KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Cevapla
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

KEMuLLAH’ta ve RELULLAH’ta,
=>İSTİŞÂRE ve =>İSTİHÂRE..
sallallahualeyhi vesellem..




=>ZÂHİR ÂLEM=>AMEL İŞi,
=>BÂTIN=>İMÂN EdEn KİŞi,
Bu ÂLEMLeR=>ASLın fASLı,
NEFSin==>RABBi’ni BİLİŞi!.

ZEVK 10.623

“OLsun!. OLmasın!.” ÂLEMi.. ZÂHİRi’nde====>İSTİŞÂRE,
OLÂN!.Lar=>Hak DEM bu DEMi.. BÂTINınde==>İSTİHÂRE,
VeLâ KUVVete==>AZÂMEt,
VeLâ HAVLesidir=>KUDREt,
KUDRETULLAH’ın=>MAHREMi.. ALLAH’a TEVEKKüL=>ÇÂRE!.

19.04.2023 23:40
brsbrsm..tktrstekkemzdetefekkürümüzzz..


===>“NÛR-u MîM İZİ”ni=>İZLe,
HER DAMLA BİZ’dir==>DENİZLe,
=>SIRR-ı NAHNU’dur->İHVÂNİm,
CEMMü’L-CEM’de=>BİZ BİR-İZLe!.



Resim

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîza’l- kalbi lenfaddû min havlik (havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fî’l- emr (emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn (mutevekkilîne).: O zaman, ALLAH'tan bir RAHMet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer SEN, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka SENin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla MUŞAVERE et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a TEVEKKÜL et. Muhakkak ki ALLAH, TEVEKKÜL edenleri (ALLAH'a güvenenleri) SEVer.” (Âl-i İmrân 3/159)


ŞÂRE.: Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme. Şurâ..
İSTİŞÂRE.: Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak..
İst +..Şâre..=>.. Şurâ..istemek..

HÂRE.: Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet.
İSTİHÂRE.: Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, DUÂ edip rüya görmek üzere uykuya yatma.
İst +..Hâre..=>..Hayr..istemek..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

İSTİŞARE
الاستشارة

İnsanların bir konuda görüş alışverişinde bulunması anlamında bir terim..

ŞÛRÂ
الشورى

Danışma ve Danışma Kurulu anlamında fıkıh terimi..

Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamındaki ŞÛRÂ (Tâcü’l-ʿarûs, “şvr” md.), fıkıh doktrininde terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte İslâmî literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifâde eder. ŞÛRÂ ile aynı kökten (şevr) türeyen birçok kelimenin “bir şeyi bulunduğu yerden alma ve açığa çıkarıp görünür hale getirme” mânâsında birleştiği, özellikle balın kovandan çıkarılması işini anlatmak için bu kökten gelen kelimelerin kullanıldığı ve danışma işinin de bir meselede isabetli karara varabilmek amacıyla kişilerin fikirlerinin açığa çıkmasını sağlamaktan ibaret olduğu dikkate alındığında (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şvr” md.)
ŞÛRÂnın terim anlamıyla kök anlamı arasında semantik ilişkinin bulunduğu söylenebilir. Meşveret, Meşûre, Müşâvere, İstişâre ve Teşâvür de ŞÛRÂ ile aynı anlamdadır. ŞÛRÂ kelimesi ayrıca “üzerinde ortaklaşa görüş beyan edilen iş” mânâsına geldiği gibi görüş bildiren kimseler topluluğunu (Ehlü’ş-ŞÛRÂ) belirtmek için de kullanılmaktadır. (Fahreddin er-Râzî, IX, 54).
Uygulanma biçimi ve ölçüsü değişmekle birlikte yöneten-yönetilen ayrışmasının ortaya çıktığı ilk dönemlerden itibaren hemen bütün toplumlarca bilinen ŞÛRÂ yönteminin (Mezopotamya’da milâttan önce üç binyılına kadar uzanan siyasî meclis geleneği hakkında (bk. DİA, XXVIII, 241-242) en eski örnekleri arasında yer alan eski Yunan şehir devletlerindeki uygulamalar siyaset biliminde özel ilgiye konu olmuştur. Zirâ bunların en önemlileri olan Isparta ve Atina’da siyasî iktidar çeşitli seviyelerde meclisler yoluyla ve paylaşılarak kullanılmaktaydı. Roma devlet düzeni içinde başta senato olmak üzere her dönemde yasama, yürütme ve yargılama alanlarında ya da bazı yöneticilerin seçiminde istişarî veya bağlayıcı yetkileri olan çeşitli meclislere yer verilmiştir. İslâm öncesi dönemde bilhassa Katolik Hıristiyanlarda bir kısım dinî meselelerin tartışılıp çözüme bağlanması için yüksek düzeyde din adamlarının “konsil” adı verilen toplantıları da bir tür ŞÛRÂ kabul edilebilir. Ahd-i Cedîd’in çeşitli yerlerinde geçen konsil (council) “millet meclisi” olarak tercüme edilmiştir. Yine Ahd-i Cedîd’de sözü edilen Areopagos eski Yunan’da mahkeme ve ŞÛRÂ benzeri bir danışma meclisini ifâde etmekteydi.
Eski Türk Devletlerinde hükümdarların çok sayıda danışman bulundurduğu ve birer danışma kurumu olarak kurultayların düzenlendiği bilinmektedir. İslâm öncesi dönemde Araplar da gerek kurdukları krallıkların gerekse şehir devletlerinin ve aşiretlerin yönetiminde ŞÛRÂ yöntemine başvurmuştur. KUR’ÂN, Sebe Krâliçesi Belkıs’ın devlet yönetimine ilişkin işlerde kavminin önde gelenleriyle istişâre ettiğine tanıklık etmektedir (en-Neml 27/29-35). Araplar’da kabile reisi, kabileyi ilgilendiren meselelerde aşiret şeyhleriyle kabile meclisine danışıp karar vermekle yükümlüydü. Eski Arap Şehir Devletleri, yönetimin temsilcilerden oluşan ŞÛRÂ Yoluyla gerçekleştirilmesi bakımından eski Yunan Şehir Devletlerine benzemektedir. Ancak aşiret yapısına bağlı eski Arap Toplumunda ŞÛRÂ Üyeleri önde gelen âilelerin temsilcileri konumundaydı. Bunların en tipik örneği Mekke Şehir Devletidir. Mekke’nin siyasî ve idarî işleri Kusay b. Kilâb tarafından inşa edilen Dârü’n-Nedve’den yürütülüyordu. Bir nevi asiller meclisi olan bu kurula Kusayoğulları’ndan başka genellikle Kureyş Boylarının kırk yaşını aşmış başkanları katılırdı (DİA, VIII, 556). Mekke’de olduğu gibi Palmirâ’da da (Tedmür) benzer bir meclis vardı..

Kur’ÂN-ı Kerîm’in kırk ikinci sûresi ŞÛRÂ adını taşıdığı gibi bu sûrenin 38. âyetinde ŞÛRÂ kelimesi geçmekte, ayrıca iki âyette aynı kökten türeyen “TEŞÂVÜR(el-Bakara 2/233) ve “ŞÂVİR (Âl-i İmrân 3/159) kelimeleri yer almaktadır.:

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ أَوْلاَدَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ أَرَادَ أَن يُتِمَّ الرَّضَاعَةَ وَعلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ لاَ تُكَلَّفُ نَفْسٌ إِلاَّ وُسْعَهَا لاَ تُضَآرَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلاَ مَوْلُودٌ لَّهُ بِوَلَدِهِ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذَلِكَ فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَن تَرَاضٍ مِّنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا وَإِنْ أَرَدتُّمْ أَن تَسْتَرْضِعُواْ أَوْلاَدَكُمْ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُم مَّآ آتَيْتُم بِالْمَعْرُوفِ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Vel vâlidâtu yurdı’ne evlâdehunne havleyni kâmileyni li men erâde en yutimme’r- radâah (radâate), ve ale’l- mevlûdi lehu rızkuhunne ve kisvetuhunne bi’l- ma’rûf (ma’rûfi), lâ tukellefu nefsun illâ vus’ahâ, lâ tudârra vâlidetun bi veledihâ ve lâ mevlûdun lehu bi veledihî ve ale’l- vârisi mislu zâlik (zâlike), fe in erâdâ fısâlen an terâdın min humâ ve TEŞÂVURin fe lâ cunâha aleyhimâ ve in eradtum en testerdıû evlâdekum fe lâ cunâha aleykum izâ sellemtum mâ âteytum bi’l- ma’rûf (ma’rûfi), vettekullâhe va’lemû ennellâhe bi mâ ta’melûne basîr (basîrun).: Anneler, (nikâhlı olsun veya boşanmış olsun, doğan) çocuklarını tam iki sene emzirirler. (Bu hüküm) süt emzirmeyi tamamlamak isteyen kimseler içindir. (Annelerin) yiyecekleri ve giyecekleri ma’rufla (örf ve âdete uygun olarak) kendisi için doğurulmuş olanın (babanın) üzerinedir. (Hiç) kimse kendi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef (sorumlu) tutulmasın. Ne bir anne çocuğu ile, ne de kendisi için doğurulmuş olan (baba), çocuğu ile zarara uğratılmasın. Ve mirasçının üzerindeki (sorumluluk) da bunun gibidir. Fakat eğer (ana ile baba) MÜŞÂVERE ederek (görüşerek) rızalarıyla çocuğu sütten kesmek isterlerse, o takdirde onların ikisi üzerine bir günah yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek isterseniz, vereceğinizi (takdir ettiğiniz emzirme ücretini), ma’rufla (örf ve âdete uygun olarak süt anneye) teslim ettiğiniz zaman artık sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve ALLAH'a karşı takvâ sâhibi olun. ALLAH'ın yaptıklarınızı çok iyi gördüğünü bilin!” (Bakara 2/233)

