Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

KURU AKIL NEYE YARAR

Resim



Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lafa tuttu. Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi. Sonra dedi ki: “ o iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!” Bedevi “ bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil1” dedi. Adam “ neden bu kumu doldurdun” diye sordu.

Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”. Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy. Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür hakim, böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?” Dedi. O iyi kalpli bedevi, hakime acıdı, onu deveye bindirmek istedi. Tekrar “ Ey güzel sözlü hakim, birazcık halinden bahset. Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin ya padişah. Doğru söyle!” dedi. Hakim dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime elbiseme baksana!” bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.

Hakim cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!” Bedevi, “ peki, bari dükkanındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Hakim dedi ki “ Benim dükkanım nerede, yerim yurdum nerede? Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlar da bulunuyorsun, ne kadar paran var?

Alemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi. Hakim, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok. Yalınayak başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince; Arap dedi ki : “ yürü, yanımdan uzaklaş. Senin nuhusetin benim başıma da çökmesin. O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün zamane halkına şom. Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim. Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız! Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım pehrizkar!”

Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın. Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Tanrı nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir. Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi attırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır. Ahir zamanın adi ukalası, kendileri evvelce gelenlerden üstün görürler. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.

Fikir ona derler ki bir yol açsın. Yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin. Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil. Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pak dininin yüceliği gibi ebedidir.






Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

İBRAHİM ETHEM'İN KERAMETİ

Resim



İbrahim Ethem’den rivayet edilmiştir; bir yerde deniz kıyısında oturmuş, o can sultanı, hırkasını dikmeğe koyulmuştu. Ansızın oraya bir emir geldi. o emir, şeyhin kullarındandı. Şeyhi tanıyıp hemen secde etti. Şeyhin hırka dikmekte olduğunu görüp şaşırdı. Şekli de değişmişti, huyu da! Emir, kendi kendisine “ öyle bir ulu sultanlığı terk etti de şu yoksulluğu ihtiyar etti. Bu ne acayip iş! Yedi iklim padişahlığını kaybetsin de yoksullar gibi kendi hırkasını diksin” diyordu.

Şeyh onun düşüncesini anladı. Şeyh, ümit ve korku gibi gönüllere girer, yürür. Cihan esrarı ona gizli değildir. Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun! Ten ehlinin yanında edep, zahiri muameleden ibarettir. Çünkü Tanrı, onlardan gizli şeyleri örtmüştür. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, batini bir muameledir. Batına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.

Sen ne aykırı iş yapıyorsun. Körlerin yanına bir makam kapmak hevesiyle gidiyor, huzur ile edebe riayet ederek ta kapı yanına oturuyor. Gözlülerin yanındaysa edebi terk ediyorsun. Onun için şehvet ateşine odun oldun ya! Madem ki anlayışın yok, hidayet nurundan mahrumsun. Körler için yüzünü cilala, süsle dur.

Gözlülerin huzurunda da yüzüne pislik sür, sonra da bu kokmuş halinle nazlan! Şeyh, derhal iğnesini denize attı ve yüce sesle iğneyi istedi. Yüz binlerce Tanrı balığı, her birinin ağzında birer altın iğne olduğu halde, Ey şeyh Tanrının iğnelerini al, diye Tanrı denizinden baş çıkardı. İbrahim Ethem, yüzünü o emire dönüp dedi ki; Ey emir, gönül saltanatı mı iyi, öyle bayağı bir saltanat mı?

Bu zahiri bir işaretten ibaret, bir hiç hile değil. Batın alemine varırsan bunun yirmi mislini görürsün. Şehre bahçeden bir dal getirirler. Fakat bağı bostanı oraya nasıl götürsünler? Hele bu gökyüzü, ancak bir yaprağı olan bir bağ olursa. Hatta o alem bir içtir, hakikattir de şu cihan, onun kabuğuna benzer. Sen, o bağa doğru adım atamıyorsun. Fazla koku kokla da nezleni gider!

Bu suretle o koku, canını çeksin de gözlerinin nuru olsun. Yakup Peygamberin oğlu Yusuf, bu koku hakkında “ Gömleğimi alın, götürüp babamın yüzüne koyun” dedi. Ahmet bu koku için vaizlerinde daima “ Gözüm namazda ışıklanır” buyurdu. Beş duyguda birbirleriyle birleşmiştir.

Çünkü beşi de bir asıldan meydana gelmedir. Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; birisi her birisine saki olur. Gözün görüşü, söz söyleme kabiliyetini artırır. Gözdeki aşk da doğruluğu. Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.

Sülukta bir duygu, bağını çözdü mü öbür duyguların hepsi birden değişir. Bir duygu, zahiri duygularla idrak edilemeyecek şeyleri duydu, gördü mü, gayba ait şeyler bütün duygulara aşikar olur. Sürüden bir koyun yürüyüp dereyi atlayınca öbür koyunlar da birer, birer o tarafa atlarlar.

Sen de duygu koyunlarını sür, Tanrı yazısında yay, otlat. Da orada sümbül ve ağustos gülü yesinler, hakikat bahçelerine yol bulsunlar. Öbür duyguların hepsi birer, birer o cennete ulaşsın diye her duygun, duygulara peygamberlik eder. Duygular, senin duyguna dilsiz, dudaksız, hatta hakikatten de öte, mecazdan da öte sırlar söyler.

Çünkü bu hakikat dediğin türlü, türlü tevil edebilir. Bu vehimlenme de hayaller doğurur durur. Halbuki ayan alemine mensup olan hakikatse hiçbir suretle tevil edemez. Her duygu senin duyguna kul olunca gayri felekler bile senden ayrılamaz. Bar derinin sahibi kimdir diye dava çıksa, deri kiminse içi de onundur.

Bir saman denginin kime ait olduğunda nizaa düşülse buğday kimin? Sen ona bak! (çünkü saman da buğday sahibinindir.) felek kabuktur, ruhun nuru iç. Bu görünürde o görünmez. Ayağın kaymasın, sallanma, kendine gel! Cisim zahiridir, ruhsa gizli. Cisim yen gibidir, ruh el gibi. Akılsa ruhtan daha gizlidir. Duygu, ruhu çabucak anmalı.

Mesela bir hareket gördün mü anlarsın ki o hareket eden diridir. Fakat akıllı mı acaba? Bunu bilemezsin. Mevzun hareketlere başlar, bakırın kimya ile altın oluşu gibi o da hareketlerini bilgisiyle tanzim ederse, ele benzeyen ruhun o münasebetli, o muntazam hareketlerinden anlarsın ki aklı vardır.

Vahiy kabul eden ruhsa akıldan da gizlidir. Çünkü o gayptır, gayp alemindendir. Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemal sahibi olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı. Vahiy ruhuna münasip şeyler de var,fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.

Akıl, o ruhun işlerine gah delilik diye bakar, gah şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır. Hızır’a göre alelade olan işler Musa’nın aklını şaşırttı, Musa onları görünce bulandı. O işler Musa’ya aykırı göründü. Çünkü Musa o hale sahip değildir. Musa’nın aklı bile gayp işlerine ermezse, ey ulu kişi bir farenin aklı nedir ki bu işlere ersin! Taklit bilgisi, satış içindir, bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.

Fakat hakikat bilgisine müşteri, Tanrıdır. Bu bilgi sahibinin pazarı daima işler, daima parlar. Alışveriş ederken mest bir halde ağzını yumup oturur. Fakat müşteri Tanrıdır. Ademin dersine melek müşteridir, o derse dev ve peri mahrem değildir. Adem, senin dersin her şeyin adını haber vermektir. Haydi, Tanrı sırlarını kıldan kıla anlat.

Kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve temkini bulunmayan, kişiye fare dedim, çünkü yeri, yurdu topraktır. Farenin de geçim yeri topraktan ibarettir. Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir, o , her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir. Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar. Tanrı fareye de miktarınca akıl vermiştir. Çünkü yüce Tanrı, hiç kimseye ihtiyacından artık bir şey vermez.

Eğer alemin yeryüzüne ihtiyacı olmasaydı alemlerin Rabbi, yeri yaratmazdı. Bu titreyip duran yeryüzü, dağlara muhtaç olmasaydı Tanrı, o heybetli dağları halk etmezdi. Göklere de ihtiyaç olmasaydı yedi kat göğü yoktan meydana getirmezdi. Güneş, ay ve şu yıldızlar, ancak ihtiyaç yüzünden zuhura geldi.

Şu halde varlıkların kemendi,( yoklukları çekip varlık alemine getiren) ihtiyaçtır. Tanrının ihsanı ihtiyaç miktarınca zahir olur. Yürü, çabuk ihtiyacını arttırır da Tanrının kereminden cömertlik denizi coşsun. Şu yol üstünde dilenen, şu dilenciliğe düşmüş olan yoksullar, halka ihtiyaçlarını arz ederler. Kör , sakat, hasta illetli olduklarını gösterir, bu suretle halkın merhametini coşturmak isterler. “ Ey halk, ekmek verin. Benim de ambarım var, benim de malım, benim de sofram var” derler mi hiç?

Köstebeğin yemek içmek için göze ihtiyacı yoktur. Onun için Tanrı onu gözsüz yarattı. Köstebek, gözsüz de pekala yaşayabilir. Ter-ü taze toprakta göze ne ihtiyacı var* zaten ancak hırsızlık etmek için topraktan çıkar, başka bir iş için değil, Tanrı, onu bu hırsızlıktan arıtsa, o da kanatlanır, kuş olur; melekler gibi göklere uçup gider.

Tanrının gül bahçesinde her an bülbül gibi yüzlerce nağme çıkarır. “ Ey çirkin sıfatlardan kurtaran, ey cehennemi cennet haline getiren, Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey gani Tanrı. Fakat o maanınin cisimle ne alakası var?

Keramet ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi. O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin. O koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın.

Eğer su yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden, yeniye görünen çerçöp nedir ki? Senin çerçöpün de fikri suretlerindir. Aklına her an yeniden yeniye el dokunmamış düşünceler gelmektedir. Düşünce ırmağın yüzü de güzel ve sevimsiz çerçöpten hali değil. Bu kadar suyun üstünde görünen kabuklar, gayp bağı meyvelerinin kabuklarıdır.

Bu kabukların içini suda ara. Çünkü su ırmağa bağdan kaynamakta, bağdan gelmektedir. Abıhayatın akışını görmüyorsan ırmağın üstündeki dalların, yaprakların,çerçöp de daha çabuk sürüklenip gider. Bu feyiz şiddetle zuhur etti mi gayri ariflerin gönüllerinde gam gelmez, o gönüllerde elem eğleşmez olur. Nitekim ırmak da dopdolu olur, pek hızlı akarsa üstünde çerçöp eğlenmez!

Birisi, şeyhin birini “ Kötü adam, doğru yolda değil. Şarap içiyor, mürai ve pis herif. Böyle adam nereden müritlerin imdadına yetişecek?” diye kınadı. Başka biri de ona dedi ki “ Edebe riayet et. Büyükler hakkında böyle zanda bulunmak yaraşmaz. Onun saf seli, bulanıversin. Bu ondan ve onun sıfatlarından ne kadar uzak!

Hak ehline böyle bühtanlarda bulunma, bu senin hayalinden ibaret, çevir yaprağı! Böyle bir şey olmaz ya şayet olsa bile ey toprakta uçan kuş, bahrumuhite pislikten ne zarar! O iki testiden az, yahut küçük bir havuz değil ki. Bir katracık pislik onu nasıl bulandırır, nasıl kirletir.? Ateş, İbrahim’e bir ziyan veremedi. Kim nemrutsa sen ona de : kork ateşten! Nefis Nemruttur, akılla can da Halil. Ruh, işin tam içindedir. Kılavuza ihtiyaç yok kılavuza muhtaç olan nefistir.

Kılavuz yolcuya, çöllerde her an kaybolma lazımdır. Menzile ulaşanlara gözden, ışıktan başka bir şey lazım değil. Onlar kılavuzdan da kurtulmuşlardır, çölden de. Eğer o vuslat eri bir delil getirirse henüz mücadele içinde bocalayanlar anlasınlar diye getirir. Baba, küçük çocuğuna onun dilince “ Ti, ti” der, aklı, alemi ölçüp biçse bile!

Üstat “ Elifte bir şey yok” dese fazileti eksilmez, yücelikten düşmez. Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk etmek, onun dilince konuşmak gerek. Ancak bu suretle senden bir bilgi, bir fen öğrenebilir. Bütün halk da şeyhin çocukları mesabesindedir. Nasihat verdiği zaman pire, onların seviyesine inmek lazım”

Şeyhin müridi, o kötü sözlüye, o küfürle, sapıklıkla dopdolu kişiye dedi ki: kendini keskin kılıç üstüne atma. Aklını başına al, padişah ve sultanla savaşa girişme. Havuz ,deryaya omuz vurur, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa mahvoldu gitti.

O, öyle bir deniz değil ki ucu, kıyısı bulunsun da sizin pisliğinize bulansın! Küfrün de bir haddi, hududu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bi had yok! Haddi hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrıdan başka her şey fanidir. Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman.

Çünkü, o içtir. Küfürle imansa deri. Bu yokluklar, yüze perdedir. O leğen altında gizli ışığa benzer. Hulasa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz. Kafir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan!

Can tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır. Canımız hayvan canından daha üstündür neden? Çünkü onlarda Hissi Müşterek yoktur. Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür, şaşkınlığı bırak! Melekler, Ademe secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür.

Üstün olmasaydı secde ederler miydi? Üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmek doğru bir şey değil değildir, yaraşmaz. Tanrının adaleti, Tanrının lütfu bir gülün dikenine secde etmesini hoş görür mü? Bir can oldu da son mertebeyi de aştı mı artık her şeyin canı ona muti olur.

Kuş, balık, in,cin,insan hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan. Balıklar, hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu ipliğin iğneye tabi olmasına benzer. O emir, balıkların İbrahim Ethem’in emrini yerine getirdiklerini, balıkların ağızlarında iğneyle sudan baş çıkardıklarını görünce vecde geldi. bir ah çekip “ Balık bile piri tanıyor. Yuh olsun o tapudan sürülen tene! Balıklar bile piri biliyorlar da biz ondan uzağız. Biz bu devletten mahrumuz da onlar erişmiş” deyip, secde ederek ağlaya ,ağlaya perişan bir halde yola düzüldü; bu kerametin aşkından divaneye döndü.!

Hey yüzünü yıkamamış pis herif, neredesin sen ? kiminle kavgaya girişiyor, kime haset ediyorsun?! Sen aslanın kuyruğuyla oynamakla, meleklere saldırmaktasın. Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. kendine gel, o alçalışı yücelme sayma. Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, Şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya! Bakır kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya bakır yüzünden bakırlaşmaz ya! kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.

Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyun hiç ateşle korkutabilirler mi? Sen ayın yüzünde ayıp noksan buluyor, cennette diken topluyorsun. Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin. Güneşi balçıkla sıvıyor, kamil bedirde gedik arıyorsun. Alemde parlayıp duran güneş bir yarasa için nasıl gizlenir? Ayıplar, pirler ret ettiğinden ayıp oldu.

Kayıplar onların hasedi yüzünden kayıp kesildi. Huzurdan uzaksan bari dost ol, çabucak nedamet getir, işe güce koyul, da o yoldan sana da bir rüzgar essin. Rahmet, suyuna neden hasetle mani oluyorsun? Uzaktaysan bile bulunduğun yerden o tarafa yönel, “ Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün”

Eşek bile hızlı yürüyeyim der derken balçığa saplandı mı oradan kurtulmak için anbean oynar durur. Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz, bilir ki orası geçim yeri değildir. Duygun eşek duygusundan daha aşağı mı ki gönlün bu balçıktan sıçramadı bile. Balçığın içinde tevile ruhsat vermektesin çünkü orada gönlünü almak istemiyorsun ki.

“ Bana bu layık ihtiyarım elimde değil. Allah kerimdir. Bir acizi de suçlu tutacak değil ya” dersin. Ey sırtlan gibi kötülüğe giriftar olmuş kişi sen gafletinden bu muahezeyi görmüyorsun. Sırtlanı mağaranın içinde değil, dışarıda arayın derler. De mağarayı kapatırlar, halbuki sırtlan “ Benden haberleri yok. Bu düşmanlar, benden haberdar olsalardı sırtlan nerede, hani ya? Diye bağırırlar mıydı”

Şayb zamanında birisi, “Tanrı benden nice ayıplar gördü. Nice suçlarda bulundum. Böyle olduğum halde kereminden bana ceza vermiyor” dedi. Ulu Tanrı, Şuayb’ın kulağına dedi ki. “ Ona gayp aleminden fasih bir dille cevap ver: sen, ben ne kadar suç işledim, öyle olduğu halde Tanrı kereminden suçuma bakmıyor, bana mücazat etmiyor dedin ama, Ey aykırı düşünceli, ey sersem, ey yolu bırakıp da çölü tutmuş!

Seni nice kereler cezalandırdım. Fakat senin haberin yok. Ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmıştır. A kara kazan, isin, pasın kat,kat; için, yüzün berbat! Gönlünde is üstünde is kurum üstünde kurum. Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör olmuş. Eğer o is kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa eseri görünür.

Çünkü her şey zıddı ile meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı ütünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir. Fakat dumanın tesiriyle kazan karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı? Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.

Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer ,yer kararır, kızarır. Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlanmaya başlar. Ve “ Aman yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter. Paslar demiri yemeğe gevherini yok etmeye başlar.

Beyaz bir kağıda yazı yazarsan o yazı kağıda bakar bakmaz okunur. Yazılı kağıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü o karalanmış kağıt kağıt üstüne kara yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir manası kalmaz. O kağıda üçüncü defa bir şey yazarsan kafirlerin canı gibi tamamıyla kapkara olur. Şu halde her şeye çare bulan Tanrıya sığınmaktan başka ne çare var?

Bakırın ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır. Ümitsizlikleri ona arz edin de devasız derdinizden kurtuluverin!” Şuayb ona bu nükteleri söyleyince Şuayb’ın nefesleri yüzünden adamın gönlünde güller açıldı. Canı, gökyüzünden gelen vahiy sesini uydu. Dedi ki. “ eğer bizi cezalandırdıysa nişanesi nerede?”

Şuayb “ Yarabbi, beni kabul etmiyor. Bu muhazeye, bu cezaya nişane aramakta” dedi. Tanrı “ Ben ayıpları örtücüyüm, sırları söylemem. Ancak iptilasına dair şu tek remzi söyleyeyim. Onu cezalandırdığımın bir nişanesi şu: oruç tutmak da dua etmekte. Namaz kılmakta, zekat vermekte. Başka ibadetlerde bulunmakta. Fakat ruhu bir zerre bile zevk duymuyor. Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir parçacık bile tat yok.

İbadeti kışırdan ibaret, iç, yok. Cevizler çok ama içleri boş! İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek tohumun ağaç olması için iç gerek! İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız surette hayalden başka bir şey değil.

O habis şeyh hakkında hezeyanlarda bulunmaktaydı. Eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür. “ ben, onu bir mecliste gördüm, takvası yok, bir müflisten ibaret. inanmıyorsan bu gece kalk da şeyhinin fıskını apaçık gör” dedi. Geceleyin o adamı bir pencere başına götürdü, dedi ki : “ fasikliğe bak, işreti gör”

Gündüzün riyasiyle gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebuleheb ! gibi. Gündüz adı Abdullah gece , elinde kadeh, neuzibillah!” pirin elinde dolu bir kadeh vardı. mürit bunu görünce “ Şeyhim, sen de mi aldatıcısın? Sen Şeytan, şarap kadehine hemencecik işeyiverir” demez miydin?” dedi.

Şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz. Bir bak hele buraya bir zerre bile sığar mı? Sen sözü yanlış anlamışsın, aldanmışsın. Bu zahiri şarap, zahiri kadeh değil ki. Onu, gaybı bilen şeyhten uzak bil. Be ahmak, şarap kadehi, şeyhin varlığıdır. Oraya şeytanın sidiğine asla yol yok1 o varlık, Tanrı nuruyla dolu, hem de dudağına kadar. Ten kadehi kırılmış, mutlak nur kalmıştır. Güneşin nuru, pislik üstüne düşmekle pislenmez ya, yine aynı nurdur”

Şeyh bu sözleri söyledikten sonra “ bu ne kadehtir, nasıl şarap, bir gel de bak be hey münkir” dedi. Mürit gelip baktı, gördü ki halis bal. O manasız düşmansa kör oldu, bir şey göremedi. O zaman pir müridine dedi ki: “ Yürü ey ulu mürit bana şarap bul, bir hastalığım var, şarap içmek zaruretindeyim. Hastalıktan ölüm haline geldim, hatta bu halden de iler bir hale düştüm.

Zaruret vakti her pis temiz sayılır. İnkar edene lanet başına toprak! Mürit meyhaneleri dönüp dolaşmaya,şeyh için her küpten şarap taşımaya başladı. Fakat küplerin hiç birin de şarap bulamadı. Hurma şarabıyla dolu olan küpler, balla dolmuştu. “ rintler, bu ne hal, bu ne iş? Hiçbir küpte şarap bulamıyorum” dedi. Bütün Rintler, ağlayıp ellerini başlarına vurarak Şeyhin yanına geldiler. “ Ey ulu Şeyh, sen meyhaneye geldin, bütün şaraplar, kudümün hürmetine bal oldu. Şarabı arıttın, bizim canlarımızı da kötü huylardan arıt. Tebdil et “dediler. Cihan baştanbaşa ağız, ağıza kanla dolu olsa Tanrı kulu yine ancak helal yer.






Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

SECCADESİZ NAMAZ

Resim



Bir gün Ayşe, peygambere dedi ki “ Ey Tanrı resulü, sen aşikar, gizli, neresini bulursan orada namaz kılmaktasın. Halbuki evde pis adamlar da gezip tozuyor. Sen de bilirsin ki pis çocuklar, nereye varırsa orasını pislerler.”

