Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Ahmed Kuddisi (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Resim

Ahmed Kuddûsî
Kaddesallahu sırrahu..

Derleyen: Kul İhvÂNi (Latif YILDIZ)

Anadolu velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim'dir. 1769 (H.1183) senesi Rabî'ul-evvel ayının on birinci gecesi, Niğde'nin Bor kazâsında doğdu.

Büyük bir velî olan babası, rüyâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük ve parlaktı. Bu rüyânın tâbirinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca oğlunun büyük bir velî ve âlim olacağını anladı.

Ahmed Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini babasından öğrendi. Babasının: "Oğlum her zaman ALLAHu Teâlâyı zikr et, benim sağlığımda boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur!."
Nasîhatine uyarak onun tarîkat hakkındaki tavsiyelerine harfiyyen riâyet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda velîlik basamaklarında yükseldi.

Ahmed Kuddûsî, o zaman medreselerde okutulan ilimleri öğrenmek için de uzun müddet medrese tahsîli gördü. 1786 senesinde babası vefât edince, ilâhî bir işâret üzerine Turhal'a gitti. Turhal'daki Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde bulunarak kemâle erdi. Oradan bir arkadaşı ile ayrılıp Erzincan'a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan'da birkaç ay kaldı. Yaz gelince, Erzincan'dan ayrılarak, önce Şam'a oradan da Mısır'a vardı. Daha sonra hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve Uhud dağında, Hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer şehîdlerinin medfûn, gömülü bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kendi başına kaldı. Mescid-i Nebî çevresinde riyâzetler çekti. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin lütuf ve hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada: "Anadolu'ya git, orada evlen. Senin için üstün derece ve makamlar, âile kadrosu içinde hâsıl olacaktır."
İkâz ve işâreti üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor'a döndü. Bu müddet içerisinde, Resûlullah efendimizin yüksek himmetlerine nâil olduğunu bir şiirde şöyle ifâde eder:


Dâvet etti köyüne çünkü bizi ol şâhımız,
Pes icâbet eyledik bugün açıldı râhımız..

Etti tâlim hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşvâ-yı sâlikîn olan Resûlullahımız..

Doldu ışk-u-cezbe dil iklimine deryâ misâl,
Bu sebeple mürtefî' oldu begâyet râhımız..

Bakmanız hışm u hakâretle bize ey zâhidân,
Dost yanında mu'teber hor görünen gümrâhımız..

Yanarız ışk oduna Kuddûsîyâ leyl ü nehâr,
Kıldı âlem halkını âciz figân ü âhımız

Ahmed Kuddûsî, ilki 1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyâzetleri yâni cihâd-ı asgarı cihâd-ı ekberle, yâni nefsle yaptığı savaşlarla da tamamladı.

Bir süre Anadolu'da kalan Kuddûsî Hazretleri tekrar Hicaz'a gitti. Uzun müddet Mekke ve Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini tezkiyeye, safiyyete ulaştırmak için çektiği çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu sırada günlük yiyeceği, her gün belli saatte kendiliğinden gelen bir ceylanın verdiği süttü.

Ahmed Kuddûsî, Hicaz'dan Bor'a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı. Bu arada, bir gün Cumâ vaktinden önce bir tanıdığı, misâfir olarak evine geldi. Cumâ vakti yaklaştığı hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir acelecilik göstermedi. O zât Cumâya gitmek için izin istedi. Ahmed Kuddûsî; "Biraz daha beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni beklerim." buyurarak misâfirini uğurladı. Cumâdan sonra biraz gecikerek gelen misâfir zât, yemekle berâber tâze hurma ve o mevsimde Bor'da olmayan tâze sebzeler ikrâm edilince, çok şaşırdı ve: "Efendim, hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cumâyı nerede kıldınız?" diye sorunca, Kuddûsî Hazretleri: "Evlâdım söz dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle birlikte sen de Cumâyı Kâbe-yi Muazzamada kılacaktın." buyurdu.

O devrin ileri gelenlerinden makam sâhibi biri, bir sohbette: "Zamânımızın büyük velîsi kim ise onunla görüşmek istiyorum." diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada Kuddûsî Hazretlerini tanıyan biri: "Zamânımızın büyük velîsi Ahmed Kuddûsî'dir." deyince, kendisini İstanbul'a dâvet ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul'a gelip huzûra girince, orada bulunan kimseler, onun taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır takınırlar. Ahmed Kuddûsî sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sâhibi kimse: "Şeyh efendi! Siz de bir beyân buyursanız." deyince: "Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim. Huzûrunuzda konuşmaya hayâ ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi anlatayım." diyerek şu hikâyeyi anlatır:

"Bir gün bendeniz Sarayburnu'nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu tâkib ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicrânı ile rahatsızdır efendim."

O makam sâhibi kimse, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed Kuddûsî'ye: "Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi." dedi. Sonra Kuddûsî Hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.

Yine bir gün sultan, huzûrunda bulunanlara: "Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi istiyorum." dedi. Herkes bir şey söylediyse de kimse bilemedi. Bir köşede oturan Ahmed Kuddûsî'ye: "Siz de bir tahminde bulunun." dediler. Ahmed Kuddûsî de: "Yedi iklim ve yedi deryâyı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm." dedi. Meğerse pâdişâhın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî'ye tâzim ve ikrâmda bulunularak, sarayda kalması teklif edildi. Fakat o: "Ben âciz bir kulum, burada kalsam dünyâ imtihânından berât edemem." buyurdu ve kalmayı kabûl etmedi.

Bir süre İstanbul'da kalan Ahmed Kuddûsî, Bor'a döndü. Bor'da iken birgün Sultan, Bor'a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini bellerken buldular. Ahmed Kuddûsî Hazretleri onlar daha bir şey söylemeden: "Siz İstanbul'dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok." buyurdu. Onlar: "Pâdişâhımız bizi vazifeli gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız." dediler. Ahmed Kuddûsî onlara: "Açın eteğinizi" diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddûsî: "Eteklerinizdekileri dökün." deyince hemen yere döktüler. Bu defâ toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî: "Evlâtlarım! ALLAHu Teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da, fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın." diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp yoksullara dağıttı.

Ahmed Kuddûsî, bir gün Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istedi. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip gidiyordu. Türbedâra türbeyi açması için ricâlar edip çok yalvardı. Fakat türbedâr: "Akşam oldu, açma müsâdesi yoktur." diyerek kesin bir şekilde reddetti. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî şu medhiyeyi okumaya başladı:


Sensin velîler şâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kâreyim,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Gâyet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allah'ın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma'den-i irfânsın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikrâm et,
İhsânını itmâm et,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillah,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.


Son dörtlüğü söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ: "Bu mutlakâ Bor'lu Kuddûsî'dir." dediler.

Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece ALLAHu Teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât: "Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye: "Seni Kuddûsî Hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi.
Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât: "Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et." dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî Hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:


Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana..


Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana..


Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana..


Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.


Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.


Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana.


Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.


Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.
Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.


İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana.


Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri devamlı yaptı.

Ahmed Kuddûsî Hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sâir yazılarında, hak yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemîme, dedi-kodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye ederdi.

Yine Ahmed Kuddûsî Hazretleri, ALLAHu Teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya ve maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi olmayan: mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:


Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese cezâ,
Taksîr iden lâ-büd cezâsınbulur.

Kalbinden adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan onu kul itti sanır.

Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör.

Ahmed Kuddûsî, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, ALLAHu Teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır. ALLAHu Teâlâya kulluğu, ALLAHu Teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Ahmed Kuddûsî, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır.

Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye ALLAHu Teâlâyı zikr ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam: "Kimseye söyleme bu oğlumuz kemâl sâhibi olur inşâallah." demiş.