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîza’l- kalbi lenfaddû min havlik(havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve ŞÂVİRhum fî’l- emr(emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn mutevekkilîne).: O zaman, ALLAH'tan bir Rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer SEN, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka SENin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla MUŞAVERE et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a tevekkül et. Muhakkak ki ALLAH, tevekkül edenleri (ALLAH'a güvenenleri) SEVer.” (Âl-i İmrân 3/159)

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Vellezînestacâbû li RABBihim ve ekâmu’s- salâte ve emruhum ŞÛRÂ beynehum ve mimmâ rezaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: RABBlerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında ŞÛRÂ (danışıklılık) ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,” (ŞÛRÂ 42/38)

Bunlardan “karşılıklı danışma” anlamındaki TEŞÂVÜR, çocuğun iki yıl dolmadan sütten kesilmesine eşlerin karşılıklı istişâre ile karar verebileceklerini belirtmektedir. Âilevî bir meselede bile istişârenin emredilip eşlerin karara eşit düzeyde katılmasının aranması, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı irâdeye dayalı uygulamanın uygun görülmediğini vurgulamaktadır. ŞÂVİR kelimesini içeren âyette Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e iş hususunda mü’minlerle istişâre etmesi emredilmiştir. Bu ifâdeyle ilgili yorumlardan birinde esasen Resûl-i Ekrem’in danışmaya ihtiyacı bulunmadığı, ancak bu emirle kendileriyle istişâre ederek mü’minlere değer verdiğini göstermesinin, böylece onların ihlâs ve itaatlerinin artıp güçlenmesinin amaçlandığı ileri sürülmektedir. Bir diğer yaklaşım MÜŞÂVEREyi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in müslüman topluma örnek olma konumuyla açıklamaktadır. Daha dikkate değer bir görüş ise söz konusu müşâvere emrini, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in akıl yönünden üstünlüğünü teslim etmekle birlikte, onun dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sâhib bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmaya ihtiyaç duyabileceği biçiminde yorumlanmaktadır. ŞÛRÂ kelimesinin geçtiği âyet, “Onların işleri aralarında ŞÛRÂ iledir” biçiminde bildirmeli (ihbârî) önerme yapısında sevkedilip ilk müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşımakla birlikte âyetin aynı zamanda sonraki müslüman toplumlara yönelik bir istek öngördüğü, dolayısıyla ŞÛRÂnın Müslüman Toplumun bir karar alma yöntemi olarak belirtildiği açıktır. ŞÛRÂnın müslümanların diğer temel nitelikleri (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme) arasında zikredilmesi ve bu âyetin yer aldığı sûreye ŞÛRÂ adının verilmesi de ŞÛRÂya atfedilen önemin göstergesidir. Öte yandan birçok âyette ŞÛRÂ kelimesi kullanılmadan danışmanın önemine dikkat çekilmektedir. Meselâ Mûsâ aleyhisselâm’ın, Peygamber olarak görevlendirildiğinde kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı yapılması ve işine ortak edilmesi yönündeki DUÂ(Tâhâ 20/29-32), klasik literatürde devlet başkanının kendisiyle istişâre edeceği “tefvîz veziri” tayininin meşruiyetini açıklama bağlamında değerlendirilmiştir (Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 30, 33).
Bazı âyetlerde ise Süleymân aleyhisselâm’ın kendisine itaat etmelerini isteyen mektubunu aldığında Sebe Krâliçesi Belkıs’ın nasıl davranması gerektiği hususunda halkın temsilcisi konumundaki kişilerin görüşlerini sorduğu bildirilmekte ve onların görüşlerini almadan hiçbir önemli meseleyi karara bağlamadığı yolundaki sözü nakledilmektedir (en-Neml 27/29-33). Bu olay, tarihsel süreç dikkate alındığında iktidarın kullanımına toplumun temsilcilerinin katılması hususunda önemli bir aşamaya işaret etmektedir..

Hadislerde de ŞÛRÂ, Meşveret, Meşûre, İstişâre ve Teşâvür gibi kelimeler sözlük anlamlarıyla sıkça geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “şvr” md.). Hadislerde ŞÛRÂ, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş bakımından doğru karar almanın gerekli bir yöntemi” diye tanımlanmıştır (İbn Ebû Şeybe, V, 221, 298; Tirmizî, “Fiten”, 78; Aclûnî, II, 242).
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem müslümanlara ŞÛRÂyı emrettiği gibi kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem, ilk müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı ile istişâre ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarının çeşitli aşamaları, Bey‘atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir.
Hicretin 3. yılında (625) Kureyş’in savaşmak için Medine’ye yöneldiği öğrenilince Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Medine’de kalınıp savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını daha yerinde bulan çoğunluğun görüşüne uymuş ve savaş Uhud’da gerçekleşmiştir (Vâkıdî, I, 209-214; İbn Hişâm, III, 67-68). Hudeybiye’de yapılan antlaşma sebebiyle hayal kırıklığı ve büyük üzüntü yaşayan sahâbîlerin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in üç defa emretmesine rağmen kurbanlarını kesip tıraş olmak için kalkmamaları üzerine eşi Ümmü Seleme ile konuşup tavsiyesine uyması da belirtilmesi gereken ilginç bir örnektir (Buhârî, “Şürût”, 15). Mescide minber inşa edilmesi (İbn Mâce, “İkāmetü’ṣ-ṣalât”, 199) ve insanların namaza hangi usulle çağrılacağı (İbn Hişâm, II, 154-156) gibi ibâdetle ilgili bazı konularda da ashabı ile İSTİŞÂRE eden Resûl-i Ekrem’in İfk olayında Hz. Âli ile Üsâme b. Zeyd’i çağırıp onların fikirlerini alması da (Buhârî, “Şehâdât”, 15) O’nun istişâre hususunda kişisel ya da toplumsal iş ayırımı yapmadığını gösterir. Ebû Hüreyre de Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kadar istişâreye önem veren bir kimse görmediğini söylemiştir (Tirmizî, “Cihâd”, 35).

Hulefâ-yi Râşidîn hâlife/imam seçimi, vâli tayini ve savaşa karar verilmesi gibi kuralları bilinen, fakat kişiye ya da olaya göre karara bağlanması gereken işlerle Kitab ve Sünnet’te hükmü bulunmayan toplumsal sorunların çözümünde Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i takib ederek ŞÛRÂ yöntemine uygun davranmıştır. Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesi, dinden dönen ve zekât vermeyi reddeden kabile ve topluluklara savaş açılması, KUR’ÂN’ın cem‘i ve Hz. Ömer’in hâlife olarak belirlenmesi Ebû Bekir döneminde istişâre yoluyla alınan önemli kararların örneklerindendir. Hz. Ömer devlet teşkilâtının oluşturulması yanında yasama, yürütme ve yargılamaya ilişkin konularda sahâbenin önde gelenleriyle istişâre etmiş, kararlar ancak ortak bir yaklaşıma ulaşıldıktan ya da en azından ağırlıklı görüşün ortaya çıkmasından sonra yürürlüğe konulmuştur. Hz. Ömer’in ashabın ileri gelenlerine Medine’nin uzağındaki yerlere yerleşme izni vermemesinin en önemli gerekçelerinden biri devlet yönetiminde ŞÛRÂ yöntemini işlevsel kılmaktı. Daha sonra sahâbenin başka merkezlere dağılmasıyla ortaya çıkan politik kargaşa onun bu öngörüsünün isabetini kanıtlamaktadır. Ayrıca sahâbe dönemi icmâ örneklerinin ortaya çıkışında ve klasik icmâ teorisinin meydana gelişinde Hz. Ömer’in ŞÛRÂya dayalı yönetim anlayışının ve bu usulle gerçekleştirdiği yasal düzenlemelerin etkili olduğu muhakkaktır. Hz. Ömer’in kendisinden sonraki hâlifenin seçimi için oluşturduğu altı kişilik heyet İslâm tarihinde “Ehlü’ş-Şûrâ / Ashâbü’ş-Şûrâ” diye anılmış, bu heyetin seçilmesi ve çalışma şekli “Emrü’ş-Şûrâ” adıyla anılır olmuştur. Hz. Osman’ın ve Hz. Âli’nin Hilâfetinde de ŞÛRÂya ilke düzeyinde bağlı kalındığı söylenebilir. Meselâ Abdullah b. Sa‘d, İfrîkıye’nin fethi için kendisine mektub yazınca Hz. Osman yanında bulunan ashabın ileri gelenlerine konuyu danışmış, 30 (650) yılında KUR’ÂN’ın farklı şekillerde okunmasını ve tahrifini önlemek için Hafsa nezdinde bulunan nüshadan istinsah edilip bazı beldelere gönderilmesi meselesini ashabın önde gelenlerini bir araya getirip karara bağlamış, 34’te (654) Fitne Olayları başladığında bölge vâlilerini çağırıp onlarla İSTİŞÂRE etmiştir (Hâlid İsmâil Nâyif el-Hamdânî, sy. 22 [1422/2001], s. 33 vd.).
Hz. Osman’ın şehid edilmesi üzerine hilâfeti kabule zorlanan Hz. Âli, bu işin ŞÛRÂnın görevi olduğunu söylemesine rağmen daha kötü hadiseleri önlemek için görevi kabul etmek durumunda kalmış, o da zaman zaman önemli kararların alınmasında ashaptan yanında bulunanlara ve ileri gelenlere danışmıştır. Ancak bu iki hâlife döneminde ortaya çıkan politik ayrışmalarla birlikte ŞÛRÂnın genel bir siyaset yöntemi niteliğini kaybettiği ve işlerin kişisel inisiyatiflere bırakıldığı görülmektedir. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın Hz. Hasan ile anlaşırken hilâfet meselesinin kendisinden sonra bir ŞÛRÂya bırakılmasını kabul ettiği rivayet edilir (Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî, II, 235). Abdullah b. Zübeyr, Hicaz’da hâlifeliğini ilân ettiğinde hilâfeti ŞÛRÂ esasına döndürmeyi vaad ediyordu (Halîfe b. Hayyât, s. 198).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