Peygamber, şunu “ Bil: Tanrı, büyükler pis şeyleri temiz etmiştir. Hakkın lütfu, bu yüzden secdegahımı, ta yedinci kat göğe kadar arıttı” diye cevap verdi. Kendine gel, kendine. Padişahlara hasede kalkışma. Terke hasedi. Yoksa alemde sen de bir iblis olursun. Veli zehir yese bal olur. Sen bal yesen zehir kesilir. O varlığını Tanrı varlığına tebdil etmiştir. İşi de eşyayı tebdil etmedir.

O lütuftan ibaret bir hale gelmiştir, her türlü ateşi de nur olmuştur. Ebabil kuşlarında Tanrı kuvveti vardı. Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fiili helak edebilirdi? Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Tanrıdan olduğunu bil. Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshabı fil suresini oku. Onunla inada kalkışır, beraberlik davasına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kafir bil sen?

Bir fareceğiz, bir devenin yularını eline aldı. Kurula, kurula yola düştü. Deve , tabiatındaki mülayimlik yüzünden onunla beraber yürümeye koyuldu. Fare “ Ben, ne de pehlivan, ne de yiğit ermişim” diye gurura düştü. Düşüncesinin ışığı deveye aksetti. “ Hele hoşindi. Ben sana gösteririm!” dedi.

Gide, gide bir büyük ırmak kenarına geldiler. Öyle büyük, öyle derindi ki ulu bir fil bile o ırmakta zebun olurdu. Fare orada duru, kaskatı kesildi. Deve “ Ey dağda, ovada bana arkadaş olan, bu duraklama ne, niye şaşırdın? Irmağa ercesine ayak bas, gir suya1 sen kılavuzsun, benim öcümsün. Yol ortasında durup susma” dedi.

Fare dedik ki: “ Bu su, pek büyük, pek derin bir su, arkadaş,ben boğulmaktan korkuyorum” deve “ Hele bir göreyim, ne kadarmış bu su ?” deyip hemen ayağını attı. Dedi ki: “ A kör sıçan, su diz boyuymuş. A hayvanların kusuru, neden şaşırdın?” fare, “ Sana karınca bize ejderha1 dizden dize fark var. Ey hünerli deve, sana diz boyu ama benim tepemden yüz arşın geçer.” Dedi.

Deve dedi ki. “ Öyleyse bir daha küstahlık etme de cismin, canın yanıp yakılmasın. Sen kendi gibi farelerle boy ölçüş. Deveyle sıçanın sözü yoktur.” Fare “ tövbe ettim, Tanrı hakkı için beni bu helak edici sudan geçir.” Dedi. Deve acıdı, “ haydi hörgücüme sıçra otur. bu geçiş benim işim. Seni de, senin gibi yüzlercesini de geçiririm” dedi.

Madem ki peygamber değilsin. Yola düş de günün birin de kuyudan kurtulup yüce bir makama erişesin. Sultan değilsen yürü, riayet ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine yürütme. Ticarette kamil değilsen yalnız başına dükkan açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir.! “ Susun, dinleyin” emrini işit, sükut et. Madem ki Tanrı dili olamadın, kulak kesil.

Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş! Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de itiyat yüzündendir. Kötü huy, adet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir. Seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın. Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın. Puta tapanlar bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır. İblis ululanmayı huy edinmişti de eşekliğinden Adem’i kendisinden aşağı gördü.

“ Benden daha ulu başka birisi yok ki. Benim gibi bir kişi, ona secde eder mi?” dedi. Ululuk zehirdir. Ancak, ta ezelden panzehire sahip olan ruh müstesna. Dağ yılanla dolu ise içersinde panzehir yeri bulundukça korkma. Kafana ululuk yerleşmiş, onun için kim seni kırarsa onu ezeli düşman sayarsın.

Birisi huyuna aykırı söz söylerse ona bir hayli kinlenirsin. Beni huyumdan çevirecek, şakirt haline sokacak, kendisine tabi kılacak dersin. Böyle adamın kötü huyu serkeş olmasa, o huya aykırı şeylere niye ateşlenir, kızar; yahut muhalife müdana eder, onun gönlünde bir yer kazanır. Çünkü kötü huyu adamakıllı kuvvetlenmiştir.

Karınca gibi olan şehvetti, itiyat yüzünden adeta ejderha kesilmiştir. Şehvet yılanını önceden öldür. Yoksa hemencecik ejderhalaşır. Fakat herkes, yılanını karınca görür. Sen kendini bir gönül sahibine sor! Bakır altın olmadıkça bakırlığını; gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.

Bakır gibi sen de iksire hizmet et. Gönül dildarın cevrini çek. Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehli dildir. Çünkü ehli olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, alemde eğleşmemektir. Tanrı kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

GEMİDEKİ DERVİŞ

Resim



Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı. Gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip, “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı. “ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın. Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.

Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişileri, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi. Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından yüz binlerce baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci? Her tanesi bir memleket haracı. Tanrıdan geliyor, elbette eşi bulunmaz. Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı adeta kendisine bir taht edip oturdu.

Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu. O havanın yücesin de, gemi de onun önünde! Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olasın! Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek! O, beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”

Gemidekiler dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?” derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakir bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden. Haşa bu yüzden değil. Ululara tazim ettiğinden çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim. Onlar öyle latif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Tanrıdan “ Abese” suresi geldi.

Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir. Nasıl töhmet altına alabilirim ki Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi. Töhmetli duygudur; latif nur değil. Nefis sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar delil getirmekle değil.

Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: o bir hayaldi. Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu. Halbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz. O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi? Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar!

Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek, Şeyhe “ Ey ulumuz, medet bu sofiden öcümüzü al”dediler. Şeyh “ sofiler, şikayetiniz neden” diye sorunca birisi “ bu sofinin üç kötü huyu var; söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.

Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler. şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru. “ işlerin hayırlısı orta hallidir” diye haberde bile var vücuttaki ahlat itidal yüzünden faydalı.

Bunların biri herhangi bir arızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir. Yoldaşına pek yüklenme çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur. Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. o fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi git sen çok söylüyorsun gayri ayrılık gelip çattı! Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git uzaklaş yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.

Yok eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi. Mesela namazda ansızın yellensen , biriside sana git yeniden aptes al dese, gitmez orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül yat kalk be şaşkın, zaten namazın gitti. Yürü seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.

Bekçi uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var? Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti tanrı tecellisidir. Ya çıplakları bırak, bir yana çekil yahut onlar gibi elbiseden vazgeç! Yok eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”

Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi. Şeyhin sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi. Nitekim Kelimin suallerine Hızır’ın Alim Tanrıdan verdiği cevaplarlarla; Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.

Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti. Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir. Su deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi. Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki, yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir. Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur. Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır.

Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki. Sen on rekat namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekat namaz kılsam usanmam. Birisi, ta Kabe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer. Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.

Bu orta halli oluş, sona göredir, önü, sonu olan şeye nispetledir. Bir şeyde evvel, ahir olmalı ki ortası tasavvur edebilsin. Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur önü sonu olmayanın ortası nasıl bulunur? Tanrı “ Deniz mürekkep olsa biterdi de Rabbimin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Tanrı tecellisinin evvelini ahirini göremedi.

Hatta yedi deniz tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma. Bağ, orman baştanbaşa kalem olsa bu söz, yine eksilmez. O, mürekkebin o kalemlerin hepsi biterde sonu olmayan bu söz yine kalır. benim halim uyuyan adamın haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor. Halbuki bil ki gözüm uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde var, gücüm de!

Peygamber “ Gözlerim uyur ama Tanrı lütfüyle kalbim uyumaz” dedi. Senin gözün açık, kalbi uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış! Gönlün ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere. Sen kendi zayıflığınla bana bakma sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.

Sana zindan, fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat hali. Senin atağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş sana yas, bana düğün, dernek davul zurna ! seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım. Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem düşüncelerden üstün.

Çünkü ben düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup gezmekteyim. Ben endişelere hakimim, mahkum değil. Usta binaya hakimdir. Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkumdur. O yüzden hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır. Onların arasından çıkıp kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.

Ben yücelerde uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir? Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar konuşsunlar diye göğün yücelerinden kasten aşağıya inerim. Aşağılık sıfatlardan usandım mı melekler gibi uçuveririm. Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma iki kanat yapıştırmadım ben.

Cafer-i Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti. Tatmayan adama göre bu, davadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere göre dava değil, manadır. Bu söz,kargaya göre laftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir. İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!

Şeyhin biri bir gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle doldu. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi. Fakat midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle, anahtarı da sakla. Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilese yesin ona helal!

Eğer benim canıma aşina isen bilirsin ki şu manalı sözüm boş dava değildir. Gece yarısında bile senin yanındayım; kendine gel geceleyin korkma; ben senin adamımım, hısmınım dersem, bu iki iddia da eğer hısımlarının sesini tanırsan sence doğrudur. Yanında olmak da, hısmın bulunmak da idiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de manadan ibarettir ve doğrudur.

Senin yakından gelişi de şehadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte. Hısımların seslerindeki tat da o hısmın doğruluğuna şahittir. Fakat Tanrı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre, bu adamın sözü davadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkarına sebep olur. Fakat gönlünde Tanrı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses, mananın ta kendisidir ve doğrudur.

Bu şuna benzer: Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese, onun Arapça bilirim demesi davadır ama Arapça söyleyişi de manadır, davanın ispatıdır. Yahut bir katip, kağıdın üstüne “ Ben katibim, yazı okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa, bu yazı filvaki davadır ama yazılan şeyde davanın doğruluğuna şahittir.

Yahut da bir sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya hani omuzun da seccade vardı işte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım. Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese, Bu söz sana rüyayı hatırlatır. Yeni bir mucize, eski bir altındır. Bu söz, dava gibi görünür ama rüyayı görenin ruhu” Evet” der. Tasdik eder. Hikmet, müminin kaybolmuş malı olduğundan kimden duysa inanır, kabul eder. Fakat kendisini hikmetin yanında bulursa nasıl şüphe edebilir. Nasıl yanılabilir?

Susuz birisine “ acele et, çabuk, kadehteki suyu al iç” desen susuz, “Bu bir davadan ibaret. Yürü ey davacı benden uzaklaş” Yahut Kadehtekinin su, o içilen güzel, berrak su olduğuna dair bana bir delil göster!"”der mi? Ana, süt emer çocuğuna “Gel yavrum, süt em, ben senin ananım” dese, çocuk “Ana, sütünü emersem karnım doyacak mı bir delil göster!” der mi?

Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, alemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Tanrıya yaklaşır.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

YAHYA PEYGAMBERİN İSA PEYGAMBERE SECDESİ

Resim





Yahya’nın anası, Meryem’e hamlini vazetmeden az önce gizlice dedi ki: “ Karnında bir padişah var. Ülülazm ve her şeyi bilen bir peygamberdir. Ben bunu yakinen gördüm. Sana rastlatınca karnında ki çocuğum hemen secdeye vardı. Karnındaki çocuk, karnındaki çocuğa secde etti. Secdesinden bedenime titreme düştü” Meryem de “Ben de karnımdaki çocuğun secde ettiğini hissettim” dedi.

Ahmaklar derler ki: “Bırak şu masalı. Yalan, yanlış. Meryem, doğuracağı zaman yabancıdan da uzaktı, akrabadan da. O güzel hatun şehirden dışarı çıktı. Doğurmadıkça şehre girmedi. Doğurunca yavrusunu kucağına alıp, bağrına basıp soyunun, sopunun yanına geldi. Yahya’nın anası, onu nerede gördü de bu hikayeyi anlattı, bu sözü söyledi?”

Bunu ilhama mazhar olan, afakta, gayp aleminde bulunan şeyleri yanındaymış gibi bilen kişi anlar. Yahya’nın anası, uzakta olmakla beraber Meryem’in yanında bulunabilir. Vücut, göz, göz olunca gözler kapalı olduğu halde de sevgilinin yüzü görülebilir. Mamafih baş gözüyle de görmediğini farz et ne çıkar? Ey düşkün sen kısadan hisse almaya bak!

Kıssaları duyup” Nakış” kelimesine “ Ş” harfinin eklendiği gibi o kıssaların suretine bağlanan, dış yüzüne kapılan kişiye benzeme. Dilsiz dimme, kelıle’ye meramını nasıl anlatırdı? Tutalım, bunlar, birbirlerinin sözlerini anladılar, söz söylemeden meramlarını ifade eden bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?

Dimne, aslanla öküz arasında nasıl bir elçi oldu, ikisini de nasıl kandırdı? O akıllı öküz nasıl aslana vezir oldu. Fil ayın aksinden nasıl korktu? Bu Dimme,ve Kelile hikayesinin hepsi yalan yoksa karganın leylekle ne alışverişi olur,nasıl leylekle savaşır?” deme kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mana içindeki taneye. Akıllı kişi taneyi alır ölçek var mı yok mu ? ona bakmaz. Aralarında sözden eser yok, fakat bülbülle gülün macerasına dinle!

Mumla pervanenin başından geçenleri duy, bunların manasına vakıf ol güzelim. Aralarında bir söz yık ama sözün sırrı, manası var ya. Agah ol, yücelere uç, baykuş gibi aşağılarda uçma. Birisi “ Burası satrançta ruh hanesi” demiş. Bu sözü duyan “ o evi nereden elde etmiş?” satın mı almış, yoksa mirasa mı konmuş?” diye sormuş. Ne mutlu mana anlayan!

Nahivcilerden biri “ Zeyd, Amr’ı dövdü” diye bir misal getirmiş. Dinleyen “Suçu yokken neye dövmüş? Amr’ın ne suçu varmış ki o çiğ Zeyd, onu köleler gibi suçsuz dövüyor?” der. Nahivci “ Bu mana ölçeğinden ibaret. Sen buğdayı almaya bak, ölçeğe lüzum yok. Zeyd’le Amr, irap için kullanılan misallerde geçer, onlar yalan olsa bile sen irabı düzeltmeye çalış!” derse de öbürü “ Ben onu bilmem. Zeyd, Amr, fazla olarak bir “V” çalmıştı. Zeyd, anlayınca o hırsızı dövdü. Çünkü Amr, haddi aşmıştı, tabii haddini bildirmek lazım.

Bunun üzerine o adam “ Hah, doğru şimdi bunu canla başla kabul ettim” der. Doğru bile eğrilere eğri görünür. Bir şaşıya “ Ay birdir” desen “ ikidir”. Bir olmasında şüphe var” der. Birisi alay eder, güler ve “ Sahi, iki” derse bu sözü doğru olarak kabul eder. Kötü huyun layığı budur Yalancılar yalanla konuşurlar “Pis şeyler, pislere aittir” sözü ışık verip durmaktadır. Gönlü açık olanların elleri de açık olur. Körlerin taşlık erde düşmeleri de pek tabidir.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

HAYAT AĞACI

Resim





Bilgili biri, hikayenin yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır. Meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne ölür!” der. Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca ve meyvesine aşık olur. Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere divan adamlarından bilgili birisini Hindistan yollar. Adamcağız yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.

Bulmak için şehir, şehir gezer ne ada bırakır ne dağ bırakır, ne ova bırakır! Kime sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder. Niceler alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı, senin gibi zeki ve temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?” derler.

Ona alay yollu ettikleri bu rivayet de ayrı ir tokat hatta bu eni konu tokattan da beter! Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir iklim olan filan iklimde, falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek yüce, pek korkunç her dalı koskocaman” derler. Padişah adamı, kimden ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.

Orada nice yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur. Gurbet diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet aciz kalır. Ne maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey! Ümit ipi üzülür, aradığını aramaz olur, usanır. Padişah yanına dönmeye niyet eder, ağlıya, ağlıya yola düşer.

Meğerse o nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi kutuplardan alim bir şeyh varmış. Nedim ümitsiz bir halde “ önce onun tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim. İstediğimi bulamadım, ümidim kesildi. Bari duası yoldaşım olsun” der. Gözleri yaşlı bulut gibi yaş döke, döke Şeyhin huzuruna varır. “ şeyhim,acımanın, esirgemenin tam zamanı. Ümidim kesildi lütfedecek an, bu an!” der.

Şeyh “ Ümitsizsen bile söyle. Matlubun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar. Nedim. “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi. Ama nasıl ağaç? Alemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, abıhayatın aslı. Yıllardım aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar, benimle eğlendiler, beni alaya aldılar. İşte o kadar!” der. Şeyh gülümser de der ki: “Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.

Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o1 hatta ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi Abıhayattır! Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Manayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gah ağaç derler, gah güneş. Gah deniz adını takarlar, gah bulut! Hulasa öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var En aşağılık hassası, sahibine ebedi bir hayat bağışlamasıdır.

Tektir ama binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek. Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur. Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir. Diğer birine lütfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir. Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen amadır, öbür vasfını bilmeyebilir. Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur. Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili damağı acı talihsiz bir hale düşersin? Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın. Halkın ihtilafı addan meydana gelir. Fakat manaya ulaşınca rahatlaşırlar.

Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi, adamlardan birisi “Ben bu parayı “engur’a” vereceğim” dedi. Öbürü Araptı, la dedi, “Ben “İnep” isterim herif, engür istemem” üçüncü Türk’tü, “ Bu para benim “ dedi, “ Ben inep istemem, üzüm isterim” dördüncüde Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lafları biz İsrafil isteriz”

Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler. Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar. Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara “ Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.

Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir.

Siz susun dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. İğreti hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet müessirdir. Sirkeyi ateşte ısıtan da yiyince yine bürudeti arttırır. Çünkü o hararet, iğretidir. Asli tabiatında bürudet ve keskinlik vardır.

Oğul, pekmez buz tutsa da yine yiyince ciğerdeki harareti fazlalaştırır. Şu halde şeyhin riyası, bizim ihlasımızdan daha yeğ. Çünkü o riya basiretten meydana gelmedir,bu ihlas körlükten! Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hatır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika. Süleyman, tanrı tecellisine uğrayınca bütün kuşların dillerini öğrenmiş oldu.

Onun adalet devrinde ceylan, kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı. Güvercin doğanın pençesinden emindi, koyun kurttan çekinmiyordu. Süleyman, düşmanlar arasında meyancılık etti, bütün kuşların arasında birlik husule geldi. sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Fakat behey azgın, Süleyman buracıkta, sen ne arıyorsun?

Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder. Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur. Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir. “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir korkutucu olmasın” ayetini oku. Tanrı “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Tanrı halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi.

O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi saflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz. Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir. Onlar Tanrı resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.

Medinelilerin iki kabilesi vardı, birine evs, öbürüne Hazrec denirdi. Adeta bir kabile öbürünün kanına susamıştı. Mustafa’nın yüzünden o eski kinleri İslam ve saflık nuruyla mahvoldu. Önce o düşmanlar, bağdaki üzümler gibi kardeş oldular. “ Şüphe yok, söz bundan ibaret; Müminler kardeştir” nasihatıyla da bu nefesle de kardeşliği bıraktılar,tek bir ten oldular.

Üzümlerin suretleri kardeştir. Fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu olur. Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur. Koruk halinde kalan üzüme Tanrı ezelden kafir demiştir. Değil kardeşim değil. Artık o tek bir nefis olamaz. Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir. Ondaki gizli şeyleri bir söylesem alemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.

Kör gavurun sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanın İrem bağından uzak oluşu daha hoş! Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların gönülleri, ehli dilin nefesleriyle birdir. Hepsi üzüm olmaya koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz. Hepsi de üzüm olup derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur.

Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiçbir olan, kendisiye savaşır mı? Aferin Üstat Aklı Küll’e yüz binlerce zerreye birlik bahşetti. Yerde topak, topak dağınık topraklara benzerlerken testici, hepsini de birleştirdi, bir testi yaptı. Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıştır, can, buna benzemez. Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın karışır. Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu göremiyoruz.

Uzağa bakış, insanı kör eder. Sarayda uyuyanın sarayı görmediği gibi. Biz ince sözlere dalmışız, onlarla uğraşıp duruyoruz. Düğümleri çözme sevdasına tutulmuşuz. Düğümleri bağlayıp çözdükçe şüpheye düşmeyi, cevap vermeye kalkışmayı uzatıp gideriz. Tuzağın bağını gah çözüp bağlayan, bu suretle bu işte maharet kazanan kuş gibi.

Böyle kuş sahradan, çayırdan mahrumdur, ömrü düğümü açıp çözmede harcolur gider! Filvaki hiçbir tuzağa zebun olmaz ama günden güne kanatları tutulur, uçmaz olur. Bağ çözüp bağlamakla az uğraş da kanatların tutulmasın, uçmadan kalmayasın. Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da yine o arızalı yerlerdeki tuzakları gidermedi.

Kuran’da onların ahvalini oku haris adam: “Bütün şehirlerde gezip dolaştılar, her tarafı elde ettiler” bak hele “ Bir kurtuluş var mı?” Türk, Rum ve Arabın kavgasından engur ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey çıkmaz. Manevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz. Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyatın şu davulunu duyun! Aranızdaki ihtilafı bırakın da ruhunuzu her yandan şadedin. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün.

O Süleyman, sizi kendine teveccühten men etmedi ki. Fakat kör kuşlarız, terbiyeden hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti! Baykuşlar gibi doğanlara düşmanız hulasa viranelere de kalmışız. Bilgisizliğimiz, körlüğümüz son derece. Bu yüzden de Tanrı azizlerini incitmeye kastediyoruz. Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?

Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar, acizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar hoş kuş! Onların hüthütüleri kutlulamak üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar; Kargaları surette kargadır, hakikatte himmet doğanı “ Mazaga” sırrına mazhardır onlar. Leylekleri “lek, lek “ der ama şüpheye birlik ateşini salar, güvercinleri, doğanlardan korkmaz. Hatta, doğan, o güvercinlerin önünde baş kor. Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi gönüllerindedir.

Duduları, şeker kaydında değildir. Ebedi şekeri, kendi içlerinde bulurlar. Tavusların ayakları bile, bakılsa öbür tavusların kanatlarından daha güzel görünür. Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuş dilleri nerede, Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede? Sen ne bilirsin kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!

İnsana sesi neşe veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç mağripten de. Her ahengi, kürsi’den ta yere kadar bütün alemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa kadar bütün cihanı istila eder. Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa aşıktır. Yarasaya benzer. Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma. Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin. Irgalaya bocalaya topal ,topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da!

Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın. Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı. Gönlündeki denize olan meyil yok mu o tabiat, sana anandan mirastır. Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü isabetsiz! Dadıyı karada bırak,yürü kazlar gibi mana denizine koş, dal denize!

Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş! Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümeste hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya. Sen “Kerremna” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize! “ Ve hamelnahüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt.

Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok. Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün,hem gökte. Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm vahye kabiliyetli. Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark uruh durmakta. Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.

Hulasa Süleyman denizdir, biz kuşlara benzeriz ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz. Süleyman’la gel , ayağını denize bas ki su Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın. O Süleyman. Meydan da herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü. O bizim önümüzde bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız. Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır.

Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak! Onun gözü akar suda. Gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok! Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı. Fakat müsebbihi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?

Çöl ortasın da bir zahit vardı. Abbadiye kabilelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti. Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zahit gördüler. Zahidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, adeta ona ilaç kesilmişti. Hacılar onun yalnızlığına ,o afetler içinde selamette oluşuna şaştılar. Kum üstünde namaza durmuştu. Kum öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.

Halbuki dersin ki o,sanki bir yeşillikte bir Gülistanda, yahut,Burak’a Düldüle binmiş! Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgarından daha hoş! O namaz kılarken hacılar beklediler. Zahit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti. Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi, hacıların içinde gönül gözü açık birisi, gördü ki zahidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak. “ Bu su nereden?” diye sordu. Zahit , elini kaldırıp “gökten” diye cevap verdi.

Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı? Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim. Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi. Zahit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et. Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.

Ey Lamekan aleminden mekan izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!” Zahit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir latif bulut peyda oldu. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi. bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu.

Hacıların hepsi matralarını açtı. İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler. Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakını arttı. Tanrı, doğru yolu daha iyi bilir. Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedi nakıs olarak kaldı, söz de burada bitti.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

3.CİLT


ÜÇ SÜNNETTİR


Resim





Ey hak ziyası Hüsameddin, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir. Üçüncü defterde sır hazinelerini aç, özürleri bir yana at. Senin kuvvetin Tanrı kuvvetinden sızıp gelmekte. Hararetle atan damarlardan değil. Şu aydın güneş çırağı, fitille, pamukla ,yağla, aydınlanmıyor ya.

Böylece durup duran gök kubbenin ne ipi var, ne direği1 Cebrail’in kuvveti mutfaktan değil, varlığı yaratanın cemalinden. Hak Abdal’ inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten tabaktan değil. Onların cisimlerini nurla da yuğurdular. Onlar bu yüzden ruhu da geçtiler, meleği de. Sen de ulu Tanrının sıfatlarıyla sıfatlandın.

Halil’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi. ey unsurlar, mizacına köle olan, beş duyguyla altı cihet ram oldu. Her mizacın mayası anasıdır. Fakat senin şu mizacın, her mertebeden üstün. Senin mizacın, şu yayılmış, şu geniş alemde birlik vasfını bir araya derleyip toplayıvermiştir.

Ne yazık halkın anlayış sahası pek dar halkın havsalası yok! Fakat ey Hak ziyası, reyindeki isabet ve kudret, o kadar büyüktür ki helvan, taşa bile boğaz verir. Tur dağı, tecelliye uğrayınca boğazlandı, şarap içti, hatta o şaraba tahammül edemedi de yarıldı, zerre, zerre oldu. Hiç dağın deve gibi oynadığını gördünüz mü?

Herkes, herkese bir lokma bir şey verebilir, ama boğaz bağışlamak ancak Tanrı işidir. Tanrı, cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı, ayrı boğaz bağışlar. Fakat bu ihsanı, kendini ululuğa verdiğin, kötülükten ve hileden arındığın vakit yapar da sen de padişahın sırrını kimseye söylemez, şekeri sineğe sunamazsın.

Ululuk şarabını o adamın kulağı içer ki susen gibi yüzlerce dili olduğu halde dilsizdir. Tanrının lütfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder. Sonra topraktan yaratılan mahluklara boğaz verir, dudak verir. Onlar da arayıp topraktan biten otları otlarlar. Hayvan, ot yedi de semirdi mi insana gıda olur, ortadan kalkar.

Fakat toprak da, ruh çıktı, insan görüşten ayrıldı mı insanı yiyip sömürür. Zerreler gördüm: Hepsi ağızlarını açmışlar, gıdalarını söylesem söz uzar gider. Yaprakların gıdası onun kereminden dallara dadı, onun umumi ve şamil lütfu rızıkların rızkını o vermekte. Buğday, rızıksız nasıl baş gösterir, biter?

Bu sözün sonu gelmez. Ben, bir miktarını söyledim, öbürlerini sen anlayıver. Bil ki bütün alem yiyen ve yenenden ibarettir. Hak’la baki olanları da Hakk’a yönelmiş ve Hakk’ın makbulü olmuş bil. Bu alem de daima neşre uğrayıp durur, bu alemdekiler de. O alemle o alem alemlere gidenlerse daimi ve ebedidir.

Bu alemin de sonu yoktur, bu aleme aşık olanların da. O alem ehliyse ebedi ve bir aradadır. Kerem ona derler ki insan kendisini ebedi kılacak abıhayatı kendisine versin. Kerem sahibi, “Bakıyat-us salihat” ‘ın ta kendisisidir. Yüzlerce afetten, tehlikeden korkudan kurtulmuştur. Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden fazla değildirler.

Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki. Yiyenle yenenin boğazı gırtlağı var. Galiple mağlubun aklı reyi. Tanrı adalet asasına boğaz verdi de o kadar sopaları o kadar ipleri yedi. Öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi. Yiyişi de hayvan yiyişi değildi, kendisi de hayvan değil.

Tanrı her doğan hayali yesin diye yakınına da asaya verdiği gibi boğaz verdi. Ayan gibi maaninin de boğazı vardır. Maaniyi rızıklandıran da Tanrıdır. Balıktan aya kadar mahlukattan hiçbiri yoktur ki gıdayı çekecek. Yitecek ağzı olmasın. Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.

Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur. Fakat bil ki bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır. İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.

Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar. Dadı. Süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır. Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.

Hulasa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş, yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış. Vesselam. İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır. Bedenin neşçi kanla vücut bulur. Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar.

Lokmadan kesildi mi lokman kesilir, gizli matluba talip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarıda pek düzgün, pek güzel bir alem var. Boyuna, enine geniş bir yeryüzü orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler. Dağlar ,denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar.

Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü güneş,ay ışığı yüzlerce Süha yıldızı. Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller, bağlar bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte. O alemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki. Sen neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?

Bu daracık çarmıhta kan yemektesin, hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin. Çocuk kendi haline bakıp bunları inkar eder bu elçilikten yüz çevirir, kafir olur. Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar uzak.

Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavramaz. İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdal, onlara öbür alemden bahsetti mi, “ Bu dünya kapkaranlık, dapdaracık bir kuyudur. Bu kuyunun dışında renksiz, kokusuz bir alem var” dedi mi. Bu söz onların hiçbirinin kulağına girmez.

Çünkü bu dünya tamahı, kuvvetli ve büyük yerdedir. Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, gözü kapar adama bir şey anlatmaz. Nitekim o ana karnında ki çocuk da kana tamah ettiğinden o aşağılık yurtlara kan onun gıdası olduğundan. Tamah ona bu aleme sözü duyulmaz bedendeki kanı, gönlüne sevdirir.

Sende bu alemin güzelliğine tamah etmektesin de bu tamah, o ebedi alemin güzelliğine perde oluyor. Gururla dopdolu olan bu hayatın zevki seni doğruluk hayatından uzaklaştırmakta. İyi bil ki tamah seni kör eder. Şüphe yok senden yakını örter. Tamah yüzünden hak, sana batıl görünür.

Tamah yüzünden sende körlükler artar durur. Doğrular gibi tamahtan çekinde ayağını o eşiğin üstüne bas. O kapıdan girdin mi kurtulursun gamdan da dışarıya ayak atmış olursun neşeden de. Can gözün aydınlanır hakkı görür, küfür karanlığından kurtulur din nuru kesilir. Erlerin öğüdünü. Canla başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

FİL YAVRULARI

Resim


Bilmem işitin mi? Akıllı bir adam, Hindistan da dostlarından iki üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü. Bilgiden doğma merhameti coşup “ Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı. Biliyorum karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan adeta Kerbela’ya düşmüşsünüz. Bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.

Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin. Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır benim öğüdümü can-ü gönülden dinleyin. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir. Onlar pek kuvvetsiz. Pek latif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.

Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evladını arar durur. Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi. Yavrum, veliler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın.

Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvalinden haberdardır. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrıdır. Tanrı dedi ki : Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik alemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.

Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de. Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüzülerimdir. Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir. Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler. Fakat yine de hepsi bir vücuttur.”

Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi? İhsan ve kerem sahibi lut, zalimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi? Cennete benzeyen şehirleri karasu oldu. Diclesi oldu Git de gör. Bu karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.

Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu. Söylesem uzun sürer. Ciğerde ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir. Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün. Bu görüşten ne kadar uzaksın!

Bu kör, ne şaşılacak şey kördür, uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür. İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur. Bu oynayış şerle doludur. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.

Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raks ederler. Varlıklarından kurtuldular mı? Ellerini çarpar, noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler. Çalgıcıları, içlerinden def çalar, denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürürler. Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.

Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek, ten kulağıyla duyulmaz ki. Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör. Muhammet’in kulağı, sözlerin iç yüzünü duyar. Tanrı ona Kuran da “ Kulağın ta kendisi” der.

Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir., biz de onun süt emer çocuklarıyız. Bu sözün sonu gelmez. Sen yine o fil hikayesine dön, yine o hikayeye başla da onu anlat.

Fil onların her birinin ağızlarını koklamakta, hepsinin midelerinin etrafın da dönüp dolaşmakta. Yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak öç almaya, kuvvetini göstermeye çalışmaktaydı. Sen de Tanrı kullarının etlerini yemekte, onların aleyhinde bulunup günah kazanmaktasın.

Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Tanrıdır. Doğrudan başka kim canını kurtarabilir? Bir adamın kabirde ağzını koklayan Münker, yahut Nekir olursa yazıklar olsun o acımağa değer kişiye.! O ulu meleklerden ne ağzını gizlemeye imkan var, ne güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare.

Mezara girene, onlara yaltaklanmak mümkün değil; akıl, fikir için hileye sapmaya yol yok! Saçma sapan söyleyen adamın başına gürzler iner, pençeleri batar. Azrail’in sopasını, demirini gözünle görmüyorsan gürzünün eserine bak! Bazı zamanlar suret bakımından da görünür de onun için yalnız, hasta bunu, anlar, duyar.

O hasta dostlar, der, Bu tepenin üstünde duran kılıç nedir ki? Dinleyenler de “ Biz öyle bir şey görmüyoruz . bu hayalden ibaret” derler . halbuki ne hayali? Göçme zamanı bu! Ne hayali bu aşağılık felek bile bunun korkusuyla hayal haline geldi. ölüm haline gelen hastanın önünde gürzlerle kılıçlar his alemine girdiler.

O, bu kılıçların ona çekildiğini görür. Fakat ondan başka düşmanın gözü de bağlıdır, dostun gözü de bunları gören yoktur. Dünya hırsı gitti de o yüzden hastanın gözü kuvvetlendi; gözü, kan dökme zamanı aydınlandı. Kibrinin, hışmının yüzünden gözü, vakitsiz öten horoza döndü.

Vakitsiz çan çalan, vakitsiz öten horozun başını kesmek vaciptir. Her an canının bir cüzü ölüm halindedir. Her an can verme zamanındadır. Can verme anında imanını gör, gözet! Ömrün altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır. Bilmeden, anlamadan sayar durur, nihayet kese boşalır, ay tutulur.

Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerin de kalmaz, yok olur gider. Şu halde her an yerine karşılık koy ki: “ Secde et de yaklaş” ayetinin maksadı neyse bulasın. Bütün işlere böyle çalışma, dindeki işten başka iş için savaşma. Sonra sonunda tamamlamadan geçip gidersin.

İşlerin sona ermez, ekmeğin de ham kalır. O mezarını lahdini yapma işi taşla, tahtayla kilimle, keçeyle olmaz. Kendine gönülde bu benliği görmen gerektir. Onun toprağı olman, gamına gömülmen lazım ki nefesin, nefesinden yardımlara nail olsun, nefesin kutlu ve tesirli bir hale gelsin .

Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak, mana sahiplerine makbul değildir. Bir bak da gör, diri iken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun reyine isabet verir mi?

Canı Münker ve Nekir’in azabına uğramış gamlı gönlünde de gam akrepleri yer tutmuştur. Zahirini süslemiş püslemiş ama içi düşünceler den feryatlara düşmüş başka birini de görürsün ki eski elbiseler giyinmiş ama o köhne libaslar içinde kamışa benzer, sözü de şeker gibidir.

Öğütçü dedi ki “ Bu öğüdümü tutun da gönlümüz, canınız belalara düşmesin. Otlara, yapraklara kaani olun fil yavrularını avlamaya varmayın. Ben boynumdaki öğüt borcumu ödedim. Öğüdü tutanın sonu, ancak kutluluktur. Ben sizi nedametlerden kurtarmak için elçiliğimi yaptım.

Kendinize gelin, sakın tamah yolunuzu urmasın. Tamah, yaprak yapraklarınızı ta kökünden söker, çıkarır” bunları söyleyip “ Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurladı, selametledi gitti. Onlar, yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları artıkça arttı. Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler.

Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yiyip bu işten ellerini yıkadılar. Yoldaşlarından biri, onlara öğüt verdi. O adamın öğüdü hatırındaydı. Bu söz adamın o fili kebap edip yemesine mani oldu. Eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht bağışlar.

Onlar fil yavrusunu yiyip yattılar, uyudular. O aç adamsa sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı. Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıkageldi. Önce o gözetleyene gelip çattı. Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir kötü koku gelmedi. Birkaç kere etrafın da dönüp dolaşarak gitti.

O iri fil, adama hiç dokunmadı. Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı. Yavrusunu kebap edip yiyenleri hemencecik paraladı öldürdü. O anda hepsini de birer ,birer paralıyor, onlardan hiç de ürkmüyordu. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.

Ey halkın kanını emen, bu işten uzaklaş, halkın malı kanı demektir. Çünkü mal güçle, kuvvetle çalışmayla ele geçer. O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusunu yiyenden öç alır, öldürür. Ey rüşvet alan, sen fil yavrusu yemektesin, sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder.

Hilelere sapanı koku, rüsvay etti. Fil yavrusunun kokusunu bilir. Hak kokusunu yemenden duyan bendeki batıl kokuyu nasıl olurda duymaz? Mustafa ta uzak yol dan koku alır da ağzımızda ki güzel kokuyu nasıl almaz? Duyar, duyar ama yüzümüze urmaz, örter.

İyi koku da göklere çıkar kötü koku da. Sen uyuyup durursun, o haram koku ise şu yeşil gökyüzüne urup durur. Seni çirkin nefeslerine yoldaş olup felekte kokuları alanlara kadar gider. Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar. Yemin eder de “Ben onları ne zaman yedim?

Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen o yalan yemini ederken nefesin, kovuculuk eder. Kokusu seninle beraber oturanların dimağına vurur. O koku yüzünden dualar ret edilir. O kötü kalp, sözle kendisini gösterir. O duaya “ Sesinizi kesin” cevabı gelir. Her azgının cezası onu kovan sopadır. Fakat sözün eğri, özün doğru olursa o söz eğriliği, Tanrıya makbuldür.


Mesnevi'den Hikayeler

[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
habibi
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 1059
Kayıt: 26 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen habibi »



Nedenenmakbulhediyetemizbirgönül?ÇünküyeregöğesığmayanHakTealaorayanazaretmişve“orayasığdım”buyurmuş.Hakk’ıngüzelliğineaynaolmaktagüzelbirgönüldendahaiyisiyok.Hakk’aböylebiraynagötürmeyişunabenzetiyorHz.Mevlânâ:

BirarkadaşıHz.Yusuf’auğramıştı.Hz.Yusufona:

-…Eydost,bizenehediyegetirdin,diyesordu.




Hz.Yusufböyledeyincemisafirutanıpağladıvedediki:

-Eyzenginlikteeşsizvegüzelliktebiricikolan!Nekadardüşündüysemdesanalayıkbirarmağanbulamadım.Bennegetirirsemgetireyimbu;madenebirhabbegetirmekyadaderyayabirdamlasunmayabenzer.Benimelimdebirtohumvarsaseninanbarınonunladolu.Budünyadagüzelliğininbireşiyok.Buyüzdenbendeseninhuzurunahediyeolaraktozsuzbiraynagetirmeyiuygungördüm.Eygöktekigüneşikıskandıran,sanakendigüzelliğiniseyretmektendahagüzelşeyneolabilir?(1/126)

Mesnevi
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/cicekler/hbbi.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

GÜNAHSIZ AĞIZ

Resim


O doğru sözlü Bilal, ezan okurken “Hayyı alessela, Hayyı alelfelah- Haydin namaza, Haydi felaha” cümlelerindeki “ Hayyı- haydin” kelimesini “Heyyi” diye okurdu. Nihayet Peygambere dediler ki: “ Ya Resulallah, bina yeni kuruluyor. Bu hata, hiç de doğru değil.

Ey Tanrı habercisi, ey Tanrı resulü, ey Tanrı meydanının tek binicisi, daha fasih bir müezzin getir. Din daha yeni kurulur, doğruluk düzenlik daha yeni meydana gelirken “ Hayyı alelfelah”’ı yanlış okumak ayıptır. Peygamberin hiddeti coştu, gizli inayetlerden bir iki remiz söyleyip dedi ki :

“ Ey aşağılık adamlar, Tanrı yanında Bilal’in Heyyi’si yüzlerce hadan, hıdan, yüzlerce dedikodudan iyidir. İşi çok karıştırmayın da sırrınızı açmayayım, önünüzü, sonunuzu söylemeyeyim.” Her duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü özü sözü doğru kardeşlerden dua iste!

Tanrı, “ Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi. Musa, “Bende o ağız yok deyince Tanrı, “ Başkasının ağzıyla dua et” başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır” buyurdu. Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar gece gündüz sana dua edip dursunlar.

Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır. Yahut da kendi ağzını temizle, ruhunu çevik bir hale getir. Çünkü Tanrı adı temizdir, temizlik geldi mi pislik, pılısını pırtısını toparlayıp gider. Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziya parladı mı gece kalmaz. Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.

Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerede? Tanrı tahtından bir cevap bile gelmiyor. Böyle utanmadan sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.

Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü. Hızır “ Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi. Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince ;

Hızır” Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yıkılman, bizim haberci çavuşumuzdur. Senin hilelere düşmen çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir. Korun da bizim lütfumuzun kemendidir, aşkın da.

Her yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz gizli” dedi. Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki! Zarara, ziyana uğrayınca Tanrıya sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü de.

Firavuna yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük davasına girişti. O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi. Tanrı, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi. Dert, Tanrıyı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.

Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu? İşte saf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Tanrım ey feryadıma erişen ey yardımcım” demendir. Tanrı yolunda köpeğin sesi bile Tanrı cezbesiyledir. Çünkü Tanrıya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir.

Eshabı kehf’in köpeği gibi, pis şeyden kurtulunca padişahlar sofrasının başına oturdu. Mağaranın önünde kıyamete kadar dağarcıksız heybesiz arifcesine rahmet lokmasını, rahmet suyunu yiyip içmekte. Nice köpek postuna bürünmüş adsız sansız kişiler var ki perde ardında şarapsız kalmazlar.

Oğul bu şarap için can ver. Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç? Bunun için sabır güç bir şey değildir. Sabret, sabır, güçlüklerin sıkıntıların anahtarıdır. Bu pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kimse kurtulmadı. Sabır da ihtiyatın eli ayağıdır. İhtiyatta bulun, bu zehirli otu yeme.

İhtiyat riayet, peygamberlerin kuvvetin nurundandır. Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ, hiçbir yele ehemmiyet verir mi? Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, “Kardeş gel, yol istiyorsan işte buracıkta. Yoldaş, sana yol göstereyim, yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum” der.

Fakat ne kılavuzdur o ne de yol bilir. Yusuf o kurt huylunun yanına az var! İhtiyat ona derler ki seni bu dünyanın yağlı ballı şeyleri, bu alemin tuzakları, hileleri aldatmasın. Çünkü bu alemin ne tadı vardı ne tuzu. Sihir okur da kulağına üfler durur.

“ Ey nur gibi apaydın adam, ev senin sen de benimsin” der. İhtiyat ona derler ki “Midem dolgun tokum” yahut “ Hastayım, bu mezardan hastalandım” yahut “ Başım ağrıyor, sen bunu geçirmeye bak” yahut da “ Benim dayımın oğlu çağırdı, davetliyim” deyip başından savasın.

Çünkü bir şerbeti bile zehirlerle sunar, tatlısı vücudunda yaralar, bereler meydana getirir. Sana elli altmış bile verse ey balık, o verdiği şey , oltada ettir. Verdi, farz edelim fakat o hilebaz nereden verecek? Hilebazın sözü çürümüş cevizdir. Onun gürültüsü aklını alır, beynini altüst eder.

Yüz binlerce aklı bile bir pula saymaz. Dostun, kesendir, hurcundur, Ramin’sen Viseden başkasını arama vise de sensin, maşukun da sen. Bu zahiri şeylerin hepsi sana afettir. İhtiyat ona derler ki seni davet ettiler mi bunlar, benim sarhoşum bunlar benim dostum, beni seviyorlar, beni istiyorlar demeyesin.

Davetlerini, kuşlara çalına ıslık bil. Avcı, pusu da gizlidir de kuş gibi örter durur. Önüne de seslenen, ören çığıran budur, zannını vermek için bir ölü kuş koymuş. Kuşlar onu kendi cinsinden sanıp toplanırlar o da onların derilerini yüzer. Ancak tanrı hangi kuşa ihtiyat ve tedbir duygusu vermişse o kuş o taneye, o tuzağa aldanıp gelmez. İhtiyatsızlık, tedbirsizlik, pişmanlıktan ibarettir. Unu anlatan şu hikayeyi de dinle.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

KÖYLÜNÜN FENDİ

Resim


Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı. Köylü şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu. İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi. Şehirli köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.

Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendimi sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın? Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar. Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım. Soyunu, sopunu, çoluk çocuğunu akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.

Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lalelik kesilir” şehirli başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti. Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der. O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi. müsaade edin de gelecek yıl, işten güçten kurtulursam gelirim” der.

Köylü “ ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı. Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harc eder, onun üstüne kanat gererdi. Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.

O da ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi. Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vaat ettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu niceyedir” dedi. Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgarı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”

Köylü, yine şehirliye antlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip elini tuttu. Üç kere ant verdi “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi. Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle laflar eder, tatlı, tatlı vaatlerde bulunurdu. Şehirlinin çocukları “Baba ay ad sefer eder, bulut da gölge de.

Köylü bunca hakkın geçti. onun için nice zahmetler çektin. O da sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister. Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler. Şehirli dedi ki: “yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.

Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir. İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin. Kaçıp kötülüklerden kurtulasın.

Peygamber “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımın bir tuzak bil. Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak. Dağ keçisi nerede tuzak?” diye koşar. Fakat yürüdü mü tuzağa koşar, boğazından yakalanır. Nerede tuzak diyordun ya, işet buracıkta, bak da gör. Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.

A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur? Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellerini gör! Ey seçilmiş kişi, mezarlığı var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor! O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!

Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline sopa al. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma. Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de. Kör bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar. Ey dumandan kaçıp ateşe düşen lokma olan.

Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı. Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar. Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı. O oyun değil, canlı oynayış hile , düzen, hainlik. Seni dostundan ayıran özü dinleme.

O sözde ziyan vardır, ziyan1 hatta o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme altın için hazineyi bırakma yoksul’! şunu dinle, Tanrı peygamberin eshabına iyi kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti. Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.

Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim karımızı onlar elde etmesinler dediler. Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı. Tanrı: “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Tanrı Rasülünden sizi nasıl ayırdı?

Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamberi atakta yalnız bıraktınız. Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz. Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın, gözünü ov da bak! Hırsınızın yüzünden şunu yakinen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık veren Tanrı, senin ona dayanmanı nasıl olur ad zayi eder? Buğday için gökyüzünden buğday gönderenlerden ayrıldın ha!

Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmaya başladı. Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler. Neşeli bir halde koşa, koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye, diye köye doğru yöneldiler.

“ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var. Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti. Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri. Hatta dostumuz, bağını bile,bize bağışlar. Bize canında yer verir.

Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl içerden içeri “ Öğünmeyin!” Tanrı faydasıyla faydalanın, şüphe yok, rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez. Tanrının size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.

Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış! Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helake doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk olsun! Gamdan sevin gam vuslat tuzağıdır.

Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden, fakat bu söz, çocuklara nereden tesir edecek? Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler. Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.

Oklar uçuşup durmakta yay, gayb aleminde gizli, gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte. Gönül ovasına adım atmak gerek, çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz. Dostlar, gönül eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.

Yolcu, kalbe yürü orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada. Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hale sokar. Aklı, nursuz, fersiz bir hale getirir. Ey seçilmiş temiz adam, peygamberin sözünü dinle, köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır. Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.

Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki? Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh! Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.

Bunu geç de hikayeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür. Zahir,nihayet insanı batına götürür. Her insanın evveli suretten başka nedir ki* ondan sonra lezzet gelir ki lezzet meyvenin manasıdır. Önce çadır kurarlar da sonra türkü konuk çağırırlar.

Bil ki suretin çadırıdır, manan Türk. Manan bil ki kaptandır, suretin gemi! Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!

Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar. Hayvanlarını neşeli ,neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler. Ay, sefer ede ,ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?

Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır, yüzlerce muradına erişir. Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar. Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.

Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hale gelir. Ebu cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur. Gül yanaklı, ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur. Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.

Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur. Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.

Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle, sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin. Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir. Ananla, babanla munistin tanrıdan başka munislerin sana vefakarsa hani o ünsiyet?

Haktan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu? Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin o nefret de geldi geçti. O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyasından ibarettir. O akis güneşe gitti. Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona aşık oluyorsun.

Her vara taalluk eden aşkın, tanrı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahiri güzelliğinden değil. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir. Onun yaldızlı, zahiri sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.

Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O, süsün, püsün altında süssüzlük vardır. Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git. Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana layık olan o güneşe git. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.

Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek? O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.

Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura, ura yürüdüler. Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar, köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar, “ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen bizin canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.

Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi. Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona saf şeker şerbeti veriyordu. Bir herzevekil dedi: “ a ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik.

Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler” köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz. Mecnun dedi ki. “ Sen baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!

Bu köpek, bence tanrı’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leyla’nın mahallesinin bekçisi.

Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş neresini yurt edinmiş? O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hatta o benim dert daşım, gam daşım. Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir. Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili. Anlatmaya imkan yok ki, sus vesselam!..”

Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içersinde gül bahçesidir. Suretini kırdın yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir. Artık her sureti kırar, haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. O saf şehirli de surette zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.

O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli, neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu. Kuş o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.

Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar. Şehirlinin de sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı. Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar

Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı. Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur. Kabe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillece düşer. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.

Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine bulabilir. Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kuran- rahman, ona Kuranı öğretti” sırrına ersin. Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Tanrı kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste yürü. Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyetler, zahmetler çektiler. Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.

Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir halde o köye vardılar. Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya, gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.

Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür. Bekçi, gibi orada yurt tutar, otururlar. Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme. O çeşit habis ve asi suratlar hakkında Tanrı, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.

Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular. Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu. Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?

Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar. Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar, adam zaruret yüzünden ölü eti bile yer!

Şehirli, köylüyü gördükçe selam vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi. Köylü” Olabilir, fakat sen kimsin, nesin ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam. Ben, gece gündüz, Tanrının işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet olmam ben.

Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı. Aklım, Tanrıdan başka hiçbir şeyden agah değil. Gönlümde de Tanrıdan başka bir şey yok, canımda da” diyordu. Şehirli dedi ki: “ bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada!”

Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim? Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik? Aylarca bana konuk olmaz mıydı?, sayısız ihsanlarıma, inamlarına nail olmadın mı? Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.

Boğaz, nimet yerse yüz utanır”diye anlatıp duruyor. Köylü de “saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu. Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı. Bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı. Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “ Ev sahibini çağırın” diye kapısının halkasını dövmeye başladı.

Köylü yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terk ettim. Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.” Bildikten, dostani soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.

Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lütfuna, vefasına alışmıştır. İnsanların uğradıkları bela ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir. Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helal ederim. Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.

Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler. Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne ala, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir yer ara” deyince,

Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime. Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum. İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!” o bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkansız yere gitti.

Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi adeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi. Bütün gece “ Aman yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hatta bunun iki yüz misline bile layığız. Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin layığı budur. Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna layıktır.

Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nail olmaktan yeğdir. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi. Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka bir şey bulamazsın ki.

Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir ahmak! Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı. Yaptığı işe candan gönülden nadim oldu, oldu ama artık soğuk, soğuk ah etmenin ne faydası var.

Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı. Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hala kurt arıyordu. Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.

İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu. Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını sakalını yolardı. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir halde beklerken, ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.

Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü. Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu. “ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de, köylü, “Hayır, yellendi ya tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt eder, anlarım. Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi. Şehirli, “;y, bak. Vakit gece, insan, geceleyin iyi göremez.

Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek yanıltır” dedi ama, köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikar. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.

Yolcu azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince, şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı. Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!

Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam, güpegündüz dostunu nasıl tanımaz? Kendini dalgın ve arif gösteriyor da mürüvvetin, vefanın gözüne toprak serpiyorsun. Benim kendimden ile haberim yok, gönlüme Tanrıdan başka hiçbir şey sığmıyor ki. Dün yediğim bile aklımda değil.

Bu gönül, hayretten başka bir şeyden neşelenmiyor diye kendini müstağrak gösteriyorsun ama asıl akıllı, fakat Tanrı mecnunu benim, bunu hatırında tut da şu kendimde olmayışımı mazur gör. Bir insan, şer’an murdar olan hurma şarabı içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar.

Sarhoş ve esrarkeşin karı boşaması ve bir şey satması, makbul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer, yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir. Asıl tek padişah olan Tanrıdan gelen sarhoşluksa insana yüz küpün şarabından ziyade tesir eder, yüz küpün şarabından ziyade adamın aklını alır.

Haydi yürü artık böyle adama nasıl teklif olabilir ki? At düştü, elsiz, ayaksız bir hale geldi. alemde eşek sıpasına kim yük yükler? Ebumerre’ye kim Farsça okutabilir? At topallamaya başladı mı, üstündeki yükü alırlar. Çünkü Tanrı “ Köre teklif” yok dedi. Ben de kendime karşı kör, fakat Tanrıyı görür oldum. Şu halde azdan da affedilmişim, çoktan da!

Halbuki, sen, dervişlikten dem vuruyorsun, kendinden olmadığını söylüyorsun, ebedi sarhoşlar gibi hayhuylarda bulunuyor, naralar atıyorsun. Yeri gökten fark etmiyorum diyorsun ama Tanrı gayreti seni bir sınadı ki! Eşek sıpasının yellenmesi seni böyle rüsvay etti, senin, ben yoktum diye kendini nefyedişini ret ederek, varlığını ispat etti.

Tanrı, sersem adamı böyle rüsvay eder, kaçan avı böyle yakalar işte!” hey babam hey ben, padişah kapısına çavuş oldum diyene yüz binlerce sınama var. Halk, onu bu sınamayla tanımasa bile ileri gelenler, onun davasına delil ister, yolundan nişan sorarlar. Aşağılık bir adam, terzilik davasına kalkışsa padişah, onun önüne bir atlas kumaş atar.

Bundan bir geniş kaftan yap der. Bu sınamayla yersiz davaya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir. Eğer kötüleri sınama olmasaydı her puşt, savaşta Rüstem kesilirdi! Farz et ki puşt zırh giymiş, kaç para eder? Savaşa girişip sıkışınca esir olacak değil mi?

Tanrı sarhoşu, kasırgadan ayrılır mı hiç? O , sur üfürülünceye kadar kendine gelmez. Tanrı şarabı doğrudur, doğru yalanı yok. Sense şarap değil ayran içmişsin. Ayran içmişsin , ayran içmişsin, ayran içmişsin.! Kendini Cüneyd ve Bayezid gösteriyorsun. Yürü be, ben, baltayı kilitten fark edemem ki diyorsun ama.

A düzenbaz, kötülüğü tembelliği, kızgınlığı ve ihtirası bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin? Kendini Mansur-ı Hallac göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın. Ben Ömer’i Ebuleheb’den ayırt edemem de gece yarısı eşek sıpasının yellenmesini tanırım diyorsun ha!

Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan da kendisini, hatırım için kör ve sağır eden bir eşektir. Kendini öyle pek yol erlerinden sanma. Sen yol kesicilerin adamısın, herze yiyip durma! Sersemlikten uç, akla doğru koş. Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç? Kendini Tanrı aşıkı gösteriyorsun ama kapkara Şeytanla aşkbazlık ediyorsun.

Kıyamet günü aşıkla maşuku birbirine bağlarlar da herkesin önüne çıkarı verirler. Sen kendini nasıl oluyor da ahmak, dalgın gösteriyorsun? Üzümün kanı nerede? Sen bizim kanımızı içmişsin! Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir arifim ben, köyün Behlül’üyüm ben diyorsun ha!

Tanrı yakınlığına eriştin de sanat, sanatkardan ayrı olmaz sanıyorsun ha! Şunu olsun görmez misin? Tanrı velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var. Mesela demir, Davud’un elinde mum oluyor. Halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!

Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar. Babacığım, yakınlık de çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da! Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!

Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki? Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin. Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?

Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme. O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker. Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan! Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma.

Sarhoş gibi şu yana bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta. Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş yalan yere can çekişme. Fakat ebedi hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi mahluku tanımasa da caiz.

Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama, bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin! Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
papatya
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 8
Kayıt: 17 Nis 2009, 02:00

Köylünün Fendi

Mesaj gönderen papatya »

Köylünün Fendi adlı hikayeyi gündeme getirmeniz ne hoş. Beni yıllar öncesine götürdünüz. 7-8 yıl kadar önce Mesnevi'yi okumaya çalışıyordum. İlk okuduğumda da çok sevmiştim. Hikayenin her paragrafı kıymetli hazineyi barındırıyor.

Bazı hikayeler, yaşanılmış acı ve tatlı anılarımızı tazeler.



"Dostunu birgün sevecekmiş gibi nefret et, birgün nefret edecekmiş gibi sev."

Şehirli örneği gibi hikayesi olanlara!

Allah razı olsun
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

SEBALILAR VE NİMETTEN AZMALARI

Resim


Seba halkının macerasını okumadın mı? Belki de okudun, okudun ama sesten başka bir şey duymadım. O dağ, sesi anlamaz ki dağın aklı manaya gidemez ki. Dağ akılsız, kulaksız ses verir durur. Fakat sen sustun mu o da susar. Tanrı Seba’lılara pek büyük bir genişlik ve rahatlık verdi. Yüz binlerce köşk, hayvan ve bağ ihsan etti.

O kötü yaradılışlı adamlar buna şükretmediler. Vefada köpekten de aşağı oldular. Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkar olur. Kapıya bekçi kesilir. Ona eziyet edilse yiyeceği layıkıyla verilese bile o kapıyı bırakmaz. Orada karar eder, başka bir kapıya gitmez.

Oraya bir garip köpek gelse oradaki köpekler onu gece gündüz tedibederler. İlk konağına git. Oradan nimetlendin, o nimetlerin hakkı, gönlünü oraya rehin etmendir derler. Yerine git, o nimetin hakkını bundan fazla terketme diye onu diye onu ısırırlar. Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli abıhayat içtin, gözlerin açıldı.

Canın, ehlin diller gönlünden nice şükür, vecir ve kendinden geçiş gıdaları yedi. Sonra da yine hırs yüzünden bu kapıyı bıraktın, hırs yüzünden her dükkanın etrafında dönüp dolaşmadasın. O çömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısına arda kalasıca bir tirit için koşup duruyorsun. Bil ki can, asıl burada yağlanır, ümitsiz bir hale düşenin işi burada düzelir.

İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptela sakın bu kapıyı bırakma. Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal, hepsi. Sabahleyin İsa’nın ibadet ettiği yerin kapısına gelir, onun nefesiyle illetten kurtulmayı umarak bekleşirdi.

İsa, o güzel gidişli, evradını bitirince kuşluk çağı dışarı çıkar. Zayıf, perişan bir çok dertlinin şifa ümidiyle kapıya oturup bekleştiğini görür. Dua ederde “ Tanrı, hepinizin muradını verdi, maksatlarınıza eriştiniz. Şimdilik illetsiz zahmetsiz yürüyün, Tanrının yargılama ve kerem etmesine doğrulun” der.

Hepsi ayaklara bağlı develere benzerken himmet edip bağlarını çözer. Onlarda hemencecik sıhhat bulup onun duasıyla neşelenerek yürür giderlerdi. Sen de bunca afetlere uğradın, hepsinden tecrübeler gördün. Padişah meşrepli erlerden sıhhat buldun. Topallığın kaç kere düzeldi, canın kaç defa gamdan, mihnetten kurtuldun.

Sense gafilcesine kendini de kaybetmemek için ayağına ip bağlamış durmaktasın be herif! Şükretmiyorsun, nail olduğun nimetleri unutmuşsun. Bu unutuş o bal yediğin zamanları hatırına getirmiyor. Hulasa o yol sana bağlandı. Çünkü gönül ehlinin gönlü, senden incindi, sana darıldı.

Çabuk onları bul, kusur dile, tövbe et. Bulut gibi ağla inle. De sana onların gül bahçeleri açılsın, sana olgun meyveler saçılsın. O kapıda dön dolaş Eshabı kehf’in köpeğiyle kapı yoldaşıysan köpekten aşağı olma. Köpekler bile, gönlünü ilk eve bağla diye köpeklere nasihat ederler.

Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan, hak gözetmeyi terketme derler. Edeplensin de oraya gitsin, kurtuluşu o ilk kapıda bulsun diye onu ısırırlar. A azgın köpek, velinimetine isyan etme. Halka gibi o kapıya bağlan. O kapıda bekçilik et. O kapıda çevik davran, o kapıda sıçra.

Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı faş etme. Köpeklerin adeti vefakarlıktır. Yürü be bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler. Ulu Tanrı bile vefakarlıkla öğündü de “ Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi. Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakar ol.

Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir. Çünkü hiç kimse Tanrı hakkında daha ziyade hak sahibi değildir ki. Ana hakkı bile Tanrı hakkında sonra gelir. Çünkü Tanrı, anayı senin ana karnındaki şekline borçlu etmiştir. Tanrı, seni onun cisminde bir surete bürümüş, gebelik halinde ona seninle istirahat ve huzur vermiş onu sana alıştırmış.

O da seni kendisinin bir cüzü görmüştür. Tanrının tedbiri anaya ilişik olan o cüzü ayırmıştır. Tanrı binlerce sanat ve fen düzdü de ana, sana sevgi bağladı, şefkat gösterdi. Şu halde Tanrı hakkı, ana hakkından öncedir, Tanrı hakkını bilmeyen eşektir. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden odur. Ona serkeş olma.

Ey Tanrı, ey ihsanı kadim olan, bildiğim de senindir, bilmediğim de. Sen Tanrıyı an, çünkü benim hakkım hiç eskimez. O sabah çağında, sizin Nuh’un gemisinde koruduğumuzu, bu suretle lütuflarda bulunduğumuz an. O zaman sizin aslınızı, atalarınızı tufandan, tufan dalgasından korudum, onlara aman verdiğim.

Ateş huylu su, yeryüzünü kaplamıştı. Dalgası dağların tepelerine kadar çıkıyordu. Sizi ret etmedim, atanızın, atasının, atasının varlığında sizi korudum. Madem ki baş oldun, sana nasıl ayağımla vururum, kendi iş yurdumu nasıl ziyan ederim? Vefasızlara kendini feda ediyor, kötü bir zan yüzünden o tarafa doğru gidiyorsun.

Bense unutmadan, vefasızlıktan beriyim. Benim yanıma gelsen bile kötü bir zanla gelirsin. Sen, hani kendine benzeyenlerin önünde iki kat olursun ya. İşte onlar hakkında kötü zanda bulun. Nice ulu, ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana nerede onlar diye sorsam gittiler dersin.

İyi dostun yüce göklere gitti. Kötülük dostunsa yerin dibine geçti. Ara yerde sen kalakaldın, yardımsız, yardımcısız kervandan arta kalan ve sönmeye mahkum ateşe döndün. Ey baba, yiğit dost, yukardan, aşağıdan münezzeh olanın eteğini tut. O, ne İsa gibi göklere ağar, ne Karun gibi yerlere geçer.

Sen yerden yurttan alımdan, satımdan kaldın mı o, mekan aleminden de seninle beraberdir, lamekan aleminde de. Bulanıklardan, duruluklar çıkarır, cefalarını vefa yerine tutar. Cefakarlıkta, bulunursan noksandan kurtulup kemale erişesin diye kulağını burar.

Sulukta virdini terk edersen zahmete, mihnete düşer, sıkıntıya uğrarsın ya. İşte o tediptir. Yapma, o eski ahdi hiç değiştirme demektir. Bu iç sıkıntısı bir zincir şeklini almadan, bu gönlünü sıkan şey, ayağını bağlamadan önce. Bu işareti, beyhude zan etmemen için uğradığın o makul zahmet, duyguna hitap eder bir hale gelir ve meydana çıkar.

Suç işlediğin zaman iç sıkıntıları gönlünü kaplar, bu sıkıntılar, ecelden sonra ist zincir şekline bürünür. Burada bizi anmaktan çekinen kişiye dar bir yaşayış verilir ve körlükle cezalanır. Hırsız, insanların mallarını çaldı mı bir iç sıkıntısı, bir darlık gönlünü tırmalamaya başlar. O, bu sıkıntı, bu darlık nedir ki? Der. Şerrinden ağlayan mazlum yok mu? İşte onun sıkıntısı, onun darlığı.

Bu darlığa, bu sıkıntıya pek aldırış etmezse bu inadının rüzgarı ateşini üfler. Hulasa gönül sıkıntısı, memurların sıkıştırması haline gelir, o manalar, duyulur, görülür bir hale gelip meydana çıkar. Dertler, zindan ve çarmıh olur. Dert; kök tut . kök, dal budak verir. Kök gizliydi, meydana çıktı. Sen de darlığını, ferahlığını bir kök bil. Kötü kökse hemencecik, çabucak onu sök ki çimenlikte çirkin bir diken çıkmasın. İç sıkıntısı görünce ona bir çare bul. Çünkü dallar, hep kökten meydana gelir. Genişlik gördün mü de onu sula, yetişip meyve verince dostlara dağıt.

Seba’lılar, heveslerine uymuş ham kişilerdi. İşleri, güçleri büyüklerin nimetlerine karşı nankörlükte bulunmaktı. Bu nankörlük, adeta sana ihsan eden adama karşı kötülükte bulunmana, onunla savaşmana benzer. Mesela, o iyilik edene, ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun?

Lütfet de bu iyiliği yapma. Ben göz istemiyorum, beni kör et dersin, işte bunun gibi. Seba’lılar da “ Şehirlerimiz birbirine çok yakın onları uzaklaştır. Kötülük, çirkinlik bize daha iyi bizim ziynetimizi güzelliğimizi al. Biz, bu köşkleri, bağları, bahçeleri istemiyoruz. Ne güzel kadınlarla işimiz var, ne emniyet ve huzurla.

Şehirler, birbirine pek yakın. Halbuki orada ne boş bir çöl, ne güzel bir ova var. Orada yırtıcı hayvanlar, canavarlar vardır” dediler. İnsan yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez. Bir hale katiyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan.

Geberesi insan, efendisine ne de kafirdir ya hidayete nail oldu mu tutar, inkara sapar. Nefis bu çeşit mahluklardandır da onun için gebertilmeye layıktır. Onun için ulu Tanrı “ Öldürün nefislerinizi” demiştir. Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulma imkanı mı var ? Heva ve hevesi terketme ateşini vur şu dikene, iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!

Seba’lılar, haddi aşınca bize veba, seher yelinden daha iyi diyecek derecede taşkınlık gösterince, Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mani olmaya çalıştılar. Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kafirlik tohumu ekiyorlardı.

Kaza geldi mi bu cihan daralır, tatlı helva bile ağzında zehir kesilir demişler. Kaza gelince göz kapanır da göz gözü görmez olur. O atlının hilesi, bir toz kopardı mı o toz , seni yardım dilemeden bile uzaklaştırır. Atlıya doğru yürü, toza doğru değil. Yoksa atlının tozu, seni ezer bitirir.

Tanrı bu kurdun yediği adama “ Kurdun tozunu gördü de neden feryad etmedi? Kurdun kopardığı tozu bilemedi. Bunca bilgisiyle, bunca hüneriyle neden yayılıp otlamaya koyuldu? Koyunlar bile kendilerine zarar verecek olan kurdun kokusunu duyar, ondan taraf, taraf kaçarlar.

Hayvan bile aslanı kokusundan anlar da otlamayı bırakır” Aslanın kızgınlığından bir koku aldın mı dön Tanrı’ ya sığınmaya, yalvarmaya koyul. Onlar, kurdun tozundan ürkmediler, çekinmediler. Tozun ardından o koca mihnet kurdu çatıp geldi. O koyunları, hışımla paraladı gitti. Onlar, akıl çobanından göz yummuşlardı. Onları, çoban ne kadar çağırdı da gelmediler, çobanın gözüne toz toprak serptiler.

“ Yürü be, biz senden ziyade çobanız. Her birimiz başız, uluyuz. Böyle olduğu halde nasıl sana uyarız? Biz kurtlara lokmayız, senin adamın değil. Ateşin odunlarıyız, utanma arlanma yok bizde” dediler.

Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağrışırlar, yerleri yurtları harabeye döner. Onlar mazlumlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar. Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer, birer buldular.

O Yusuf kimdir? Senin hak arayan gönlün, o gönül, bir esir gibi senin yurdunda bağlıdır. Bir Cebrail’i direğe bağlamış, koluna, kanadına yüzlerce yara açmış, perişan etmişsin de. Sonra da önüne kebap olmuş dana getiriyor, bazan da onu samanlığa götürüp hadi ye, işte bizim yağlı gıdamız budur diyorsun.

Halbuki ona Tanrı vuslatından başak gıda yoktur. O dertlere düşmüş zavallı da bu işkenceden bu sınanmadan kırılıp senden Tanrıya şikayet ederek der ki: “ Yarabbi, bu kocamış kurttan eleman” Tanrı da ona “ Sabret, işte vakit geldi. haberi olmayan her kişiden öcünü alacağım” der. Feryada erişen Tanrıdan başka kim feryada erişir ki.

O “ Yarabbi yüzünün ayrılığından sabrım bitti. Yahudiler elinde aciz kalmış Ahmed’im Semud kavminin hepsine düşmüş Salihim. Ey Peygamberlerin canlarına kutluluk bağışlayan Ya beni öldür, ya kendine çağır, yahut da sen gel! Kafirlere bile ayrılığına tahammül yok.

Onların bile her birisi keşke toprak olsaydım der. “ Kafirin bile hali böyle olursa senin olanın hali, sensiz e olur?” der. Halk da der ki “ Öyledir, doğru ey temiz adam fakat söz dinle, sabret sabır iyidir. Sabah yaklaştı, sus, çok coşma. Ben senin için çalışıp duruyorum, sen çalışma!”



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

DOĞANIN KAZLARI OVAYA ÇAĞIRMASI

Resim


Doğan ,Kaza “ Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi. Akıllı kaz dedi ki: “ Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir” şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın. Doğana deyin ki: “haydi yürü, yürü dön geri Ey aşağılık adam başımızdan el çek.

Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kafir! Kale bizim olsun, şekerle şeker yurdu senin. Bize senin hediyenin lüzumu yok, al senin olsun! Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur! Tedbirli şehirli, birçok özürler getirdi, o merdut ifrite nice bahaneler serdetti.

“ Şimdi mühim işlerim var. Gelirsem onlar yüz üstü kalır. Düzene girmez. Padişah bana mühim ve nazik bir iş buyurdu, geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor. Padişahın emrinden dışarı çıkamam, huzurunda yüzü kapkara olamam. Her sabah, her akşam hususi çavuşu gelip işin neticesini soruyor.

Reva görür müsün, köye geleyim de padişah bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın? Kızarsa kızgınlığına karşı ne çare bulurum, diriyken kendimi topraklara mı gömeyim?” dedi. Daha da bu çeşit yüzlerce bahaneler etti, fakat hileleri, Tanrı takdirine eş olmadı. Alemin zerreleri birbirine girse yine Tanrının kaza ve kaderine karşı hiçtir hiç!

Bu yeryüzü, gökten nasıl kaçabilir, yeryüzü kendini gökten nasıl gizleyebilir? Gökten yeryüzüne ne yağarsa yağar, yeryüzü, ne kaçabilir, ne bir çareye başvurabilir.,ne bir pusuda gizlenebilir. Güneşten ateş yağsa yine o, gökten yağan ateşe karşı yüzünü yerlere döşemiştir.

Yağmur yağsa da tufanlar coşsa, üstündeki şehirler yıkılıp yerle yeksan olsa o yine Eyyup gibi teslim olmuştur, ben bir esirim ne dilersen yağdır demektir. Sen de bu yeryüzünün bir cüzünün,baş çekme. Tanrı hükmünü görünce isyan etme. “ Sizi topraktan yarattık” sözünü duydun ya, demek ki senden toprak olmanı istiyor, yüz çevirme!

( Tanrı diyor ki:) “ Toprağa nice tohum ektim. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu ben yükselttim. Yine bir hamle et de kendine topraklığı sıfat edin, alçal. Ben de seni bütün beylere emir yapayım. Su, yukardan aşağıya, akar da sonra aşağıdan yukarıya akar. Buğday, yukardan aşağıya, yerin dibine gider de ondan sonra yerden baş çıkarıp yükselir.

Her meyvenin tohumu yerden biter de ondan sonra yerden baş verir. Nimetlerin aslı felekten ta yere kadar umumiyetle aşağıya geldiler, alçaldılar da temiz cana gıda oldular. Tevazula felekten toprağa inince de diri ve yiğit adamın cüzi oldular. Bu suretle o cemad, insan sıfatlarını kazandı, arşın yücesine uçtu, neşelendi. Önce diri alemden geldik, sonra yine aşağılıktan yücelere çıktık.

Diyerek bütün cüzüler, hareket ve sukün hallerinde “ Biz, şüphe yok, yine gerisin geri Tanrı’ ya dönüyoruz “ derler. Gizli cüzlerin zikir ve tespihleri, bir gulguledir salar. Kaza, hileler düzmeye başladı mı köylü şehirliyi mat etti. Şehirli, binlerce rey ve tedbiri olduğu halde mat oldu ve bu seferden afetlere uğradı.

Kendi sebatına itimadı vardı, bir dağdı ama yarım bir sel, onu kapıp götürdü. Kaza ve keder, felekten baş çıkardı mı akılların hepsi kör ve sağır olur Balıklar, kendilerini denizden dışarı atarlar. Tuzak, uçan kuşu zebun eder. Peri ve şeytan, şişe içine girer. Hatta Babil Harut’unu bile kaza ve kader kapar, avlar.

Ancak kaza ve kaderden yine kaza ve kadere kaçan kişi kurtulur. Hiçbir tedbir onun kanını dökemez. Tanrı’nın kaza ve kaderinden yine Tanrı’nın kaza ve kaderine kaçan kişiden başka hiçbir kimseyi, hiçbir hile, kaza ve kaderden kurtaramaz.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

DERVANLILARIN HİKAYESİ

Resim




Darvanlılar’ın hikayesini okumadın mı? Okuduysan niçin hileye sapmakta ısrar edip duruyorsun? Birkaç akrep iğneli kişi, birkaç yoksulun rızkını çarpmak için hileye, düzene giriştiler. Gece vakti, sabaha kadar birkaç, Amır’la Bekir yüz yüze verip hile düşündüler. Sırlarını , tanrı anlamasın diye gizli söylüyorlardı.

Sıvacıya çamur sıvamaya koyuldular, hiç, el gönülden gizli bir iş yapabilir mi? Tanrı, “ Seni yaratan, düşünceni, gizli konuşuşunda, fısıltısında doğruluk mu var, hile mi bunu hiç bilmez mi?” buyurdu. Sabahleyin yola çıkanı gözüyle gören, ertesi gün nereye konacak, bundan sonra nasıl gafil olur?

Yüzünü nereye döndürdüğünü, sayısını, yolunu, yordamını, ineceği, çıkacağı yeri nasıl bilmez?şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle. Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır. Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekattır.

Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlesen o eve bu pencere açmış olursun. Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır. Yolcu, eğer yüce Tanrıya gidiyorsa bize dert daş ol, derdimize çare bul.

Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır. Canın bir tarafa gitmesine müsaade etmez ki. Bu şu tarafa çeker, o bu tarafa, her biri, doğru yol benim der. Bu tereddüt, Tanrı yolunun tuzağı, sarp yeridir. Ne mutlu ayağı çözük kişiye. O, doğru yolda tereddütsüz gider. Eğer yol bilmiyorsan öyle bir hür adamın adımı nerede? Onu ara!

Ceylanın izini izle, her şeyden kurtulmuş bir halde yola düş de onun izini izleye, izleye nihayet miske erişesin. Bu çeşit yürüyüşle zahiren ateşe bile girsen yine apaydın yücelere kadar varırsın “ Mademki “ Korkma” hitabını duydun, ne denizden korkun var ne dalgadan, ne köpükten! Tanrı sana hak korkusunu verdi mi bunu “Korkma” hitabı say. Sana tabak yolladı mı ekmek de yollayacak demektir. Korku, korkusu olmayan adamındır. Dert burada dönüp dolaşmayan kimsenindir.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

KENDİNİ BİLMEZLİĞİN SONU

Resim



Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı. Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı. Postu boyanmış pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu. Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.

Hepsi de “A çakalcık, bu ne hal? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun. Neşeden adeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler. Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikatten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.

Mimbere çıkmaya, lafla ulu görünüp bu halkı, kendine meftun etmeye kalkıştın bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere adettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat. Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.

Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla yağlar, devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der. Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlarlar. “ İşte sözümün doğruluğuna şahit, bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi.

Karnı ise sessiz, sedasız “ Tanrı, yalancıların düzenini kurutsun! Senin lafın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun. A yoksul şu kötü davan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı. Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine dava ederdi.” Dedi.

Tanrı” Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama, doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi. A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol” ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme! Bir para elde ettiyse ağzını açma, yolda sınama taşları var.

Sınama taşlarının önünde de halli, hallerine sınamalar var, onlarda imtihanlara tabi! Tanrı, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi. Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma!

Babur oğlu Bel’am’la melun iblis, en son imtihanda alçaldılar. “ o adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lanet eder, “ Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler.

Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi. Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş. Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor. “ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu.

Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale geldi. Tanrı “ Beni çağırdın mı, suçlu olsam da, putperest de olsam ben yine icabet ederim. Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden kurtarır.” Demiştir.

Karın, kendini Tanrıya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü. Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lafla geçinen adamın şerefini bir paralık etti.

Dedi ki: “ Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu? Kedi geldi onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız yakalayamadık ki!” oradakiler şaşırıp gülüştüler. Bu hale acıdılar. Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu.

O rengarenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki: “ Hele bir bana bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur. Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden baş çekme, secde et bana! Şu güzelliğime, şu letafetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de!

Tanrı lütfuna mazhar oldum ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim. Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler. Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?” “ peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. Çakal. “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi.

Bunun üzerine dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır cilvelenirler.” “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” çakal, “yok canım çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?” dedi. Peki tavus kuşları gibi bağırabilir misin?” diye sordular. “kara taştan kaynak mı çıkar hiç” diye cevap verdi.

Bunun üzerine dediler ki. “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelidir. Hileyle dava ile hiç, o güzelliği elde edebilir misin sen?

Firavun da saçını, sakalını süslemişi eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce göstermeye, ondan daha yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı. O da, boyacı, küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki küpüne düşmüştü! Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da saçma sapan heriflerin secdelerine kapandı.

O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından adeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti! Mal yılandır, onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır adeta. A firavun, ululanıp durma, sen bir çakalsın, tavusluk davasına kalkışma.

Tavusların arasına varsan aciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler. Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin! Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun.

Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı. A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan, sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır.

Tanrı, söz gelişiminde Peygambere dedi ki: “ Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur: münafık iri yarı, korkunç, zahiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır anlarsın, testi aldığın zaman o testilere vurursun değil mi?

Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlama için. Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benze, önde gider” ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses matara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder! Sınama sözü gelince hemencecik Harut hikayesini hatırladım.




Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

HARUT'LA MARUT'UN HİKAYESİ

Resim




Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz. Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti. Hele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, adeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.

Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Harut ve Marut kıssasını dinle! Tanrı lütfunu , padişahın lütuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı. Tanrının kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Tanrı miracının ne sarhoşlukları var?

Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lütufkarda bulunur? Harut da Marut da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, aşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.

Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki? Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da, ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de! Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur.

Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür. Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister. Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona kadar yakın görünür ki oraya sıçramak ister.

Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir. Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister. Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir. O avcılar dan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.

Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler. Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer anlar. Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak şehvettir.

Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret.! Sonra da bu alemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır. O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki? Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.

Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sakilerden de. Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestiliklere düşer! Onlar bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler bu alemi şarabın küpünü kırmışlardır.

Ancak, ümitsiz ve o alemden uzak olanlar, kafirler gibi kabirlerinde gizlenmişler, iki alemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir. Harut la Marut,sarhoşluklarından “ Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak, bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.

Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “ durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok. Kendinize gelin de körcesine Kerbela’ya at sürmeyin! Çünkü o çölde helak olanların kıllarından kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz. Yol, baştan başa kıl, kemik, sinir, doludur. Tanrının kahir kılıcı, nice varları yok etmiştir. Tanrı “ Tanrının inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülayim bir surette yürürler” dedi.

Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata, ata! Diyordu. Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu. Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.

Gözleri, Tanrı inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır? Dilerim, Tanrı ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, doğruyu Tanrı daha iyi bilir.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Firavunun rüyası

Resim


Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı. Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, firavunu ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.

Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayalin, bu kötü rüyanın delalet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi. Hepi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mani olalım” doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler: o gün İsrail oğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.

“ Ey İsrail oğulları haydin sizi padişah filan yerde huzuruna çağırıyor. Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellallar bağıracaklardı. Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

Hatta yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti. Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek. Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti. Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı. Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan man edildiği şeye haristir derler.

( tellallar bağırdılar:) “ esirler meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!” israiloğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından, hileye inandılar. Süslenip , püslenip o tarafa doğru koştular.

Hani şunun gibi: Burada da hilekar Moğollar, “ Mısırlılardan birini arıyoruz . Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de . Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vurular. Onlar, ezan sesi duyunca Allah davetçisine uymazlardı ya. Onun şomluğu yüzünden.

Hilekar Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytanın hilesinden ! Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi kulağını tutup çekmesin! Yoksullar, tamahkar ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara”

Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar kusurlar arasında olur. İsrail oğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular. Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi. Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi. Cevap vererek dediler ki, sana kulluk eder, sözünü dinler hatta dilersen burada bir ay otururuz”

Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü. Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa , konuşa Şehre geldi. ona “ imran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi. İmran da İsrail oğullarındandı fakat Firavunun adeta gönüllü , candı. Firavun onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden akıl edecekti?

Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi. Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar. İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin dedi?” kadın “Sana iştiyakımdan. Allahnın kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.

İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı. Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük iş değil!” demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat Allah , satranç oyununda şahı sürüyor. Bir yutulduk mu yutulduk! Hanım, yutulmayı da hakiki padişah olan Allahdan bil, yutmayı da o işi bizden bilip bize hayıflanma! Firavunun korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum meydana geldi işte!

Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam gussa gelmesin, sana da. Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin alametleri belirdi! Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya yer gök naralarla dolmaya başladı. Firavun, bu naralardan korkup sıçradı gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.

Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri ve perileri bile korkutan bu naralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu. İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun İsrailoğulları lütfundan neşeleniyorlar. İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim bir endişedir kapladı”

Bu gürültü asabını bozdu. “Bu acı dertle, kederle beni kocattı.” Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor. Her an “İmran, bu naralar beni dehşetle yerinden sıçrattı” diyordu. Zavallı İmra’nın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın. Her peygamber ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

Kör Firavunun hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi. Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi. İmran meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince, her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı örtü.

Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu. Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu. İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hal? Bu yomsuz yıl, kötü alametler mi gösteriyor yoksa?” dedi. Özürler serdederek dediler ki: “Emir Allahnın kaza ve kaderi bizi esir etti.

Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karadı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu. Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti. O peygamberin yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık”

İmran , içinden sevindi, fakat zahiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup, kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız ve güya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara oyun oynuyordu. “ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.

Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu dökünüz, şerefini hiçe saydınız. Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün. Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik. Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye, mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?

Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekar ve şom kişilersiniz. Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir.

Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil, fitil burnunuzdan getiririm.” Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti. Fakat yılardır nice belalar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta. Bu sefer tedbirimiz hiçe çıktı. O peygamberin anası gebe kaldı, o ana rahmine düştü.

Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz. Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mani olmak için doğacağı günü hesaplayacak gözleyeceğiz. Ey akıllara fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.

Firavun düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır. Yer göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer .Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellallar çağırttı. Tellallar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular, elbiseler, altınlar elde ettiler. Kadınlar, bu yıl devlet sizin herkes dilediği şeye nail olacak.

Padişah kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külahlar koyacak. Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar. Kadınlar sevindiler çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydan yöneldi. Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar. Düşman doğmasına, felaket artmasın diye güya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu. Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi. “ Burada bir çocuk var, anası , ürktüğü, şüphelendiği için meydana gelmedi. Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş fakat pek akıllı pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar. Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Allah emriyle Musa’yı tandıra attı. Bilen Allahdan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir. Ey ateş, soğu yakma emrinin koması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

Kadın vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı, fakat ateş Musa’yı yakmadı. Memurlar bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp, Firavundan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar. O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını başını yolma, ümitlen itimat et, onu Nil’e at, ben onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi. bu sözün sonu gelmez ki. Firavunun bütün hileleri, yakasına paçasına dolaşmaktaydı. o dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu. Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.

O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi. İnatçı firavunun hilesi ejderha idi, bütün alem padişahlarının hilelerini yutmuştu. Fakat ondan daha firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de! O bir ejderha idi, asa da bir ejderha oldu.

Bu onu Allah tevfikiyle sömürüp yutuverdi. El üstünde el var. Nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Allahya kadar. Çünkü o öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı, bütün denizler, ona karşı sele benzer. Hileler tedbirler ejderha ise tek Allah önünde hepside hiçtir.

Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu. Doğru yolu Allah daha iyi bilir. Firavunda olan yok mu? Sen de var. Fakat senin ejderha kuyusuna hapsedilmiş! Yazıklar olsun bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavuna isnat etmek istersin. Senin halinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.

Lakin nefis seni de harap etmiş bu arkadaşın da seni hikayelerle uzaklara atmakta! Senin ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de firavunun ateşi gibi yalımlanır!

Firavun, Musa’ya “ Ey Kelim, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın? Halk senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü. Hulasa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de halkı kendine davet ediyorsun ama iş aks çıktı.

Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı. Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikare karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum. Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma. Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.

Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler. Senin gibi nice hilebazlar varı. Bizim Mısırımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

Musa, Firavuna dedi ki: “Ben Allah emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok. Ben bu alemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim. Tek hak yanında yüce olayımda. Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler. Allahya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin. Yeter bu bana.

Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Allah seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak! Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Adem’le iblisin hikayesini oku da anla! Allahnın zatına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir”

Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim! Bütün bu alem halkı beni seçmiş beni kabul etmiş A Musa, bütün alemde en akıllı sen misin ki? A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın haydi oradan be, kendini az gör, kendine güvenip gururlanma. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim. Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım. Sen hükümdarın, galipsin, benim yardımcım dostum yok. Fakat Allah fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok. Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım, ben kulum yardımla, yardımcıyla ne işim var? Allahnın hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım, her hasmı düşmanından Allah ayırır”

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma. Bu sırada ulu Allahdan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma. Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün. İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim. Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım. Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben. Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı. Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarak gidiyor, ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu. Taşı demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikar bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.

Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum gürcü herkes ondan kaçmaktaydı. Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.

O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asa oldu yine. Asya dayandı da dedi ki. Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece! Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu alemi görmüyor. Göz de açık, kulak da sonra da bu zeka Allahnın gözbağcılığına hayretteyim!

Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin: onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi. Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü. Bu kendisinden geçenlerin oldukça nasıl meydana çıkar?

Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün! Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk düşünceleri yatışmasını uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar. Bir hayret lazım ki düşünceleri silip süpürsün, hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri!

Hüner ve marifette kim daha kamilse mana bakımından artta sureta ileridedir. Allah “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer. Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.

Bu kavim laf olsun diye topal olmadılar ya, öğünmeyi terk ettiler de arı satın aldılar. Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya, topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır. Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zahiri bilgiyi tanımaz.

Bu yolda, aslı o alemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak?Allah bilgisi gerek ki insanı Allahya ulaştırsın. Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lazım olan bilgiyi neye öğretirsin? Öyleyse bu alemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş. Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve ağaca nazaran daha ileridedir. Derecesi de daha üstündür. Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de , de “ Ancak seni bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun. Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın. Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Allah kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme. Ayın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?

Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halas olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir. Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir.

Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür. Ey Allah rızasını elde eden, bu sula, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara. Gönlün köşesiz köşe yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.

Ey mana dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara. Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?

Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin. Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Allahı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz. Fakat akıl ve şüphesiz bilen, tanıyan daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.

Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Allah tecellisi, gah örtülür, gah yenini, yakasını yırtıp görünür. Aklı cüzi gah üstündür, gah baş aşağı ,aklı külli ise bütün hadiselerden kurtulmuştur, emindir. Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara ya değil!

Biz neyse bu derece de söze daldık? Hikaye söyleyelim derken hikaye olduk gitti. Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti. Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari. İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

Asi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya. Kuran hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir. İçinde Allah nuru olan Lamekan aleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hal, geçmiş, gelecek, sana göredir. Yıksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.

Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir. Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar! Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak, eski harfler, yeni manayı ifade edemez ki. Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

Musa, dönüp firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı. Bizim de sihirbazlarımız var. Her birisi sihirde tek, bütün sihirbazlar onlara uymakta” dediler. Padişahın, Mısır sultanı olan Firavunun Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.

Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı. İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri aya bile tesir ederdi. Aydan apaşikar süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.

Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı. Müşteri, para verip alır. Sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu. Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta. İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.

Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor. Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi. bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki: bunları defetmek için bir çare bulun.

Karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi, bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi. Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular. Sofinin meşk yeri dizidir. Müşkülünü halletmek hususunda iki diz, adeta sihirbazdır.

O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Allah rızası için oruç tuttular. Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş.

İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş. Onların ne silahları var, ne askerleri. Bir tek asaları var ama o asa da kıyametler koparıyormuş. Sen zahiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.

Canım babacığımız, onlar Allah eriyse, yaptıkları iş Allahdansa yine bildir. De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım). Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Allah tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım bunu açıkça söylemeye imkan yok. Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikar olsun. Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın. O hakikat sahibi uyurken korkmayın asayı almayı kalkışın.

Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz. Yok eğer çalışmasanız aman ha aman. Kendinize gelin, o Allah eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Allahnın elçisidir. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavunla dolsa savaş zamanı Allah, yine onu üstün eder. Firavun baş aşağı gelir.

Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Allah doğrusunu daha iyi bilir. Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihrinin, hilesinin hükmü kalmaz. Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider. Fakat bir hayvana Allah çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır. Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zahiren ölse bile Allah yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

Allahnın lütufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki “ sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez. Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kurandan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ban mani olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.

Hiç kimse kuranı değiştirmeye kudret bulamaz ona ne bir şey ilave edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama! Senin parlaklığın gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım. Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.

Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir. Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar. Melun kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizili kalıyor ya. Bütün alemi minarelerle dolduracağım, asilerin gözlerini kör edeceğim ben.

Kulların şehirler alacak mevkiler bulacak. Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak, ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir Peygambersin. Kuranın Musa’nın asasına benzer küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

Sen toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asa gibi her şeye agahtır. Kast edenlerin elleri o asaya ulaşamaz. Uyu ey padişah uyu uykun mübarek olsun! Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger. Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”

Hakikaten de öyle oldu, hatta bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. o uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.” Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.

Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar. Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı. Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!

Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş de gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var. Zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül işte, mücadeleye giriş.

Gönlün uyandın mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet! Peygamber “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi. Bekçi farz et ki uyumuş fakat padişah uyanık ya, gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!

Ey manevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce mesneviye sığmaz. Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asayı çalmaya kalkıştılar. Hemencecik asayı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi. Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asa titremeye başladı.

Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar. Sonra asa ejderha oldu, onlara saldırdı, ikisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar. Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı. Katiyetle anladılar ki bu iş Allah işi, sihirbazların harcı değil bu!

Korkularından adeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi. Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler. “ Evvelce sana hasat ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?

Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz bizi affet ey Allah dergahı haslarının hası! Diye ricada bulundular. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler. Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.

Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın. Kalben aşina, fakat zahiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!” bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler, çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

Sihirbazlar Firavunun huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler veri. Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi. Ondan sonra:

“ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihandan galip gelirseniz, size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi. Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz alemde kimse bizimle başa çıkamaz.”

Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikayeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor. Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde. Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendindin de ara sen. Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil. Değişen yalnız kandildir.

Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o alemden. Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir. Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü sonu bulunan cisim aleminin sayısında da kurtulursun. Ey varlık hulasası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.



Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Nefsinizi öldü sanmayın

Resim



Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikaye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al. Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu. Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur. İki elini de aramadan çekme. Arama yolda en iyi bir kılavuzdur.

Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hatta edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara. Gah lafla, gah susarak, gah şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış. Yakup oğullarına “ Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.

Siz de her duygunuzu istidatlı bir hale getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın. Allah, “ Tanrı lütfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak, bucak yürü. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!

Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o aşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün! Nerede bir kişiden lütuf görürsen o adama mukayyet ol, belki o lütfun aslına yol bulursun, olur ya! Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.

Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır. Her sille, okşamak içindir. Her şikayet, insana şükretmeyi andırır.

Ey kerem sahibi cüzden,kül kokusunu al. Ey hakim, zıttan zıddı istidlal et! Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancıda kim için yılan aradı. İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur. O da karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.

Derken bir dağda iri bir ölmüş, yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu. Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü. Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği! İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olurda bir yılana hayran olur?

Yoksul ademoğlu kendisini tanımadı, bilmedi. Fazilet makamından gelip bu noksan alemine düşüverdi. İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti! Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı? Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.

Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi. “ Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu. O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi. Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu. Alem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.

Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de alem cisminin hareketini gör. Musa’nın elinde asa, yılan oldu ya, bütün alemi de buna kıyas et. Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek. Bunların hepsi de bu aleme göre ölü.

Fakat hakikat aleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler. Onları hakikat aleminden bize yolladılar mı işte asa, bize ejderha kesilir. Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilahi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar. Rüzgar, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.

Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar, ateş, ibrahim’e ağustos gülü olur. Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannane direği akla, fikre sahip olur. Taş, Ahmet’e selam verir; Dağ Yahya’ya haber yollar. Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz. Sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz ki? Cematlardan can alemine gidin de alemin cüzülerinin ahengini duyun! O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın. Can aleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.

“ Tespihten maksat, nasıl olur da zahiri tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrıyı tespih eder. Sana Tanrıyı tespih etmeyi hatırlıyor ya. İşte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.

İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur. İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb alemine tamamıyla yabancıdır. Bu sözün sonu gelmez. Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke, çeke Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengamedir koparmak için. Yılanı Şat kıyısına koydu.

Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu. “ Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye. Yüz binlerce ahmak adam toplandı. Ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar. Onlar yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

Halk iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu. Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi! kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş adeta kıyametten bir alamet olmuştu. Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.

Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı. Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, ırak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu. Güneş onu epeyce ısıtınca azasından soğuk ahlar sıyrılıp gitmişti.

O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı. Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular. Ejderha halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.

İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha! Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu. Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti. Ejderha o ahmağa bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var. Sonrada bir direğe sarılıp kendisini sıkı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı. Senin nefsinde bir ejderhadır. O, nereden öldü ki?

Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa! Firavunun eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavunun emriyle akardı. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen Firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!

O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır! Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme. Ejderhan donmuş bir halde iken selamettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.

Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar. Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş. Tanrı, sana vuslatıyla karşılık versin!

Hulasa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince. O fitneleri meydana çıkardı. Hatta azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı! Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakar bir halde tutmayı mı umuyorsun? Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek. Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlup oldu. Ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Karanlıktaki fil

Resim


Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkanı yoktu. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar. Birisin eline kulağı geçti, “ Fil bir oluğa benzer” dedi.

Başka birisinin eline ayağı geçmişti, dedi ki: “Fil bir direğe benzer.” Bir başkası da sırtını ellemişti. “ Fil bir taht gibidir” dedi. Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.

Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki! Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun.

Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz. Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak. Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var. onu istediği tarafa çeker çevirir? Güneş bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa nerede? Tanrı bu yaya kiriş taktığı zaman Adem neredeydi. Havva nerede? Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan olmayan söz o tarafa, hakikat alemine ait olan sözdür.

Fakat sana söylense ayağın sürçer, söylenmese hiçbir şey anlamazsın, vah sana! Bir misalle söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat sanırsın a yiğidim! Ot gibi ayağın yere bağlı hakikatte erişemezde bir yelle başını sallar durursun. Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin.

Yahut çalışıp çabalayıp ayağını bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin için pek müşkül bir şey! Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin. Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider.

Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona alışmışsın. Kalplerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak! Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye! Böyle, böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizili nuru da hicapsız olarak görürsün.

Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hatta felekten hariç keyfiyetsiz seferlere düşersin! Yokluktan varlığa geldin ya kendine gel, geldin ama nasıl geldin? Sarhoşça hiç kendinden haberin yok. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız. Bu aklı terk et de hakiki akla ulaş.

Bu kulağı tıka da hakiki kulak kesil! Hayır, hayır söyleyeceğim çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile! Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu alemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz. Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ardan kolay, kolay kopmazlar.

Çünkü ham meyve köşke, saraya layık değildir ki. Fakat oldu da tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık dallara iyi yapışmaz hemen düşüverir. O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir. Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır.

Sen ana karnında çocuk halindeyken işin gücün ancak kan içmeden ibarettir. Söylenecek bir şey daha kaldı ama onu ben söylemeyeceğim, sana onu Ruhulkudüs bensiz söylesin. Hayır, hayır ruhulkudüs değil, sen kendin kendi kulağına söylersin. Orada hakikatte ne ben varım ne benden ne başkası, sen de bensin zaten canım efendim.

Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine kendinden kendine gelmiş olursun. Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana söz söylüyor sanırsın. A güzelim yoldaşım, sen alelade tek bir adam değilsin ki. Sen bir alemsin, sen bir derin denizsin.

O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi kıyısı bulunmayan bir denizdir. Yüzlerce alem, o denize dalar gark olup gider. Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme. Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir. Bahsetme de asıl bu alemden bahse muktedir olanlardan dile gelmez, söze sığmaz bahisler işit! Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy! Bahsetme de sana bu alemden ruhun bahsetsin. Nuh’un gemisinde yüzgeçlik bahsini bırak! Bu bahse girersen Kenan’a benzersin. Bana düşman olan Nuh’un gemisini istemem diye o da yüzmeye girişmişti.

Nuh ona “ Hey, gel babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul, tufana gark olma” demişti. O “ Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum yaktım” diye cevap verdi. Nuh “Kendine gel, buna bela tufanının dalgası derler. Bu gün yüzme bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz” dedi.

Fakat Kenan dedi ki: “ yok, yok ben yüce dağa çıkarım. O dağ beni her türlü beladan kurtarır” Nuh, “ Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü mesabesindedir. Tanrı, kendi dostundan başkasına aman vermez” dediyse de Kenan, ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan olmama tamah ettim.

Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki ben iki alemde de senden uzaktım” dedi. Nuh, “Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir. Tanrı’nın ne işi var, ne benzeri! Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman nazik bir zaman. Bu kapıdan kimin nazı geçer ki? O ezelde “ Doğmadı da , doğurmadı da” hakikatine mazhardır.

Tanrı’nın ne babası var, ne oğlu, ne amcası! Oğulların nazını nereden çekecek, babaların niyazını nereden duyacak?” Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan, ey genç, ben baba değilim, öyle pek salınma! Ben koca değilim, şehvetimde yok. Hanım nazı bırak. Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin itibarı yok” demekte.

Dedi ama Kenan “ baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de söylüyorum. Cahil misin ne ? bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar aldın, kötü sözler duydun. Bu soğuk sözlerin kulağıma girmedi, şimdi mi girecek? Artık ben bilgi sahibiyim, büyüdüm” diye cevap verdi.

Nuh, “ A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur?” dedi. O, böyle güzel, güzel nasihatlar ediyor, Kenan’da bu çeşit ağır sözlerle karşılık veriyordu. Ne babası, Kenan’a öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına babasının bir sözü girdi! Onlar böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi.

Kenan’ın başından aştı, onu boğup götürüverdi. Nuh “ Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükü mü sel götürdü. Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye vaitlerde bulundun. Ben de safım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim iyi ama neden sel kilimini aldı, götürdü?” dedi.

Tanrı dedi ki: “O senin ehlinden, yakınlarından değil. Kendin de görmedin mi? sen aksın o mavi dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur. Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin, o senin oğlundu ama sen onu terk et, benim bir şeyim değil de.”

Nuh dedi ki: “ Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan ağyar sayılmaz. Sana karşı ne haldeyim, ihlasım nasıl? Zaten biliyorsun. Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan yeşerir, yetişirse ben de sana öyle muhtacım, onlar gibi senden yetişmekteyim; hatta ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla, yoksul seninle diridir. Seninle neşelenir; vasıtasız hailsiz senden gıdalanır, ben de böyleyim işte. Ey kemal sahibi Tanrı ne seninleyim, ne senden ayrı, seninle keyfiyetsiz, sebepsiz, illetsiz bir haldeyim. Biz, balıklarız, hayat denizi sensin, en iyi sıfatlı Tanrı, senin lütfunla diriyiz.

Sen düşünceye de sığmazsın, sebeple de izah edilemezsin, bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan sonra da söz söyleyeceğim sensin. Ben seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil. Aşk gece gündüz gah çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gah harabelere hitap eder.

Zahiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitap eder ama kimi övüyor, kimi? Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri o yapı bakiyelerini ortadan kaldırdın. Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık veriyorlardı!

Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitap edince dağ gibi sesime ses versinler. De adını i,ki kere duyayım. Ben canımı can olan, ruhuma istirahat veren adına aşığım. Her Peygamber,senin adını iki kere duysun diye dağı sever. O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya layıktır, bizim yurdumuz değil.

Ben söyleyeyim de bana yar olmasın, sözlerim cevapsız kalsın, sesime ses bile vermesin ha! Öyle dağı yerle yeksan etmek, insana hemden olmadığından onu ayaklar altına atıp ezmek daha iyi!” Tanrı “ Ey Nuh eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.

Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden haberdar ediyorum” dedi. Nuh, “ Hayır, hayır eğer beni gark etmek istesen yine hükmüne razıyım. Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla başla razıyım. Hiç kimseciğe bakmam, baksam bile o bakış bahanedir, gördüğüm sensin.

Şükür zamanında da senin yaptığın işe, sana aşkım, sabır zamanında da, kafir gibi hiç seni yarattığına aşık olur muyum? Tanrı hükmüne aşık olan nurlanır, yarattığına aşık olansa kafir olur” diye cevap verdi.





Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Küfre razı olmak küfürdür

Resim


Dün mubaseyi seven birisi, bana bir sual sordu. Dedi ki: “ Küfre razı olmak küfürdür.” Bunu Peygamber söyledi, onun söylediği söz de doğrudur, yerindedir. Sonra da yine “ Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması lazımdır” buyurdu. Kafirlik ve münafıklık da Tanrının kaza ve kaderiyle değil mi?

Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş olmaz mıyız? Razı olmasak o da suç, peki, ikisinin arasında hangi çareye başvuralım.” Ona dedi ki: “ Bu küfür, Tanrının hükmüyle, Tanrının emir ve rızasıyla değildir. Bu küfür yalnız kaza ve kaderin eserlerindendir.

Hocam, Tanrının kaza ve kaderini, Tanrının bilgisi olarak bil de şüphe ve tereddüdün kalmasın. Küfrede razıyız, çünkü tanrının bilgisine muvafıktır, fakat bizim fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden meydana geldiğinden de razı değiliz. Küfür tanrı bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakk’a kafir deme, burada dur!

Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Tanrının bilgisidir.
( Tanrı, kafirin kafirliğini ezelde bilir, bildiği gibi de zuhur eder). Rüya ve mülayimlik manasına gelen hilm ile, sümük manasına gelen hilm nasıl bir olur? Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya.

Çirkin de yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak. Hatta hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna delildir. Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Tanrıya hizmet, başka bir şekle döner, maksat hidayetten dalalet olur.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Hayret

Resim


Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider de, “Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol bir yeni gelin aldım der. Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da der ki: “ benim bir işim çıktı sen ayırıver!”işte bunun gibi bu sual şu da cevabı, artık sen ayırıver!”

Din kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz. Birisi Zeyd’e bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek üzere üstüne saldırınca, adam: “ Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni döv. Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada dostça senden bir sualim var:

Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ye uluların öğündüğü ulu zat?” dedi. Adamcağız dedi ki: “ Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım. Senin derdin yok, sen düşüne dur.” Dert sahibi böyle düşüncelere saplanamaz, kendine gel!

Sahabenin ruhlarında Kuran’a karşı fevkalade bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı. Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür. Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir. İlmin hakikati de kemale gelince kışrı azalır. Zira sevgilisi, aşıkı yakar, yandırır.

İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, peygamberi yakar. Kadim olan Tanrının sıfatları tecelli edince hadisinin sıfatlarını yakar, mahveder. Sahabe arasında birisi Kuranın dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ululumuzdur derdi.

Böyle bir büyük mana ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir. Böyle bir sarhoşluk aleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkanı yoktur, bu imkan bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu! İstiğna aleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada cem etmeye benzer.

Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kuran sandığına benzer ancak. Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikayelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır. Fakat kuranla dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet. Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir.

Hasılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar. Güzelim istediğin şeye ulaştın mı artık bilgi sahibi olmayı istemek kötüdür. Göklerin damlarına çıktıktan sonra da merdiven aramak manasızdır. Hayra ulaşan kişi, dostluk ve başkasına bir şey öğretmek maksatlarından başka bir maksatla yine hayır yolunu arar.

O yoldan bahsederse bu iş, soğuk bir şeydir. Aydın ayna saf ve cilalı bir halde iken onu cilalamaya kalkışmak bilgisizliktir. Padişah tarafından kabul edilip huzurunda oturduk dan sonra mektup ve elçi araştırmak çirkin bir şeydir.

Sevgili aşıklarından birisini huzuruna çağırdı. Aşık aşk mektubunu çıkarıp sevgilisinin huzurunda okumaya başladı. Mektupta beyitler, övüşler, ihtiyaç ve aciz yoksulluk, birçok laflar vardı. Maşuk dedi ki: “ Eğer bu okuma, benim içinse vuslat zamanı ömür zayi etmektir bu!

Ben yanımdayım, sen mektup okuyorsun. Bu aşıklık alameti değil ki!” aşık dedi ki: “ Doğru, sen buradasın ama ben, istediğim zevki, istediğim gibi bulamıyorum ki, geçen yıl senden aldığım zevki, şimdi vuslatına erişmiş olduğum halde alamıyorum ben bu kaynaktan arı, duru su içtim, o suyla gözümü de yeniledim, gönlümü de.

Şimdi kaynağı görüyorum ama su yok. Yoksa su yolumu birisi mi kesti” dedi. Maşuk dedi ki: “ Şu halde ben, senin sevgilin değilim. Ben Bulgar türküyüm, sen katu Türkü istiyorsun. Sen bana değil, bir hale aşıksın. Fakat yiğidim, hal elde kalmaz ki senin tamamıyla istediğin ben değilim. Alemde istediğin şeyin bir kısımcağızı da ben de var.

Sevgilin değilim, sevgilinin eviyim, halbuki aşk, peşindir, eldedir, sandıkta değil! Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu gidişin de ona! Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da odur, gizli olan da o! O hallere sahip bir hakimdir, mahkum değil.

Aylar, yıllar, o ay yüzlünün kuludur, kölesidir. Dilerse söyler, hale ferman eder. Dilerse hükmeder, cisimleri can haline getirir. Bekleyip duran, oturup hal arayan, hal bekleyen kişi, işin sonuna varmış değildir. Sona varan kişinin eli, hal kimyasıdır, elini oynattı mı bakır, sarhoş bir hale gelir, altın olur.

Dilerse söyler, hale fermen eder. Dilerse, hükdiken ve neşter, nerkis ve ağustos gülü kesilir. Hale mahkum olansa hal gelince derecesi artan, halsiz kalınca rütbesi eksilen bir adamdır. Hulasa sofi “ İbn-al vakit” tir, fakat vakitten de kurtulmuştur, halden de. Haller, onun azmine onun reyine mahkumdur, haller, onun Mesih’in nefesine benzeyen nefesleriyle diridir.

Sense hale aşıkısın, bana değil. Sen, bir hale sahip olmak ümidiyle benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun. Bir an eksilen, bir an artıp kemal bulan hal, Halil’in mabudu olamaz, batar gider. Batıp giden, gah böyle, gah şöyle olan güzel değildir, ben batıp gidenleri sevmem.

Bazan hoş, banan nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen, Ayın burcudur ama ay değil. Put gibi güzeldir, ama güzelliğinden haberi bile yok! Saf sofi, İbn-al vakit” tir ama vaktin babasıymış gibi vakti adamakıllı avucunun içine almıştır. Bu çeşit sofi, tamamıyla ululuk sahibi Tanrının nuruna gark olmuştur.

Kimsenin oğlu değildir o vakitlerden de kurtulmuştur hallerden de! Doğurmayan nura batmıştır. Doğmayan, doğmayan zatsa ancak Tanrıdır. Diriysen yürü, böyle bir aşk ara. Yoksa birbirine aykırı vakitlere kulsun. Çirkin güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak!

Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi, himmetine, gayretine bak! Ne halde olursan ol boş durma, ey dudakları kurumuş susuz, daima su araştır! O, susuz, o kupkuru dudağın yok mu? O dudak, sudan haber verme de. Nihayet kaynağa ulaşacağını bildirmede.

Dudak kuruluğu, suyu haber verir. Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak suya ulaşacağına delalet eder. Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, maniler giderir. Bu istek, dileklerinin anahtarıdır. Bu istek, senin ordundur, bayraklarının yardımcısıdır. Bu istek, horoz gibi “ Sabah geliyor” diye nara atarak müjdeler verir.

Aletin yoksa bile iste ara. Tanrı yolunda alete ihtiyaç yoktur. Oğul, kimi arayıcı görürsen ona dost ol, önünde baş indir. De isteklilerin civarında sen de istekli ol. Galiplerin sayesinde sen de galebe et! Karınca Süleymanlık dilerse onun bu dileğini hor görme, himmetine bak! Elinde mala, sanat ve hünere dair ne varsa önce onu istemez miydin, ona bu sayede nail olmadın mı?


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Tembelin dileği

Resim


Birisi, Davut Peygamber zamanında her akıllı ve ahmak adamın yanında, daima şöyle dua edip dururdu. “ Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık bir servet ver. Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yaratan sensin. Zayıf ve sırtı yaralı eşeklere, atlarla katırlara yüklenen yük yüklenemez ki.

Yarabbi, madem ki beni tembel yarattın, rızkımı da tembelliğime bakarak ben çalışmadan ver. Yarabbi, ben tembelim varlık gölgesine yıkılmış, yatmışım. Bu ihsan ve cömertlik gölgesinde uyuyorum. Tembellerle gölgelikte uyuyanlara da elbette başka çeşitte bir rızık vermişsindir.

Ayağı olan rızık arar, ayağı olmayansa yanıp yakılır, durur. O hüzün sahibinin rızkını da ayağına götür, bulutu yeryüzüne doğru sür! Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin bulutu ona doğru iki kat sürüp durmakta. Çocuğun ayağı olmadığı için anası gelir, çocuğun başına nimet ve ihsanlarını yağdırır.

Yarabbi, senden zahmetsiz, eziyetsiz ve ummadığım bir rızık istiyorum. Zaten istemek den başka bir şeye çalıştığım nerede ki?” bir çok zaman gündüzleri geceye, geceleri ta kuşluk çağına kadar bu duayı eder dururdu. Halk onun sözlerine, tam tamahına, bu çalışıp çabalamasına gülerdi.

Derlerdi ki “ Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını aldı. Rızık, kazançla,zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin. Evlere kapılarından girin denmiştir.

Şimdiki zamanda Allah elçisi, padişah ve sultan, hünerlere sahip olan Davut peygamberdir. Yine de bu kadar yüceliğe, bu kadar nazü naime sahip olduğu, dostun inayetleri onu seçmiş olduğu halde çalışıyor. Mucizelerin haddi, hesabı yok, ona ihsan dalgaları birbiri üstüne gelip duruyor.

Adem Peygamberden bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi. Her vaazında iki yüz kişi ölmekte. Güzel sesi insanları candan etmekte. Aslanlar, ceylanlar vaazın gelmekte. Ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan. Sesine dağlar da ses veriyor, kuşlarda. Onun davetine ikisi de mahrem.

Onun, bunun gibi ve daha buna benzer yüzlerce mucizeleri var. yüzünün nuru cihetlere sığmıyor. Bütün cihetleri de kaplamış. Bunca yücelikle beraber Allah, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklan ması çalışmasına bağlı. Bunca yüceliğine rağmen zırh yapmadıkça zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor.

Halbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin. Halbuki bu adam bunca tersliği ile, bunca adiliği ile beraber hemencecik, ticaretsiz eteğini karla doldurmayı istemekte. Bu çeşit ahmak bir herif ortaya çıkmışta gök yüzüne merdivensiz çıkayım diyor.”

Birisi alaya alıp “ Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte, öbürü gülüp “sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi. O ise halkın bu kınamasına, bu alayına hiç aldırış etmez duayı niyazı azaltmazdı bile. Böyle, böyle şehirde tanındı, boş ambardan peynir aramakta diye şöhret buldu. O yoksul ham tamahlılıkla darbımesel oldu ama yinede bu istek den bu niyazdan ayrılmıyordu.

Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken, birdenbire evine doğru bir öküz koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı. Küstahçasına evine girdi. Adam hemen sıçrayıp öküzü boynuzlarından bağladı. Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti. Derisini, yüzdürmek için gövdesini alıp koşa, koşa kasaba götürdü.

O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte, Allahdan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan kazanmadan helal rızık istemekteydi. Bundan önce onun bazı hallerini söylemiştik, fakat araya başka şeyler girdi. Bu hikaye de öylece kaldı gitti. Şimdi onun hali neye vardı.

Allahnın lütuf ve ihsan bulutundan hikmet yağmuru yağınca o yoksul ne oldu? Öküzün sahibi onu görüp “ Ey karanlıkta benim öküzümü aşıran, borçlusun bana sen. Neden benim öküzümü kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi. Adam “ Ben Allahdan rızık istiyor, kıbleyi niyazımla bezeyip duruyorum. Zamanlarca edip durduğum dua kabul edildi. O, benim rızkımdı, tutup kestim, işte sana cevap dediyse de öküz sahibi yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu.

Çeke, çeke Davud Peygamberin yanına kadar götürdü. “ Gel bakalım zalim ahmak. Saçma sapan lafları bırak azgın herif. Aklın başına al, kendine gel! Bu ne çeşit dua? Alemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu. Adam “ Ben Allahya dua ettim, feryadü figan ederek nice kanlar yuttum.

İyice biliyorum ki duam kabul edildi. Sen gayri ey kötü sözlü var, başını taşlara vur.” Dediyse de adam “ Müslümanlar, Allah için olsun söyleyin. Dua nasıl olur da benim malımı ona mal eder? Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün alem dua eder. Mal mülk sahibi olurdu.

Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi. Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, yarabbi bize para ver, mal mülk ver diyorlar. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan Allah, bize ihsan kapısını da sen aç derler. Fakat körlerin çalışıp çabalaması yalnız dua ve feryat.

Bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi. Halk, “ Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zalim bir adam. Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar, yahut vasiyet eder, yahut da gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki.

Bu yeni şeriat hangi kitapta. Sen ya o öküzü ver, ya hapse git” demekteydi. Adam, yüzünü göğe tutarak dedi ki: “ Yarabbi benim halimi senden başka kimsecikler bilmez, gönlüme o duayı sen ilham ettin, gönlümde yüzlerce ümit belirttin. Laf olsun diye dua etmedim ya. Yusuf gibi rüyalar görmüştüm”

Yusuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü. O rüyaya adamakıllı inandı, kuyuda ondan başka bir şey ummuyordu, zindanda da. Ona dayanmakta, onu beklemekteydi. Ondan başka ne kulluktan derdi vardı, ne az çok kınanmaktan!

Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı; rüyasına güveniyordu. Yusuf’u kuyuya attıkları zaman Allahdan kulağına şu ses gelmişti. Ey yiğit, sen bir gün padişah olacaksın. O vakit seni kıyanların sözlerini, yüzlerine vurursun.

Bunu seslenen görünmüyordu ama gönül, söyleyenin eserini tanıyordu. O sesten cana bir kuvvet, bir rahat, bir huzur geliyordu. İbrahim’e ateş nasıl bir gül bahçesi olmuşsa o ses yüzünden kuyu da Yusuf’a gül bahçesi kesilmişti. Gayri ne cefa geldiyse o kuvvetle tahammül etti. Neşeyle çekti.

Nitekim elest sesinin zevki de her müminin gönlünde ta mahşere kadar sürer gider. Bu yüzden müminler, ne belaya itiraz ederler. Ne Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar. Başkalarının ağzına acılık veren bir lokmaya benzeyen Allah hükmü, onlara gülbeşeker gelir. Tatlı, tatlı yerler, hazmederler.

Allah hükmünü kabul etmeyip inkar eden, o lokmayı yese bile kusan kişiyle yaramaz. Elest gününde bir rüya gören, Allahya ibadet yolunda sarhoş olur. Sarhoş deve gibi bu ibadet çuvalını hiç usanmadan, sıkılmadan çeker durur. Ağzının etrafındaki tasdik köpüğü, onun sarhoşluğuna, coşkunluğuna şahittir.

Deve kuvvetlenip erkek aslan kesildi mi ağır yükler çeker de yine o yüklerin altında az yer, az içer. Dişi deve arzusuyla yüzlerce zahmet ve açlık çeker. Hatta dağ bile ona bir kıl gelir! Elest aleminde böyle bir rüya görmeyen bu dünyada ne kul olur, ne mürit! Olsa bile gönlünde yüzlerce tereddüt vardır.

Bir an şükrederse bir yıl şikayet eder. Din yolunda yüzlerce tereddütle ve inanmayarak öne doğru bir adım atarsa öbür adımı arda doğru gider. Bunu da ileride anlatırım, borcum olsun. Eğer öğrenmekte acele ediyorsan “ Elemneşrah” suresini oku! Bu manayı etraflıca anlatmaya kalkışsam ne haddi vardır, ne kenarı.

Yürü öküzünü dava edene doğru eşek sür! Adam dedi ki: “ Yarabbi, bu suç yüzünden şu azgın adam, bana kör dedi. Bu ne iblisçe bir kıyas yarabbi? Ben ne vakit körcesine dua ettim. Allahdan başka kime ihtiyacımı söyledim? Kör, bilgisizlikle halktan bir şeyler umar. Ben senden umuyorum. Her güç şey sana kolaydır.

Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canla başla niyaz ettiğimi görmedi bile! Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Güzelim sevdiği şey insanı kör ve sağır yapar derler ya. Bu körlük, o körlüktür. Allahdan başkasını görmüyorum, fakat onu görmüyorum. Aşkımın muktezası da bu değil midir? söyle.

Yarabbi, sen görmektesin, beni sen de kör sanma, senin lütfünün etrafında dönüp dolaşmaktayım, ey lütfunun etrafında dönüp dolaştığın, ey kendisinden ayrılmadığım Allah! Yusuf-ı Sıddıyk’a rüya gösterdin da ona güvendi. Onun gibi lütfun bana da bir rüya gösterdi. O sonsuz dualarım oyuncak değildi ya!

Fakat halk, benim sırlarımı bilmiyor da sözlerimi saçma sanıyor. Hakları da var. gayb sırrının, sırlarını adamakıllı bilen ve ayıpları tamamıyla örten Allahdan başka kim bilebilir ki?” düşmanı dedi ki. “ Amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana çevir de doğru söyle! Delirdin mi ki böyle hatalara düşüyor, aşktan Allahya yakınlıktan dem vuruyorsun?

Sen gönlü ölmüş bilirsin. Hangi yüzle yüzünün göklere tutuyorsun?” bu hasise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O Müslüman’sa “ Yarabbi, bu kulunu rezil etme. Kötülük yaptıysam bile sırrımı halka açma. Biliyorum, uzun gecelerde yüzlerce tazarrula sana niyaz edip durdum. Halka karşı bunun hiçbir kadri, hiçbir kıymeti yok, onlar bilmez bunu fakat senin yanında aydın bir mum gibi sana aşikar” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere vurmaktaydı.

Davut Peygamber, evinden dışarı çıkınca “ Bu ne, ne var, ne oldu” dedi. Davacı dedi ki: “ Ey Allahnın peygamberi, imdat et. Öküzüm, bu adamın evine girmiş. O da onu kesmiş. Neden benim öküzümü kesmiş sor da söylesin.” Davut, “ Ey kerem sahibi, neden sana haram olan o öküzü kestin?

Yalnız saçma sapan söyleme, delil göster de bu dava görülsün, bitsin” dedi. Adam dedi ki: “ Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Allahdan. Yarabbi, helal ve zahmetsiz bir rızık istiyorum, diye niyazda bulunmaktayım. Erkek kadın, herkes feryadımı bilir, hatta çocuklar bile bunu söyler, anlatırlar.

Kime istersen sor, derhal söyleyiversin. Haltan hem gizli sor, hem de aşikare. Bak bu eski hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl dua ediyordu, anla. Bu dualardan, bu feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş. Gözüm karadı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye sevindim hani. O ayıpları bilen Allah duam kabul etti, bun şükrane olsun diye öküzü kestim”

Davut, “ Bu sözlerden el yıka, davana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde batıl bir sünnet koyayım, kötü bir adet bırakayım, bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Ekine nasıl sahip olabilirsin, sen mi ektin? Ektinse senindir.

Kazanmakta ekin ekmeye benzer. Ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur. Ektinse ektiğini biçersin, o senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun katiyetle anlaşılır. Yürü, eğri büğrü söylenme, bu Müslüman’ın malını ver. Paran yoksa borç al, ver beyhude konuşma!” dedi.

Adam, “ Padişahım, sitem karlar ne söylüyorlarsa sen de tıpkı onu söylüyorsun bana” deyip secde ederek dedi ki. “ Ey benim yanıp yakıldığımı gören Allahm, Davud’un gönlüne de o nuru ver. Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne da Sal. Ey ihsan sahibi Rabbim.” Bu sözleri söyledikten sonra hayhayla ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayış ağladı ki Davud’un gönlü yerinden oynadı.

“ Ey öküzü dava eden, bugün bana mühlet ver, bu davanın görülmesinde ısrar etme. Halvete gidip namaz kılayım da bu ahvali, bir de sırları bilen Allahdan sorayım. Namazda Rabbime bağlanırım, namaz gözümün nurudur” sırrı zuhur eder, bu benim huyumdur. Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Allahnın lütfu oraya vasıtasız gelir. Allahnın lütfu, rahmeti nuru madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime girer. Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul dinin aslı pencere açmıştır. Her ormanı öyle pek baltalama. Pencere açmak için balta vur.

Yoksa bilmez misin ki bu güneşin nuru hicaplardan hariç olan hakikat güneşinin aksinden ibaret. Bilirsin ki bu zahiri görüşün nurunu hayvan da görür. Şu halde benim Adem’ “ Keremna” demem nedir?ben nurlara dalmış, gark olmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayırt edemiyorum.

O halvete gitmeme, namaz kılmam, halka öğretmek için bu alem doğrulsun diye ayağımı eğri atmaktayım. Ey yiğit, savaş hileden ibarettir.” İzin yoktu, yoksa Davut, bu sırları döküp saçar, sır denizinden toz koparırdı! Davut, bu çeşit söyleyip durmakta, halkın aklını, fikrini yakmaya kalkışmaktayken, arkasından birisi, “ Birliğinde hiç şüphem yok” diye Davud’un eteğini çekti. Davut, kendine geldi. sözünü kısa kesti, dudağını yumdu, halvet edeceği yere hareket etti.

Davut, kapısını kapayıp acele halvet edeceği yere gitti, mihrabına, duanın kabul edildiği yere yöneldi. Allah, ona bu işin hakikatini bildirdi, ne gösterdiyse tamamıyla gösterdi. O da işi anladı, öç alınacak kimdir, kısasa layık adam hangisidir, bildi. Ertesi günü iki davacı ile Halk gelip Davud’un huzuruna dikildiler. Davacı yine aynı davayı tekrarladı, birçok ağır sözler söyledi.

Davud “ Sus, bu davayı bırak, öküzü bu Müslüman’a helal et de yürü git. Yiğit madem ki Allah, senin sırrını açmadı, onun bu sır örtücülüğüne şükret de sükut et” dedi. Öküz sahibi “ Bu nasıl hüküm, bu ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı kuracaksın. Adalet aleme yayıldı, yer, gök, adaletinle güzel kokulara bürünmüş.

Kör köpekler bile bu sistem yapılmadı. Bu tecavüzden bu cefadan hararetlendi de taş da yarıldı, dağ da!” diyor, bu çeşit ağır sözler söylüyor, “ Ey ahali , gelin de görün zulmü!” diye bağırıyordu.

Davud, ondan sonra dedi ki. “ A inatçı, bütün malını mülkünü hemencecik ona bağışla, yoksa bak sana söylüyorum, işin fena olur, yaptığın zulüm ve cefa meydana çıkar.” Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “ Her an zulmünü artırıp durmaktasın” dedi. Yine bir müddet Davud’u kınamaya koyuldu, davud, tekrar onu huzuruna çağırıp, dedi ki. “ Ey bahtı körleşmiş herif, madem ki talihin yok gayri yavaş, yavaş karanlıklar basmaya başladı. Senin gibi bir eşeğe çerçöple saman bile yazık. Öyle olduğu halde sen yine baş köşeyi gözetip duruyorsun ha!

Yürü çocukların da onun kulu, kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!” davacı iki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi. Halk da Davud’u kınamaya başladı. Davacının gönlünde ne var, bilmiyorlardı ki.

Bir insan, saman çöpü gibi havaya kapılmış, maskara olmuşsa zalimi mazlumdan nasıl fark edebilir? Zalimi mazlumdan ayırt eden, zulüm kar nefsinin boynunu vurmuş kişidir. Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlumlara düşman kesilir. Köpek, daima yoksula, acize saldırır, fırsat bulursa ısırır da.

Komşularından av kapmak aslanlara göre ayıptır, köpeklere değil. Zalime tapan, mazlumu öldüren kişilerin hepsi de pusudan çıkarak köpekçesine saldırdılar. Davud’a yüz tutup “ Ey peygamber, ey bize şefkatli zat, bu sana yakışmaz, çünkü apaçık bir zulüm bu. Bir suçsuzu, hiçbir kabahati yokken kahretsin” dediler.

Davut dedi ki: “ Dostlar, gayri o gizli şeyin meydana çıkması zamanı geldi. hepiniz kalkın da şehirden dışarıya çıkalım, o gizli sırrı öğrenelim. Filan ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, çoktur, birbirleriyle birleşmişlerdir. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplanmıştır, kökü de yere yayılmıştır.

İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor. O güzel ağacın kökünde kan var. bu kötü talihli herif, onun altında efendisi öldürmüştür. Allahnın hilmi, bunu şimdiye kadar örttü. Fakat bu kaltaban, buna hiç şükretmedi. Efendisinin çoluğuna, çocuğuna ne nevruzlarda bir şey verdi, ne bayramlarda.

O yoksulların, o muhtaç biçarelerin hallerini, hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı, eski hakları aklına bile getirmedi. Bu melun herif şimdi de bir öküz için onun oğlunu yere vuruyor. Günahının perdesini kendi kaldırıyor, yoksa Allah, suçunu örtüyordu. Bu kötü zamanede kafir olsun, fasık olsun herkes, kendi perdesini kendi yırtar. Zulüm, can sırları arasında gizli kalır, fakat onu halkın önüne koyan zalimdir. Hele bakın, benim boynuzlarım var, şu alemde cehennem öküzünü bir görün diye kendisini kendisi gösterir!”

Halk şehirden çıkıp o ağca doğru gidince Davut, “ Önce ellerini bağlayın şu zalimin de sonra suçunu meydana koyalım, adalet bayrağını ovaya dikelim” dedi. Sonra dedi ki: ey köpek, sen bu adamın atasını öldürdün. Sen o zatın kölesiydin, bu yüzden onun kanına girdin. Efendisini öldürüp malını, mülkünü zaptettin. Fakat Allah bunu meydana çıkardı.

Karın yok mu, onun cariyesiydi. Onunla birleştin de bu kötü işi yaptın. Ondan erkek, dişi ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır. Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı aradın, alsana mükemmel bir şeriat, hadi şimdi yürü bakalım!

Sen burada efendini zari, zari ağlatarak öldürdün, efendin sana burada, aman yapma, etme diyordu. Korkunç bir hayal gördün, korktun. Acelenden bıçağı da adamcağız başıyla beraber toprağa gömdün. İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını!

Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Bu zalim, efendisine işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.” Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da! Halka bir velveledir düştü. Hepsi de zünnarlarını kestiler. Ondan sonra öküzü kesene “ Gel buraya hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi.

Aynı bıçakla o adamın da öldürülerek kısas edilmesini emretti. Ne hile yaparsa yapsın, Allah bilgisinden kurtulabilir mi hiç? Allahnın hilmi, müdarada bulunur. Bulunur ama adam, haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar. Kan uyumaz, gönüllere onu araştırmak, müşkülünü halletmek merakı düşer.

Kıyamet gününün sahibi olan Allahnın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur. “ Filan ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” diye topraktan ekin fışkırır gibi şunun, bunun gönlünden meraklar fışkırır. Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.

O adamın gizli sırrı meydana çıkınca Davud’un mucizesi halka yayıldı; bu mucize bir dereceyken halk tarafından adeta iki derece meşhur oldu. Herkes baş açık gelip yerlere secde etmekte. “ Biz doğuştan körmüşüz, senden yüzlerce şaşılacak şey gördük. Taş, Talut’la beraber savaşa giderken sana söyledi, beni al dedi.

Sen elinde bir sapan, üç tane de taş olduğu halde geldin, yüz binlerce adamı birbirine kattın., kırdın geçirdin. Taşların yüz binlerce parçaya ayrıldı, her parçası bir düşmanın kanını içti. Demir, elinde mum gibi yumuşadı, onunla zırh yaptın, bu da aleme yayıldı, herkes bildi. Dağlar sana şükredici risaleler oldu, seninle berber adam gibi Zebur okudular!

Senin sözünle yüz binlerce kişinin can gözü açıldı, gayb alemine hazırlandı. Fakat onların hepsinden kuvvetli mucizen bu, sen; insana hayat bağışlamaktasın, bu bağışlaman daimi. Zaten bütün mucizelerin canı da bu ölüye ebedi hayat bağışlamak!” demekteydi. Zalim öldürüldü, bütün bir dünya dirildi. Halkın hepside yeni baştan Allahya kul oldu.

Nefsini öldür de alemi dirilt. Nefis efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap! Kendine gel, öküzü dava eden senin nefsindir kendisini efendi yerine koymuştur, ululuk taslamaktadır. Öküzü öldüren de aklındır. Hadi, artık ten öküzünü öldüreni inkar etme! Akıl bir esirdir. Daima Hak’tan zahmetsizce bir rızık, tabak, tabak nimetler ister.

Onun zahmetsizce rızıklanması neye bağlıdır? Kötülüğün aslı olan öküzün öldürülmesine. Nefis “ Benim öküzümü nasıl olurda öldürürsün?” der. Çünkü nefis öküz, ten suretidir. Velinimet zade olan akıl, ihtiyaçlar içinde kalmış, kanlı katil nefis, efendi olmuş, öne geçmiş! Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların gıdası, peygamberlerin rızıkları.

Fakat bunu elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazine öküzün içindedir ey hazine arayan yerleri kazıp duran! Dün biraz bir şey yemiştim, onun için layıkıyla anlatamıyorum. Yoksa bunu tamamıyla anlatır, yuları anlayışının eline teslim ederdim. Ama dün bir şey yedim demem de masaldan ibaret çünkü ne gelirse o gizli evden geliyor.

Güzel gözlülerden işve, cilve öğrenmişsek neden gözümüzü sebeplere dikip duruyoruz. Sebeplerin de başka sebepleri var. sebebe bakma da asıl ona bak! Peygamberler, sebepleri gidermek için geldiler. Mucizelerini ta Zuhal yıldızına ulaştırdılar. Sebep ve vesilesiz denizi böldüler, ekmeksizin buğday yığınını buldular.

Çalışmaları yüzünden kum taneleri un olurdu Keçinin yünlerini çektiler mi ellerinde ibrişim olurdu. Bütün Kuran, sebebi gidermeye aittir. Zahiren yoksul olan Peygamberin yüceliğini, yine zahiren yüce olan Ebuleheb’in helakini anlatır durur. Ebabil kuşları iki üç taş attılar mı o koca Habeş ordusunu kırıp geçirirler.

Ta yukarılarda uçan kuşun attığı bir taş, fili delik deşik eder. Öldürülmüş adama kesilmiş öküzün kuyruğuyla vur da hemen dirilsin, kefeniyle kalksın. Kesilmiş boğazı, yerinden davransın, kanını dökenlerden kanını istesin denir. Bunlar ve bunlara benzer daha nice şeyler var. kuran baştan sona sebepleri illetleri nefyeder vesselam.

Fakat bunları anlamak, işi uzatıp duran aklın harcı değildir. Kulluk et de bunlar sana keşfolsun! Felsefeye sarılan kişinin aklı. Felsefeye sarılan kişinin aklı, akılla anlaşılabilen şeylere bağlanmış kalmıştır. Fakat temiz ve pak kişi, aklın aklının ( Akl-ı Küll’ün) tek binicisi oldu. Aklının aklı içtir, senin aklınsa kabuk.

Hayvan midesi daima kabuk arar. İç arayan, kabuğu sevmez, ondan usanır, bıkar, iç temiz kişilere helâldir, temiz kişilere. Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat Akl-ı Kül, doğru olduğunu bilmediği yola adımını atar mı hiç? Akıl, defterleri baştanbaşa karalar durur. Aklın aklıysa bütün alemi ayla doldurur, nurlandırır.

O karadan da kurtulmuştur, aktan da onun ayının nuru, gönüle de yayılmıştır, sana da. Cüz’i akıl bu karayla akı, yine kadirden,bir yıldız gibi parlayıp alemi aydınlatan Kadir gecesinden elde etmiştir. Keseyle dağarcığın değeri altındadır. İçinde altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var?

Nitekim tenin değeri de canla, fakat canın değeri de cananın ışığıyladır. Can, ışıksız diri olsaydı hiç kafirlere “ Ölü” denir miydi? Kendine gel, söyle, söyle ki söyleme kabiliyeti bizden sonraki zamanlarda aksın diye ırmak yolunu kazmakta. Her devirde söz söyleyen bulunur; bulunur ama geçmişlerin sözleri daha faydalıdır.

Ey şükreden kişi, Tevrat, İncil ve Zebur, Kuranın doğruluğuna şahadet etmedi mi? Zahmetsiz ve sayıya gelmez bir rızık ara da Cebrail sana cennetten elma getirsin. Hatta bahçıvanın laflarıyla başın ağrımadan ekmek zahmetine düşmeden cennetin sahibinden rızıklanasın. Çünkü ekmekteki fayda ve lezzet, Allah ihsanıdır. Dilerse sana o faydalı kabuğu, yani ekmeği vasıta ekmeksizin de verir. Ekmeğin sureti, ekmekteki faydaya, zevk ve lezzete bir sofradır. Fakat sofrasız ekmek yemek, velinin harcıdır.

Can rızkını senin Davud’un olan şeyhin himmeti olmadıkça nasıl olur da çalışıp çabalamayla elde edebilirsin? Nefis şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görürse zorla sana ram olur. Öküz sahibi de Davud’un sözünü anlayınca ram oldu. Şeyh sana dost oldu mu avda aklın, köpek nefse galip olur.

Nefis, yüzlerce hile, Hud’a sahibi bir ejderhadır. Fakat şeyhin yüzü, o ejderhanın gözüne karşı tutulan bir zümrüttür. Öküz sahibini zebun etmek istersen onu eşekler gibi bizle, o tarafa sür be hoyrat adam! Nefis, Allah velisine, yaklaşırsa dili yüz arşın kısalır. Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lügat, hilesi riyası anlatılamaz ki!

Öküz nefsi dava eden fasih sözler söyledi, yüz binlerce doğru olmayan delil getirdi. Bütün şehri kandırdı, yalnız padişahı kandıramadı, o her şeyi bilen padişahın yolunu vuramadı! Nefsin sağ elinde tespih ve Kuran vardır ama yerinde de hançer ve kılıç gizlidir. Onun mushafına, onun riyasına kanma, kendini onunla sırdaş, haldaş yapma!

Seni aptes al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir! Akıl, nurani ve iyi ir hak ve hakikat arayıcısıyken neden zulmani nefis ona galip oluyor. Neden mi? Nefis, kendi evinde, kendi yurdunda akılsa garip! Köpek bile kapısında korkunç bir aslan kesilir. Hele sabret, aslanlar ormana gitsinler. Bu kör köpekler, o vakit onlara inanırlar.

Şehirli. Nefsin hilesini tenin düzenini ne bilsin? O ancak kalbe gelen vahiyle kahredilebilir. Kim onun cinsiyse ona dost olur. Ancak şeyhin olan Davut müstesna! Çünkü o varlığını tebdil etmiştir. Allah, kimi gönül makamına vasıl ederse o kişide ten cinsiyeti kalmaz. Halk, umumiyetle bu cihan içinde illetlidir.

İllet, şüphe yok ki illete dosttur. Her aşağılık kişi Davutluk davasına kalkışır. Anlamayan kişiler de ona yapışır. Ahmak kuş, avcıdan kuş sesi duyar da o tarafa uçar gider. Davut olmadığı halde Davutluk davasına kalkışan, kendi malı olan şeyle başkasından naklettiği şeyi ayırt edemez, sapıktır o kişi.

Kendine gel de manevi bir adam bile olsa kaç ondan! Onun yanında kurtulmuş kişiyle bağlı kişi birdir. Yakınına eriştim diye iddia etse de şüphedir. Böyle adam, halk yanında zekadan ibaret bile olsa mademki kendisinde bu anlayış, bu ayırt ediş yok ahmaktır! Kendine gel, ondan ceylan, aslandan nasıl kaçarsa öyle kaç! Ey bilgili yiğit, sakın onun yanına koşma!


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Mesnevi'ye dair

Resim


Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu manaları içimde oynatıp duran Tanrı, mademki bunun tamamlanmasını diliyorsun, kolaylaştır, yol göster, muvaffakiyet ver. Yahut da bu isteği, bu iştiyakı gider, bizi muahaze etme. Madem ki müflise altın ihtiyacını ilham ediyorsun, ey gani padişah, gizlice ona altın ihsan et.

Sen olmadıkça, senin inayetin lütfetmedikçe gece gündüz nazım ve kafiyenin ne değeri olabilir,bu çeşit meydana gelen şiire kim bakar ki? Ey bilgi sahibi padişah, nazım da, cinas da kafiyede korkudan senin emrine kuldur. Sen her şeyi, seni tespih eder bir hale koymuşsun, akıl ve temyiz sahibi olanlar da seni tespih eder, akıl ve temyiz sahibi olmayanlar da.

Her birinin başka çeşit bir tespihi var. Bunun halinden onun haberi bile yok! İnsan, cansız şeylerin tespih etmesini inkar eder ama cansız şeyler, ona kullukta üstattır. Hatta yetmiş iki milletin her biri öbürlerinin halinden bihaberdir. Hepsi de şüphe içinde kalmıştır.

Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin halinden haberdar olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar? Ben söz söyleyen adamın bile tespihinden gafil olursam gönlüm, sessiz sedasız bir şeyin tespihini nasıl duyar? Sünni, Cebri’nin tespihinden bihaberdir.

Cebriye de Sünni’nin tespihini eser etmez. Sünni’nin hususi bir tespihi vardır. Fakat cebrinin de bunun zıddı olan bir tespihi vardır ki, ona sığınır. Bu “ O, sapıktır, yol azıtmıştı” der durur. Halbuki onun halinden de haberi yoktur, “ Kün” emrinden de!

O, da “ Bunun hakikatten ne haberi var ki” demektedir. Tanrı takdir etmiş de onları savaşa düşürmüştür, bu suretle de her birinin aslını meydana çıkarır. Bir cinse mensup olmayandan izhar eder. Herkes kahrı lütuftan ayırt eder. Anlar. İster bilgi sahibi olsun, ister cahil, ister aşağılık.

Fakat kahır içinde gizli olan lütfü, yahut lütuf içinde gizlenmiş bulunan kahrı, az kişi anlar. Meğer ki gönlünde bir can mehengi olan Tanrıya mensup bir er olsun. Bundan başkaları kahırda gizli olan lütufla,lütufta gizli bulunan kahrı anlayamaz, şüpheye düşerler. Onlar, adeta yuvalarına bir kanatla uçup ulaşmak isteyen kuşlara benzerler


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
safa-merve
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 649
Kayıt: 16 Eki 2008, 02:00

Re: Celâleddîn-i Rûmî k.s MESNEVİ

Mesaj gönderen safa-merve »

Resim

Bilginin iki kanadı vardır şüphenin ise tek

Resim


Bilginin iki kanadı vardır, şüpheninse tek. Zan noksandır, uçmaz. Tek kanatlı kuş, çabucak baş aşağı düşer. Sonra uçmaya savaşır ama ya iki adımlık bir yer aşabilir, ya birazcık daha fazla. Şüphe kuşu düşe kalka ümit yuvasına tek kanatla uçmaya savaşır. Fakat şüpheden kurtuldu da bilgi sahibi oldu mu o tek kanatlı kuş,iki kanatlı kesilir. Kanatlarını açar.

Ondan sonra yüzüstü, eğri büğrü değil, doğru yolda güzelce uçur gider. Cebrail gibi iki kanatlı şüphesiz, hilesiz, kıylı kalsiz uçar. Bütün alem, ona “ Sen Tanrı yolundasın, dinin doğru” dese. O onların lafına güvenmez, o sözlerden gururlanmaz, onun tek canı, onlara çift olmaz.

Yahut herkes “ Sen yol azıtmışsın, kendini dağ sanıyorsun ama bir saman çöpüsün sen” dese, bir zerre bile hayale düşmez, azıcık olsun kınayanların kınamasından elem duymaz.

Bir mektebin talebesi, hocalarından bıkmışlar, çalışıp çabalamadan usanmışlardı. Ne yapıp yaparak bir iş becermek, bu suretle de muallimi derde düşürmek için birbirleriyle görüşüp danıştılar. “ Hoca hiç hastalanmıyor ki birkaç günceğiz olsun mektebe gelmesin de rahat kalalım.

Bir hapisten bu darlıktan, bu çalışıp çabalamadan kurtulalım. Mermer kaya gibi yerinde durup duruyor” dediler. İçlerinden birisi, en zekileriydi. Bir tedbir düşündü. “ Hocam, nasılsın, neden böyle benzin sararmış? Hayır ola, rengin kaçmış senin bu ya hava çarpmasından, ya sıtmadan derim.

Hoca, elbette bu sözden biraz olsun vehme düşer. Sen de bu çeşit sözlerle bana yardım edersin kardeşim. Mektebin kapısından içeri girer girmez, “ Hayır ola hocam, bu halin ne” dedi. Vehmi biraz daha artar, akıllı adam bile vehimle delirir gider. Üçüncü, dördüncü, beşinci sözler, acıklanırlar.

Otuz çocuk da hep bu sözü söylerse adamı iyice vehim kaplar, iş olur biter” dedi. Çocukların hepside “ Aferin zeki çocuk, bahtın daima yaver olsun, Tanrı sana yardım etsin” dediler. Birleşip hiç birisinin bu kavilden, bu karardan dönmeyeceklerine ait kuvvetlice ahdettiler. Sonra o zeki çocuk, içlerinden kimsenin bunu söylememesi için hepsine yemin ettirdi.

O çocuğun bu tedbiri, hepsinin tedbirinden üstün olmuştu, onun aklı, bütün çocukların aklından ileriydi. Güzellerin bazıları, nasıl bazılarından üstün, bir kısmı da öbürlerinden aşağıysa insanların akılları da fazla, yahut eksiktir. Ahmed, “ Erlerin güzelliği, dillerinin altında gizlidir” mealinde bir söz söyledi.

Akıllardaki aykırılık, yaratılıştadır. Bu hususta Sünnilerin sözünü dilemek, onların hükmünü kabul etmek gerek. Bu hüküm itizal ehlinin sözlerine aykırıdır. Onlar, “ Akıllar yaratılışta aynı derecededir. Tecrübe ve öğreniş, aklı çoğaltır, azaltır, bu suretle bir adam, öbüründen daha bilgili olur” derler.

Bu söz batıldır. O zeki çocuk, herhangi ir meslekte tecrübe sahibi değildi ya. Fakat o küçük çocuk, öyle bir tedbirde bulundu ki yüzlerce tecrübe sahibi ihtiyar, o tedbirinin kokusunu bile alamadı. Zaten yaradılışta olan üstünlük, çalışıp çabalama, düşünüp taşınma ile elde edilen üstünlükten elbette iyidir. Sen söyle, tanrı vergisi mi daha iyi, yoksa topal eşeğin rahvan atı taklidi mi?

Ertesi gün oldu. Çocuklar, bu düşünceyle mektebe geldiler. Hepsi de dışarıda bu fikri ortaya atan zeki çocuğu bekliyorlardı. Çünkü bu tedbirin kaynağı oydu. Baş, daima ayağın reisidir. Ayağı çekip götüren baştır. A mukallit, gök nurunun bir kaynağı olan kişiden üstün olmayı isteme.

Çocuk geldi, hocaya, selam verip hocam, hayır ola, benzin sararmış” dedi. Hoca “Hasta filan değilim, saçmalama geç yerine otur” dedi. Dedi ama hatırına da bir vehim tozudur kondu, az bile olsa gönlüne bir endişedir düştü. Derken öbür çocuk içeri girdi. O da öyle söyleyince o vehim arttı. Böyle, böyle arttıkça arttı. Haline şaştı kaldı, hasta olduğuna hükmetti.

Kadın, erkek, çoluk, çocuk halkın secde etmesi de Firavunun gönlüne tesir etti, hastalandı. Herkes ona Allahsın, padişahsın dedikçe vehimlendi, bu vehimleşti öyle bir dereceye geldi ki, Tanrılık, davasında yiğitleşti, ejderha kesildi, doymak nedir bilmez oldu! Aklı cüzinin afeti vehimdir, zandır.

Çünkü onun vatanı karanlıklar diyarındadır. Yerde yarım arşın enlikte bir yol olsa insan, hiç vehimlenmeden rahatça yürür. Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen yolun genişliği iki arşın olsa yine eğri büğrü gidersin. Hatta gönlüne düşen vehim yüzünden belki de düşersin. Vehimden gelen korkuya iyice dikkat et de vehimin kötülüğünü anla.

Hoca vehimden korkudan hastalandı. Yerinden sıçrayıp kalktı, kilimini başına örttü. “ Zaten sevgisi az, ben u halde, olduğum halde halimi sormadı bile. Renginin solukluğunu, benzimin uçukluğunu haber bile vermedi. Bana kastediyor., benden kurtulmaya yol arıyor.

Kendi güzelliğinden kendi cilvesinden kendisi sarhoş olmuş. Benimse haberim bile yok. Halbuki leğenim, damdan düşmüş, rüsvay olmuş gitmişim” diye karısına kızgın bir halde, evine gelip kapıyı şiddetle açtı. Çocuklarda hocanın ardından geliyordu. Karısı : “Hayır ola, erken geldin. Allah esirgesin, başına kötü bir şey gelmesin de” dedi.

Hoca dedi ki. “ Kör müsün sen? Bir benzime, bir halime baksana Yabancıların bile derdimle dertleniyor, feryada geliyor. Sen evimin içinde olduğun halde bana düşmanlığından, bana karşı münafıklıkta bulunduğundan yanıp yakıldığımı, görmüyorsun bile”

Kadın, “ A hocam, senin bir şeyin yok. Bu endişen manasız ve saçma bir vehimden ibaret” dediyse de, “ A kahpe inat mı ediyorsun? Halimde ki kırgınlığı, tir, titrediğimi görmüyor musun? Körsen benim ne cürmüm var? ben kendi derdime düştüm, bu gussadan perişan bir haldeyim zaten” dedi. Kadın “ Hocam, ayna getireyim de bak. Benim bir suçum var mı?

Yalan söylüyor muyum, anla” dediyse de hoca, “ Git, aynan da batsın, sen de bat. Zaten daima buna buğzetmede, daima bana kin gütmede, benimle inat edip durmadasın sen. Yatağı yay, yorganı getir ben yatayım hele başım ağırlaştı” dedi. Kadın biraz duraklayınca “ Hadi behey düşman senin layığın bu laf, durmasana” diye bağırmaya başladı.

Kocakarı, yatak yorgan getirip döşedi. “ İçi vehim ateşiyle dolu, imkan yok. Bir şey söylesem beni itham edecek. Fakat söylemesem de bu hastalık sahiden hastalık haline gelecek. Kötüye yorma, vehimlenme, insanı hiçbir hastalığı yokken hasta eder. Kabul edilmesi farz olan Peygamber hadisidir bu: hasta değilken kendinizi hasta gösterirseniz sahiden hastalanırsınız.

Hasta değilim desem, bu karı yalnız kalmayı istiyor, yapacağı bir iş var. beni evden atacak sonra da ne kötülükte bulunacaksa bulunacak diyebilir” dedi. Hoca yorganını çekip uzandı, ahlayıp puflamaya, inim, inim inlemeye başladılar. “ Bunca işler işledik, bunca düzenler düzdük; yine de zindandayız. Kurduğumuz yapı, kötü yapıymış, biz de kötü kurucular!” diyorlardı.

O zeki çocuk, “ Arkadaşlar, dersinizi bağıra, çağıra okuyun” dedi. Hepsi birden bağıra, , bağıra okumaya başlayınca dedi ki. “ Çocuklar, bizim bağırmamız hocaya fena gelir. Bu gürültü hocanın baş ağrısını fazlalaştırır. Bu dert, bir kuruşa değer mi? Hoca doğru söylüyor, başımın ağrısı fazlalaştı. Hadi gidin!” dedi.

Çocuklar, yeri öpüp “ Kerem sahibi, hastalık, senden uzak olsun” dediler. Mektepten fırlayıp tanelere uçuşan kuşlar gibi evlerine koşuştular. Anneleri kızarak “Bu gün mektep var. sizse oyuna dalmışsınız” dedi. Özür getirip dediler ki: “ Dur hele anne, suç bizim değil, bizim kabahatimiz yok. Nasılsa hocamız hastalandı, perişan bir hale geldi”

Anneleri dedi ki. “Hile , düzen. Siz bir ayran için yüz yalan söylersiniz. Hele sabah olsun, hocanıza gideyim de bu hilenin aslını öğreneyim” çocuklar, “ Peki, git de doğru mu söylüyoruz, yalan mı, anla” dediler.

Sabah olunca anneleri, hocayı dolaşmaya gittiler. Bir de baktılar ki hoca, ağır bir hastalığa tutulmuş, yatmakta. Fazla örtündüğü, başını bağladığı, yüzünü kapattığı için kan-tere batmış. Hafif, hafif ah etmekte. Hepsi La havle demeye başladılar. “ Hayrola hocam, bu baş ağrısı ne? Allah sağlık versin, vallahi hiç haberimiz yok” dediler.

Hoca” Benim de haberim yoktu. Bu kahpe oğulları haber verdiler işte, ben çalışıp çabalıyor, kıylı kaalle meşgul bulunuyordum, haberim bile yoktu. Meğerse içimde dehşetli bir hastalık varmış” dedi. İnsan bir işe ciddiyetle koyuldu mu hastalığını göremez, körleşir.

Mısır kadınları da Yusuf’un güzelliğine daldılar, haberleri bile olmadı da, ellerini paramparça ettiler. Hayrete düşen ruh, ne önü görür, ne ardı! Nice babayiğit erler vardır ki savaşta elleri, ayakları kesilir de, yine savaştan el çekmez, kendini sağlam sanırlar. Fakat sonradan görür ki el kesilmiş, bir hayli de kan akmış da haberi bile yok!

Bil ki bu ten, elbiseye benzer, yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma. Ruha Tanrıyı tevhit etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var. rüyada el ayak görür, bir şey alır bir yere gider, birisiyle görüşür, konuşursun ya onu hakikat bil saçma zannetme. Sen bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.


Mesnevi'den Hikayeler
[img]http://www.muhammedinur.com/resimler/safa_merve.jpg[/img]
Cevapla

“►Celaleddin-i Rumi◄” sayfasına dön