KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Cevapla
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim

BÂTINım=->ŞEKksiz BİZ BİR-İZ,
==>ZÂHiRde=->gÖLgemi ASın!.
=>HALk İLE==>VELî<->DELİyİZ,
YÂR YÂREM’e==>ATEŞş BASın!.

GÜNEŞe KARŞı===>KOŞupta,
gÖLgesinden KAÇaNLar Çok!.
CÂNLaR CeNGi’nde KOŞupta,
AKLı Var da==>VİCDÂNı Yok!.

GÜNEŞe===>SIRtıNı VERip,
gÖLgesini===->KOVALayan!.
NiCe AHMAKLaR GÖSTERip,
ELin-AVCUn==->OVALayan!.

AKLın=>GİZLi VeSVeSeSi,
=>İÇİndeki=>GİZ KeSeSi,
>GEÇmişe ÖRDÜğü KILıf,
=>ESiR Ettiği==->NeŞeSi!.


ZEVK 10.793

=>KORku=>UMUDu YUTaRsa=>HÂL-i HAZIR=>HÂL HARÂBı,
YÂR=>AĞYÂR YOLUn TUTaRsa=>İNSÂN=>SU SANıR SERÂBı,
NAHNU=BİZ BAĞI’n YOLunca,
=>TERCİHi=>TEKFiR OLunca,
=>UMUT TOMURu=>SOLunca,
=>YAŞAMAYAN’a=>YALANdıR====>AKLın=>HİSsî IZTIRÂBı!.


10.02.2024.. 14:02
brsbrsm..tktktrstkkmdebizzz..


GELeceKk=>Şu ÂN<=GELmeyEN,
GEÇMiŞş=>TÖVBEyLe SİLmeyEN,
==>ŞEYtÂN’a UŞAKk!. İHVÂNim,
RABB’ın=->BİZ BİRİZ BİLmeyEN!.


IZTIRÂB.: Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azâb..

Resim

YÂ HAYyu’L- HUuu!. ALLAH celle celâlihu!.

KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta =>IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK..

Ebu Hureyre radıyallahu anhu.: "Resûlullah aleyhissalatu vesselâm'in Âlinden birisi vefât etmişti. Kadınlar, arkasından ağlamak üzere toplandılar. Hz. Ömer radıyallahu anh onları bundan men’ etmek ve geri çevirmek üzere kalktı. Aleyhissalatu vesselâm müdahale edip.: "Ey Ömer! Bırak onları, çünkü göz ağlayıcıdır, kalp IZDIRABa maruzdur, (IZDIRABın yaşandığı) zaman yakındır!" buyurdu.
(Nesaî, Cenaiz 16, (4,19).

İbnu Mes'ud radıyallahu anhu.: "Resûlullah aleyhissalatu vesselâm.: "(IZDIRAB ve mâtemi sebebiyle) yanaklarını yolan, üst başını yırt(ıp dövün)en, câhileye DUÂsıyla DUÂ eden BİZden değildir." buyurdu.
(Buharî, Cenâiz 36, 39, 40, Menakıb 8; Müslim, İman 165, (103); Tirmizî, Cenâiz 22, (999); Nesaî, Cenâiz 19, (4, 20).

Hayri ERENAY
Doktora Tezi
SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı..

İNSANİ BİR OLGU OLARAK PİŞMANLIK .:

Resim 1.1. PİŞMANLIĞIN MAHİYETİ.:


Kelime manası: Kök olarak Farsça bir isim olan “pişman” kelimesinden türemiş, sonuna mastar eki “lık” eklenmiş ve isim olarak kullanılmıştır. Zamanla türkçeleşmiş olan pişman kelimesinin mânâsı; “Yaptığı bir işten ötürü üzülen, nâdim” şeklinde târif edilmiştir. (D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1988, s.913.)
Pişmanlık kelimesi “Pişman olma hali” mânâsında Türkçe sözlüklerde yerini almıştır. Kök itibari ile Arapça olan nedâmet kelimesi de dilimizde aynı anlamda kullanılmaktadır. Türkçe’de pişmanlık kelimesi, nedâmet kelimesinden daha yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Bu kelime Türkçe’ye “Nedâmet ve Nâdim olmak” olarak girmiş ve günümüz dilinde de kullanımı devam etmektedir. Nedâmet, “Nâdim olma, yapılan bir işten dolayı üzüntüye kapılma, pişman olma, pişmanlık” şeklinde târif edilmiştir. (D. Mehmet Doğan, age, s.846.)
Türkçe sözlüklerde pişmanlık ve nedâmet her zaman bir birlerinin müteradifi olarak kullanılmıştır. (D. Mehmet Doğan, age, s.913.)

Pişmanlık, yukarıda verilen târiflerin tamamını kapsayacak şekilde şöyle târif edilebilir: Geçmişte yaşanan bir olay sebebiyle yapılan hatalara kederlenerek (Hüzün), yüreğin yanması (Telehhüf), sürekli artan bir üzüntü hali ile (Tehassür); aynı hataya düşmemek üzere terk etmeye karar verip (TÖVBE) hatasını kendisine dert edinerek çıkış yolları (Esef) arayarak kişinin göz yaşı dökerek içselleştirdiği; başkalarınca kolay fark edilemiyen vicdânî bir eylemidir. (Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’ân, Dımeşk, 2002, s.796; Ebu’l- Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1990, XXII/572.)

“Sandıkları gibi değil, Kıyâmet gününe yemin ederim! 2. Öyle değil, kendini kınayan nefse yemin ederim!”

لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“(Elbette bütün ölenlerin diriltileceği) Kalkış (Kıyâmet) gününe kasem (yemin) ederim ki...
Ve yine (keyfine ve şeytanî dürtülere kapılarak düşünce ve davranışlarını kontrol altına alamayıp kötülüğe kaymaları, böylece ibadet ve hizmetten kaytarmaları nedeniyle) sürekli ve çok içtenlikli (olarak) kendini kınayıp duran (vicdanını uyaran) nefse (sorumlu ve şuurlu kimseye) de kasem ederim (ki: Hataları, günahları ve haksızlıkları nedeniyle; pişmanlık duyarak ve vicdanına kulak asarak kendisini suçlayıp sorumlu tutan kimseler, doğru istikamettedir ve bu tavır kişisel olgunlaşmanın ilk basamağı ve işaretidir.)”
(Kıyâmet 75/1-2)

Resim 1.2.2. PİŞMANLIK OLGUSUNUN SEBEBLERİ.:

Resim 1.2.2.1. VİCDANÎ DÜSTURLARA TERS DAVRANMAK.:


İnsan, temel vicdanî esaslara ters davrandığında pişmanlık duygusunu yaşar. Vicdanî dusturlar, neredeyse tüm insanlığın üzerinde ittifak ettiğiinsanlığın üst kimlik değerleridir. Hırsızlık, adaletsizlik, güçsüzü ezme, yaratılanlara zulüm, haksız yere cana kıyma gibi eylemler temel vicdanî kurallara aykırıdır. Vicdanı (Nefs-i Levvâme) dumura uğramamış olan her insan yukardaki dusturlara aykırı davrandığında, önce derin bir suçluluk duygusu hisseder. Akabinde vicdanın kişiyi ayıplaması ile pişmanlık yaşar.

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, seferden geri kalan Ka’b ve arkadaşlarının mazeretlerini kabul etmediği gibi, ashabı da onlarla oturup kalkmaktan men’ etti. Hatta bir müddet sonra, onların eşlerine yaklaşmalarını bile yasakladı. Böylece yer, onca genişliğine rağmen onlara dar geldi. Elli gün kadar geçmişti ki, bu üç sahabenin affedildiğine dair âyetler nazil oldu.

لَقَد تَّابَ الله عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ فِي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِن بَعْدِ مَا كَادَ يَزِيغُ قُلُوبُ فَرِيقٍ مِّنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ إِنَّهُ بِهِمْ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Andolsun ALLAH; Peygamberin, Muhacirlerin ve Ensarın üzerine tevbe (ile RABBlerine yönelme duygusu) ihsan etti. Ki onlar -içlerinde bir bölümünün kalbi neredeyse kaymak ve caymak üzereyken- güçlük saatinde (zorluk-darlık vaktinde) Ona (Resûlüllah’a) tâbi oldular. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara (karşı) çok Şefkatlidir, çok Esirgeyicidir.
(Rahata ve menfaate meyletmeleri yüzünden cihaddan ve Bizans’a yönelik zorlu Tebük gazasından) Geri bırakılan (Sahabeden) o üç kişiye, (Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebi, Hilâl bin Ümeyye’ye 50 gün boyunca uygulanan tecrit=ilgiyi kesme cezâsı yüzünden) olanca genişliğine rağmen yeryüzü dar gelmeye başlamış, vicdani (sorumluluk ve rahatsızlıkları) kendilerini sıktıkça sıkmış ve (artık) ALLAH’tan başka sığınacak hiçbir makam ve barınak olmadığı kanaatine varmışlardı. Sonunda (hatalarını fark ve terk edip yeniden hayra ve hizmete) yönelmeleri için, ALLAH onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ALLAH, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, Esirgeyendir.”
(Tevbe 9/117-118)

Bu esnâda Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ümmü Seleme'nin Odasından Mescide çıkarak.: "ALLAHu Ekber! ALLAH, Arkadaşlarımızın ma’zur oldukları hususunda âyet indirdi!." dedi.
Sabah Namazını kıldırdıktan sonra, bunu Ashabına haber vererek onlara, ALLAH'ın o kimselerin tevbesini kabul ettiği müjdesini verdi.
Topluma karşı görevini yerine getirmeyenler, dışlanıp mahkum edilmektedir. Çünkü tüm toplumun güvenliğini sağlamak adına çıkılan savaşlardan geri durmak, topluma karşı görevi ihmal etmektir. (Alâeddin Ali b.İbrahim el- Bağdadî el-Hâzin, (Mecmuatin mine’t-tefasir içinde) Lübâbü’t-Te’vîl, İhyau’t-Türasü’l-Arabi, Beyrut 1320, III/208-212; Nâsıruddin Ebu Said el-Beydâvî, (Mecmuatin mine’t-tefasir içinde) Envârit-Tenzîl, İhyau’t-Türasü’l-Arabi, Beyrut 1320, III/208-214; Fahruddin Muhammed b. Ömer er-Râzi,Mefâtihu’l-Ğayb , yy, Beyrut 1995, XVI/166; Hayrettin Karaman vdğ., Kur’ÂN Yolu, DİB Yay., Ankara 2004, III/90-91; Ahmed b. Hanbel, Ahmed b. Hanbel, Müsned, yy., Beyrut1969, III/457; Ebu Abdullah Muhammed el-Buharî, Camiu’s-Sahih, Matbaay-ı Amire, İstanbul 1329, V/13131-132.)

Resim 1.2.2.2. FIRSATLARI DEĞERLENDİREMEMEK.:

İnsan hayatında, bazen kişinin bile öngörmediği fırsatlar karşısına çıkar. Kur’ÂN’a göre en büyük fırsat, ömürdür. Hayatta olmak, yaşıyor ve nefes alıyor olmak çok değerlidir.

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَن يَقْتُلَ مُؤْمِنًا إِلاَّ خَطَئًا وَمَن قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَئًا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُّسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ إِلاَّ أَن يَصَّدَّقُواْ فَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ وَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِّيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُّسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةً فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ تَوْبَةً مِّنَ اللّهِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
“ Hata sonucu (kasıtsızca) olması dışında, bir mü’mine bir başka mü’mini öldürmesi (asla layık ve yakışık) olmaz (hiç kimseye böyle bir hak tanınmaz. Ama) Kim bir mü’mini “hata sonucu” öldürürse, (dikkatsizliğine kefaret olarak) mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması ve (onun) ailesine teslim edilecek bir diyeti karşılaması lazımdır. Ancak onların (ölenin en yakınlarının, bunu) sadaka olarak bağışlamaları başkadır. Eğer o (hata ile öldürülen kişi, kendisi) mü’min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise, bu durumda (öldüren, günahına kefaret olarak) mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalıdır. Şâyet (hataen öldürülen) kendileriyle aranızda antlaşma bulunan (kâfir) bir topluluktan ise, bu durumda (hem öldürülen kişinin) ailesine bir diyet ödemek ve bir mü’min köleyi özgürlüğe kavuşturmak şarttır. (Diyet ve köle özgürlüğü için gereken imkânı) Bulamayan kimse ise, kesintisiz olarak iki ay oruç tutmalıdır. Bu, ALLAH’tan bir tevbe (kuralıdır). ALLAH Bilendir, Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Nisâ 4/92)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »


Resim 1.2.2.3. HEDEFLENEN SONUÇLARIN OLUŞMAMASI.:

İnsanlar, geleceğe dair bir kısım hedefler ve idealleri gerçekleştirmek için çalışarak bir kısım hedefler koyarlar. Kimi zaman tüm tedbirler alınmış olmasına rağmen, hedeflenen fayda ya da netice ortaya çıkmaz. Bu durumlarda büyük bir hayal kırıklığı ve pişmanlık baş gösterir. Bu duruma sebebiyet veren olumsuz faktörler, zamanında ve yerinde gerkli önlemleri almamış olmak kişiyi daha derin üzüntülere ve pişmanlıklara sürükler. Kişi tüm hayatını kendisine ana gaye olarak seçtiği bir konuyu gerçekleştirmek için harcar. Ancak çeşitli faktörlerin devreye girmesi ile bir türlü istenen sonuçlar elde edilemez. Hedefin gerçekleştirememisi bazen kişinin kendisinden kaynaklanırken, bazen de dış faktörlerin olaya müdahil olmasından kaynaklanır.
(Râzi, Mefâtihu’l-Ğayb , XIII/ 185, 318-320; Elmalılı, Hak Dini Kur’ÂN Dili, IV/2907-2908; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, s.267-268; Mehmet Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân, Üçdal Neş., İstanbul 1966,VI/2472-2476; Ayrıca bakınız: Yusuf 12,/80,90,97.)

Resim 1.2.2.4. İNSANIN ZAAFLARI.:

İnsan fıtratında olan ve her biri bir hikmete mebni olan Nefsî Zaaflar vardır. Bu zaaflar insan fıtratında olan ve Ahlakî Erdemlerle sürekli murakabe ve konturol altında tutulması gereken özelliklerdir. Bu özelliklerin yönlendirilmesinde gösterilecek bir za’fiyet, insana büyük pişmanlıklar yaşatabilir. Kur’ÂN’da insanın hata yapabilecek şekilde yaratılmış olduğuna vurgular yapılmaktadır. Hatta insanla beraber cinlerin de hata yapabildikleri haber verilir.:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ
“(Kullarıma hatırlat!) Hani bir zamanlar, Rabbin meleklere: "Ben gerçekten yeryüzünde (Hakkın ve hayrın temsilcisi ve takipçisi olacak, hükümlerimi uygulayacak, ilim, imkân ve istidadı sürekli gelişip artacak) bir halife (var edip görevli) kılacağım (Ademoğlunu adil bir düzen ve devlet disiplini kurmakla sorumlu ve yetkili yaparak dünyaya yollayacağım)" demişti. (Melekler de) O’na: "Orada fesat çıkaracak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni överek tesbih ve takdis ediyoruz. (Saygıyla kutsayıp emrine âmade bulunuyoruz. Eğer ibadet ve hizmet içinse, biz Sana zaten bunları yapıyoruz.)” yanıtını vermişlerdi. (Rabbin ise) "Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim" deyip (onları uyarıvermişti).
(Bunun arkasından Allah CC) Adem’e isimlerin tümünü talim etti. (Varlıkların ne olduklarını, nasıl yaratıldıklarını, nasıl kullanılacaklarını, hepsinin yararlı ve şifalı yanlarını ona öğretti.) Sonra onları meleklere sorup: “(Haydi bakalım,şayet teklifinizde haklı olup yanılmıyorsanız ve) Eğer doğru söylüyorsanız şunların isimlerini (bütün varlıkların gayelerini ve görevlerini) Bana haber verin (de görelim)!” diye emretti.
(Melekler ise mahcup olarak: "Ya Rabbi) Seni her türlü yanlışlıktan ve noksanlıktan tenzih ve tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz, Sen her şeyi hakkıyla Bilensin, Hüküm ve Hikmet sahibisin” demişler (ve özür dilemişlerdi).
(Ardından Cenab-ı Hakk, insanın üstünlüğünü meleklere fiilen göstermek üzere) "Ey Adem, (haydi) bunları (tüm varlıkları) onlara isimleriyle haber ver!" dedi. O da, (bütün) bunları onlara isimleriyle (mahiyet ve marifetleriyle) haber verince de (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten (tümüyle ancak) Ben bilirim, gizli tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı da Ben bilirim."
(Bakara 22/30-33)

"Elbette Rabbimizin şanı Yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk (sahibidir)."
"Doğrusu şu bizim beyinsizlerimiz (cinn taifesinin cahilleri ve şeytanın avaneleri), Allah’a karşı ’bir sürü saçma şeyler’ söylüyor idi."
"Oysa hakikaten biz, insanların ve cinnlerin Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini zannetmiştik."
"(Maalesef) Gerçek şu ki: İnsanlardan bazı kişiler, cinnlerden bazı kişilere sığınırlardı (onlardan birtakım bilgiler alıp başkalarına üstünlük taslarlardı). Öyle ki, onların (cinnlerin de) azgınlıklarını arttırırlardı."
"Ve onlar (cinnlerin kâfir takımı), sizin de öyle zannedip aldandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi kesin olarak (ahirette hesaba çekmek üzere) diriltmeyeceğini sanmışlardı."
“(Kader programının günlük görev taksimatı sırasında bilgi hırsızlığı yapmak ve gelip insanları azdırmak için) Doğrusu biz (cinnler, Hz. Muhammed geldikten sonra yine) göğü (dokunup) yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve şihablarla (ateş alevleri olan kovalayıcı toplarla) kaplı (doldurulmuş) bulduk.”
“Oysa gerçekte biz, (daha önce bazı sırları) dinlemek için onun durak yerlerinde (göğün bazı mevkilerine) otururduk. Ama şimdi (cinnlerden) kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab (yıldız kayması denilen ateş ve alev çarpması) bulur (ve kovulur).”
"Doğrusu (hikmetini) bilmiyoruz; (cinnlerin bazı kader bilgilerini çalmaktan kovulmaları suretiyle) yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğruya iletici) bir hayır mı diledi (bunu tam seçemiyoruz)?"
"Gerçek şu ki, bizden (cinnlerden) salih olanlar vardır ve bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da (bulunmaktadır). Biz (cinnler de insanlar gibi) farklı ve ihtilaflı yolların (birbirlerine aykırı tasavvur ve tarikatların) fırkaları olmuşuz."
"Biz (mü’min cinnler) şüphesiz, Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de O’nu(n elinden) hiçbir şekilde kurtulamayacağımızı anlamış durumdayız."
"Elbette biz, o (Hakka ve hayra) hidayet edici (ve yol göstericiKur’an’ı) işitince, Ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) azalacağından ve ne de haksızlığa uğrayacağından korkmayacaktır."
“Ve elbette bizden (cinnlerden) Müslüman olanlar da vardır, (sapıtıp haddini aşarak) zulmedenler de (bulunmaktadır). İşte (Allah’a) teslim olanlar, artık onlar ’gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.”
(İnkâra ve isyana yönelip) “Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.”
(Cin 72/3-15)