İslâm Tarihi boyunca müslümanlar tarafından kurulan devletlerde hükümdara danışmanlık yapan çeşitli kurul ve kurumlar oluşturularak meşveret usulü işletilmeye çalışılmakla birlikte ŞÛRÂ genellikle yönetim merkezlerinde bulunan kimselerin katılımıyla sınırlı kalmıştır. Bilhassa Emevîler’le başlayan süreçte ŞÛRÂnın toplumun önde gelenleri (kabile reisleri, eşraf, âyan), yöneticiler ve ordu kumandanları ile ilim adamlarından meydana gelen üç sınıfın temsilcileriyle, birlikte ya da ayrı, genel ya da özel biçimde gerçekleştirilmiştir. Ömer b. Abdülazîz döneminde ise ŞÛRÂda sadece ulemâ ve fukaha bulunmaktaydı. Hâlife daha Medine Vâliliğine başladığında buranın fâkihlerinden on kişiyi dâvet etmiş ve işleri onların fikirlerine göre yapacağını söylemiştir. Diğer Emevî Vâlileri de istişâre heyeti oluşturmuşlardı. Mervân b. Hakem, Medine Vâlisi tâyin edildiğinde buradaki ashabla istişâre etmiş ve onların ittifâk ettikleri kararları uygulamıştır (İbn Sa‘d, V, 43).
Abbâsî Hâlifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’un istişâreden sonra hükmedeceğini ifâde etmesi (Taberî, Târîh, III, 273) Abbâsîler zamanında da ŞÛRÂ fikrinin korunduğunu göstermektedir. İrâk, Horasan ve Mısır gibi bölgelerde de ŞÛRÂ heyetleri kurulmuştur. Endülüs Emevîleri’nde bir tür kazâî ŞÛRÂ gelişmiştir. Kadının başkanlığında ŞÛRÂ üyeleri toplanır ve müzâkeresine ihtiyaç duyulan konuları tartışırlardı. III. (IX.) yüzyılın birinci yarısından itibaren gelişmeye başlayan bu ŞÛRÂnın ilk üyeleri Yahyâ b. Yahyâ el-Leysî, Saîd b. Hasan ve İbn Habîb es-Sülemî gibi doğuya seyahat edip dönemin büyük âlimlerinden ders almış fâkihlerdi. Bunların sayısı başlangıçta pek fazla değildi. IV. (X.) yüzyılın birinci yarısından sonra ŞÛRÂ Üyeliği ulemâ için meslekî bir mertebeyi ifâde ediyordu. Endülüslü birçok âlimin biyografisinde onların ŞÛRÂdaki konumu belirtilir. Meselâ Ebû Sâlih Eyyûb b. Süleymân’ın Mâlikî Fıkhına göre imam olduğu ve ashabının ŞÛRÂnın önde gelenlerini teşkil ettiği söylenir (İbnü’l-Faradî, I, 102). Daha birçok âlimin ŞÛRÂya katıldığı, ŞÛRÂnın önde geleni olduğu, müftülükle birlikte ŞÛRÂ üyeliği yaptığı, ŞÛRÂ görevini üstlendiği belirtilir (İbnü’l-Faradî, I, 129, 203, 301, 309, 323, 411; II, 76, 80, 81, 114, 115).
Kadı kendi meclisinde danışman konumundaki kişilerle toplantılar yapar, burada hararetli tartışmalar geçerdi. Sonraları kasaba ve şehirlerdeki ŞÛRÂ Meclisleri için “Huttatü’ş-Şûrâ” tâbirinin kullanıldığı görülmektedir (meselâ bk. Zehebî, Târîhu’l-İslâm: sene 501-550, s. 435).
Ulemâ arasında ŞÛRÂya katılmayı kabul etmeyenler de çıkıyordu (Makkarî, II, 239). İslâm Devletlerinde yer yer askerî ŞÛRÂdan söz edilir; ayrıca ŞÛRÂ özelliği gösteren kurumların bulunduğu görülür. Nitekim Endülüs’te Mülûkü’t-Tavâif zamanında ortaya çıkan “meşyeha”nın böyle bir özellik taşıdığı anlaşılmaktadır. Mağrib ve Endülüs’te “mele’” kelimesi de bir tür danışma meclisi anlamında kullanılmıştır. Mutlak hükümdarlık söz konusu olmakla birlikte Murâbıt sultanları ŞÛRÂyı vazgeçilmez bir prensip hâline getirmişlerdi. Yûsuf b. Tâşfîn devlet adamları ve Mâlikî fâkihleriyle istişâre etmeden karar almazdı. Hafsî sultanları devlet işlerinde kendi seçtikleri şeyhülâzamın başkanlık ettiği, din âlimleri ve devlet adamları arasından seçilen on şeyhten oluşan ve “Tabakātü’l-Aşere” adı verilen bir ŞÛRÂya danışırdı.
Müslüman olduktan kısa bir süre sonra İslâm Dünyâsında hâkimiyeti üstlenen Türkler, devlet işlerini danışma yoluyla yürütme geleneklerini İslâm’ın bu ilkesiyle kaynaştırarak devam ettirmişlerdir. ŞÛRÂ Prensibini belirtmek için “kengeş” (işlerde danışma, görüşme, düşünme) kelimesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır (Kâşgarlı Mahmud, s. 604). Türk Devlet geleneğinde kurultayn başlangıçta dinî tören, bayram, yeme içme toyu, eğlenme ve yarışmayı ifâde eden genel bir toplantı iken daha sonra önemli meselelerin müzâkere edilip tartışıldığı ve kararların ittifâkla alındığı bir müessese hâline geldiği ve ŞÛRÂ Prensibinin ilk nüvesini teşkil ettiği söylenebilir. Kurultaylarda sadece siyasî ve askerî işler değil ülkeyi ilgilendiren her türlü mesele görüşülerek karara bağlanırdı. Moğollar’da Büyük HAN’ın seçimi kurultay toplanmadan gerçekleşmezdi. Uygurlar’da hükümdara yol gösteren, fikir veren, “Tayanç” ve “Kengeşçi” denilen danışmanlar vardı. İbn Fadlân, Oğuzlar’ın işlerini meşveretle hallettiklerini belirtir (Seyahatname, s. 34).
Devlet yönetiminde ŞÛRÂnın önemli bir yerinin bulunduğu Karahanlılar’da hükümdarlar genellikle danışma meclislerinden çıkan kararlara göre hükmederlerdi. Sultan, danışma meclisinde alınan kararı uygulayıp uygulamamakta mutlak yetkili olmasına rağmen Gazneliler’de belli ölçü ve sınırlamalarla da olsa meşveret ilkesine başvurulurdu. İdarî yapısının teşekkülünde ŞÛRÂ, töre, kut gibi kavramların önem taşıdığı Büyük Selçuklular’da devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı, "Dîvân-ı A‘lâ" denilen büyük divanla önemli kararların istişâre edilerek kararlaştırıldığı müşâvere ve meşveret meclisleri vardı. Ülkenin çözüm bekleyen meseleleri bu divanda tartışılıyor, alınan kararlar Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul ediliyor, nâdiren de olsa değiştiriliyordu. Devlet Yönetimi hakkında âlimler ve tecrübeli kişilerle tedbir alınması gerektiğini söyleyen Nizâmülmülk’e göre ŞÛRÂ Prensibi kişinin düşünce gücünü arttırarak ileriyi görmesine imkân verir; bu ilkenin ihmal edilmesi zayıf fikirlilikten kaynaklanır. Zirâ on kişinin alacağı tedbir bir kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olur (Siyâsetnâme, s. 116-117).
Büyük Selçuklular’daki ŞÛRÂ Prensibi, en büyük karar ve meşveret organı Dîvân-ı Saltanat (Dîvân-ı A‘lâ) olan Anadolu Selçukluları’nda birâz değişikliğe uğramakla birlikte devam etmiştir. Eyyûbîler devrinde Dîvân-ı İnşâ devlet idaresinde bürokrasinin merkeziydi ve başkanına “Kâtibü’s-Sır” denirdi. Makrîzî’ye göre sır kâtibinin bir görevi de sultanın huzurunda toplanan danışma meclislerinde gerekli açıklamaları yapmaktı (el-Hıtat, II, 266). Musul Atabegi Nûreddin Zengî, fâkihlerden oluşan istişâre meclislerinden kendisine ne kadar nafaka ödenmesi gerektiğinin belirlenmesini isteyecek derecede meşverete önem verirdi. İlhanlılar’da önemli kararlar toplanan danışma meclisleri tarafından alınırdı.
Yazıcızâde Âli, Osman Gazi’nin Oğuz geleneğinin devamı olarak Türk beylerinin katıldığı kurultaydaki meşveret sonucunda iktidara geldiğini kaydeder (Tevârîh-i Âl-i Selçuk, s. 872). Osmanlılar’da devlet işlerini görüşmek üzere yapılan toplantılar için ŞÛRÂ kavramının kullanılması XII. (XVIII.) yüzyıldan sonra yaygınlık kazanmıştır. Daha önce önemli devlet meseleleri çeşitli askerî, mülkî erkânın ve ulemânın fikirlerine başvurulan meşveret meclisinde çözülürdü (bk. MECLİS-i MEŞVERET). XIII. (XIX.) yüzyıl başlarına ait kaynaklarda çeşitli vesilelerle toplanan meclisler için ŞÛRÂ kelimesi kullanımı genişlemiş, “Erbâb-ı Şûrâ, Encümen-i Şûrâ, Meclis-i Şûrâ, Şûrâ-yı Kübrâ” gibi tanımlamalar yapılmıştır. Osmanlı vak‘anüvisi Şânîzâde Atâullah Efendi, Meclis-i Şûrâ tâbirini şeyhülislâm makamında ulemânın katıldığı toplantılar için kullanmıştır (Târih, I, 259). Bu mecliste devletin alacağı kararların şer‘î zeminde tahkiki yapılmakta ve kanunlara uygunluğu görüşülmekteydi. Fâtih Sultan Mehmed döneminde Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî gibi meclislerin var olduğu bilinmektedir. Aynı anlayıştan hareketle daha sonra bugünkü Danıştay’ın temelini teşkil eden, kanun ve nizamnâme lâyihalarını inceleyip düzenlemesi yanında idarî yargı görevi de yapan Şûrâ-yı Devlet kurulmuştur (bk. ŞÛRÂ-yı DEVLET).
Bunun yanında yine XIII. (XIX.) yüzyılda savaş ilânı ve barış antlaşması yapılması gibi fevkalâde hallerde devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara “Şûrâ-yı Saltanat” denmiştir.

