PAYLAŞIMLAR
Gönderilme zamanı: 16 Ara 2009, 18:40
gönderen HAYY-DOST
Son nefeste...
Bir dostu anlatıyor:
Hz. Amr ibni As ölüm döşeğindeyken yanına gittik. Yüzünü duvara döndü, uzun uzun ağladı. Bunun üzerin oğlu Abdullah:
-Babacığım! Ölümden korktuğun için mi ağlıyorsun? diye sordu. Amr ibni As (ra):
-Hayır, vallahi ölüm sonrasının korkusundan ağlamıyorum, dedi. O zaman Abdullah:
-Babacığım, sen hayırlı işler yaptın. Sen Resulullah (sav) sohbetinde bulunmadın mı?
Onun valiliğini yapmadın mı?
O sana şu müjdeyi vermedi mi?
Suriye'yi sen fethetmedin mi? diye özelliklerini tek tek saymaya başladı. O zaman Amr ibni As yüzünü bize döndü ve şunları söyledi:
-Ahiret için hazırladığımız en değerli azık La ilahe illallah Muhammedin Rasulullah
sözüdür.
Dinleyin beni. Benim hayatımda üç devir vardır.
Bir zamanlar kâfirdim. Müşriktim. Allah'ın elçisine benden fazla kin besleyen yoktu. En çok istediğim şey, bir yolunu bulup onu öldürmekti. Şayet bu haldeyken ölseydim, mutlaka cehennemlik olurdum. Helak olurdum.
Allahü Teala gönlüme İslam sevgisini koyunca, kalkıp Peygamber aleyhisselamın yanına gittim:
-Elini uzat sana biat edeceğim, dedim. O elini uzatınca ben elimi geri çektim. Hz. Peygamber (sav) bana döndü:
-Ne oldu, Amr? diye sordu.
Sonra aramızda şu konuşma geçti.
-Şart koşmak istiyorum
-Neyi şart koşacaksın?
-Allahü Teala'nın beni bağışlamasını.
O zaman Peygamber Efendimiz (sav) bana şunları söyledi:
-Müslüman olmanın, önceki günahları yok ettiğini bilmiyor musun?
-Hicret etmenin, daha önceki günahları silip süpürdüğünden haberin yok mu?
-Haccetmenin önceki günahları ortadan kaldırdığını bilmiyor musun?
O günden sonra Allah'ın elçisinden daha çok sevdiğim kimse yoktu. Gözümde ondan daha büyük biri mevcut değildi. Ona duyduğum saygıdan dolayı gözlerimi kaldırıp yüzüne bakamazdım.
Biri bana Peygamber Efendimizi (sav) anlatmamı isteseydi, yüzüne doya doya bakamadığım için bunu yapamazdım. Şayet bu haldeyken ölseydim, cennetlik olmayı umabilirdim. Ama heyhat ki ne heyhat.
Daha sonra saltanat işlerine karıştım. Siyasete bulaştım. O işlerin aleyhimde mi lehimde mi olduğunu bilemiyorum. Sizden şunu istiyorum:
Öldüğüm zaman arkamdan ne ağıt, ne de ateş yakın. Mahrem yerlerimi iyice örtün, kimse görmesin, çünkü melekler beni hesaba çekmek için yanıma gelecekler. Beni gömdüğünüz zaman üzerime toprağı yavaş yavaş atın.
Sonra kabrimin yanından hemen ayrılıp gitmeyin. Bir deveyi kesip etini taksim edecek kadar bir zaman orada durun. Böylece siz yanımdayken yerime alışayım ve Rabbimin elçilerine nasıl cevap vereceğimi düşüneyim.
Doç.Dr.Nihat Hatipoğlu
Gönderilme zamanı: 16 Ara 2009, 18:44
gönderen HAYY-DOST
Hz. Enes (ra) anlatıyor:
Peygamberimiz (sav) arpa ekmeği ile kokusu hayli ağır olan iç yağı yemeye davet edildiğinde dahi çağıranı kırmaz, davete icabet ederdi. Vefat etmeden önce, ailesinin nafakasını temin edebilmek için zırhını bir Yahudi'ye rehin olarak bırakmış ve onu geri alamadan vefat etmişti.
Hz. Ömer (ra) anlatıyor:
Adamın biri Resulü Ekrem'e (sav) üç defa seslenmiş ve Resulullah da (sav) her seferinde ona Lebbeyk-Buyur' diyerek çağrısına karşılık vermişti.
Ebu Ümame (ra) rivayet ediyor:
Bir kadın vardı; erkeklerle kötü-fuhşi sözler ediyordu. Bir defasında Rasulullah (sav) yüksekçe bir yerde oturmuş yemek yiyordu. Bu kadın Rasululah'ın (sav) yanına geldi ve:
-şuna bakın, kölelerin oturduğu gibi oturmuş onların yemek yiyişi gibi yiyor, dedi. Bunun üzerine Nebi (sav):
-Hangi köle benden daha iyi kölelik (Allah'a kulluk) yapabilir ki? buyurdu. Kadın:
-şuna bakın, kendisi yiyor, bana vermiyor, dedi. Rasulallah (sav):
-Gel, sen de ye! buyurdu. Kadın:
-Bana kendi ellerinle yedir, dedi. Rasulullah (sav) elleriyle ona bir lokma uzattı. Bu lokmanın ardından kadın, büyük bir hayâ perdesi içine büründü ki hayatının sonuna kadar bir daha hiç kimseye kötü söz söylemedi.
Cerir (ra) anlatıyor:
Adamın biri Rasulullah'ın (sav) huzuruna geldiğinde onun heybetini görünce tir tir titremeye başlamıştır. Adamın halini gören Hz. Peygamber de (sav):
-Rahat ol! Ben bir hükümdar değilim. Ben kuru et pişirerek karnını doyuran, Kureyşli bir kadının oğluyum, buyurmuştu.
Doç.Dr.Nihat Hatipoğlu
Gönderilme zamanı: 16 Ara 2009, 18:49
gönderen HAYY-DOST
Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine sığınmak
Hz. Ömer (ra) şam'a doğru yola çıkmıştı. Serg denilen yere varınca, kendisini orduların başkumandanı Ebu Ubeyde b. Cerrah ile komuta kademesindeki arkadaşları karşıladı ve ona şam'da veba hastalığı baş gösterdiğini haber verdiler.
Hz. Ömer (ra) şam'a doğru yola çıkmıştı. Serg denilen yere varınca, kendisini orduların başkumandanı Ebu Ubeyde b. Cerrah ile komuta kademesindeki arkadaşları karşıladı ve ona şam'da veba hastalığı baş gösterdiğini haber verdiler. Ömer (ra), Abdullah b. Abbas'a:
-Bana ilk Muhacirleri çağır, dedi.
Hz. Ömer (ra) onlarla oturup konuştu ve şam'da veba salgını bulunduğunu kendilerine bildirdi. Onlar nasıl hareket edilmesi gerektiğinde ihtilaf ettiler. Bazıları:
-Sen belirli bir iş için yola çıktın, geri dönmeni uygun bulmuyoruz, dediler. Bazıları da:
-Müslümanların kalanı ve Hz. Peygamberin ashabı senin yanındadır. Onları bu vebanın üstüne sevk etmenizi uygun görmüyoruz, orada salgın hastalık var, dediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra):
-Gidebilirsiniz, dedi. Daha sonra Abdullah b. Abbas'a (ra):
-Bana Ensar'ı çağır, dedi. Onlar da Muhacirler gibi benzer sözler söylediler. Hz. Ömer (ra):
-Siz de gidebilirsiniz, dedi. Hz. Abdullah'a (ra) tekrar:
-Bana Mekke'nin fethinden önce Medine'ye hicret etmiş olan Kureyş Muhacirlerinin yaşlılarını çağır, dedi.
Onlardan iki kişi bile ihtilaf etmedi ve hepsi:
-İnsanları geri döndürmeni ve bu hastalığın olduğu yere gitmemeyi uygun görüyoruz, dediler.
Bu defa Hz. Ömer (ra) herkese seslenerek:
-Ben sabahleyin dönüş hazırlığına başlıyorum, siz de hayvanlarınıza binmiş olun, dedi.
Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra):
-Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? diye sordu. Hz. Ömer (ra):
-Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde! Dedi. Zira Ömer (ra) Ebu Ubeyde'ye muhalefet etmek istemezdi. Ve sözüne şöyle devam etti.
-Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersi senin develerin olsa da iki tarafı olan bir vadiye inseler, bir taraf verimli diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?
Tam o esnada bir takım ihtiyaçların karşılamaz için ortalarda görünmeyen Abdurrahman b. Avf (ra) çıkageldi ve:
-Bu hususta bende bilgi var, Rasulullah (sav) Efendimizin:
-Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde veba ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız buyururken işittim, dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) Allah'a hamd etti ve oradan ayrılıp yoluna devam etti. (Buhari, Tıb, 30; Müslim, Selam, 98)
Hz. Ömer'in (ra) bu tavrı kader' anlayışına nasıl bakmamız gerektiğine dair ipucu veriyor. Tedbir olarak ve bütün sebeplere sarılmamız gerekir. Bütün bunlara rağmen Yüce Allah başka bir şey dileyip önümüze getirecekse buna da razı olmak gerekir.
Doç.Dr.Nihat Hatipoğlu
Gönderilme zamanı: 17 Ara 2009, 15:37
gönderen HAYY-DOST
LEDÜN İLMİ
Hatırlayalım Rasùlullahsallallâhu aleyhi ve sellemin işaretin
-Allah nerededir, yerde mi gökte mi?-Mümin kullarının kalbindedir! (Gazali-İhyâ)
Allaha vâsıl olabilirsin; ama Allahı idrâk edebilir misin?
Hayır!.ONUN MİSLİ OLAN ŞEY YOKTUR(Şùra-11)
İDRÂKLAR ONU KAVRAYAMAZ(Enâm-103)
VE ONA LEDÜNNÜMÜZDEN İLİM İHSAN ETTİK
Evet, burada şu gerçeği kesinlikle tesbit edelim.
Şayet bizden bu ilmi dinliyorsanız, bu Allahû Teâlânın bize ihsân ettiği ilmin den dolayıdırBu ilim, çalışmakla elde edilmiş bir ilim olmayıp; Onun bizden zâhire çıkarmayı murad ettiği bir ilimdir.Onun ilmidir!.
O dilerse ,ilmini bir mahalde izhar eder.Yani, ilmin sende varoluşu, Allahın sende o ilmi izhar edişi yoluyladır!. İhâtan yoluyla değil.
İhâta yoluyla olmayışı demek; Allahın mânâlarını sonuna kadar ihâtanın, idrâkın mümkün olmadığına işarettir. Çünkü sonlu, kısıtlı, kayıtlı bir varlık değildir!. Olmayışı hasebiyle de ilmin sonu yoktur.
LEDÜN,
İNDALLAHTAN BAĞIŞLANAN GAYBİ İLİMDİR!
Zâtiyyuna has, müferriduna has, ikram yollu sunulan ind tanbağışlanan gaybi ilimdir.
KUDRET SIFATININ ZUHURU
LEDÜN İLMİNE BAĞLIDIR!
Bu ilme nail olanlar, artık kişilik değer yargılarından arınmış olurlar; ve Allahın âleme nazarı gibi bir nazar sahibi olurlar.
İkram yollu bir kula verilirse bu ilim -Hızır ve zatiyyun gibi-bir insanın tüm geçmişini ve gelecekte cennet veya cehennemdeki hâlini ve bütün mertebelerde nereye ulaşacağını icmâlen bilir.
Ledün ilminin verilmesi ile Kudret izhârı oluşur! Kudret sıfatının zuhûru ledün ilmine bağlıdır.
LEDÜN, KİŞİNİN ZÂTINDAN AÇIĞA ÇIKAN
ALLAHIN KUDRETİNE İŞARET EDER Kİ
İLÂHİ SIFATLARLA TAHAKKUK ANCAK LEDÜN İLE MÜMKÜNDÜR!
Ledün kelimesinin anlamını özünden gelen bir şekilde anlamakgerekir. İçten dışa bakarak.
Tasavvufta, mâiyyet sırrı denilen hususa işaret eden ind tâbiri Türkçe'ye katından diye çevrilmektedir ki bu asla yeterli olmayıp; bilâkis konunun inceliğini örtmektedir. Zâhir vardır, bâtın vardır, ledün vardır.
Ledün kelimesiyle işaret edilen her şey, o kişinin zâtından açığa çıkan Allah'ın kudretine işaret eder ki; buna şöyle de diyebiliriz.
Hikmet sisteminde açığa çıkan kudret sırrı!.
Dünya hikmet yurdudur. Her şey bir sebeple, bir vesile ile oluşur. Ahiret denilen ölümötesi yaşam ise kudret yurdudur; orada hikmet kuralları dünya fizik kanunları geçerli olmaz.
İşte mukarreblere dünyada ikrâm kabilinden gelen ledün nimeti ile kudret sırları seyredilir.
Genelde ledün kelimesinin anlamını özünden gelen bir şekilde anlamak gerekir
İçten dışa bakarak.
«Hakikatı» yaşayabilmek, ancak «ilmi ledün» ile mümkündür.
Zirâ, ilâhî sıfatlarla tahakkuk, ancak «ilm-i ledün» ile mümkündür!.
Şayet tasavvuf lisanı ile açıklamak gerekirse, kendini esmâ boyutunda, sıfat boyutunda ve zât boyutunda tanıyabilmek ana hedeftir ki; bu da ancak gidilecek noktanın ne olduğunu idrâk edip, O'nun gereğini yaşayabilmek ile mümkün olur. Bunun için de ilk hedef ALLAH ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek, anlamaktır!.
Yolculuk ALLAH'tan başlar, ve ALLAH'la, ALLAH'a olur ise son derece kısalır!.
ALINTI
Gönderilme zamanı: 17 Ara 2009, 16:03
gönderen HAYY-DOST
Ledün İlmi Nedir?
İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)
Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir." Kıyamet yaklaştıkça, insanlar dinden uzaklaşmaya başlamaktadır. Eskiden kerameti görülen evliya çoktu. Fakat dinden uzaklaştıkça evliya azaldı, kerametler görülmez oldu. Ledün ilmi unutuldu. Sapıklar çoğaldı, keramet inkâr edilmeye başlandı. Kerametin hak olduğuna Kuran-ı kerimden örnekler:
1- Hz. Süleyman, Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir? dedi. Cinlerden bir ifrit: Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter dedi. İlmi ledün [ilmi batın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40) [Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.]
2- Hz. Meryem peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu. Hz. Meryem mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Kuran-ı kerimde, (Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün.) buyuruldu. (Meryem 24) Hz. Zekeriya, Hz. Meryemin yanında taze meyve ve yiyecekleri görünce hayret ederdi. İşte âyet-i kerime meali: (Rabbi Meryeme hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık görür, Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor? der; o da: Bunlar, Allah tarafından diye cevap verirdi.) [Ali imran 37]
3- Eshâb-ı Kehfin kerameti de meşhurdur. Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kuran-ı kerimde, (İşte bu, Allahın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın.) buyuruluyor. (Kehf 17, 18)
4- Hz. Musanın yanındaki gencin çantasındaki balık canlanıp suya gitmiştir: (Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balık şaşılacak şekilde denize gitmişti.) [Kehf 61- 63]
5- Kehf suresinin 63. âyetinden itibaren Hz. Musa ile ledün ilmine sahip bir zatın kıssası anlatılır. Özetle şöyledir: (İkisi, [Hz. Musa ile bir genç] kendisine ilim verdiğimiz birini buldular. Musa ona, Sana öğretileni [ledün ilmini] bana da öğretir misin? dedi. O zat da: Sen benim yaptıklarıma dayanamazsın dedi. Sonra o zat, bindikleri gemiyi deldi. Hz. Musa, Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin dedi. Daha sonra, bir erkek çocuğunu öldürdü. Hz. Musa, Masumu öldürdün, pek kötü bir şey yaptın dedi.) Günahsız çocuğu öldürmek elbette çok büyük günahtır. Ama bunu yapan zat, kerametle biliyordu ki o çocuk, büyüyünce zâlim biri olacaktı. Onun yerine iyi bir çocuk verilmesi de istenmişti. Hz. Musaya Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi? dedi. Demek ki o zat, Hz. Musanın dayanamayacağını da kerametle biliyordu. Hz. Musanın arkadaşı duvarları [kerametle] doğrultuverdi. O zat, Hz. Musaya bu işlerin hikmetini açıkladı. (Kehf 63-81) [Hz. Musanın arkadaşının [Hızırın] sahip olduğu ilme ilmi ledün deniyor. Bu ilmi ancak tasavvuf sahibi, keramet ehli evliya bilir, mezhepsizler bilmez.] Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İlmi ledün, sırrı ilahidir. Allah, onu salihlerden dilediğinin kalbine koyar.) [Deylemî]
İLM-İ LEDÜN
Türkçe'de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda "ınde" lafzının da müteradifi sayılan "ledün" kelimesi, "ilm-i ledün" şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatlar mânâsına gelir. Başta, umum Enbiyâ ve Mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin - bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız - ilimleri, Cenab-ı Hak tarafından vahiy ve ilham ünvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve marifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır. Hususiyle de, "ekrabu'l-mukarrebîn" olan İlm-i Ledün Sultanı'nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve marifeti - bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz - ilm-i ledün nev'indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi'nin:
Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı'dır,
Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.
mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu hususî irfan havzının da bir marifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyz yoluyla, hususî bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir..ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir.
İlm-i ledün, her zaman zahirî şer'e muvafık olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını "usûlü'd-dîn" prensipleriyle tashihe tabi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşf ve ilhamlarını muhkemâta göre tesbit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür.. dünya ve ukbâyı bir vahidin iki yüzü gibi müşahede eder.. ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.!
Kur'an-ı Kerim, Kehf Sûresi'nde bu mazhariyeti hâiz, Allah'ın has bir kulundan bahsederken - Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler - "Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik." (Kehf/18:65) şeklinde bir açıklamada bulunur. Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür.. ve Hazreti Musa gibi "ülü'l-azm" enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hazreti Hızır'a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahîh-i Buhari'de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hazreti Musa'ya "Yâ Musa, ben, Allah'ın bana öğrettiği öyle hususî bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem" der.
Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, hususî bazı kimselere Cenabı Hak'kın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malûmat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. Zira bu ilim - liyâkat, istidat, Allah'a yakınlık.. gibi hususların şart-ı adî planında vesilelikleri mahfuz - tamamen Allah'ın bir atâ tecellisidir ve kat'iyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla, ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur. Evet o, Bu tamamen Allah'ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütf ve ihsan sahibidir." (Cuma/62:4) fehvasınca hususî bir tecellinin unvanıdır.
Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaz' etmek de mümkündür:
Hazret-i Musa'nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir "ilm-i şeriat", Hızır'ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hazreti Musa'nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır'ın malûmatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridattan ibarettir ki, buna "ilm-i ledünn-ü sırf" dendiği gibi "ilm-i hakikat" , "ilm-i bâtın" da denegelmiştir.. ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der:
Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle,
Esrar-ı Hak'kı ilm-i ledünde ara..!
Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Zira bu ilim, Cenab-ı Hak tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecelli etmektedir ve aynı zamanda bu tecelli, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eserden eser sahibine, vücuttan vicdana akseden bir marifettir.. ve her şekliyle de keşf ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen, farklı derecelerde tecelli ettiği gibi, seyr-i rûhânîsini Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enam'ın vesayetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur.
İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellileriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak
tecelli edince ona "hâtır" denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak'tan geldiği kendi karîneleriyle kat'î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak'tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazreti "İlim"den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet'e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır veya sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzu olmadığı bir hâtırın Hazret-i İlim'in tecellilerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur.
Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de "heces" veya hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenabı Hak'ka teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir.
Sûfiye, Hak tarafından gelip kalbde yankılanan hitaba "hâtır-ı Hak", melekten geldiği bilinene "hâtır-ı melek", nefis ve şeytan tarafından esip rûhu saran manevî şerarelere de "hevâcis" veya "şeytanî vesveseler" diyegelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da "usûlü'd-din" ve "Sünnet-i Seniye" mizanlarını bilmeye vabestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer'î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur.
Nefis ve onun hevâcisi, şeytan ve onun da vesveseleri ilm-i ledün konusunun dışında epistemolojik meseleler olduğundan şimdilik onları geçiyoruz.
ALINTI
--------------------------------------------------------------------------------