KALBE GELEN DÜŞÜNCE ÇEŞİTLERİ

İmam-ı Gazalî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

KALBE GELEN DÜŞÜNCE ÇEŞİTLERİ

Mesaj gönderen Ahmed »

KALBE GELEN DÜŞÜNCE ÇEŞİTLERİ

Kalbe gelen düşüncelerin bir kısmı şeytandandır. Onları tanımak ve zararını kalpten uzaklaştırmak için önce Allahu Teâlâ'ya sığınmalı, sonra şu üç yolla onu defetmeye çalışmalıdır.
  • 1- Şeytanın tuzak, hile ve oyunlarını tanımalıdır.
    2- Şeytandan gelen vesvese ve çağrıyı basite alıp kalbi ona bağlamamalıdır.
    3- Kalp ve dil ile Allahu Teâlâ'yı zikretmeye devam etmelidir.

Hiç şüphesiz yüce Allah'ı zikir, insanı şeytana karşı kuvvetlendirip koruyacak en güzel gıdadır.
Şeytanın hile ve tuzaklarını tanımaya gelince, kalbe gelen düşünceleri ve çeşitlerini iyi tanıdığında hangisinin şeytana ait olduğunu farkedebilirsin.

Kalbe Gelen Düşünce Çeşitleri
Bil ki, havâtır dediğimiz düşünceler, kulun kalbinde meydana gelen birtakım etkilerdir. Bunlar, kalpte birtakım işleri yapmaya veya terketmeye sebep olur.
Bütün bu düşüncelerin kalpte oluşması Allahu Teâlâ'dandır; çünkü her şeyin yaratıcısı O'dur.
Bu düşünceler temelde dört kısımdır:
  • 1- Bazı düşünceler vardır ki, başlangıcı itibariyle onları kalpte Allahu Teâlâ var eder; buna sadece "hatır (düşünce)" denir.
    2- Bazı düşünceler, insanın tabiatına uygun olarak kalpte oluşur. Buna nefisten gelen düşünce (hevâ) denir.
    3- Bazı düşünceler şeytanın çağrısından sonra meydana gelir, ona nisbet edilir, buna "vesvese" denir.
    4- Bazı düşünceler doğrudan yüce Allah tarafından kalpte yaratılır, buna "ilham" denir.

Başlangıcı itibariyle Allahu Teâlâ'dan gelen düşünceler bazan hayır, ilâhî bir ikram ve kulu sorumlu eden bir delil olur.
Bu düşünce, bazan kul için imtihan maksadıyla şer olarak da gelebilir.
Yüce Allah tarafından gelen ilham ise ancak hayırdır, çünkü o, kulu hayra ve doğruya sevk için gönderilmiştir.
Şeytan tarafından kalbe atılan düşünceye gelince; o, ancak aldatma yoluyla kötülük getirir.
Çoğu zaman bu düşünce bir tuzak ve istidrâc olarak hayır şeklinde gelir.
Nefsin hevâsı (kötü arzuları) tarafından kalbe gelen düşünce, ancak kötülüktür.
Bunun içinde bazan hayırlı olan düşünce de mevcuttur; fakat bu hayır, gelen düşüncenin kendisinden değil,
kulu daha hayırlı bir işten alıkoymaya yönelik bir hayırdır.
İşte bunlar, kalbe gelen düşünce çeşitleridir.

Sonra senin, şu üç konuyu bilmeye ihtiyacın vardır:

Birinci konu: Allah hepsinden razı olsun, âlimler demişlerdir ki:
"Kalbe gelen düşünceleri tanımak ve iyisini kötüsünden seçmek istersen; onları şu üç ölçüye vur ki, düşüncenin hangi türden olduğunu anlayasın:
  • 1- Kalbine gelen düşünceyi, dinin ölçü ve hükümlerine arzet; eğer din onun hayırlı olduğunu söylerse, o hayırlıdır; tersini söylerse o kötüdür. Gelen düşünce ruhsat veya şüpheli şeylere giriyorsa, o da kötüdür.


Eğer bu ölçüyle düşünceyi tam tanıyamadıysan, onu salihlerin gidişatına arzet; şayet gelen düşünce onların güzel hallerine uyuyorsa o, hayırlıdır, yoksa kötüdür.
Eğer bu ölçü ile de düşüncenin iç yüzü anlaşılmadı ise, onu nefsine ve arzularına arzet; şayet nefis ona tabii meyli ile meylediyorsa, o kötüdür; ancak nefis ona yüce Allah'ın rahmetini ümit ederek meylediyorsa, bu düşünce hayırlıdır.