Hz. Âli kerremallahu vechehu’nin hâlife seçilmesinin ardından o sırada Suriye genel vâlisi olan Muâviye b. Ebû Süfyân yalnızca Medine halkını temsil eden kimselerin biatının yeterli olamayacağı yolundaki itirâzı ile bir tartışma başlatmış olsa da XIII. (XIX.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önce Osmanlı Devleti’nde olmak üzere bazı müslüman ülkelerinde meşrutiyet ya da cumhuriyet şeklinde yapılanan sistemler kuruluncaya kadar hukukî bakımdan en üst yöneticinin yetkilerini sınırlayan, herkes için bağlayıcı kararlar alabilen ve bütün ülkeyi temsil eden ŞÛRÂ mekanizmalarının oluşturulabildiği söylenemez.
FIKIH DOKTRİNİNDE=> ŞÛRÂ.:
ŞÛRÂ Kelimesi fıkıhta kamu hukukunu ilgilendiren meselelerde danışma anlamında yaygın biçimde kullanılmakla birlikte doktrinde ŞÛRÂnın bir terim olarak tanımı yapılmamıştır. Bu durumun kamu hukuku alanında büyük ölçüde tarihsel uygulamanın izlenmiş olmasıyla ilgisinin bulunduğu söylenebilir. Ahkâm Âyetlerinin tefsiriyle ilgili bazı kaynaklarda yer alan tanımlar ise daha çok kelimenin sözlük anlamını açıklamaya yöneliktir ve ŞÛRÂnın çeşitleri, hükmü, konusu, alınacak kararın bağlayıcı olup olmadığı ve usulü gibi unsurlar içermemektedir (meselâ bk. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şvr” md.; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 389; Fahreddin er-Râzî, IX, 54).
ŞÛRÂ’nın =>HÜKMÜ.:
Fıkıhta ŞÛRÂnın Hükmü denilince öncelikle devlet yönetiminde istişârenin zorunluluğu meselesi gündeme gelir. Klasik fıkıh doktrininde azınlığın görüşü bu konuda ŞÛRÂnın vâcib sayıldığı yönündedir. Meselâ Cessâs, “Onların işleri aralarında ŞÛRÂ iledir” ifâdesinin (eş-Şûrâ 42/38) iman edip namaz kılanların bir niteliği şeklinde zikredilmesinden hareketle müslümanların istişâre ile emrolundukları sonucuna ulaşmaktadır (Ahkâmü’l-Kurʾân, III, 572).


وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
“Vellezînestacâbû li RABBihim ve ekâmu’s- salâte ve emruhum ŞÛRÂ beynehum ve mimmâ rezaknâhum yunfikûn (yunfikûne).: RABBlerine icâbet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında ŞÛRÂ (danışıklılık) ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,” (ŞÛRÂ 42/38)

