME dediğimiz bölümüyüz…

Ne GİRİŞ BİZ’ e ait… ne de SONUÇ…

İşte Bildik Rabbimizi;

EVVEL O’ dur… AHİR de O’ dur… BİZ AN’ da OL-AN’ ız… Ve ne olduğumuza ŞAHİD’ lik ediyoruz…

“Kendini bilen Rabbini de bilir…”

* * * *

“Düşünmek nedir?... Hiç düşündünüz mü?”

Düşünmek; Dönebilen bir silindirin üzerine çıkmak gibidir…
DENGE’ yi sağlayabilmek ve DURabilmek için hareket etmek zorunda kalır ya insan…

Hareket silindiri döndürür… Silindir döndükçe insan daha hızlı hareket etmek zorunda kalır…
Hareketi durdurmak için hareket etmek zorunda kalır insan… Bu ise insanın amacına terstir…

Kısır döngü yaratır… Başarısızlığın kaçınılmaz olduğu açıktır… Silindirin üzerinden DÜŞÜNCE… kurtulabilir…

Düşünmek DÜŞÜNCE’ ye kadar süren hareketliliktir…

Biz doğdumuzda kendimizi bu silindirin üzerinde buluruz… ki bu hayattır…

Hayat silindirini döndüren ZAMAN’ dır… o da DÜŞÜNCE’ dir…

Kendini bilen Rabbini de bilir…

Düşüncenin ne olduğunu bilmek için düşünmekten başka bir imkanımız olduğu bildirildi bize…

* * * *
“Kendini bilen Rabbini de bilir” buyurulduğuna göre…
Buradan insan şu sonuca varabilir…

- DEMEK Kİ BİZ KENDİ’ MİZİ BİLMİYORUZ…

Ve BİLEN BİR’ i bu; “BİLMEDİĞİMİZ HUSUSU”
BİZ’ e bildirmiştir...

Bize bildirilen; BİLMEK’ ten MAHRUM olduğumuzdur…

MAHRUM nedir diye sözlüğe baktığımda
Türkçe Sözlük’ te; YOKsun… diyor…

Osmanlıca Sözlük’ te;
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak.
* Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan.
* İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan.

BİZ’ im SÖZ’ lüğümüzde;
MAHRUM’ da HARAM ve HURMA vardır…

BAŞI ve SON’ u MÎM OL-AN HİRA VAR’ dır…
HARAM; Hürmete layık olandır…

Erkeklere HARAM olan Hz. Meryem… HURMA dalının altında iken Hz.İsa (as)
Dünyaya geldi…

Derken doğum sancısı onu bir hurma dalına sürükledi. Dedi ki: "Keşke bundan önce ölseydim de, hafızalardan silinip unutuluverseydim." Altından (bir ses) ona seslendi: "Hüzne kapılma, Rabbin senin alt (yan)ında bir ark kılmıştır." Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz oluşmuş-taze hurma dökülüversin." Artık, ye, iç, gözün aydın olsun... (Meryem Suresi, 23-26)

Hz. Muhammed sav HİRA’ da iken Muhammedî Hakikate Şahid oldu…

HURMA’ nın M’ si HİRA’ nın İÇ’ indeydi… Muhammed (sav) olarak

Böylece neden MAHRUM olduğumuz HİRA’ da BİLdirildi…

Öyleyse BİZ HÜRMET’ e layık OL-AN’ ı ayak altına atmayız…
Çünkü DÛNYA.. aşağılık bir yerdir…

* * * *

(Bu arada Hurma Çekirdeğini kaplayan ZAR’ a KITMİR deniyormuş…
Hocamın kulakları çınlasın…)

* * * *


Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

TASAVVUF ve MUHAMMEDÎ MERHAMET-MUHABBET
Tarih: 17.12.2009 Saat: 01:19 Gönderen: kulihvani

Resim

TASAVVUF ve MUHAMMEDÎ MERHAMET-MUHABBET

Kul İhvanî

Merhamet, Hürmet ve Muhabbetun Fi'llâh!..
Bizim Muhammedî Teslîmiyet ve İlâhî İstikâmette yolumuz Sırât-ı Mustakîm, ahlâkımız ve hâlimiz de Muhammedî olarak;
HAKK (celle celâluhu)’ya ve halkına muhabbet mecbûriyetimiz var.
Hakkı ve hayrı ALLAH için severiz!
Bâtılı ve şerri, Şeytan için işlendiğinden dolayı, ALLAH için sevmeyiz!
Hakta ve sabırda ALLAH için vasiyetleşiyorum seninle...
Hukuk ve sorumluluk âleminde yaşıyoruz!
HAKK (celle celâluhu)’ya ve mahlûkatına karşı Hududlar Âleminde Muhammedî Şuûra ulaşanlar olarak birbirimize Hasbî Hizmet, Hürmet, Merhâmet ve Muhabbetle EMRolunduk ve Mecbur kılındık...
Ne yiyip ne içiyor, nasıl yaşıyor ve nasıl ibâdet ediyorsun bilmiyorum ve bana gerekmiyor da, sana âit husûsî sahâ...
Ancak, muhabbet ve duâ umûmî (genel) dir.
ALLAH için islâhımıza ve iflâhımıza duâ edip birbirimizi seversek, sevenleri ALLAH (cc) ayırmaz ve müşterek muhabbet kaynağımız Muhammed Aleyhi’s-Selâm’la Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın “BİLE” kılar...


TASAVVUF ve MUHAMMEDÎ MERHAMET-MUHABBET

Resim

Mâsivânın Mevlâsına Vuslatla Vakur Âşıklar
Zâhirî Zulmet İçinde, Nûrun Alâ Nûr Âşıklar
“Hizmet İle Dest-i Kemâl, Himmet İle Seyr-i Cemâl”
Muhabbete-Merhâmete, Mecbur ve Me’mur Âşıklar…



Vakur : Ağırbaşlı, temkin sâhibi. İzzetli, vakarlı.
Nûrun alâ nûr : Nûr üstüne nûr.
Hizmet İle Dest-i Kemâl: Kemâl elde edebilmenin şartı hizmet etmektir.
Himmet ile Seyr-i Cemâl : Cemâl seyredebilmenin şartı bir HAKK Dostundan himmet alabilmektir.
Mecbur : İcbar edilmiş. Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakîki mânâsı: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.)
Me’mur : Emredilmiş. Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazîfeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam.


Merhamet, Hürmet ve Muhabbetun Fi'llâh!..
Bizim Muhammedî Teslîmiyet ve İlâhî İstikâmette yolumuz Sırât-ı Mustakîm, ahlâkımız ve hâlimiz de Muhammedî olarak;
HAKK (celle celâluhu)’ya ve halkına muhabbet mecbûriyetimiz var.
Hakkı ve hayrı ALLAH için severiz!
Bâtılı ve şerri, Şeytan için işlendiğinden dolayı, ALLAH için sevmeyiz!
Hakta ve sabırda ALLAH için vasiyetleşiyorum seninle...
Hukuk ve sorumluluk âleminde yaşıyoruz!
HAKK (celle celâluhu)’ya ve mahlûkatına karşı Hududlar Âleminde Muhammedî Şuûra ulaşanlar olarak birbirimize Hasbî Hizmet, Hürmet, Merhâmet ve Muhabbetle EMRolunduk ve Mecbur kılındık...
Ne yiyip ne içiyor, nasıl yaşıyor ve nasıl ibâdet ediyorsun bilmiyorum ve bana gerekmiyor da, sana âit husûsî sahâ...
Ancak, muhabbet ve duâ umûmî (genel) dir.
ALLAH için islâhımıza ve iflâhımıza duâ edip birbirimizi seversek, sevenleri ALLAH (cc) ayırmaz ve müşterek muhabbet kaynağımız Muhammed Aleyhi’s-Selâm’la Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın “BİLE” kılar...

Hürmet!..
Halkına hürmet HAKK’a hürmettir.
Hürmet, haram’dandır.
Haram ise sınırları Şerîatın Sâhibince çizilen “Yap!” emri veya “Yapma!” yasağı ile belirlenmiş olandır.
Kadına “Haram” denmesi: kadının fıtrî ve kevnî özellik ve güzelliklerine saygı duyulmasının şart oluşundandır.
Hürmetin KADINa lâzım ve lâyık kılınışındandır.
Kâbetullah’a “Haram” denmesi de büyük saygı ve hürmet gerektirdiği içindir.
Hürmet göstermek emr olup saygısızlık yasaktır.
Kâbenin Hürmet Hakkı-HARAMlığı saygı göstermektir.
Kadının HARAMlığı ise 4 tür.
“Kanı (canı), ırzı, malı ve hakkında kötü zann” HARAMdır.
Kısacası hürmet; İlim ve Edeb içinde şuûrlu bir saygıdır.

Muhabbet, Sevgilinin Sıdk-u-Adl Yasasını unutmamaktır.


وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلاً لاَّ مُبَدِّلِ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Resim---"Ve temmet kelimetu rabbike sıdkan ve adla(adlen), lâ mubeddile li kelimâtih(kelimâtihî), ve huve's-semîu'l-alîm(alîmu).: RABBinin sözü, doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”
(En’âm 6/115)

Muhabbet, Sevgilinin Sıbgatullah Boyasıyla boyanmaktır.

صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدونَ

Resim---"Sıbgatallâh (sıbgatallâhi) ve men ahsenu minallâhi sıbgaten, ve nahnu lehu âbidûn(âbidûne).: ALLAH'ın (verdiği) rengiyle boyandık. ALLAH'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).”
(Bakara 2/138)

Bakınız Yüce RABBımız ALLAH celle celâluhu ve O’nun SEVgilisi ve en çok SEVeni Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem neler buyurmaktalar BİZe:

Resim---Hadis-i Kudsî de ALLAH Teâlâ: “Ben onu (kulu) sevince; gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olurum.” buyurmuştur.
(Buhârî-Rikak 38)

Hani durmadan demekteyiz ya: “Üzme!-Üzülme!-SEV!-SEVil!”

İşte bu Muhammedî Parolayı HAYYatlarında ilke edinenlerdir Celâlullah ZILLullahında gölgesini kaybedip Cemâlullah'ta ebedîleşenler..


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz ki ALLAH Teâlâ kıyâmet günü şöyle buyuracak: “Nerede benim celâlim için birbirleri ile sevişenler? Arşımın gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan bu günde onları kendi (arşımın gölgesinde) gölgemle gölgelendireceğim.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan; Müslim, İmâm Ahmed, İbn Hibban)

Livechillah Habîbullah'ta MuHABBEt-Muhammed OL-ANlar için artık ne korku ne hüzün var Bu Âlemde:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
.
Resim---"İnnellezîne kâlû rabbunallâhu summestekâmû fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).: "RABBimiz ALLAH'tır" deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
(Ahkâf 46/13)

Âhir Âlemde de Korku-Hüzün yoktur Ehl-i MuHABBETe:

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH için birbirini sevenler, ALLAH (cc)’ın Arş’ının gölgesinden başka gölge bulunmadığı günde, ALLAH (cc)’ın Arş’ının gölgesinde olacaklar. Herkes korku içinde olacak fakat onlar korkmayacaklar, herkes endişe ve merâk içinde kıvranacak, fakat onlarda hiçbir dert ve endişe (ürküntü ve panik içinde meded dileme) olmayacak.” buyurmuştur.
(Muaz (ra) dan;, Tabârânî Kebîrinde)

Ehl-i MuHABBET OL-ANlar Şe’ende Şu ANda Şâhiddirler Habîbullah Yüreğinde AŞKullah'a cANlar!..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH için sevişenlere öyle yüce mertebeler verilir ki Nebîler ve şehîdler bile onlara imrenirler.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Zühd 53)

Bu âlemde İnsan kılığında İNSAN Olmanın Şehâdet Şerefini YAŞAyANlar,
Muhammedullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in,
Mahmûdullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in,
Ahmedullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in,
Habîbullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kadir ve Kıymetini;
BİLip-BULup-OLup da Yakînden Yakîni YAŞAyANlar!..
ARŞullahı ANlayANlar…


وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

Resim---"Ve lekad halaknal insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh(nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîd.: Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kaf 50/16)

İşte bu SıRRa Ölmeden önce Ölüp de ERENler:

Resim---Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in: “Mûtu kable en temûtu: Ölmeden önce ölünüz!...” buyurmuştur.
(Keşfü’l-Hâfâ II-291-2669)


… اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

Resim---"ALLAHu nûrus semâvâti vel ard(ardı)…: ALLAH, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nur 24/35)

Nûrullah Kürsîsini Umanlar!..
Yakîni YâR Bulacaklar…


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH için sevişenler, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı o gün, ALLAH (cc)’ın Arş’ının gölgesinde olacaklardır. Onlara nurdan bir kursi konacaktır. ALLAH’a öylesine yakın olacaklar ki (RABB’lerinden olan meclislerinden dolayı) nebîler, sıddîklar ve şehîdler bile onlara gıbta edecekler...” buyurmuştur.
(Muaz İbn Cebel (ra) dan; İmâm Ahmed, Ebu Yâ’lâ, İbn Hibban, Hâkim)

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: ALLAH Azze ve Celle buyurdu ki: “Benim celâlîm uğrunda sevişenlere, nebîlerin ve şehîdlerin bile gıbta edecekleri nurdan minberler bahşedeceğim.” buyurmuştur.
(Muaz (ra) dan; hasen ve sahih olarak Tirmizî)

Livechillah SALL edenlere MuHABBETullah Haktır hamdolsun!..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: ALLAH Tebâreke ve Teâlâ buyurdu ki: “Benim için birbirini sevenlere muhabbetim hak oldu (sabit olmuştur.), Benim için birbirlerini ziyâret eden (sıla eden vasıl olan) lere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirlerine öğüt veren (nasihat eden) lere muhabbetim hak olmuştur. Benim için mallarını bezl (bol bol veren) edenlere muhabbetim hak olmuştur. Benim için birbirlerini sevenler (sevişenler) öyle bir nurdan minberler üzerinde olacaklar ki onların mekânlarını (makamlarını) peygamberler, sıddıklar ve şehîdler bile gıbta edecekler!” buyurmuştur.
(Muaz (ra) dan; İmâm Ahmed, Teyâlisî, İbn Hibban, Hâkim-Müstedrekte, Tabarâni- Kebîrinde)

SEVmek-SEVilmektir SEVişmek ki Sebillahta OLursa BİZ BİR İZ demektir Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in tertemiz yüreğinde!..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH yolunda sevişen (birleşen, olan) iki insanı, onlardan birisinin işleyeceği günâhtan başka birşey ayıramaz.” buyurmuştur.
(Enes (ra) dan; Buhârî, Edeb’de)

Muhabbetullah her fitneden beri' kılar girdiği kalbi…

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH bir kulunu sevdimi onu kendi yolunda kılar (kendisi için kâni’ kılar) Ne hanımla, ne de çocukla onu meşgul etmez. (bu imkânı ve fırsatı vermez).” buyurmuştur.
(İbn Mes’ud (ra) dan; Ebu Nuaym,Ve’d-Deylemî)

Muhabbetullah bir NEFS e uğrarsa 7 NEFSi Muhammedîleşir de Huluku’l- Azîmi Yaşatır ve Halka ÖRnek kılar ÖVdürür Kendinden Kendini..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH (celle celâluhu) bir kulu sevdimi, yapmadığı yedi sınıf hayr ile onu övdürür (senâ ettirir); bir kula da buğz etti mi (hoşlanmayıp memnun olmadımı), yapmadığı yedi sınıf şer ile onun aleyhinde konuşturur.” buyurmuştur.
(Eba Saîd (ra) dan; Beyhâki, Sünen’inde)

Muhabbetullah; SEVeni, SEVilenin Kıskanmasıdır AŞKta..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH (cc) bir kulunu sevdimi, onu dünyâdan (sevgisi ve aldatıcı hususlarından) tıpkı sizin birinizin istiska’ (lüzûmundan fazla ve şiddetle su isteyen susuzluk) hastanızı sudan koruduğunuz gibi korur (himâye eder). buyurmuştur.
(Katâde İbni’n- Numan (ra) dan; Hâkim, Tabârâni, Tirmizî, İbn Hibban ve İbn Lebid’den Tirmizî)

Muhabbetullahı BİLende, Nasrullahı BULanda, Fethullahta OL-ANda EMRullahı Yaşayandır HAKK Âşık…

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH (cc) bir kulu sevdi mi, ona dünyâ işlerini ve âhiret işlerini açar.” buyurmuştur.
(Enes (ra) dan;, Deylemî)

Muhabbetullah, Kök SALLdı mı Melekeleri AŞK keser Kâinatta KUL iken SultAN Olur..

Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH (cc) bir kulu sevdi mi onun sevgisini meleklerin kalblerine atar. Bir kula buğz etti mi, onun buğzunu meleklerin kalblerine, sonra da insanların kalblerine (buğz ve nefretini) koyar (atar.) “ buyurmuştur.
(Enes (ra) dan; Ebu Nuaym)

Muhabbetullah, Çile ÇÖLünde AÇ-AN cAN Çiçeğidir!..
AYNı Kerîm Kıvamında OL-AN lardır AŞK Kavmi!..


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH bir kavmi sevdi mi onları mubtelâ (belâ ile imtihan) eder, kim sabrederse sabrı kendi lehine (mükâfât), kim de (sabredemeyip telâşa kapılıp umutsuzluğa düşüp) yakınırsa onun içinde (aleyhine cezâ olarak) yakınması vardır.” buyurmuştur.
(Mahmud İbn Lebid’den İbn Hibban)

Muhabbetullah, HAKK Teâlâ'nın Murâdullah'ıdır VAHy eder
Cümle CihANa Cebrâil’i (as) ile durmadan her AN!..


Resim---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “ALLAH (cc) bir kulunu sevdi mi, Cebrâil (as)’e buyurur ki “Ben filânı sevdim, sende sev!” Bunun üzerine Cebrâil (as) de onu sever ve semâvât ehline: “ALLAH (cc) filânı sevmiştir, sizde sevin!” diye nidâ eder. Artık, göktekiler de onu sever. Sonra onun için yer yüzünde dahî bir sevgi yerleşmiş olur.” buyurmuştur.
(Ebu Hureyre (ra) dan;; Buhârî ve Müslim)

İşte BİZ Saff Muhammedîler bu yüzden BİR İZ İnşâallah!..

Resim ---Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Biriniz kardeşini sevdi mi, onu sevdiğini ona bildirsin!” buyurmuştur.
(Mikdad (ra) dan; Buhârî, Ebed’de; İmâm Ahmed, Tirmizî, Ebu Dâvud ve Enes (ra) dan; Buhârî ve İbn Hibban)

İşte Muhammedi Muhabbet budur...
Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’den DOĞar Muhabbetullah!..
AYN'ın ANAsı-Aslı Nebîyyu’l- Ummîmiz sallallâhu aleyhi ve sellem’den elhamdu lillahi RABBi’l- âlemîn!...

Muhabbetullah, Zıdların ZEVKinden zuhur eden Zehrâ-Çiçeğidir..
Nefret ve sevgi, inkâr ve ikrâr, kara ve ak hepsi atbaşı bu Âlemde baksan yaa!..

Oysa, ZıDların ZEVKi ise TEVHİDdir...
“Lâ ilâhe illâ ALLAH!”
Ve unutma ki bu SeBeB ve SON-UÇ sÖZümüzün Hakîkatı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mubârek Dudaklarındaki ŞeHâDeT SeSidir…
Geliniz ele ele Kalb kalbe BİZ BİR Olarak Muhammedî Ağzımız Olsun!..
Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’de Muhabbetullahı YAŞAyalım İnşâallah!..

Genç melâmî bir kız kardeşimiz vardı bir zamanlar.
Bir sohbette:

“Efendim! Sevgi, muhabbet, tevhid diyorsunuz, biz de evet doğrudur diyoruz! Ancak, sizin tâbirinizle cevr-i cihân, çark-ı çile canımıza okur iken bu söyledikleriniz bu âlemde derdimize devâ olmayacak mı?”
diye arzuhâl eyledi...

Âcizâne:
“Bak kardeşim, kendi nefsin, eşinle-sen, insanlar, kâinât ve RABB’ine (celle celâluhu) kulluk için geçerli olan tevhidin hikmeti: “Üzme-Üzülme-Sev-Sevil!” olmalı...
Hiçbir CANı asla üzme, üzülmek için sudan bahâneler arayıp durma, mutlaka SEV ve SEVilmenin yollarını ara BUL!” demiştim de BULmuştu...

Azîz kardeşim,

Emin ol ki kırk yıldan fazladır benim nefsim bu sözlerin ve Tasavvuf Denizinin içinde yüzüp durmaktadır.
Ancak şu satırları karalarken birçok şeyi nefsimin yeni yeni anladığına şâhid oluyorum.
Bir konunun üzerinde çok durduğumu sanmasın nefsin...
Nefs, yapısı îtibâriyle fıtraten bâtıla ve şerre (dünyâ ve dünyâdakilerin sevgisine) meyyâldır (meyilli, eğilimli).
Hakkı ve hayrı ise “anladım”diyerek geçiştirir...
Kani’ ve mutmaîn olması için her yolu denemeliyiz...

İlâhi İlim,

Ehl-i Beytî Edeb,

Muhammedî İrfan,

Rabbânî ERkAN!..

Tâlimi-Öğretimi Ve Terbiyesi-Eğitimi…

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve ALLAH Dostları ve Ehlullah kaddasallahu sırrıhu hep “MuHABBEt için BU Âlemlerin Yaratıldığını ve sürdüğünü” buyurmuşlardır.


Resim

Bana benden yakın olan içimdeki çağırıyor
“Sakın unutma haa!..” diye binbir dilden bağırıyor
“Yusebbihu…” cümle cihan, hücrelerim kulak kesti,
Muhabbette mest olmuşum biraz da başım ağrıyor!..


Muhabbet : Sevgi, sevme. Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi.
Mest : Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında "mest olmak" şeklinde kullanılır.
Yusebbihu… : Her şey O’nu tesbih eder.


يُسَبِّحُ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

Resim---“Yusebbihu lillâhi mâ fî'ssemâvâti ve mâ fî'l'ardi'l-meliki'l-kuddûsi'l-'azîzi'l-hakîmi. : Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sâhibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan ALLAH'ı tesbih eder.”
( Cuma 62/1)

Muhammedi MuHABBEtle İnşâallah!..
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

Mi’rac
Tarih: 17.12.2009 Saat: 23:39 Gönderen: kulihvani


Resim

ALLAH DOSTU
Münir DERMAN (ks)


Mi’rac

Onun için Receb Ayı Allah’ın Ayı.
Bu ayın yirmi yedinci günü de Mi’rac Gecesidir bilirsiniz.
Niye efendim Receb’in başında olmadı, ortasında olmadı da yirmi üçünde oldu.
Bu başka mesele.
Onun için Kur’ân-ı Azimüşşanda.
BismillâhirRahmânîrrahim.
“Sübhanellezi esra bi abdihi leylem minel mescidil harami ilel mescidil aksallezi.”
“Subhanellezi”, Aman Yâ Rabbî. Allah’ın kudretine bak demek Türkçesi.
“Subhanellezi”, aman aman aman bu ne büyük kudret bizim aklımız almıyor!.
Esra, götürdü, yürüttü, aldı gitti.
Bi abdihi, kulunu. Leylem, gece vakti...

“Efendim acaba Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem, Mekke’den Kudüs’e ruhen mi gitti yoksa nasıl?”
Bi abdihi, abid abid. Abid demek; cesedin içinde ruh demektir.
Şimdi ruhumuz çıktı mı ruh gider, geriye bazen cesed kalır, lâşe kalır, murdarlık kalır.
O insanın kendi kudretine ayarına göre.
İçindeki bakır miktarına göre, onbeş ayar, yirmi iki ayar, beş ayar,
Sahte ise, o başka hikaye!
Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizi böyle aldılar.
Cesedi mübârekinen Turfetu’l- ayn içre yani gözünün kapayacağı sırada aldı götürdüler Kudüs’e kadar.
“Ondan sonra ne oldu?”
Ondan sonra kul olarak kimseye söz söylemek müsadesi yoktur.
Ağzinâ fermuar geçirirler insanın.
“Ordan öteye ne oldu?”
Bizim aklımıza dökülmez.
Hz. Cebrail geldi. Rasûlullah Efendimizi Sallallahu Aleyhi Vessellemi hacca gidenler var ise, Mutaf kısmı vardır Kâbe’nin.
Birde önünde ay gibi bir yer vardır.
Hz. İsmail’in şeyi dir orda kabri.
Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem bazı geceler orada uyurmuş. Oradan geldi aldılar O’nu.
Nurdan bir ata bindirdiler.
Anlamamız için diyoruz ata bindirliler.
Burak’a bindirdiler, sesten, ışıktan, elektrikten suratlı.
Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem bindi ona gittiler.
“Nereye gittiler?”
Ne senin aklın erer buna, ne benim ki. Hiç birimizin. Gittiler işte.
Mi’rac uructan geliyor. Yani çıkıyor. Göğe mi çıktı.
Biz biliyor sunuz dua edeceğimiz zaman göğe doğru bakarız.
Cenâb-ı Allah gökte midir?
Hâşâ sümme hâşâ.
En güzel yeri O’na orası bulduğumuz için göğe bakarız.
Göğ çünkü temizdir.
En münasip yeri orayı gördüğümüz için göğe kaldırırız “Yâ Rabbî “diye.
“La yesa’ani fil ard.” Hadis-i Kudsî.
“Ben namutenahi kâinata sığmam!” diyor Cenâb-ı Allah.
“Hakiki mü’minin, secde yapan mü’minin kalbinin içine girerim!” diyor Arabçada. Hadis-i Kudsî.
Onun için Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem Buraka bindiği gibi Miraca teşrif etti.
Mi’racta neler oldu?
Mevlüd de gördünüz Süleyman Dedeoğlu ne güzel anlatmış.
Öyle şeyler olmamış bizim anlayacağımız şekile sokmuş.
“Geldi ordan oraya durdu.
Ordan sesler geldi bilmem ne etti.”
Onlar bizim aklımızın ereceği şeyler değil.
Bütün beşeri perdeler ref’doldu.
Mekan ortadan kalktı.
Bütün gözümüzdeki perdeler, Rasûlullah’ın gözündeki perdeler.
Mekan ortadan kalktı.
Senli-Benli Allahu Lemyezelnen karşı karşıya geldiler Cenâb-ı Allah’la Cenâb-ı Peygamber.
“Nasıl geldiler karşı karşıya?”
Bunları anlatmağa yeltenirse İKİlik yaparız.
Demek ki Cenâb-ı Allah’ın sarayı var.
Oraya gitti, oturdular sohbet ettiler.
Anlatmak için kelime yok.
Yani insanın içinde El Hayy Esmâsı var.
Allah” Ben size yakinim diyor sizden.”
İşte onu anladı o ANda.
Onun için namazda mi’racta emrolunmuştur Cenâb-ı Peygambere.
Onun için miraci’l- mü’minin namazdır.
Efendim namazda ama biz uçmuyoruz?
Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizin cesedi hususi sûrette yaratılmıştır.
Hususî sûrette terfi görmüştür.
Elem neşrak leke sadrak.
İçi açılmış, yıkanmış, temizlenmiş.
Hususî bir terbiye, hususî bir yaradılış, hususî bir nur ile olduğu için cesedi mübârekleriyle Huzur-u İlahîyeye kabul edilir..
Bizim daha bağırsaklarımızın içinde cife dolu.
O cifeynen ancak ruhen mi’rac yapabiliriz.
Bu pisliknen yapamayız.
Onun için ruhu, Allah’ın huzuruna ruhumuz giderken cesedden çıkıyor, cesed yıkanıyor ve doğrudan doğruya toprağa terkediliyor.
Toprakta da Cenâb-ı Allah cesedi çürütüyor.
Sebebi:
“Bu benim kulum. Rasûlumun ümmeti. Hayatta iken daima bana secde etti. Benim ismimi andı. Rasûluma salâvat-ı şerife getirdi.
Emrettiğim şeyleri yaptı. Belki bir hatası olabilir. Ben Erhamer Rahiminim.
Yarın huzuruma çıktığı zaman cesedini görüpde eski hatıraları gözünün önüne gelmesin!” diye Cenâb-ı Allah cesedi kul utanmasın diye yok eder, şey eder.
Yani “Cesedim çürümedi!” diye şey etme, gururlanma!
O cesedi çürümeyenler başka başka sınıftan onlar.
Onun için cesedin çürümesi mü’min için gâyet iyi bir şeydir.
Çünkü baktığı zaman: “Ulan bu cesedde iken ben felan edebsizliği yaptım!” diyipte utanmasın diye.
Allah bile kulunu utandırmamak için Settardır. Settar-ı uyubtur.
Sen böyle olduğun halde birinin ayıbını görüp de utanmadan suratına vuruyorsun.

Onun için şu üç günü var Recebin.
Üç günde hiç olmazsa cesedine mi’rac yaptır.
“Cesede mi’rac yapılır mı?”
Yaptırılır ya. Hayydır da. Allah için Hayydır.
“Akşama börek yiyeceğim!” diye değil.
“Tavuğu kızartacağım!” diye değil.
İbadaat bütün bunlar hepisi Allah için yapılır.
Şuradan bir taşı bir yerden alıp başka yere korsan Allah için yapacaksın.
“Allah için ne demek yav?”
Her kes söyler. “Her işini Allah için yap!”
Ben size anlatayım. Hiç biriniz bilmezsiniz bunu.
Yüzlerce defa: “Allah rızası için, Allah için yap!”
Hocalar söyler. Kitaplar söyler. Şunlar söyler, bunlar söyler.
Sen kendi iyiliğini mi seversin. İyiliğini seversin değil mi?
Başkasının fenâlığını sevme.
“Fakat kendi iyiliğini sever misin, niye seviyorsun?”
Vücudun var diye.
Sana senden yakin olan Hayy var içinde.
“Allah!. Allah!.” içinde.
Sana senden yakin olan Allah’ın istediğini de yaparsan Allah rızası için iş yapmış olursun.
Anlaşıldı mı?

Onun için ibadatlar Allah Rızası için yapılır.
Gösteriş için değildir.
Size bir şey söyleyeceğim ama korkmayın haaa.
“Lâ İlâhe illallah!” diyen İslâm olur.
Namaz kılmasa ne olur İslâm mı?
İslâmdır cezasını görür.
Demin ki o buruşuk yüzü görürsünüz.
“Hacc mevsimi geldi. Parası vardı gitmedi. Kâfir olur mu?”
Hâşâ bişey olmaaaz!
“Oruç tutacaktı tutmadı. Kâfir olur mu?”
Olmaaaz!.
“Zekât verecekti, vermedi ne olur?”
Derhal kâfir olur Efendiler. Derhal kâfir olur!..
“Niye?”
“Cenâb-ı Allah’ın verdiği nimeti Allah rızası için Allah yolunda kullanmadı!” diye. Sana veriyor.
Bu benim musluğum. Şurada çeşme var. Musluğu da koydun oraya. Çeşme senin musluktan efendim ben vermeyeceğim.
“Ulan nerden geliyor su, dağdan gelip senin depona?”
“Ben komşuma su vermeyeceğim!”
Onun için Cenâb-ı Allah kulunu imtihan eder.
Kendisi havadan zembilnen herkesin evine göndermez. Kulu vesile eder.
Kamer bile ayrılacağı zaman Rasûlu Sallallahu aleyhi Vessellem Efendimiz mübârek parmaklarını uzattı.
“İkterabetis saatu venşakkal kamer.”
Cenâb-ı Allah’ın kudreti parmaklarından tecellî ederek şey ikiye ayrıldı.
Kamer ikiye ayrıldı biliyorsunuz.
Onun için Cenâb-ı Allah Er Rezzâk esmâsını bazı seçkin kullarına: “Sen Benim yerime ver!” der.
İmtihan eder.
Bakar ki bu musluğunu idare ediyor mu?
Vermezsen verene ihânet olur. Küfrolur. Gider.
“Efendim felan zengin var, milyonları var, bilmem neleri var. Şunları var, bunları var. Herif prostat kanseri oldu. Amerika’ya gitti. İngiltere’ye Şuraya gitti. Buraya gitti. İflah olmadı!”
Zekât vermediği için Efendiler.
Bu zekât çok berbattır haaa.
Ama şimdi zekât veren yok, yok, yokkk!..
Herifin milyonları var. Arazisi var. Kasaları var, bilmem nesi var.
İki top basma alıyor. “Mahallede yetimlere dağattım!.”
Böyle zekât olmaz.
Bir, iki, üç, kırk mı?
Al babam. Kırk mı, vereceksin.
Bu gün hakiki zekât verecek adam yok oğlum, yok.
Hakiki zekât verecek adam olursa uçar bu gün oğlum uçar, havada gider.

Onun için bu üç gün kaldı Şabana.
Şu üç gün biraz mideni boş bırak.
Gece de sâcid ol biraz.
Allah’ın bu ayda inen bir âyet-i var ki, Cenâb-ı Allah’ın imzası o biliyorsunuz.
“Kul hüvallahü ehad.”
Bu âyeti de geceleri okuyun.
“Ne çıkar?”deme, “Ne çıkar?” deme.
Aşşağıda görürsün çıkacağını.
Aşağıda çok güzel televizyonlar var orada görürünür.
Bunu, üç gün oruç, Allah’onun önüne üç tane sıfır koyar.
Bu gün son üç gün.
Mi’ractan, mi’rac gecesinden o Şaban ayı girinceye kadar o üç gün var ya sen oruç tut.
“Efendim Cuma ya geldi.”
Cuma günü de tut.
Berbatlığı var ise at benim üzerime. Ben o yükü taşırım.
Öyle şey mi. İki gün tut, bilmem ne yok. Bunlar lakırtı.
Yalınız muayyendir oruç tutulmayacak günler başka.
Ramazan bayramının birinci günü.
Kurban Bayramının dört günü.
Tamam mı?
“Niye tutmayayım, Efendim Cuma.”
Cuması yok! Varısa kabahatı benim üzerime yüklersiniz. Çok semerim var benim taşırım.
Bu üç gün Ramazan orucu tutun!
Ramazan orucu diye Allah rızası için bağırsaklarını boşalt. Mânevî lavuman yap bağırsaklarını.
Ama: “Akşama ulan bi de tavuknan börek yiyeyim!” diye.
Böyle bir şey olmaz!
Oruç, doğrudan doğruya Allah’ın Rızası.

“Efendim peki aç durmaktan Allah’a ne?”
Ulan dedik ya Allah’ın imzası:
“Kul hüvallahü ehad. Allahüs samed. Lem yelid ve lem yuled. Ve lem yekün lehu küfüven ehad.”
Uyumaz, doğurmadı, bilmem ne etmedi. Değil mi? Bunlar değil mi?
Sana senden yakîn olan Allah gibi olmağa savaş!
Melekleşmeğe bak!.
Yeme bişey. Aç dur! Aç durmaynan ölmez insan.
Ben doktorun sana söylüyorum size.
Ama işkembesine bağlı olan iki günde geberir. O başka. O ölmez o geberir.

Onun için Ramazanda bir bardak sütnen tutabiliyor musun oruç.
Böyle için kıl gibi tertemiz olarak çıkarsın dışarı.
“Ama Efendim ben dayanamıyorum!”
Dayanamıyorsun o yine börek usulüne devam edersin.
“Oruç olur mu?”
Olur ya! Ama ooo tuhaf olur. Başka türlü olur!

Adamın biri hastalanmış gitmiş doktora. Meşhur bir doktora.
Midesinden rahatsızmış.
Demiş: “Doktor Bey benim midem, şöyle oluyor, böyle oluyor!” anlatmış. Doktorda: “Soyun!” demiş.
Soyunmuş. Bakmış bir saat.
“Peki!” demiş giyinmiş.
“Al şu reçeteyi bi de sütlü aç yazayım!” demiş.
“Amaaan bu iğneleri de!”
“Teşekkür ederim Doktor bey!” demiş çıkmış.
Aşağıya inmiş. Birden gerisin geri yukarı.
“Hırrrrrıııııt!” “Tak tak tak!” kapı.
“Ne var?” demiş doktor bey.
“Doktor bey müsaade ederseniz bir şey soracağım!” demiş.
“Hay hay demiş buyurun!” demiş.
“Sen bana demiş şunu, şunu, şunu sabah öğle ikindi yiyeceksin!” demiştin.
“Bunları yemekten evvel mi yiyeceğim yemekten sonra mı?” demiş.

Yani: “Ben yemek yemeyeceğim!” deyip de akşama börekleri mörekleri hazırlama!
Bir bardak süt. Bir bardak sütnen Cenâb-ı Allah’a yakınlaşmak lâzım.
Aç mideyle insan aynada göremeyeceğini bir kiremit parçasında görmeğe başlar.
Çünkü bütün hastaları insanın şeyidir.
Oruç, ömrü de uzatır efendim ömrü de uzatır.
“Ömür uzar mı?”
Uzar yaaa!..
“Efendim hani Allah indinde tesbit edilmiştir insanın öleceği de kalacağı da. Peki tesbit edilmişse ömrün uzun olsun diye dua etmek küfür olur o zaman. Değil mi?”
Ömür hikayesi Kur’ân-ı Kerimde “bir saniye eksilmez şey etmez.”
Siz şu adam, nasıl adam diye dönüp bakın.
Dünyaya 1900 senesinde doğdu diyelim. Şurada duruyor.
Bir de kıyametin kopacağı zaman vardır.
Diyelim o da 2000 senesinde kopacak.
1900 senesi burada 2000 senesi burada.
Kıyamet koptuktan sonra Cenâb-ı Allah.
Çok dikkat edin aziz cemaat! Bu çok mühüm bir meseledir.
Ruhları da yok edecek Cenâb-ı Allah. Ruhları da mahvedecek.
O zaman El Mütekebbir Esmâsıyla tecellî edecek.
“Ene Allah! İşte Ben Allah’ım!” diyecek.
İşte bu iki mesafedir.
Doğduğun dakika değişmez.
Ruhların mahvolacağı dakika da değişmez.
İnd-i İlahî de bunlar tespit edilmiştir.
Sen gelirsin, gelirsin, gelirsin şurda öldün.
Öl burası değişmez. Anlaşıldı mı?
Ömrün uzaması demek cesedde ruhun kalarak ibadatını mümkün olduğu kadar fazla yapması için dünya yüzünde onun için Allah ömrünü muzdat etsin denir.
Anlaşıldı mı?
“Ömür uzar mı?”
Uzar yaaa! Aç durmaknan.
Bundan üç ay evvel, Almanya da Kunisberg diye bir şehir vardır.
Kunisberg, Burada bir büyük Almanların Forsun İns Futurt Arama Enstitüsü diye bir enstitüsü vardır.
Burda. Burda Profosör Müller Kunt isminde bir adam var, halen yaşıyor.
Üç ay evvel onun bir çalışması çıktı, kitap halinde böyle yirmibeş sayfa.
Bana geldi bende var.
Adam İslâm Dininin bütün rukünleri üzerinde çalışıyor.
Kendisi Biyoloji Profosörü. 68-69 yaşında.
Şu beyaz fâreler vardır bilirsiniz. Beyaz fâreler.
Bunların ömrü üç senedir, 3 sene yaşarlar ölürler.
Allah o kadar tespit etmiştir bunlara.
İnsanlar da 100-120 sene, beş yüz sene de yaşamaz şimdiki insanlar.
Buğday, dokuz ay yaşar sonra da çürür gider değil mi?
Aynen olduğu gibi?
Yüz, bir yüz daha, bir yüz daha bir yüz daha.
Dört yüz tane sağlam fâre almış aynı yaşta, odalara koymuş.
Birinci yüzüne normal gıdasını vermiş, sabah, öğle, akşam. Bakmış bunlara.
İkinci odada olan yüz taneye günlük gıdasından fazla gıda vermiş.
O günlük gıdasını alanlar, normal alıp doyanlar; üç sene yaşamışlar, üç sene sonra ölmüşler.
Gıdasından fazla gıda verdiği de iki buçuk sene yaşamışlar. Hanı öküz gibi yiyenler!
Üçüncü yüz şeye bir gün yemek vermiş bir gün yemek vermemiş.
Bunlar dört sene yaşamışlardır.
Dördüncü yüz olan fârelere de bir gün yemek vermiş üç gün yemek vermemiş. Ne su, ne yemek!
Onlar altı buçuk sene yaşamışlar.
Bakın üç sene ömrü olan.
Onun için kitabında diyor ki: “İslâmların tuttuğu oruç çooooook büyük faydaları vardır.”
O kendi cephesinden şey ediyor.
Gâyet tabi faydaları var.
Şimdi o profosöre soralım: “sen onu fâreler üzerinde biliyorsun.
Bende insanlar üzerinde biliyorum!”
Öyle mubarek insanlar vardır ki İslâm içinde 85-92’a gelmiş başı ağrımamıştır mübareğin.
Dişinde bir tek çürük yoktur.
Çünkü daimi İslamî Edeb Rasûlullahın hıfzıssıhası, trafik yolu üzerinde yürür.
Hakiki islâma mükrop bile yanaşamaz.
Ama hakiki İslâm, nerede bulsak da eline ayağını yalasak!

Onun için şu üç gün bağırsaklarımızı, şeyi boşaltın.
Ondan sonra da Rasûlullah’ın Ayı geliyor, Şaban Ayı.
Bu ayda biliyorsunuz Receb Ayında “Kul hüvallahü ehad.”
Üç günüde oruç, geceleri de sabit, ayakta.
Uyuma, uyuma!
Gece saat akşam beşe altı kala, on kala akşam oluyor.
Sabah beş buçukta sabah namazı oluyor.
On iki saat uyku var. Hayvan gibi uyu istediğin kadar!.
Tabiii bunlar burdakilerine değil haaa!..
Sobayı yakarsın ısısını sana verir.
Duman da çıkar gider havadan şeyden.
Şaban ayında da Rasûlullah Efendimizin Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizin Kabr-i Mübâreklerine, Ravza-yı Mutaharasına salâvat-ı şerife.
Dilin yettiği kadar: “Allahümme salli âla Muhammedin ve alâ âli Muhammed!”
Otur bir yerde salâvat-ı şerife getir.
Çünkü Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimiz buyurmuş ki: “Salâvat-ı Şerifeler, benim kabrimin yanında salâvat-ı şerife getirirseniz ben duyarım!” diyor Hadis-i şerif.
“Uzaktan yaparsanız!” diyor.
Her Cuma günü görünmeyen jet uçaklarıynan, tayyareler melekler yüklerler ona.
Sizin anlayabileceğiniz şekilde söylemek için söylüyorum.
“Bu Salâvat-ı Şerifeler yüklenir bana arz olunur!” diyor Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem.
Bazı Salâvat-ı Şerifeler de vardır ki jet uçağına lüzum yoktur.
“İçerki odadan Katip Mehmed Efendiyi bana çağırın!” dedik.
Şu çocuğa dedik kalktı gitti dedi ki: “Sizi içerden istiyorlar”.
Bi vakıt geçti. Bi de “çin çin çin!” zil çalarsın.
Bi de buradan düğmeye bastı mı: “Mehmed Efendi buraya gel, hemi çabucak!”
Öyle salâvat-ı şerife de vardır haaaa.
Öyle jet uçağına lüzum yoktur.
İki kelime söyledin “viiiiiiijiit!” diye gider.
Orayı bombardıman edeceksiniz.
Amma salâvat-ı şerife boğaztan çıkmayacak, Kalbten çıkacak.
Çünkü her insanın kalbinde Nur-u Rasûlullah vardır.
Zâten namaz, niyaz bütün oruç, bu ibadatlar insanın şeklini değiştirmez. Sarı iken kırmızı, mavi gözken sarı göz, sarı gözken yeşil göz yapmaz!
Ne ise insan o dur.
Bir elma ağacının altına bakarsanız, elma güzel kırmızı olur.
Fakat elmadan üzüm olmaz.
İbadette insanda bulunan bir hassayı ortaya çıkarır ki o da Nur-u Rasûlullahtır.
O nur ile birlikte geceleri Rasûlullahu Sallallahu Aleyhi Vessellem Efendimizin Ravza-yi Mutaharasını bombardıman edeceksin, Salâvatla.
Ordan bir delik açtığın zaman nasıl ki ayna kırıkları bir yamacın üzerine düşer de güneş vurdu mu yıldız gibi parlarlar.
O zaman kalbinden Rasûlullahu Sallallahu aleyhi Vessellemin içindeki senin kalbindeki nura bir huzme gelir.
Bakınız şu elektriklerde şimdi elektrik gelmiş orda bekliyor.
Şurdaki aşağıdaki düğmeğe basmak lâzım.
Bastı mı fenere geçecek.
Senin iç inde duruyor ama sen haberinde değilsin.
Bağırsakların bilmem neyle dolu, kafan şunnan dolu.
Bilmem neyin şunnan dolu bunan dolu.
İşte salâvat-ı şerife buradan giderse oradaki düğmeye basmış olursun.



KELİMELER:

Receb: Azametli, heybetli. Ta'zim etmek. * Cennet'te bir nehir ismi. * Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi. * Erkek ismi.
Abid: İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle.
Lâşe: Cife. Kokmuş et parçası.
Mutaf: (Tavâf. dan) Etrafında tavaf olunan, dönülen.
Burak: Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)
Teşrif: Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak.
Lemyezel: Zâil olmaz, bâki, zeval bulmaz. Daimî olan.
Cife: Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
Settar: Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten.
Mi’rac: Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. * Huzur-u İlâhî. Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ruhen, cismen, hâlen çıkması mu'cizesi ki; en büyük mu'cizelerinden birisidir.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nasılki Arz ahâlisine inşikak-ı Kamer mu'cizesini göstermiş; öyle de: Semâvat ahâlisine, Mi'rac mu'cize-i ekberini göstermiştir. İşte Mi'rac denilen şu mu'cize-i âzamı, Otuzbirinci Söz olan Mi'rac Risalesi'ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu'cize-i kübrâyı, ne kadar nurani ve âli ve doğru olduğunu kat'i bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da isbat etmiştir. Yalnız, mu'cize-i Mi'racın mukaddimesi olan Beyt-ül-Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, Ondan Beyt-ül Makdis'in târifatını istemesi üzerine hâsıl olan bir mu'cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:Mi'rac gecesinin sabahında, Mi'râcını Kureyş'e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: "Eğer Beyt-ül Makdis'e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis'in kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize târif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki: $Yâni: "Onların tekziblerinden ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül-Makdis'i bana gösterdi; ben de Beyt-ül-Makdis'e bakıyorum, birer birer herşey'i târif ediyordum." İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül-Makdis'ten doğru ve tam haber veriyor...Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş'e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm kâfileniz yarın filân vakitte gelecek. Sonra o vakit kâfileye muntazır kaldılar. Kâfile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikın tasdikıyla, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yâni Arz, O'nun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tâtil etmiştir ve o tâtili, Güneş'in sükunetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın birtek sözünün tasdikı için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şâhid olur. Böyle bir Zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın, ne derece bedbaht olduğunu.. ve O'nu tasdik edip emrine $ diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla. M.)
Vesile: (Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. (El-Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)
Tecellî: Görünme. Bilinme. * Kader. * Allah'ın (C.C.) lütfuna uğrama. * İlâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi. Hak nurunun te'siriyle kulun kalbinde hakikatın bilinmesi.(Fıtrat yalan söylemez. Meselâ : Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv der ki: "Sünbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Meselâ: Yumurtada bir meyelân-ı hayat var. Der: "Piliç olacağım" Biiznillâh olur, doğru söyler. Meselâ: Bir avuç su, incimad ile meyelân-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım. "Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte şu meyelânlar irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. M.N.)
Şaban: (Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek.(Yakîn: Ma'rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma'rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi'den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
İnd-i İlahî: Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında.
Hıfzıssıha: (Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan bahseden hekimlik kolu veya sağlık bilgisi. * Sıhhatini korumak. Sağlığını muhafaza etmek.
Ravza-yi Mutahara: Fahr-i Kâinat Aleyhi Efdal-üs-Salavat ve Efdal-üt-tahiyyât Efendimizin Kabr-i Şerifiyle Minberin arasındaki saha.


ÂYETLER:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

Resim---“Sübhanellezi esra bi abdihi leylem minel mescidil harami ilel mescidil aksallezi barakna havlehu li nüriyehu min ayatina innehu hüves semiul besiyr: Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ 17/1)


اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانشَقَّ الْقَمَرُ

Resim---" İkterabetis saatu venşakkal kamer: Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1)


قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ اللَّهُ الصَّمَدُ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ

Resim---“Kul hüvallahü ehad. Allahüs samed. Lem yelid ve lem yuled. Ve lem yekün lehu küfüven ehad : De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (İhlâs 112/1-4)


HADİSLER:

Resim---“Lâ yese'unî erdî ve lâ semaî ve lâkin yese'unî kalbü abdil mümini : Yere ve göğe sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım.”
(Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 195)


****************************************

Re: Mi’rac (Puan: 1)
Gönderen: kulihvani Tarih: 28.12.2009 Saat: 21:10
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Ruhun ebediyyen şâd olsun Aziz Hocamız DERMANımız!
İnşaallah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

''KENDİ'' miz ''OL''-amaz mıyız !!!!
Tarih: 23.12.2009 Saat: 22:52 Gönderen: kulihvani

Resim

"KENDİ" miz "OL"-amaz mıyız !!!!
Halim KÖK

Muhammedî YOL’ a tabîî olamayan insan AKLI;
Sevdiği bir insanın cansız bedenini gördüğü hâlde…
Onun ölmüş olabileceğini kabullenmeye direnir.

Gördüğü… şahid olduğu bu durumun
GERÇEK olmadığına kendini inandırmak için tüm imkânlarını kullanır…
BİLdiği her yolu dener…
Ve bunu ancak YAŞAYAN BİLİR…

Ben rahmetli anamın ölümünde yaşadım bunu…
Ölüm sözü soğuk geliyor insana…
Belki de o AN’A kadar GÖNÜL’ de sıcaklığını koruyan AN ve ANI’ larımın
NEDEN’ i olan ANA’ mın…
Gözümüzün önünde değişen o sureti…
Soğuyan bedenidir böyle düşünmeme neden olan…

Gördüğümün farkında olsam dahi… AKLIm asla kabul etmek istemedi…
Çoktan ruhunu teslim eden anama çaresiz bir telaş içinde…
Acemice-bilinçsizce… Ağzından burnundan nefes vermeye çalışırken…

“Kalbi… Nabzı atıyor mu?” düşüncesiyle bakmaya anlamaya çalışırken…
Ve tepeden tırnağa titreyen halimle tüm bedenimde depremler yaşıyorken…
Kalbin, nabzın atıp atmadığını duymamın mümkün olamayacağını düşünemeden…

Ama duyduğumu kabul ettim… Ya da duymak istediğimi…

Abimler, anamla ilgilenirken ben gittim odama…
Yarım bıraktığım dersimi çalışmaya devam ettim…
Sanki hiçbir şey olmamış gibi…
Sabah okula gittim… Sınavıma girdim…
Sınavlar devam ediyordu… Vize dönemiydi…
Ertesi gün de… Ertesi gün de…

Tükendiğimi ve izin almak zorunda olduğumu hissettim sonunda…
Ve kendimi hocamın odasında buldum.
- Hayırdır Halim… Neyin var?
Diye sormasaydı Hocam…
Kendime dahi söyleyemediğimi asla söylemeyecektim.
- Anam… Diyebildim sadece… “ÖLDÜ” diyemeden…
Kaç gündür bastırdığımı sandığım gözyaşlarım artık beni bastırdı…

Bu noktadan itibaren artık aklın gidebileceği bir yer yoktur…
Yenik düşer… ACİZ’ liğini anlar…
Çünkü bildiği yollar tükenmiştir…

Burası, Mir'aç gecesi Sidret-ül Münteha'da;
“Bu çizgiden bir adım daha ileri gidersem yanarım”

Buyuran Cebrail (as) ‘ in durumu gibidir…

Döner gelir tekrar bu yana… Yaşama doğru…
Çünkü Aklın Sidret-ül Münteha'sı da doğum ile ölüm çizgileri arasındadır…

Doğum ile sahib olduğu VAR’ lığın SAHİB’ liğinden ÖLÜM ile azledileceğini anlar.
Bu nedenle ölüme böyle direnir de yeni doğanı sorgusuz,
sualsiz ve sevinçle kabul eder… SAHİB’ lenir…

Sevdiği insanın ölümünde akıl kabul etmek istemese dahi
SAHİB’ lendiğinin elinden alındığını ve çaresizliğini, acizliğini anlamıştır…
Kendinden üstün ve karşı koyma imkânı bulunmayan bir iradenin varlığına ŞAHİD olur…
Ama BİLemez… ANlayamaz… Çünkü O kendi gibi değildir…
KENDİ GİBİ olmayanı bilmek ise imkânsızdır…

Fakat BİLmeyi-ANlamayı imkânsız görse de AKLI artık sürekli;
Sidret-ül Münteha’ nın bir adım ilerisini…

Kendini bu çizgiler içinde sınırlayan…
ACİZ KILAN ÜSTÜN İRADE SAHİB’ ini düşünür durur…

Cebrail (as) “Yanarım” buyuruyor…

Yanınca ne olur?
Bir yanı ateş olur… Isı olur… Göklere yükselir…
Bir yanı kül olur yerde kalır…

Yerde kalan ölenin cansız bedenidir…
Yükselen… Çıkan giden ise ASIL SAHİBlendiğimiz…
BİZ dediğimiz… BİZİM dediğimizdir…

Biz insandaki SICAKlığı mı yoksa KÜL' ü mü sevmekteyiz…

KÜL’ ü seviyor olsak o bir yere gitmemiştir ki gözümüzün önündedir halen…
Götürür kendi ellerimizle gömeriz toprağa…

Sıcaklığını seviyorsak o yok olmamıştır… Sadece biz dokunamamaktayız…
Bizi üzen de budur… Biz alıştığımız… Sevdiğimize yakın olamadığımız için üzülürüz…
Gerçekte ise BİLmiyor OLduğumuz için…

“Sizi sınayacağız… Ta ki bilelim” Muhammed Suresi, 47/31.

İşte “Muhammedi YOL’ a tabîî olamayan bir insan AKLI”

Derken bunu kasdetmekteyim.

Sınanırken; “SİZ” buyuran…
BİLmeye gelince “BİZ” buyurmakta…

O ana kadar BİLDİKLERİ ile hüküm veren AKLI;

Yaşamın ve ölümün gerçekte bir sınama olduğunu yeni anlamıştır.

Sevdiği bir insanın ölmesi ona yapılan bir haksızlık, bir zulüm değil…
GERÇEK SEVDİĞİ’ ni bilmesi, ANlaması için bir SINAMA’ dır...

Bu yüzden artık eskisi gibi üzülmez ve ÇİZGİ’ yi geçmeye…
YANMAYA GÖNÜL’ lü olur…

Şimdi iş Muhammed SAV ile Sidretül Münteha’ ya varabilmek ve
oradan BİR’ likte geçebilmektir…

AŞK ta bu değil midir ZAT-en… Sevmek ve Sevdiğin için yanmak…

O ana kadar sevdiğinin ardından ağlayan AKLI bu şekilde kendi çizgilerini kendisi çizdiğini fark eder…
Oturup ağlamak, beklemek… Acizliğe mahkûm olmaktan başka nedir ki…

Hem, gerçek SEVEN, SEVDİĞİNİN PEŞİNDEN GİDER…

Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster”

Diyen Hz. İbrahim (as)’ a
“Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. “
Bakara Suresi 260/2

Buyrulmasının nedeni bu olsa gerek…

Çünkü asıl ölüm alıştığın… Sevdiğin YÂR’ dan ayrıldığında YAŞADIĞIN’ dır…

Beden diri olsa dahi… Hakikat ZAHİR’ den ibaret değildir…

Öyle olsa Sav Efendimiz;
“Rabbim, bana eşyanın hakikatini göster”
diye dua etmezdi…

Çekirdeğin ölümü… Ağacın dirilmesidir…

Ağaç; Zahirdeki ÇEKİRDEK’ in BATIN’ ında GİZ’ li OL-AN değil midir!

ZAHİR’ deki (Çekirdek) ZAHİR’ likte YOK olup BATIN’ olarak VAR olurken…
BATIN’ daki (Ağaç) VAR olarak ZAHİR’ e çıkmakta… Ve BATIN’ lıkta YOK olmakta.

Öyleyse; VAR olmak ya da YOK olmak ancak bir hâlden bir hâle geçmek demektir…

Ve buna göre “YOK” luk ancak “YOK” un kendisi için hakikattir…
Oysa “YOK” un kendisi olsa ZAT-en “YOK“ denmez…

Öyleyse YOK dahi kendi hakikatini talep ederken
VAR OL-AN insan AKLI neden KENDİ HAKİKÂTİ’ ni talep etmesin…

Fakat bir HÂL’ den başka bir HÂL’ e geçmek mümkün ise AKIL…
Hangi HÂL’ de KENDİ HAKİKAT İ’ ni BİLebilir?

O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır. (Furkan Suresi 53/25)

Görünmez PERDE’ nin diğer yanına geçemeyen DENİZ’ in SU’ yu değil…

Suyun ACI’ lığı veya TATLI’ lığıdır…

Bu yanda ACI olan SU… Diğer yana geçtiğinde TATLI olmakta ise;
Hakikatte ACI veya TATLI oluş SU’ yun ZAT' î bir özelliği değil…
Bulunduğu HÂL’ in… VASFIN adıdır…

Bir şeyin bulunduğu HÂL’ i BİLmek KENDİ’ ni BİLmek demek değildir.

İnsan için;

“Kendini (Nefsini) bilen, Rabbini bilir”
Buyrulmuş…

İnsanın KENDİ’ ni BİLmesi… RAB’ bini BİLmesi’ nin AYN’ ı mıdır?

Yani;

AYN’ ılık BİLMEK açısından mıdır?

BİR ŞEY; “KENDİ” nin AYN’ ıdır desek…

Bu AKIL’ a göre doğrudur… Lâkin;

Bir ŞEY’ in AYN’ ı olmak… KENDİ OL-maktan farklıdır…

Çünkü AYN’ ı oluş veya olmayış İKİ ŞEY için düşünülebilinir.

İKİ’ ŞEY' in AYNI olduğuna veya olmadığına dair verdiğimiz hükümde
delilimiz ise o İKİ ŞEY’ in VASIF' larına dair BİLGİ’ mizdir.

Oysa VASFI bilmek o ŞEY’ in KENDİ’ ni BİLmek değildir…

TATLI SU, ACI SU’ dan farklıdır demekle SU’ yu BİLmiş olmayız…

TATLI SU… TATLI SU’ yun AYNI’ dır demekle de bahsettiğimiz İKİ SU' yu ancak TATLI’ lıkları yönünden AYNI BİLmiş oluruz…

Başka vasıfları nedeniyle farklı olabilir.

Ancak AKLI;

BİR ŞEY’ e İKİ VASFI nedeniyle AYRI’ dır dediği için...

AYRI dediği İKİ ŞEY' e de VASIF' ları AYNI OL' duğunda AYNI dır der...

Oysa;
HAKİKAT' te KENDİ BİR OL-AN...
AYRI olan VASIFları nedeniyle İKİ ŞEY olamayacağı gibi

HAKİKAT' i AYRI OL-AN İKİ ŞEY VAR olsa VASIF' ları AYNI OLmakla HAKİKAT' te BİR olamaz…

Öyleyse VASIF’ lardaki AYNI oluş veya olmayış
ŞEY’ in HAKİKATİ’ ni değiştirmez.

Buna göre;
KENDİ’ ni BİLMEK… BİLGİ’ den ziyade OL’ uşa ilişkindir…

Çünkü VASIF’ lar değişebilmektedir…

Öyleyse iş KENDİ’ n OL-maktan ibarettir…

Peki, BİZ KENDİ’ miz olamıyor muyuz?

Oysa;
“BİR ŞEY KENDİ’ nin AYN’ ıdır” dediğimizde AKIL buna “DOĞRU” demişti…

AKIL hangi AN’ da KENDİ olabildi…

İnsan bu Âleme doğduğu AN’ dan itibaren
Maddi ve manevi olarak sürekli bir değişim içinde bulmadı mı KENDİ’ ni…

Sürekli değiştiği HÂL’ de…
KENDİ OL-AN’ ı nasıl bilebilir insan ve nasıl SÜREKLİ KENDİ’ nin AYNI OLabilir…

“Değişmeyen tek şey değişimin KENDİ’ sidir… “ denmiş…
Yani Değişmeyen TEK ŞEY HAKİKÂT’ tir…

Bu Âlemde ise BİLdiğimiz değişmeyen BİR ŞEY olmadığıdır…

Öyleyse bu ÂLEM’ de ancak

HAKİKÂT’ in önüne çekilen ÖRTÜ’ yü BİLebiliriz...

Acı veya Tatlı oluşu SU’ yun SU olduğu gerçeğini değiştirmez…

DENİZ’ de VASIF’lar açısından İKİ’ lik (ÇOKLUK)
SU açısından BİR’ lik VAR’ dır…

DOĞUM’ un tatlı ÖLÜM’ ün ACI oluşu BİZ’ im bulunduğumuz HÂL’ deki
VASIF’ larımız nedeniyledir… HÂLler değişir… VASIF’ lar değişir…
HAKİKAT değişmez BİR’ dir…

BİR’ i EN İY BİLEN ise BİR OL-AN’ dır…



20.12.2009-01:15
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

SEViyelenMEK ~ SEVİyeleŞMEK
Tarih: 25.12.2009 Saat: 02:14 Gönderen: kulihvani

Resim

SEViyelenMEK ~ SEVİyeleŞMEK

Ankakuşu

SEViyelenMEK...
Seviyelenmenin ilk ve ana kuralı SEVMEK olsa gerek…
Sevmek ise Muhammedi Merhamet, Muhabbet ve Hasbî Hizmet ile olabilir..
Ancak sevmenin ilk şartı da tanımaktan geçer...
Öyle ya, insan tanımadığı birisini sevebilir mi?..
İlim – İrade – İdrak ve İştirak bazında T-AN-ımak ;
O kişiyi AN da yaşamak demek olabilir mi?..
Bir düşünün her AN onunla olduğunuzu, aynı et – tırnak gibi..
Parmaktaki yüzük öylemidir?.. istediğin zaman çıkarırsın..
Gerçek dişler ile takma dişler aynı mıdır?..
Zaten sahte şeyler başkalarını da korkutur, ürkütür, kendinden uzaklaştırır…
Geçenlerde babam takma dişlerini çıkarıp taktı da bunu gören küçük yeğenim korktu..
Sahte sevgilerde güvenilir olmaz ve kaçırır insanı..
Gerçek sevgi zor bulunur ama kolay yaşanır…


SEVİ : Muhabbet, sevgi, aşk.
SEVA : Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi.
SEVİLE : İnsan topluluğu.
SEVİYY : Bir, beraber. Düz, doğru.
SEVİYYE : Müsavilik, birlik, beraberlik. Düzlük, doğruluk.
SEVİYYEN : Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak.
SEVİYYET : Eşitlik, müsavilik, denklik.


SEViyelenMEK...
Seviyelenmenin ilk ve ana kuralı SEVMEK olsa gerek…
Sevmek ise Muhammedi Merhamet, Muhabbet ve Hasbî Hizmet ile olabilir..
Ancak sevmenin ilk şartıda tanımaktan geçer...
Öyle ya, insan tanımadığı birisini sevebilir mi?..
İlim – İrade – İdrak ve İştirak bazında T-AN-ımak ; o kişiyi AN da yaşamak demek olabilir mi?..
Bir düşünün her AN onunla olduğunuzu, aynı et – tırnak gibi..
Parmaktaki yüzük öylemidir?.. istediğin zaman çıkarırsın..
Gerçek dişler ile takma dişler aynımıdır?..
Zaten sahte şeyler başkalarını da korkutur, ürkütür, kendinden uzaklaştırır…
Geçenlerde babam takma dişlerini çıkarıp taktı da bunu gören küçük yeğenim korktu..
Sahte sevgilerde güvenilir olmaz ve kaçırır insanı..

Gerçek sevgi zor bulunur ama kolay yaşanır..

Bir gün ERmişlerden birine sormuşlar: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" diye..
"Ee gelin, göstereyim" demiş..
Önce sevgiyi dilden gönlüne indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış…
Hepsi oturmuşlar yerlerine…
Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından derviş kaşıkları denen bir metre boyunda kaşıklar gelmiş..
Ermiş: "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş..
Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler..
Fakat o da ne?.. Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına…
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan...

Bunun üzerine: "şimdi de sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.." demiş Ermiş..
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen nurlu insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa...
Buyurun deyince, her biri uzun boylu kaşığı çorbaya daldırıp karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş…
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan...
Ermiş demiş ki:
"İşte kim ki gerçek sevgi sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın; gerçek sevgi pazarında alan değil veren kazançtadır daima..."


وَالْعَصْرِ إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

Resim--- “Vel asr. İnnel insane le fi husr. İllellezine amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakki ve tevasav bis sabr : Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”
(Asr 103/1-3)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

Resim --- ''Ya eyyuhellezine amenustecibu lillahi ve lir rasuli iza deakum lima yuhyikum va'lemu ennellahe yehulu beynel mer'i ve kalbihi ve ennehu ileyhi tuhşerûn..: Ey inananlar! Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, ALLAH ve Resûlüne uyun... Ve bilin ki ALLAH kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız..."
(Enfâl 8/24)


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

Resim--- ''Ya eyyuhellezine amenuttekullahe ve kunu meas sadikîn..: Ey imân edenler! ALLAH (celle celâluhu)'dan korkun ve sadıklarla beraber olun..."
(Tevbe 9/119)


وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِحِينَ
Resim --- ''Vellezine amenu ve amilus salihati le nudhilennehum fis salihîn. .: Îmân edip sâlih amel işleyenleri muhakkak sâlihler içine dahil ederiz. (katarız)."
(Ankebût 29/9)


إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ

Resim --- ''İnnellezine kalu rabbunellahu summestekamu tetenezzelu aleyhimul melaiketu ella tehafu ve la tahzenu ve ebşiru bil cennetilleti kuntum tuadûn. .:Şüphesiz, RABB'imiz ALLAH'tır deyip, sonra dostoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin size va'dolunan cennetle sevinin!"derler"
(Fussilet 41/30)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُواْ فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

Resim--- ''Ya eyyuhellezine amenuttekullahe vebteğu ileyhil vesilete ve cahidu fi sebilihi leallekum tuflihûn. .: Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz."
(Mâide 5/35)


SEVİyeleŞMEK ise bambaşkadır..
Manevî anlamda SEVİŞMEK denince aklıma ilk gelen Âşık Cemal amcanın ; “BİZ Kul İhvani ile çok sevişiriz!..” sözüdür..
Âşıkların sevişmesi Muhabbetle olunca..
Muhabbet, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'den olunca..
O ise zâten ve ezelden Habibullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'dir.

Kul İhvanî de muhabbeti zevklenmiş bir zaman;


Muhammedî AŞKın MEŞKi, YAŞAnAN hayat-MİHENKtir.
Kırk kanatlı salâvâtla ARŞ’a uçuşan ÂHENKtir.
MUHABBET Bağında bahar: DUYdu-UYdu CAN dirildi.
Sînemdeki SEVGİ Gülü, bin bir koku-yedi RENKtir…


14.03.2007 14:38
Solingen-Almanya



Resim-----Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!"
(Müslim, İman 93, (54); Ebu Davud, Edeb 142, (5193); Tirmizi, İsti'zan 1, (2589).)

Resim----Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler."
(Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66, (2586).)

Resim----Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Aziz ve Celil olan Allah Teala hazretleri Kıyamet günü şöyle diyecek: "Benim celalim adına sevişenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!"
(Müslim, Birr 37, (2566); Muvatta, Şi'r 13, (2952).)

Resim ----Hz. Mu'az İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teala hazretleri buyuruyor ki: "Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler."
(Tirmizi, Zühd 53, (2391).)

Resim ----Ebu İdris el-Havlani, Mu'az İbnu Cebel radıyallahu anh'den naklediyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: " Allah Tebareke ve Teala Hazretleri şöyle hükmetti: "Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenler, benim içiin birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur."
(Muvatta, Şi'r 16, (2, 953, 954).)

Resim----Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıbta ederler."
Orada bulunanlar sordu: "Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!" "Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler. Ve şu ayeti okudu:
"Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler" (Yunus 62).
(Ebu Davud, Büyü 78, (3527).)

Resim ----Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretleri anlatıyor:
"Resûlullah buyurdular ki:
"Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!"
Yanındakiler sordu:
"Kimin için ey Allah'ın Resulü?"
"Allah için, kitabı için, Resulü için, müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman müslümanın kerdeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin ayinesidir, onra bir rahatsızlık görürse bunu ondan izale etsin."

(Tirmizi, Birr 17, 18, (1927, 1928, 1930); Müslim, İman 95, (55).)

Şimdi Rasulî Seviyelenmek ile ilgili gönül gözü bir şey gördüğünü iddia etti, parmaklarda ben bunu çizerim dedi…
Sonuç :


Resim

Şimdi ben ne anladım, sen ne anladın, o ne anladı ve BİZ ne anlamamız gerekiyor düşünelim lütfen…

Anka kuşu’nun anladığı şu ki:
Küçük-büyük, cahil-kâmil, alt-üst demeden kalblerimizi Rasulullah s.a.v. Efendimizin kalbinde Muhammedi bir bağ ile birleştirip bileşik kaplar haline getirirsek Nurullah’tan kaynayan Nur-u Mim Çeşmesinden akan İlahî İlim ve Muhammedi Edeb SUyunu kalblerimize-kaplarımıza doldurarak ancak Rasulî Seviye’ye ulaşılabiliriz inşaallah…
Bu Rasulî Seviyeyi BİLen, BULan ve BİZ OLan her cAN; İmam-ı Mutlak, Rehber-i Mutlak, Mürşid-i Mutlak ve Resûl-ü Mutlak Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizi DUY-AN ve UY-ANların içinde BİZ BİR-İZ de YAŞAr inşâallah...
Sevgimiz ve Saygımız da Rasulullah s.a.v. Efendimizin bUYurup UYguladığı Rasulî Seviyeyi aşamaz…

Unutmamalıyız ki Muhammedi Tasavvufta kimse kimseye bilgi yükleyemez, kendinden bir şey veremez, alamaz ve satamaz…
Ancak onda olan ortaya çıkarılması ve çıkarması için hizmet edilir merhameten ve muhabbeten…
İşte seviyelenmek budur!..
Sadakatle – Samimiyetle ve birbirimize Sabrı tavsiye ederek Şeriat-ı Garra YOLunda yürüyerek Can Cana olur el ele tutarsak elimizin üzerinde Allahu zü’l- Celâl in eli vardır..

Diğer taraftan sırat-ı Müstakîm üzere gidemeyiş ve İblis uşaklığıyla olagelen edebsizlik de seviyesizlik olmasın…

Tek derdimiz Rasulullah s.a.v.’in gönül çeşmesinde bulunmak veya bulunamamak…
Kiminin fincanı vardır, kiminin kazanı.. Ancak kimin neyi varsa bu çeşmeye koşmalı değil mi!..
Kabımızı ters çevirmedikten sonra veya eksik-fazla dolmayı şeytan işi bildikten sonra ve seviyeyi seviyeleyici Rasulullah s.a.v. Efendimize bırakarak; İlâhî İlim, Ehl-i Beytî Edeb, Muhammedî İrfan ve Rabbânî ERkAN Tâlimi-Öğretimi ve Terbiyesi-Eğitimine iştirakte bulunuruz inşaallah…

O halde BİZ BİR olalım da İmam-ı Mutlak Rasulullah s.a.v. Efendimizin, aynı Kâbe İmamının cemaatı namaz öncesi “istevuu…” çağrısı = seviyelenin emrini söylediği gibi “SEVİYELENİN!..” çağrısını DUYup UYalım inşaallah…


آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّن رُّسُلِهِ وَقَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ

Resim--- ''Amener rasulu bi ma unzile ileyhi mir rabbihi vel mu'minun, kullun amene billahi ve melaiketihi ve kutubihi ve rusulih, la nuferriku beyne ehadim mir rusulih, ve kalu semi'na ve eta'na ğufraneke rabbena ve ileykel masîr. .:Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” Şöyle de dediler: “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlama dileriz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.”
(Bakara 2/285)

Bir de kalblerimiz, yemek tabakları gibidir, kirlenebilir.. genetik veya çevresel, geçmişteki kirlerimizden arınmalı…
Mesela sirke küpüne bozulacak bir şey koyamayız.. kapta bir damla sirke kalmış dahi olsa koyacağımız bir sürü balı hebâ etmiş, bozmuş oluruz…
Onun için önce edeblenmeli, sonra temizlenmeli ve daha sonrada tasfiye edilmeli - arıtılmalı yani... kalblerimizin cilalanması işi ise Rasulullah s.a.v. Efendimize ait olmalı sanki...

Bakınız nasıl da merhamet duamızı herkese yapmamızı emretmekte Rahmetenlilâlemin olan Muhabbet Sultanımız Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):


“Allahümme islâh ümmet-i Muhammed,
Allahümme Ferec an ümmet-i Muhammed,
Allahümme irham ümmet-i Muhammed rahmeten ammeten!..


Allahım ümmet-i Muhammed’i islâh et,
Allahım ümmet-i Muhammed’e ferec ver (çıkış yolu, kurtuluş sebebi),
Allahım ümmet-i Muhammed’e merhamet et. Umûmen hepsine Yâ RABB’imiz!...”


Âmin!..
Yâ Muin (celle celâluhu)!...
Yâ Lâtif (celle celâluhu)!...
Yâ Kerîm (celle celâluhu)!...
Yâ Rahîm (celle celâluhu)!...
Yâ Rahmân (celle celâluhu)!...
Yâ Hannân (celle celâluhu)!...
Yâ Mennân (celle celâluhu)!...
Yâ Deyyân (celle celâluhu)!...
Yâ Furkân (celle celâluhu) !...
Yâ Sultân (celle celâluhu)!...
Yâ ALLAH (celle celâluhu) !...


Bir hikâyeyle son verelim zevkimize;

Vücud uzuvları bir gün kendi aralarında toplantı yaptılar.
Hepsi mide için çalıştıklarından şikayetçiydiler.
Halbuki, mide hiçbir şey yapmıyordu ve onlar olmadan da hiçbir şey yapamazdı.
Oldukça sinirliydiler.
Toplantının sonunda organlar artık midenin isteklerini yerine getirmemeye karar verdiler.
Öyle ya, mide için çalışamazlardı.
Göz, ben bundan sonra seçmeyeceğim, diyor; eller, tutmayacağım; ağız gıdalarını kabul etmeyeceğini söylüyor; dişler çiğnemekten vazgeçtiğini haykırıyor; ayak, mide için adım atmama kararını ifade ediyordu.
Dediklerini yaptı, mideyi boş bıraktılar.
Fakat aradan çok geçmemişti ki, gözler bulanmaya, eller titremeye, ağız kurumaya, dişler çürümeye, ayaklar takatsiz kalmaya başladı.
Görünen o ki, mide onlarsız hayatını sürdüremese de, onlar da midesiz yaşayamayacaktı.
Bir vücudu meydana getiren bütün uzuvların bir biri için çalıştığını ve böyle bir birliktelik olmadan yaşayabilmenin mümkün olmadığını anladılar.
Demek ki, herkes birbiri için çalışıyordu ve her uzvun eksikliği hissedilecekti.

MuhaMMedi MuHABBEt ve Rasulî Seviye dilek ve dularımızla..



****************************************

Re: SEViyelenMEK ~ SEVİyeleŞMEK (Puan: 1)
Gönderen: kulihvani Tarih: 28.12.2009 Saat: 20:51
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)

Anka kuşumuz,
Çilekeşler ÇÖPlüğünden CAN ÇÖLüne GEÇişte,
ÇEKen ÇEKtiren ÇEKilen BİZ BİR İZ BİLEliğini ANlayış ve ANaltışınızdan,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hoşnuttur ve Hasbî Hizmeti de BUdur İnşâallah..


Yâ Latîf celle celâlihu: Tecellisini Celâlinden Yapan RABB'ımız Bize Lütfet!
Yâ Kerîm celle celâlihu: Tecellisini Celâlinden Yapan RABB'ımız Bize İKRAM Et!
Yâ Rahîm celle celâlihu: Tecellisini Celâlinden Yapan RABB'ımız Bize RAHMET Et!
Yâ Vedûd celle celâlihu: Tecellisini Celâlinden Yapan RABB'ımız Bize AŞK u Vuslat VER!


ZEVK 3954

Sırr-ı RAHMÂN Nefhasıdır, AN-KA KuŞu’mun NefeSi!
Kendin BİLip–RABB’ın BİLen, SaHiB’inden DUYar SESi!
İFRAT ve TEFRİT ŞeRRini, İ’TİDALle HaYR EYLE cAN!
İNKÂR-İKRÂR TEVHİDidir, RESÛLULLAH (sav) SEV-iyesi!..


28.12.09 13:39
ayazağa-istnbl.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

BAŞARI
Tarih: 27.12.2009 Saat: 10:41 Gönderen: kulihvani

Resim

BAŞARI
nur-ye

BAŞ+ARI=BAŞARIyı getiriyor!
Ve; KENDİ HAYYaline doğru gidiyorsa İNSAN!

Başarı arı gibi çalışmak gerektiğini avaz-avaz bağrıyorsa..
Niye çalışılmasın ki!
Çalışmayana AŞ verilir Mi?
''dışın durgun, İÇin SERİ olmalı!'' diyor ve ekliyorsa,
''önce kendi kanatlarına güven! kendine güvenmeyen UÇamaz!'' diyorsa..
İÇ SESinden HAYYkırıyorsa tekrar CAN DOST!
‘’Kanatlar açılmayınca büyüklüğü anlaşılmaz!’’ diyorsa.. .

Kırılsada, parçalara ayrılsada her parça yine AYNı ŞEYleri söylüyorsa...

Yılmadan çalışması gerekiyorsa...
Çalışmalı elbet hem de daha fazla..
İçeride ki kemirilmelere fırsat vermeden daha fazla!
Senelerini verdiği uğrunda saçlarını ağarttığı olgulardan taviz vermeden...
Bütün delikleri tıkayarak en ufacık bir aralıktan içeriye girmesine izin vermeden çalışmalı hem de daha fazla çalışmalı...

yazdan kalan bir yaşananı anlatmak isterim ;

''köyde ki bağ evimize bir fare girmiş didiklemiş her şeyi aradık annemle..
her yeri baktık ki çekyatın altında 4 tane yavrusu ile yatmakta..
ne yapalım diye düşünürken bıraktı yavrularını can havliyle kaçtı yanlarından..
can daha mı tatlıdır bir AN gelince!
Annemle yavruları dışarı çıkardık ki ana farede dışarı çıksın!
Kapıyı da açık bıraktık çıktı tabi çıktı ama tekrar girdi yavrularının kokusu vardı evde..
Kafası karıştı tabi neyse akşama baktık evde yoktu yavrularını bulamayınca çıkıp gitmişti evden…''

İşte içimizi kemiren duygularda öyle değil midir? Çıkarırsınız ama bir kokuyu aldı mı tekrar içeri girer. Sizin düzenlemeye çalıştığınızı yine kendi arzu ve hevesiyle didikler....

Düzeninizi talan eder...
Siz yine temizlersiniz fark ettiğinizde ise bir dikkatsizlik ANıdır yaşananlar...

BAŞ+ARI=BAŞARIyı getiriyorsa!
BAŞARı bir SEBEBe bağlıysa.
Çalışmak ve çalışmamak bir sebeb ise!
SEBEB SONUÇu doğuruyorsa.
RUHtan gelen ‘’B’’ilgi KALBte şekillenip…

BEYinde büyüyüp ve; ELlerden akıyorsa HAYYata!

KENDİsinin YOLundan, KENDİSİnin kANatlarıyla, KENDİ HAYYaline doğru gidiyorsa İNSAN!

KAFesi İÇimizden çıkarınca ÖZgürleşeceğimizin DÜŞüncesinde!
Kendi ellerimizle hapsettiğimizi…
KAFesin KAPısını açıp çıkarmalıysak..
GÖNÜL KUŞUnu kanat çırpması için!...

sOnSUza doğru….

Başarısızlık açıklama istiyorsa hiç dur-durak bilmeden..
Sürekli-sürekli sorgulama gerektiriyorsa…
ANlaşılamıyanın SÖZ ve SOHBETinde, ANlaşılmanın ZEVKi ve HAZZı YAŞAnması gerekiyorsa!
Neyi başardım-Neyi başarmadım diye bir umursamazlık tebessümü akıyorsa, dudağının kenarından..

BAŞARI SUsuyorsa ve cevabı İÇinde der gibi;
B/İLGİyle BİLendikçe,
B/İLGİyle BULandıkça,
B/İLGİyle OLundukça,
B/İLGİyle YAŞAndıkça..
ALIŞtıkça ALGIya!
Her başarının bir diğerine geçişte son kullanma tarihi vardır deniliyorsa?..
SADAKAT geçilmiş bir başarımıdır ki ardından SAMİMİYET gelsin….
Her şey SAMİMİYETten doğmamış mıdır..
ALÂKA değilmidir?…
BİZi çeken İLGİ!..
BİZi çeken CEZBe!
B/İLGİlendikçe!

DİN SAMİMİYETtir deniyorsa AKIL, İLM ile mecbur, muhtaç, mahkum ve me’mur ise geçilsin bir diğeri gelsin.. denebilir mi?

Adını koymuş olsak da değişik-değişik versiyonlarında kafamız karışıp tökezlesek de SAMİMİYETte...

KENDİ İÇinde İÇ-İÇe sonsuza kadar daireler oluşturan değil midir? SAMİMİYET…
Her alış-veriş SAMİMİYET ile yapılan değil midir?
SAMİMİYETsiz alış-verişlerden kâr edilebilir mi? Hiç..
Geçtim dediğimiz ama son nefese kadar İMTİHANımız daima sürecek olan bu olgudan..
Her gÖZ yAŞı yanaklarımızdan akıp da ıslattığında tüm HÜCRelerimizi…
Geçemediğimizi ANladığımız değil midir?
SEVGİnin SEVDAya dönüşümünde çok gÖZ yAŞı dökülmesi gerekiyorsa...
Her bir göz yaşı EGOların erimesine vesile ediliyorsa...
BASAMAKları ağır-ağır BİRer BİRer çıkmak gerekiyorsa ...
Her bir BASAMAK diğerinin dairelerinin içinde kaybolmak değil midir?
MERKEZde OL-AN’ın, MUHİTinin turu değil midir YAŞAmak?..


MuhaMMedi MuHABBEtlerimİZle!....
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: 2009 Aralık Haber Arşivi

Mesaj gönderen Gul »

RIZÂ-ÇİLE
Tarih: 30.12.2009 Saat: 00:38 Gönderen: kulihvani


Resim

RIZÂ-ÇİLE

güllale

Râzılık, rızâ göstermek, OL-ANı olduğu gibi beğenmek…
Öngörmemek, istememek, îtiraz etmemek, sabır etmek ile değil, çile olarak algılamak ile değil,
MÜHRÜNÜ KALIBINI BASMAK İLE İSBAT BULAN DEĞER…

Çile, dert, keder, hüzün ise kıyasın getirdiği bir yanılsama…
Herkesin kötürüm olduğu yerde ben niye böyle oldum çilesi olabilir mi?
Herkesin hasta olduğu yerde hastayım çilesi olabilir mi?
Bunu her türlü ÇİLE başlığına düşünebiliriz.

Ne beklemekteyiz HAYYattan da HAYYata ne-neler ile bağlıyız da OL-ANa ya da OL-may-ANa çile demekte ah u figanlar etmekteyiz?
HAYYatın kuruluşunda ortaklar mı idik?
BİZe sorulmadı da: “Bana sorulmadan nasıl yapıldı?” mı demekteyiz?..


Rızâ-Çile

Râzılık, rızâ göstermek, OL-ANı olduğu gibi beğenmek… Öngörmemek, istememek, îtiraz etmemek, sabır etmek ile değil, çile olarak algılamak ile değil, MÜHRÜNÜ KALIBINI BASMAK İLE İSBAT BULAN DEĞER…

Çile, dert, keder, hüzün ise kıyasın getirdiği bir yanılsama… Herkesin kötürüm olduğu yerde ben niye böyle oldum çilesi olabilir mi?
Herkesin hasta olduğu yerde hastayım çilesi olabilir mi?
Bunu her türlü ÇİLE başlığına düşünebiliriz.

Ne beklemekteyiz HAYYattan da HAYYata ne-neler ile bağlıyız da OL-ANa ya da OL-may-ANa çile demekte ah u figanlar etmekteyiz? HAYYatın kuruluşunda ortaklar mı idik? BİZe sorulmadı da “bana sorulmadan nasıl yapıldı? “ mı demekteyiz? Beğenmedik te;

“değiştir şu senaryoyu”

“ ben daha güzelini biliyorum” mu demekteyiz?

AN içinde yaşarken -bir ömrü- ağladığımız, güldüğümüz, sararıp solduğumuz, üzülüp yandığımız…
Hattâ “nedennnnn?” diye sorgulayıp, derinden sitemler, isyanlar ettiğimiz KADERimizi BAŞ UÇtan SON UCa BİLdik GÖRdük te karne mi hazırladık, hatâ raporu mu düzenledik?
KÂDİR-İ MUTLAK, RABBİ’L-‘ÂLEMÎN, EL-‘ALÎM, EL-HÂLIK, ZU’L-CELÂL-İ VE’L-İKRÂM olan ALLÂHU TEÂLÂ''''ya?

Yazdık, çizdik, oyduk, biçimlendirdik, besteledik ÇİLElerimizi ...
ÇİLEdaşlarımızla sarmalandık, benimki senden çok, seninki benden beter dedik BİRlik kurduk niyazlarımıza sardık “Ey yüce RABBımız, iyi güzel de ne edip eylemektesin? Yaptığından haberin varmı?” dercesine SESlerimizi SALLdık GÖKYÜZÜne…


قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

Kul mâ ya’beu bikum rabbî lev lâ duâukum, fe kad kezzebtum fe sevfe yekûnu lizâmâ(lizâmen).

(Rasulum!) De ki: «RABBim size ne kıymet verir duânız olmasa? (Ey inkârcılar! Size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; o halde azab yakanızı bırakmayacaktır!

(FURKAN 77)

Duâmız da''''vetimiz, çağırışımız değil miydi? Rızâyı çağıracaktık, Teslimiyeti çağıracaktık, emînliği çağıracaktık, "kâlû BELÂ" diyecektik... Duâmız bunu değiştir, beğenmedim, sevmedim, bu çok kötü, yanlış der gibi mi olacaktı?

Çile’nin ne olmalılığını kavrayabilseydik, uyurken gördüklerimize ağlamaz, gülmez, korkmazdık… Çilemiz ASL’ında diri miyiz değil miyiz, uyanık mıyız uykuda mıyız OLmalı değil mi?

YÂR hasreti, HAKK vuslatı, SILA SALLı, ASLa rucû’ çırpınışı değil mi ÇİLE …


Resim

Gerisi çocukların her gördüğü oyuncağa meyletmesi, elde edemediği için, oyuncağı kırıldığı veya kaybolduğu için feryat figan etmesine gibi değil mi?

Rıza göstermek zor mu OL-Ana ? Ki göstersek te göstermesek te OL-AN Olmakta…
Hadi OL-AN ZORluyorsa BİZi, taşıyorsa KAB(e)ımız, kaldıramıyorsak RÂDİYETEN MERDİYYETEN ne OLacak? Kim için OLacak?

Emreden, BİZi aşıp SULTAsını kuran ve estiği gibi esmeye çalışan EMMÂREyi BİLip, “bak bu yaptığın doğru değil, ne dersin?” diye kınayan LEVVÂMEyi BULup, OL-ANı koyunun çobanına teslîmiyeti içinde sürüye dâhil olup başını yere eğen MÜLHîME Olup, RÂZI Olmaya ve RIZÂ bulmaya yaklaşan OL-ANı ANladım diyerek MUTMAİNliği YAŞAyan RÂDİYETEN MERDİYYETEN müjdesine nâil olmakta ve akabinde SÂFİYYE hâline ulaşmakta. SELÂMET yurduna, İB-RÂHİM makâmına SALL bulmakta Nûr-u Mîme ermekte…

Eğer ÇİLEyi dert-keder-acı olarak görüyor ve HAYYat örgümüzde OL-Anı, KADERimizi ÇİLE olarak tanımlıyorsak “ ÇİLELİ bir HAYYat” sürmüş, “gün yüzü görmemiş” olarak göçeceğiz Âhiret yurduna. Orada da kah kavgalı kah küskün kah kızgın olduğumuz RABBımız ne buyurursa yine onu yaşayacağız…

Eğer KADERimizi, OL-ANı murâd eden RABBımıza güvenimiz, teslîmiyetimiz, tâbiliğimiz, râzılığımız kıvâmınca olursa “dertlerini zevk edinenler dirildiler” sözünce hattâ “RABBımın yapıp edişi başım üstüne, O ne derse odur” diyebiliyorsak “beğendim” “eh ne yapalım emrin olur” gibi kerhen de değil, fermandır baş üstünedir diyebiliyorsak “kul” olur;


يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً فَادْخُلِي فِي عِبَادِي وَادْخُلِي جَنَّتِي

'''''''' Ya eyyetuhe''''n-nefsu''''l-mutmeinneh. İrci''''i ilâ RABBiki radiyeten merdiyyeh. Fedhulî fî ''''ibâd. Vedhulî cennetî :

“Ey Mutmaîn (kesin inanmış, kani’olmuş, tatmîn olmuş) nefs! RABB’ine dön! Razıyeten (O’ndan razı olmuş bir kul olarak) ve Merzîyyeten (kendisinden razı olunmuş bir kul olarak) ! Kullarımın (Muhammedî oluş şuûruna nâil olan) içine gir (katıl) ! Ve cennetime (Darü’s-Selâm’a, selâmet yurduna, Cemâl âlemine) gir (buyur) !”

(Fecr 89/27-30)

İşte o zaman Rasûlullah İzinde hizmetimiz başlar. Kendimizden, “ben”den çekilirsek, BİZ OL-AN Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizde Cem Oluruz inşallah.

Kabirler… binlerle sayacağımız suskun sessiz insanların konakları. Defterleri dürülmüş…
Sustukları için mi dürüldü defterleri yoksa defterleri dürüldüğü için mi sustular?
Sanki sessiz sözsüz görüntüsüz ne çok şey anlatmaktalar… Biz artık sustuk. Ses edemiyoruz. Kar mı yağmış üstümüze, toprak mı dolmuş ağzımıza, gözümüze, kimse aramaz mı olmuş, ev bark nerde kalmış? Boğazım aç, bedenim tozda mı kalmış.
Îtiraz yok, istek yok, kavga yok, ihtiras yok…
Ne için koştuğumu, neye gülüp ağladığımı, nefesimi ne için harcadığımı anladım ve sustum.. der gibiler.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin “mûtû kable en temûtû” buyruğu, kabirlerdekileri dinleyiniz, duyunuz, hepsi lisan-ı hâl ile toprak üstüne anlatmaktalar, özetlemekteler, yardım etmekteler, “DUY”unuz ve “UY”unuz der gibi, örnek alınız der gibi… Öldüler sustular ! Öldüler istekleri bitti ! Öldüler çile nedir bildiler de bildirmekteler. Her biri bir özetin zımbası gibi. Sâbit, değişmez, kararlı, inançlı bir ifâdenin, haykırışındalar. Sâkin ve olgun tavırla mütebessim ve veylleri hafiften, bu denli kör bu denli sağır mısınız? Görün, duyun, okuyun da siz de alta inmeden üstte iken alttaymış gibi dokuyun nefeslerinizi.
Heyecanlanmayın, endişelenmeyin, kızmayın, koşmayın


فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ

Fe eyne tezhebûn(tezhebûne).

Böyle iken siz nereye gidiyorsunuz?

(TEKVİR 26)

ÂLEMLERİN RABBİne koşalım, nasıl koşalım? Nasıl kaçalım? Nerden? Neyden kaçalım? Bilmeden isyandan, kefera’dan, hatâ’dan kaçalım inşallah…

فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ

Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).

Öyleyse ALLAH''''a kaçınız. Ben, O''''nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcıyım.

(ZÂRİYAT 50)

Kabirlerden buram buram fışkıran öğütlere baş uçtan son uca bağlanan ALLAHu Teâlâ''''nın sesi onay vermekte. ALLAH’ın huyu ile huylanmak… AHHHH… Kudretinin azâmetinin Vâhidu’l-Kahhar’lığının RABB’lığının nefesi. Her esmâsı ile kun feyekun.
Cem’ul cem kun fe yekun’u. Tek nefes, binbir ses… HAYY sesinden HAYYat fışkırmakta. Çileler Rızâ’ya tebdîl OL-Ana değin… Rızâ’lar Çile’yi mahvedene değin…

Eksik ve yanlış düşüncelerimden ALLAHu Teâlâ''''ya sığınır, en kolayı en güzeli ile doğrultmasını niyâz ederim.


Resim

Muhammedî MuHABBEtle...
Resim
Cevapla

“2009” sayfasına dön