İkinci konu: Kalbe gelen düşüncenin ilk olarak şeytandan mı, nefisten mi yoksa yüce Allah'tan mı geldiğini bilmek istersen; onu şu yönleriyle değerlendir:
  • 1 - Eğer düşünce ısrarlı bir şekilde aynı hal üzere geliyor ve kalpte sabit duruyorsa, o Allahu Teâlâ'dan veya nefistendir. Şayet gelen düşünce kötü, kararsız ve tereddütlü ise, o şeytandandır.
    2- Kalbindeki düşünce, yeni yaptığın bir günahın peşinden oluşmuşsa, o, Allahu Teâlâ'dan olup senin için önceki günahının bir cezasıdır. Eğer kötü düşünce bir günahın peşinden gelmeyip senden kaynaklanıyorsa, o, şeytandandır.
    3- Şayet kalbe gelen kötü düşünce zayıflamıyor, Allahu Teâlâ'nın zikri ile azalmıyor ve sürekli duruyorsa, o nefsin hevasından (kötü arzusundan) ileri gelmektedir.

Eğer kötü düşünce, yüce Allah'ın zikri ile azalıyorsa, o şeytandandır.

Üçüncü konu: Hayırlı bir düşüncenin Allahu Teâlâ'dan mı yoksa melekten mi geldiğini bilmek istersen, bu konuda şu üç duruma bak:

  • 1-Gelen hayır düşünce, kesin bir hal üzere geliyorsa, o Allahu Teâlâ'dandır; eğer hayır düşünce sabit olmayıp kalpte gidip geliyorsa, o melektendir.
    2-Kalbe gelen hayır düşünce, senin bir gayretin sonucu ve yaptığın taatin peşinden oluşmuşsa, o Allahu Teâlâ'dandır; değilse melektendir.
    3-Kalbe gelen hayır düşünce, temel inanç esasları ve kalbin bâtını amelleriyle ilgiliyse, o Allahu Teâlâ'dandır; eğer temel esasların dışındaki meseleler ve zahirdeki amellerle ilgiliyse, o çoğunlukla melektendir. Çünkü ekseri âlimlerin görüşüne göre melek, kulun iç âlemini bilmeye imkân bulamaz.


Bazan şeytan tarafından kalbe hayır düşünce atılır; bu, kulu o hayrın üzerinde yavaş yavaş kötülüğe yaklaştırmak için olur.
Bu durumda bak; kalbine gelen iş konusunda nefsini nasıl buluyorsun.
Eğer nefsinde ilâhı haşyet olmadan işe karşı bir heves varsa, nefsin hiç düşünmeden işte acele ediyorsa,
korku halinden uzak bir halde emniyet içinde ise, işin sonunu görmeden basiretsiz bir şekilde içine dalıyorsa,
bil ki o düşünce şeytandandır; ondan sakın. Eğer nefsini bu saydıklarımızın aksi bir halde buluyorsan,
bil ki o düşünce, Allahu Teâlâ'dan veya melektendir.

Bu konuda derim ki: Aşırı arzu, insanda sevdiği işe karşı bir heyecan ve hareket meydana getirir;
insan iyice incelemeden ve bir sevap düşünmeden o işe dalar.
Teenni (yavaş ve ihtiyatlı hareket) etmeye gelince; bu, övülmüş bir haldir; ancak bazı durumlarda iyi değildir.
Korkuya gelince; bu, ya ameli tamamlamada, ya onu hakkı ile yerine getirmede veya Allahu Teâlâ'nın onu kabul etmesinde olur.
İşin sonunu görmeye gelince; bu, kalbe gelen düşünceyi iyice araştırıp onun kesin bir şekilde doğru ve hayır olduğunu tesbit etmektir.
Bir işin, âhirette sevap kazanmak ve ilâhı rahmete ulaşmak için yapılması da ihtimal dahilindedir.
Senin detaylarını da bilmen gereken bu üç konu, gizli ilimlerden ve bu işin iç yüzünü ortaya koyan kıymetli sırlardandır.
Muvaffakiyet (hayırda başarıya ulaşmak) ancak yüce Allah'ın yardımı ile mümkündür.
Kulunu hidayete ulaştıran O'dur.