1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor'da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık'a defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor'a geldiğinde çok kalabalık bir cemâatın cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci durumu ona anlatır. O da köylüye: "Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar. Köylü: "Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata katılarak cenâze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim." deyince o kişi: "Senin, adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî Hazretleriydi. ALLAHu Teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı da ateşten muhâfaza etmiştir." der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Son yıllarda mezârlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishâneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek: “beni kurtarın!.” diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.


Ahmed Kuddûsî'nin eserleri şunlardır:
1) Dîvân-ı Kuddûsî,
2) Külliyât-ı Kuddûsî Efendi: Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir:
Dîvân, Pendnâme, Vasiyetnâme, İcâzetnâme, Nesâyih-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr, Medâyıh Risâlesi, Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektuplar, Çeşitli konularda Arabça risâleler.


KEFENİMİ NİĞDE BEZİNDEN YAPIN:

Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin vasiyetnâmesi şöyledir:

Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukâtım! Size vasiyet ederim ki: ALLAHu Teâlâya ve Resûlüne sallallahu aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl edip sabah namazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr'da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde “bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı?” diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur'ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız. İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken ALLAHu Teâlânın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir.

Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî ile Kur'ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. ALLAHu Teâlâ benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf okusanız fayda vermez.

İlmi, tâliblerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın. Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve ALLAHu Teâlânın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve ALLAHu Teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz. Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise hemenn istigfâr etmeli, ALLAHu Teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi mümin kardeşlere gösteresiniz.


ÖLÜM VAR:

Cem' eyleme bu cîfe-i murdârı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var..

Şeddâd ile Nemrûd'u ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var..

Kârun ile Fir'avn'ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var..

Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemân,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var..

Kuddûs-i miskîn sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim neydelim ağyârı ölüm var..

RûHu ŞÂD OLsun RAHmetLer YAĞsın
HiMmeti VAR Olsun CüMMlemİZe İnşâe ALLAHu TeÂLÂ!.


Lillahi’l- Fâtiha mâa’s-sâLâvât..


36. SALÂVÂT-I ŞERÎFE

Gavsı Azam Abdulkadîri Geylânî (kaddasallahu sırrehu)'nun salâvâtı (1)

Resim

TÜRKÇESİ: Allahümme salli ve sellim alâ Seyyidinâ ve Mevlânâ Muhammedin essâbiki lil-halki nûruhu Resim Ve rahmeten lil-âlemîni zuhûrûhu Resim Adede men medâ min halkike Resim Ve men beka ve men saîde minhum ve men şekâ Resim Salâten testâgrikul-adde ve tuhîtu bil- haddi Resim Salâten lâ gâyete lehâ velâ mühteha velâ inkidâe Resim Salâten dâimeten bi devâmike Resim Ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim teslimen kesiren misle zâlike.

MÂNÂSI: ALLAH'ım! Nûru mahlûkattan önce yaratılan (ilk halk), zuhûru âlemlere rahmet olan Efendimiz ve Sahibimiz Muhammed (salallahu aleyhi ve sellem)'e; geçmiş ve gelecek mahlûkatın sayısınca, kullarından saîd (ehli tevhid, mutlu) olanlar ve şâki (inkârcı, bedbaht, mutsuz) olanlar sayısınca salât-ü-selâm getir! Rahmetini ihsân eyle, teslimiyet ve istikamet ulaşımımıza vesile kıl! Öyle bir salât ki sayılar, içinde gark olsun (sayıları, adedleri yutsun) ve hadleri (hudud, sınır) ihata etsin (kapsasın, içine alsın). Öyle bir salât ki sınırı (gayesi) ve sonu (nihâyeti) olmasın, asla kesilmesin! Senin sonsuz ebedîliğiyin devâmınca bir salât! Ailesine ve ashabına da böylece, çokca, tam bir şekilde selâmla, selâmette kıl rahmet ihsân eyle!

ÂMİN YÂ MUÎN ALLAH CELLE CELÂLUHU



KAYNAKLAR:

1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150

2) Sicilli Osmânî; c.4, s.58

3) Kuddûsî Dîvânı
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12868
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim BİZ BİR-İZSARığımİZz..

AŞKın ->AL GÜLü KuDDûSî
BeZM
in BÜLBÜLü KuDDûSî
SıRR SARığı
->SîN SeMÂmız
ÂŞıK
->AŞK TÜLü KuDDûSî!.
BaBam.. kaddesallahu sırrahu..

ZEVK 6812

bU KervÂN ->HaBîBî ->BİZ-iZ.. ->GEL sEN de KATıL >Eyy GARDAŞ!
->BİZ ->MUhaMMedî BİZ BİR-İZ ->YOL-YOLcu-YOLLuk-La-YOLdaŞ!
->SADAKAt-La ->SaMîMiYyet ->“SABR”-ın ->SON-unda ->SeLÂMet!
->ŞiMdi ->şU ÂN ->Şe’ÂNuLLAH!. ->HÂL İÇİnde ->HÂLde ->HÂLdaŞ!.


13.05.15 19:22
brsbbrs..tktktktrstkkmdknrylvgllrimmm..
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Resim

ŞEYH AHMED KUDDUSİ HAZRETLERİ

Kuddusî Hazretleri, 11 Rebiülevvel 1183 'de (Temmuz 1769) Niğde' nin Bor kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed b. Hacı İbrahim olan Hazreti Kuddusî, daha çok "Mar'aşi-zâde" ve "Kuddusî" lakabları ile ma’ruf ve meşhurdur. Bu "Kuddusî" lakabını ona bizzat ALLAHu TeÂLÂ vermiştir. Öyle ki, o, anasının karnında iken Allah"ın "Kuddusî" ismini zikreder ve anası da bunu işitirmiş. Hazreti Kuddusî, "Kuddusîyem!" isimli şiirinin bir beytinde bunu şöyle ifâde etmiştir:

"Bil ana rahminde beni ki etmişem takdis A'nı,
Anam işitmiştir bunu Kuddusîyem! Kuddusîyem!."


Hazreti Kuddusî'nin babasi İbrahim Efendi, Nahşibendi şeyhi olup aynı zamanda zâhiri ilimde de derinleşmiş bir âlimdir. O devirde, Maraş Vâlisinin zulüm ve baskısı üzerine çok sayıda Maraşlı civar vilâyet ve kasabalara göç etmiş, bu meyânda Niğde ve Bor'ada gelip yerleşenler olmuştur. Hazreti Kuddusî'nin pederinin de bu sebepli hicret edenler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Hazreti Kuddusî, babası İbrahim Efendi'nin Maraş'tan göçüp Bor'u vatan edinmesinin sebeplerini İcâzetnâmesinde şöyle ifâde ediyor:
"Pederim el-Hac İbrahim Efendi (kaddesallahu sırrahu), Maraş şehrinden olup ilm-i zâhirde derin ve ilm-i bâtında kâmil olunca, Bor halkının din, dünya ve âhiret işlerinde diğer beldelere nisbetle bid'atleri az ve ilme, âlimlere ve salihlere muhabbetleri pek çok olduğundan dolayı pek çok ve özellikle de Kevseri Ali Efendi (kaddesallahu sırrahu) ve onun gibi faziletli kimseler orada bulunduğu için Bor'u vatan edinmiştir. "

Şeyh Hacı İbrahim Efendi’nin çok sayıda evlâdı oluşsa da bunlardan Mehmet, Ahmed, ve Muhammed adlı üç oğlu ile Şerife Emetullah isimli bir kızının kalıp yaşadığı anlaşılmaktadır.

Hacı İbrahim Efendi, rüyâsında üç ay görmüş. Ortaki ay hem daha büyük hem de daha parlakmış. Bunun sırrını sormuş, demişler ki: “Üç erkek evlâdın olacak. İsimleri; Mehmet, Ahmed ve Muhammed olacak Ahmed çok ömür sürecek ve hesapsız çile, riyâzat, dert, belâ, keder çekecek. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, halka nasihat ve irşad hizmetinde çalışacağı için düşmanları dostlarından çok olacak.”