İbn Huveyzimendâd’ın, yöneticilerin Şer‘î Hükmünü bilmedikleri ya da hükmü hususunda karar veremedikleri meselelerde ulemâ ile istişârede bulunmalarının vâcib olduğunu söylediği (Kurtubî, IV, 250; Hattâb, V, 7), diğer bir kısım Mâlikî Hukukçusunun da hâkimlerin ulemâya danışmaları bağlamında aynı görüşü benimsediği ifâde edilmektedir (Hattâb, VIII, 108-109). Ayrıca Zeydîyye’nin bir kolu olan Hâdevîyye’nin devlet işlerinin yürütülmesinde ŞÛRÂ Yöntemini vâcib gördüğü nakledilmektedir (Şevkânî, VII, 239). Hatta İbn Atıyye el-Endelüsî ŞÛRÂ Yöntemini terkeden yöneticinin azledilmesi gerektiğini ve bu hususta bir ihtilâfın bulunmadığını söylemektedir (el-Muharrerü’l-vecîz, I, 534).
Çağdaş İslâm Hukukçularının büyük çoğunluğunun desteklediği bu yaklaşım, öncelikle Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den ashabı ile istişâre etmesini isteyen âyete dayandırılmaktadır. Onlara göre âyetteki emir sîgası aksine bir karîne bulunmadığı için vücûba delâlet eder. Bu görüş ayrıca ŞÛRÂyı mü’minlerin temel özellikleri arasında sayan âyet, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Kavlî ve Fiilî Sünneti ve Hulefâ-yi Râşidîn’in Uygulamaları ile desteklenmektedir. Devlet Başkanının yasama, yürütme ve yargılamaya ilişkin yetkilerini kullanırken istişâreye başvurmasının vâcib değil mendub olduğu görüşü İmam Şâfiî ile diğer bazı hukukçulara nisbet edilmektedir. Bunu savunan hukukçuların âyetteki emri nedbe hamlederken karîne olarak uygulamaya dayandıkları anlaşılmaktadır. Ehl-i Sünnet içinde bir kesim müctehid sayılmayan bir kimsenin Devlet Başkanı seçilebileceğini kabul etmekte, ancak onun, şer‘î meselelerin hükümleri hususunda kendisine danışacağı müctehid bir kimseyi yanında bulundurmasını şart koşmaktadır (Şehristânî, I, 160; İbnü’l-Hümâm, s. 277).
Bu eğilim müctehid olmayan Devlet Başkanı açısından istişârenin vâcib görüldüğü biçiminde anlaşılırsa devlet yönetiminde ŞÛRÂyı mutlak vâcib ya da mutlak mendub sayan yaklaşımları kısmen uzlaştırmaktadır. Klasik fıkıh doktrininde devlet yönetiminde ŞÛRÂnın Hükmü meselesine yeterince açıklık getirilmediği anlaşılmaktadır. Bu konuda ağırlıklı görüşün hangi yönde olduğu hususunda çağdaş yazarların ihtilâfa düşmesi bu tesbiti doğrulamaktadır.
Öte yandan evlenme, boşanma ve alım satım gibi günlük işler hakkında ilgililerle istişâre etme dinen tavsiye edilen (mendub) bir davranıştır. Hâkim karar öncesinde ve müftü kendisine sorulan meselenin dinî hükmü hususunda ilim adamlarına danışma ihtiyacı duyabilir; bu durumlarda istişâre çoğunluğa göre zorunlu sayılmamakla birlikte önemle tavsiye edilmiştir.
ŞÛRÂ’nın =>KONUSU.:
Klasik Fıkıh Doktrininde nelerin ŞÛRÂya konu olabileceği hususunda bir tasnif bulunmamakla birlikte nasla düzenlenen meselelerin ŞÛRÂ konusu yapılamayacağı ittifâkla kabul edilmiştir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in vahiyle bildirilen Şer‘î Hükümlere dâir ashabı ile istişâre etmemesi bu anlayışın temel dayanaklarındandır. Hükmü nasla bildirilmemiş meselelerden hangilerinin ŞÛRÂya konu olabileceği hususunda özellikle, “İş hususunda onlarla İSTİŞÂRE et!” âyetinde geçen (Âl-i İmrân 3/159) “emr” (iş) kelimesi yorumlanıp farklı görüşler ortaya konmuştur.
Bazı hukukçular, âyetin bağlamından hareketle istişâre emrinin yalnızca savaşla ilgili meseleleri içine aldığını ileri sürerken bazıları din ve dünya işleri ayırımı yaparak istişâre emrini sadece dünya işleriyle sınırlamakta, çoğunluk ise her meselenin dinî yönünün bulunduğu gerekçesiyle istişârenin alanını hükmü vahiyle bildirilmemiş meselelerin hepsine teşmil etmektedir. Öte yandan Hâlifenin/Devlet Başkanının nasla tâyini ilkesini benimseyen Şîa’daki hâkim görüş bir yana bırakılırsa Devlet Başkanının Ehlü’l-Hal ve’l-Akdn biatı ile seçilmesi anlamında ŞÛRÂnın iktidarı elde etmenin aslî yöntemi sayılmasında fikir birliği bulunmaktadır. Çağdaş araştırmacılardan bir kısmı ictihada açık alanda, fakat yalnızca ince ve derin anâliz yapmayı gerektiren önemli işlerde ŞÛRÂ Yönteminin işletilmesi gerektiği görüşündedir.
Araştırmacıların çoğunluğu ise önemli iş kavramının objektif bir kriterinin olmadığı gerekçesiyle bu fikri reddetmektedir. İbn Abbas’ın âyeti, “İşlerin bir kısmında onlara danış!” anlamına gelecek şekilde (“ve şâvirhüm fî ba‘dı’l-emr”) okuması söz konusu görüşü destekler nitelikteyse de İbn Atıyye el-Endelüsî tarafından bu kirâat, istişârenin ancak helâl ve haram kılma dışındaki konularda yapılabileceğini delillendirmek üzere zikredilmektedir (el-Muharrerü’l-vecîz, I, 534).
İstişareye ilişkin talebin Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bakımından hangi konuları kapsadığı yolundaki tartışma, aynı zamanda Şer‘î Hükümlerin tesbitinde onun ictihad yetkisinin bulunup bulunmadığına ve fiilen ictihad edip etmediğine dâir görüş ayrılığı ile de alâkalıdır. Buna karşılık sahâbenin ictihada açık alanda Şer‘î Hükümlerin tesbiti dahil bütün konularda birbirleriyle istişâre ettikleri bilinmektedir.
ŞÛRÂ EHLİ.:
Bireysel işlerle ilgili istişârede fikir alınacak kimselerin nitelikleri danışılan işin türüne göre değişir. İstişare bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek için yapılıyorsa danışılan kişinin âlim ve âdil (dindâr ve güvenilir) olması gerekir. İstişare dünyevî meselelerle ilgiliyse danışılan kişinin muhakemesi sağlam, tecrübeli, dindâr, danışılan meseleyle ilgili özel amacı veya çıkarı bulunmayan biri olması gerektiği belirtilmiştir. Bu bağlamda “danışan kimseyi seven” kaydı koyan müellifler bir insanı seven kişinin onun için en iyi olanı düşüneceği noktasından hareket etmiş veya en azından aralarında düşmanlık bulunmaması gerektiğine dikkat çekmek istemiş olmalıdır (Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 290-291; Kurtubî, IV, 251).
Danışılan kimsenin güvenilir olması her çeşit istişârede ortak bir şarttır. Bu şart, özellikle, “Danışılan, kendisine güven duyulan kimse demektir” hadisine (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 114; Tirmizî, “Edeb”, 57) dayandırılmaktadır.
Devlet Yönetimiyle ilgili işlerde ŞÛRÂya kimlerin katılacağı hususunda Kitab ve Sünnet’te özel bir düzenleme yoktur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bu konuda tek bir yöntem izlememiş, bazı meseleleri mescidde hazır olan bütün ashabla, bazılarını ise başta Ebû Bekir ve Ömer radiyallahu anhum olmak üzere ashabın önde gelenleriyle istişâre etmiştir. Klasik doktrinde ŞÛRÂ Ehlini belirleyen açık bir tanım yer almamakla birlikte Devlet Başkanının kimler tarafından seçileceği sorunu ele alınırken kullanılan “Ehlü’l-Hal ve’l-Akd” tâbiriyle bu konu arasında sıkı bir ilişki bulunduğu söylenebilir. Bu tâbirin ve yakından alâkalı olduğu “Ulü’l-Emr” tâbirinin kapsamı tartışmalıdır. Çoğunluk, iki sınıf arasında iktidarın kullanımında ortaya çıkan tarihsel uzlaşmaya da uygun olarak ülü’l-emrin yöneticilerden ve ilim adamlarından meydana geldiği fikrini benimsemiştir. Toplumun önde gelenleri (rüesâ, eşraf, âyan, vücûhü’n-nâs) yönetici ve ilim adamları sınıfına eklenerek “Ehlü’l-Hal ve’l-Akd” kimlerden teşekkül edeceği karara bağlanmıştır (Bedreddin İbn Cemâa, s. 52-53; Hatîb eş-Şirbînî, V, 422).
Ancak Ehlü’l-Hal ve’l-Akd teşkil edecek kimselerin, içinde yer aldıkları toplumsal sınıflar belirlenmiş olsa bile onların niteliklerinin tesbit edilmesi hususunda objektif kriterler geliştirilememiştir. Müellifler Ehlü’l-Hal ve’l-Akd müslümanların erdemlileri, ictihad ve adalet ehli, icmâ ehli, ilim ve din ehli, toplumun önde gelenleri, önderler ve reisler, görüş ve düşünce ehli gibi tâbirlerle niteleme yoluna gitmişlerdir. Mâverdî, bir kimsenin Ehlü’l-Hal ve’l-Akd’den sayılabilmesi için şu üç temel niteliğe sâhib olmasını şart koşmaktadır:
* Bütün gereklerini taşıyan adalet, öngörülen şartlar çerçevesinde devlet başkanlığına lâyık olan kimseyi tesbit etmeye imkân verecek düzeyde bilgi,
* Devlet Başkanlığına en uygun ve,
* Toplumun yararını gözetme hususunda en dirâyetli ve en bilgili kimseyi seçebilecek ölçüde ince düşünce ve derin kavrayış (el-Ahkâmü’s-sultâniyye, s. 4-5).
Fakat bir kimsenin hangi düzeyde adaletli, âlim ve hakîm olduğu ve bunun nasıl belirleneceği sorunu Mâverdî’nin de ilgi alanı dışındadır. İbn Haldûn ise ŞÛRÂya katılacak kimsenin asabiyet sâhibi olmasını zorunlu görmektedir. Ona göre asabiyet sâhibi olmayan kimsenin ŞÛRÂda bildireceği görüşün, etkisi bakımından özel bir fikir sorma işleminden (istiftâ) farkı bulunmayacaktır (Mukaddime, s. 223-224). İbn Haldûn’un belirlediği güç ve kudret unsuru, daha önce aynı açıklıkta İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin yaklaşımında hukukî bir değer şeklinde ortaya çıkmaktadır. Cüveynî çok sayıda taraftarı olan, içinde yaşadığı topluluğun kendisine itaat ettiği tek bir kişinin biatı ile imâmet akdinin kurulabileceğini ifâde edip İbn Haldûn’un asabiyet şeklinde tâbir ettiği sosyolojik öğeyi vurgulamakta ve ona hukukî bir kıymet atfetmektedir (el-Gıyâsî, s. 70-72).
Çağdaş araştırmacılardan önemli bir kısmının Ehlü’l-Hal ve’l-Akd tâbirini, günümüzün parlamenter ya da başkanlık sistemlerindeki yasama ve yürütme organlarının işlevlerine benzer görevlerle sorumlu bir kurul biçiminde anlama eğiliminde olduğu görülmektedir. ŞÛRÂ meselesinde klasik ve çağdaş fıkıh doktrinleri arasında açığa çıkan yaklaşım farkını, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasî iktidarın iktisap ve kullanımında toplum irâdesini esas alan düşüncenin ağırlık kazanması ve bunun evrensel bir değer şeklinde algılanmaya başlanmasına bağlamak uygun olur. Bu algılama biçimi Kitab ve Sünnet naslarının yorumunda da kendini göstermektedir. Bu yöndeki gelişim, çağdaş yazarlarca kaleme alınan bazı eserlerde ŞÛRÂ ve Demokrasi Kavramları arasında yapılan karşılaştırmalardan takib edilebilmektedir (ayrıca bk. Ehlü’l-Hal ve’l-Akdi; ÜLÜ’l-EMR).
Klasik doktrinde hâkim eğilim kadınların seçme ve seçilme haklarının bulunmadığı yönünde olmakla birlikte (el-Gıyâsî, s. 62, 64, 82, 91) kadınların ŞÛRÂ Ehlinden sayılıp sayılmayacağı çağımız İslâm Âlimleri tarafından Kitab ve Sünnet nasları ile İslâm’ın temel ilkeleri ışığında tartışılmakta ve ağırlıklı olarak kadınların da erkeklerle aynı hakka sâhib bulundukları benimsenmektedir. Klasik ve çağdaş çıkarımlar arasındaki farkın kendi dönemlerinin kadın ve siyaset algılamasından kaynaklandığı açıktır. Benzer bir durum, gayri müslim vatandaşların ŞÛRÂ Üyesi olup olamayacağına ilişkin tartışmada da kendini göstermektedir.
ŞÛRÂ’nın =>BağLayıcı OLup OLmadığı.:
Klasik Fıkıh Doktrinindeki genel yaklaşıma göre ŞÛRÂ sonucunda ortaya çıkan karar çoğunlukla, hatta ittifâkla alınmış olsa bile Devlet Başkanı için bağlayıcı değildir. Zirâ istişâreyi emreden âyetin devamında, “Kesin karar verdiğinde artık ALLAH’a tevekkül et!” buyurularak (Âl-i İmrân 3/159)


فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîza’l- kalbi lenfaddû min havlik (havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fî’l- emr (emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn (mutevekkilîne).: O zaman, ALLAH'tan bir RAHMet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer SEN, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka SENin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla MUŞÂVERE et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a TEVEKKÜL et. Muhakkak ki ALLAH, TEVEKKÜL edenleri (ALLAH'a güvenenleri) SEVer.” (Âl-i İmrân 3/159)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ŞÛRÂda ortaya çıkan fikirlerden uygun gördüğünü alıp kararını verme yetkisinin bulunduğu bildirilmekte ve istişâre ettiği kimselerin fikirlerine ister uygun isterse aykırı düşsün kendi düşüncesinde ağırlık kazanan görüş doğrultusunda davranması istenmektedir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, IV, 204).
Bu yaklaşım tarihsel uygulama ile paralellik göstermektedir. Çağdaş Hukukçu ve Araştırmacıların büyük çoğunluğu ise ŞÛRÂda ortaya çıkan umumun görüşünü Devlet Başkanını hukuken bağlayıcı bir karar diye telakki etmektedir. Klasik Doktrini büyük ölçüde dikkate almadan doğrudan Kitab ve Sünnet’ten elde edilen, ŞÛRÂya başvurmanın vücûbu, hâkim irâdenin topluma ait olduğu, siyasî iktidarın toplum adına, ona vekâleten kullanıldığı ve Devlet Başkanının yetkisinin maslahatla sınırlı bulunduğu gibi genel ilkelere dayandırılan bu yaklaşımın taraftarların tarihî ŞÛRÂ örneklerini belirtilen ilkeler çerçevesinde yorumlamaktadır. Ayrıca bazı çağdaş hukukçular tarafından ŞÛRÂ kararının bağlayıcı olduğu görüşü ile ŞÛRÂnın vâcib olduğunu benimseyen yaklaşım arasında ilgi kurulmakta, bazılarınca da Devlet Başkanının müctehid olup olmamasına göre farklı öneriler geliştirilmektedir..
(Türkiye Diyâne Vakfı.)
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’den İSTİŞÂRE ÖRNEKLeRi.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Müslümanların fikrini almadan “emîr” tâyin etseydim İbn Ümmü Abd’i/Abdullah b. Mes‘ud’u tâyin ederdim.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Menâkıb, 38.)

Ebu Hureyre radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den daha çok adamları ile İSTİŞÂRE eden bir kimse görmedim.” der.
(Tirmizî, Cihad, 34.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:İSTİŞÂRE edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.” buyurmuştur.
(Tirmizî, Edeb, 57; Ebu Davûd, Edeb, 114; İbn Mâce, Edeb, 37.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Sizden, üzerine mesulîyyet yüklenen bir kimse için ALLAH hayır murad ederse ona “Sâlih” bir vezir nâsib eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.” buyurmuştur.
(Ebû Davûd, Harâc, 4.)

Bedir'de Ebu Sufyan’la savaşılıp savaşılmaması konusunda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ashâbla İSTİŞÂRE etmiştir. Ebu Sufyan’ın gelmekte olduğu haberi kendisine ulaşınca Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir İSTİŞÂRE Meclisi kurmuştur. Evvela Hz. Ebu Bekir sonra Hz. Ömer ayağa kalkıp, muhacirleri temsilen Kureyş Ordusuna karşı gidilmesi ve Ebu Sufyan’ın Kervanını takibden vazgeçilmesi yönünde görüş beyân ettiler. Daha sonra Ensar’dan Hz. Sa’d b. Ubâde ayağa kalkıp.: “Yâ Resûlullah! Nefsim elinde bulunan (ALLAH)’a yemin ederim ki eğer sen bize atlarımızı deryâya sürmemizi emretmiş olsaydın mutlaka deryâya sürerdik. Ve eğer sen bize atlarımızı Berku’l-Gımad’a sürmemizi emretseydin bunu da yerine getirirdik.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem insanları Kureyş Ordusuyla savaşmaya çağırdı. Alınan karara göre hareket ettiler ve Bedir’e vardılar.
(Müslim, Cihâd ve’s-Sîyer, 83.)

Yine Bedir’de Mekkeli Müşriklerle savaş kararından sonra, ordunun karargâhı ve mevzilenmesi konusunda fikir beyân eden Hz. Hubâb b. Münzir’in görüşüne göre amel edilmiştir. Hubâb b. Münzir bu konuda şöyle der.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile Bedir Günü savaşa ben de katıldım. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Bedir Kuyusu’nun yanına geldi ve Kuyunun arkasına mevzilenmeye karar verdi.
Ben de.: “Yâ Resûlullah! Burası ALLAH’ın seni yerleştirdiği bir yer mi yoksa bir harb taktiği, bir görüş veyâ tuzak gereği takdiriniz mi?” diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki.: “Elbette ki o harb, rey ve hile sonucudur.” Ben de.: “Ya Rasulallah! Burası konaklama yeri için uygun değildir. İnsanları kaldır ve bizimle müşriklerin en yakınındaki SU’ya gel. Sonra o SU’yun ötesindeki kuyuların SUlarını bozalım. Orada bir havuz yapalım ve SU ile dolduralım ki Kureyş ile savaştığımızda biz içelim onlar ise içmesinler.” Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki.: “Hakikaten reyle iyi yol gösterdin.” Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem beraberindeki insanlarla Bedir Kuyularına geldi. Sonra emretti, SU kuyuları kapatıldı. Müslümanların yanında konakladığı SU kuyusunun üzerinde ise bir havuz yaptı. Böylece düşman SUdan mahrum bırakılmış oldu.

(İbn Hişâm, Abdülmelik b. Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 1971, II, 272.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Hayatında kadınlarla İSTİŞÂRE örnekleri pek çoktur. Hatta bu örneklerin bir kısmında kadınlarla İSTİŞÂRE etmeyi emretmektedir.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla İSTİŞÂRE edin!.” buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, ts., IV, 192; II, 97.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kızları hakkında kadınlara danışınız.(İSTİŞÂRE ediniz)” buyurmuştur.
(Ebu Davûd, Nikâh, 23.)

Yine kadının nikâhı esnâsında o’nunla İSTİŞÂRE edin edilmesi konusunda;

Aişe radiyallahu anha.: “Ya Rasulallah! Kadınlarla nikâh akidleri hususunda İSTİŞÂRE edin edilir mi?” diye sordum. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Evet (kadınlarla nikâh akitleri hususunda İSTİŞÂRE edin edilir.)” buyurdu. Ben.: “(Yâ Rasulallah!) Bâkire bir kız, evlilik konusu danışıldığında utangaçlığı sebebiyle sıkıntı çekebilir.” dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “O’nun susması, izin verdiği anlamına gelir” buyurdu.
(Buhari, İkrâh, 3; Nikâh, 41.)

Özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede kadının fikrinin alınması/İSTİŞÂRE edilmesi ve ona uyulması ısrarla taleb edilmektedir..
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

İSTİHÂRE.:
الاستخارة


Sözlükte =>“hayırlı olanı isteme” anlamına gelen İSTİHÂRE, terim olarak =>“bir iş veyâ davranışta ALLAH Katında hayırlı olanı kılınan nâfile bir namaz ve DUÂ ile talep etme” mânâsında kullanılır. İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veyâ kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim Câhiliye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet” veyâ “hayır” yazılı “ezlâm” denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ÂN-ı Kerîmşeytan işi” olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış (Mâide 5/3, 90), Peygamberler dahil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, ALLAH’ın Dilemesi dışında kendisine fayda veyâ zarar verecek bir güce sâhib bulunamayacağını bildirmiştir.:

قُل لاَّ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَاْ إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Kul lâ emliku li nefsî nef’an ve lâ darran illâ mâşaallâh (mâşaallâhu), ve lev kuntu a’lemu’l- gaybe lesteksertu mine’l- hayri ve mâ messeniyes sûu in ene illâ nezîrun ve beşîrun li kavmin yu’minûn (yu’minûne).: De ki.: “ALLAH'ın Dilemesi hariç, ben kendime fayda veya zarar verecek güce m’alik değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, hayrı mutlaka çoğaltırdım, bana bir kötülük dokunmazdı. Ben ancak mü'min olan kavim için bir nezîr (uyaran) ve müjdeleyiciyim.” (A‘râf 7/188)