HAK YOLUN ESASLARI - İMAM-I GAZALİ
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Kullanıcı avatarı
Ahmed
Admin
Admin
Mesajlar: 1128
Kayıt: 27 Şub 2010, 02:00

Re: KALBE GELEN DÜŞÜNCE ÇEŞİTLERİ

Mesaj gönderen Ahmed »

Kalbe gelen düşünce çeşitleri
Kalbe gelen bütün düşünce ve etkiler altı çeşittir. Onlar kalbi, çepeçevre kuşatıp etkisi altına almışlardır.
Onların ötesinde, gayb hazineleri ve melekût aleminin kuvvetleri vardır.
Onlar, Allahu Teala’nın hazırda bekleyen askerleridir. Kalp de melekût hazinelerinden bir hazinedir.
Onu istediği şekle döndüren Yüce Mevla, içine birçok ilim ve hikmetler yerleştirmiş;
Refik-i Âlâ ehlinden ve melekût aleminde bir mevki sahibi olanlardan dilediklerinin kalbine azamet ve ceberût nurlarını saçmıştır.

Kalbe gelen düşüncelerin ilk ikisi, nefsin ve şeytanın vesveseleridir.
Müminlerin ekseriyeti bu ikisinden yakalarını kurtaramazlar.
Bunlar kınanmış ve kötülenmiş iki düşünce türüdür ki, kalbe ancak kötü arzuları ve ilmin kabul etmediği şeyleri getirirler.

Bir de, ruhtan ve melekten gelen düşünceler vardır.
Seçkin müminler bunları devamlı hissederler ve fark ederlerler.
Bu iki düşünce övülmüştür. Onlar ancak hakkı ve ilmin gösterdiği şeyleri kalbe getirirler.

Kalbe gelen düşüncelerden birisi de akıldan gelen his ve düşüncedir.
Bu, yukarıda geçen rahmanî ve şeytanî olan dört düşüncenin ortasında bulunur.
Bazen kınanan düşüncelere uygun gelir. Kul, temyiz yani hayrı-şerri seçme sıfatına sahip olduğu için;
bu tür düşünce aleyhine bir delil olur. Çünkü kul, şehvetine uyarak hevasına tabi olmuş olur.
Bir de, iradesiyle hareket etmiş olduğundan, bu netice hasıl olmaktadır.

Aklın düşüncesi bazen de övülen düşüncelere uygun olarak gelir.
O zaman, melekten gelen düşünceye bir şahid, ruhtan gelene de bir destek mahiyetinde olur.
Kul, güzel niyetinden ve samimi maksadından dolayı sevap elde eder.
Ancak aklın düşüncesi, bazen nefse, bazen şeytana, bazen de ruh ve meleke uygun olarak gelir.
Allahu Teala’nın bir hikmeti icabı; kulun, hayra ve şerre bilerek, görerek ve fark ederek girmesi ve
sonuçta yaptıklarının sonucu fayda veya zarar olarak kendisine ait olması için, bu böyle olmaktadır.

Çünkü Allahu Teala, bu cismi, hikmetine uygun olarak ahkamının uygulandığı bir mekan ve iradesinin
cereyan ettiği bir mahal yapmıştır. Aynı şekilde aklı da, cisim hazinesinde hayır ve şer için bir vasıta yapmıştır.
Çünkü, bu durumda kulun cismi, teklif ve tasarrufa müsait bir yer olmakta ve yaptığı fiillerin ahirette nimet
veya azap şeklinde karşılık bulmasına sebep teşkil etmektedir. Akıl, kuldan ayrılmamıştır ki, kul akılsız olsun.
Kulun şehveti de kurumamıştır ki, nefis ve his yok olsun. Eğer böyle olsaydı (yani kulda akıl ve şehvet bulunmasaydı) o zaman,
Allah’ın kulun aleyhine ortaya koyduğu hüccet zayıf olur, delil kuvvetini kaybederdi.
Çünkü akıl, delilin şahidi, nefisteki şehvet, imtihan yeri, kalpteki niyet de (kul için verilecek hükme sebep olacak) delilin elde ediliş yoludur.
Emir ve nehiylerin (helal ve haramların) karşılığının kula ait olmasının sebebi de budur.

Görülüyor ki, akıl, hayrı ve şerri temyiz/ayırt etme özelliğinde yaratılmış, bununla birlikte,
iyiliğin yanında bazen da çirkin şeylere tevessül edecek cibilliyette şekillendirilmiştir.
Nefis ise, devamlı şehvetlere meyil ve hevaya ait şeyleri emretme özelliğinde yaratılmıştır.
Allahu Teala, onların her birine bu görevleri vermiş; kendilerine iyilik ve kötülüğe, doğruya ve eğriye götürecek hâli ilham etmiş,
sebep olup ele geçirecekleri şeyleri daha önceden ilâhî kitapta (Levh-i Mahfuzda) tespit ve takdir etmiştir.
Nitekim, bu anlattıklarımızı ifade eder ve destekler mahiyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“O, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip, sonra da doğru yola iletendir.”[TAHA / 50]
( قَالَ رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى - Kâle rabbunellezî a’tâ kulle şey’in halkahu summe hedâ.)

Başka bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Bunlara da kitapta yazılı olan nasipleri erişir.”[ A’râf / 37]
(فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ ۚ أُولَٰئِكَ يَنَالُهُمْ نَصِيبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِ ۖ حَتَّىٰ إِذَا جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْ قَالُوا أَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ ۖ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلَىٰ أَنْفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُوا كَافِرِينَ - Femen azlemu mimmeni-fterâ ‘ala(A)llâhi keżiben ev keżżebe bi-âyâtih(i)(c) ulâ-ike yenâluhum nasîbuhum mine-lkitâb(i)(s) hattâ iżâ câet-hum rusulunâ yeteveffevnehum kâlû eyne mâ kuntum ted’ûne min dûni(A)llâh(i)(s) kâlû dallû ‘annâ veşehidû ‘alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn(e) )

Bir diğer ayette de şöyle buyrulmuştur:

“Şeytanla ilgili şu hüküm yazılmıştır: “Kim onu takip ederse muhakkak şeytan, peşinden gideni sapıtır ve onu alevli ateş azabına götürür.”[NÛR / 21]
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَن يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَن يَشَاء وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ - Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).

Kalbe gelen düşüncelerden birisi de, yakînden gelen düşünce ve hislerdir. O, imanın hayat kaynağı ve ilmin artış sebebidir.
İman ve ilim, yakine dayanırlar ve aynı zamanda ondan kaynaklanırlar.
Yakînden gelen düşünce, seçkin havas tabakasına mahsustur. Onu ancak yakîn ehli, şehitler ve salihler elde ederler.
Gelişi gizli olsa da, o ancak hakkı getirir ve kalbe Cenab-ı Hakk’ın muradına uygun ilim atar.
Her ne kadar bunun delilleri ve istidlal yönü gizli ve kapalı gibi gözükse de, o, Allahu Teala’nın has ve sevgili kullarına gizli kalmaz.
Bunlar, Allahu Teala’nın şu ayetinde anlatılan kimselerdir:

Şüphesiz bunda, (iman ve marifetle aydınlanmış bir) kalbi olan kimse için bir öğüt (ibret) vardır.” [KAF / 37]
(إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ - İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun.)

Yani, Allahu Teala’nın, masivadan kalbini korumayı üzerine aldığı kul için bir ibret vardır.

Rasulullah (s.a.v), bu kalbin durumuna şu hadislerinde işaret buyurmuştur:

“Kalbinde sıkıntı vereni (içini tırmalayanı) terket.” (Ahmed bin Hanbel)

Günah, kalbi sıkan ve rahatsız eden şeydir. Yani, günah kalpte etkisini gösterince, kalbin ince, temiz,
yumuşak ve latif olmasından dolayı onu büzer ve üzer.

Rasulullah (s.a.v) kendisine salih amellerin ve şerrin aslı olan iyilik ve kötülüğü soran bir adama:

“Müftüler sana fetva verse de, sen kalbine sor.” (Darimi) buyurmuştur.

Hadiste işaret ediliyor ki, muttakiler, müşahede ve muayeneye dayalı ilimleriyle, gizli yorum ve ruhsatın manalarını, inceliklerini bilirler.
Bir de bunun ötesinde, azimet ve hakikat üzere amelle elde edilen sır ilmi vardır.
Zahir ehli de, Allahu Teala’nın zahir ahkamını, zahir ilim sahipleri için bir hüccet olan lisanla ifade edilen ilimden öğrenirler.
Senin kalbin de, iman ile nurlanmış bir fakihtir. Onunla bakar ve bâtın ilminden, imanın hakikati olan bâtinî kalp ilmine dayanarak onunla bahsedersin.
Bu ilmin faydası, bâtın ilim sahiplerine aittir.

Rasulullah’ın (s.a.v), kendisine soru soran zatı ancak fakih olan bir kimseye göndermesi uygun düşerdi.
Eğer kalp ilmi, fıkhın hakikati ve esası olmasaydı, Rasulullah (s.a.v) soranı, zahiri fetva sahiplerini bırakıp kalbine danışmaya sevk etmezdi.
Bu durumda, kalb ilmi, ilmin hası olan gerçek ilimdir.
Çünkü Rasulullah (s.a.v) onu, hüküm verirken zahiri ilimle hükmeden müftülere hakim yapmış, onun hükmünü daha üstün tutmuştur.
Demek ki, bâtın alimi, alimlerin alimidir ve bu sebeple ona, zahirî alimleri taklit etmesi caiz değildir.

Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

“İyilik, kalbin huzur bulduğu ve nefsin (işlerken) sukün bulduğu şeylerdir. Her ne kadar aksine fetva verseler de...”(Darimi)

Bu anlatılan zikirle açılmış, nurlanmış kalbin sıfatıdır. O aynı zamanda iyilik ve devamlı sekinet/ilahi rahmet ile sükun bulan nefsin hâlidir.
Nitekim Allahu Teala, açıkça ve işaret yoluyla, müminlerin kalplerinin hâl ve sıfatını bize açıklamıştır.

Manaca açık olan ilâhî beyan şöyledir:

“Onlar, iman edip kalpleri Allah’ın zikriyle mütmain olan /huzur ve sükun bulan kimselerdir. Şunu iyice biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” [RAD / 28 ]
( الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللّهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ - Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).)

Diğer bir ayette de şöyle buyrulmuştur:

“İmanlarına iman katmaları için, müminlerin kalplerine huzuru indiren O’dur.” (FETİH / 4 )
( هُوَ الَّذِي أَنزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَّعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا - Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen).)

Kalplerin hâlini, işaret yoluyla anlatan ayetlere gelince: Allahu Teala, (zikrinden, kudret ve birliğini anlamaktan) kalpleri perdelenmiş olanları anlatırken şöyle buyurmuştur:

“Onların (kalp) gözleri, benim zikrime (beni hatırlatacak ayetlerime) karşı perde içindeydi ve (hakkı) dinlemeye de tahammül edemiyorlardı.”[KEHF / 101]
( الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاء عَن ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا - Ellezîne kânet a’yunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne sem’â(sem’an).)

Bir diğer ayet de şudur:

“Gayba ait bilgi, onun yanında da (hakkı) o görüyor mu.”[NECM / 35 ]
( أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى - E indehu ilmul gaybi fe huve yerâ.)

Bu ayetlerin manası iyice düşünülürse, ortaya şu çıkar:
Yüce Allah’ın dostları, onun davetine icabet etmiş, emrine candan kulak vermiş ve O’nun zikriyle keşfe ulaşıp, gayba nazar etmiş kimselerdir.

Yine bu konuda Allahu Teala, şöyle buyurmuştur:

“Bu iki grubun (müminlerle kafirlerin) durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunların hali bir olur mu hiç?”[HUD / 24]
( مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالأَعْمَى وَالأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ - Meselul ferîkayni kel a’mâ vel esammi vel basîri ves semî’(semîı) hel yesteviyâni meselâ(meselen) e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne). )

Ayette kör ve sağır olarak anlatılanlar, hak yolun dışındaki sapık yol ve hallere tabi olarak, sırat-ı müstakimden ayrılmış kimselerdir.
Gören ve işitenler ise, sırat-ı müstakime tabi olan hidayete ermiş kimselerdir.

Diğer bir ayeti kerimede, şöyle buyrulmuştur:

“(Çünkü onlar) hakkı işitmeye güç ve tahammül gösteremiyor ve onu göremiyorlardı.” [HUD / 20]
( أُولَئِكَ لَمْ يَكُونُواْ مُعْجِزِينَ فِي الأَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ مَا كَانُواْ يَسْتَطِيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُواْ يُبْصِرُونَ - Ulâike lem yekûnû mu'cizîne fîl ardı ve mâ kâne lehum min dûnillâhi min evliyâ(evliyâe), yudâafu lehumul azâb(azâbu), mâ kânû yestetîûnes sem’a ve mâ kânû yubsirûn(yubsirûne).)

Başka bir ayet-i kerimede, şu hâl anlatılır:

“Şüphesiz bunda (uyanık bir) kalbi olan ve (gerçek bir) şahit olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.” [KAF /37 ]
( إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ - İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun.)

Diğer bir ayet-i kerimede de şu tür şahıslardan bahsedilir:

“Eğer Allah sizi azdırmak istemişse, ben size nasihat etsem de nasihatim size fayda vermez. Rabbiniz O’dur ve siz O’na döndürüleceksiniz.”[HUD /34 ]
( وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ - Ve lâ yenfeukum nushî in eredtu en ensaha lekum in kânallâhu yurîdu en yugviyekum, huve rabbukum ve ileyhi turceûn(turceûne). )

Rasulullah (s.a.v) özetle, kalbin sıfatını anlatırken, kalbine işaret ederek:

“Takva buradadır.”(İmam-ı Müslim) buyurmuştur.

Allahu Teala, günahlar sebebiyle kapanmış kalpleri anlatırken şöyle buyurmuştur:

“Eğer biz dilemiş olsaydık, onları da günahları sebebiyle (cezalandırır) musibetlere uğratırdık ve kalplerini mühürlerdik de, artık onlar (hakkı ve hayrı) işitmezlerdi.” [A'RAF / 101]
( تِلْكَ الْقُرَى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَآئِهَا وَلَقَدْ جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ بِمَا كَذَّبُواْ مِن قَبْلُ كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللّهُ عَلَىَ قُلُوبِ الْكَافِرِينَ - Tilkel kurâ nakussu aleyke min enbâihâ ve lekad câethum rusuluhum bil beyyinâti fe mâ kânû liyu’minû bi mâ kezzebû min kablu kezâlike yatbaullâhu alâ kulûbil kâfirîn (kâfirîne).)

Allahu Teala, takva yoluna uyan kimsenin elde edeceği neticeyi şöyle ifade buyuruyor:

“Allah’tan korkun ve dinleyin.”[MAİDE / 108 ]
( ذَلِكَ أَدْنَى أَن يَأْتُواْ بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُواْ أَن تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاسْمَعُواْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ - Zâlike ednâ en ye’tû biş şehâdeti alâ vechihâ ev yehâfûen turadde eymânun ba’de eymânihim vettekûllâhe vesmeû vallâhu lâ yehdil kavmel fâsikîn(fâsikîne).)

“Allah’tan korkun, o size ilim öğretir.”[BAKARA / 282]
( يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُواْ وَلاَ تَسْأَمُوْاْ أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُواْ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْاْ إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُواْ فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûh(fektubûhu), velyektub beynekum kâtibun bil adl(adli), ve lâ ye’be kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub, velyumlilillezî aleyhil hakku velyettekıllâhe rabbehû ve lâ yebhas minhu şey’â(şey’en), fe in kânellezî aleyhil hakku sefîhan ev daîfen ev lâ yestatîu en yumille huve felyumlil veliyyuhu bil adl(adli), vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum, fe in lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâl uhrâ ve lâ ye’beş şuhedâu izâ mâ duû, ve lâ tes’emû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelih(ecelihî), zâlikum aksatu indallâhi ve akvemu liş şehâdeti ve ednâ ellâ tertâbû illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ ve eşhidû izâ tebâya’tum, ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd(şehîdun), ve in tef’alû fe innehu fusûkun bikum, vettekûllâh(vettekûllâhe), ve yuallimukumullâh(yuallimukumullâhu), vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun).
)

Bir haberde şöyle buyrulmuştur:

“Allahu Teala, bir kula hayır ulaştırmak istediği zaman, içinde günahlardan bir sakınma duygusu ve kalbinde (ona hakkı tarif ve tavsiye eden) bir vaiz yaratır.” (İmam-ı Deylemi)

Başka bir haberde ise şöyle buyurulmuştur:

“Kimin kalbinde, kendisi için (hakkı tavsiye ve hayrı gösteren) bir vaiz varsa, Allah tarafından ona (görevlendirilmiş) bir muhafız bulunur.”(İmam-ı Ahmed)

Allahu Teala’nın:

“Rabbimiz! Şüphesiz biz: “Rabbinize inanın” diye inanmaya çağıran davetçiyi işitip iman ettik.” [ÂLİ İMRÂN / 193]
( رَّبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلإِيمَانِ أَنْ آمِنُواْ بِرَبِّكُمْ فَآمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الأبْرَارِ
Rabbenâ innenâ semi’nâ munâdiyen yunâdî lil îmâni en âminû bi rabbikum fe âmennâ, rabbenâ fagfir lenâ zunûbenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr(ebrâri).)

ayetinin tefsirinde: “Kalbimizle işittik.” manası verilmiştir.