Hazreti Kuddusî, Pendname adlı eserinde aynı bu ifâdelerle anlattıktan sonra:
“Pederim rüyâsı sadık imiş ki, dedikleri hep zuhur etti.” der.
Bu olayın aynı zamanda Divan’nın 19. no’lu şiirinde dile getirilmiştir. Hazreti Kuddusî’nin kardeşlerinden Hacı Mehmet Efendi, Bor Müftüsü olmuştur. Hazreti Kuddusî, onun hakkında: “Zâhirî ilimde asrının biricik derin âlimi olmak himmetini Peder Efendimizden aldı.” demiştir. Diğer kardeşi Muhammed de aynı şekilde zâhirî ilimde ilerlemiştir. Hazreti Kuddusî, bu iki kardeşine yazmış olduğu bir mektupta, nasihatta bulunarak onları haksızlığa meyletmemeye ve doğruluğa çağırmaktadır.

Hazreti Kuddusî, İstanbul’da, Bor’da ve Kayseri ‘de olmak üzere on kadınla evlenmiş ve 114 no’lu şiirinde de ifâde ettiğine göre yirmi altı evlâdı olmuştur. 1248/1832 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir evlâdının hayatta kaldığını yazmaktadır.

Hazreti Kuddusî, Tasavvuf dersini ilk önce, Nakşibendi Tarikatına mensub olan babası Şeyh Hacı İbrahim Efendi’den almıştır. Hazreti Kuddusî, bunu, Nasaih-i Kuddusî isimli eserinde şöyle anlatır:
“Ey oğullarım! Sizin Ceddiniz (k.s) kâmil ve mükemmel bir zât idi. Allah Tebâreke ve TeÂLÂ’nın tevfiki ile daha küçük yaşlarımda iken babam bana kelime-i tevhidi telkin eyledi. Bana: “Ahmed! Benim bu günümde çalış, gayret et.“diye emretti ve bende çalıştım. Kısa zamanda veled-i kalb (kalb çocuğu) doğdu. Sol mememin altında veled-i kalbin hareket ettiğini rahmetli anam da bizzat müşahede ederdi.”
Bu ifâdelerden anlaşıldığı üzere Hazreti Kuddusî, Tasavvuf’ta “Vilâd-i Sani” (İkinci doğum) denilen, mülk âleminden Melekût Âlemine doğma hadisesini yine birinci doğumuna sebep olan babası Şeyh İbrahim Efendi’nin terbiyesi altında yaşamıştır.

Hazreti Kuddusî, Nasaih-i Kuddusî isimli eserinde de yazdığı üzere, kendisi on sekiz yaşında iken (1201/1786) hem babası, hem de şeyhi olan İbrahim Efendi vefât etmiştir. Daha on sekiz yaşında iken, hem maddî hem de manevî babası olan İbrahim Efendi’yi kaybeden Hazreti Kuddusî, bu acı ayrılıktan sonra büyük bir üzüntü ve kararsızlık içine düşmüş ve iç âleminde dayanılmaz çalkantılar yaşamıştır. Babasının vefâtından sonraki olayları dinlemek üzere burada sözü Hazreti Kuddusî’ye verelim:
“Ben on sekiz yaşında iken pederim âhirete göç etti. Kayseri’de, Büyük velî Hüseyin Efendi’den medrese tahsili görüyor iken Turhal şeyhi (k.s) Hazretleri’nin huzuruna yürüyerek gittim. Turhal’da bir müddet kaldım ve beni terbiye etti. Şeyh Hazretleri, İstanbul’a gitmeye karar verince, ben oradan Erzincan’a gittim. Orada da biraz kaldıktan sonra bahar mevsiminde yürüyerek Şam’a oradan da Mekke-i Mükerreme’ye varıp Medine-i Münevvere’de ikâmet ettim.’’
Hazreti Kuddusî’nin, binlerce kilometrelik bu yolları yürüyerek katetmesi, onun gönlündeki aşkın ve susuzluğun büyüklüğüne işârettir.

Küçük yaşta medrese tahsili gördükten sonra,Cenâb-ı Hakk’ı delilerle bilmeğe çalışmanın pek de sağlam ve emin bir yol olmadığını ,Yüce Allah’ın zâhirî ilimle gereği gibi bilinip bulunamayacağını anlayan Hazreti Kuddusî, kendisini büsbütün Tasavvuf Yoluna vermiştir.

Hazreti Kuddusî, Medine-i Münevvere’de bir yıl mücâvir kaldıktan sonra Mekke’ye gidip haccetmiş ve Bor’a dönmüş. Ertesi sene Hac mevsiminde tekrar memleketi olan Bor’a dönmüştür. Hicâz’da iken Hazreti Kuddusî , Hirave Uhud dağında, Hazreti Hamza ve diğer Uhud şehidlerinin medfun bulunduğu sahada ve kayalıklar arasındaki mağaralarda uzun günler uzlet hayatı yaşamıştır. Mescid-i Nebi çevresin de riyâzatta bulunmuş ve Hazretleri Peygamber’in lütuf ve hitablarına kavuşarak üstün derecelere yükseltilmiştir. Bu sırada manevî bir emir ve işâretle, Hazreti Kuddusî’ye, Anadolu’ya gidip orada çok evlenmesi ve kendisi hakkında manevî fütuhat ve tekmil-i mertebenin ancak çok evlenmekle gerçekleşeceği bildirilmiştir. Buna binâen Hazreti Kuddusî, İstanbul, Şumnu, Bor ve Kayseri’de müteaddit defalar evlenerek kasret-i ezvâc ve evlâda mübtelâ olduğunu ve yirmi altı kadar çocuğunun dünyaya geldiğini ve bunların çoğunun öldüğünü ve 1248 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir çocuğunun dünyada kaldığını Pendnâme’sinde ve mektuplarında ifâde etmiştir.

Hazreti Kuddusî, ikinci Hicâz yolculuğunda Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, yıllarca evinde inzivâ hayatı yaşamıştır. Bu inziva hayatı yıllarında, bir gün Cuma vaktinden önce bir tanıdığı, misâfir olarak onun evine gelir. Cuma vakti yaklaştığı halde Hazreti Kuddusî, hiçbir acelecilik göstermez. O zât Cuma’ya gitmek için izin ister. Hazreti Kuddusî, ona: “Biraz daha beklersen iyi olacaktı. Lâkin namazdan sonda seni beklerim.” der ve misafirini uğurlar. Cumadan sonda biraz gecikerek gelen misafir zât, yemekle beraber tâze hurma ve o mevsimde Bor’da olmayan tâze sebzeler ikram edilince çok şaşırır ve:
“Efendim! Bu hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cumayı nerede kıldınız” diye sorunca, Hazreti Kuddusî: “Evlâdım! Söz dinleyip biraz daha beklesen, ihlasının karşılığını görecek ve bizimle birlikte sen de Cumayı Kâbe-i Muazzama’da kılacaktın.” buyurur.

Hazreti Kuddusî’nin feyiz kaynaklarından ilki, babası İbrahim Efendi’dir. Daha sonra Turhal Şeyhi denilen zâttan feyizlenmiş ve kısa bir zaman onun terbiyesi altında bulunmuştur. Hazreti Kuddusî, bu ikisinden başka zâhirde, yani hayatta bulunan bir şeyhe bağlanmamakla birlikte, Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre’nin Şeyhi Taptuk Emre’nin şeyhi olan ve Bor’da medfun bulunan Sarı Saltık ve Mevlânâ gibi büyük velîlerin ruhaniyetinden feyizlendiğini şiirlerinde ifâde etmektedir. Bütün bunların ötesinde, Hz, Kuddusî, Medine’de mücâvir olduğu zamanlarda, o menba-ı feyz olan Hazretleri Peygamber (aleyhisselâm)’in ruhaniyetinden feyizlenip yüce manevî mertebelere ulaştığını şiirlerinde dile getirmektedir. Hazreti Kuddusî’nin, ruhaniyetinden feyizlenmesi, onun Üveysi bir velî olduğunu ortaya koymaktadır.
(Üveysilik için bkz. Prof.Dr. H. Kâmil YILMAZ, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat 1997, İstanbul, s.100.)

Hazreti Kuddusî’nin diğer farklı bir özelliği de, hem Nakşîlik, hem de Kadirîlik yönünün olmasıdır. O, Kayseri ulemâsından ve şeyhlerinden Mehmet Sadık Efendiye gönderdiği bir mektubunda, bunu şöyle ifâde ediyor:
“Peder Efendimiz, fâkire, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî (kaddesallahu sırrahu) tarikından icâzet verdiği için, ben de, ihvanımıza onun evradını okumağa icâzet verdim. Birkaç seneden beri de, Şeyh Abdulkadir Geylanî (kaddesallahu sırrahu)’un tarikı üzere icâzet verir oldum. Nakşi Tarikatında, zühd, takvâ ve riyâzet olmadıkça ve şüpheli şeylerden gereği gibi sakınmadıkça, feyz almanın ve yararlanmanın zorluğu tecrübe ile sabit bulunduğundan, bir gece eşref vakitte, Semi’, Basîr, Karîb ve Mücîb olan ALLAHu TeÂLÂ ve Tekaddes Hazretleri’ne tazarru ve niyaz eyleyip dedim ki:
“Yâ Rab! Senin velî kulun Bahaüddin’in tarikı pek güzeldir. Fakat biz ve ihvanımız, bir takım gâfiller câhiller ve şaşkınlarız. Kalblerimiz mâsivâ kirleriyle bulandı, halkın çoğu dünya zinetine yöneldi ve zikirlerimizde halâvat ve huzur kalmadı. Bizler, salih amelli geçmişlerimiz gibi mücâhede edemedik. Velî kulun Şeyh Abdulkadir’in tarikı ise, çok geniştir. Kendisinin himmeti, avama ve havassa şâmildir. Müridlerine karşı çok derece şefkatlidir ve şöyle demiştir: ”Hayatımda ve vefâtımdan sonra, karada ve denizde zorda kalanlara benden yardım taleb etseler yardım ederim. Halifelerimden inâbe ederlerse, ben onları, ruhaniyetimle irşad ederim, halifelerim karışmasınlar. Beni çağıran salih kişi olsun, fasık kişi olsun yermem, yardım ederim!.”
“Yâ Rab! Yâ Rab! Şeyh Muhammed Bahaüddin kulun, bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdulkadir kulun ise, küsmez; olurda bir günah işleseler mühabbetten geçmez. Kâmiller, me’muren fâkir Ahmed kuluna onun tarikatından icâzet-i kâmile verdiler. Kendim halife-i kâmile olmayıp terbiye ve seyrü sülük yaptırmaya gücüm yok ise de kâmilleri taklit ederek taliplere Kadirî tarikından zikr-i şerife izin vermeyi evlâ ve ahsen ve ehem görüp veririm. Uzakta ve yakında, Arapta ve Acem’de her ne miktar münip ve me’zunlarım var ise, cümlesine huzur-u izzetinde Kadirî tarikından izin verdim. İkinci gece rüyâda Abdulkadir Efendimiz’i gördüm. Elime yeşil bir levha verdi. Ortasında güzel bir hat ile şu yazılı idi: “Bir kimse “Lâ ilâhe illallah ” zikrini çoğaltırsa, sabikinden ve mukarrabinden olur.”
Uyandım ve gördüm ki, gönül evime Tevhid Nuru dolmuş ve lisanımda Nil nehri gibi zikir cereyan eder. Âhir zamanda cehâlet, gaflet, tembellik, bid’at, zînet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı Kadirî Tarikı, bu ümmete rahmettir.”

Hazreti Kuddusî’nin Nakşîlik ve Kadirîliğini ifâde ettikten sonra şunu belirtelim ki, hakikatte o, tarikat taassubundan uzak bütün tarikatları kucaklayan bir tevhid eridir. Bunu bir beyitinde şöyle dile getiriyor:


“Yok ayrı gayrı evliyâ yollarının hak cümlesi,
Hem Halvetî, hem Celvetî, hem Kadirî, Hem Nakşîyem.”
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Resim

ÂŞIK KUDDÛSÎ BaBaMız
KaLBi DiRi KaBuĞu HaYY
MuHABBEtte MeRHaBaMIız
TeVHİd TâCı
-KaVuĞu HaYY


Son dörtlüğü söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî BaBa, türbedârın şaşkın bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ: "Bu mutlakâ Bor'lu Kuddûsî'dir." dediler.

Medîne-i münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i Münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece ALLAHu TeÂLÂya ilticâ ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât: "Evlâdım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye: "Seni Kuddûsî Hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla!." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât: "Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et!." dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî Hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:


Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana..


*

Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana..


*

İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana..


Cürm: (Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket.
Hadd: Hudut. Çizgi. Sınır.
Zenb: Suç, günah, kabahat.
Ayân: (İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği.
Katre: Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey.
Menî: Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma.
Kesel: Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık.
Fısk: Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. * Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara şeriat dilinde "fâsık" denir.
Fücur: Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu
Ayb: Kusur. Leke. Utandıracak hal.
Zelel: Eksiklik.
Kusûr: Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik.
Gafûr: (Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. Cenab-ı Hak.
Settâr: Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. Cenab-ı Hak.
Rah: (Reh) f. Yol. Tarz. Usûl. Meslek.
Penâh: f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta.
Şedîd: Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ.
Battal: Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
Pelîd: f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse.


Lâ-taknetû yeter penâh:

قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Resim ---“Kul ya ibadiyellezine esrafu ala enfüsihim la taknetu mir rAhmedillah innellahe yağfiruz zünube cemia innehu hüvel ğafurur rahiym : De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rAhmedinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”''(Zümer 39/53)


Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri devamlı yaptı.

Ahmed Kuddûsî Hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sâir yazılarında, hak yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemîme, dedi-kodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye ederdi.

Yine Ahmed Kuddûsî Hazretleri, ALLAHu TeÂLÂ’nın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya ve maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi olmayan: mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî BaBa, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:


Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese cezâ,
Taksîr iden lâ-büd cezâsın bulur..


*

Kalbinden adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan onu kul itti sanır..


*

Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör..


Nâs: f. İnsanlar.
Taksîr: (Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak
Lâ-büd: Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok.
Musallat: Rahatsız eden. Tasallut eden. Sataşan.
Hallâk: Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, ALLAHu TeÂLÂHazretleri.
Kat': Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden kesivermek.
Kasd: Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak.
Pend: f. Nasihat, vaaz, öğüt.
Kâsî: (Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı..


Ahmed Kuddûsî BaBa, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, ALLAHu TeÂLÂyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî BaBa; Azâzil'i (şeytanı), Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa'lebe'yi anlatmaktadır. ALLAHu TeÂLÂya kulluğu, ALLAHu TeÂLÂ’nın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Ahmed Kuddûsî BaBa, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır:

“Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye ALLAHu TeÂLÂyı zikr ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam: "Kimseye söyleme bu oğlumuz kemâl sâhibi olur inşâallah!." demiş.

1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor'da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık'a defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor'a geldiğinde çok kalabalık bir cemâatın cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci durumu ona anlatır. O da köylüye: "Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?" diye sorar. Köylü: "Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata katılarak cenâze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim." deyince o kişi: "Senin, adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî Hazretleriydi. ALLAHu TeÂLÂ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı da ateşten muhâfaza etmiştir." der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyâretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edeb dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishâneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî Hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Ahmed Kuddûsî kaddesallahu sırrahu BaBa'nın eserleri şunlardır:

1-) Dîvân-ı Kuddûsî,
2-) Külliyât-ı Kuddûsî Efendi: Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir: Dîvân, Pendnâme, Vasiyetnâme, İcâzetnâme, Nesâyih-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr, Medâyıh Risâlesi, Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektublar, Çeşitli konularda Arabça risâleler.


KEFENİMİ NİĞDE BEZİNDEN YAPIN..:

Ahmed Kuddûsî kaddesallahu sırrahu Hazretlerinin vasiyetnâmesi şöyledir

Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukâtım!.
Size vasiyet ederim ki: ALLAHu TeÂLÂya ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr'da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur'ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız. İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken ALLAHu TeÂLÂ’nın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir.

Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî ile Kur'ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. ALLAHu TeÂLÂ benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf okusanız fayda vermez.

İlmi, tâliblerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın. Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve ALLAHu TeÂLÂ’nın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve ALLAHu TeÂLÂ’nın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz. Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise hemenn istigfâr etmeli, ALLAHu TeÂLÂ’nın rAhmedinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi mü’min kardeşlere gösteresiniz..


ResimÖLÜM VAR!.

Cem' eyleme bu cîfe-i murdârı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var..


Şu pis Dünyâ LEŞini toplayıp durma ki, sonUÇ-unda ölüm var.
Sakın sakın, gizli yerlerinde depolama şu Dünyânın geçer akçesi gümüş altınlarını ki, sonUÇ-unda ÖLüm var!.


Resim

Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Dünya bir leştir. Onu elde etmek isteyenler de köpeklerdir.” buyurdu.
(Aclûnî, Keşfü’l- Hâfâ, I, 409.)

Resim

Şeddâd ile Nemrûd'u ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var..


Geçmiş zaman içinde kendilerini ebedî zanneden saray ve bahçelerini, CeNNet'e benzetmek iddiasiyle “İrem bağı” ilaneden ama içine giremeden İlahî gazaba uğrayan Şeddâd’ı ve ALLAH celle celâlihu’ya karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış ve kendisini ilâh ilan etmiş Nemrûd'u ölüm nasıl yerle biretti iyice bir fikr et ki,
sonuçta onca askerleri ve gölge makmları nasıl mahvolup uçtu gitti.. her CÂN için olan ÖLüm var!.


Resim

Kârun ile Fir'avn'ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var..


Gerçekten Silm AKLIn var ise, hazinelerinin anahtarlarını develerle taşıyan Kârun ilekendisini yaşayan RABB ilan eden Fir'avn'ın halini bir düşün.
Malları, mülkleri ve defineleri onları kurtaramadı.. ÖLüm var!.


فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Resim---Fe kâle ene rabbukumul a’lâ. Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Naziât 79/24)

Resim

Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemân,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var..


Halbuki insÂN ZiKRuLLAHa verse kendini gönlü tezce Uyanır ve,
Nefsine der ki: “Yeter arık şu günahlarını işleyip durma görmüyormusun ayak ucub-nda ÖLüm var!.


Resim

Kuddûs-i miskîn sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim neydelim ağyârı ölüm var..


Ey CÂN gel vakit varken sen de, şu kendi halinde ve AŞKuLLAH YOLundaki MuhaMMedî HAKk ÂŞık Kuddûsî kaddesallahu sırrahu BaBamın hak SÖZünü tut!. Sana der ki;
Yüce RABBımız TeÂLÂ’dan; Bâtıl ve Şerri Bırakıp da, Hak ve Hayr isteyelim ne edelim yâd el ağyârını ÖLüm var!.


Kaynaklar.:
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.58
3) Kuddûsî Dîvânı..


Resim

Cife: Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
Murdâr: f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan.
Kenz: Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler.
Dirhem: (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık.
Dînar: Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para.
Şeddâd: Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani taraftarlariyle birlikte gazaba uğramış, çarpılmış, yerin dibine geçmiştir.
Nemrûd: Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm zamanında yaşamış ve onu ateşe atarak yakmak istemiş, mu'cize ile İbrahim Aleyhisselâm ateşten kurtulmuştur. Bâbil'in müessisi ve hükümdarı olup, en evvel hükümranlık ve tecebbür eden bu olduğu mervidir.
Câh: (Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
Kârun: (A, uzun okunur) Peygamber Musâ (aleyhisselâm) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (aleyhisselâm) duâsından sonra malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini. Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fena sıfatı ile meşhur olmuştur.
Fir'avn: Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar. * İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve şaşkın insan.
Evzâr: (Vizr. c.) Ağırlıklar. Yükler. * Mc: Günahlar.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Resim

ŞEYH AHMED KUDDUSİ HAZRETLERİ
Kaddesallahu sırrahu


Kuddusî Hazretleri, 11 Rebiülevvel 1183 'de (Temmuz 1769) Niğde' nin Bor kasabasında doğmuştur. Asıl adı Ahmed b.Hacı İbrahim olan Hazreti Kuddusî, daha çok "Mar'aşi-zâde" ve "Kuddusî" lakabları ile maruf ve meşhurdur. Bu "Kuddusî" lakabını ona bizzat ALLAHu TeÂLÂ vermiştir. Öyle ki, o, anasının karnında iken Allah"ın "Kuddusî" ismini zikreder ve anası da bunu işitirmiş. Hazreti Kuddusî, "Kuddusîyem!" isimli şiirinin bir beytinde bunu şöyle ifâde etmiştir:

“Bil ana rahminde beni ki etmişem takdis A'nı,
Anam işitmiştir bunu Kuddusîyem! Kuddusîyem!"


Hazreti Kuddusî'nin babasi İbrahim Efendi, Nahşibendi şeyhi olup aynı zamanda zâhiri ilimde de derinleşmiş bir âlimdir. O devirde, Maraş Valisinin zulum ve baskısı üzerine çok sayıda Maraşlı cıvar vilâyet ve kasabalara göç etmiş, bu meyanda Niğde ve Bor'ada gelip yerleşenler olmuştur. Hazreti Kuddusî'nin pederinin de bu sebepli hicret edenler arasında olduğu tahmin edilmektedir. Hazreti Kuddusî, babası İbrahim Efendi'nin Maraş'tan göçüp Bor'u vatan edinmesinin sebeplerini İcâzetnâmesinde şöyle ifâde ediyor: "Pederim el-Hac İbrahim Efendi (kaddesallahu sırrahu), Maraş şehrinden olup ilm-i zâhirde derin ve ilm-i bâtında kâmil olunca, Bor halkının din, dünya ve âhiret işlerinde diğer beldelere nisbetle bid'atleri az ve ilme, âlimlere ve salihlere muhabbetleri pek çok olduğundan dolayı pek çok ve özellikle de Kevseri Ali Efendi (kaddesallahu sırrahu) ve onun gibi faziletli kimseler orada bulunduğu için Bor'u vatan edinmiştir. "

Şeyh Hacı İbrahim Efendi’nin çok sayıda evlâdı oluşsa da bunlardan Mehmet, Ahmed, ve Muhammed adlı üç oğlu ile Şerife Emetullah isimli bir kızının kalıp yaşadığı anlaşılmaktadır.

Hacı İbrahim Efendi, rüyâsında üç ay görmüş. Ortaki ay hem daha büyük hem de daha parlakmış. Bunun sırrını sormuş, demişler ki: “Üç erkek evlâdın olacak. İsimleri; Mehmet, Ahmed ve Muhammed olacak Ahmed çok ömür sürecek ve hesapsız çile, riyâzat, dert, belâ, keder çekecek. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, halka nasihat ve irşad hizmetinde çalışacağı için düşmanları dostlarından çok olacak.”
Hazreti Kuddusî, Pendname adlı eserinde aynı bu ifâdelerle anlattıktan sonra: “Pederim rüyâsı sadık imiş ki, dedikleri hep zuhur etti.” der.
Bu olayın aynı zamanda Divan’nın 19. no’lu şiirinde dile getirilmiştir. Hazreti Kuddusî’nin kardeşlerinden Hacı Mehmet Efendi, Bor Müftüsü olmuştur. Hazreti Kuddusî, onun hakkında: “Zâhiri ilimde asrının biricik derin âlimi olmak himmetini Peder Efendimizden aldı.” Demiştir. Diğer kardeşi Muhammed de aynı şekilde zâhiri ilimde ilerlemiştir. Hazreti Kuddusî, bu iki kardeşine yazmış olduğu bir mektupta, nasihatta bulunarak onları haksızlığa meyletmemeye ve doğruluğa çağırmaktadır.

Hazreti Kuddusî, İstanbul’da, Bor’da ve Kayseri ‘de olmak üzere on kadınla evlenmiş ve 114 no’lu şiirinde de ifâde ettiğine göre yirmi altı evlâdı olmuştur. 1248/1832 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir evlâdının hayatta kaldığını yazmaktadır.

Hazreti Kuddusî, Tasavvuf dersini ilk önce, Nakşibendi Tarikatına mensup olan babası Şeyh Hacı İbrahim Efendi’den almıştır. Hazreti Kuddusî, bunu, Nasaih-i Kuddusî isimli eserinde şöyle anlatır: “Ey oğullarım! Sizin Ceddiniz (k.s) kâmil ve mükemmel bir zat idi. Allah Tebareke ve TeÂLÂ’nın tevfiki ile daha küçük yaşlarımda iken babam bana kelime-i tevhidi telkin eyledi. Bana: “Ahmed! Benim bu günümde çalış, gayret et.“diye emretti ve bende çalıştım. Kısa zamanda veled-i kalp (kalp çocuğu) doğdu. Sol mememin altında veled-i kalbin hareket ettiğini rAhmedli anam da bizzat müşahede ederdi.” Bu ifâdelerden anlaşıldığı üzere Hazreti Kuddusî, Tasavvuf’ta “Vilad-i Sani” (İkinci doğum) denilen, mülk aleminden melekut alemine doğma hadisesini yine birinci doğumuna sebep olan babası Şeyh İbrahim Efendi’nin terbiyesi altında yaşamıştır.

Hazreti Kuddusî, Nasaih-i Kuddusî isimli eserinde de yazdığı üzere, kendisi on sekiz yaşında iken (1201/1786) hem babası, hem de şeyhi olan İbrahim Efendi vefât etmiştir. Daha on sekiz yaşında iken, hem maddi hem de manevî babası olan İbrahim Efendi’yi kaybeden Hazreti Kuddusî, bu acı ayrılıktan sonra büyük bir üzüntü ve kararsızlık içine düşmüş ve iç aleminde dayanılmaz çalkantılar yaşamıştır. Babasının vefâtından sonraki olayları dinlemek üzere burada sözü Hazreti Kuddusî’ye verelim: ’’Ben on sekiz yaşında iken pederim âhirete göç etti. Kayseri’de, Büyük velî Hüseyin Efendi’den medrese tahsili görüyor iken

Turhal şeyhi (k.s) Hazretleri’nin huzuruna yürüyerek gittim. Turhal’da bir müddet kaldım ve beni terbiye etti. Şeyh Hazretleri, istanbul’a gitmeye karar verince, ben oradan Erzincan’a gittim. Orada da biraz kaldıktan sonra bahar mevsiminde yürüyerek Şam’a oradan da Mekke-i Mükerreme’ye varıp Medine-i Münevvere’de ikamet ettim.’’ Hazreti Kuddusî’nin, binlerce kilo metrelik bu yolları yürüyerek katetmesi, onun gönlündeki aşkın ve susuzluğun büyüklüğüne işârettir.

Küçük yaşta medrese tahsili gördükten sonra, Cenab-ı Hakk’ı delilerle bilmeğe çalışmanın pek de sağlam ve emin bir yol olmadığını ,Yüce Allah’ın zâhiri ilimle gereği gibi bilinip bulunamayacağını anlayan Hazreti Kuddusî, kendisini büsbütün Tasavvuf yoluna vermiştir.

Hazreti Kuddusî, Medine-i Münevvere’de bir yıl mücâvir kaldıktan sonra Mekke’ye gidip haccetmiş ve Bor’a dönmüş. Ertesi sene Hac mevsiminde tekrar memleketi olan Bor’a dönmüştür. Hicâz’da iken Hazreti Kuddusî, Hirave Uhud dağında, Hazretleri Hamza ve diğer Uhud şehitlerinin medfun bulunduğu sahada ve kayalıklar arasındaki mağaralarda uzun günler uzlet hayatı yaşamıştır. Mescid-i Nebi çevresin de riyazatta bulunmuş ve Hazretleri Peygamber’in lütuf ve hitablarına kavuşarak üstün derecelere yükseltilmiştir. Bu sırada manevî bir emir ve işâretle, Hazreti Kuddusî’ye, Anadolu’ya gidip orada çok evlenmesi ve kendisi hakkında manevî fütuhat ve tekmil-i mertebenin ancak çok evlenmekle gerçekleşeceği bildirilmiştir. Buna binâen Hazreti Kuddusî, İstanbul, Şumnu, Bor ve Kayseri’de müteaddit defalar evlenerek kasret-i ezvâc ve evlâda mübtelâ olduğunu ve yirmi altı kadar çocuğunun dünyaya geldiğini ve bunların çoğunun öldüğünü ve 1248 yılında beşi erkek ve altısı kız olmak üzere on bir çocuğunun dünyada kaldığını Pendname’sinde ve mektuplarında ifâde etmiştir.

Hazreti Kuddusî, ikinci Hicâz yolculuğunda Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, yıllarca evinde inziva hayatı yaşamıştır. Bu inziva hayatı yıllarında, bir gün Cuma vaktinden önce bir tanıdığı, misafir olarak onun evine gelir. Cuma vakti yaklaştığı halde Hazreti Kuddusî, hiçbir acelecilik göstermez. O zat Cuma’ya gitmek için izin ister. Hazreti Kuddusî, ona: “biraz daha beklersen iyi olacaktı. Lakin namazdan sonda seni beklerim.” Der ve misafirini uğurlar. Cumadan sonda biraz gecikerek gelen misafir zat, yemekle beraber taze hurma ve o mevsimde Bor’da olmayan taze sebzeler ikram edilince çok şaşırır ve:
“Efendim! Bu hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cumayı nerede kıldınız” diye sorunca, Hazreti Kuddusî: “Evlâdım! Söz dinleyip biraz daha beklesen, ihlasının karşılığını görecek ve bizimle birlikte sen de Cumayı Kâbe-i Muazzama’da kılacaktın.” buyurur.

Hazreti Kuddusî’nin feyiz kaynaklarından ilki, babası İbrahim Efendi’dir. Daha sonra Turhal Şeyhi denilen zattan feyizlenmiş ve kısa bir zaman onun terbiyesi altında bulunmuştur. Hazreti Kuddusî, bu ikisinden başka zâhirde, yani hayatta bulunan bir şeyhe bağlanmamakla birlikte, Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre’nin Şeyhi Taptuk Emre’nin şeyhi olan ve Bor’da medfun bulunan Sarı Saltık ve Mevlânâ gibi büyük velîlerin ruhaniyetinden feyizlendiğini şiirlerinde ifâde etmektedir. Bütün bunların ötesinde, Hz, Kuddusî, Medine’de mücâvir olduğu zamanlarda, o menba-ı feyz olan Hazretleri Peygamber (aleyhisselâm)’in ruhaniyetinden feyizlenip yüce manevî mertebelere ulaştığını şiirlerinde dile getirmektedir. Hazreti Kuddusî’nin, ruhaniyetinden feyizlenmesi, onun Üveysi bir velî olduğunu ortaya koymaktadır.
(Üveysilik için bkz. Prof.Dr. H. Kâmil YILMAZ, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat 1997, İstanbul, s.100.)

Hazreti Kuddusî’nin diğer farklı bir özelliği de, hem Nakşîlik, hem de Kadirîlik yönünün olmasıdır. O, Kayseri ulemâsından ve şeyhlerinden Mehmet Sadık Efendiye gönderdiği bir mektubunda, bunu şöyle ifâde ediyor: “Peder Efendimiz, fakire, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî (kaddesallahu sırrahu) tarikından icâzet verdiği için, ben de, ihvanımıza onun evradını okumağa icâzet verdim. Birkaç seneden beri de, Şeyh Abdulkadir Geylanî (kaddesallahu sırrahu)’un tarikı üzere icâzet verir oldum. Nakşi Tarikatında, zühd, takvâ ve riyâzet olmadıkça ve şüpheli şeylerden gereği gibi sakınmadıkça, feyz almanın ve yararlanmanın zorluğu tecrübe ile sabit bulunduğundan, bir gece eşref vakitte, Semi’, Basîr, Karîb ve Mücîb olan ALLAHu TeÂLÂ ve Tekaddes Hazretleri’ne tazarru ve niyaz eyleyip dedim ki:
“Yâ Rab! Senin velî kulun Bahaüddin’in tarikı pek güzeldir. Fakat biz ve ihvânımız, bir takım gâfiller câhiller ve şaşkınlarız. Kalplerimiz mâsivâ kirleriyle bulandı, halkın çoğu dünya zinetine yöneldi ve zikirlerimizde halâvat ve huzur kalmadı. Bizler, salih amelli geçmişlerimiz gibi mücâhede edemedik. Velî kulun Şeyh Abdulkadir’in tarikı ise, çok geniştir. Kendisinin himmeti, avama ve havassa şâmildir. Müridlerine karşı çok derece şefkatlidir ve şöyle demiştir: ”Hayatımda ve vefâtımdan sonra, karada ve denizde zorda kalanlara benden yardım taleb etseler yardım ederim. Halifelerimden inâbe ederlerse, ben onları, ruhaniyetimle irşad ederim, halifelerim karışmasınlar. Beni çağıran salih kişi olsun, fasık kişi olsun yermem, yardım ederim!.

Yâ Rab! Yâ Rab! Şeyh Muhammed Bahaüddin kulun, bir suçumuz olsa bize küser. Şeyh Abdulkadir kulun ise, küsmez; olurda bir günah işleseler mühabbetten geçmez. Kâmiller, me’muren fâkir Ahmed kuluna onun tarikatından icâzet-i kâmile verdiler. Kendim halife-i kâmile olmayıp terbiye ve seyr ü sülük yaptırmaya gücüm yok ise de kâmilleri taklit ederek taliplere Kadirî tarikından zikr-i şerife izin vermeyi evlâ ve ahsen ve ehem görüp veririm. Uzakta ve yakında, Arapta ve Acem’de her ne miktar münip ve me’zunlarım var ise, cümlesine huzur-u izzetinde Kadirî tarikından izin verdim. İkinci gece rüyâda Abdulkadir Efendimiz’i gördüm. Elime yeşil bir levha verdi. Ortasında güzel bir hat ile şu yazılı idi: “Bir kimse “Lâ ilâhe illallah ” zikrini çoğaltırsa, sabikinden ve mukarrabinden olur.” Uyandım ve gördüm ki, gönül evime Tevhid Nuru dolmuş ve lisanımda Nil nehri gibi zikir cereyan eder. Âhir zamanda cehâlet, gaflet, tembellik, bid’at, zînet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı Kadirî tarikı, bu ümmete rahmettir.”

Hazreti Kuddusî’nin Nakşîlik ve Kadirîliğini ifâde ettikten sonra şunu belirtelim ki, hakikatte o, tarikat taassubundan uzak bütün tarikatları kucaklayan bir tevhid eridir. Bunu bir beyitinde şöyle dile getiriyor:


“Yok ayrı gayrı evliyâ yollarının hak cümlesi,
Hem Halvetî, hem Celvetî, hem Kadirî, Hem Nakşîyem.”


Hazreti Kuddusî, ilk iki Hicâz yolculuğundan sonra, üçüncü kez yine Hicâz’a gitmiş ve yaklaşık on yedi yıl kalmıştır. Mekke ile Medine dağlarında, geniş ve ıssız çöllerde nefsini safiyete ulaştıran sayısız halvetler yapmış, çile ve erbainler çıkarmıştır. Hazreti Kuddusî’nin Hazreti Peygambere (aleyhisselâm)’e, o derece muhabbet ve irfanı vardır ki, Medine şehri dahilinde asla def’i hacet edemez ve bu ihtiyacını gidermek için her seferinde Uhud Dağı arkasına gidermiş. Kuddusî Hazretleri’nin bu halvetlerinde bir günlük rızkının bir tatlı nar olduğu şiirlerinde ifâde edilir. Hazreti Kuddusî, bu 17 yıllık hicâz seferinden Bor’a döndükten sonra bazı câhil ve hasedçi insanlar tarafından taşlanmış ve onların iftira ve hakaretlerine maruz kalmıştır. Torunlarından olan İbrahim Eren’den nakledildiğine göre, Hazreti Kuddusî, zâhir ehli denilen bu nasibsizlerin düşmanlıkları sebebi ile yıllarca evinden çıkmayıp inzivâ ve tecrid hayatı yaşamıştır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gul
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 5150
Kayıt: 11 Haz 2009, 02:00

Re: Ahmed Kuddûsî Kaddesallahu sırrahu..

Mesaj gönderen Gul »

Hazreti Kuddusî’nin hayatına genel olarak baktığımızda, onun on yedi yıl Hicâz’da, Hicâz’dan döndükten sonra uzun yıllar da Bor’da bilfiil hâlvet ve uzlet hayatı yaşadığını görmekteyiz. Bu durum halkın samimiyetsizliğinin bir ifâdesi olmakla birlikte, Hazreti Kuddusî’nin Hakk aşığı bir velî olmasının tezâhüdür. Bundan dolayıdır ki, o, hakla, dünya ve dünya ehli ile ünsiyet edememiş ve kendisini büsbütün Hakk’a adamıştır.

Hazreti Kuddusî’nin manevî şahsiyetinin önemli bir özelliği de, onun, Hakk’ın rızasının olduğu bir konuda, halkın kınamasına ve tepkisine aldırış etmemesidir. O, sadakat ve vefâdan yoksun samimiyetsiz insanlara, doğru bildiği şeyi söylemekten asla çekinmemiştir. Bu özellik, onun, melâmî meşreb bir velî olduğunun ifâdesidir.

Hazreti Kuddusî’nin farklı ve de önemli özelliklerinden birisi de, İcazetname’de belirtildiği üzere, Kıyamet’e kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icâzetinin kendisine verilmiş olmasıdır. İcazet kasidesinde, mürşid bulamayanlara zikre izin verdiğini ifâde etmektedir.

Hazreti Kuddisi’nin gönülleri kendisine cezbeden önemli bir özelliklerinden birisi de, engin bir hoşgörü ve tevazu’ sahibi olmasıdır. O, ilim ve mârifetin şâhikalarında ikâmet etmesine rağmen, kendisinden bahsederken: “Ben fâkir, zelîl, âciz, günahkâr Ahmed der ki...” İfadesini kullanır. Hazreti Kuddisi’nin tam manasıyla, Allah’ın ve Rasûlullah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, bir büyük velîdir.

Hazreti Kuddusî’nin büyüklüğüne işâret eden bazı menkıbe ve olayları buradan anlatmadan geçemeyeceğiz. Anlatıldığına göre, zamanın padişahı, o devrin büyük velîsi kim ise onunla görüşmek istediğini beyan edip, yakınlarını bu iş için görevlendirir. Hazreti Kuddusî’yi duyanlardan birisi, onu da saraya haber verir ve görevliler onu İstanbul’a çağırır. Değişik yerlerden gelen velîlerle saray erkanı padişahın huzurunda toplanırlar. Oradaki velîlerden her biri bir şeylerden bahsederler. Vezir ve padişahların çoğu, Hazreti Kuddusî’nin taşralı kıyafeti ile huzura gelmesini beğenmeyip, yukarıdan bakıcı bir tavır takınırlar. Mecliste bulunanların sözleri tamamlandığı halde hiçbir kelâm etmeyen Hazreti Kuddusî’ye, Padişahın: “Şeyh Efendi! Sizde bir kelâmda bulunsanız.” Demesi üzerine, o, şöyle der: “Padişahım! Bendeniz ilmi olmayan bir dervişim. Huzurunuzda bir beyanda bulunmaktan hayâ ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan göçen bir hadiseyi size arz edeyim. Bir gün bendeniz Sarayburnu’nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek takip ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de asla unutamadım. Gönlüm onun hicranı ile rahatsızdır.”
Padişah, bu hikayeyi duyar duymaz yanında bulunanların hepsini dışarı çıkartarak, Ahmed Kuddusî’ye: “Efendi! Anlattığınız ifâde benim halen içinde yaşadığım emelli hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi.” der. Sonra Hazreti Kuddusî’ye görülmemiş ihsanda bulunur.

Yine zamanın padişahı, bir gün bir kısım âlimler ile tanınmış ve tavsiye edilmiş bazı velîleri huzuruna toplar. Onlara: “Şu avucumda ki şey nedir?” diye sorar. Her şey bir şey söylediyse de kimse bilemez. Tevazu’undan dolayı meclisin gerisinde, bir köşede oturan Hazreti Kuddusî’ye padişah: “Sizde bir tahminde bulunsanız.” der. Hazreti Kuddusî de: “Yedi iklim ve yedi deryayı gezdim, bir balığı yavrusunu arar gördüm.” der.
Meğerse padişahın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine padişah, Hazreti Kuddusî’ye tâzim ve ikrâmda bulunarak, onun sarayda kalmasını teklif ettiyse de, o: “Ben âciz bir dervişim. Burada kalsam dünyâ imtihanından berat edemem.” Der. Ve bu teklifi kabul etmez. Bir süre İstanbul da kalan Hazreti Kuddusî, Bor’a döndükten sonda bir gün padişah Bor’a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmeyi murad eder. Gelen memurlar, onu, bahçesini bellerken bulurlar. Hazreti Kuddusî, onlar daha bir şey söylemeden: “Siz İstanbul’dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yoktur.” buyurur. Onlar: “Padişahımız, bizi vazifeli olarak gönderdi. Size tahsisat bağlayacağız.” derler. Hazreti Kuddusî, onlara: “Açın eteğinizi!” diyerek, her ikisinin eteğine birer kürek toprak döker. İki memurda bu toprakların altına dönüştüğünü görünce şaşırır. Bu sefer Hazreti Kuddusî, onlara: “Eteklerinizdekini yere dökün.” Deyince, hemen yere dökerler ve bu defa altına dönüşen bu toprakların yılan-çıyana dönüştüğüne şâhid olurlar. Bunun üzerine Hazreti Kuddusî, onlara: “Evlâdlarım! Allah TeÂLÂ’nın keremi, ile bizim padişahımızın tahsisatına ihtiyacımız yoksa da fakirlere ve âcizlere dağıtmak üzere bırakın.” diyerek bu tahsisatı alarak yoksullara dağıtır.

Hazreti Kuddusî, bir gün Konya’ya giderek, Mevlânâ Celaleddin-i Rumî’nin kabrini ziyâret etmek ister. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr, kapıları kilitlemiş gitmek üzeredir. Hazreti Kuddusî, türbedâra, türbeyi açması için ne kadar ricâ ettiyse de, türbedâr: “Akşam oldu, açma izni yoktur.” diyerek, onun ricâsını kesin bir şekilde reddeder.
Bunun üzerine Hazreti Kuddusî, şu güzel methiyeyi okumaya başlar:


Sensin velîler şâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kâreyim,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Gâyet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allah'ın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!

Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma'den-i irfânsın,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikrâm et,
İhsânını itmâm et,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillah,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.

Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ Hazret-i Mevlânâ!.



Gümrâh: f. Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. * Bol, gür.
Bed: f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
Âvâre: f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz.
Pür: f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik.
Zenb: Suç, günah, kabahat.
Câh: (Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
Dâr: Yer, mekân, konak.
Emân: Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik.
Server: f. Reis. Baş. Seyyid.
Merdân: (Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler.
Tıfl: Küçük çocuk.
Eflâk: (Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar.
Melâik: (Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar.
İn'âm: Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. * İyilik etmek, bahşiş vermek.
Mihmân: f. Misafir.



Hazreti Kuddusî, bu şiiri okuyup son dörtlüğü söylediği anda, türbenin kapıları kendiliğinden açılır. Hazreti Kuddusî türbedârın şaşkın bakışlarından habersizce ziyâretini yaparak oradan ayrılır. Ertesi gün bu hadiseyi duyan Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ: “Bu, mutlaka Bor’lu Kuddusî’dir” derler.

Medine-i Münevvere’ye hicret eden Ali Osman isimli İzmirli bir Türk, Medine’ye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan saatçilik işini yapmak üzere bir dükkan açmak için izin almaya çalışır, fakat bir türlü bu izni alamaz. Parası da biter ve çok zor durumda kalır. Bir gece Allah TeÂLÂ’ya bütün gönlüyle yalvarıp yakarır. O gece rüyâsında esmer tenli, kır saçlı, uzunca boylu bir zat, ona: “Evlâdım! Resmi daireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün üçüncü şahsa müracaat et, gerisine karışma.” Buyurur. Ali Osman Efendi sabahleyin uyanır uyanmaz doğruca rüyâda gösterilen şahsın yanına gider. O şahıs, Ali Osman Efendi’ye: “Seni Kuddusî Hazretleri mi gönderdi? Git dükkanını aç, işine başla!” der. Ali Osman Efendi, hemen gidip izin almış gibi açar. O şahıs da izin belgesini sonradan gönderir. Ali Osman Efendi bir zaman sonra rüyâsında Hazreti Kuddusî’yi tekrar görür. Hazreti Kuddusî, ona: “Oğlum! Bana Kuddusî, derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et,” buyurur. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Hazreti Kuddusî’nin “Ey rahmeti bol padişah, cürmüm ile geldim Sana.” diye başlayan ve aynı zamanda ilâhi olarak da söylenen bu meşhur şiirinin yazılı olduğu kağıdı bulur. Ali Osman Efendi o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmez ve verilen vazifeleri harfiyyen yerine getirir.

Hazreti Kuddusî, 1265/1848 tarihinde Bor’da vefât etmiştir. Hazreti Kuddusî’nin vefât ettiği gün meydana gelen bir olay vardır ki, onu burada anlatmadan geçmemiz mümkün değildir. Hazreti Kuddusî’nin vefât ettiği gün, köylünün biriside kırılan sabanını tamir ettirmek üzere Bor’a geldiğinde, çok kalabalık bir cemaatın cenâze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tâmir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin korlaşmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce, şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkanına girer. Demirci, durumu ona anlatır. O da, köylüye: “Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?” diye sorar. Köylü: “Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için buraya getirdim. Bor’a girdiğimde, eşini görmediğim bir cemaate katılarak cenâze namazını kıldıktan sonda bu dükkana geldim.” Deyince, o kişi: “Senin, adını sormadan namazına iştirak ettiğin zât, Büyük Velî, Hakk Aşığı Şeyh Ahmed Kuddusî Hazretleriydi. Allah TeÂLÂ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır bulunan alet ve edevâtı da ateşten muhafaza etmiştir.” der. İman sahibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner..
Ahmed Kuddusî kaddesallahu sırrahu Babamızın himmeti BİZe olsun dâim olsun!. kaddesallahu sırrahu..
Resim
Cevapla

“►Ahmed Kuddisi◄” sayfasına dön