ONA MESCİD-İ AKSÂDA RASTLADIM
Gönderilme zamanı: 16 Nis 2008, 14:09
Türk Askerine Has, Aklı Zorlayan Hamasî Bir Olay
ONA MESCİD-İ AKSÂDA RASTLADIM
Mevki: Kudüs
Mekân: Mescid-i Aksâ
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübârek makâmı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısında rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı, sizi Mescid-i Aksânın önüne kavuşturur. Mirâc mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıblemize yani...Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki; hâlâ bizim lâkabımızla anılır. Onikibin Şamdanlı Avlu derler oraya... Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüsü devlete kattığında, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam onikibin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescidin bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu, o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto, kaput, pardösü veya kaftan değil. Öyle bir şey işte.
Başında ki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzlerce çizgi, karışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı dâire başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız, İstanbullu, Kim bu adam? dedim.
Lâkaydî ile omuz silkti. Bilmem diye cevap verdi. Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım.
Türkçe Selâmünaleyküm Baba dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine parlak gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
-Aleykümselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
-Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüsü dörtyüzbir yıl üç ay altı günlük bir hâkimiyyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Zevâlin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye, oraya bir ardçı bölük bırakırız. Âdet odur ki, kenti zapt eden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
-Ben, dedi. Kudüsü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğünden... sustu. Sonra; elindeki silâhın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi gürledi:
-Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasanım...
Yarabbi!.. Baktım, bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları üzerinde başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana, bir emânetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emâneti yerine iletir misiniz?
-Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağına düşerse...Git burayı bana emânet eden kumandanım Kolağası Mustafa Efendiyi bul. Ellerinden bizim için öp. Ona de ki..
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
-Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi dersin....
Öyle yazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dörtbin yıllık Peygamber Ocağı Ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam elliyedi yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdânlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
Bu hâtıramı, televizyondaki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit, zamanın Genel Kurmay Başkanı beni aramıştı. Bu azîz askeri bulmak için aracı olmamı istiyordu. Hasan onbaşı bizdendi... O hâlde unutulmak kaderi idi. Öylede oldu zaten. Aramadık ki bulalım.
Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir Ulu Selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı fezâ ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an, ne yapıyorsunuz sevgili dostlar? Ben sizlere, Onbaşı Hasanı takdim ederim.
İlhan bardakçı
(Gerçeğe doğru)
ONA MESCİD-İ AKSÂDA RASTLADIM
Mevki: Kudüs
Mekân: Mescid-i Aksâ
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübârek makâmı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısında rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı, sizi Mescid-i Aksânın önüne kavuşturur. Mirâc mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıblemize yani...Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki; hâlâ bizim lâkabımızla anılır. Onikibin Şamdanlı Avlu derler oraya... Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüsü devlete kattığında, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam onikibin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescidin bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu, o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto, kaput, pardösü veya kaftan değil. Öyle bir şey işte.
Başında ki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzlerce çizgi, karışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı dâire başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız, İstanbullu, Kim bu adam? dedim.
Lâkaydî ile omuz silkti. Bilmem diye cevap verdi. Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım.
Türkçe Selâmünaleyküm Baba dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine parlak gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
-Aleykümselâm oğul...
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
-Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüsü dörtyüzbir yıl üç ay altı günlük bir hâkimiyyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Zevâlin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye, oraya bir ardçı bölük bırakırız. Âdet odur ki, kenti zapt eden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
-Ben, dedi. Kudüsü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğünden... sustu. Sonra; elindeki silâhın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi gürledi:
-Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasanım...
Yarabbi!.. Baktım, bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları üzerinde başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana, bir emânetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emâneti yerine iletir misiniz?
-Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağına düşerse...Git burayı bana emânet eden kumandanım Kolağası Mustafa Efendiyi bul. Ellerinden bizim için öp. Ona de ki..
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:
-Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi dersin....
Öyle yazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dörtbin yıllık Peygamber Ocağı Ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam elliyedi yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdânlığımıza rağmen devletine küsmemişti.
Bu hâtıramı, televizyondaki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit, zamanın Genel Kurmay Başkanı beni aramıştı. Bu azîz askeri bulmak için aracı olmamı istiyordu. Hasan onbaşı bizdendi... O hâlde unutulmak kaderi idi. Öylede oldu zaten. Aramadık ki bulalım.
Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir Ulu Selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı fezâ ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an, ne yapıyorsunuz sevgili dostlar? Ben sizlere, Onbaşı Hasanı takdim ederim.
İlhan bardakçı
(Gerçeğe doğru)