Allahu Teala, mümin olmayan düşmanlarının, kalp durumlarını ise şöyle anlatmıştır:

“Onlara (sanki) çok uzak bir yerden çağrılıyor da (hakkı) işitmiyorlar.”[FUSSİLET / 44]
( وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ - Ve lev cealnâhu kur’ânen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuh(âyâtuhu), e a’cemiyyun ve arabîy(arabîyyun), kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun, vellezîne lâ yû’minûne fî âzânihim vakrun ve hûve aleyhim amâ(amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd(baîdin). )

Yani, kalplerinden çok uzak olan şeylere çağrılıyorlar da duymuyorlar.

Cenab-ı Hakk, kalplerin haktan kaymasından ve başka şeylere yönelmelerinden tövbe konusunda şöyle buyurmuştur:

“Eğer Allah’a tövbe ederseniz, kaymış olan kalbleriniz düzelmiş olur.” [TAHRİM /4 ]
( إِن تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا وَإِن تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلَاهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلَائِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ - İn tetûbâ ilâllâhi fe kad sagat kulûbukumâ, ve in tezâherâ aleyhi fe innallâhe huve mevlâhu ve cibrîlu ve sâlihul mû’minîn(mû’minîne), vel melâiketu ba’de zâlike zahîr(zahîrun).)

Başka bir ayette ise şöyle buyurulmuştur:

“Başaramayacakları bir işe giriştiler. Eğer tövbe ederlerse, onlar için çok hayırlı olur.” [TEVBE / 74]
( يَحْلِفُونَ بِاللّهِ مَا قَالُواْ وَلَقَدْ قَالُواْ كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُواْ بَعْدَ إِسْلاَمِهِمْ وَهَمُّواْ بِمَا لَمْ يَنَالُواْ وَمَا نَقَمُواْ إِلاَّ أَنْ أَغْنَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ مِن فَضْلِهِ فَإِن يَتُوبُواْ يَكُ خَيْرًا لَّهُمْ وَإِن يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ عَذَابًا أَلِيمًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الأَرْضِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ - Yahlifûne billâhi mâ kâlû, ve lekad kâlû kelimetel kufri ve keferû ba’de islâmihim ve hemmû bi mâ lem yenâlû, ve mâ nekamû illâ en egnâhumullâhu ve resûluhu min fadlih(fadlihi), fe in yetûbû yeku hayren lehum, ve in yetevellev yuazzibhumullâhu azâben elîmen fid dunyâ vel âhıreh(âhıreti), ve mâ lehum fîl ardı min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).)

Kalplerin körelmesi konusunda da şöyle buyurulmuştur:

“Şüphesiz, (her zaman) gözler kör olmaz, fakat (daha çok) göğüsteki kalpler kör olur.”[HACC / 46]
( أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ - E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehum kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânunyesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr(sudûri). )

Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, uyanık kalp sahipleri insanlardan bir vâiz olmadan öğüt ve ibret alır, zahirde bir sakındıran bulunmaksızın kötülükten sakınır ve çekinirler. Zikretmiş olduğumuz diğer düşünce çeşitleri, genel olarak mü’minlerin yakasını kurtaramadığı türden düşüncelerdir.

Kalp, Allahu Teala’nın, gayb hazinelerinden bir hazinedir. Zikrettiğimiz bu mana ve haller ise, Allahu Teala’nın, kalbin etrafına yerleştirdiği askerleridir. Onlardan dilediğini gizler, dilediğini ortaya çıkarır. Dilediği ile kalbi genişletir, dilediği ile kalbin sıkıntısını artırır.

ALINTIDIR
***"En Kötü KÖRlük, gÖZünü GÖRmeyiştir!.." Kul İhvani
Cevapla

“►İmam-ı Gazali◄” sayfasına dön