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالإِنسِ أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِّنكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي وَيُنذِرُونَكُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُواْ شَهِدْنَا عَلَى أَنفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُواْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُواْ كَافِرِينَ
“(Yüce Rabbimiz:) “Ey cinn ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve (sonunda mutlaka ulaşacağınız) bu karşı karşıya kaldığınız gününüzle (ahiretle) sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi?” (diye sorunca) Onlar: "Nefislerimiz üzerine ve kendi aleyhimize şahitlik ederiz (ki, evet bize uyarıcılar geldi, ama dünyalık şeref ve şehvetler bizi alt etti)” diyeceklerdir. (Doğrusu) Dünya hayatı onları aldatıp oyalayıvermiştir ve gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şahitlik edeceklerdir.” (En’âm 6/130)

وَكَم مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَآئِلُونَ
فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءهُمْ بَأْسُنَا إِلاَّ أَن قَالُواْ إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ
“Biz (elçilerimize düşmanlık eden) nice ülkeleri helak edip batırdık. Geceleri uyurlarken ya da gündüzün dinlenirlerken Bizim zorlu azabımız onlara gelip-yakalayıp (yıkıma uğrattı).
Zorlu azabımız onlara geldiğinde (aciz ve çaresiz biçimde dua edip) yalvararak: "Biz gerçekten zulme sapanlardandık" demelerinden başka (itirafları) olmadı. (Ve bu son pişmanlıkları bir yarar da sağlamadı.)”
(A’raf 7/4-5)

وَتَرَاهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِعِينَ مِنَ الذُّلِّ يَنظُرُونَ مِن طَرْفٍ خَفِيٍّ وَقَالَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ الْخَاسِرِينَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ وَأَهْلِيهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا إِنَّ الظَّالِمِينَ فِي عَذَابٍ مُّقِيمٍ
وَمَا كَانَ لَهُم مِّنْ أَوْلِيَاء يَنصُرُونَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ وَمَن يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِن سَبِيلٍ
“(Ey Resulüm!) Onları görürsün ki, (ahirette) zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden gizlice (ve çaresizce ve zelil bir halde etrafa) bakışıverirler. İman edenler ise: "Gerçekten asıl hüsrana düşenler, (bu) kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem de ailesini ve ehlini hüsrana sürükleyenlerdir" diyecek (ve kendi hallerine şükredecek)lerdir. Haberiniz olsun; gerçekten (imansız) zalimler, kalıcı (ve kahra uğratıcı) bir azap içindelerdir.
Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velileri (dostları ve sahip çıkanları) olmayacaktır. Allah (inkârı ve istismarı sebebiyle) kimi saptırırsa, artık onun için hiçbir (çıkış) yolu bulunmayacaktır. (Kurtuluş çareleri tükenmiştir.)”
(Şûra 42/45-46)

Bu failler içinde en çok pişmanlıklarından bahsedilenler ise şüphesiz insanlardır. Pişmanlığı en fazla yaşayan insanın, bu olguyla sıkça yüz yüze gelmesi; imtihan hikmetine mebni olan zaaflarla ilintilidir..

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem'ın âlinden birisi vefât etmişti. Kadınlar, arkasından ağlamak üzere toplandılar.
Hz. Ömer (radiyallahu anhu) onları bundan men’ etmek ve geri çevirmek üzere kalktı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem müdahele edip.: "Ey Ömer! Bırak onları, çünkü göz ağlayıcıdır, kalp izdıraba maruzdur, (izdırabın yaşandığı) zaman yakındır!." buyurdu.
(Nesaî, Cenâiz 16; (4; 19)

Resim 1.2.2.4.1. ÜMİTSİZLİK ve ACELECİLİK.:

Ümitsizlik, her insanda farklı derecelerde de olsa tabii olarak vardır. İnsan bazı olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe kapılabilir. Fakat ALLAH’ın Rahmetinden ümidini kesmek, küfür içerisinde olan dalalete düşmüş insanların özellikleridir. Bu tip insanlar, tabiatlarında var olan ye’s ve ümitsizliklerini inançsızlıklarıyla daha da artırmışlardır.:

وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً فَرِحُوا بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ إِذَا هُمْ يَقْنَطُونَ
“Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız (bir ni’met ve fazilete ulaştırdığımız) zaman, onunla sevinip ferahlanırlar; şayet kendi ellerinin takdim ettiği (günahlar) dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde ise, hemen (hepsi) umutsuzluğa kapılmaktadırlar.”(Rûm 30/36)

لَا يَسْأَمُ الْإِنسَانُ مِن دُعَاء الْخَيْرِ وَإِن مَّسَّهُ الشَّرُّ فَيَؤُوسٌ قَنُوطٌ
“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, hemen ye’se düşen bir ümitsiz (kesilir ve üzülüp kederlenir).”(Fussilet 41/49)

Sahabeden Üsame b. Zeyd ve Ayyaş b. Ebi Rebia’nın pişmanlık sebebide aynıdır. Üsame, Fedek Bölgesine yapılan seferde, şehâdet kelimesi getiren bir kişiyi “Korku Müslümanı” diyerek öldürmüş, koyunlarına da el koyarak gani’met saymıştı. Duruma muttali olan Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, bu olaya çok hiddetlenerek.: “Onu malına göz diktiğiniz için öldürdünüz!.” diyerek Üsame’yi azarladı. Üsame, bu duruma çok üzülerek pişman oldu ve tövbe etti.
Ayyaş da, kendisini Medine’den geri çeviren, Mekke’de yıllarca işkence eden, Hars b. Zeyd’i öldüreceğine yemin etmişti. Daha sonra, Mekke’den kurtulup Medine’ye hicret etti. Onun gelişinden önce Müslüman olup Medine’ye gelen Hars ile karşılaşıp, onu öldürdü. Onun müslüman olduğunu öğrenince de derin bir pişmanlık yaşadı.
(Râzi, Tefsîru’l-Kebîr, XI/195-196; Ebu’l-Huseyin el- Kuşeyri en-Nisâbûrî Müslim, Sahih-i Müslim, Daru’s-Selâm, Arabistan2000, İman,158. 60 Hayrettin Karaman vd., Kur’ÂN Yolu, V/653.)

Acelecilik telafisi mümkün olmayan zararlar doğurmakta, kimi zaman da örneklerde olduğu gibi insan canına kıyma ile sonuçlanabilmektedir..

Resim 1.2.2.4.2. İSTİĞNA ve ÖLÜMSÜZLÜK ARZUSU.:

İstiğna arzusu, insanın hayat mücadelesinde yalnız kendisine güvenmesi, her durumda kendisini yeterli görüp ALLAH’ın yardım ve tevfikinden kendisini ari saymasıdır.

كَلَّا إِنَّ الْإِنسَانَ لَيَطْغَى
أَن رَّآهُ اسْتَغْنَى
إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى
“Hayır; gerçekten insan, (eline imkân ve fırsat geçince, maalesefrütbesine ve servetine güvenerek şımarıp) azgınlaşmakta ve haddini aşmaktadır.
Kendisini müstağni (ve müstesna) gördüğünden (ve artık kimseye ihtiyacım kalmadı zannettiğinden böyle davranmaktadır)."
(Alak 96/6-8)

Konuyu Kur’ÂN bağlamında insan yönelimleri açısından ele aldığımızda, ölümsüzlük isteğinin; insanda köklü bir yönelim olduğu görülür. Bunun açık örneğini de, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışını konu alan âyetlerde görmek mümkündür. Şeytan, meyveden yedikleri zaman ölümsüzleşeceklerini söyleyerek kendilerini ikna etmeye çalışmıştır. “Biz daha önce Âdem'den söz almıştık, fakat o unuttu; biz onda yeterli bir kararlılık görmedik. Şöyle olmuştu: Biz meleklere "Âdem'e secde edin" dedik, secde ettiler, sadece İblîs direndi. Bunun üzerine "Ey Âdem!" dedik, "Bil ki bu senin de eşinin de düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa mutluluğunu yitirirsin! Burada sana acıkmak da çıplak kalmak da yok. Yine burada susuzluk çekmezsin ve sıcaktan bunalmazsın." Derken, Şeytan şöyle diyerek onun kafasını karıştırdı: "Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?" Nihâyet ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine göründü, üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem rabbine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı. Sonra rabbi onu seçkin kıldı, tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.”

فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
“Sonunda şeytan (aklını karıştırmak üzere) ona vesvese verip: “Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (saltanatı) haber vereyim mi?” deyip (sureti Hakk’tan görünerek ve güya onun hayrını gözeterek, Hz. Âdem’in ayağını kaydırmaya çalışmıştı).”(TâHâ 20/120)

قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ إِلَهًا غَيْرِي لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ
“(Firavun) Dedi ki: (Ey Mûsâ!) “Andolsun, eğer benim dışımda bir ilah edinecek (benim düzenimi ve hâkimiyetimi istemeyecek) olursan, seni kesinlikle zindana kapatılmışlara katarım!”(Şu’arâ 26/29)

الَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ
يَحْسَبُ أَنَّ مَالَهُ أَخْلَدَهُ
“Ki o, (helâl haram demeden, zekât ve infakını vermeden) mal yığıp toplayan ve onu saydıkça sayan (ve servet çokluğu ile avunan)dır.
(Zavallı) Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır.”
(Hümeze 104/2-3)

Aslında Kur’ÂN, insandaki ölümsüzleşme arzusuna dair içsel ve sürekli yönelimi dikkate alır, olumlu davranışlar yapanların ölüm sonrası gideceği yer olarak belirtilen cennetin sonsuz olacağı ve orada yaşayanların ölümsüz bir hayat süreceklerine vurgu yaparak da bu isteği tatmin etmeyi vadeder.

عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“(ALLAH) Gaybı (gizli ve görünmeyen durumları) da, müşâhede edilebileni de (görünürde olanı da) Bilen, AZÎZ (Üstün ve Güçlü), HAKÎM (Hüküm ve Hikmet sahibi)dir.”(Talak 65/11)

Resim 1.2.2.4.3. DÜNYEVîLEŞME TEMAYÜLÜ ve CİMRİLİK.:

قُل لَّوْ أَنتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَآئِنَ رَحْمَةِ رَبِّي إِذًا لَّأَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الإِنفَاقِ وَكَانَ الإنسَانُ قَتُورًا
“De ki: “Eğer siz RABBimin rahmet hazinelerine mâlik olsaydınız, bu durumda yine de harcanır (ve azalır) endişesiyle gerçekten (cimrilik edip elinizde) tutardınız. (Zira) İnsan pek cimridir.”(İsrâ 17/100)

"Gerçek şu ki, Karûn da Mûsâ’nın kavmindendi (onun yakın akrabasıydı), ancak onlara karşı azgınlaşıp (gururlanmıştı). Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, (sadece) anahtarlarını, (bu hizmet için özel kiralanmış) birlikte davranan güçlü bir topluluk zor taşırdı. Hani kavmi ona (servetiyle gururlanan Karun’a) demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah (mal ve makamla ferahlanıp) şımararak böbürlenip sevince kapılanları sevmez” diye (uyarmıştı).
(Öyle ise ey mü’min!) ALLAH’ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. (Dünya da, Âhiret de Müslümanlarındır. Ey sermaye sahipleri! ALLAH’ın size verdiği servet ve ni’metlerle, ahiret yurdunu kazanmaya çalışın. Zekât ve cihad için harcayın. Bu arada dünyadan da nasibinizi unutmayın. Meşru yollardan çalışıp kazandığınız serveti kendiniz, aileniz ve yakınlarınız için örfe, âdetlere ve standartlara uygun olarak helâl yolda harcayın, cimrilik yapmayın.) ALLAH nasıl sana in’am ve ihsan edip (zenginlik) verdiyse, sen de (fakir fukaraya, işçi ve memuruna) öylece iyilik ve ikramda bulun(un. Sakın fakirin, işçi ve memurun hakkını ketmederek) yeryüzünde bozgunculuk (ve anarşi) çıkarma(yın). Zira gerçekten Allah fitne fesat çıkaranları asla sevmez (ve onları felaha-başarıya da ulaştırmayacaktır).
(Karûn ise) Dedi ki: “Bu (servet ve selahiyet), ancak bende olan bir bilgi (ve beceri) dolayısıyla bana verilmiştir.” (Oysa) Bilmez (ve akledip düşünmez) mi ki gerçekten ALLAH, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından ondan daha güçlü olan ve insan-sayısı bakımından ekseriyeti (arkasına takan) ve daha çok mal toplayan (nice) kimseleri yıkıma uğratmıştır. Ve zaten suçlu-günahkârlardan (zalim ve mücrim takımından) kendi günahları (bile) sorulmayacaktır. (Çünkü zaten Cenâb-ı HAKk hepsini bilip durmaktadır. Onlar hemen azarlanıp cezâlandırılacaklardır.)
(Karun) Böylece kendi ihtişamlı süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını (imrenip) istemekte olanlar.: “Ah keşke, Karûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir servet (üstün bir ni’met ve fazilet) sahibidir” diye (imrenmişlerdi).
(Ama) Kendilerine (hakiki) ilim (ve hidayet) verilenler ise, (bu hain ve nankörlere imrenen gafillere:) “Yazıklar olsun size, ALLAH’ın sevabı (ve ahiret hazırlığı) iman edip salih ameller işleyenler için çok daha hayırlı (ve kalıcıdır, ancak) bu (yüksek şeref ve fazilete samimiyetle) sabredenlerden başkası kavuşturulmayacaktır” (demişlerdi).
Nihayet Biz onu (Karûn’u) da, konağını (ve hazine sandıklarını) da yerin dibine geçirdik. Böylece ALLAH’a karşı ona yardım edecek bir taraftarı olmamış (olanlar da fayda vermemişti). Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden olan (bir kişi) de değildi.
Daha dün onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: “Vay be! Demek ki ALLAH, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve (istediği anda) kısıp-daraltmaktadır. Eğer ALLAH, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz (kahredip yere) batırırdı. Vay be! Demek gerçekten inkâr edenler felah bulamaz” demeye başlamışlardı.
İşte âhiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde (Allah’a iman ve itaat davetine karşı) büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. Ve (güzel) sonuç (elbette) takva sahiplerinin olacaktır.”
(Kasas 28/76-83)

Nisâ, 4/72-73; Meryem, 19/34; Nahl, 16/111; Âl-i İmrân, 3/180; Nisâ, 4/53, 128; Haşr, 59/9; Teğabün, 64/16; Furkân, 25/67; İsrâ, 17/26-27, 29; Maun, 107/1; Hakka, 69/34; Hümeze, 104/1-4; Fecr, 89/17-20; Adiyat, 100/8; Mearic, 70/19-21; Ahzab, 33/19; Muhammed, 47/36-38; Leyl, 92/9-11; Hadid, 57/23-24; Tevbe, 9/34-35..

الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
“Onlar (inkârcı ve münâfıklar ise hem) cimridirler, (hem de) insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. ALLAH’ın fazlından kendilerine verdiklerini gizli tutup (muhtaçları gözetmekten ve infak etmekten sakınırlar). Biz (zekât vergisine karşı çıkan ve faiz sistemini savunan) o kâfirlere (ve nankörlere) aşağılatıcı bir azâb hazırlamışızdır.”(Nisâ 4/37)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »


Resim 1.2.2.4.4. BENCİLLİK ve HASED.:

BENCİLLİK, İnsânın kendisini düşünme, benliğini öne çıkarma, biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını temin etme isteğinden kaynaklanan bir duygudur. Makam mevki sâhibi olmak, mal-mülk sâhibi olmak gibi arzuların temelinde var olan önemli motivasyonlardan biridir. Kur'ÂN-ı Kerîm, bu tür İnsânların ben merkezcil (ego-centric), yani “başkalarının ihtiyaç ve çıkarlarına kayıtsız kalıp sadece kendi çıkarları ile ilgilenme” şeklindeki karakter yapılarına değinerek, şiddetle tenkid eder.

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
“İnsanlardan kimi de (Dinin tamamına sahip çıkmayıp, rahatına ve menfaatine uygun tarafından ve) bir ucundan (tutarak ve tam inanmayarak) ALLAH’a ibadet etmektedir. Eğer, (ALLAH’ın takdir ve taksiminden ve Kur’ÂN’ın hükümlerinden) kendisine hayır(lı ve yararlı gördüğü bir şey) dokunursa, bununla tatmin (ve razı) olup (teslimiyet gösterir). Yok eğer kendisine (sıkıntı verecek ve sorumluluk yükleyecek) bir fitne (kaza, belâ ve hastalık) isâbet ederse, (zor ve zahmetli bir emir gelse ve imtihandan geçirilse, hemen) yüzüstü dönmektedir. (ALLAH’ın Emrini ve Kaderini bilmezlikten gelir. Nefsi bahanelerle hizmet ve mesuliyetten kaçıverir. Bu gibileri,) Dünyayı da âhireti de kaybetmiştir. İşte bu, (en büyük) ziyan ve en açık hüsran (demektir).” (Hac 22/11)

وَلاَ تَتَمَنَّوْاْ مَا فَضَّلَ اللّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ لِّلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِّمَّا اكْتَسَبُواْ وَلِلنِّسَاء نَصِيبٌ مِّمَّا اكْتَسَبْنَ وَاسْأَلُواْ اللّهَ مِن فَضْلِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
“ALLAH’ın Kendi faziletiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyleri (malı ve makamı) imrenip temenni (ve tamah) etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. (Kadınlar ve erkekler, kendi fıtratlarına ve fırsatlarına uygun ve meşru işlerde çalışıp kazanmalı ve hayatın yükünü paylaşmalıdır.) ALLAH’tan O’nun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, ALLAH her şeyi Bilendir.” (Nisâ 4/32)

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِن أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ
لَئِن بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَاْ بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لَأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
إِنِّي أُرِيدُ أَن تَبُوءَ بِإِثْمِي وَإِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ وَذَلِكَ جَزَاء الظَّالِمِينَ
فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِرِينَ
فَبَعَثَ اللّهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْءةَ أَخِيهِ قَالَ يَا وَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْءةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنَ النَّادِمِينَ
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاء تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku ki: Hani o vakit onlar (ALLAH’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan (iyi niyetli ve merhametli olan) birininki kabul edilmiş, (kötü niyetli hâin olan) diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen ve bu maksatla Hâbil’in sahip olduğu nimet ve faziletleri gasp etmek isteyen Kâbil) "Mutlaka seni öldüreceğim (ve kökünü keseceğim)" demişti. (Öbürü ise) "ALLAH; ancak (müttaki olanlardan, RABBinden) korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınanlardan kabul eder. (Bana hased ve hakaret edeceğine, kendi niyetini düzeltmelisin!" dedi.)
(Hâbil Kâbil’e:) “Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben asla öldürmek kastıyla sana el uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin RABBi olan ALLAH’tan korkan birisiyim.” (Bu âyette dolaylı olarak, cezâları; mağdur olan kişilerin değil, ancak devletin uygulayacağı, hukukullah=kamu haklarını adil yargının sağlayacağı öğretilmektedir.)
“Ve (bu uyarılarıma rağmen, yine de Hakka ve hayra yönelmezsen, o takdirde) ben dileyip isterim ki, sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip (cehennem) ateşine atılanlardan olasın; zâlimlerin gerçek cezâsı işte budur” (demişti).
Sonunda (Kâbil’in) nefsi ona kardeşini (Hâbil’i) öldürmeye (tahrik ve teşvik edip) kasten (günaha) itti; böylece onu öldürüverdi, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan olup gitti.
Derken, (ne yapacağını şaşırmış vaziyette bocalarken) ALLAH ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. (Bu âyetle insanların nebatat ve hayvanların hareket tarzından teknik ve pratik örnekler çıkarabilmesi öğütlenmektedir. Kardeş katili Kâbil;) "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık (o), pişmanlık duyanlardan olmuştu (ama iş işten geçmişti).
İşte bu nedenle; İsrailoğullarına da yazmış (ve onların şahsında bütün insanlığı uyarmış)tık ki; -öldürdüğü başka birisine karşılık (kısasen), veya bulunduğu yerde çıkardığı fitne ve fesada (anarşi ve isyana binaen) olmaksızın- her kim (haksız yere) bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de (bir masumun öldürülmesine engel olup, yaşamasını sağlayarak) onu diriltirse, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdi. Sonra bunun ardından onlardan (İsrailoğullarından) birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşırıp israf (ve insafsızlığa) yönelmişlerdir.”
(Mâide 5/27-32)

إِذْ قَالُواْ لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
اقْتُلُواْ يُوسُفَ أَوِ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُواْ مِن بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ
قَالَ قَآئِلٌ مَّنْهُمْ لاَ تَقْتُلُواْ يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ
قَالُواْ يَا أَبَانَا مَا لَكَ لاَ تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ
أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“(Hz. Ya’kûb’un;oğlu Hz. Yûsuf’a beslediği derin ve engin muhabbeti zaman zaman açığa vurması, üvey kardeşlerini kıskandırıp fesada sürüklemiş) Ve o vakit onlar şöyle demişlerdi: “Yûsuf ve (öz) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden fazla sevgili (ve değerlidir). Oysa biz birbirini destekleyen daha kuvvetli ve becerikli bir ekibiz. (Asıl ilgi ve itibar bize gereklidir.) Doğrusu babamız, açık bir şaşkınlık ve yanlışlık içindedir.”
(Şeytan onlara şöyle fısıldamıştı:) “Yûsuf’u öldürüp (ortadan kaldırın) veya onu (artık geri dönemeyeceği) bir yere bırakın ki, babanız (Ya’kûb)un yüzü (ilgisi ve sevgisi) yalnız size kalsın. Ondan sonra da (ALLAH’a tevbe eder) ve yine iyi kimseler olursunuz (ve kendinizi affettirirsiniz).”
İçlerinden söz alan birisi dedi ki: “Eğer (mutlaka bir şey) yapacaksanız, Yûsuf’u öldürmeyin; onu kuyunun derinliklerine bırakıverin de bir yolcu kafilesi alıp (gitsin).”
(Bu karara vardıktan sonra) “Ey babamız,” dediler. “Sana ne oluyor ki, Yûsuf’a karşı bize güvenmiyorsun? Oysa gerçekte biz, onun iyiliğini isteyenleriz.”
“Sen onu yarın bizimle (beraber kırlara) gönder, gönlünce gezsin, oynasın. Elbette biz onu koruyup-gözetiriz.”
(Hz. Ya’kûb) Dedi ki.: “Sizin onu götürmeniz gerçekten beni üzecektir ve siz (oyuna ve koyunlara dalıp) ondan habersiz iken onu bir kurdun (kapıp) yemesinden korkup endişe etmekteyim.” (Bu sözlerle Hz. Ya’kûb, farkında olmadan kötü niyetli oğullarına; “Yûsuf’u kurt yedi” mazeretini sunuvermişti.)
(Bunun üzerine kötü niyetli oğulları.:.) "Andolsun biz, birbirini kollayan zorlu ve soylu bir grup iken, kurt onu yerse, (yazıklar olsun bize!) bu durumda şüphesiz kayba uğrayan ve işe yaramayan (aciz) kimseler oluruz!" demişlerdi.”
(Yûsuf 12/8-14)

فَلَمَّا اسْتَيْأَسُواْ مِنْهُ خَلَصُواْ نَجِيًّا قَالَ كَبِيرُهُمْ أَلَمْ تَعْلَمُواْ أَنَّ أَبَاكُمْ قَدْ أَخَذَ عَلَيْكُم مَّوْثِقًا مِّنَ اللّهِ وَمِن قَبْلُ مَا فَرَّطتُمْ فِي يُوسُفَ فَلَنْ أَبْرَحَ الأَرْضَ حَتَّىَ يَأْذَنَ لِي أَبِي أَوْ يَحْكُمَ اللّهُ لِي وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ
“(Kardeşleri) Ondan (Bünyamin’i geri almaktan) umutlarını kestikleri zaman, (durumu) kendi aralarında görüşmek üzere bir yana çekilmişlerdi. Onların büyükleri dedi ki.: “Babanızın size karşı ALLAH adına kesin bir söz aldığını ve daha önce Yûsuf konusunda yaptığımız aşırılığı (işlediğimiz suçu) bilmez misiniz? Artık (bundan böyle) ben, ya babam bana müsaade edinceye veya ALLAH bana ilişkin hüküm verinceye kadar (bu) yerden kesin olarak ayrılmayacağım. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” (demişve eklemişti):” (Yûsuf 12/80)

قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ
“(Onlar ise) “ALLAH’a yemin ederiz ki, gerçekten ALLAH seni bizlere üstün kılmıştır. Doğrusu biz sana karşı suçlu (ve mahcup) durumdayız” demiş (ve özür dilemiş)lerdi. (Ama çoğunun nefsi kinleri ve şerli fikirleri hâlâ değişmemişti.)” (Yûsuf 12/91)

Resim 1.2.2.4.5. KİBİR ve ZORBALIK.:

KİBİR, kendini üstün görmek, başkalarını hor görmektir. KİBİRli İnsân, doğal ve samimi değildir. Kendini ve başkalarını, olduğundan farklı ve bir aldanma ile algılar. (İsfehâni, Müfredat, s.697. )

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ
وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ
“Ve Biz bütün meleklere.: "(O halde şimdi emrime itaaten ve hürmeten) Âdem’e secde edin! (O’nun üstünlüğünü kabullenin!)” demiştik. Onlar da hemen secde etmişlerdi. Yalnız İblis diretmiş, KİBİRlenmiş ve kâfirlerden (inatçı ve inkârcı nankörlerden) olup (gitmişti).
Ve Biz.: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleşin. İkiniz de ondan (cennet ortamından), neresinden dilerseniz, (çok güzel ve mükemmel rızıklarından) bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, (şeytani duygulara ve şehevi arzulara kapılmayın,) yoksa (nefislerine) zulmedenlerden olursunuz" deyip (ikaz etmiştik).
Fakat şeytan, oradan ikisinin (Hz. Âdem ve Havva Annemizinayağını) kaydırmış ve böylece onları içinde bulundukları (huzurlu ve mutlu durum)dan çıkarmıştı. Biz de.: “Haydi, (kiminiz kiminiz için) birbirinize düşman (ve pişman) olarak (kadın ve erkek birbirleri yüzünden isyana kayıp, sonunda belâ ve cezâya uğrayarak, veya sosyal ve ekonomik bir rekabet ortamı oluşturarak aşağı) inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve metâ’ vardır” deyip (cezâlarını vermiştik).”
(Bakara 2/34-36)

فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَيَزيدُهُم مِّن فَضْلِهِ وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُواْ وَاسْتَكْبَرُواْ فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلُيمًا وَلاَ يَجِدُونَ لَهُم مِّن دُونِ اللّهِ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا
“Ama (tam ve sağlam olarak) iman edenler ve (taat, cihad, güzel ahlâk, hayır hasenat gibi) sâlih ameller işleyenler(e gelince), onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara Kendi fazlından (daha ne tükenmez nimet ve faziletler de) fazladan ekleyecektir. (ALLAH’ın rızasını aramak ve ihlasla Kur’ÂN Ahkâmına sarılmak konusunda) Çekimser davranıp (sorumluluk ve sıkıntıdan) kaçınanlara ve büyüklük taslayanlara (gelince), onları acıklı bir azâbla azâblandıracaktır ve onlar kendileri için ALLAH’tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır.” (Nisâ 4/173)

وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
“Andolsun ki, bundan önce Âdem’e de âhid (tavsiye ve tâlimat) vermiştik. Fakat o (bunların bir kısmını) unuttu. Biz onda (tam ve sağlam) bir azim (sebat ve kararlılık) bulmadık. (Çünkü uyarılarımızı unutup arzularına yönelmişti.)” (TâHâ 20/115)

قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى
“(Cenâb-ı HAKk) Dedi ki.: “Haydi, kiminiz kiminize (Hz. Havva ile birbirinize) düşman(lık yapmış) olarak, hepiniz oradan inin. Artık size Benden bir yol gösterici (Hakka ve hayra rehberlik edici) geldiğinde; kim Benim hidâyetime uyarsa, artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmazdı.” (TâHâ 20/123) (

Resim 1.2.2.4.6. KORKU ve KAYGILAR.:

KORKU gerçek, beklenen ya da zihinsel olarak yaratılan bir tehlike karşısındaki duygusal yaşantıdır. KORKU, İnsân davranışlarında önemli bir güdüdür. ÖLüm KORKUsunun psikolojik nedeni ilk etapta akla geleceği şekilde, hayata olan bağlılık ve düşkünlük değildir. Bu KORKUnun temel sebeblerinden biri “Yaşama KORKUsu”dur; ölümden en çok korkan kimseler, yaşamaktan en fazla korkanlardır. Bu normal ruhi gelişim içerisinde, hayatın gayesine yönelik eğilimin herhangi bir şekilde geçmişe takılması ya da tespit edilen gayelerin zorunlu kıldığı kaçınılmaz riskler karşında KORKUp geri çekilme durumunda ortaya çıkar. Bu duyulan KORKU ölümden değil, sahip olduğumuz şeyleri, bedeni, malı, mülkü, egoyu yitirmekten dolayıdır. Bu KORKU, ölümün hakikatte ne olduğunu bilmemek, ruhunun nereye intikal edeceğini kestirememek ve bedenin inhilalinin, zatının da inhilal ederek ruhunun yok olup kendisinden sonra âlemin bâki kalacağını zannetmekten ileri gelmektedir. Ayrıca ölüme sebeb olan hastalıkların eleminden başka, ölüm için ayrı bir acı olduğunu zannedenler, öldükten sonra kendisine cezâ verilerek işkence edileceğine i’tikad edenler ve ölümden sonra nereye gidileceğini bilmeyenler bu KORKUyu daha çok yaşamaktadır. Geride bıraktığı dünyalıklar üzerine teessüf edenlerde de ölümKORKUsu daha fazladır. (Mustafa Doğan Karacoşkun, Din Psikolojisi, s. 163.)

وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
“Andolsun, onları (Yahudileri ve Yahudileşmiş kimseleri) hayata (dünya rahatına ve çıkarına) karşı (diğer) insanlardan ve (hatta) şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulacaksın. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın arzusundadır; oysa bunca yaşaması (bile) onu azâbdan kurtarmayacaktır. ALLAH, onların yapmakta olduklarını her halde Görendir (ve kayıt altına almaktadır).” (Bakara 2/96)

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ
“Andolsun, Biz sizi; biraz KORKUyla (doğal ve sosyal afetler ve düşman saldırılarıyla), açlık (ve kıtlıkla) ve bir parça da mallardan, canlardan ve semerat (ürün ve evlatlar)dan noksanlaştırmakla (hastalık ve sakatlıkla) imtihan edeceğiz. (Tedbirli ve temkinli hareket ederek) Sabır (sükûnet ve teslimiyet) gösterenleri müjdele (ki, sadece onlar sevaba ve başarıya erişeceklerdir)." (Bakara 2/155)

قَالَ رَبِّ إِنِّي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ
“(Hz. Mûs.â:) “RABBim, doğrusu (ben hataen) onlardan bir nefsi (kişiyi) öldürdüm, (onların da) beni öldürmelerinden KORKUyorum!” diyerek (mazeret belirtmişti).” (Kasas 28/33)

قُلْ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ هَادُوا إِن زَعَمْتُمْ أَنَّكُمْ أَوْلِيَاء لِلَّهِ مِن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
وَلَا يَتَمَنَّوْنَهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
“De ki: “Ey Yahudi (kafalı) olanlar, eğer siz, (bütün diğer) insanlardan ayrı (ve seçilmiş) olarak, sâdece sizlerin ALLAH’ın gerçek velîleri (dostları ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız; o halde (sonsuz ve kusursuz saadet diyarına ulaştıracak olan) ölümü temenni ediniz; eğer iddianızda sadık ve samimi iseniz, (sizi cennete ve ALLAH’ın Rahmet Evine ulaştıracak ölümden asla ürkmemeniz, hatta istemeniz gerekir)!?”
Oysa onlar, ellerinin önceden takdim ettikleri (işledikleri zulüm ve kötülükler) dolayısıyla bunu (ölümü) hiçbir zaman temenni edemezler. ALLAH, zâlimleri (çok iyi) Bilendir.”
(Cuma 62/6-7)

الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ
“O, (İslam’a ve insanlığa uygun davranış, ahlâk ve anlayışta) amel bakımından hanginizin daha iyi (daha güzel ve daha verimli) olacağını denemek (ve hak ettiği karşılığı vermek) için, (dünyada yaşatıp) ölümü ve (âhirete kaldırıp sonsuz) hayatı yaratmıştır. O, Üstün ve Güçlü olandır, çok Bağışlayandır.” (Mülk 67/2)

Bunun en güzel örneği Asr-ı saadette Hatıb’ın yaşadığı pişmanlıktır. (Ebu Muhammed Sehl b. Abdilleh es-Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1423, III/434.)

Mekke’ye sefer düzenlendiğini ihbar eden Hatıb’ın mektubu, Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme ulaştırılınca; onu huzuruna çağırtarak.: "Bunu nasıl yaptın?!" diye sordu. Hatib.: "Yâ Resûlullah! Ben içimden kâfirlere sevgi beslemiyorum, mürted de olmadım. Benim Mekke'de yakın akrabalarım var. Ben Kureyş'ten değilim. Onlara bir zarar dokunmasın istedim. Hedefim bu idi. ALLAH Peygamberine elbette yardım edecektir." diyerek yaşadığı pişmanlığı tüm açıklığı ile i’tiraf etti. (İmâdüddin Ebu’l-Fida İbn-i Kesir, Tefsiru’l-Kur’ÂNi’l-Azim, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1419, VIII/111; Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, III/434.)
Onun yakınlarına zarar verilmesinden duyduğu KORKU ve kaygı, büyük bir hata yaptırarak pişmanlığa sürüklemiştir. Fert ve toplumlar, buna benzer KORKU ve ENDİŞEler sebebiyle bu olgu ile sürekli karşılaşacaklardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim 1.2.2.4.7. ÖFKE ve İNTİKAM DUYGUSU.:

ÖFKE, engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, hışım, hiddet olarak târif edilirken; kızgınlık, sinirlenmek anlamını ifade etmektedir. ÖFKE, temayüllerimizi giderirken bize engel olmak isteyen kimseye elem vermek için içimizden gelen dürtüdür. (Bekir Topaloğlu, Dini Sohbetler, Nesil yay., İstanbul 1993, s.280.)

Kur’ÂN-ı Kerîm’da, ÖFKE haline =>“GADAB ve GAYZ” fiilleri ile vurgu yapılır.: 9393 Örnek olarak bakınız:

الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Ki onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, (yoksula ve cihad yoluna para verenler,) ÖFKE lerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. ALLAH, muhsinleri (her türlü iyilik hususunda, takvada ve cihadda titizlik gösterenleri) sevendir.” (Âl-i İmrân 3/134)

وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
“Her kim de bir mü’mini (önceden tasarlayarak) kasden (haksız yere ,taammüden ve bunun büyük günah sayıldığını ve uhrevî azâbını önemsemeden) öldürürse (veya öldürülmesine yardım ederse), bunun (âhiretteki) cezâsı ebedî kalacağı cehennemdir. (Dünyada ise) ALLAH, (mü’minleri katledenlere ve zâlimleri destekleyenlere) gazâb etmiştir. Bunları lânetlemiştir ve (böylesi hâinler ve zâlimler için) büyük bir azâb (ve rüsvaylık) hazırlayıp belirlemiştir; (ki cezâları idam edilmektir.)” (Nisâ 4/93)

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِن أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ الآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ
لَئِن بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَاْ بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لَأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ
إِنِّي أُرِيدُ أَن تَبُوءَ بِإِثْمِي وَإِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ وَذَلِكَ جَزَاء الظَّالِمِينَ
فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِرِينَ
فَبَعَثَ اللّهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْءةَ أَخِيهِ قَالَ يَا وَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْءةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنَ النَّادِمِينَ
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاء تْهُمْ رُسُلُنَا بِالبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِّنْهُم بَعْدَ ذَلِكَ فِي الأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ
“Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku ki: Hani o vakit onlar (ALLAH’a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan (iyi niyetli ve merhametli olan) birininki kabul edilmiş, (kötü niyetli hâin olan) diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen ve bu maksatla Hâbil’in sâhib olduğu ni’met ve faziletleri gasp etmek isteyen Kâbil) "Mutlaka seni öldüreceğim (ve kökünü keseceğim)" demişti. (Öbürü ise) "ALLAH; ancak (müttaki olanlardan, RABBinden) korkup (küfür, zulüm ve kötülükten) sakınanlardan kabul eder. (Bana hased ve hakaret edeceğine, kendi niyetini düzeltmelisin!" dedi.)
(Hâbil Kâbil’e:) “Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile), ben asla öldürmek kasdıyla sana el uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin RABBi olan ALLAH’tan korkan birisiyim.” (Bu âyette dolaylı olarak, cezâları; mağdur olan kişilerin değil, ancak devletin uygulayacağı, hukukullah=kamu haklarını âdil yargının sağlayacağı öğretilmektedir.)
“Ve (bu uyarılarıma rağmen, yine de Hakka ve hayra yönelmezsen, o takdirde) ben dileyip isterim ki, sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip (cehennem) ateşine atılanlardan olasın; zâlimlerin gerçek cezâsı işte budur” (demişti).
Sonunda (Kâbil’in) nefsi ona kardeşini (Hâbil’i) öldürmeye (tahrik ve teşvik edip) kasden (günaha) itti; böylece onu öldürüverdi, bu yüzden hüsrana uğrayanlardan olup gitti.
Derken, (ne yapacağını şaşırmış vaziyette bocalarken) ALLAH ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. (Bu âyetle insanların nebatat ve hayvanların hareket tarzından teknik ve pratik örnekler çıkarabilmesi öğütlenmektedir. Kardeş katili Kâbil;) "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık (o), pişmanlık duyanlardan olmuştu (ama iş işten geçmişti).
İşte bu nedenle; İsrâiloğullarına da yazmış (ve onların şahsında bütün insanlığı uyarmış)tık ki; -öldürdüğü başka birisine karşılık (kısasen), veya bulunduğu yerde çıkardığı fitne ve fesada (anarşi ve isyana binaen) olmaksızın- her kim (haksız yere) bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de (bir masumun öldürülmesine engel olup, yaşamasını sağlayarak) onu diriltirse, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdi. Sonra bunun ardından onlardan (İsrâiloğullarından) birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşırıp israf (ve insafsızlığa) yönelmişlerdir.”
(Mâide 5/27-32)

قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُم بِشَرٍّ مِّن ذَلِكَ مَثُوبَةً عِندَ اللّهِ مَن لَّعَنَهُ اللّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ أُوْلَئِكَ شَرٌّ مَّكَاناً وَأَضَلُّ عَن سَوَاء السَّبِيلِ
“Onlara de ki.: “ALLAH katında, sizin için kesinleşmiş bir cezâ olarak (bu huysuzluk ve huzursuzluğunuzdan) daha şerlisini (ve beterini) haber vereyim mi? (Böyleleri) ALLAH’ın lânet ettiği kimselerdir. ALLAH’ın onlara gazâblandığı ve kahrına uğrattığı kişilerdir. Ki onları maymunlara ve domuzlara çevirmiştir.” (Maymunlar gibi Batı’yı ve bâtılı taklit etme, onların hizmet ve himayesine girme aşağılığına düşmüşlerdir. Domuzlar gibi milli namus ve onurlarını kıskanmayan ve zâlim güçlere kâhyalık yapan bir bayağılığa dönmüşlerdir.) Ve (onlar) tağuta tapanlar (haline getirilmiş, zâlim ve kâfir düzenlerin işbirlikçisi durumuna itilmişlerdir.) İşte bunların mevkii (konumu) çok daha şerli (ve değersiz)dir ve Hakk Yoldan daha çok sapıtıp gitmişlerdir.” (Mâide 5/60)

وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
“Ve (babaları Yakub) onlardan yüz(ünü) çevirdi ve: "Ey Yûsuf’a karşı (artan dayanılmaz) kahrım, (hüzün ve hasret duygularım!)" dedi ve gözleri üzüntüsünden (ve stresten ağardıkça) ağardı (ve kapandı). Ki yutkundukça yutkunmakta (hilekâr evlatlarına olan kırgınlığını içine atmakta ve acısını kalbine gömmekteydi).” (Yûsuf 12/84)

وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِالأُنثَى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ
“(Oysa câhil ve gâfil insanlara) Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi ÖFKE yle dolarak yüzü simsiyah kesilir.” Nahl 16/58)

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ تَعْرِفُ فِي وُجُوهِ الَّذِينَ كَفَرُوا الْمُنكَرَ يَكَادُونَ يَسْطُونَ بِالَّذِينَ يَتْلُونَ عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا قُلْ أَفَأُنَبِّئُكُم بِشَرٍّ مِّن ذَلِكُمُ النَّارُ وَعَدَهَا اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“Onlara karşı apaçık âyetlerimiz (manası ve maksadı net ve kesin olarak) okunduğu zaman; Sen o (gizli) kâfirlerin (ve Müslüman görünen münâfık kimselerin) yüzlerindeki “münker”i (itiraz, isyan ve inkârı ferasetle sezip) tanıyabilirsin. Öyle ki, neredeyse (kirli mahiyetlerini ve sinsi niyetlerini deşifre eden) âyetlerimizi kendilerine okuyanların üzerine saldırıp çullanacak (hale gelip hırçınlaşırlar. Onlara) De ki.: “Size, bundan daha kötü olanını (ve sizi kuşatacak azâbı) haber vereyim mi? Ateş! ALLAH, onu (cehennemdeki çetin eziyet ve zilleti) inkâr edenlere (ve münâfık NANKÖRlere) va’ad etmiş bulunmaktadır; ne kötü bir (dönülüp varılacak son mekân ve) duraktır.” (Hac 22/72)

وَأَنذِرْهُمْ يَوْمَ الْآزِفَةِ إِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِمِينَ مَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ حَمِيمٍ وَلَا شَفِيعٍ يُطَاعُ
“Onları yaklaşmakta olan güne (ecellerine) karşı uyar ki, o zaman yürekler korkudan gırtlaklara dayanır, dehşet ve endişeyle yutkunur dururlar. (Artık) Zâlimler için ne koruyucu bir dost, ne de sözü dinlenir bir şefaatçi bulunacaktır.” (Mü’min 40/18)

وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكِينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّانِّينَ بِاللَّهِ ظَنَّ السَّوْءِ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا
“(Cenâb-ı HAKkın İslami harekete ve onun önderi olan şahsiyete zafer ve iktidar vermesi; aynı zamanda) ALLAH hakkında kötü zanda bulunan (ALLAH’ın ve Müslümanların süper güçlerle başa çıkamayacakları kanaatini taşıyan, mücâhid ve müstakîm kimseleri hayalperestlikle suçlayan; ama zâhirde mü’min ve müttaki rolü oynayan) münâfık erkek ve kadınlara, (ve yine İslam’ın bir kısmına inanıp bir kısmını gereksiz sayarak inkâra ve itiraza kalkışan) müşrik erkek ve kadınlara azâb vermesi (ve İslamî hareketin aleyhinde çalışanları rezil ve rüsva etmesi) içindir. Ta ki, (kâfirlerin ve hâinlerin, Müslümanlar için bekledikleri) kötülük çemberini (hezimet ve zillet dönemini) onların başına geçirsin (diyedir. Hem mü’min ve müttaki geçinip de Kur’ÂN ahkâmına karşı çıkan münâfıkların, hem de yanlış yorumlanıp uygulanan laiklik ve çağdaşlık adına İslam’a saldıran müşrik takımının hepsine) ALLAH gazâb etmiş, lânetlemiş ve onları hazırladığı cehenneme (terk etmiştir). Orası ne kötü (ve kahredici) bir gidiş yeridir.” (Fetih 48/6)

Hz Ebu Bekir radiyallahu anhu, Kızı Aişe radiyallahu anha’ye zinâ isnadı yapanların propogandasını yapan Mistah’a çok büyük bir ÖFKE duyuyordu. Aişe radiyallahu anha’nin masumiyetini haber veren âyet nâzil olunca, bu ÖFKE =>İNTİKAM ALMA duygusuna dönüştü. (İbn-i İshak, Sire, III/310.)
Aişe radiyallahu anha’nin masumiyetini haber veren.:

Nûr 24/11-25.:
(Hz. Peygamberin eşine -Hz. Aiyşe’ye- yönelik) Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla ve ağır (zinâ iftirasıyla yanınıza) gelenler, kendi içinizden (zâhiren sizinle birlikte hareket eden) bir ekiptir; (ama) siz onu (iftira olayını) kendiniz için (kötü) bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. (Çünkü bu tavırları, münâfıkların tanınmasına ve ayrışmasına vesile olacaktır.) Onlardan her bir kişi kazandığı günahın cezâsını çekecektir. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenen (o çirkin yalanı uyduruveren) ise daha ağır bir azâbı hak etmiştir.
Ne olurdu, onu (masum bir kadın ve erkeğe iftira suçunu) işittikleri zaman, erkek mü’minler ile kadın mü’minlerin kendi nefisleri (vicdanları) adına hayırlı bir zanda bulunup.: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira ve yalandır” deselerdi ya!.. (Böyle davranmaları gerekmez miydi?)
(Bu asılsız ve kasıtlı ithamları ortaya atanlar) Şâyet (haklı iseler, iddialarını ispatlamak için) buna karşı dört şâhid getirselerdi ya... (Ancak bu) Şâhidleri getiremediklerine göre, artık onlar ALLAH Katında (alçak) yalancıların ta kendileridir.
Eğer ALLAH’ın dünyada ve âhirette sizin üzerinizdeki (sonsuz) fazlu inâyeti ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan (ve bu iftiralara sessiz ve tepkisiz kalmaktan) dolayı size büyük bir azâb dokunuverirdi.
Çünkü o durumda siz onu (iftirayı) dillerinizle (birbirilerinize) aktardınız ve hakkında (kesin belgeniz ve) bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söyleyip yaydınız ve bunu (masum bir kadının namus ve onurunu karalamayı ve Hz. Resûlüllah’ın âilesine hakarette bulunmayı) kolay (ve basit bir şey) sandınız; oysa o ALLAH katında çok büyük (bir vebaldir).
Şâyet onu işittiğiniz zaman.: “Bu konuda söz söylemek (ve münâfık iftiracıları haklı görmek) bize yakışmaz. (ALLAH’ım) Sen Yücesin; (hâşâ!) bu, büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi?
Eğer (gerçekten) imân edenlerden iseniz, bunun gibisine (Peygamberin namusuna, Hakk dava elçilerinin ve masum kişilerin onuruna yönelik asılsız iddialar karşısında tepkisizliğe) bir daha dönmemeniz için ALLAH size öğüt vermektedir.
Ve ALLAH size âyetleri açıklıyor (ve şöyle uyarıyor); ALLAH (her şeyi ayrıntılarıyla) Bilendir, Hüküm ve Hikmet sâhibidir.
Çirkin utanmazlıkların (fuhşun, pornonun, ahlâk bozucu yazı ve yorumun) mü’minler arasında yaygınlaşmasından hoşlananlara, (her çeşit zinânın, eşcinsel sapkınlığın, çıplaklığın ve hayâsız yayınların artmasına fırsat veren iktidarları sevip-beğenip destek çıkanlara) dünyada ve âhirette acıklı bir azâb vardır. ALLAH her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.
Eğer size ALLAH’ın lütfu inâyeti ve merhameti olmasaydı ve gerçekten ALLAH Raûf (şefkatli) ve Rahîm olmasaydı (bu gibi iftiralara inanıp yaydığınızdan dolayı büyük bir azâba uğratılıp helak edilirdiniz!)
Ey imân edenler, (hiçbir konuda) şeytanın (sizi çirkefe ve felakete sürükleyecek) adımlarına tâbi olup (münâfıkları takip etmeyin). Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan edep ve erdeme aykırı) fuhşiyatı (cinsi sapkınlıkları ve çirkin utanmazlıkları) ve münkeratı (kötülük kaynaklı haksızlık ve ahlâksızlıkları dürtükleyip) emretmektedir. Eğer ALLAH’ın üzerinizde fazlu inâyeti ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbirinizin (ve özellikle iftiralara gereken tepkiyi göstermeyenlerin) ebedî olarak temize çıkması mümkün değildi. Ancak ALLAH, dilediğini (iyi niyetini ve meşru mazeretini bilip merhamet ettiklerini) temize çıkarır. ALLAH, İşitendir, Bilendir.
(Her şeye rağmen) Sizden, fazilet ve servet sâhibi olanlar (yine de asil ve âdil davransınlar; bu gibi fesatlıklara alet olsalar da) yakınlara, yoksullara ve ALLAH yolunda hicret etmiş olanlara (şimdiye kadar) vermekte (oldukları yardımlarını kesip) eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. ALLAH’ın da sizi bağışlamasını (istemez ve) sevmez misiniz? ALLAH, Bağışlayandır, Esirgeyendir. (Bu nedenle, hayırlı ve yararlı bir işi yapmamak için yapılan yeminlerden vazgeçilmelidir.)
(Masum olan mü’min erkek ve kadınların namus ve haysiyetiyle oynayanlar, Müslüman kişi ve kuruluşlar aleyhinde iftira ve isnatlarda bulunanlar, ALLAH katında da insanlar nazarında da lânete müstahaktırlar.) Namus sâhibi ve bir şeyden habersiz mü’min kadınlara (zinâ suçu) atanlar, dünyada ve âhirette lânetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azâb (takdir edilmiştir.)
Ki o (hesap) günü; (herkesin ve özellikle hâinlerin) dilleri, elleri ve ayakları kendi aleyhlerinde (her) yaptıklarına dair şâhidlik edeceklerdir.
O gün ALLAH onlara dinde (İslam adaletine göre) hak ettiklerini eksiksiz verecek ve ALLAH’ın açıkça Hakk olduğunu bileceklerdir.”
(Nûr 24/11-25)

Âyetleri nâzil olunca Mistah, Ebu Bekir radiyallahu anhu tarafından bir daha kendilerine yardım etmiyeceğine dair yemin ederek âilesi ile beraber himâyesinden çıkarılmıştır. (Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefi, Medâriku’t-Tenzîl, Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâiku’t-Te’vîl, Dâru İhyai’t-Türasü’l-Arabi, Beyrut 1320, II/494;Ebu’l-Kasım b. Amr İbn-I Ahmed ez- Zemahşeri, el-Keşşaf an Hakaiki Gavâmidi’l-Kur’ÂN, III/219-221; Hayrettin Karaman v.dğr. )

Ancak.: “İçinizden yardım sever ve zengin olanlar akrabaya, yoksullara ve ALLAH yolunda hicret edenlere artık bir şey vermeyeceğiz diye yemin etmesinler. Bağışlasınlar, hoş görsünler; ALLAH'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? ALLAH çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir”

وَلَا يَأْتَلِ أُوْلُوا الْفَضْلِ مِنكُمْ وَالسَّعَةِ أَن يُؤْتُوا أُوْلِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“(Her şeye rağmen) Sizden, fazilet ve servet sâhibi olanlar (yine de asil ve âdil davransınlar; bu gibi fesatlıklara alet olsalar da) yakınlara, yoksullara ve ALLAH yolunda hicret etmiş olanlara (şimdiye kadar) vermekte (oldukları yardımlarını kesip) eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. ALLAH’ın da sizi bağışlamasını (istemez ve) sevmez misiniz? ALLAH, Bağışlayandır, Esirgeyendir. (Bu nedenle, hayırlı ve yararlı bir işi yapmamak için yapılan yeminlerden vazgeçilmelidir.)” (Nûr 24/22)

Âyeti nâzil olunca, ÖFKE ile verdiği bu karara pişman olarak yemininden vazgeçti. (Mustafa Fayda, ‘İfk’ md, DİA, İstanbul 2000, XXI/507-509; Buhârî, Şehadet,15; Mağazi, 34; Tefsîr, 24/5-10; Müslim, Tevbe,56,57;Muhammed Abdülmelik İbni Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, nşr. Mustafa es-Sekka vdğ., Kâhire1936, II/289,297-307.)
Ve.: “VALLAHi, ben ALLAH’ın beni bağışlayıp affetmesini elbette isterim. Ben, artık yaptığım yardımı, ondan hiç bir zaman kesmem” diyerek pişmanlığını i’tiraf etti. Mistah’a hicretten bu yana veregeldiği nafakayı yeniden vermeye başladı. (Râzi, Mefâtihu’l-Ğayb, XVII/14-15; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, II/494; Zemahşerî, Keşşâf, III/219- 221;Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/197.)

قُل لاَّ يَسْتَوِي الْخَبِيثُ وَالطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ الْخَبِيثِ فَاتَّقُواْ اللّهَ يَا أُوْلِي الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“De ki: "Murdar (pis) ile temiz (asla) bir değildir. (Hatta) Murdarın çokluğu hoşuna gitse (ve gönlüne cazip gelse) de (bu böyledir).” Bu nedenle, ey temiz akıl sâhibleri! ALLAH’tan korkup (haram ve haksız kazançtan) sakının. (Bâtıla kapılan ve güç odaklarına tapınan kalabalıklara da aldırmayın!) Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Mâide 5/100)

وَإِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَن تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاء فَتَأْتِيَهُم بِآيَةٍ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ
“Eğer onların yüz çevirmeleri Sana ağır geliyor (ve büyük sıkıntı veriyorsa; haydi) onlara bir âyet (mucize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap! Halbuki) eğer ALLAH dileseydi, onların tümünü hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma. (Çünkü hissi ve fevri davrananlar hakikate ulaşamayacaklardır.)” (En’âm 6/35)

وَلَوْ أَنَّنَا نَزَّلْنَا إِلَيْهِمُ الْمَلآئِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتَى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلاً مَّا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ
“Gerçek şu ki, velev Biz onlara (inkârcılara, Yahudi, Hristiyan ve münâfıklara) melekler indirip (uyarsaydık), onlara ölüler (dirilip) konuşsaydı ve (dile gelip varlığımıza ve buyruklarımıza şâhidlik yapmak üzere) her şeyi karşılarına toplasaydık, ALLAH’ın dilediği dışında (yine de) inanmayacaklardı. Çünkü onların çoğu ancak câhillik edip durmaktadırlar.” (En’âm 6/111)

وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ مَن يَضِلُّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
“Şâyet (Hakka ve hayra değil de kalabalıklara) yeryüzündekilerin (veya bulunduğunuz ülkedekilerin şuursuz) çoğunluğuna uyacak olursan, Seni ALLAH’ın Yolundan şaşırtıp saptırırlar. (Çünkü kalabalıklar) Onlar ancak (nefsi hevâlarına,) zan ve kuruntularına uymaktadırlar; ve (Kur’ÂN’ı ölçü almayan kalabalıklar) sadece zan ve tahminle yalan uydurmaktadırlar.
Şüphesiz RABBin, Kendi Yolundan sapanları daha iyi bilir. O, dosdoğru yolda olanları da en iyi Bilendir. (Öyle ise telaşlanmak boşunadır.)”
(En’âm 6/116-117)

وَإِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً قَالُواْ وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“(İnkârcılar ve münâfıklar) Onlar bir kötülük yaptıkları zaman.: Biz "(Atalarımızı) Babalarımızı (ve büyük adamlarımızı) da böyle yaparken bulduk. (Atalarımız zamanında da kadınlar tesettürsüz dolaşırlardı!..) Zaten ALLAH’ın bize emri de bu doğrultudadır” derler. De ki: “(Hayır) ALLAH asla (çirkin ve hayâsız) kötülüğü emretmez. ALLAH’a karşı (gerçeğini) bilmediğiniz şeyleri (böyle câhil cesaretiyle) nasıl söylersiniz?” (A’râf 7/28)

خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ
“(Ey Elçim!) Sen (yine de) af (veya kolaylık) yolunu tutup benimse, (İslam’a ve insan fıtratına, hayırlı ve yararlı gelenek kurallarına) uygun olanı (örfü) emret ve câhillerden yüz çevir. (Onların kabalık ve kabahatlerine aldırış etme!)” (A’râf 7/199)

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنًّا إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
“Onların (Hakk’tan sapan ve bâtıla sığınan münâfıkların) çoğunluğu, zandan (ve boş kuruntudan) başkasına uymamaktadırlar. Gerçekte zan ise, HAKk’tan hiçbir şeyi sağlayamaz. (Kuru zan ve tahminler gerçek sayılamaz.) Şüphesiz ALLAH, onların işlemekte olduklarını bilip durmaktadır.” (Yûnus 10/36)

قَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ إِنْ عِندَكُم مِّن سُلْطَانٍ بِهَذَا أَتقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“(Câhil ve gâfil kâfirler) "ALLAH çocuk edindi" demektedirler. (Hâşâ) O, (bundan) Yücedir; O, (Ğaniy) hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi ve her şey) O’nundur. Kendi elinizde buna (hâşâ, ALLAH’ın çocuk sâhibi olduğuna) ilişkin kanıtlayıcı bir delil de asla yoktur. ALLAH’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Ne kadar şuursuz ve sorumsuz davranıyorsunuz?)” (Yûnus 10/68)

قَالُواْ أَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَاء فِي الأَرْضِ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِنِينَ
“(Onlar ise Hz. Mûsâ ve Harûn’a:) “Siz bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden (sistemden) çeviresiniz de, bu memlekette (kuracağınız yeni düzenle) büyüklük (ve üstünlük) siz ikinize kalsın diye mi bize geldiniz? Biz sizin ikinize de inanacak (getirdiğiniz dine ve düzene uyacak) değiliz” demiş (zulüm ve zillet üzerinde inat etmiş)lerdi.” (Yûnus 10/78)

قَالُواْ يَا نُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتَنِا بِمَا تَعِدُنَا إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
“(Kavmi kendisine:) “Ey Nûh! Yeter bizimle çekişip tartıştığın ve bu mücadeleyi çok uzattın! Eğer (iddialarında haklı ve) sâdık isen; bize va’ad ve tehdit ettiğin (azâbı) getir (de görelim)” demişlerdi.” (Hûd 11/32)

فَلاَ تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِّمَّا يَعْبُدُ هَؤُلاء مَا يَعْبُدُونَ إِلاَّ كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُم مِّن قَبْلُ وَإِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصِيبَهُمْ غَيْرَ مَنقُوصٍ
“(Ey Resûlüm!) Artık şunların tapınmakta oldukları şeylerin (bâtıl oldukları) hususunda (ve bu şeytani şahısların ve tağutların yıkılacağı konusunda), sakın kuşkuda olma. Daha önceleri, ataları nasıl (şuursuzca) tapıyor idiyseler, bunlar da ancak böyle tapıyorlar. Şüphesiz Biz, onların (dünyalık yaşam fırsatını ve sonunda azâb) paylarını eksiltmeksizin onlara ödeyeceğiz. (Çünkü sonunda herkes hak ettiğine erişecektir.)” (Hûd 11/109)

قَالَ رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلاَّ تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُن مِّنَ الْجَاهِلِينَ
“(Yûsuf) Dedi ki: "Ey RABBim! Zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden (zinâ çirkefinden) bana daha sevimlidir (zindan zinâya tercih edilir). Eğer kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, (korkarım) onlara eğilim gösterir, (böylece) câhillerden (ve hâin mücrimlerden) olurum" (düşüncesiyle RABBine iltica etmiş ve büyük bir iffet, fazilet ve metanet örneği sergilemişti).” (Yûsuf 12/33)

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
“(Ey Nebîm!) Sen (ve ümmetin) RABBinin Yoluna, hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla (barış ve davet döneminde) en güzel şekilde mücadele et! Şüphesiz Senin RABBin, Kendi yolundan sapanları en iyi Bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl 16/125)

أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
"Siz gerçekten kadınları bırakıp, ille de şehvetle erkeklere mi gideceksiniz? (Nasıl bir sapıklığa kaymışsınız.) Belli ki, siz (yaptığınız haksızlık ve ahlâksızlığın acı akıbetini düşünmeyen ve) câhillik eden bir kavimsiniz." (Neml 27/55)

بَلِ اتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَهْوَاءهُم بِغَيْرِ عِلْمٍ فَمَن يَهْدِي مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
“Hayır, (asıl) zâlimler; hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuş (ve ALLAH’ın sözlerini kendi heveslerine uydurmuş olan)lardır. (Bunlar Kur’ÂN’ı değil, kendi kuruntularını esas almışlardır. Oysa bir bilgi ve belgeye dayanarak ilmi tartışma yapanların hataları bağışlanır.) ALLAH’ın saptırdığını artık kim hidâyete ulaştıracaktır? Onların hiçbir yardımcıları bulunmayacaktır.” (Rûm 30/29)

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ الشَّيْطَانُ يَدْعُوهُمْ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ
“O’nun (ALLAH’ın) âyetlerinden (vahdet ve rahmet alâmetlerinden) birisi de, kendileriyle huzura kavuşmanız (ve kaynaşmanız) için, size kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranıza muhabbet ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunlar düşünen bir topluluk için (ne büyük hikmet ve) ibretler barındırmaktadır.” (Lokmân 31/21)

إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءهُمْ ضَالِّينَ
“Çünkü onlar, atalarını sapkın (ve azgın) kimseler olarak bulmuşlardı (da);” (Sâffât 37/69)

أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
“(Şimdi bunlar mı hayırlıdır, yoksa) Gece yarıları kalkıp namaz için kıyama duran ve secdeye varanlar, canı gönülden itaat edip âhiretten korkan ve RABBinin (rızasını ve) rahmetini umanlar mı? De ki.: “Hiç bilenlerle bilmeyenler (ilim sâhibi kimselerle câhiller) bir olur mu? Şüphesiz, ancak temiz akıl sâhibleri düşünüp öğüt alır.” (Zümer 39/9)

قُلْ أَفَغَيْرَ اللَّهِ تَأْمُرُونِّي أَعْبُدُ أَيُّهَا الْجَاهِلُونَ
“De ki: “Ey câhiller! Bana ALLAH’tan başkasına tapınıp (yalvarmamı ve şeytani güç odaklarına yanaşıp yaranmamı) mı öneriyorsunuz? (Siz gâfil ve kâfir insanlarsınız.)” (Zümer 39/64)

أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِّن قَبْلِهِ فَهُم بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِم مُّهْتَدُونَ
“Yoksa Biz, bundan önce kendilerine (Yahudi ve Hristiyan uşağı münâfık kimselere ayrı) bir kitap verdik de şimdi ona mı tutunuyorlar?
Hayır; onlar: "Gerçekten atalarımızı (nasıl) bir ümmet (ve millet) üzerinde bulduk (ise,) doğrusu biz de onların izleri (eserleri) istikâmetinde doğru sandığımıza yönelmiş kimseleriz" deyip (duruyorlar.)”
(Zuhruf 43/21-22)

الَّذِينَ هُمْ فِي غَمْرَةٍ سَاهُونَ
“Ki onlar, ‘(bilgiçlik kılıflı) derin bir gaflet kuşatması’ içinde, (gerçeklerden) habersiz (ve nâsibsizdirler).” (Zâriyât 51/11)

إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
“(Halbuki) Bu (putlar ve uydurma kurallar ise) sizin ve atalarınızın (kendi keyfinize ve kafanıza göre) isimlendirdiğiniz (bâtılkavram ve kurumlardan) başkası değildir. ALLAH, onlarla ilgili ’hiçbir güçlü (ve geçerli) delil’ indirmemiştir. Onlar, sadece boş zan ve tahminlerine ve nefislerinin (düşük) hevâ (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyan kimselerdir. Oysa andolsun, artık onlara RABBlerinden yol gösterici (bir Peygamber) gelmiştir. (Hâlâ gaflet ve dalâletten uyanıp gerçeği anlamayacaklar mıydı?)” (Necm 53/23)

مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
أَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فِيهِ تَدْرُسُونَ
إِنَّ لَكُمْ فِيهِ لَمَا يَتَخَيَّرُونَ
أَمْ لَكُمْ أَيْمَانٌ عَلَيْنَا بَالِغَةٌ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ إِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَ
سَلْهُم أَيُّهُم بِذَلِكَ زَعِيمٌ
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء فَلْيَأْتُوا بِشُرَكَائِهِمْ إِن كَانُوا صَادِقِينَ
“Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? (Ey gâfiller, kendi vehim ve tahminlerinizi mutlak hakikat yerine nasıl koyuyor ve neyinize güveniyorsunuz? Biz mazlumların ahını ve mücâhid kullarımın hakkını yerde bırakır mıyız? Bu nasıl bir yanılgıdır?)
Yoksa (elinizde size özel) dersler okuduğunuz ve içinde, (kimsenin bilmeyeceği sırları bulduğunuzKur’ÂN dışında) bir kitab mı vardır?
İçinde, (her) neyi seçip-beğenirseniz, (o) mutlaka sizin olacak diye (mi yazmaktadır?)
Yoksa sizin için, üzerimizde kıyamete kadar devam edecek (ve tarafımızdan mecburen yerine getirilecek) bir yemin(imiz) mi var ki, ne (şekilde) hüküm verirseniz, kesinlikle sizin (dediğiniz) olacak (ve her şey size kalacak)tır (gibi kof bir gurur ve kuruntu ile davranılmaktadır)?
(Ey Resûlüm!) Onlara sor: “İçlerinden hangisi bunlara (kefil olacak, sorumluluğunu alacak ve) savunuculuğunu yapacaktır?”
[Not: Burada "Zaîm" kelimesi kullanılmaktadır. Arapçada bu kelime, başkasına kefil olan, zimmetini alan, bir topluluğa sözcülük yapan kimse anlamındadır.]
Yoksa onların (bu dediklerini yapacak, ALLAH’tan başka) ortakları mı bulunmaktadır? Şu halde eğer doğru sözlü kimselerse, ortaklarını getirsinler (de bakalım.)”
(Kalem 68/36-41)

İnsân NANKÖRlüğüne dikkat çeken, bu eğilime karşı farklı üsluplarla hatırlatmalarda bulunan bir çok âyet vardır.: Örnek olarak bakınız.:

يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
“ALLAH, fâizi (fâizci sistemleri ve halka zulmeden hükümetleri) yok edip (iflasa ve inkıraza sürükler) de, sadakaları (servet ve üretim vergisi olan zekât müessesesini, yani Kur’ÂN’a dayalı âdil bir düzeni uygulayan cemiyet ve devletlerin gücünü ve refahını ise) arttırır. (Bu nedenle âdil devletin de fâizi yasaklaması lazımdır.) ALLAH, (fâizi mübah sayan) günahkâr kâfirlerin ve fırsatçı NANKÖRlerin hiçbirini sevmez. (Onları hidâyet ve inâyetinden mahrum bırakır.)” (Bakara 2/276)

وَإِذَا مَسَّ الإِنسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَآئِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَن لَّمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَّسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“İnsana bir zarar dokunduğunda; yan yatarken, otururken ya da ayaktayken (sürekli ve samimiyetle) Bize (yalvarıp) DUÂ eder; ama sıkıntı ve zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, kendisine dokunan zarardan (hastalık, geçim darlığı, düşman saldırısı ve diğer bela ve sarsıntılardan dolayı) sanki Bizi hiç çağırmamış ve yalvarmamış gibi (Hakk’tan ve hayırdan) dönüp-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları (kötülükler, şeytan tarafından) böyle süslenmiş durumdadır.” (Yûnus 10/12)

وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاء بَعْدَ ضَرَّاء مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ
“Ve andolsun ki (insana) eğer kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra tekrar bir ni’met tattırsak (yeniden eski servet ve faziletine döndürecek olsak) yine kesinlikle; “Kötülükler benden (uzaklaşıp) gitti, (kendi bilgim ve becerimle bunu başarıp kurtuldum)” diyerek (gaflet ve cehalete dalacaktır). Çünkü o, çok şımarık (bir şaşkındır ve boş yere) böbürlenip gururlanandır.” (Hûd 11/10)

وَضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً قَرْيَةً كَانَتْ آمِنَةً مُّطْمَئِنَّةً يَأْتِيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِّن كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِأَنْعُمِ اللّهِ فَأَذَاقَهَا اللّهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ
“ALLAH (ibret ve ders almanız için) bir şehri örnek verdi ki: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat ALLAH’ın ni’metlerine NANKÖRlük etmelerine karşılık, ALLAH da ’(kılıfına uydurarak) yaptıkları (kötülükler)’ nedeniyle onlara açlık ve korku elbisesini (bela ve musibetini) tattırdı.” (Nahl 16/112)

إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا
“Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanların (imkân ve fırsatlarını haram ve haksız yolda ve boşa harcayanların) kardeşleri oluvermişlerdir; şeytan ise RABBine karşı NANKÖRlüğe yönelmiştir.” (İsrâ 17/27)
[Not: Hakk ve hayır yolunda ALLAH için yapılan harcama israf değildir. Lüks ve gösteriş için yapılan israftan ise hayır görülmeyecektir.]

وَإِذَا مَسَّكُمُ الْضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَن تَدْعُونَ إِلاَّ إِيَّاهُ فَلَمَّا نَجَّاكُمْ إِلَى الْبَرِّ أَعْرَضْتُمْ وَكَانَ الإِنْسَانُ كَفُورًا
“Size denizde bir sıkıntı (batma sarsıntısı) dokunduğu (veya havada düşme tehlikesi tuttuğu) zaman, O’nun (ALLAH’ın) dışında tapıp yalvardıklarınızın tamamı (aklınızdan çıkıp) kaybolur gider de (sadece ALLAH’a yalvarmaya başlarsınız); fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. Zaten insan pek NANKÖR bir varlıktır.” (İsrâ 17/67)

وَإِذَآ أَنْعَمْنَا عَلَى الإِنسَانِ أَعْرَضَ وَنَأَى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَؤُوسًا
“Biz (lütuf hazinemizden) insana ni’met (servet ve etiket) verdiğimiz zaman (NANKÖRleşip ibâdetten ve insanî değerlerden) yüz çevirir. (ALLAH’ı anmaktan vazgeçip uzaklaşır.) Ona (bir) kötülük (ve zarar) dokunduğunda ise hemen, (aciz ve çaresiz biçimde) ümitsizliğe kapılır.” (İsrâ 17/83)

فَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِهِ وَإِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ
“Artık kim, bir mü’min olarak sâlih amellerde bulunursa, onun çabası için (karşılık olarak asla) küfran (NANKÖRlük) edilmeyecektir. (Hak ettiği mükâfatı verilecektir.) Şüphesiz Biz, onun (amellerinin) yazıcıları olan (meleklerce bütün işlediklerini kayıt altına alıvermekteyiz).” (Enbiyâ 21/94)

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“ALLAH, içinizden imân edenlere ve (taat, cihad, hayrü hasenât gibi) sâlih ameller işleyenlere (şunları) va’ad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sâhibi’ kıldıysa, bunları da yeryüzünde “güç ve iktidar sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği (Hakk) dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak (İslami hükümleri tatbik imkânı ve iktidarı sağlayacak) ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirip (huzura ulaştıracaktır.Çünkü) Onlar, yalnızca Bana ibâdet (ve kulluk) yaparlar (her hususta Kur’ÂNi Kuralları esas alırlar) ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. (Artık) Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nûr 24/55)

قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ
“(Ama) Kendi yanında kitaptan (mucizevi yüksek teknoloji) ilmi (ve ışınlama yeteneği) olan (İlahi ikrama=keramet lütfuna mazhar şahsiyetlerden) biri: “Ben, gözünü açıp (henüz) kapamadan (önce) onu sana getirebilirim” demişti. Derken (Süleyman) onu (tahtı) birden kendi yanında durur vaziyette görünce: “Bu RABBimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa NANKÖRlük mü edeceğim? diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim de NANKÖRlük ederse, gerçekten benim RABBim Ğanîy (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır” diyerek (ALLAH’a teşekkür etmişti).” (Neml 27/40)

وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُم مُّنِيبِينَ إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُم مِّنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُم بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ
“İnsanlara bir zarar ve sıkıntı dokunduğu zaman, “gönülden samimi bağlılar” olarak, Rablerine D[/color]UÂ edip (yalvarmaktadırlar); sonra (ALLAH) Kendinden onlara bir rahmet tattırınca (bakarsın ki) onlardan bir fırka hemen (yine sapıtıp) RABBlerine şirk koşmaktadırlar.” (Rûm 30/33)

لَقَدْ كَانَ لِسَبَإٍ فِي مَسْكَنِهِمْ آيَةٌ جَنَّتَانِ عَن يَمِينٍ وَشِمَالٍ كُلُوا مِن رِّزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ
فَأَعْرَضُوا فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُم بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَى أُكُلٍ خَمْطٍ وَأَثْلٍ وَشَيْءٍ مِّن سِدْرٍ قَلِيلٍ
ذَلِكَ جَزَيْنَاهُم بِمَا كَفَرُوا وَهَلْ نُجَازِي إِلَّا الْكَفُورَ
“Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de nice âyetler (ve medeniyetlerine ait işaretler) vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) “RABBinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. (İstifadenize sunulan) Güzel bir şehir ve bağışlayan bir RABB(iniz vardır).”
Ancak onlar (şükürden ve itaatten) yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara (büyük su bendini-barajını yıkıp) Arim selini gönderdik. Ve onların (o güzelim) ikili bahçelerini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki harap bahçeye dönüştürüp (ni’metlerimizi ellerinden aldık).
Böylelikle NANKÖRlük etmeleri dolayısıyla onları cezâlandırdık. Biz (ni’mete) NANKÖRlük edenden başkasını cezâlandırır mıyız?”
(Sebe’ 34/15-17)

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ
“İyi bilin ki, halis (ve hakiki) din yalnız ALLAH’ındır. (Kur’ÂN’ın Hükmüne ve Resûlüllah’ın Sünnetine aykırı düşünce ve davranışlar bâtıldır. Bu ölçülere uymayanları ve açıkça zulüm ve zillet düzenini savunanları,) ALLAH’tan başka evliyâlar edinerek; “Biz bunlara sadece bizi ALLAH’a yaklaştırsınlar diye tâbi oluyoruz (ve tapıyoruz” diyenlere gelince); şüphesiz ki ALLAH, onlar arasında ihtilaf ettikleri konularda hükmünü verecektir. Ve ALLAH (CC) yalancı ve inkârcı NANKÖR kimseyi asla hidâyete ulaştırmayacaktır.” (Zümer 39/3)

فَإِذَا مَسَّ الْإِنسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِّنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
“İnsana bir zarar dokunduğu (ve çaresiz kaldığı zaman, hemen fıtri bir yönelişle) Bize yalvarır. Sonra (sıkıntılarını giderip) ona katımızdan bir ni’met verdik mi; “Bu bana (kendi) bilgim (ve becerim) sayesinde verilmiştir” (diyerek NANKÖRlüğe kaymaktadır). Doğrusu bu (ni’metler de musibetler de insanı denemek için bir) imtihandır; fakat çokları (gerçeği) bilmediklerinden (ve İslami şuur eksikliğinden gaflete dalınmaktadır).” (Zümer 39/49)

وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ رَحْمَةً مِّنَّا مِن بَعْدِ ضَرَّاء مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ هَذَا لِي وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّجِعْتُ إِلَى رَبِّي إِنَّ لِي عِندَهُ لَلْحُسْنَى فَلَنُنَبِّئَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِمَا عَمِلُوا وَلَنُذِيقَنَّهُم مِّنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ
وَإِذَا أَنْعَمْنَا عَلَى الْإِنسَانِ أَعْرَضَ وَنَأى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ فَذُو دُعَاء عَرِيضٍ
“İnsana bir zarar dokunduğu (ve çaresiz kaldığı zaman, hemen fıtri bir yönelişle) Bize yalvarır. Sonra (sıkıntılarını giderip) ona katımızdan bir ni’met verdik mi; “Bu bana (kendi) bilgim (ve becerim) sayesinde verilmiştir” (diyerek NANKÖRlüğe kaymaktadır). Doğrusu bu (ni’metler de musibetler de insanı denemek için bir) imtihandır; fakat çokları (gerçeği) bilmediklerinden (ve İslami şuur eksikliğinden gaflete dalınmaktadır).
Kendisine dokunan bir zarar (ve sıkıntıdan) sonra (inkârcı NANKÖRlere tarafımızdan) ona (yeniden) bir rahmet (ve ni’met) tattırırsak, (o durumda da:) “Bu zaten benim hakkımdır. (’Ben aklım ve çalışkanlığımla kazandım’ der.) Hem, kıyametin kopacağını (ve bütün yaptıklarımızın hesabının sorulacağını da hiç) sanmıyorum. Ve şâyet (bir ihtimal olarak farz edelim ki) RABBime döndürülecek (bile) olsam, mutlaka O’nun yanında benim için daha güzel (ni’met ve faziletler) vardır” demektedirler. (Böylece kendilerinin seçkin ve sorumsuz kimseler olduklarını zannetmektedirler.) Ancak Biz böylesi inkârcı NANKÖRlere (bütün) amellerini mutlaka haber verip (hesaba çekeceğiz) ve andolsun ki onlara çok şiddetli bir azâbı (tattırıp acılar) çektireceğiz.”
(Fussilet 41/50-51)
[Not: Bazı insanların “ALLAH’ın sevgili ve seçkin kulu” oldukları saplantısı... Ve “peşin ve kesin cennetlik oldukları” takıntısı şeytanî bir gurur ve kuruntudan başka bir şey değildir. ALLAH’ın lütfettiği bazı kabiliyet ve mârifetlerini delil göstererek, “imtiyazlı kimseler” oldukları vehmine kapılan bu tipler, her türlü ni’met ve faziletin önce kendilerine lâyık ve lâzım olduğunu düşünmektedirler.]

أَلْقِيَا فِي جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ
“(Nihâyet mahkemeyi kaybedince, meleklere:) Siz ikiniz, her inatçı NANKÖRü atın cehennemin içine,” (Kâf 50/ 24)

إِنَّكَ إِن تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ وَلَا يَلِدُوا إِلَّا فَاجِرًا كَفَّارًا
“Çünkü Sen onları (kendi hallerine) bırakacak olursan, Senin kullarını şaşırtıp-saptıracaklar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (ahlâksız facirden) ve azgın kâfirden başkasını doğurmayacaklardır. (Çocuklarını da facir ve kâfir olarak yetiştirip bozacaklardır.)” (Nûh 71/27)

إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِرًا وَإِمَّا كَفُورًا
“Biz ona (akıl ve kitapla doğru) yolu gösterdik; (artık o) ya ŞÜKREDİCİ olur ya da NANKÖR (kendi tercihidir).” (İnsân 76/3)

فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا
“(Ey Nebîm ve ümmeti!) Öyleyse, RABBinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya NANKÖR kimselere (kâfirlere ve kötülere) itaat etme. (Aksi halde ALLAH’ın kahrına uğrarsın.)” (İnsân 76/24)

قُتِلَ الْإِنسَانُ مَا أَكْفَرَهُ
“Kahrolası insan, ne kadar da inkârcıdır (ve NANKÖR davranmaktadır)!” (Abese 80/17)

فَأَمَّا الْإِنسَانُ إِذَا مَا ابْتَلَاهُ رَبُّهُ فَأَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَكْرَمَنِ
وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلَاهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَهَانَنِ
“Fakat (maalesef) insan böyledir; ne zaman RABBi kendisini bir denemeden geçirmek üzere ona (mal, makam, sağlık ve saygınlık gibi) ikramda bulunsa ve ni’met (fazilet) ihsan buyursa “RABBim bana ikram etti” diyerek (sevinip ferahlanır).
Ama ne zamanki onu sınamak (üzere, biraz) rızkını (ve rahatını) kısıverse, hemen “RABBim bana hâinlik ve haksızlık etti (bak beni alçaltıp böyle hakir ve fakir hale getirdi)” diyerek (itiraz ve isyana kalkışır).”
(Fecr 89/15-16)

En büyük ZULÜM olan ŞİRK, İnsânın yaratılış gayesi olan kulluğun önündeki en büyük engeldir.: “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”

وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ
“Hani o vakit Lokmân oğluna -öğüt vererek- demişti ki.: “Ey Oğlum (hiçbir şeyi ve hiçbir güç sâhibini, sakın) ALLAH’a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten çok büyük bir zulüm (sayılacaktır).” (Lokmân 31/13)

ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ وَمِنْهُم مُّقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ
“Sonra Kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. (Lâyık ve sâdık olanlara Kur’ÂN hikmetini öğrettik.) Onlardan kimisi nefislerine zulmederler. Onlardan kimisi orta bir yol izlerler. Onlardan kimisi de ALLAH’ın izniyle, hayırlarda ileri geçmek için yarış ederler. İşte bu (üstün ve) büyük fazilettir. (Kur’ÂN’a yoğunlaşan, onu araştıran ve anlayıp uygulayanlar seçkin ve nâsibli kimselerdir.)” (Fâtır 35/32)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »

Resim 1.3. PİŞMANLIK OLGUSUNUN GÜNAH ve HUKUK BAĞLAMINDA SONUÇLARI.:

Cünah, “ce-ne-ha” mazi fiilinden türemiş bir mastardır. Sözlükte “meyletmek, geminin su alıp karaya oturması, kuşun kanatları ile yön değiştirmesi ve hata işlemek” gibi mânâlara gelir. (Rağıp el-İsfehanî, Müfredat. S.206; Rahip Luis Ma’luf el-Yesûî, Müncid fi’l-Luğa, s.103.)

Istılahta “ALLAH’ın emirlerinin yerine getirilmemesi veya yasakların çiğnenmesi ile ortaya çıkan ve dinî ahlakî ve vicdanî açıdan sorumluluk gerektiren bir olgudur. Beşeri kanunların çiğnenmesi suş olarak adlandırılırken, dinî alandaki hata ve aşırılıklar günah olarak nitelendirilmektedir. (Ömer Faruk Harman, “günah”, DİA, İstanbul 1996, XIV/278)

Kur’ÂN-ı Kerîm, belli başlı günahları şu şekilde sıralar.:

Resim ALLAH’a ŞİRK KOŞMAK.: Bakara, 2/165; Nisâ, 4/48, 116-117..

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلّهِ جَمِيعاً وَأَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ
“Ve mine’n- nâsi men yettehızu min dûnillâhi endâden yuhıbbûnehum ke hubbillâh (hubbillâhi), vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh (lillâhi), ve lev yerâllezîne zalemû iz yeravne’l- azâbe, enne’l- kuvvete lillâhi cemîan, ve ennellâhe şedîdu’l- azâb (azâbi).:
(Buna rağmen) İnsanlar içinde, ALLAH’tan başkasını (O’na) ’eş ve ortak’ tutanlar (ve bazı kulları tanrı gibi kutsayanlar) vardır ki, onlar (bunları), ALLAH’ı sever gibi sevmektedirler. (Halbuki) İman edenlerin ise ALLAH’a olan sevgileri (herkesten ve her şeyden) daha kuvvetli ve şiddetlidir. (Başkalarına ALLAH’tan daha çok sevgi ve saygı göstermekle) O zulmedenler (insanları ALLAH’tan üstün gören ve İlahi Kanunların uygulanmasını engelleyen zâlimler), azâba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle ALLAH’ın olduğunu ve ALLAH’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi (ve düşünüp anlasalardı)…” (Bakara 2/165)

Resim ADAM ÖLDÜRMEK.: Nisâ, 4/29-30,92-93..

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً عَن تَرَاضٍ مِّنكُمْ وَلاَ تَقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللّهِ يَسِيرًا
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ te’kulû emvâlekum beynekum bi’l- bâtılı, illâ en tekûne ticâraten an terâdın minkum, ve lâ taktulû enfusekum. İnnallâhe kâne bikum rahîmâ (rahîmen).
Ve men yef’a’l- zâlike udvânen ve zulmen fe sevfe nuslîhi nârâ (nâran). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ (yesîran).:

Ey iman edenler! Mallarınızı, kendi aranızda karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka, (hile, hırsızlık, faiz, karaborsa, yalan ve aldatma gibi) haksız ’nedenler ve yollarla’ (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi de öldürmeyin (helâl ve meşru nimetlerden de kendinizi mahrum etmeyin ve intihara yönelmeyin)! Şüphesiz ALLAH, size çok Merhametlidir.
(Artık) Kim düşmanlığa kalkışıp haddi aşarak ve zulme yanaşarak böyle yaparsa (faiz, hilekârlık ve zorbalıkla başkalarının hakkını alırsa), Biz onu ateşe (dünyada bela ve musibetlere, âhirette ise cehenneme) sokuveririz. Bu da ALLAH’a pek kolay olan (bir iş)dir.”
(Nisâ 4/29-30)

Resim ZİNÂ.: Nisâ, 4/16-19,25-26 ; İsrâ, 17/32.

وَلاَ تَقْرَبُواْ الزِّنَى إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَسَاء سَبِيلاً
“Ve lâ takrebûz zinâ innehu kâne fâhışeh (fâhışeten), ve sâe sebîlâ (sebîlen).:
(Ve sakın) Zinâya yaklaşmayın (sizi fuhşa sürükleyecek yayın ve yasaklardan da sakının). Gerçekten o çirkin bir hayâsızlık ve kötü bir yoldur.” (İsrâ 17/32)

Resim İÇKİ VE KUMAR.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالأَنصَابُ وَالأَزْلاَمُ رِجْسٌ مِّنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَن ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنتُم مُّنتَهُونَ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû inneme’l- hamru ve’l- meysiru ve’l- ensâbu ve’l- ezlâmu ricsun min ameliş şeytâni fectenibûhu leallekum tuflihûn (tuflihûne).
İnnemâ yurîduş şeytânu en yûkia beynekumu’l- adâvete ve’l- bagdâe fî’l- hamri ve’l- meysiri ve yasuddekum an zikrillâhi ve anis salâh (salâti), fe hel entum muntehûn (muntehûne).:

Ey iman edenler! Kesinlikle şarap (her çeşit sarhoş edici içki ve uyuşturucu), kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal-şans okları (çekiliş oyunları; bunların tamamı), ancak şeytanın işinden birer pisliktirler. Bunlardan (bu rezâletleri ülkenize bulaştıranlardan ve hâlâ uygulayanlardan) kaçınıp uzaklaşın, olur ki (bu sayede) kurtuluşa erişirsiniz.
Gerçekten şeytan(i sistemler) içki ve kumar vasıtasıyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi ALLAH’ı anmaktan ve namaz kılmaktan (yani İslamca düşünüp yaşamaktan) alıkoymak istemektedir. Artık (bunların kötülüğünü fark edip) vazgeçtiniz değil mi?”
(Mâide 5/90-91)

Resim ANNE VE BABA HAKKINI ÇİĞNEMEK.:

وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُل رَّبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا
“Ve kadâ RABBuke ellâ ta’budû illâ iyyâhu ve bi’l- vâlideyni ihsânâ (ihsânen), immâ yebluganne indeke’l- kibere ehaduhumâ ev kilâ humâ fe lâ tekul lehumâ uffin ve lâ tenher humâ ve kul lehumâ kavlen kerîmâ (kerîmen).
Vahfıd lehumâ cenâhaz zulli miner rahmeti ve kul RABBirhamhumâ kemâ RABBeyânî sagîrâ (sagîren).:

Senin RABBinin hükmü şöyledir: O’ndan başkasına kulluk yapmayın ve anne-babaya ihsan ve iyilikle davranın (diye emretmektedir). Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle (ki İslam ve insanlık bunu gerektirir).
Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanadını ger ve de ki: "RABBim, onlar beni küçükken nasıl (şefkatle) terbiye ettilerse Sen de onları esirge" (diye dua etmeli, hürmet ve şefkat göstermelidir)”
(İsrâ 17/23-24)

Resim YALANCI ŞÂHİDLİK YAPMAK.: Nisâ, 4/135; Furkân, 25/72..

وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا
“Vellezîne lâ yeşhedûnez zûra ve izâ merrû bi’l- lagvi merrû kirâmâ (kirâmen).:
(Ve yine Rahman’ın makbul kulları) Onlar yalan yere şâhidlik etmezler, (bildiklerini gizlemezler, ifadelerini eğip bükmezler.) Lağviyata (boş, yararsız ve hayâsız konuşmalara, tartışmalara, sataşmalara ve programlara) rastladıklarında ise vakarla (ve ağır başlılıkla) oradan uzaklaşarak geçip giderler.” (Furkân 25/72)

[Not: Onurlu ve şuurlu mü’minler, televizyon dizilerinde, internet sitelerinde, gazete ve dergilerde rastladıkları; İslam’la alay eden, ahlâkı dejenere eden, şehveti körükleyen yayınlar ve programları derhal değiştiren ve ilgili mercilere gerekli tepkiyi gösterenlerdir.]

Resim YALAN SÖYLEMEK.: Âl-i İmrân 3/91; Enam, 6/21..

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَن يُقْبَلَ مِنْ أَحَدِهِم مِّلْءُ الأرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدَى بِهِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
“İnnellezîne keferû ve mâtû ve hum kuffârun fe len yukbele min ehadihim mil’u’l- ardı zeheben ve leviftedâ bih (bihî), ulâike lehum azâbun elîmun ve mâ lehum min nâsırîn (nâsırîne).:
Şüphesiz (Hakk’tan ayrılarak, nankörlük ve hıyanet niyetiyle kısmen veya tamamen inkâr edip) küfre girerek, (ve bu vaziyette) kâfir olarak ölenler (var ya); bunların hiçbirisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak vermeye kalksa- (yine de) kesin olarak kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azâb var (edilmiştir) ve onların yardımcıları da bulunacak değildir.” (Âl-i İmrân 3/91)

Resim HIRSIZLIK YAPMAK.: Mâide, 5/38; Yûsuf, 12/70,77,81.

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاء بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Ve's- sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh (minallâhi) vallâhu azîzun hakîm (hakîmun).:
(Çalmayı meslek haline getiren ve 10 dirhem=iki koyun fiyatından fazla çalıveren) Hırsız erkek ve hırsız kadının, (haksız) kazandıklarına bir karşılık ve ALLAH’tan “tekrarını önleyen etkin caydırıcı bir cezâ” olmak üzere; onların ellerini (bu kötülüklerden) kesin (ıslah edici tedbirler geliştirin). ALLAH Üstün ve Güçlü olandır, Hüküm ve Hikmet sahibidir.” (Mâide 5/38)

Resim GIYBET ETMEK VE SÛ-İ ZANDA BULUNMAK.:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ
“Yâ eyyyuhellezîne âmenûctenibû kesîran minez zanni, inne ba’daz zanni ismun, ve lâ tecessesû ve lâ yagteb ba’dukum ba’dâ (ba’dan), e yuhıbbu ehadukum en ye’kule lahme ahîhi meyten fe kerihtumûh (kerihtumûhu), vettekullâh (vettekullâhe), innallâhe tevvâbun rahîm (rahîmun).:
Ey iman edenler! (Birbiriniz hakkında kötü) Zandan (ve tahmini kurgulardan) çok kaçının; çünkü zannın (haksız ve alâkasız olan) bir kısmı günahtır (ve yalandır. Ve sakın) tecessüs de yapmayın (birbirinizin gizli ve ayıp yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini de yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte (nasıl) bundan tiksindiniz. (Öyle ise) ALLAH’tan korkup (başkalarına kötülük düşünmekten ve küçük düşürmekten) sakının. Şüphesiz ALLAH, tevbeleri kabul edendir, çok Esirgeyendir.” (Hucurât 49/12)

Resim İFTİRA ATMAK.: A’râf, 7/152; Hûd, 11/50; Nahl, 16/56,87,105,116.

وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ مُفْتَرُونَ
“Ve ilâ âdin ehâhum hûdâ (hûden), kâle yâ kavmi'budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh (gayruhu), in entum illâ mufterûn (mufterûne).:
Âd (halkına da) kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki.: "Ey kavmim, (sadece) ALLAH’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Ancak siz, yalan olarak (tanrılar uydurup düzenlerden ve) iftira edenlerden başkası değilsiniz.” (Hûd 11/50)

ResimLİVÂTA.:

وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُم بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِّن الْعَالَمِينَ
إِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ
"Ve lûtan iz kâle li kavmihî e te'tûne’l- fâhışete mâ sebekakum bihâ min ehadin mine’l- âlemin (âlemîne)
İnnekum le te'tûner ricâle şehveten min dûni’n- nisâi, bel entum kavmun musrifûn (musrifûne).:

Hani Lût da kavmine şöyle demişti: “Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsız-çirkinliği mi yapıyorsunuz?”
“Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz! Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir topluluksunuz” (ve azâbı hak ediyorsunuz!..)”
(A’râf 7/80-81)

Resim FÂİZ.:

الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
يَمْحَقُ اللّهُ الْرِّبَا وَيُرْبِي الصَّدَقَاتِ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَذَرُواْ مَا بَقِيَ مِنَ الرِّبَا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ
وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَن تَصَدَّقُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
وَاتَّقُواْ يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
“Ellezîne ye’kulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu mine’l- mess (messi), zâlike bi ennehum kâlû innema’l- bey’u mislur ribâ, ve ehallallâhu’l- bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min RABBihî fentehâ fe lehu mâ selef (selefe), ve emruhû ilâllâh (ilâllâhi), ve men âde fe ulâike ashâbu’n- nâr (nâri), hum fîhâ hâlidûn (hâlidûne).
Yemhakullâhur ribâ ve yurbîs sadakât (sadakâti), vallâhu lâ yuhıbbu kulle keffârin esîm (esîmin).
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ekâmûs salâte ve âtevûz zekâte lehum ecruhum inde RABBihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn (yahzenûne).
Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve zerû mâ bakiye miner ribâ in kuntum mu’minîn (mu’minîne).
Fe in lem tef’alû fe’zenû bi harbin minallâhi ve resûlih (resûlihî), ve in tubtum fe lekum ruûsu emvâlikum, lâ tazlimûne ve lâ tuzlemûn (tuzlemûne).
Ve in kâne zû usratin fe naziratun ilâ meysereh (meyseretin) ve en tesaddekû hayrun lekum in kuntum ta’lemûn (ta’lemûne).
Vettekû yevmen turceûne fîhî ilâllâhi summe tuveffâ kullu nefsin mâ kesebet ve hum lâ yuzlemûn (yuzlemûne).:

(Farklı isimler ve sistemler içerisinde ve çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler (ve faiz ekonomisini yürütenler; dünyada asla ayakta duramayacak, onurlu ve huzurlu yaşayamayacak, kıyamet günü ise) ancak şeytan çarpmış (sara nöbetine yakalanmış) olanın kalkışı gibi, (ALLAH’ın kahrına uğramış) olmaktan başka (bir tarzda) kalkamayacaklardır. Bu, onların: "Alım-satım da ancak faiz gibidir" demelerinden (faizi helâl görmelerinden ve faize fetva üretmelerinden) dolayıdır. Oysa ALLAH, (riskli ve zahmetli) alışverişi helâl, (emek sömürücü ve kan emici) faizi ise haram kılmıştır. Böyle her kime RABBinden bir uyarı ve yasaklama gelip de (faize) bir son verirse, artık geçmiş (dönemdeki uygulamaları ve kazandıkları) kendisine kalır (ve bağışlanır; bundan sonraki) işi(nin başarısı ve bereketi) de ALLAH’a aittir. (Devlet ona helâl ve hayırlı kazanç yolları göstermelidir.) Kim de (cahili sisteme) geri dönerek (faizli muameleye devam ederse), artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.
ALLAH, faizi (faizci sistemleri ve halka zulmeden hükümetleri) yok edip (iflasa ve inkıraza sürükler) de, sadakaları (servet ve üretim vergisi olan zekât müessesesini, yani Kur’an’a dayalı adil bir düzeni uygulayan cemiyet ve devletlerin gücünü ve refahını ise) arttırır. (Bu nedenle adil devletin de faizi yasaklaması lazımdır.) ALLAH, (faizi mübah sayan) günahkâr kâfirlerin ve fırsatçı nankörlerin hiçbirini sevmez. (Onları hidayet ve inayetinden mahrum bırakır.)
İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve (helâl kazanılan servet ve üretimlerinin) zekâtını verip (borçtan kurtulanlar var ya); şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.
Ey iman edenler! ALLAH’tan korkup (her türlü haram ve haksızlıktan) sakının ve eğer (gerçekten) inanmışsanız, faizden artakalanı (ana paranızdan fazlasını) bırakın (faizci düzenden uzaklaşıp kurtulmaya bakın).
Şayet böyle yapmazsanız, (yani faizi, faizci düzenleri ve yöneticileri bırakmazsanız) ALLAH’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı (adil devlet ve hükümet düzeninin temellerini yıktığınızı) bilip anlayın (ve ona göre davranın). Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Öyle ise mü’minler faizsiz düzene geçmek için çalışmalıdır.)
Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (tanıyın. Onun borcunu) sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz (âhiret yatırımı dünya kazancından yararlı ve kalıcıdır).
ALLAH’a döneceğiniz günden sakının. (Faiz günahıyla huzura çıkmayın.) Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.”
(Bakara 2/275-281)

Resim YETİMİ AZARLAMAK VE DOYURMAMAK.:

فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ
وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“Fe emme’l- yetîme fe lâ takher.
Ve emmes sâile fe lâ tenher.
Ve emmâ bi ni’meti RABBike fe haddis.:

Öyle ise (eline imkân ve iktidar geçince) sakın yetim ve öksüz (çocukları, dul ve kimsesiz zavallıları hor ve hakir görüp) kahretmeye (kalkışmayasın!)
(Sana ihtiyacını arz edip) Yardım dilenenleri (sıkıntı ve sorunlarına çözüm yolu olacak cevaplar bekleyenleri) azarlayıp (mahrum ve mahzun bırakmayasın!)
Ve (Sana lütfettiği bütün bu üstün fazilet ve meziyetlerden dolayı, övünmek ve böbürlenmek için değil, ama sevinmek ve şükretmek niyetiyle) RABBinin nimetini (minnet ve memnuniyetle) hatırlat ve anlat (ki Makam-ı Mahmud’a ulaşasın.)”
(Duha 93/9-11)

Resim DOMUZ ETİ VE ÖLÜ HAYVAN ETİ YEMEK.:

إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“İnnemâ harrame aleykumu’l- meytete ved deme ve lahme’l- hınzîri ve mâ uhille bihî li gayrillâh (gayrillâhi), fe menidturra gayra bâgin ve lâ âdin fe lâ isme aleyh (aleyhi), innallâhe gafûrun rahîm (rahîmun).:
O, size ölüyü (hayvan leşini), kanı, domuz etini ve ALLAH’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim muztar (zaruret ve mecburiyet durumunda) muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (bunlardan yemesinde) ona bir günah yoktur. Gerçekten ALLAH, Bağışlayandır, Esirgeyendir.” (Bakara 2/173)

Resim İnsânı günaha meyil ve arzuları ile onu dışarıdan etkileyen amiller sevkeder. İnsân kötülüğü emreden nefisle donatılmış olarak yaratılmıştır.:

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime RABBî, inne RABBî gafûrun rahîm (rahîmun).:
“(Yoksa) Ben (böbürlenip) nefsimi temize çıkaramam (böyle bir düşünce peşinde değilim). Çünkü -RABBimin kendisini esirgediği dışında- gerçekten (her insandaki) nefis var gücüyle kötülüğü emredicidir. Şüphesiz, benim RABBim, Bağışlayandır, Esirgeyendir.” (Yûsuf 12/53)

Resim Nefis, kötülüğün kaynağı ve emredicisidir. Ayrıca, ölümsüz bir hayat arzusu ve ahreti unutma tavrı da kötülüğün amilleri arasındadır.:

وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ
وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
“Ve len yetemennevhu ebeden bimâ kaddemet eydîhim vallâhu alîmun biz zâlimîn (zâlimîne).
Ve le tecidennehum ahrasan nâsi alâ hayâtin, ve minellezîne eşrakû yeveddu ehaduhum lev yuammeru elfe seneh (senetin), ve mâ huve bi muzahzihıhî mine’l- azâbi en yuammer (yuammere), vallâhu basîrun bimâ ya’melûn (ya’melûne).:

Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden (işledikleri küfür ve kötülüklerinden) dolayı, onu (ölümü) hiçbir zaman ve kesinlikle dilemeyeceklerdir. (Zâten) ALLAH, zâlimleri elbette (ve her türlü niyet ve hıyanetleriyle) Bilendir.
Andolsun, onları (Yahudileri ve Yahudileşmiş kimseleri) hayata (dünya rahatına ve çıkarına) karşı (diğer) insanlardan ve (hatta) şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı bulacaksın. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın arzusundadır; oysa bunca yaşaması (bile) onu azâbtan kurtarmayacaktır. ALLAH, onların yapmakta olduklarını her halde Görendir (ve kayıt altına almaktadır).”
(Bakara 2/95-96)

Resim Kur’ÂN-ı Kerîm, sürekli günahı arzulayan nefs-i emareye karşın, kendisini sürekli murakabe altında tutup kınayan (levvame) (Kıyâme, 75/2; Rağıp el-İsfehanî, Müfredat. S.751)

وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Ve lâ uksimu bin nefsi’l- levvâmeh (levvâmeti).:
Ve yine (keyfine ve şeytani dürtülere kapılarak düşünce ve davranışlarını kontrol altına alamayıp kötülüğe kaymaları, böylece ibadet ve hizmetten kaytarmaları nedeniyle) sürekli ve çok içtenlikli (olarak) kendini kınayıp duran (vicdanını uyaran) nefse (sorumlu ve şuurlu kimseye) de kasem ederim (ki: Hataları, günahları ve haksızlıkları nedeniyle; pişmanlık duyarak ve vicdanına kulak asarak kendisini suçlayıp sorumlu tutan kimseler, doğru istikamettedir ve bu tavır kişisel olgunlaşmanın ilk basamağı ve işaretidir.)” (Kıyâme 75/2)

Resim ve ALLAH’ın razılığında huzur bulan istikrara ermiş(mutmaine) nefisleri övmüştür.:

يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
“Yâ eyyetuhen nefsu’l- mutmainneh (mutmainnetu).:
(Mü’min, müstakim ve mücahit kimselere ise:) Ey mutmain (tatmin bulmuş ve huzura kavuşmuş) nefis! (Mutlu ve kutlu kişi,)” (Fecr 89/27)

Resim Nitelik açısından, günah küçük(sağire) ve büyük(kebîre) olmak üzere ikiye ayrılır.:

إِن تَجْتَنِبُواْ كَبَآئِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُم مُّدْخَلاً كَرِيمًا
“İn tectenibû kebâira mâ tunhevne anhu nukeffir ankum seyyiâtikum ve nudhılkum mudhalen kerîmâ (kerîmen).: Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer kötülük ve kusurlarınızı örteriz ve sizi ’onurlu-üstün’ bir makama iletiriz.” (Nisâ 4/31)

وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
“kûlûne yâ veyletenâ mâli hâze’l- kitâbi lâ yugâdiru sagîreten ve lâ kebîreten illâ ahsâhâ, ve vecedû mâ amilû hâdırâ (hâdıren), ve lâ yazlimu RABBuke ehadâ (ehaden).:
(Herkesin önlerine bütün amellerinin kayıtlı olduğu) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda (amel dosyasında kayıtlı) olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını göreceksin. “Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?” diye (pişmanlık göstereceklerdir. Bütün) yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulacaklar (ve şaşkınlık geçireceklerdir.) RABBin hiç kimseye (ve hiçbir şekilde) zulmetmeyendir.” (Kehf 18/49)

وَالَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَإِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَ
“Vellezîne yectenibûne kebâire’l- ismi ve’l- fevâhışe ve izâ mâ gadıbûhum yagfirûn (yagfirûne).:
(Gerçek mü’minler;) Büyük günahlardan ve çirkin utanmazlıklardan (fuhşiyattan) kaçınıp çekinenlerdir ve kızdıkları-gazâblandıkları zaman da affedip bağışlayabilen (kimse)lerdir.” (Şûra 42/37)

Resim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yedi büyük günahı.: Şirk, büyü, adam öldürme, ribâ, yetim malı yeme, savaştan kaçma ve iffetli müslüman kadına zinâ isnadında bulunma” olarak sıralamaktadır. (Buhârî, Vesâyâ,23, Hudud, 44; Müslim, İman, 144;Süleyman b. el-Eş’as b. İshak b. Beşir b. Şeddad b. Amr b.İmran Ebu Dâvud, Sünen-i Ebi Davud, Vesâyâ,10.)

Resim ALLAH’a karşı, diğer varlıklara ve kendisine karşı işlenebilmektedir. Diğer varlıklara karşı işlenen ve “kul hakları” olarak adlandırılan günahlar, küfür ve şirkten sonra en ağır günahlardır. Hiç kimse bir başkasının günahından sorguya çekilemez. Ancak kötü örneklikte günah işleyerek çığır açanlar, kendilerini izleyenlerin günahlarından da sorumlu tutulacaklardır.:

وَإِذَا قِيلَ لَهُم مَّاذَا أَنزَلَ رَبُّكُمْ قَالُواْ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ
لِيَحْمِلُواْ أَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمِنْ أَوْزَارِ الَّذِينَ يُضِلُّونَهُم بِغَيْرِ عِلْمٍ أَلاَ سَاء مَا يَزِرُونَ
“Ve izâ kîle lehum mâ zâ enzele RABBukum kâlû esâtîru’l- evvelîn (evvelîne).
Liyahmilû evzârehum kâmileten yevme’l- kıyâmeti ve min evzârillezîne yudıllûnehum bi gayri ilm(ilmin), e lâ sâe mâ yezirûn (yezirûne).:

Onlara (inkârcılara) "RABBiniz ne indirdi?" dendiğinde, (ne olacak) "Eskilerin masallarını" demektedirler.
Bu onların (Kur’anî Hüküm ve haberleri inkâr edip küçümsemeleri) kıyamet gününde kendi günahlarının tamamını ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için (yeterlidir). Bak hele, ne kötü yük yüklenirler. (Çünkü bir şeye sebep olan ve kötü çığır açan, onu işleyenler gibi vebaldedir.)”
(Nahl 16/24-25)

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَن نُّؤْمِنَ بِهَذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِندَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَى بَعْدَ إِذْ جَاءكُم بَلْ كُنتُم مُّجْرِمِينَ
وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَن نَّكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَندَادًا وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Ve kâlellezîne keferû len nû’mine bi hâze’l- kur’âni ve lâ billezî beyne yedeyh (yedeyhi), ve lev terâ iziz zâlimûne mevkûfûne inde RABBihim, yerciu ba’duhum ilâ ba’dıni’l- kavl (kavle), yekûlullezînestud’ifû lillezînestekberû lev lâ entum le kunnâ mûminîn (mûminîne).
Kâlellezînestekberû lillezînestud’ifû e nahnu sadednâkum ani’l- hudâ ba’de iz câekum bel kuntum mucrimîn (mucrimîne).
Ve kâlellezînestud’ifû lillezînestekberû bel mekru’l- leyli ven nehâri iz te’murûnenâ en nekfure billâhi ve nec’ale lehû endâdâ (endâden), ve eserrûn nedâmete lemmâ raevû’l- azâb (azâbe), ve cealne’l- aglâle fî a’nâkıllezîne keferû, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn (ya’melûne).:

(Gerçekten) İnkâr eden ve küfre giren kimseler (şunlardır ki) onlar şöyle derler: “(İşimize gelmediği ve sıkıntıya sevk ettiği için) Biz (kesinlikle ve hiçbir şekilde) bu Kur’an’a da, ondan önce gelen kitaplara da inanmayacağız. (Çünkü biz gerçeği değil, keyfimizi ve dünyamıza gerekeni aramaktayız.” Bu şeytani inatları ve bozuk fıtratları yüzünden akılları yattığı halde, bile bile Kur’an’ın adalet hükümlerini ve ahlâki prensiplerini inkâr ve itiraz eden) Zâlimleri, Sen RABBleri huzurunda (yaptıklarının hesabını vermek üzere) tutuklanmış vaziyette (iken) eğer bir görsen (ki o zâlimler: a- İmkân ve iktidarlarıyla kibirlenip büyüklük taslayan yönetici tabakası, b- Ezilen, sömürülen ve sindirilerek zayıf ve çaresiz bırakılan, ama gaflet ve cehaletle yine de zâlim yöneticilerin peşine takılan halk tabakası olarak iki kısımdır.) Bunlar birbirlerini (suçlayıp) karşılıklı söz döndürüp laf dalaşı yaparak; müstaz’af zâlimler, müstekbir zâlimlere derler ki; “Eğer siz (başımızda) olmasaydınız (iktidar konumunda iken adil ve ahlâki esaslara göre davransaydınız,) herhalde bizler de (Hakka inanan ve hayra uyan) mü’min kimseler olacaktık. (Hain güçlerden ve şeytani çevrelerden de destek alarak; faiz ve sömürüye dayanan ekonomik sisteminizle… Ahlâki ve manevi değerlerden yoksun eğitim düzeninizle… Baskıcı ve barbar yönetim ve yöntemlerinizle bizleri yoldan çıkardınız. Ey RABBimiz, asıl suçlu ve sorumlu olan bu gaddar ve hilekâr idarecilerimizdir!” deyip kurtulmaya çalışacaklardır.)
(Bunun üzerine) Müstekbir (ve mücrim yöneticiler), müstaz’af (halk kesimine dönerek) şöyle diyecekler: “Size hidayet (rehberi Kur’an ve hakikat önderi Peygamber) geldikten (Hakka ve hayra davet edildikten) sonra, biz mi sizi ondan (İslam’ın adalet nizamından zorla) çevirip alıkoyduk? Hayır! (Bozuk fikirlerimizi ve bâtıl fiillerimizi bile bile hidayet yolunu değil, bizi tercih edip seçtiniz, sevdiniz ve desteklediniz...) Aslında siz mücrim (suçlu ve hain) kimselerdiniz!..”
(Bu sefer zayıf bırakılan ve baskı altında tutulan) Müstaz’af (halk kesimi, imkân ve iktidar sahibi olan kibirli ve yetkili) müstekbirlere (dönüp) diyecekler ki: “Hayır! Sizler gece-gündüz (basın-yayın, televizyon ve internet yoluyla, kanun ve karakol zoruyla) hileli (ve tehlikeli) düzenler kurup, bizim ALLAH’ı (Kitabını ve bazı kanunlarını) inkâr etmemizi, (haksızlık ve ahlâksızlığa yönelmemizi ve hatta, düşünce ve davranışlarımızı yozlaştırıp ve sizleri putlaştırıp) O’na eş ve denk (kimseler) kılmamızı emrediyor (devlet ve hükümet gücüyle bizi sapkınlığa sürüklüyor)dunuz!.. (Evet, zulüm ve zorbalığa karşı çıkan şuurlu ve onurlu bir Müslüman olmamızı istemiyordunuz.”İşte bu müstekbiryöneticilerve müstaz’afhalk kesimleriortak oldukları zulüm ve günahlarının karşılığı olarak girecekleri cehennem) Azâbını gördüklerinde; pişmanlık (ve perişanlık)larını içlerine atarlar. (Sonsuz ve kahredici bir nedamet ve hasret içinde kıvranıp dururlar.) Biz de inkâr (ve isyan eden zâlimlerin ve onları seçip seven hainlerin) boyunlarına halkalar geçirip (cehenneme sokarız. Böylece dünyadaki küfür ve kötülüklerinin, haksızlık ve ahlâksızlığı desteklemelerinin karşılığı olarak hak ettikleri cezâya çarptırırız. İşte bu İlahi adaletin gereğidir.) Yoksa onlar (dünyada) yaptıklarından başkasıyla mı cezâlandırılacaklardı? (Hayır, herkes akıbetini ve âhiretini kendi eliyle hazırlamakta, küfre ve zulme taraf olanlar cehennemi, İslamiyet ve istikamete tâbi olanlar ise cenneti elde etmektedir.)”
(Sebe’ 34/31-33)

Resim Herkes kendi günahından sorumludur. Kişi, kendisine karşı günah işleyerek selim fıtratını bozduğu için sorumlu duruma düşer.:

إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوَءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِن قَرِيبٍ فَأُوْلَئِكَ يَتُوبُ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُوْلَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
“İnnemât tevbetu alâllâhi lillezîne ya’melûnes sûe bi cehâletin summe yetûbûne min karîbin fe ulâike yetûbullâhu aleyhim. Ve kânallâhu alîmen hakîmâ (hakîmen).
Ve leysetit tevbetu lillezîne ya’melûnes seyyiât (seyyiâti), hattâ izâ hadara ehadehumu’l- mevtu kâle innî tubtul’âne ve lâllezîne yemûtûne ve hum kuffâr (kuffârun). Ulâike a’tednâ lehum azâben elîmâ (elîmen).:

ALLAH’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe; ancak cehalet nedeniyle (bilmeden ve cahiliye düzeninin teşvikiyle) kötülük yapanların, sonra da yakın bir süreçte hemen ardından tevbe edenlerin(kidir). İşte ALLAH, böylelerinin tevbelerini kabul eder. ALLAH, Bilendir, Hüküm ve Hikmet sahibi olandır.
(Yoksa) Ne, (bir sürü) kötülükleri yapıp-edip de, (sonra) onlardan birine ölüm gelip çatınca.: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenlerin; ne de kâfir olarak ölenlerin tevbesi (geçerli) değildir. Böyleleri için acı bir azâb hazırlamışızdır.”
(Nisâ 4/17-18)
Resim
Kullanıcı avatarı
kulihvani
Site Admin
Site Admin
Mesajlar: 12888
Kayıt: 02 Eki 2006, 02:00

Re: KELÂMULLAH’ta-RESÛLULLAH’ta IZDIRAB, İ’TİRAF ve PİŞMANLIK

Mesaj gönderen kulihvani »


1.3.2. HUKUK BAĞLAMINDA SONUÇLARI.:

PİŞMANlığın derunî bir olgu olmaktan çıkıp fiili bir vakıaya dönüşmesi ancak tövbe ile mümkün olmaktadır. PİŞMANlığın belirtisi ve göstergesi şartları yerine getirilmiş Nasuh bir tövbedir.

Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, önemine binâen.: “Tövbe PİŞMANlıktır” buyurmuştur. (Buharî, Deavat 4; Tirmizi, Kıyâme 49)


BÖLÜM II KUR’ÂN’DA PİŞMANLIK OLGUSUNUN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ.:

2.1. Kur’ÂN-ı Kerîm’de PİŞMANlık Olgusunu İfâde Eden Kelime ve Üslublar.:

2.1.1. PİŞMANlık Olgusunu İfâde Eden Kelimeler.:

Aşağıda tahlil edeceğimiz kelime köklerinden bazıları doğrudan “PİŞMANlık” anlamına gelmektedir. Bazıları ise bir yönü ile PİŞMANlığın anlam alanına girer. Önce doğrudan PİŞMANlık anlamına gelen kelimeleri, sonrada dolaylı olarak PİŞMANlığı İfâde eden kelimeleri inceleyeceğiz.

2.1.1.1. PİŞMANlık Olgusunu Doğrudan İfâde Eden Kelimeler.:

2.1.1.1.1. “Ne-di-me”.:

فَبَعَثَ اللّهُ غُرَابًا يَبْحَثُ فِي الأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْءةَ أَخِيهِ قَالَ يَا وَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هَذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْءةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنَ النَّادِمِينَ
“Fe beasallâhu gurâben yebhasu fî’l- ardı li yuriyehu keyfe yuvârî sev’ete ahîh (ahîhi) kâle yâ veyletâ e aceztu en ekûne misle hâzel gurâbi fe uvâriye sev’ete ahî, fe asbaha minen nâdimîn (nâdimîne).: Derken, (ne yapacağını şaşırmış vaziyette bocalarken) ALLAH ona, yeri eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini gösteren bir karga gönderdi. (Bu ayetle insanların nebatat ve hayvanların hareket tarzından teknik ve pratik örnekler çıkarabilmesi öğütlenmektedir. Kardeş katili Kâbil;) "Bana yazıklar olsun" dedi. "Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?" Artık (o), PİŞMANlık duyanlardan olmuştu (ama iş işten geçmişti).” (Mâide 5/31)

Nedime kökü, hüzün, esef, tevbe, tahassür ve telehhüf mânâlarının tamamını kapsar. (Râzî, Muhtârus-Sıhha, Beyrut 1995, I/85; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV/187; Zebîdî, Tacu’l-Arus, IV/187)

Geçmiş bir işle ilgili olarak, görüşün değişmesinden dolayı duyulan tehassür mânâsındadır. (İsfehânî, Müfredât, s. 796; İbn-i Manzûr, Lisânu’l-Arab, XXII/572; Rahip Luis Ma’luf el-Yesûî, Müncid, “Nedm” mad., s. 799.)

Nedâmetin ana mânâları olan hüzün, esef, tevbe, tahassür ve telehhüf kelimelerinin üzerinde kısaca durmak, kelimenin anlamsal içeriğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Hz.Peygamber’in eşi Hatice ve amcası Ebû Talib’i kaybettiği seneye “Âmu’l-Hüzn/Hüzün Yılı” denir. Peygamber döneminde, gazvelere katılan mü’minlerin gönüllerine Şeytan tarafından“ailesinin ve hayatının ne olacağına dair” verilen vesveselerin, sahabenin gönlünde oluşturduğu üzüntüye de “hazen” denilmiştir.(İbn-i Manzûr, Lisânu’l-Arab, XXIII/111.)

Tevbe, geri dönmek, rucu etmek, dönüş yapmak, dinde yerilmiş şeyleri terk edip, övgüye lâyık olanlara yönelme biçiminde tanımlanmıştır. Günahı terk edip, ALLAH’a dönmek mânâsını da taşımaktadır. Tevben, tevbeten, tetvibeten, teben, met’eben bu fiilin mastarlarıdır. “İlâ” harf-i ceri ile kullanılırsa, ALLAH’a dönmek mânâsındadır. “Alâ” harfi ceri ile de, kişinin tevbesinin ALLAH tarafından kabul edilip, affedildiği mânâsında kullanılır. Günahtan ve hatadan dönmek mânâlarını da kapsar.
(Râzî, Muhtârus-Sıhha, I/85; Rahip Luis Ma’luf el-Yesûî, Müncid, ‘Tâbe’ mad. s.26; Bekir Topaloğlu, “Tövbe” mad. DİA, XLI/279.)

Tahassür, hasira’sülâsi fiilinin tefâul vezninde kullanımı olan tahassür, “iç geçirme, PİŞMAN olma, yaptığı hataya nâdim olma” mânâsına gelmektedir. Daha önce yaşanan bir olaydan dolayı nedâmet ve PİŞMANlığın sürekli artması şeklinde de tanımlanmıştır. “Hasran”, fa’lan vezninde geçmişte yaptığı şeylerden dolayı her geçen gün PİŞMANlık ve nâdimliği sürekli şiddetlenerek artan kişi anlamında fail olarak kullanılmaktadır. “Hasira” fiilinin ise, “mahzun olma, üzüntünün altında ezilme” mânâsı vardır. (İbn-i Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV/187; Rahip Luis Ma’luf el-Yesûî, Müncid, ‘Hasira’ mad. s.133.)

2.1.1.1.2. “Ha-si-ra”.:

Hasira, kişinin tüm varlığını, emeğinin ürünü olana malını, makam ve saygınlığını, ana sermayesini kaybedip iflas etmesi, ölçü tartıyı bozmaksı, aklını, sıhhatini, huzurunu ve imânını kaybetmesinden sonra yaşadığı PİŞMANlıktır. (Muhammed Fuat Abdulbâkî, Mu’cemü’l-Müfehres li Elfazi’l-Kur’ÂN, İstanbul 1984, s.281, 282.)
Bu fiil, aynı zamanda “nedâmet”in ana mânâlarından biridir. (Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Faris, Mu’cemü Mekayisi’l-Luğa, Daru’l-Fikir yay., Beyrut 2002,IV/195; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV/187; Rahip Luis Ma’luf el-Yesûî, Müncid, ‘h.s.r’ mad. s.133; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, IV/187; Râğıp el-İsfehânî, Müfredât, s.796.)
Hasira fiili ve türevleri Kur’ÂN-ı Kerîm’de on iki defa kullanılmaktadır. İstif’âl babı muzâri-cemi-müzekker-ğaib sîgasında bir,

وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ عِندَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَ
“Ve lehu men fîs semâvâti ve’l- ard(ardı), ve men indehu lâ yestekbirûne an ıbâdetihî ve lâ yestahsirûn (yestahsirûne).: (Çünkü) Göklerde ve yerde kim (ve ne) varsa (hepsi ve her şey) O’nundur. O’nun yanında (katında-huzurunda) olanlar, O’na ibâdet etmekte kibirlenip büyüklüğe kapılmazlar ve (bu hizmet ve gayretten asla usanıp) yorgunluk ve yılgınlık duymazlar. (Hepsi huzurla ve şuurla ALLAH’a ibâdet ve hizmet üzerindedirler.)” (Enbiyâ 21/19)

Mastar sîgasında yedi.: Âl-i İmrân, 3/156; Enfâl, 8/36; Meryem, 19/39; Yâsîn, 32/30; Fâtır, 35/8; Zümer, 39/56; Hakka, 69/50.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ كَفَرُواْ وَقَالُواْ لإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُواْ فِي الأَرْضِ أَوْ كَانُواْ غُزًّى لَّوْ كَانُواْ عِندَنَا مَا مَاتُواْ وَمَا قُتِلُواْ لِيَجْعَلَ اللّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللّهُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekûnû kellezîne keferû ve kâlû li ıhvânihim izâ darabû fî’l- ardı ev kânû guzzen lev kânû indenâ mâ mâtû ve mâ kutilû, li yec’alallâhu zâlike hasreten fî kulûbihim vallâhu yuhyî ve yumît(yumîtu), vallâhu bi mâ ta’melûne basîr (basîrun).: Ey iman edenler! Yeryüzünde (hicret ve sefer için) gezip dolaştıkları veya (gazada olup Hakk yolunda) çarpıştıkları süreçte (mü’min olarak ölen) kardeşleri için.: "Eğer yanımızda kalsalardı, ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi" diyerek (şehitleri kınayan) kâfir kimseler gibi olmayın!.. ALLAH, bunu (Hakk yolda fedakârlığı, ahmaklık sanma şuursuzluğunu) onların (münafıkların) kalplerinde onulmaz bir hasret (ve huzursuzluk duygusu) olarak kılmıştır. (Zira aslında) Dirilten ve öldüren ALLAH’tır. ALLAH, yaptıklarınızı Görendir. (Her şeyi kayıt altına alandır.)” (Âl-i İmrân 3/156)

Muttasıl ye zamiri ile iki.: En’âm 6/31; Bakara 2/167.

قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِلِقَاء اللّهِ حَتَّى إِذَا جَاءتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُواْ يَا حَسْرَتَنَا عَلَى مَا فَرَّطْنَا فِيهَا وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلَى ظُهُورِهِمْ أَلاَ سَاء مَا يَزِرُونَ
“Kad hasirellezîne kezzebû bi likâillâh (likâillâhi) hattâ izâ câethumus sâatu bagteten kâlû yâ hasretenâ alâ mâ farratnâ fîhâ ve hum yahmilûne evzârehum alâ zuhûrihim, e lâ sâe mâ yezirûn (yezirûne).: (Böylece) ALLAH’a kavuşmayı (huzuruna çıkmayı ve amellerinin karşılığını bulmayı) yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak, "Dünyada yaptığımız kusurlardan ve sorumsuz davranışlardan dolayı yazıklar olsun bize” diye (hayıflanacak ve PİŞMANlık duyacaklardır; şimdi dikkatle) bakın (ve ibret alın!) Yüklendikleri günah ne kadar kötü ve (cez3ası çok) ağırdır.” (En’âm 6/31)

Fâil vezninde ism-i fâil olarak bir âyette.:

ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِأً وَهُوَ حَسِيرٌ
“Summerciıl basara kerreteyni yenkalib lieyke’l- basaru hâsien ve huve haşir (hasîrun).: Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; (göreceksin ki) o göz (yerde ve göklerde bir uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde ve bitkin olarak sana dönecektir. (Çünkü ALLAH’ın yaratışında ve harika sanatında hiçbir hata bulunamayacaktır.)” (Mülk 67/4)

İsm-i mefûl vezninde bir defa kullanılmıştır.:

وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
“Ve lâ tec’a’l- yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ (mahsûren).: (Cimrilik ve bencillik yaparak) Elini boynunda bağlanmış (cebine ve kesesine hayır için hiç uzanmamış) olarak kılma; (elindeki nimetleri) büsbütün de açık tutma (saçıp savurma)! Sonra (horlanıp) kınanır, hasret (PİŞMANlık) içinde kalakalırsın.” (İsrâ 17/29)

Kur’ÂN-ı Kerîm’de toplam elli üç defa kullanılan bu fiil ve türevleri; elli âyette geçmiş “İnsânlardan bazılarının, hatalarının farkına varıp dünya hayatında tövbe ederek PİŞMAN oluşları ve âhiret hayatına ertelenmiş PİŞMANlıkları” konu almıştır.: Bakara, 2/27, 64, 121; Âl-i İmrân, 3/85, 149; Nisâ, 4/119; Mâide, 5/21, 30, 53; En’âm, 6/12, 20, 31, 140; A’râf, 7/9, 23, 92, 53, 90, 99, 149, 178; Enfal, 8/37; Tevbe, 9/69; Yûnus, 10/45, 95; Hûd, 11/21, 22, 47, 63; Yûsuf, 12/14; Nahl, 16/109; İsrâ, 17/82; Kehf, 18/103; Enbiyâ, 21/70; Hac, 22/11; Mü’minun, 23/34, 103; Şuara, 26/181; Neml, 27/5; Ankebut, 29/52; Fâtır, 35/39; Zümer, 39/15, 39, 63, 65; Ğafir, 40/78, 85; Fussilet, 41/23, 25; Şûra, 42/45; Câsiye, 45/27; Ahkâf, 46/18; Mücâdele, 58/19; Münâfikun, 63/9; Talâk, 65/39; Nûh, 71/21; Nâziat, 79/12; Asr, 103/2.

إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ
“İnnel insâne le fî husr(husrin).: Gerçekten insan hüsrandadır (zarar ve ziyandadır. Bu gaflet ve tembellik sonunda PİŞMAN ve perişan olacaktır).” (Asr 103/2)



Resim

Allahumme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ MuhaMMedin
Abdike ve
Nebiyyike ve
Rasûlike ve
Nebiyyi'l- Ummiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi ve's-sahbihi ve uMMetihi...
Resim
Cevapla

“Divanında Muhammedi Tasavvuf” sayfasına dön