“Hayr” kelimesi ve çeşitli türevleri KUR’ÂN’da sıkça geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “İSTİHÂRE” yer almaz. Ancak insanın şer zannettiği bir şeyin hayır olabileceğini.:

إِنَّ الَّذِينَ جَاؤُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِّنكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَّكُم بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُم مَّا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“İnnellezîne câû bil ifki usbetun minkum, lâ tahsebûhu şerren lekum, bel huve hayrun lekum, li kullimriin minhum mektesebe mine’l- ism (ismi), vellezî tevellâ kibrehu minhum lehu azâbun azîm (azîmun).: Muhakkak ki (Hz. Ayşe hakkında) ifk (iftira) ile gelenler, sizden bir gruptur. Sizin için onun bir şerr olduğunu zannetmeyin. Hayır, o sizin için hayırdır. Onlardan herbirinin günahtan kazandıkları (cezâlar) vardır. Ve onun büyüğünü yönetene (uydurup, yayana) büyük azâb vardır.” (Nûr 24/11)

Bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde sevebileceğini.:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
“Kutibe aleykumu’l- kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).: Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara 2/216)

ALLAH’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini.:

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Ve RABBuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr (yahtâru), mâ kâne lehumu’l- hıyarat (hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn (yuşrikûne).: Ve RABBin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir. ALLAH Sübhân'dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir.” (Kasas 28/68)

Her türlü hayrın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini.:

قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Kulillâhumme mâlike’l- mulki tû’ti’l- mulke men teşâu ve tenziu’l- mulke mimmen teşâ’ (teşâu), ve tuizzu men teşâu ve tuzillu men teşâ’ (teşâu, bi yedike’l- hayr (hayru), inneke alâ kulli şey’in kadîr (kadîrun).: De ki: "Mülkün Mâliki olan ALLAH'ım. Mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden mülkü alırsın. Ve dilediğini azîz kılarsın ve dilediğini zelil edersin. “Hayr” SENİN elindedir. Muhakkak ki SEN herşeye KADÎRsin.” (Âl-i İmrân 3/26)

Bir işe girişirken başkalarına danışmak ve karar verince de ALLAH’a güvenip dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara ALLAH’ın yeteceğini.:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ
“Fe bimâ rahmetin minallâhi linte lehum, ve lev kunte fazzan galîza’l- kalbi lenfaddû min havlik (havlike), fa’fu anhum vestagfir lehum ve şâvirhum fî’l- emr (emri), fe izâ azamte fe tevekkel alâllâh (alâllâhi), innallâhe yuhibbu’l- mutevekkilîn (mutevekkilîne).: O zaman, ALLAH'tan bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Ve eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın, mutlaka senin etrafından dağılırlardı. Artık onları affet ve onlar için mağfiret dile ve işler konusunda onlarla muşavere et (danış). Azmettiğin zaman, artık ALLAH'a tevekkül et. Muhakkak ki ALLAH, tevekkül edenleri (ALLAH'a güvenenleri) sever.” (Âl-i İmrân 3/159)

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
“Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib (yahtesibu), ve men yetevekkel alâllâhi fe huve hasbuh (hasbuhu), innallâhe bâligu emrih (emrihî), kad cealallâhu li kulli şey’in kadrâ (kadren).: Ve hesab etmediği (aklına gelmeyen) bir yerden onu rızıklandırır. Kim ALLAH'a tevekkül ederse, artık ona O (ALLAH) kâfidir. Muhakkak ki ALLAH, emrini (işini) yerine getirendir. ALLAH herşey için bir kader tâyin etmiştir.” (Talâk 65/3)

İfâde eden âyetler İslâm’da İSTİHÂREnin istinad ettiği temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veyâ müstehab saydıkları İSTİHÂREnin meşruiyeti Câbir b. Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise dayandırılmaktadır.:

Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu.: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kUR’ÂN’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize İSTİHÂREyi öğretiyor ve şöyle diyordu.: “Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rek‘at namaz kılsın ve arkasından şuDUÂyı yapsın.:
ALLAHım! SENden, SENin İlim ve Kudretinden hayır beklerim. SENin büyük lutfundan taleb ederim. SEN Kâdirsin, benimse gücüm yetmez, SEN bilirsin, ben bilmem. SEN bütün gizlilikleri bilensin.
ALLAHım!. Şu benim işim dinim için, dünyam ve âhiretim için SENin İlminde hayır diye yer almışsa onu bana nâsib et, onu kolaylaştır ve uğurlu kıl. Eğer şu işim dinim için, dünya ve âhiretim için SENin İlminde kötü diye yazılmışsa onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise onu nâsib et ve gönlümü ona yönelt!."

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem sözüne devamla.: İSTİHÂREyi yapan kişi bu sırada işini de söylesin!” buyurdu.

(Müsned, III, 344; Buhârî, “Daʿavât”, 49, “Tevhîd”, 10; İbn Mâce, “İkāmetü’ṣ-ṣalât”, 188).
Resim
Kullanıcı avatarı
nur_umim
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1117
Kayıt: 19 Ağu 2007, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta İSTİŞÂRE-İSTİHÂRE

Mesaj gönderen nur_umim »

Resim

Âlimlerin ittifâkıyla İSTİHÂRE yapmak SÜNNettir.
(El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye.)

El-Buhârî’nin rivâyetine göre Câbir b. Abdillah radiyallahu anhu şöyle anlattı.:

عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللّٰهِ قَالَ كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُعَلِّمُنَا الِاسْتِخَارَةَ فِي الْأُمُورِ كُلِّهَا كَمَا يُعَلِّمُنَا السُّورَةَ مِنْ الْقُرْآنِ يَقُولُ إِذَا هَمَّ أَحَدُكُمْ بِالْأَمْرِ فَلْيَرْكَعْ رَكْعَتَيْنِ مِنْ غَيْرِ الْفَرِيضَةِ ثُمَّ يَقُولُ اللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْتَخِيرُكَ بِعِلْمِكَ وَأَسْتَعِينُكَ بِقُدْرَتِكَ وَأَسْأَلُكَ مِنْ فَضْلِكَ الْعَظِيمِ فَإِنَّكَ تَقْدِرُ وَلَا أَقْدِرُ وَتَعْلَمُ وَلَا أَعْلَمُ وَأَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ اللّٰهُمَّ إِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا الْأَمْرَ خَيْرٌ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي أَوْ قَالَ فِي عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ فَاقْدِرْهُ لِي وَيَسِّرْهُ لِي ثُمَّ بَارِكْ لِي فِيهِ وَإِنْ كُنْتَ تَعْلَمُ أَنَّ هَذَا الْأَمْرَ شَرٌّ لِي فِي دِينِي وَمَعَاشِي وَعَاقِبَةِ أَمْرِي أَوْ قَالَ فِي عَاجِلِ أَمْرِي وَآجِلِهِ فَاصْرِفْهُ عَنِّي وَاصْرِفْنِي عَنْهُ وَاقْدُرْ لِي الْخَيْرَ حَيْثُ كَانَ ثُمَّ أَرْضِنِي بِهِ قَالَ وَيُسَمِّي حَاجَتَهُ

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, KUR’ÂN’dan bir sûre öğretir gibi bütün işlerde bize İSTİHÂREyi öğretir ve şöyle buyururdu.: "Sizden biri, herhangi bir iş yapmak istediğinde, farz (namaz) dışında iki rekât namaz kılsın ve şöyle DUÂ etsin.:
ALLAH’ım! SEN bildiğin için, SENden hakkımda hayırlı olanı bana bildirmeni diliyorum. Ve kudretin yettiği için SANA sığınıyor ve SENin yüce fazlından niyaz ediyorum. Çünkü SEN her şeye gücü yetensin. Ben ise acizim, gücüm yetmez ve SEN her şeyi bilirsin, hâlbuki ben bilemem, SEN gaybları da tamamen bilirsin.
ALLAH’ım! SEN biliyorsun; eğer bu iş, benim dinim, yaşayışım, işimin âkıbeti (veyâ şöyle der;) dünyam ve âhiretim hakkında hayırlı ise, bunu bana nâsib ve kolay eyle. Sonra bu işte benim için bereket meydana getir. Ve eğer bu iş, benim dinim, hayatım, işimin âkıbeti hakkında (veyâ şöyle der;) Dünyevî Uhrevî hususlarımda benim için bir şer (kötülük) ise, bunu benden çevir. Beni de bundan çevir. (Bu işe dâir gönlümde bir arzu bırakma) Ve benim için hayır nerede ise nâsib eyle ve kolay kıl, sonra da beni takdir ettiğin hayır ile hoşnut eyle!”
desin. Sonra (bu kişi) ihtiyacını söylesin.”
buyurmuştur.
(El-Buhârî; kitabu’l-kusüf; babu macae fi-tatavvu’)

Bir şeyin hayırlısını istemek, anlamında olan “İSTİHÂRE”, doğru olan hareketin nasıl olacağı bilinemeyen mubah işlerde manevi bir işarete nail olmak isteyenin kıldığı iki rekâtlık bir namazdır.
Hayırlı bir şey hakkında yapılacak olan İSTİHÂRE o işin istenilen vakitte yapılmasının uygun olup olmamasıyla alakalıdır. Yoksa bizatihi hayırlı olan işin yapılıp yapılmamasıyla ilgili İSTİHÂRE yapılmaz.

Resim

Hanefi Mezhebinde son dönemlerin önde gelen âlimlerinden Muhammed Emin b. Abidin (ö.1252) “er-Reddu’l-Muhtar” adlı eserinde şöyle der. : İSTİHÂRE Namazının kılınması herhangi bir nedenden dolayı kılınamayacak olsa yalnız İSTİHÂRE DUÂsı ile yetinilir. (Muhammed Emin ibn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr.)
İbn Abidin’in bu ifâdesinden anlaşılan, İSTİHÂRE yapmak için namaz kılmak şart değildir. Yalnızca DUÂ ile de İSTİHÂRE yapılabilir. Şu kadar var ki evlâ olan namaz ile beraber DUÂ yapılmasıdır. (El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye.)

Resim

İSTİHÂRE şöyle yapılır: Kişi yatacağı zaman iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtta Fâtiha-i Şerife’den sonra Kâfirun Sûresini ikinci rekâtta ise İhlâs Sûresini okur. Namazı kıldıktan sonra yukarıdaki hadis-i şerifte beyân edilen İSTİHÂRE DUÂsını okur ve abdestli bir şekilde kıbleye yönelerek yatar. Rüyada beyâz veyâ yeşil görülmesi hayra, siyah veyâ kırmızı görülmesi ise şerre delâlet ettiği eslâfımızdan menkuldür. (Muhammed Emin ibn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr.)

Resim

İSTİHÂRE yapıldığında rüya görmek şart değildir. İSTİHÂREnin yedi gece yapılmasını ve kalbe ilk doğan kanaatle amel edilmesini,
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Enes radiyallahu anhu’e hitaben şu şekilde beyân etmiştir:

يَا أَنَسُ إِذَا هَمَمْتَ بِأَمْرٍ فَاسْتَخِرْ رَبَّكَ فِيهِ سَبْعَ مَرَّاتٍ ، ثُمَّ اُنْظُرْ إِلَى الَّذِي يَسْبِقُ إِلَى قَلْبِكَ فَإِنَّ الْخَيْرَ فِيهِ

“Yâ Enes! Bir iş yapmak istediğin vakit o iş hakkında yedi kez RABBinden hayrı taleb et, (İSTİHÂRE yap) sonra kalbine ilk gelene bak, zirâ hayır ondadır.” buyurmuştur.
(Câmiu’l-Ehadîs Es-Suyutî, kısmu’l-istitrakat, harfu’l-elif.)

“El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye" adlı eserde şöyle denilmiştir.: “Fâkihlerin sözlerinden anlaşılan İSTİHÂREnin yedi kere tekrar edilmesi, İSTİHÂRE yapan kişinin kalbinde bir şeyin zuhur etmemesi durumundadır. Şâyet İSTİHÂRE yapan kişi için herhangi bir şey zuhur edecek olursa İSTİHÂREyi tekrar etmeye gerek yoktur.” (El-Mevsuatu’l-Fıkhiyyetu’l-Kuveytiyye, İSTİHÂRE maddesi.)

İSTİHÂREnin kabulüne alâmet, göğsün genişlemesi kalbin o işe karşı sevinç ve itminâna ulaşması olarak beyân edilmiştir.



Resim RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem’in tavsiye ettiği İSTİHÂRE DUÂ.:

اللّهمّ إنّي أستخيرك بعلمك وأستقدرك بقدرتك وأسألك من فضلك العظيم فإنك تقدر ولا أقدر وتعلم ولا أعلم وأنت علّام الغيوب۰اللّهمّ إن كنت تعلم أنّ هذا الأمر خير لي في ديني ومعاشي وعاقبة أمري فاقدره لي ويسّره لي ثم بارك لي فيه۰اللّهمّ إن كنت تعلم أنه شرّ لي في ديني ومعاشي وعاقبة أمري فاصرفه عنّي واصرفني عنه واقدر لي الخير حيث كان ثمّ رضّني به.

"ALLAHümme innî estehiruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azim. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente allâmu'l guyûb.
ALLAHümme inkünte ta'lemu enne hâza'l-emre hayrun li fi dinî ve meâşî ve âkıbeti emrî ve âcili emrî ve âcilihi. Fekdurhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîhi.
ALLAHümme in künte ta'lemu enne hâza'l-emre şerrun lî fî dinî ve maâşî ve âkıbeti emrî ve âcili emrî ve âcilihi f'asrifhu annî va'srifni anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddanî bihi."

(Buharî, Teheccüt, 25, Deavât, 49, Tevhid, 10; Tirmizi, Vitr, 18; İbn Mace, Akâme, 188; Ahmet b. Hanbel, III/344).

İSTİHÂRE DUÂsının ANLAMı.:

"ALLAH'ım!. Yapmayı düşündüğüm şu işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana İlminle kolaylaştır. KudretinleSENden güç istiyorum. SENin büyük fazlından ihsân buyurmanı dilerim. Şüphesiz SENin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez.SEN bilirsin, ben bilemem. SEN her şeyi çok iyi bilensin!.
ALLAH'ım!. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veyâ Dünya veyâ Âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübârek kıl!.
ALLAH'ım!. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veyâ Dünya veyâ Âhiretimin sonucu bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur!."

(İbni Mâce, İkametetü’s-Salât: 188; Buharî, Küsuf, 75.)

İSTİHÂRE DUÂsının, bu niyetle kılınacak iki rek‘at Nâfile Namazdan sonra okunmasının en uygun usul olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da söz konusu DUÂnın okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre İSTİHÂRE namazını kılmak mümkün değilse sadece DUÂ ile de yetinilebilir. İSTİHÂRE namazı kerahet vakitleri hariç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre İSTİHÂRE namazının en faziletlisi iki rek‘at olarak kılınanıdır.
İSTİHÂRE DUÂsının namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve DUÂ âdâbına riayet edilmesi, DUÂnın kabul olma ihtimâlini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veyâ olumsuz bir karara varamaması hâlinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî Âlimleri, Enes b. Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak (Münâvî, I, 450) İSTİHÂREnin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir.
Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak” tedâviye izin vermesi ve bu vesileyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın!” (Müsned, III, 302, 334, 382, 393; Müslim, “Selâm”, 61-63)
Sözünden hareketle başkası adına İSTİHÂRE yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî Fâkihi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir (Mv.F, III, 246).

Enes b. Mâlik’ten nakledilen İSTİHÂRE hadisinin devamında Resûl-i Ekrem.: “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur” buyurmuştur. (Münâvî, I, 450).
Buna göre İSTİHÂREnin sonucunda insanın içine ferahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması, sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hâli doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.
İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû İSTİHÂREnin bundan ibaret olduğunu, ayrıca bir işaret almak amacıyla kişinin veyâ bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid‘at olduğunu belirtir (el-Medhal, IV, 37-38).
İbnü’l-Hâc ayrıca, İSTİHÂRE ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder (el-Medhal, IV, 40).
Bazı kaynaklarda rüyada beyâz veyâ yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veyâ kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dâir nakledilen görüşler (İbn Âbidîn, II, 27) şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mahiyeti bulunmamaktadır (Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43).

Şîa Kaynaklarında bunun yanında tavsiye edilen diğer bazı İSTİHÂREler ve uzunDUÂlar da aynı şekilde tecrübî ve örfî telakkileri yansıtan uygulamalardır. Yapılması istenen işin hayırlı olması için DUÂ ettikten sonra kapalı haldeki mushaf açıldığında sağ sayfadaki âyetler rahmet âyetleri veyâ iyiliği emreden âyetlerden ise niyet edilen işin hayırlı olacağına, azâb âyetleri yahut kötülükten sakındıran âyetler ise hayırlı olmayacağına işaret sayılması, Hâfız-ı Şîrâzî’nin Dîvân’ı ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinin de bu maksatla kullanılması, Fâtiha Sûresiyle Kadr Sûresi okunduktan sonra İSTİHÂRE DUÂsı yapılarak tesbihin bir yerinden tutulması ve niyete göre tek veyâ çift gelmesinin o işin hayırlı olup olmadığına işaret sayılması, iki rek‘at namaz kılıp 100 defa.:ALLAH’ın rahmetiyle âfiyet içinde hayırlısını diliyorum!” dedikten sonra üzerine “yap” ve “yapma” yazılan kâğıtların belli bir usule göre çekilmesi bunlardan bazı örneklerdir (Muhammed Bâkır el-Meclisî, s. 63 vd.; Muhsin el-Emîn, I, 221-231).
İSTİHÂRE, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için ALLAH’a DUÂ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veyâ kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde söz konusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da İSTİHÂRE yapılabilir. İnsan geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman İSTİHÂRE yoluyla her şeyi bilen ALLAH’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte onda bir güven hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla İSTİHÂREnin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in Tavsiyesi doğrultusunda İSTİHÂRE eskiden beri İslâm Dünyâsında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası hâline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden önce İSTİHÂRE yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnasında da İSTİHÂRE yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu İSTİHÂREyle destekleme yoluna gitmişlerdir (meselâ bk. İbnü’s-Salâh, I, 293, 396; II, 434, 484, 485, 507).
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön