RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 279-) ŞEFİ῾-MÜŞFİ῾ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

ŞEFİ῾-MÜŞFİ῾ SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: HER NEFSİN =>DÜNYÂsında, DÎNinde ve ÂHİREtinde Hakka ve Hayra ULAŞımda ZÂTına ŞEFÂAt yetkisi VERiLen, ŞEHÂDET ŞİFÂMIZIN SÂHİBİ OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.


ŞEFİ῾.: Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden..
MÜŞFİ῾.: Şefâat eden, imdad eden..
ŞÂFİ῾.: (Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden..
ŞEFAAT.: Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve sâir büyük zâtların ALLAH TEÂLÂ'dan niyaz ve istirhamda bulunmalarıdır..
ŞEFAAT-ı UZMÂ.: (Makam-ı MahMud) En yüksek şefaat makamı. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın kavuşacağı, ALLAH celle celâlihu tarafından vaad edilen MAKAM..

Şâfi῾.: Sözlükte.: “Suçunun bağışlanması veyâ dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme” mânâsına gelir. Terim olarak.: “Kıyamet Gününde, Peygamberlerin ve kendilerine izin verilen Sâlih Kulların mü’minlerin bağışlanması için ALLAH celle celâlihu katında niyazda bulunması” anlamında kullanılır.
Şâfi' ve Şefî'.: “Aracılık eden, şefâatte bulunan” demektir. (Mustafa Alıcı, “Şefâat”, DİA, XXXVIII, İstanbul 2010, 411.)
Müşfi῾.: Sözlükte, şefâat eden, aracı olan anlamlarına gelir.

فَمَا لَنَا مِن شَافِعِينَ
“Fe mâ lenâ min ŞÂFİÎn (şâfiîne).: Artık bizim için bir ŞEFAATÇİ yoktur.” (Şu’arâ 26/100)

وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ
“Ve lâ sadîkın hamîm (hamîmin).: Ve (bizim için) sadık bir DOSt yoktur.” (Şu’arâ 26/101)

فَمَا تَنفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ
“Fe mâ tenfeuhum şefâatuş ŞÂFİÎn(şâfiîne).: Artık ŞEFAAT edenlerin şefaati onlara fayda sağlamaz.” (Müddessir 74/48)

إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الأَمْرَ مَا مِن شَفِيعٍ إِلاَّ مِن بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
“İnne rabbekumullâhullezî halaka’s- semâvâti ve’l- arda fî sitteti eyyâmin summestevâ ale’l- arşi yudebbiru’l- emr (emre), mâ min ŞEFÎin illâ min ba'di iznih (iznihî), zâlikumullâhu rabbukum fa'budûh (fa'budûhu), e fe lâ tezekkerûn (tezekkerûne).: Muhakkak ki sizin RABBiniz ALLAH, semâları ve yeryüzünü 6 günde yaratandır. Sonra arşa istivâ etti. İşleri düzenler ve O'nun izni olmadıktan sonra (olmadıkça) bir ŞEFAATÇİ yoktur. İşte bu ALLAH, sizin RABBinizdir. Artık O'na kul olun. Hâlâ tezekkür etmez misiniz?” (Yûnus 10/3)

Sözlükte.: “Tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek; birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek” anlamlarındaki ŞEF‘ kökünden türeyen ŞEFÂAT.: “Suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme” mânasına gelir.. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “şfʿa” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şfʿa” md.).
Terim olarak.: “Kıyamet Gününde Peygamberlerin ve kendilerine izin verilen sâlih kulların mü’minlerin bağışlanması için ALLAH celle celâlihu Katında niyazda bulunması” anlamında kullanılır.
ŞÂFİ‘ ve ŞEFΑ .: “Aracılık eden, şefaatte bulunan” demektir..


Kur'ÂN-ı Kerîm’de =>“ŞEF‘” Kavramı sözlük anlamında kullanılan biri dışında

وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
“Veş şef’ı vel vetr(vetri).: Ve çift olana ve tek olana.” (Fecr 89/3)

31 âyette geçmekte, bunların 13 ünde ŞEFAAT biçiminde yer almakta, diğer yerlerde Fiil ve İsim kalıplarıyla tekrar edilmektedir. Nisâ sûresinde (4/85) iyi bir işe destek verenle kötü işe destek verenlerden her birinin o işin sonucundan pay alacağı ifade edilirken dünya hayatındaki faaliyetlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.:

مَّن يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُن لَّهُ نَصِيبٌ مِّنْهَا وَمَن يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُن لَّهُ كِفْلٌ مِّنْهَا وَكَانَ اللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقِيتًا
“Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ, ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minhâ. Ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ (mukîten).: Kim güzel bir ŞEFAATle (iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten) onun bir nâsibi olur. Ve kim kötü bir ŞEFAATle (günah işlenmesine) yardım ederse onun da ondan (o şerrden) bir payı olur. Ve ALLAH, herşeye mukayyed olandır (gözetendir).” (Nisâ 4/85)

Bu Dünyâda ŞEFAAT.:
Hayatta bulunan Sâlih Kişilerden dünyevî bir ihtiyacın karşılanması veya günahların bağışlanması için DUÂ etmeleri anlamındaki şefaatin câiz olduğu konusunda Âlimler ittifak etmiştir. Zira bu yolda DUÂ edilmesi Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’e ve müslümanlara Kur'ÂN-ı Kerîm’de emredilmiş, ashab da yağmur yağması veya başka ihtiyaçlarının giderilmesi için hayatta bulunan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’den DUÂ etmesini istemiş, ayrıca hayatta iken Resûl-i Ekrem’le tevessülde bulunmuştur.. (Muhammed 47/19; el-Haşr 59/10; İbn Teymiyye, Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 10; Âlûsî, VI, 127).

فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مُتَقَلَّبَكُمْ وَمَثْوَاكُمْ
“Fa’lem ennehu lâ ilâhe illâllâhu vestagfir li zenbike ve li’l- mu’minîne ve’l- mu’minât (mû’minâti), vallâ hu ya’lemu mutekallebekum ve mesvâkum.: Bu durumda ALLAH'tan başka İLÂH olmadığını bil ve kendi günahların için, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar için mağfiret dile. Ve ALLAH, sizin dönüşünüzü ve sizin yurdunuzu bilir.” (MuhaMMed 47/19)

وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Vellezîne câû min ba’dihim yekûlûne RABBenâgfir lenâ ve li ihvâninellezîne sebekûnâ bi’l- îmâni ve lâ tec’al fî kulûbinâ gıllen lillezîne âmenû RABBenâ inneke RAÛFun RAHÎM (rahîmun).: Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki.: "RABBimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalblerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. RABBimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr 59/10)

Buna karşılık İlâhî Emirlere aykırı bir şefaatte bulunmanın câiz olmadığı hususunda görüş birliğine varılmıştır.. (Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, X, 206).

Nitekim Ebû Bekir radiyallahu anhu, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem vefât edince alnını öptükten sonra.: ALLAH Katında bizleri de an!.” demiştir.

Sûfiyye’ye mensub Âlimlerle, Tâceddin es-Sübkî, İbn Hacer, Muhsin el-Emîn gibi Eş‘arî ve Şiî Âlimleri bu görüştedir.. (Sübkî, II, 234; Âlûsî, VI, 126; Muhsin el-Emîn, Keşfü’l-irtiyâb, s. 246-336; Reşîd Rızâ, XI, 6)..

Resûl-i Ekrem aleyhisselâm’ın, münâfıkların cenâze namazını kılmasının ve haklarında istiğfar etmesinin ardından bunun ALLAH celle celâlihu tarafından onaylanmaması ve münâfıkların bağışlanması talebinde bulunmamasının emredilmesi (et-Tevbe 9/80, 84) şefaat etme yetkisinin yalnız Cenâb-ı HAKk’a ait olduğunu kanıtlar. Bir kimse için ALLAH celle celâlihu Nezdinde şefaatte bulunmak ona DUÂ edip bağışlanmasını istemektir..

اسْتَغْفِرْ لَهُمْ أَوْ لاَ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إِن تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً فَلَن يَغْفِرَ اللّهُ لَهُمْ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
“İstagfir lehum ev lâ testagfir lehum, in testagfir lehum seb’îne merraten fe len yagfirallâhu lehum, zâlike bi ennehum keferû billâhi ve resûlihi, vallâhu lâ yehdî’l- kavme’l- fâsikîn (fâsikîne).: Onlar için mağfiret dile veya onlar için mağfiret dileme. Eğer yetmiş kere mağfiret dilesen de ALLAH, onları asla mağfiret etmez. İşte bu, ALLAH'ı ve O'nun RESÛLÜ’nü inkâr etmeleri sebebiyledir. Ve ALLAH, fasık kavmi hidâyete erdirmez.” (Tevbe 9/80)

وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ
“Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrihi, innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn (fâsikûne).: Onlardan ölen bir kimsenin üzerine, namazı ebediyyen (hiçbir zaman) kılma ve onun kabri başında durma. Çünkü onlar, ALLAH'ı ve O'nun RESÛLÜ’nü inkâr ettiler ve onlar fasık(lar) olarak öldüler.” (Tevbe 9/84)

ÂHİRETTEKİ ŞEFAAT.:
Yalnızca ALLAH celle celâlihu’a ait olup mâhiyeti insanlarca bilinemez. Bu sebeble kimlerin şefaatçi olacağı ve şefaatin kimleri kapsayacağı meselesini İlâhî İlme havale etmek (tefvîz) gerekir. Esâsen Kur'ÂN-ı Kerîm’de âhirette şefaatin vuku’ bulacağına dair açık bir âyet yoktur, aksine şefaatin vuku’ bulmayacağı veya kimseye fayda sağlamayacağı anlamına gelen beyânlar mevcuddur.

Öte yandan Peygamberlerden başka hiç kimse mâsum değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamberlerden sonra özenilecek kişiler arasında Sıddîklar, Şehidler ve Sâlih Kullar zikredilmiştir..

وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
“Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim mine’n- nebiyyîne ve’s- sıddîkîne ve’ş- şuhedâi ve’s- sâlihîn (sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ (rafîkan).: Ve kim, ALLAH'a ve RESÛL'e itaat ederse, o takdirde işte onlar, ALLAH'ın kendilerine Nİ'MET verdiği =>Nebîlerle (Peygamberlerle) ve Sıddîklerle ve Şehîdlerle ve Sâlihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisâ 4/69)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 280-) MUHALLED SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

MUHALLED SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: SiSTeMuLLaH’ta =>Her Yer-Her ÂN-Her HâL ve Her Nefeste=> Ebedî>Dâimî/Sürekli> Bâki sûrette MUKÎM KILınmış OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

Resim
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KÂİNÂtı YENiden HeR ÂN YARAtış SEBEBinin TEKk BİRR Son-UÇu ESMÂ TÜMMü AKıL SÂHİBLeRi İÇiN KELİMe-yi ŞEHÂDEttir..

ARAPÇASI.:

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

TÜRKÇESİ.:
"Eşhedü En Lâ İLâhe İLLâ ALLAH Ve Eşhedü Enne MuhaMMeden ABDûhü Ve RESÛLühü"

MÂNÂSI.:
“Ben şehâdet ederim ki, ALLAH’tan başka İLÂH yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, MuhaMMed aleyhisselam O’nun KULu ve RESÛLüdür.”

O’nun KULu.: ABDULLAH aleyhisselâm.. Fânidir. Her KuLu gibi vefât etmiştir. Kabr-i Şerîfi Medine-yi Münevvere’dedir.

O’nun RESÛLü.: RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.. MUHALLEDdir.. Gaybîdir.. RASÛL<=>ALLAH’tır..
SiSTeMuLLaH’ın Her Yer-Her ÂN-Her HâL ve Her Nefeste.: Şe’ÂNuLLAHta YENİden Yaratış KÛN feyeKÛN Sürmektedir.:

ZÂT=>SıFAt=>ESMÂ=>EŞYÂ..
NÛRuLLAH=>NÛR-u RASÛLuLLAH..

Resim
Huld.: Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak..
Huldzâr.: f. CeNNet..
MUHALLED.: (Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. Dâimî sûrette mukîm kılınmış
Muhalledat.: (Muhalled. c.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler.
Muhalledîn.: (Muhalled. c.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler..
Muhalledûn.: Halidin olanlar, ölümsüz olanlar, devamlı kılınanlar. Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî sûrette CeNNet'te kalacak olanlar..

Huld.: Ebediyet ve ölümsüzlük anlamında bir Kur'ÂN-ı Kerîm Terimidir.
“Devam etmek, uzun zaman kalmak” anlamında masdar olan “Huld/hulûd” kelimesi “uzun zaman, süreklilik” anlamında isim olarak da kullanılır. Dil Âlimlerinin belirttiğine göre “Huld”ün asıl anlamı.: “Bir şeyin tabii hali üzere devam edip değişme ve bozulmaya mâruz kalmaması veya değişmenin uzun zaman sonra gerçekleşmesi”dir. Buna göre Huld Kavramının sözlük anlamları içinde “Ebedîyet” yoktur. Kelime ayrıca “ebedî” mânasında CeNNetin İsimlerinden biri olarak kullanıldığı gibi “bilezik” ve “küpe” anlamında da kullanılır.
“Dârü’l-Huld” terkibi ise âhireti ifâde eder.. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hld” md.; Lisânü’l-ʿArab, “hld” md.; Kâmus Tercümesi, “hld” md.; Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât, s. 434).

Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme İsim olan MUHALLED İsminin çeşitli türevleri Kur’ÂN-ı Kerîm’de sıkça geçmektedir.:

“Huld” kavramı Kur'ÂN-ı Kerîm’de 87 âyette geçmekte olup bunlardan 4 ü fiil sîgalarıyla, 6 sı “huld”, 1 i “hulûd”, 2 si “muhalledûn”, diğerleri de büyük ekseriyeti çoğul sîgasıyla olmak üzere hâlid şeklindedir. (bk. M. F. Abdülbâkî, el-Muʿcem, “hld” md.)

Fiil Sîgalarıyla kullanılan “Huld” kavramı.: “Dünyada uzun süre kalacağını zannetmek, âhiret azâbına devamlı olarak mâruz kalmak” gibi mânâlara gelmektedir. Huld kelimesi bir âyette (Enbiyâ 21/34) “ebediyet” anlamıyla tek başına, diğerlerinde ise terkib halinde kullanılmıştır.

وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِّن قَبْلِكَ الْخُلْدَ أَفَإِن مِّتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ
“Ve mâ cealnâ li beşerin min kablike'l- huld (hulde), e fe in mitte fe humu'l- hâlidûn (hâlidûne).: Ve senden önce bir beşeri, ebedî (ölümsüz) kılmadık. Öyleyse sen ölürsen, o zaman onlar, ebedî mi olacaklar (ölmeyecekler mi)?” (Enbiyâ 21/34)

“Ebedî Azâb” anlamındaki “Azâbü’l-Huld”ün yer aldığı iki âyet mânevî alanda suç işleyen (mücrim), günah işlemek sûretiyle kendilerine ve başkalarına zulmeden kişileri konu edinmiştir.:

ثُمَّ قِيلَ لِلَّذِينَ ظَلَمُواْ ذُوقُواْ عَذَابَ الْخُلْدِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلاَّ بِمَا كُنتُمْ تَكْسِبُونَ
“Summe kîle lillezîne zalemû zûkû azâbe’l- huld (huldi), hel tuczevne illâ bimâ kuntum teksibûn (teksibûne).: Sonra zulmedenlere.: “Ebedî (devamlı) azâbı tadın!” denildi. Kazandıklarınızdan başkası ile mi cezâlandırılacaksınız?” (Yûnus 10/52)

فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا إِنَّا نَسِينَاكُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
“Fe zûkû bi mâ nesîtum likâe yevmikum hâzâ, innâ nesînâkum ve zûkû azâbe’l- huldi bi mâ kuntum ta’melûn (ta’melûne).: Öyleyse bu "likâe" (ALLAH'a ulaşma) gününüzü, unutmanızdan dolayı (azâbı) tadın. Muhakkak ki Biz de sizi unuttuk. Ve yaptıklarınız sebebiyle ebedî azâbı tadın.” (Secde 32/14)

Küfür yolunu tutanlar ve özellikle Kur'ÂN-ı Kerîm’i inkâr edenler “ALLAH’ın düşmanları” diye nitelendirilmiş, cezâlarının ateş (cehennem) olacağı bildirilmiş ve bunun kendileri için “Dârü’l-Huld” (ebediyet yurdu) teşkil edeceği beyân edilmiştir.:

ذَلِكَ جَزَاء أَعْدَاء اللَّهِ النَّارُ لَهُمْ فِيهَا دَارُ الْخُلْدِ جَزَاء بِمَا كَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ
“Zâlike cezâu a’dâillâhi’n- nâr (nârun), lehum fîhâ dâru’l- huld (huldi), cezâen bimâkânû bi âyâtinâ yechadûn (yechadûne).: İşte bu ALLAH'ın düşmanlarının cezâsı ateştir. Âyetlerimizi bilerek inkâr etmiş olmaları sebebiyle cezâ olarak, onlar için orada Ebedîlik Yurdu vardır.” (Fussılet 41/28)

Furkân sûresinde (25/5-15) Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i ve O’nun getirdiği vahyi inkâr eden, davranışlarının karşılığını bulacakları kıyametin vuku’unu düşünmek istemeyenler için hazırlanan alevli ateşe karşılık müttakilere vaad edilen Ebedîlik Cenneti “Cennetü’l-Huld” terkibiyle.:

لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَثِيرًا
“Lâ ted’û2l- yevme subûran vâhıden ved’û subûran kesîrâ (kesîren).: (Onlara şöyle denir:) Bugün (yalnız) bir defa yok olmayı istemeyin; aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!” (Furkân 25/14)

قُلْ أَذَلِكَ خَيْرٌ أَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاء وَمَصِيرًا
“Kul e zâlike hayrun em cennetu2l- huldilletî vuide’l- muttekûn (muttekûne), kânet lehum cezâen ve masîrâ (masîren).: De ki.: “Bu mu daha hayırlıdır, yoksa muttakiîere (takvâ sâhiblerine) vaadedilen, onlar için bir cezâ (mükâfat) ve dönüş yeri olan “Cenneti Huld”mu (ebedî cennet mi)?” (Furkân 25/15)

Diğer bir sûrede yine müttakîlere ait ölümsüz cennet hayatı “Yevmü’l-Hulûd” şeklinde ifâde edilmiştir..

وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ غَيْرَ بَعِيدٍ
“Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayre baîdin.: Ve cennet, takvâ sâhibleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.” (Kâf 50/31)

هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِكُلِّ أَوَّابٍ حَفِيظٍ
“Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz (hafîzin).: İşte size vâdedilen cennet!. Ki o, daima ALLAH'a yönelen, (O'nun buyruklarını) koruyan,” (Kâf 50/32)

مَنْ خَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ وَجَاء بِقَلْبٍ مُّنِيبٍ
“Men haşiye’r- rahmâne bi’l- gaybi ve câe bi kalbin munîbin.: Görmeden RAHMÂN'a saygı gösteren ve (ALLAH'a) dönük bir kalb getiren herkesin (mükâfatı budur).” (Kâf 50/33)

ادْخُلُوهَا بِسَلَامٍ ذَلِكَ يَوْمُ الْخُلُودِ
“Udhulûhâ bi selâm (selâmin), zâlike yevmu’l- hulûd (hulûdi).: Oraya selâmla (selametle) girin. İşte bu Ebedîyyet (sonsuzluk) Günüdür.” (Kâf 50/34)

Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem aleyhisselâm ile Havvâ aleyhasselâm’ın yemekten menedildikleri ağaç “Şeceretü’l-Huld” olarak adlandırılmıştır.:

فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
“Fe vesvese ileyhi’ş- şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şecereti’l- huldi ve mulkin lâ yeblâ.: Böylece şeytân, ona vesvese verdi. Dedi ki.: “Ey Âdem! Sana, Ebedîlik Ağacına ve sona ermeyecek bir saltanata, delâlet edeyim mi (ulaşmanı sağlayayım mı)?” (Tâ-Hâ 20/120)

Dördü müfred, ikisi tesniye, diğerleri cemi sîgasıyla olmak üzere 74 âyette geçen “hâlid” (uzun zaman kalan, ebediyen kalan) kelimesi 37 âyette CeNNet Ehli, 48 âyette CeheNNem Ehli için, 2 âyette de Dünyâda veya mutlak mânâda ebedîyeti ifâde etmek için kullanılmıştır.
İki âyette, CeNNet Halkına hizmet edecek olan Genç Erkekler “muhalled” sıfatıyla nitelendirilmiştir.:

يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ
“Yetûfu aleyhim vildânun muhalledûn (muhalledûne).: Onların etrafında halidun olan (ölümsüz) gençler dolaşır.” (Vâkıa 56/17)

وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ إِذَا رَأَيْتَهُمْ حَسِبْتَهُمْ لُؤْلُؤًا مَّنثُورًا
“Ve yetûfu aleyhim vildânun muhalledûn (muhalledûne), izâ reeytehum hasibtehum lu’luen mensûrâ (mensûren).: Ve ölümsüz genç delikanlılar onların etrafında dolaşırlar. Sen onları gördüğün zaman saçılmış inciler sanırsın.” (İnsan 76/19)

Âlimler bu sıfatı “daima genç kalıp ihtiyarlamayan” veya “kolunda bileziği, kulağında küpesi bulunan” şeklinde yorumlamış, ancak müfessirler birinci yorumun tercih edilebileceğini söylemişlerdir.. (Taberî, XXVII, 100; Fahreddin er-Râzî, XXIX, 150-151; Râgıb el-İsfahânî, “hld” md.).

Huld Kavramı hadis rivayetlerinde de hem Cennet Ehli hem Cehennemlikler için kullanılmıştır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hld” md.).
Kıyamet Gününde herkes yerini bulduktan sonra koç şeklinde sembolleştirilecek olan ölümün boğazının kesileceğini ve.: “Ey cennet ehli! Bundan böyle ebediyet var, ölüm yoktur; ey cehennem ehli! Artık ebediyet var, ölüm yoktur” şeklinde nida edileceğini bildiren hadiste hulûd kelimesi tekrar edilmiştir.. (Buhârî, “Tefsîr”, 19/1; Müslim, “Cennet”, 40).

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Kıyâmet Günü ölüm (müşahhas hâle gelerek) alaca bir koç sûretinde getirilip Cennet’le Cehennem arasında durdurulur.
Sonra.: “Ey Cennet Halkı, bunu tanıyor musunuz?” diye sorulur.
Onlar da başlarını uzatıp bakarlar ve.: “Evet, bu ölümdür!” derler.
Sonra.: “Ey Cehennem Halkı, bunu tanıyor musunuz?” denilir.
Onlar da başlarını uzatıp bakarlar ve.: “Evet, bu ölümdür!” derler.
Bunun üzerine emredilir ve ölüm kesilir. Sonra (da Cennet ve Cehennem Ehlinin duyacağı bir şekilde):
“Ey Cennet Ehli! Ebedîyet üzeresiniz, artık ölüm yok! Ey Cehennem Halkı! Ebedîyet üzeresiniz, artık ölüm yok!.” denilir.”

Bundan sonra Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şu âyeti okudu.:

وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
“Ve enzirhum yevme’l- hasreti iz kudıye’l- emr (emru), ve hum fî gafletin ve hum lâ yu’minûn (yu’minûne).: Ve emrin yerine getirileceği Hasret Günü(herkesin, pişmanlıktan vah, eyvah diyeceği günü)yle onları uyar. Ve onlar, gaflet içindeler ve onlar, mü'min değillerdir.// (Resûlüm!) Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz iman etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiştir.” (Meryem 19/39)
Âyetini okudu.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, (bu âyet-i kerîmeyi okurken, gaflet içerisinde olanları göstermek için) mübârek eliyle dünyâya işâret buyurmuşlardır.. (Müslim, Cennet, 40)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 281-) MUKARRÎB SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

MUKARRÎB SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: NÛRULLAH’tan =>NÛR-u MiM YaratıLmakLa ve =>RESÛLü OlmakLa =>KüLLî ŞEYy ve =>HERKEs NÛR-u MiM’den YartıLmakLa =>ALLAH'a =>RAHîMiYyette NESEben EN YaKıN/AKRABa OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

Resim
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KÂİNÂtı YENiden HeR ÂN YARAtış SEBEBinin TEKk BİRR Son-UÇu ESMÂ TÜMMü AKıL SÂHİBLeRi İÇiN KELİMe-yi ŞEHÂDEttir..

ARAPÇASI.:

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

TÜRKÇESİ.:
"Eşhedü En Lâ İLâhe İLLâ ALLAH Ve Eşhedü Enne MuhaMMeden ABDûhü Ve RESÛLühü"

MÂNÂSI.:
“Ben şehâdet ederim ki, ALLAH’tan başka İLÂH yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, MuhaMMed aleyhisselam O’nun KULu ve RESÛLüdür.”

O’nun KULu.: ABDULLAH aleyhisselâm.. Fânidir. Her KuLu gibi vefât etmiştir. Kabr-i Şerîfi Medine-yi Münevvere’dedir.

O’nun RESÛLü.: RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.. MUHALLEDdir.. Gaybîdir.. RASÛL<=>ALLAH’tır..
SiSTeMuLLaH’ın Her Yer-Her ÂN-Her HâL ve Her Nefeste.: Şe’ÂNuLLAHta YENİden Yaratış KÛN feyeKÛN Sürmektedir.:

ZÂT=>SıFAt=>ESMÂ=>EŞYÂ..
NÛRuLLAH=>NÛR-u RASÛLuLLAH..

Resim
KURB.: Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.)
KURB-i HÜDÂ.: ALLAH'a manevî yakınlık.
KURBÂN.: ALLAH'a YAKINlığı ve ALLAH'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir maksad uğrunda feda olma.
KURBEt.: Yakınlık. * Fık: ALLAH'a manevî yakınlığa sebeb olan Amel-i Sâlih..
KURBÎYYEt.: Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak..
KARÎB.: Akraba. Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * İnsÂNın rahim ve neseb cihetiyle yakını, hısımı..
KARÎBEN.: Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan..

AKREB.: En yakın. Daha yakın. Ziyâde yakın..
AKRAB-AKRABA.: Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar..

KELÂMULLAH’ta KuRBîYyet;

KURBÂ.: Bakara 2/83,177; Nisâ 4/8,36; Mâide 5/106; En’âm 6/152; Enfâl 8/41; Tevbe 9/113; Nahl 16/90; İsrâ 17/26; Nûr 24/22; Rûm 30/38; Fâtır 35/18; Şûrâ 42/23; Ahkâf 46/28; Haşr 59/7..

وَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلاَ تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا
“Ve âti ze’l- kurbâ hakkahu ve’l- miskîne vebne’s- sebîli ve lâ tubezzir tebzîrâ (tebzîren).: Akrabaya, miskînlere (çalışamayacak durumda olan ihtiyarlara) ve yolda olanlara hakkını ver! Ve savurarak, israf etme!” (İsrâ 17/26)

فَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ ذَلِكَ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Fe âti ze’l- kurbâ hakkahu ve’l- miskîne vebnes sebîl(sebîli), zâlike hayrun lillezîne yurîdûne vechallâhi ve ulâike humu’l- muflihûn(muflihûne).: Öyleyse akrabalara, miskînlere ve yolculara haklarını ver. Bu, ALLAH'ın vechi'ni (ALLAH'a ulaşmayı) dileyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.” (Rûm 30/38)

ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَن يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَّزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
“Zâlikellezî yubeşşirullâhu ibâdehullezîne âmenû ve amilû’s- sâlihât (sâlihâti), kul lâ es’elukum aleyhi ecren ille’l- meveddete fî’l- kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehu fîhâ husnâ (husnen), innellâhe gafûrun şekûr (şekûrun).: İşte ALLAH'ın, âmenû olan (ALLAH'a ulaşmayı dileyen) ve salih amel (nefs tezkiyesi) işleyen kullarını müjdelediği budur. De ki: “Ben, ona (tebliğe) karşı bir ücret istemiyorum, yakınlıkta sevgiden başka. Ve kim hasene işlerse onun için güzellikleri artırırız. Muhakkak ki ALLAH, Gafûr'dur (mağfiret eden), Şükredilen'dir.” (Şûrâ 42/23)

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehli’l- kurâ fe lillâhi ve lir resûli ve lizî’l- kurbâ ve’l- yetâmâ ve’l- mesâkîni vebnis sebîli key lâ yekûne dûleten beyne’l- agniyâi minkum, ve mâ âtâkumu’r- resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû, vettekûllâh (vettekûllâhe), innallâhe şedîdu’l- ikâb (ikâbi).: ALLAH'ın o şehir halkının (malından), resûlüne fey olarak verdiği şey (savaşsız elde edilen ganimet), artık ALLAH'ın, peygamberinin, ona yakınlığı olanların, yetimlerin ve yoksulların ve yolcularındır. (Bu) içinizden zengin olanların arasında elden ele dolaşan bir mal (servet) olmaması içindir. Ve resûl, size ne verdiyse o zaman onu alın. Ve o, sizi neden nehyetti ise o takdirde ondan vazgeçin. ALLAH'a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki ALLAH, ikabı (azabı) şiddetli olandır.” (Haşr 59/7)

KURBÂN.: Âl-i İmrân 3/183; Mâide 5/27..

الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ عَهِدَ إِلَيْنَا أَلاَّ نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتَّىَ يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُ قُلْ قَدْ جَاءكُمْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذِي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
“Ellezîne kâlû innallâhe ahide ileynâ ellâ nu’mine li resûlin hattâ ye’tiyenâ bi kurbânin te’kuluhu’n- nâr (nâru), kul kad câekum rusulun min kablî bi’l- beyyinâti ve billezî kultum fe lime kateltumûhum in kuntum sâdıkîn (sâdıkîne).: Onlar, "Muhakkak ki ALLAH, “bize ateşin yiyeceği bir kurbanı getirinceye kadar, hiçbir Resûl'e“ îmân etmememiz için bize ahdetti" dediler. Onlara de ki: "Benden önce Resûller, beyyînelerle ve sizin söylediğiniz o şey ile size gelmişlerdi. Eğer siz sâdıklar (doğru söyleyenler) iseniz, o halde onları niçin öldürdünüz.” (Âl-i İmrân 3/183)

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِن أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ
“Vetlu aleyhim nebeebney âdeme bi’l- hakkı iz karrebâ kurbânen fe tukubbile min ehadihimâ ve lem yutekabbe’l- mine’l- âhar (âhari) kâle le aktulennek (aktulenneke) kâle innemâ yetekabbelullâhu mine’l- muttekîn (muttekîne).: Ve onlara Âdem'in iki oğlunun haberini (kıssasını, aralarında geçen olayı) hakkıyla oku, ALLAH'a yaklaştıracak kurban sunmuşlardı, (Kurbân) ikisinin birinden kabul edilir ve diğerinden ise kabul edilmez. (Kurbânı kabul edilmeyen) “Seni mutlaka öldüreceğim” dedi. O da, “ALLAH sadece takvâ sâhiblerinden kabul eder.” dedi.” (Mâide 5/27)

KURBEt.: Tevbe 9/99..

وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ قُرُبَاتٍ عِندَ اللّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَّهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve mine’l- a'râbî men yu'minu billâhi ve’l- yevmi’l- âhıri ve yettehızu mâ yunfiku kurubâtin indallâhi ve salavâti’r- resul (resûli), e lâ innehâ kurbetun lehum, se yudhıluhumullâhu fî rahmetihî, innallâhe gafûrun rahîm (rahîmun).: Ve bedevî Araplar'dan ALLAH'a ve ahiret gününe (ALLAH'a ölmeden evvel ulaşma gününe) inananlar vardır. Ve infâk ettikleri şeyleri ALLAH'ın indinde ve Resul'ün dualarında bir (yakınlık) vesile kabul ederler. Muhakkak ki; o, onlar için bir yakınlık vesilesidir, (öyle) değil mi? ALLAH, onları Rahmetinin içine dahil edecek. Muhakkak ki ALLAH; Gafûr'dur (mağfiret edendir) ve Rahîm (Rahmet Nûrunu gönderen)'dir.” (Tevbe 9/99)

KARÎB.: Bakara 2/214…

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
“Em hasibtum en tedhulû’l- cennete ve lemmâ ye’tikum meselullezîne halev min kablikum messethumu’l- be’sâu ve’d- darrâu ve zulzilû hattâ yekûle’r- resûlu vellezîne âmenû meahu metâ nasrullâh (nasrullâhi), e lâ inne nasrallâhi karîb (karîbun).: Yoksa siz, kendinizden önce yaşayanların başına gelenlerin, sizin de başınıza gelmedikçe, cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara (öyle) şiddetli belâ ve sıkıntılar (felâketler) dokundu ki, resûl ve onun yanındaki imân edenler: “ALLAH'ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar sarsıldılar. ALLAH'ın yardımı gerçekten yakın değil mi?” (Bakara 2/214)

KARRİB.: Sebe’ 34/37; Zümer 39/3..

وَمَا أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُم بِالَّتِي تُقَرِّبُكُمْ عِندَنَا زُلْفَى إِلَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ لَهُمْ جَزَاء الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ آمِنُونَ
“Ve mâ emvâlukum ve lâ evlâdukum billetî tukarribukum indenâ zulfâ illâ men âmene ve amile sâlihan fe ulâike lehum cezâu’d- dı’fi bimâ amilû ve hum fî’l- gurufâti âminûn (âminûne).: Ve sizin mallarınız ve evlâtlarınız katımızda sizi, Bize yaklaştıracak yüksek değere sâhib değildir. İmân edenve salih amel (nefs tezkiyesi) yapanlar hariç. İşte onlar, onlar için amelleri sebebiyle kat kat mükâfat vardır. Ve onlar, yüksek makamlarda emîn (emniyette) olanlardır.” (Sebe’ 34/37)

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“E lâ lillâhid dînu’l- hâlis (hâlisu), vellezînettehazû min dûnihî evliyâ, mâ na’buduhum illâ li yukarribûnâ ilallâhi zulfâ, innallâhe yahkumu beynehum fî mâ hum fîhi yahtelifûn (yahtelifûne), innallâhe lâ yehdî men huve kâzibun keffâr (keffârun).: Hâlis dîn, ALLAH içindir, öyle değil mi? Ve O'ndan (ALLAH'tan) başka dostlar edinenler.: "Biz, onlara (putlara) sadece bizi ALLAH'a yakın bir makama yaklaştırmaları için tapıyoruz." (dediler). Muhakkak ki ALLAH, hakkında ihtilâf ettikleri şey için onların aralarinda hüküm verir. Muhakkak ki ALLAH, yalanlayan ve inkâr ederleri hidâyete erdirmez.” (Zümer 39/3)

AKREB.: Vâkı’a 56/85; Beled 90/15..

وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنكُمْ وَلَكِن لَّا تُبْصِرُونَ
“Ve nahnu akrebu ileyhi minkum ve lâkin lâ tubsirûn (tubsirûne).: Ve Biz, ona sizden daha yakınız fakat siz görmezsiniz.” (Vâkı’a 56/85)

يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ
"Yetîmen zâ makrabeh (makrabetin).: Yakınlık sâhibi (akraba) olan yetimi.” (Beled 90/15)

AKRAB.: Bakara 2/180,215; Nisâ 4/7,33,135; Şûrâ 42/214; Kâf 50/16..

وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
“Ve enzir aşîreteke’l- akrebin (akrebîne).: Ve en yakının olan akrabalarını aşîretini uyar.” (Şu’arâ 26/214)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
“Ve lekad halakne’l- insâne ve na’lemu mâ tuvesvisu bihî nefsuh (nefsuhu), ve nahnu akrebu ileyhi min habli’l- verîdi.: Ve andolsun ki insanı Biz yarattık. Ve nefsinin ona ne vesveseler vereceğini biliriz. Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

RAKÎB

Resim

Resim 282-) RAKÎB SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

RAKÎB SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: ALLAHu zü’L-CeLÂL’in NÛRundan yaratılan ve NÛR-u MiM’inden yaratılan KüLlî ŞEYyi ve HERKEsi Dâimâ görüp kontrol eden, gözeten MÜRÂKİB ve ŞÂHİD OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

Resim
ALLAHu zü’L- CeLÂL’in KÂİNÂtı YENiden HeR ÂN YARAtış SEBEBinin TEKk BİRR Son-UÇu ESMÂ TÜMMü AKıL SÂHİBLeRi İÇiN KELİMe-yi ŞEHÂDEttir..

ARAPÇASI.:

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

TÜRKÇESİ.:
"Eşhedü En Lâ İLâhe İLLâ ALLAH Ve Eşhedü Enne MuhaMMeden ABDûhü Ve RESÛLühü"

MÂNÂSI.:
“Ben şehâdet ederim ki, ALLAH’tan başka İLÂH yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, MuhaMMed aleyhisselam O’nun KULu ve RESÛLüdür.”

O’nun KULu.: ABDULLAH aleyhisselâm.. Fânidir. Her KuLu gibi vefât etmiştir. Kabr-i Şerîfi Medine-yi Münevvere’dedir.

O’nun RESÛLü.: RESÛLULLAH sallallahu aleyhi vesellem.. MUHALLEDdir.. Gaybîdir.. RASÛL<=>ALLAH’tır..
SiSTeMuLLaH’ın Her Yer-Her ÂN-Her HâL ve Her Nefeste.: Şe’ÂNuLLAHta YENİden Yaratış KÛN feyeKÛN Sürmektedir.:

ZÂT=>SıFAt=>ESMÂ=>EŞYÂ..
NÛRuLLAH=>NÛR-u RASÛLuLLAH..

Resim
KURB.:

Rakabe.: Gözetmek. Kontrol etmek. Korumak. Beklemek.
El Mürâkib.: Murakıb. Kontrolör. Sansürcü.
Rakabe.: Gözetmek. Kontrol etmek. Korumak. Beklemek.
El Mürâkib.: Murakıb. Kontrolör. Sansürcü.
Rakıb.: Gözeten, bekleyen.
Rukbâ.: Bir şeyi GÖZLemeye mâlik oluştur.
Rukbâ.: Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek.
Rakib.: (Rekabet. den) Daimâ görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalişânlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esmâ-i Hüsnâ'dandır.
Murakıb.: Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * ALLAH celle celâlihu'a bağlanmış olan.
Murakabe:.:kulun, RaBB Subhanehu ve TeâLâ’nın kendisinden haberdâr olduğunu bilmesi ve bu bilgiden dolayı kendisinin de devâmlı olarak Rabbini görüyormuş gibi hareket etmesidir..


Peygamberimiz aleyhisselâm’ın isimlerinden birisi de olan RAKÎB İsmi
=>Rakb (رقب) (Ruküb, Rekâbet) kökünden türeyen rakîb kelimesi “gözetleyip kontrol eden” demektir..

ALLAHu zü’l- CELÂL, Kur'ÂN-ı Kerîmde, ALLAHu zü’l- CELÂL, Peygamberleri için de Rakîbu ismini kullanmıştır.:

وَيَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُواْ إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ
“Ve yâ kavmi’melû alâ mekânetikum innî âmil (âmilun), sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve men huve kâzib (kâzibun), vertekibû innî meakum rakîb (rakîbun).: “Ve ey kavmim! Bütün kuvvetinizle yapacağınızı yapın, ben vazifemi yapıyorum ileride bileceksiniz: kimmiş o kendine rüsvay edecek azâb gelecek? Ve kimmiş yalancı? Gözetin, ben de sizinle beraber gözetiyorum” (Hûd 11/93)

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
“Yâ eyyuhâ’n- nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ (nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî ve’l- erhâm (erhâme). İnnallâhe kâne aleykum RAKÎBÂ (rakîben).: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan RABBinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz ALLAH sizin üzerinizde GÖZETLEYİCİdir.” (Nisâ 4/1)


Resim


Er RAKÎBu celle celâluhu:


Resim


Resim

Er Rakîbu : Dâimâ görüp kontrol eden, gözeten murakıb olan. Hazır ve Nazır olan. Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan hâfız (muhâfız), küllî şeyi mutlak gözetici ve feyeKÛNuna ŞÂHİD olan ALLAHu zü’l- CELÂL...

ALLAHu zü’l- CELÂL, Er Rakîbü Sıfatıyla Muhîttir.
Er Rakîbu: Dâima görüp kontrol eden, gözeten murakıb olan. Hazır ve nazır olan. Külli şeyi mutlak gözetici olan ALLAH-U ZÜ'L-CELÂL..


Kur'ân-ı Kerîm'de : Mâide 5/117, Nisâ 4/1, Ahzab 33/52 âyetlerinde gözetleyici anlamında geçer.
El Rakîbu celle celâlihu isminin geniş içeriğinde hakkıyle bilme, görme, işitme, gözetip-koruma unsurları da vardır.
Rakîb; kullarını kollayan ve gözetendir.
Rakîb; kullarının iyi veya kötü amellerini gözleyen, tespit edendir.
Rakîb; her olayı mürakabe, gözlem altına alandır.

Bu nedenlerle El âlim, El Basîr, El Şehîd, El Müheymin, El Hafîz isimlerinin özü gibidir.
İşitme, görme anlamında Zâtî, taalluk ve tecellî açısından ise Fiilî isim-sıfattır.


Rakabe.: Gözetmek. Kontrol etmek. Korumak. Beklemek.
El Mürâkib.: Murakıb. Kontrolör. Sansürcü.
Rakabe.: Gözetmek. Kontrol etmek. Korumak. Beklemek.
El Mürâkib.:Murakıb. Kontrolör. Sansürcü.
Rakıb.: Gözeten, bekleyen.
Rukbâ.: Bir şeyi GÖZLemeye mâlik oluştur.
Rukbâ.: Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, "Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun" demek.
Rakib.: (Rekabet. den) Daimâ görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalişânlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esmâ-i Hüsnâ'dandır.
Murakıb.:Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * ALLAH celle celâlihu'a bağlanmış olan.
Murakabe.:kulun, RABB Subhanehu ve TeâLâ’nın kendisinden haberdâr olduğunu bilmesi ve bu bilgiden dolayı kendisinin de devâmlı olarak RABBini görüyormuş gibi hareket etmesidir..


“Rakabe” kökünden türemiş olan El Rakîbu celle celâlihu ismi; gözetleyen, kontrol eden, riâyet eden, bekleyen anlamlarına gelir.
Araplar henüz çocuğu olmayan, çocuk beklentisi içinde olan kadına ve erkeğe “er rakub” ismini verirler. Araplar yine kocasının ölümünü bekleyen, onun mirâsına sahip çıkmak isteyen kadına da “er rakub” ismini verirler..

Müheyminu celle celâlihu İsminde olduğu gibi emniyet veren, himâye eden mânâsından çok, ikaz eden, engel olmaya yönelik ve hafifte olsa korku telkin eden bir gözeticilik ve koruyuculuk mânâsı taşır.
Er Rakibu celle celâlihu İsminin geçtiği âyetlere veya bir önceki, bir sonraki âyetlere baktığımız zaman, hep yapılmaması gereken şeylerin ifâdesi ile birlikte kullanılmıştır..


Resim---Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İhsan, Allah’a O‘nu görüyormuşsun gibi kulluk yapmandır. Sen O‘nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir.” buyurdu.
(Buhârî, İmân, 37. I, 18 )

Abdullah ibni Mübarek, bir şahsa: ALLAHu TeâLâ’ya murakıb ol!.” öğüdünü vermiş, o şahıs, bu sözü açıklamasını isteyince de: “Devâmlı sûrette Azîz ve Celîl olan ALLAH’ı görüyormuşsun gibi ol!.” demiştir.

ALLAHu zü’l- CELÂL, Kur'ÂN-ı Kerîmde, ALLAHu zü’l- CELÂL, Peygamberleri için de Rakîbu ismini kullanmıştır.:

وَيَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُواْ إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ
“Ve yâ kavmi’melû alâ mekânetikum innî âmil (âmilun), sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve men huve kâzib (kâzibun), vertekibû innî meakum rakîb (rakîbun).: “Ve ey kavmim! Bütün kuvvetinizle yapacağınızı yapın, ben vazifemi yapıyorum ileride bileceksiniz: kimmiş o kendine rüsvay edecek azâb gelecek? Ve kimmiş yalancı? Gözetin, ben de sizinle beraber gözetiyorum” (Hûd 11/93)

ALLAHu zü’l- CELÂL, Kur'ÂN-ı Kerîmde, Er Rakîbu celle celâlihu 'dur, küllî Şeyy’i gözetleyen, kontrol eden, şâhid olandır:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
“Yâ eyyuhâ’n- nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ (nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî ve’l- erhâm (erhâme). İnnallâhe kâne aleykum RAKÎBÂ (rakîben).: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan RABBinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz ALLAH sizin üzerinizde GÖZETLEYİCİdir.” (Nisâ 4/1)

وَإِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَهَيْنِ مِن دُونِ اللّهِ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ إِن كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ إِنَّكَ أَنتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
"Ve iz kâlellâhu yâ îsâbne meryeme e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâh (dûnillâhi) kâle subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakk (hakkın) in kuntu kultuhu fe kad alimtehu, ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsike inneke ente allemu’l- guyûb (guyûbi).: Ve Allah (cc.): “Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara; "Beni ve annemi, Allâh'tan başka iki ilâh edinin." diye söyledin?” dediğinde , Hz. İsâ; “Sen "Subhansın (seni tesbih ve tenzih ederim, Sen yücesin)", benim için hak (gerçek) olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım o taktirde, muhakkak Sen onu bilirdin, nefsimde olanları da Sen bilirsin, ben ise Sen'in Zat'ında olanları bilemem. Muhakkak ki Sen, gayb'tekileri (görünmeyenleri, bilinmeyenleri) en iyi bilen Sen'sin.” (Mâide 5/116)

مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلاَّ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْ وَكُنتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَّا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنتَ أَنتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
"Mâ kultu lehum illâ mâ emertenî bihî eni’budûllâhe rabbî ve rabbekum, ve kuntu aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim, fe lemmâ teveffeytenî kunte enter rakîbe aleyhim ve ente alâ kulli şey’in şehîd (şehîdun).: Onlara, bana emrettiğin: “Benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kul olmaları”ndan başka birşey söylemedim. Onların arasında bulunduğum sürece, onların üzerlerine şahit oldum. Fakat beni vefat ettirince (aralarından alınca) onların üzerine gözetleyici Sen oldun. Ve Sen herşeye şahitsin.” (Mâide 5/117)

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
"Yâ eyyuhân nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ (nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî ve’l- erhâm (erhâme). İnnallâhe kâne aleykum rakîbâ (rakîben).: Ey insanlar, Rabbiniz'e karşı takva sahibi olun. O ki, sizi bir tek nefsten (Âdem Aleyhis selâm’dan) yarattı. Ve ondan zevcesini yarattı ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yaydı. Ve O’nunla (O’nun adı ile) birbirinize dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı takva sahibi olun ve rahimlerden (akrabalık haklarından) sakının. Muhakkak ki Allah, sizin üzerinizde murakıbtır (sizi kontrol edendir).” (Nisâ 4/1)

لَا يَحِلُّ لَكَ النِّسَاء مِن بَعْدُ وَلَا أَن تَبَدَّلَ بِهِنَّ مِنْ أَزْوَاجٍ وَلَوْ أَعْجَبَكَ حُسْنُهُنَّ إِلَّا مَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ رَّقِيبًا
“Lâ yahıllu leken nisâu min ba’du ve lâ en tebeddele bihinne min ezvâcin ve lev a’cebeke husnuhunne illâ mâ meleket yemînuk (yemînuke), ve kânallâhu alâ kulli şey’in rakîbâ (rakîben).: Bundan sonra (başka) kadınlar ve bunları başka eşlerle değiştirmek -güzellikleri senin hoşuna gitse bile- sana helâl olmaz; ancak sağ elinin mâlik olduğu (cariyeler) başka. Allah her şeyi gözetleyip denetleyendir.” (Ahzâb 33/52)

Kur'ÂN-ı Kerîmde, ALLAHu zü’l- CELÂL’in, Melekleri de Rakibdir, küllî Şeyy’i gözetleyen, kontrol eden, şâhid olandır:

مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ
"Mâ yelfızu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîdun.: Bir söz söylenmez ki, onun yanında hazır gözetleyiciler (tarafından tespit edilmiş) olmasın.” (Kaf 50/18)

ER RAKIBÜ celle celâluhu ZEVKİ:

Rabbü'lâlemîn'i; hazır, nazır ve murakıb (gözetleyen) bilince haddini, hududunu hakk ve hayra göre ayarlar, halka fazla karışmaz ve heran, her yer ve her hâlde gözetlendiğini bilir de özünü gözetler durur ve mutmâin imanın tatlılığına ve olgunluğuna ulaşır ve YAŞArr!. Ve her ÂN herkesi kuşatabilecek fitneleri gözetir durur!. İnşâe ALLAHu TeÂLÂ!.
Er Rakîbu celle celâlihu İsmini vird edinenler, başkalarından gelecek her türlü maddî manevî zarardan korunurlar İnşâe ALLAHu TeÂLÂ!.


فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَاء بِدُخَانٍ مُّبِينٍ
"Fertekib yevme te’tî’s- semâu bi duhânin mubîn (mubînin).: Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.” (Duhân 44/10)

يَغْشَى النَّاسَ هَذَا عَذَابٌ أَلِيمٌ
"Yagşân nâse, hâzâ azâbun elîm (elîmun).:(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azabtır.” (Duhân 44/11)

أَلَمْ يَعْلَمْ بِأَنَّ اللَّهَ يَرَى
“E lem ya’lem bi ennellâhe yerâ.: (O,) Allah’ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?” (Alak 96/14)

أَفَمَنْ هُوَ قَآئِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُواْ لِلّهِ شُرَكَاء قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي الأَرْضِ أَم بِظَاهِرٍ مِّنَ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ مَكْرُهُمْ وَصُدُّواْ عَنِ السَّبِيلِ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ
“E fe men huve kâimun alâ kulli nefsin bi mâ kesebet, ve cealû lillâhi şurekâ’ (şurekâe), kul semmûhum, em tunebbiûnehu bi mâ lâ ya’lemu fî’l- ardı em bi zâhirin mine’l- kavl (kavli), bel zuyyine lillezîne keferû mekruhum ve suddû âni’s- sebîl (sebîli), ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd (hâdin).: Her nefsin bütün kazandıkları üzerinde gözetici olana mı (baş kaldırılır?) Onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki: "Bunları adlandırın (bakâlim). Yoksa siz yeryüzünde bilmeyeceği bir şeyi O'na haber mi veriyorsunuz? Yoksa sözün zâhirine (veya boş ve süslü olanına)mi (kanıyorsunuz)? Hayır, inkâr edenlere kendi hileli düzenleri, süslü çekici gösterilmiştir ve onlar (doğru) yoldan alıkonulmuşlardır. Allah, kimi sabdırırsa, artık onun için hiç bir yol gösterici yoktur.” (Ra’d 13/33)

Kâimun: kâim olan, her yapılan işin başında bulunan, dâimâ haberdar olan, herşeyi derecelendiren.

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Kim RaBB olarak ALLAH’tan, din olarak İslam‟dan ve Rasûl olarak MuhaMMed’den razı olan kimse imanın tadını tatmıştır.” buyurdu.

(İ.Ahmed, Müsned 1/208)

Resim---Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Şu üç şey kimde bulunursa o kişi imanın tadına varır.: ALLAH ve Rasûlü‟nün kendisine her şeyden daha sevimli olması, sevdiğini sadece ALLAH için sevmesi, ALLAH kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına nefret etmesi.” buyurdu.

(Buharî, İman,14, Edeb,42; Müslim; İman,66,67; Tirmizî; İman,10; Neseî, İman,3; İbni Mâce; Fiten,23; İ.Ahmed, Müsned; 3:103,172,27)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 283-) MUHARREM SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

MUHARREM SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: ALLAHu zü’L- CeLÂL Katında =>MUHARREM/HÜRMete Lâyık ve HÜRMet edilmesi Lâzım =>Şeref, Namus ve İhtiram/Ta’zim OLunan, SEViLen SAYıLan KILınan MUHARREM OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.


Resim

Resim 284-) MUHTEREM SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

MUHTEREM SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: ALLAHu zü’L- CeLÂL Katında =>MUHTEREM =>SAYgı DEğer-SAYgın, ŞEREFLi KILınan MUHTEREM OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.


Harâm.: Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Hürmet duyulması emredilen.. ALLAH'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey.
Şehrü’l-Harâm.: Zilka’de, Zilhicce, Muharrem, Receb Ayları..
Harâmeîn.: Mekke-Medine Şehirleri.
Harîm.: Dokunulmaz. İhramın giyilip-çıkarıldığı yer.
Mahrem.: Akraba ve yakınlarından biriyle evlenmesi yasak olan ki, ALLAH’ın Harâm ettiği..
Mahrum.:Hiç hayır bulmayan, bahtsız, şakî..
HÜRMet.: İhtiram, Şeref, Namus, Hürmet. Kadın, Dokunulmazlık, Kudsallık, ALLAH'ın Kullarına=> edâsı zarurî/şart olan ve yapılmaması yasak olan..
Muharrem.: HÜRMete Lâyık..
Muhterem.: Saygı değer, Şerefli, Saygın..
Muharrem.: Arabî Ayların başı, birincisi. * Harâm edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Harâm kılınmış, tahrim olunmuş..
Muharremât.: Harâmlar. Harâm edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler..
Tahrim.: Harâm kılma. Harâm kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme..
Tahrime.: Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri..
Tahrimen.: Harâm olarak. Harâma yakın olarak.
Tahrimen Mekruh.: (Vâcibin zıddı) Harâma yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir.
İhram.: Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf. * Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak..
İhtiram.: Hürmet olunmak, ta’zim olunmak, hürmet, saygı. Hürmetli kişi olmak. Sevilen sayılan olmak..


Resim
HARÂM..:
الحرام


Yapılması din tarafından yasaklanan fiil.
Sözlükte Masdar olarak =>“Bir şey bir kimseye yasak olmak”,
İsim olarak da =>“Yasaklanan, helâl olmayan şey” anlamına gelen “HARÂM” kelimesi, çeşitli türevleriyle birlikte Arapça’da zengin bir kullanım alanına sâhibtir. Bunlardan.:
HURMET =>“Engel olmak, yasak olmak, mümkün olmamak; saygı duymak”;
HIRMÂN =>“Kişiyi bir iş, davranış veya haktan mahrum bırakmak”;
İHRÂM =>“Bir şeyi yasaklamak, harâm saymak; harâm beldeye veya harâm aylara girmek; hac veya umreye niyet ederek dikişsiz elbise giymek”;
TAHRÎM.: “Harâm kılmak, yasaklamak” anlamındadır.
Fıkıh Literatüründe TAHRÎM karşılığında =>HAZR, HARÂM karşılığında =>MAHZÛR Terimleri de kullanılmaktadır.
Ayrıca Mekke ve Medine’ye HAREM denilmesinden “Harâm Aylar” ve “HARÎM” tâbirlerine kadar Örfte ve Dinî Literatürde “HARÂM” Kökünden türeyen birçok Kelime ve Terimin bulunduğu ve bunların neredeyse tamamının kelimenin kökündeki =>“Yasaklama, engelleme, mahrum bırakma” anlamı çerçevesinde bir muhtevâ kazandığı görülür.
Harâm Kelimesiyle çeşitli türevleri sözlük anlamlarında Kur'ÂN-ı Kerîm’de 83 âyette geçmektedir (bk. M. F. Abdülbâkî, el-Muʿcem, “hrm” md.).
Bunların çoğunda, ileride oluşacak terim anlamı için esas teşkil edecek şekilde ALLAH’ın yasak kıldığı fiillerden, dinî yasaklardan, bazı âyetlerde de kişilerin bazı fiilleri kendilerine yasak saymasından söz edilir. Ayrıca Kur'ÂN-ı Kerîm’in 66.ncı sûresine Tahrîm adı verilmesi de ikinci anlamla ilgilidir. Harâm kelimesi çeşitli türevleriyle birlikte birçok hadiste de geçmektedir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hrm” md.).

FIKIH.:
HARÂM, fıkıh terimi olarak mükelleften yapılmaması kesin ve bağlayıcı tarzda istenen fiili ifâde eder. Ahlâk ve Hukuk literatüründe.:
Muharrem, Mahzûr, Menhiyyün Anh, Memnû‘, Mezcûrün Anh, Mâsiyet, Zenb, Kabîh, Seyyie gibi çeşitli kelimelerin de =>“Yasaklanan şey” mânâsında HARÂMla aynı veya yakın anlamlarda sıkça kullanıldığı görülür. (Alâeddin es-Semerkandî, s. 40; Fahreddin er-Râzî, I, 127-128; Şevkânî, s. 6).

Bir FİİLin HARÂM olduğu şu şekillerde bildirilebilir.:
a-) Bizzât HARÂM (hurmet) lafzı veya türevleri ile.:
“Allah size ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları harâm kıldı”

إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالْدَّمَ وَلَحْمَ الْخَنزِيرِ وَمَآ أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“İnnemâ harreme aleykumu’l- meytete veddeme ve lahme’l- hınzîri ve mâ uhılle li gayrillâhi bih (bihî), fe menıdturra gayre bâgın ve lâ âdin fe innallâhe gafûrun rahîm (rahîmun).: Size sadece ölüyü, kanı, domuz etini ve ALLAH'tan başkası adına kurban edileni haram kıldı. Artık kim zarurette (yemek zorunda) kalırsa, haddi aşmadığı ve hakka tecavüz etmediği taktirde muhakkak ki ALLAH, GAFÛR'dur (mağfiret edendir, affedendir), RAHÎM (rahmet nuru gönderen)'dir.” (Nahl 16/115)

ve “Muhakkak ki Allah annelere saygısızlık yapmayı size harâm kıldı” (Buhârî, “Edeb”, 6; Müslim, “Akzıye”, 12, 14) ifâdelerinde olduğu gibi (diğer bazı örnekler için bk. el-Bakara 2/85, 173, 275; en-Nisâ 4/23; el-Mâide 5/3; el-A‘râf 7/33).

b-) Câiz veya Helâl olmadığının açıkça belirtilmesi suretiyle.:
“Kadınlara verdiklerinizden -boşanma esnasında- bir şey almanız size helâl olmaz”

الطَّلاَقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ وَلاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَأْخُذُواْ مِمَّا آتَيْتُمُوهُنَّ شَيْئًا إِلاَّ أَن يَخَافَا أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ يُقِيمَا حُدُودَ اللّهِ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فِيمَا افْتَدَتْ بِهِ تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ فَلاَ تَعْتَدُوهَا وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Et talâku merratân (merratâni), fe imsâkun bi ma’rûfin ev tesrîhun bi ihsân (ihsânin), ve lâ yahıllu lekum en te’huzû mimmâ âteytumûhunne şey’en illâ en yehâfâ ellâ yukîmâ hudûdallâh (hudûdallâhi), fe in hıftum ellâ yukîmâ hudûdallâhi, fe lâ cunâha aleyhimâ fî meftedet bih(bihî), tilke hudûdullâhi fe lâ ta’tedûhâ, ve men yeteadde hudûdallâhi fe ulâike humuz zâlimûn (zâlimûne).: Boşanma iki keredir. Bundan sonra (kadın) ya ma'rufla (örf ve âdete uygun olarak) iyilikle tutulur veya ihsanla serbest bırakılır. Kadınlarınıza verdiklerinizden bir şey (geri) almanız sizin için helâl olmaz. Ancak ikisi de, ALLAH'ın (evlilik hakkındaki) hududunu gereği üzere yerine getiremeyeceklerinden (ayakta tutamayacaklarından) korkmaları hariç. O zaman siz de eğer, ALLAH'ın bu hududunu ikâme edemeyeceklerinden (gereği üzere yerine getirimeyeceklerinden) korkarsanız, bu durumda kadının (ayrılmak için) verdiği fidye konusunda her ikisinin üzerine de günah yoktur. İşte bunlar ALLAH'ın hudutlarıdır. Artık onları (ALLAH'ın hudutlarını) aşmayın. Kim ALLAH'ın hudutlarını aşarsa işte onlar, onlar zâlimlerdir.” (Bakara 2/229)

âyetinde olduğu gibi (ayrıca bk. el-Bakara 2/228, 229, 230; en-Nisâ 4/19; el-Ahzâb 33/52).

c-) HARÂM kılma anlamını iptal edici bir delil bulunmaksızın mutlak olarak gelen nehiy sîgası ile.:
Bunlar “yapmayınız, yaklaşmayınız, öldürmeyiniz” şeklindeki nehiy kalıplardır. “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz” (el-En‘âm 6/151) âyetinde olduğu gibi.

قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Kul teâlev etlu mâ harreme rabbukum aleykum ellâ tuşrikû bihî şey’â (şey’en), ve bil vâlideyni ihsânâ (ihsânen), ve lâ taktulû evlâdekum min imlak (imlakin), nahnu nerzukukum ve iyyâhum, ve lâ takrebû’l- fevâhışe mâ zahere minhâ ve mâ batan (batane), ve lâ taktulûn nefselletî harremallâhu illâ bi’l- hakk (hakkı), zâlikum vassâkum bihî leallekum ta’kılûn (ta’kılûne).: De ki.: “Gelin, RABBinizin size neleri haram kıldığını okuyayım; O'na bir şeyi ortak koşmayın. Anne, babaya ihsanla davranın. Yokluk (fakirlik) sebebiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de yalnız Biz rızıklandırırız. Kötülüğün açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. Haklı olmanız hariç kimseyi öldürmeyin ki; onu ALLAH haram kıldı. İşte bunları size vasiyet (emir) etti. Böylece siz, akıl edersiniz.” (En‘âm 6/151)

d-) Herhangi bir fiilden sakınmanın kesin bir görev olduğunu ifâde eden sakınma (içtinap) lafızları ile: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz” (el-Mâide 5/90; diğer bazı örnekler için bk. el-Mâide 5/92; en-Nahl 16/36; el-Hac 22/30; el-Hucurât 49/12).

e-) Söz konusu fiil hakkında ceza gerektiğini belirten ifâdelerle.: “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da -bunu ispat için- dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar” (en-Nûr 24/4; diğer bir örnek için bk. el-Mâide 5/38).


Resim

MESCİD-i HARÂM..:
المسجد الحرام


Kâbe’yi kuşatan mescid..
Kur’ÂN-ı Kerîm’de 15 âyette geçen (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hrm” md.) Mescid-i Harâm tâbiriyle Kâbe, Kâbe’yi kuşatan ve ibâdet için kullanılan alan, Mekke veya Mekke HAREMi kastedilir (Zerkeşî, s. 41-43).
Ayrıca.: “el-Beyt, el-Beytü’l-Atîk, el-Beytü’l-Ma‘mûr, el-Beytü’l-HARÂM, el-Harem, el-Haremü’l-Mekkî, Harem-i Şerif, Kâbe ve durâh (ضراح)” tâbirleri de Mescid-i Harâm’ı ifâde eder. Harem-i Şerif terkibi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve Kudüs’teki Mescid-i Aksâ için de kullanılmaktadır..
Mescid-i Harâm yeryüzünde bilinen en eski mesciddir. (Âl-i İmrân 3/96).
Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, İslâmiyet’i tebliğ için zaman zaman Mescid-i Harâm’ı kullanmış, yapılan baskılara rağmen Hacerü’l-Esved ile Rüknü’l-Yemânî arasında namaz kılmıştır. Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra müslümanların Mescid-i Harâm’da açıkça namaz kılmaya başladıkları bildirilmektedir (İbn Hişâm, I, 369).
Kur’ÂN-ı Kerîm’de, Mescid-i Harâm’ın ziyâret edilmesini engellemenin ve halkını oradan çıkarmanın ALLAH Katında büyük günah olduğu belirtilir.:

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ كَبِيرٌ وَصَدٌّ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَكُفْرٌ بِهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَكْبَرُ عِندَ اللّهِ وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ وَمَن يَرْتَدِدْ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَأُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
“Yes’elûneke aniş şehri’l- harâmi kıtâlin fîh (fîhi), kul kıtâlun fîhi kebîr (kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî ve’l- mescidi’l- harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh (indallâhi), ve’l- fitnetu ekberu mine’l- katl (katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fî’d- dunyâ ve’l- âhireh (âhireti), ve ulâike ashâbu’n- nâr (nâri), hum fîhâ hâlidûn (hâlidûne).: Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki.: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) ALLAH YOLUndan saptırmak (alıkoymak) ve O'nu inkâr etmek, (mü'minlere) Mescid-i Haram'ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke'den sürüp) çıkarmAK İSE ALLah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.” (Bakara 2/217)

Mekke’nin Fethi üzerine Resûl-i Ekrem aleyhisselâm, meşhur Fetih Konuşmasını Mescid-i Harâm’da yapmış ve oraya sığınanların emniyette olacağını bildirmiştir..
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir zamanında Mescid-i Harâm’da herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Hz. Ömer döneminde ise çevresindeki bazı evler istimlâk edilerek büyük oranda genişletilmiş ve 3613 m2’lik bir alan haline getirilmiş, etrafı göğüs hizasında bir duvarla çevrilmiştir (17/638). Hz. Osman devrindeki genişletmeyle alanı 4482 m2’ye ulaşan Mescid-i Harâm’a ilk revakın bu sırada yapıldığı kaydedilmektedir (Zerkeşî, s. 39). Abdullah b. Zübeyr’in Hicaz Hâkimiyeti sırasında (683-692) onun tarafından başlatılıp Emevî Halifesi Abdülmelik zamanında sürdürülen ve I. Velîd döneminde tamamlanan (91/710) ilâvelerle birlikte Mescid-i Harâm’ın alanı 10.270 m2’ye ulaşmıştır. Bu genişletme esnasında merkezinde Kâbe’nin yer aldığı avlu açık olarak korunmuş, Mısır ve Şam’dan getirilen mermer sütunların üstüne kemer inşa edilip Harem-i şerif’in üstü sâc ağacından düz bir çatıyla ve ahşap kısmı yaldızlanan bir tavanla örtülmüş, üzerlerine bazı tezyinatın yapıldığı sütunların başlıklarına altın kaplama levhalar ve kesme taşlarla yenilenen çevre duvarına pencereler konulmuş, Abdullah b. Zübeyr’in zeminine kum döktürüp taş döşeterek tesviye ettirdiği tavaf alanı (metâf) başta olmak üzere Mescid-i Harâm’ın çeşitli yerlerine mermer döşenmiştir. MESCİD-i HARÂM’ın mânevî değeri ve fazileti hakkında çeşitli rivâyetler nakledilmiştir. Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1-2) ve ziyâret edilmeye değer en önemli üç mescidden birinin Mescid-i Harâm olduğunu (diğerleri Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ), bundan dolayı burada yapılan ibâdetin diğer mescidlerde yapılandan daha faziletli sayıldığını bildirmiştir (Buhârî, “Fazlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 1; Müslim, “Hac”, 415, 505-513). Mescidlerin en faziletlisi Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerine göre Mescid-i Harâm’dır; Mâlikîler’e göre ise Mescid-i Harâm Mescid-i Nebevî’den sonra gelir. Müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşmasını meneden âyetin (et-Tevbe 9/28) kapsamı konusunda fıkıh âlimleri farklı görüşler ileri sürer. Hanefîler bu yasağın müşrik Araplar’la sınırlı olduğunu savunurken (Cessâs, III, 88-89) Mâlikîler, Hanbelîler ve Şâfiîler âyetteki yasağın bütün gayri müslimleri kapsadığını belirtmişlerdir. Ayrıca Kâbe hakkında da özel fıkhî hükümler vardır
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: RASÛLULLAH (sav) in İSM-i ŞERİFLERİ:

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

Resim 285-) ŞEKûR SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

ŞEKûR SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.: Rububîyyet Kevnîyyetinin İlk ve Tek Şâhidi, Zikri, Fikri ve ŞÜKRüyle HAMD eden, Bize ALLAH celle celâlihu'ya Teşekkürü Tâlim ve Terbiyesiyle UYguLamada ŞÜKR Edici/ŞEKûR Öğretmenimiz OLAN RESÛLULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VESELLEM.

Şekûr.: Sözlükte "yapılan bir iyiliğin sâhibini övgü ile anmak" mânâsındaki şükr “şükrân” kökünden türeyen şekûr =>“çokça teşekkür eden" demektir.

Şekûr.: Çok şükreden. ALLAHu zü’L-CELÂL’in Lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren.
Eş ŞEKûR.: Az şükredene dahi çok ni’met veren ALLAH celle celâlihu..
Şükr.: Şükür.: ALLAHu zü’L-CELÂL’in Ni’metlerine karşı memnunluk göstermek. ALLAH celle celâlihu'ya teşekkür..
Şükrân.: İyilik bilmek. Minnettârlık. Şükretme hâli..


أَلَمْ تَرَ أَنَّ الْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِنِعْمَتِ اللَّهِ لِيُرِيَكُم مِّنْ آيَاتِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
“E lem tere enne’l- fulke tecrî fî’l- bahri bi ni’metillâhi li yuriyekum min âyâtih (âyâtihî) inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr (şekûrin).: Gemilerin denizde ALLAH'ın ni'metiyle (yüzerek) seyrettiğini görmedin mi? Âyetlerinden size göstermek için. Muhakkak ki bunda, çok sabredenlerin ve şükredenlerin hepsi için elbette âyetler (deliller, ibretler) vardır.” (Lokmân 31/31)



Resim

174- Eş ŞEKÛR celle celâluhu.:

Eş ŞEKÛR .: “ŞÜKReden kulunun iyi bir ameline fazlasıyla karşılık ve ni’met VERen, kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan ALLAHu zü’L- CELÂL..

Resim

ŞEKÛR..


Şekûr.: Sözlükte "yapılan bir iyiliğin sâhibini övgü ile anmak" mânâsındaki şükr “şükrân” kökünden türeyen şekûr =>“çokça teşekkür eden" demektir.

Şekûr.: Çok şükreden. ALLAHu zü’L-CELÂL’in Lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren.
Eş ŞEKûR.: Az şükredene dahi çok ni’met veren ALLAH celle celâlihu..
Şükr.: Şükür.: ALLAHu zü’L-CELÂL’in Ni’metlerine karşı memnunluk göstermek. ALLAH celle celâlihu'ya teşekkür..
Şükrân.: İyilik bilmek. Minnettârlık. Şükretme hâli..

Az iyiliğe çok mükâfat veren, kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan.
Sözlükte “yapılan bir iyiliğin sahibini övgü ile anmak” mânasındaki şükr (şükrân) kökünden türeyen şekûr “çokça teşekkür eden” demektir.
ALLAHu zü’L-CELÂL’e nisbet edildiğinde.: “ŞÜKReden kulunun iyi bir ameline fazlasıyla karşılık ve ni’met VERen, Kendi Rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyâdesiyle karşılayan ” anlamına gelir.

KELÂMULLAH’ta Şükür - Şükretmek.:

Bakara 2/52,56,152,158,172,185,243; Âl-i İmrân 3/123,144,145; Nisâ 4/147; Mâide 5/6, 89; En'âm 6/63; A’râf 7/10,17,58,144,189; Enfâl 8/26; Yûnus 10/22,60; Yûsuf 12/38; İbrahîm 13/5, 7, 3737; Nahl 16/14, 78,114,121; İsrâ 17/3; Enbiyâ 21/80; Hac 22/36; Mü'minun 23/78; Furkân 25/ 62; Neml 27/19,40,73; Kasas 28/73; Kasas 28/73; Ankebût 29/17; Rûm 30/46; Lokmân 31/12,14,31; Secde 32/9; Sebe’ 34/13,15,19; Fâtır 35/12,30,34; Yâsîn 36/35,73; Zümer 39/7, 66; Mü'min 40/61; Şûrâ 42/33; Câsiye 45/12; Ahkâf 46/15; Kamer 54/35; Vakı’a 46/70; Mülk 67/23; İnsan 76/2,3..

RESÛLULLAH’ta Şükür - Şükretmek.:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, ŞÜKReder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” buyurdu.
(Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radiyallahu anhu’dan; Müslim, Zühd 64)

Muâz İbni Cebel radiyallahu anhu’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Muâz İbni Cebel radiyallahu anhu’n elini tutmuş ve.: “Ey Muâz, ALLAH’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra da ey Muâz sana her namazın sonunda.: “ALLAHım! SENİ anmak, SANA ŞÜKRetmek ve SANA güzelce kulluk etmekte bana yardım et!” DUÂsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, Vitr 26; Nesâî, Sehv 60. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 30)

Ziyâd radiyallahu anhu, Mugîre radiyallahu anhu’n şöyle dediğini işitmiştir.: “Peygamber ayakları (ya da bacakları) şişinceye kadar (gece) namaz kılardı. Bu durum hakkında ona bir şey söylendiğin de.: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” derdi.” (Buhârî, Teheccüd, 6)

Hz. Aişe radiyallahu anhu anlatıyor.: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ederdi.
Ben kendisine.:
"Yâ Resûlullah! Geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını ALLAH TEÂLÂ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?" dedim. Peygamberimiz Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.:
"Ya Aişe!
أَفَلا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا .: Efelâ ekûnü abden şekûrâ.: ALLAH'a çok ŞÜKReden bir kul olmayayım mı?”
buyurdu.

(Buhari, Teheccüd, 6; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Müsafirine ve Kasrihim, 18.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da ŞÜKRetmez.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Birr, 35)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem: “Bir kimseye bir ni’met verilir de onu (hayırla yâd ederek) dile getirirse, onun ŞÜKRünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur.” buyurdu.
(Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb, 11)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 43; İbn Mâce, Sıyâm, 55)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” buyurdu.
(Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “RABBimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyâz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de RABBime ŞÜKRetmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp RABBimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime ŞÜKÜR secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de RABBime ŞÜKRetmek üzere tekrar secdeye kapandım.” buyurdu.
(Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2775)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da ŞÜKRetmez." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Birr, 35)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Bir kimseye bir nimet verilir de onu (hayırla yad ederek) dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur." buyurdu.
(Câbir b. Abdullah radiyallahu anhu’dan; D4814 Ebu Davud, Edeb, 11)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Sıfatü'l-kıyame, 43; İbn Mâce, Sıyam, 55)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Allah’a hamdederek başlanmayan her önemli iş bereketsiz olur.” buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Ebû Dâvûd, Edeb 18. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 19)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Allah Teâlâ, kulunun bir şey yedikten sonra hamdetmesinden, bir şey içtikten sonra hamdetmesinden hoşnut olur.” buyurdu.
(Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den; Müslim, Zikir 89. Ayrıca bk. Tirmizî, Et’ime 18.)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” buyurdu.
(Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: “…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, ALLAH’ın kendisine verdiği üstünlüğe HAMD etmek… Böyle yapanları ALLAH, ŞÜKRedici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, ALLAH onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” buyurdu.
(Tirmizî, Kıyâmet, 58)

Resim
Eş- Şekûr, âyetlerde ALLAHu zü’L-CELÂL’e nisbet edilmiş, bunların üçünde el-Gafûr İsminden sonra, birinde el-Halîm İsminden önce yer almıştır.:
Eş-Şekûr’un bu kullanılışı, kelimenin içeriğinde kulun günahını bağışlaması veya cezalandırılması hususunda acele etmeyip iyilik yapması için fırsat verme unsurlarının bulunduğuna işaret etmektedir.

Bir âyette Şâkir İsmi Zât-I İlâhiyyeye izâfe edilmiştir. İki âyette, iyi amellerde bulunan müminlerin bu çabalarının şükranla karşılanacağını ifâde eden meşkûr kelimesi geçmektedir. Şükran ve mükâfatın fâili ALLAH olduğundan şükür kavramının burada meşkur ifâdesini Zât-I İlâhiyyeye nisbet edildiğini söylemek mümkündür. Şekûr İsmi İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivâyet ettiği esmâ-i hüsnâ listesinde yer almaktadır..

Ebû Hüreyre’den nakledilen iki hadisten birinde Hz. Peygamber, yola sarkan bir dikeni arka tarafa doğru iten, diğerinde ise meskûn yerlerden uzak bir yol üzerinde gördüğü susamış köpeğe su vermek için kuyunun dibine inen, pabucunu doldurduktan sonra onu ağzıyla tutup yukarıya çıkan ve hayvanın susuzluğunu gideren kimselerin davranışlarını ALLAH’ın şükranla karşılayacağını ve günahlarını bağışlayacağını bildirmektedir. (Buhârî, “Ezân”, 10; Müslim, “Birr”, 127)

Ebû Hüreyre hadislerinde insanlara eziyet veren bir şeyi bertaraf etme, susamış bir hayvana su verme fiillerinin bile ALLAH’ın Mağfiretine vesile olduğu belirtilmektedir. Ebû Süleyman el-Hattâbî bu tür ifâdelerin basit de görünse daima elden gelen iyi şeyleri yapmaya teşvik niteliği taşıdığını söyler ve bu gibi fiillerin çoğuna gücü yetmeyenlerin azı terketmemesi gerektiğine işaret ettiğini belirtir.

Şekûr, yapılan ihsanı açığa vurma mânâsına gelir vee sadece Cenâb-ı HAKk'a mahsustur. O, çokça senâ edilmeye lâyıktır. Öyle ki SÜBHÂN TEALÂ, az bir taata pek çok dereceler lütfeder. .

Şükür kavramının temel mânasında “artmak, ortaya çıkmak, minnet ve övgü duygularını ifâde etmek” unsurları mevcuttur. Âlimler, bu anlamlardan hareketle kulun gerçekleştireceği küçük bir ameli bile Cenâb-ı HAKk’ın fazlasıyla mükâfatlandıracağı hususuna dikkat çekerler. Kulun güzel davranışları ALLAH’ın lutfettiği imkânlar sayesinde meydana geldiğinden aslında O’na yönelik hamd ve şükür niteliği taşır.

ALLAH’ın bu tür davranışları ödüllendirmesi din terminolojisinde aynı kavramla ifâde edilerek “kuluna teşekkür eden” anlamında Şekûr İsmi kullanılmıştır. Kişinin büyüklerine karşı saygılı davranması onun görevi ise de asil insanlar bu davranışa teşekkürle mukabele eder. Bu da karşılıklı sevgi ve saygıyı çoğaltır. Aynı durum kul ile ALLAH arasında düşünüldüğü takdirde kuldan itaat ve saygı (takvâ), allah’tan şefkat ve mükâfat şeklinde ortaya çıkar. Şekûr İsmi Kur'ÂN-ı Kerîm’de ve hadislerde gafûr ve halîm isimleriyle kullanıldığından âlimler bu ismin muhtevasına İlâhî Mağfireti de dahil etmiştir.

Kur’ÂN-ı Kerim'de eş-ŞEKÛR dört defa geçmektedir:

لِيُوَفِّيَهُمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ إِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ
“Li yuveffîyehum ucûrehum ve yezîdehum min fadlih (fadlihi), innehu GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: Onların ecirleri (mükâfatları) onlara vefa edilir (ödenir). Ve (ALLAH), onlara fazlından artırır. Muhakkak ki O; GAFÛR'dur (mağfiret eden), ŞEKÛR'dur (şükredilen).” (Fâtır 35/30)

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ
“Ve kâlû’l- hamdu lillâhillezî ezhebe anne’l- hazen (hazene), inne rabbenâ le GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: "Ve bizden hüznü gideren ALLAH'a hamdolsun, muhakkak ki RABBimiz, gerçekten GAFÛR'dur (mağfiret eden), ŞEKÛR'dur (şükredilen)." dediler (derler).” (Fâtır 35/34)

ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَن يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَّزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
“Zâlikellezî yubeşşirullâhu ibâdehullezîne âmenû ve amilû’s- sâlihât (sâlihâti), kul lâ es’elukum aleyhi ecren ille’l- meveddete fî’l- kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehu fîhâ husnâ (husnen), innellâhe GAFÛRun ŞEKÛR (şekûrun).: İşte Allah'ın, imân eden ve salih amel (nefs tezkiyesi) işleyen kullarını müjdelediği budur. De ki: “Ben, ona (tebliğe) karşı bir ücret istemiyorum, yakınlıkta sevgiden başka. Ve kim hasene işlerse onun için güzellikleri artırırız. Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur (mağfiret eden), ŞEKÛRdur (Şükredilendir).” (Şûrâ 42/23)

إِن تُقْرِضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ شَكُورٌ حَلِيمٌ
“İn tukridûllâhe kardan hasenen yudâıfhu lekum ve yagfir lekum, vallâhu ŞEKÛRun HALÎM (halîmun).: Eğer ALLAH'a güzel bir borç verirseniz, onu size kat kat arttırarak öder ve sizi mağfiret eder. Ve ALLAH; ŞEKÛR'dur (şükredilendir, şükrün karşılığını verendir), HALÎM'dir.” (Tegâbün 64/17)

Şükür; iyiliği iyilikle karşılamak demektir. Şükür, ALLAHU TEÂLÂ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü ALLAH onu yaratmış ve sayısız ni'metlerine müstağrak kılmıştır ve bu ni'metlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.

Kul şükrederse ALLAH celle celâlihu onun şükrünü karşılıksız bırakmaz. Kul serbestliğini şükür yolunda kullanır; elindeki ni'metleri ALLAH'ın razı olacağı bir sûrette sarfederse, ALLAH onun da şükrünü karşılıksız bırakmaz, iyiliği daha geniş iyiliklerle karşılayarak ni'metini arttırır, iyiliklerin çoğalmasına meydan verir, çünkü ALLAHU TEÂLÂ ŞEKÛR'dur. Ni'met, esâsen kendisinin olduğu halde, şükreden kullarına ni'metlerini arttırarak şükür muamelesi yapar.
ŞEKÛR İsmine dâir âyet ve hadisler ALLAH’ın yaratıklara ve özellikle insana olan Lutuf, Muhabbet ve Merhametinin enginliğini göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. ALLAH’ın insanla ilgili fiilî sıfatları içinde yer alan ŞEKÛR, GAFÛR, HALÎM ve HAMÎD İsimleriyle anlam yakınlığı içinde bulunur.

Kul, bazen gördüğü bir iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle yahut gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla Şâkir (şükredici) olur.:

ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا
“Zurriyyete men hamelnâ mea nûh (nûhin), innehu kâne abden ŞEKÛRâ (şekûren).: (Ey) Nûh (aleyhisselâm) ile beraber taşıdıklarımızın zürriyyeti (onların soyundan olanlar)! Muhakkak ki O (Nûh aleyhisselâm), ÇOK ŞÜKREDEN bir kul idi.” (İsrâ 17/3)

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem.: "İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a da ŞÜKRetmez." buyurdu.
(Ebû Hüreyre radiyallahu anhu’dan; Tirmizî Birr, 35)

O'na karşı ne kadar şükretse yine de tam şükretmiş olamaz. Zira ni’met ve ihsanları sayısızdır.
ALLAH'a itaat etmek sûretiyle şükretmeye kalkışsa yine de şükretmiş sayılamaz, zirâ itaat etmesi bile, ALLAH tarafından kendisine bahşedilen başka bir ni’mettir. Hatta şükür ni’meti bile, şükrü gerektiren bir ni’mettir.
Öyleyse ALLAH'ın ni’metlerine karşı yapılacak en iyi ŞÜKÜR.: O ni’metleri mâsiyet (dünya) yollarında kullanmayıp, ta'at (ibadet) yollarında kullanmaktır..
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön