MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SIDDIKİYYE MEŞREBİNDE USÛL

Aziz Kardeşlerimiz,
Şeyhimizle alâkalı bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz ifrat ve tefrite düşmeden, bu tarikatı âliyyenin şanına yakışmayan hiçbir kelimeyi kullanmamaya çalışıyoruz.
Zira, emelimiz gayemiz halkı davet ve teşvik değil. Bizim tezimiz sâdâtlardan almış olduğumuzu uygulamaktır.
Davet ve tezgâhtarlık gibi haller yoktur. Asla ve kat'a reklâmcılık yoktur.
Ancak ve ancak taleb vaki olduğunda da mahrum etmemektir. Mesele buradadır zaten.
Zira, içtenlikle, samimi bir şekilde kendi arzu ve isteğiyle olması lâzımdır.
Eğer, Mübareklerin bir himmetleri varsa, zaten istese de, istemese de er veya geç kendisi muhakkak bir talebte bulunur.
Fakat, emri vâkilerle bizim hiçbir işimiz ve işlemimiz yoktur.
Emrivâkiyi hiç bir şekilde kendim dahi tasvib etmiyorum, emrivaki hoş bir şey değildir.
İçtenlikle olacak ki yani sadakatla, ciddiyetle, aşkla ve şevkle, bu şekilde olursa, bu çok hoş ve güzel bir şey olur.
Bir kimsenin bu şekilde yola girmesi, onun azmi karşısında Rabbimiz onu mükâfatlandırır.
Hiç bir dünyalık ve dünya ile alâkalı enva-i türlü menfaat beklentisinden, bu yol tamamen münezzehtir.
Ancak ve ancak halisane lillah teâlâ için olursa, bu şekilde bağlılık, bu şekilde muhabbet olursa, o zaman yararı olur. Bundan gayrisi er veya geç değişir.
Onun için Şeyhimizle alâkalı anlattığımız hususlarda adeta bir tercüme hali vardır.
Geçirdiği devreleri, Mübârek'in bazı faresetlerini, bazı kıymet ve değerlerini müsbet olarak anlatıyoruz.
Bunu anlatmamızın sebebi, kendisine bağlı olan kardeşlerimizin mensub oldukları zatın ne derecede olduğunu anlamak ve herhangi bir istifham varsa aklında, bunu izale içindir.
Zaten inanarak, kabullenerek bağlandılarsa, bu gibi şeyleri duysalar da, duymasalar da farketmez.
Amma, bağlı olduğu zât hakkında, acaba bağlı olduğumuz şahsiyetler nasıldır diye bir düşünce varsa ve öğrenmek istiyorlarsa diye buna teşebbüs ettik.
Bu gibi hususlarda da onları haklı görüyoruz.
Mensub oldukları zâtın tercüme halini öğrenmek isterler, bilmek de haklarıdır.
Allahü Zülcelâl, hayırlı olanı, Rabbimizin rızası ne ise söylemeyi nasib ve müyesser eylesin, Âmin...


Aziz Kardeşlerim,
Şeyhimizin öteden beri kendisini gizli tuttuğunu, herhangi bir şekilde meth ve sena olunacak hallerden çekindiğini, adının dilden dile dolaşmasından sakındığını anlatmıştık.
Böyle olmasının sebebi, sırları tutmak ve sırları saklamak, esasen sırların devamına sebeb ve vesile olmasındandır.
Tabi bu da istidad ve kabiliyete bağlıdır.
Ebul Hasan Şazeli Hz.lerinin:
“Sabır yönünden en şiddetlisi sırra tâhâmmül ve o sırrı saklayabilmektir.” buyurduğu budur.
Bu gibi sırlar karşısında tâhâmmül gücü ne nisbette ise, o derecede sırlar verilir ve dereceleri artar ve böylece devam eder.

Hülâsa, şimdiye kadar anlattığımız, bazen kendisinin buyurduğu veya bizim gördüğümüz ve duyduğumuz hususlardı.
Fakat, biraz da başka Şeyhlerin, Şeyhimiz üzerine gördükleri halleri, hâdiseleri ve müşahedeleri dile getireceğiz, inşeallah.

Kardeşlerimiz, Şeyhimiz çok eskiden beri Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gider gelirdi.
Tabi daha henüz bizim fark edemediğimiz devrelerde idi, bu gidip gelmesi.
Çünkü, o zaman daha kendisinin nerede olduğu belli değildi.
Ne zaman ki Siirt'e geldi, o zaman artık irtibat kurduk ve Pirimize gider, gelirdi.
İki seferinde de beraber birer kişi götürdü. Biri Sûfî Ali, biri de Hacı Bilâl.
Hacı Bilâl'i biliyorsunuz -ki daha önce- anlatmıştık, Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri dünya ve ahiret kardeşliğine kabul etti ve Şeyhimizin hoşnutluğu için bu şekilde taltifte bulundu.
İşte, bu gidip geldiği devrelerde, yine yalnız olarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ziyaretine gitti.
Fakat, gittiğinde kendisinden evvel Seyyid Kadri ve bağlıları hânikâh'da bulunuyorlar.
Zira, Seyyid Kadri bizim Şeyhimiz ilk gittiği zamanlarda, Şeyh Said'i meczub vardı, o zaman o vardı. Sonradan Seyyid Kadri de iltihak etti. Ve o da gidip gelmeye başladı.
Onun için bazen orada karşılaşır ve karşı karşıya gelirlerdi.
Seyyid Kadri beraberindekiler hânikâh'da bulundukları bir devrede Şeyhimiz oraya varıyor.
Ancak şu meseleyi iyi anlamamız gerekir ki, hânikâ'nın üstü toprak.
Oranın nizâmnâmesi şudur:
Oraya giden kimseye bazı işler verilip yapması istenilir.
Hatta liste halinde isimler yazılır.
Adaletli bir şekilde bu işlem yapılır.
Ancak, oraya yeni giden bir kimse için kayıtsız şartsız vazife onundur.
Esasen bu bir nefis denetlemesidir.
Anlaşılan bu.

Zira, Şeyhül Hazin zamanında yine böyle bir âlim, bir molla gelmiş, seyrü sülük yapmaya.
Bunun gayesi bir halifelik, bir ünvân almak.
Eline süpürge tutuşturuluyor. Burayı süpür dendiği zamanda, süpürgeyi attığı gibi oradan gidiyor.
Onun için bu hânikâhda bu prensip, Allahü Zülcelâl bilir, bu sebepledir. Yani, nefis denetlemesidir.
Oraya giden bir kimse hoca olsun, âlim olsun, molla olsun, şeyh olsun, ne olursa olsun; kayıtsız şartsız vazife onundur.
Bunu yapacak, hem sulayacak, hem taş yuvarlayacak.
Mübarek Şeyhimiz tesadüfen onlardan sonra gitmiş, onlar vazifelerini yapmışlar, iş Şeyhimize kalmış.
Çünkü, yalnız gittiğinden başkası yok, tek başına yapacak o işi.
Oradakiler derler ki bir acayiblik duyarak.
“Eh yumuşak Şeyh gelmiş, bakalım hele bu vazifeyi nasıl yapacak? Hem sulama işi var, hem de taş yuvarlayacak.”
Şeyhimize yumuşak Şeyh diye tabir ederlerdi.
Hakikaten tip olarak, konuşma olarak, yürüyüşü bakımından gayet mahfiyyet içindeydi.
Çok yumuşak bir görüntüsü vardı, şefkat ve merhamet dolu idi.
Rauf ve Şefuk, atuf bir hali vardı, nitekim, Meşrebi Sıddıkiye diye bazen söylediğimiz bu sebebledir.
Cenabı Rasulullah'ın Hz. Sıddık hakkında buyurduğu gibi:
“Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse, Ebu Bekiri Sıddık'a baksın.”
Demek ki Ebu Bekiri Sıddık'ın da hali ve yürüyüşü bu şekilde idi.
Aynı zamanda şefkat ve ra'fet dolu idi.
İşte Şeyhimizin de bu hal ve görüntüsü olduğundan, onlar da diyorlar ki, bakalım hele ne yapacak, bir görelim seyredelim derler.
Evet, Rabbimiz Celle Celâlühü her şeye kadirdir.
Şeyhimizin bu mahfiyet ve teslimiyet yönü olunca Rabbimiz o gece yağmur yağdırır ve yağmur yağınca sulama işi biter.
Onlar da kendi kendilerine diyorlar ki:
“Mâşaallah yumuşak Şeyhin şansı işledi. Yağmur yağdığından sulama işinden kurtuldu. Şimdi de taş yuvarlama işi kaldı,” tabi bu daha mühim.
Çünkü, kendisinde taşı alıp, koşup yuvarlayacak görüntü yok.
Mübarek Şeyhimiz sabah kalktığında tabi ordaki işin ne olduğunu biliyor.
Kalkmış ve hânikâhın damına çıkmış ve taşı yuvarlamaya başlamış, taşın yuvarlanışı ve gidişi bir acayibliktir.
Fakat, altında bulunan kimseler, bu zâtın, taşı bu şekilde yuvarlayacağını hiç de tahmin etmiyorlar.
Çünkü böylesine yuvarlayabileceğine imkân yok diyorlar.
Bu nasıl şey diye hafsalalarına sığmadığını söylüyorlar ve herkes hayretler içerisinde kalıyor.
O zaman dışarı çıkarlar ve içlerinden biri hânikâhın üstüne çıkar ve bakar, ama gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır.
Nasıl şaşırmasın ki, Şeyhimiz damın bir köşesinde oturmuş, taş sanki bir komuta altında, bir emir altında bir baştan öbür başa gidiyor ve geliyor.
O zaman Seyyid Kadri dama çıkar, bu durumu kendisi seyreder.
Bu olay Seyyid Kadri'nin bizzat kendisinin gördüğü ve anlattığı bir olaydır.
Ben buna şahidim, bu bir.

Bir de Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki:
Hânikâh'da bir havuz vardı, sel o havuzu basmıştı.
Bir gün Pirimiz ve müridanlarla beraber bu havuzu temizlemeye azmettik.
Havuzun olduğu yere gidildi, temizlemeye başlandı.
Pirimiz de öyle bir teşvik ediyor ki: “Bu havuzu bitirip suyu doldurduğumuzda kim bu havuzda yıkanırsa, onun cennetlik olacağını umarım.”
Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bu kelimeyi kullandıktan sonra millet daha fazla şevke geliyor. Ve böylece havuzu temizlediler, amma havuzu temizlerken Mübarek Pirimiz de böyle konuşunca ben de coştum, ben de çalışmayı arzuladım ve onlarla beraber çalışmak için ellerimi sıvazladım.
Çalışmaya giriş yapacağım an Mübarek Pirimiz: “Alaaddin sen yapma, sen burada, benim yanımda dur.” dedi.
Alaaddin'e yaptırmadı ve çalışmaya bırakmadı, onu yanında tuttu. Ve temizlik bitince su doldurdular ve müridanlar havuza girip çıkmaya başladılar.
Benim de o zaman fikrime şu geldi. Mübârek'in bundaki gayesi havuza girmek çıkmak değil, bundaki gaye Mübârek'in kendisinin görüntüsüdür.
Çünkü bu vesileyle kalb kalbe karşı geliyor. Ve bu kalb kalbe karşı gelme muvacehe sebebiyle Allahü Zülcelâl mutlaka bu hayrat ve berekât sayesinde cennetlik olmalarını kabullenmiş.
Çünkü, Mübarek sever ve kabullenirse olmayacak bir şey yoktur.
Zira onun sevdiği ve kabullendiği kimse Allahü Zülcelâl'ın ve Rasulü'nün de kabulüdür.
Zira dedesi Şeyh Osman da:
Resim
Yani
“Ali'yi görenlere müjdeler olsun, ne mutlu Ali'yi görenlere” diye buyurmuş.

Mübarek Şeyhimiz bunun üzerine ben bunu bu şekilde te'vil ettim diyor ve ben sadece Mübârek'in cemalini seyrettim ve bu şekilde Mübârek'in yanında bulunuşum, bir muvacehe yönünden daha fazla haz duydum ve kendisine daha fazla yöneldim. O müridânlar ne zaman ki havuzdan çıktılarsa ben de o zaman bu Mübârek'in dediğine nail olayım diye havuza girdim, diyor.
Hülâsa, dikkat edilecek olursa burada iki önemli husus var.
Birincisi: ne sulama veya taşı yuvarlamaya,
İkincisi: ne de havuz temizlemeye müsaade etmeyerek onu yanında tutması ve çalıştırmaması.

Daha önce anlattığımızdan da hatırlayacaksınız ki, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin Hz. lerini hiç çalıştırmamıştır.
Şeyhül Hazin çalışmak istediğinde, Şeyh Muhammed, “sen bu dünyaya bu iş için gelmedin, sen bu gibi işlerde çalışmak için yaratılmadın” diyerek onu çalıştırmazdı.
Mübarek Ali Hüsameddin, Şeyhul Hazinin oğlu Şeyhimiz için de aynı işlemi yapmıştır.
Bu gibi işlerde hiç çalıştırmamıştır.
Hânikâ'daki iş durumunda o harika hallerine Seyyid Kadri bizzat şahittir.

İkinci meseleye gelince: Yine hânikâ ile alâkalı, orada bir hatmi hâcegân yapılır, bir de teveccüh yapılırdı.
Kimisi nazım halinde Sâdâtların isimlerini anar, kimisi başka türlü yapar bunu. Ve buna da hatmi hâcegân yaptık derler.
Fakat, hatmi hâcegân yapacak şahsiyetler yani Evliyanın ruhaniyetleri ile irtibat kurup da bu irtibattan haz duymaları lâzım.
Bu irtibatı kuracak şahsiyetler de, o ruhanilere yakın, ehil, pâk, lokması helâl, dünya mülevvesâtından âri, temiz olan kimseler olursa o ruhaniyyetlerde onları severler ve andıkları zaman o ruhaniyyetler de, teşrif ederler.
Amma bu hatmi hâcegân'ı yapacak kimseler dünya mülevvesâtı ile kirlenmiş, yediği lokması da helâl mi haram mı olduğu şüpheli olan ve dünya işleri ile tamamen meşgul olan kimseler olursa, o ruhaniyyetten istimdad talep ettiklerinde gelmek şöyle dursun daha da uzaklaşır ve tiksinirler.
Bir misâl vermek gerekirse, Hz. Musa (Ale Nebiyyine ve Aleyhissalatü vesselam) zamanında Cenabı Hak bir gün Musa Aleyhisselam'a:
“Ya Musa, söyle o zalimlere ki, beni anmasınlar. Çünkü, onlar beni andıkları zaman ben de onları lanetle anarım” buyuruyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Hülâsa, Kardeşlerimiz,
Bu hatmi hâcegân böyledir.
Bugün bunun ehli olsa da olmasa da yapılıyor.
Amma tevüccüh kısmı ise bu kalb müvacehesidir.
Mutlaka kalbinde bir güç, bir nur olmalı ki, karşısındakinin kalb durumunu keşfedebilsin, müşahede edebilsin ve onun perdelerini, hicablarını giderecek güçte olabilsin.
Hânıkâda bu görevler Pirimiz tarafından Seyyid Tâhâ'ya verilmiştir.
Tabi Mübarek Pirimiz Seyyid Tâhâ'yı da bu duruma getirmiş, irşad yani mürşidlik durumuna getirmişti.
Bu vazifeyi kendisine vermiş.
Zira, bir kimsenin mürşid durumuna gelebilmesi için, Şeyhimiz Mübarek şöyle buyururdu:

“Kardeşim Seyyid Tâhâ öyle bir duruma geldi ki kendisi teslimiyet ehlidir. Tefvizi umur durumu var, tevekkülü çok kıymetli ve değerliydi, bunu çok muazzam işletirdi. Hatta ki irşad makamına geldiği bir devrede tabi Rabbimiz kendilerine bir ikram ve ihsanda bulunur, kendilerine bir taltifde bulunur. Zaten kendiliklerinden gelmezler, tamamen bir emrivaki ile gelirler. O zaman bir talebleri vardır. Madem ki gönderiyorsun, amma yardımcı, amma şefaatçi, amma kendilerine bağlanacak olan kimselere (hangi yönden) ve nasıl bir yetki verilecekse tabi bu gibi talebleri olacaktır. Seyyid Tâhâ kardeşimizin bu yönde dahi hiçbir talebi ve muradı olmamıştır.”

Bunu Şeyhimiz bu şekilde söylerdi, bunu keşfiyet ile mi söylemiş, bilemiyorum.
Nitekim, Seyyid Ahmed er-Rufa-i Hz.leri aynı hale gelmiş.
Rabbimiz Celle Celelühü:
“Kulum artık bundan sonra gidip kullarımı irşad edebilirsin. Senin de talebin, muradın ne ise söyle.” der.
Seyyid Ahmed er-Rafu-i de Mübarek:
“Rabbim kulunun muradı mı olur, murad muradullahtır.” diyor. Ve hiç bir talebte bulunmuyor.
Buna rağmen Cenabı Hak, her gün yüz dilek dilese vereceğini vadediyor.
Amma hiçbir tanesini dilemiyor, istemiyor.
Neden?
Çünkü, istediği şey belki Allahü Zülcelâl'in muradına muhalif olur diye korkuyordu.
Taleb etmiyor.
Tamamen bir teslim hali:

Resim
“Mevlâm beni halimi bilir, şerhetmeme ihtiyacı yok.” buyurur.

Gavsul Azama gelince, Mübarek mürşidlik devresine gelince tabi kendisi irşad makamına gelecek, tabi kendisi Allahü Zülcelâl'in bülbülü.
Allahü Zülcelâl'den mekir haline iletmeyeceğine dair talebde bulunuyor.
Ve kendisine bazen soruyorlar,
“sen bu kadar çok konuşuyor ve söylüyorsun, Allahü Zülcelâl'in mekrine uğramaktan korkmuyor musun?” diyenlere, Mübarek diyor ki:
“Ben bu makama gelipde bunları söyleyebilmem için Rabbimle aramızda yetmiş ahdi misâk vardır. Bana böyle bir mekir işlemi yapmayacağına dair.” buyuruyor.
Kimi zâtlar böyledir.

Nitekim Seyyid Ahmedi İdrisi Hz.lerine de, irşad makamına gelen bir zât hakkında soruyorlar.

“Bir zâtın mürşid olabilmesi için ne halde olması lâzım, arşı görse, levhi görse, şunu görse, bunu görse” diye sayıyorlar.
Mübarek hayır, hayır, yeterli değil, diyor ve sonunda kendisi
şunu anlatıyor. Ve şu ayeti kerimeyi okuyor:

لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا
(Meryem / 87)
Yani şefaate malik olamazlar.
Ancak, Allahü Zülcelâl nezdinde bu hususta ahitleri olursa şefaate malik olurlar, ancak ahidleri olması şartıyla malik olurlar.
Demek ki, bu dünyada bunlar ahidli olarak irşâd makamına gelirler.
Evet, emrivaki ile geliyorlar ama şartları vardır.
Şefaat yetkileri hakkında Allahü Zülcelâl ile bir ahdü misâkları vardır.
Gelecekte kendilerine bağlanacak kimselere sahib çıkacaklarına dair, ve bir şefaat yetkilerinin olacaklarına dair, bu âyeti emmâre olarak gösteriyor.
Bunu havi, buna sahib olmayan kimse irşad için yetkisizdir, yetersizdir diyor.

Nitekim, Hazreti Şahı Nakşibend bile bir türlü irşad makamına girmedi ısrarlara ve emirlere rağmen, acziyetini ve mahviyatını ortaya koydu.
Fakat, Allahü Zülcelâl sonunda:
“Eğer girersen girersin, şayet girmezsen üzerindeki nimetlerimi tamamen alırım.” diyor.
Böylesine bir tehditle irşâd makamına geliyor.
Bu gibi misâller verilecek olursa çoktur, ancak daha fazla zihninizi karıştırmayalım.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

SEYYİD TÂHÂ VE TEVECCÜH

Kardeşlerim;
Seyyid Tâhâ Hz.lerinin teveccüh meselesine gelince: Seyyid Tâhâ'nın teveccühü yapış şekli, müridanlar halka halinde olup, kendisi ortada bir nokta gibi oturur ve kalb muvacehesini yapar.
Tabi Mübarek böyle bir güce sahib ki kalb âdeta bir ayna gibi karşı karşıya gelince, yansıtma bakımından onun nurunun yakıcılığı, karşısındaki kalbte olan nahoş ve batıl olan hicabları tamamen giderir.
Bu da Âyet-i Celile ile sabittir.

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ
(Enbiya /18)
yani, hakkı batıla vurdu mu, hak batılı tamamen yok eder.
Amma mahveder, amma eritir, amma yakar ne yaparsa yapar onu yok eder.

İşte, teveccüh budur, bu şekilde olur.
Şeyhin çok kabiliyet sahibi olması lâzımdır ki teveccüh yapılabilsin.
Seyyid Tâhâ Hz. leh bir gün halkanın ortasına girerken bir bölümünü sırasıyla teveccüh ederek yürütmektedir.
Seyyid Kadri dediğimiz zât da çok atılgan ve kendisinde varlık hisseden biridir. (Allah Rahmet eylesin) Kabiliyetli bir zât'tır.
O da Seyyid Tâhâ'nın yardımcısı veya kendisi gibi o da teveccüh için bir bölüme giriyor.
Teveccühü, Seyyid Tâhâ bir yönden yürütüyor, Seyyid Kadri de bir yönden yürütüyor.
Sonunda Seyyid Kadri'nin anlattığı, “meğer Şeyh Alaaddin de bizim halkada imiş. Muvacehe yaptığımız halkada bana iki kişi kala Şeyh Alaaddin geliyor. Bu hale geldim diyor.
O anda daha kendisine gelmeye iki kişi olmasına rağmen, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in makamında, Şeyh Alaaddine öyle bir muvacehe yaptı ki bizi olduğumuz yerde sarstı diyor.
“Bizde muvacehe yapacak bir hal bırakmadı, o kadar tesirli idi ki bizi sarstı.”
Artık bilmiyoruz, Seyyid Kadri bundan sonra teveccühe devam etti mi, yoksa olduğu yerde durdu mu?
Orasını bilemiyoruz.
Ancak, Seyyid Kadri diyor ki, bu hadiseden sonra Şeyh Alaaddin'in muvacehesini Seyyid Tâhâ'ya ve bana bırakmadı.
Pirimizin kendi şahsına has bir işlemle yapılırdı.
Bu hususu Seyyid Kadri böyle anlattı.

Tabi burada bir sır vardır.
Dikkat edeceğimiz önemli bir nokta vardır.
Seyyid Kadri buna şahittir.
Acaba Seyid Kadri olmasaydı, Seyyid Tâhâ yoluyla olsaydı, Hz. Pir, bu muvaceheyi yine kendisi mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ'ya mı bırakırdı, bu bilinmiyor.
Filhakika Seyyid Kadri Hz. leri, Mübarek Şeyh Alaaddin'i muvacehe ederek kapasitede değildi, bu kesindir.
Zira, Şeyhimiz benim meşrebim başka, onların meşrebi başka, her zaman söylerdi, defalarce kendisinden duydum.
Mübarek Seyyid Tâhâ ile alâkalı anlatırken:
“Kardeşim Seyyid Tâhâ sır karşısında ne kadar tâhâmmüllü, ne kadar güçlü olduğunu ve sırrını saklayabilen bir derya idi” diye buyurur.
Fakat ötekilerini anlatırken
“bir havuz gibiydiler” derdi.
Havuz, kapasitesinden fazlayı taşırdığından üzerine fazla birşey ilâve edilmez.
Çünkü taşırıyor, onun için, bilemiyoruz.
Acaba Seyyid Tâhâ'nın muvacehesinde olsaydı yine bu muvaceheyi Hz. Pir mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ mı yapardı, burasını bilemiyoruz.
Amma Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı çok meth ederdi.
Ama Şeyhimizin seviyesinde midir, üstünde midir, altında mıdır bu meçhul, bunu bilemem.
Fakat, Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun benim fehmime ve inancıma göre, Şeyhimizden duyduğumuz durumlara göre, Şeyhimizle Hz. Muhammed Ali Hüsameddin arasında câri hadiselere göre, Vallahil-azim, bu iki zât hemen hemen imâmeyn durumundadır.
Yani kutbu medar, kutbu irşad durumundadır.
Ama, hangisi hangi makamdadır, orasını bilemem.
Ancak, Hz. Pir'in vefatından sonra Seyyid Tâhâ vardı.
İki buçuk sene sonra kendisi de vefat etmiştir.
Acaba Seyyid Tâhâ bu ğavsiyet makamına, riyaset makamına geçmiş de ondan sonra mı Şeyhimize geçmiştir, burasını bilemem, yoksa doğrudan doğruya Şeyhimize mi geçti bilemiyorum.
İlmî yönden, mütalâa yönünden ölçü budur.
Evet, işte bu Seyyid Kadri Hz. lerinin şahitliği ile bu hal bu şekilde cereyan etmiştir.
Demek ki, Pirimizin, Şeyhimiz ile olan irtibatının daima Pirimizin tasarrufu altında olduğu ve devam ettirdiği kesindir.

İkinci meseleye gelince:
Bu Seyyid Kadri ile alâkalı bir hadisedir.
Hânikâdan ziyaret tamamlayıp ayrıldıktan sonra, Seyyid Kadri kendi maiyeti, heyeti ile, Şeyhimizse yalnız olarak dönüyorlar.
Döndüklerinde birinci konakladıkları yer Hurma isimli bir yerdir.
Orada kalmışlar, yatmaları için yataklar yapılmış âdetlerine göre, bir tane de ranza varmış yatmak için, Mübarek Seyyid Kadri ranzayı Şeyhimize teklif etmiş, Şeyhimiz de bu teklifi kabul etmemiş ve siz buyurun demiş ve kendisi o yerde serilen yataklardan bir tanesine girmiş.
Tabi onlar yorgun olduklarından uyumuşlar.
Fakat Seyyid Kadri bizzat kendisi söylüyor, uykum gelmedi uyuyamadım, bunda da bir hikmet vardır diye uyumadan uzandığım yerde dinleniyordum.
O zaman içimin cızladığı bir hal peydah oldu, hayırdır İnşaallah diye hayır yönünü taleb ettik.
“Bunda da bilemediğim bir hikmet vardır” dedim.
Bir an gözlerimi kapıya doğru çevirdim ve baktım ki iki kişi kolkola girmiş oldukları halde içeri girdiler.
Baktığımda o içeriye girenlerden biri Mevlâna Hâlid diğeri ise Şeyh Osman Hz.leri, o halde odaya girdiler.
Onlara içeri girdiklerinde benim içime doğan hal, bunların gelişleri, biz oradan dönüyoruz ya Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in icazet verdiği veya münâsib gördüğü şahsiyetleri kontrol etmek için gelmişler, bana öyle geldi.
Mübarekler içeri girer girmez hemen Şeyh Alaaddin'in başına gittiler.
Onun başında bulundukları süre içerisinde çok şeyler konuştular, çok şeyler söylediler.
Tabi bu şekilde anlatıyor amma ne konuştuklarını bilemedi mi, yoksa bildi de gizli mi tuttu bilemiyorum.
Orada bir miktar durduktan sonra diğer yatan kimselere de nazar ettiler, kontrolden geçirdiler.
İçlerinde bir tanesi vardı ki Diyarbakırlı idi.
Benimle beraber gelmişti.
Tarikatı azizeyi yürütmeye gelmişti, tabi Diyarbakır'da biraz sözü geçen birisi idi.
Tarikatı azizeyi yürütmeye biraz elverişlidir.
Buna icazet verilmesini ısrarla ben istedim.
Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den ısrarla istedik ve aldık, dolayısıyla Mübarekler ona bakıp ondan sonra da benim yüzüme öyle bir baktılar ki gerçekten titredim diyor.
O kadar da haşmetle baktılar ki ben titrediğim gibi aynı zamanda korktum.
Bereket versin ceddimin yüzü suyu hürmetine bir zarara uğramadan işi geçiştirdik.
Tekrar Şeyh Alaaddin'in başında bazı karar ve hükümler aldılar.
Mübarek Seyyid Kadri o andaki hadiseleri aldıkları verdikleri hüküm ve kararları acaba biliyordu da gizli mi tuttu, yoksa mana yönünden oldu da farkına mı varamadı, onu açıklamıyor.
Ancak, kendisi her zaman her üçünde de anlattı.
“Ben buna şahidim, Allahü Zülcelâl'ın huzurunda ve ceddimin huzurunda şahidlik yaparım.” dedi.

Aziz Kardeşlerim,
Seyyid Tâhâ ile Şeyhimizin tezleri aynı tezdir.
Meşreb aynı meşrebtir.
Kesinlikle aynı, hakkan söylüyorum.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in halifeleri arasında bu iki zâtın üstünde kesinlikle bir zât yoktur.
Ama Seyyid Tâhâ kimdir?
Seyyid Tâhâ hakkında bu bilgileri veren Şeyhimizdir.
Biz kendisini görmedik.
Mübarek Şeyhimizin buyurduğuna göre daima Seyyid Tâhâ'yı bir çok önemli meselelerde ön plânda olduğunu gördüğüne göre, her zaman ön plânda anlattığına göre ve câri hadiseler üzerine sır sahibi ve son makama çıkmış, irşâd durumuna gelmiş, teslim ehli olduğu doğrultusundadır.
Bunlar en yüksek rütbeli ve kaliteli olan zâtın aynı zamanda idarecilik yönünden Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in idaresi altında o dereceye çıkmış ve o hali ile vaktini geçirmiştir.
Dolayısıyla Seyyid Tâhâ'nın üstünde bir ferd göremiyoruz.
Şeyhimize gelince anlattığımız gibi onu hiçbir işte çalıştırmamış ve her zaman hükmü altında icraat yaptırmıştır.
Acaba Şeyhimizi Seyyid Tâhâ'ya da mı havale etmemiş. Onu da bilmiyoruz.
Zira, Seyyid Tâhâ'yı bu şekilde ancak o anlatabilirdi.
Çünkü, bu gibi manevî vazifelerde alt kademedeki zât üst kademedeki zâtı keşfedemez.
Üst kademedeki alt kademedekini keşfedebilir, onun için Seyyid Tâhâ'nın derecesinin ölçümünü ancak Şeyhimiz yapmıştır.

Şeyhimizi de ancak Seyyid Tâhâ tarif eder anlatırdı.
Ama kendisini görmedik, ancak bizim fehmedebildiğimiz yönü Mübarek Hz. Ali Hüsameddin ile olan muameleleridir.
Bunları göz önüne alarak, hem teveccüh babından, hem de gelen Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman'ın başında ve üzerinde duruşları ve çalıştırılmaması ve taşın kendi haline yuvarlanışı gibi haller Muhammed Ali Hüsameddin'in eli altında yetiştiği apaçıktır.
Onun için şu anda ve tamamen inanacak bir duruma gelmeden hangisinin üstün olduğuna karar veremem.
Onun için bu iki zâtın mutlak iki imam durumları vardır.
Ancak Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den sonra hangisi onun yerine geçmiştir, onu bilemiyorum.
Şu anda buna karar veremiyorum.

Hatta Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı ziyarete gittiklerinde Seyyid Tâhâ vefat etmişti.
Oraya vardıklarında Şeyhimiz Ağabeyime şöyle diyor:

“Mübarek Seyyid Tâhâ öyle bir zât idi ki, eğer müstakil bir yerde olsaydı bir hayli şöhreti olurdu. Ama muhammed Ali Hüsameddin'in gölgesi altında olunca gâib durumdadır.”
Mübarek Şeyhimiz gibi evliya üzerinde hüküm ve karar veren hiçbir Şeyh görmedim ve duymadım.
Mübarek sanki ölçücü gibi, umumiyetle onların durumları gayet ayar durumunda, Şeyh Musa Zevri hakkında karar verecek durumda ve derecede idi.
Tabi muhakkak ki bir üstünlüğü var da bunları keşfedebiliyor ve söyleyebiliyor.

Buradan itibaren Şeyhimiz ile Seyyid Tâhâ Hz. lerinin durumlarını anlatmayı bırakıyoruz.
Onları kendi haşalarına bırakırken, Allahü Zülcelâl'in bu Mübarek iki zâtın feyz ve bereketlerinden mahrum etmesin, feyz ve bereketlerine bizleri gark etsin.
Dünya ve ahirette bizleri bunlardan ayırmasın.
Sevgi, bağlılık ve beraberliğimizi dâim kılsın.
Bu hadiseler üç devrede de Seyyid Kadri'nin şahitliği altındadır.
Bu hususu burada noktalıyoruz.


Kardeşlerim,
Çok enteresan bir hikmet vardır.
Bunu da anlatmadan geçemiyoruz.
Biliyorsunuz ki Seyyid Kadri'nin ısrarı ile Diyarbakırlı birine halifelik icâzesi verilmiştir.
Bunu hatırlayacaksınız ve Mübarek iki zâtın da Bu durumdan hoşnut olmadığını (Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman) çok haşmetli bir şekilde baktıklarını anlattık.
Bu bir vakıadır.
Seyyid Kadri'nin kendi deyişidir bu.
Buradaki hikmet şu: Şeyhimizin Diyarbakır'da çok mahsubları vardı, bunlar gelir giderlerdi. Saygı revaç durumda idi.
Fakat bu halife geldikten sonra kendi tezini yürütmeye ve bahusus Seyyid Kadri'ye meyletmeleri yönünde halka davet etmeye başlamıştır.
Şeyhimizin Diyarbakır'a geliş gidişini çekememezlik gibi bazı halleri oldu. Ve Şeyhimizin taraftarlarını da kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu, çünkü kendisi zaten Diyarbakırlı.
Hatta ki bir hayli zengin bir yağ tüccarı vardı, şeyhimize karşı sevgisi saygısı olmasına rağmen halinde bir değişiklik olmuş.
Şeyhimizin Diyarbakır'a gidiş gelişinde bakmaz olmuş, iltifat etmez olmuş ve onun evinde toplanmaya başlamışlar.
Hülâsa, Seyyid Kadri Diyarbakır'a fazla gelip gitmeye başlamıştır.
Bir tanesi de Kelekvan Mehmet Ağa, iri yan bir yapıya sahib çok kabadayı birisi onun gibi ihyan birisini daha görmedim.
1936-37'lerde bu da selvi yani kereste satardı.
Hatta kendisi selvilerden bir sal yapar da, bu sala Dicle'de biner Cizre'ye giderdi.
Esasen Şeyh Sâidi Meczubun mensubu idi.
Hatta Hz. Ali Hüsameddin hayatta iken oraya dâhi gitmiştir.
Hz. Pir dahi buna pehlivan diye lâkab vermişti.
Çünkü çok ihyan çok güçlü bir durumu vardı.
Allah rahmet eylesin.
Bu kimse de eskiden Şeyhimize çok rağbet gösterir, saygı duyardı.
Fakat bu da o tarafa meyletmiş, alâkayı kesmiş.
Aslında Şeyhimiz bu gibi şeylere hevesli de değildi, ama bu tarikatın gayretliğidir.
Mübarek Ali Hüsameddin Hz. lerinin Şeyhimize olan gayretkeşliğidir.
Bir kere bu yağ tüccarı dediğimiz kimse, Allahü Zülcelâl şahittir, fazla sürmeden giydiği pantolonun dizleri üzeri fitil fitil haline gelmiş, kirli paslı bir durumda. Yani batmış ve bu hale düşmüş.

Kelekvan Mehmet ağanın hadisesine gelince, vallahi Diyarbakır'da sevilen sayılan bir şahsiyetti, ama ondan sonra bu rağbetten düşmüştür ve sevilmez bir hale gelmiştir.
Bir çoklarında bu durumu gördük.
Sonradan sebeblerini düşünürken öğreniyoruz ki Mübarek nazarlarını üzerlerinden çekmiş, kaldırmıştır.
Hatta kendi ağabeyinin oğlu olsa dahi durum aynı idi.
Nazarını kaldırdığı an rağbetten düşmüşlerdir.
İşte bu Kelekvan Mehmet Ağa son devrelerinde hasta düşünce Mübarek Şeyhimiz Diyarbakır'a gittiğinde Mübarek çok rauf, şefuk atuftur.
Hastayı ziyarete gitmek bize düştü diye onu görmeye gitmiş.
Hatta oğlu,
“bunlar bize karşı böyle durup dururken niye gidiyorsun?” diye itiraz ettiği halde, oğluyla beraber onu görmeye gitti.
O da Şeyhimizin geldiğini görünce şaşkın bir halde,
“Kendisine karşı olduğum halde hasta halimde ziyaretime geldi.” diye şaşırmış, her ne ise uzatmayalım.
Daha Şeyhimiz orada iken (yani Diyarbakır'dan ayrılmadan) Mehmet Ağa vefat etmiş, Allahü Zülcelâl Rahmet eylesin.
Mübarek Şeyhimiz cenazeye iştirak etmiş.
Şeyhimizin buyurduğunu aynen söylüyorum.
Millet dağıldıktan sonra, Hafız Abdurrahman isminde birisini (kendisi Siirt'li) mezarın başında Tebâreke okutmak için oturtmuşlar.
Millet gittikten sonra Şeyhimizde başında dikeliyor.
O anda şimşek gibi bir nur peydah olmuş, hatta o Kur'an okuyan Hafızı sarsacak kadar şiddetli ve aleni geliyor.

O hafız okumayı bitirdikten sonra Şeyhimize diyor ki: Şeyh Efendi, bu zât ne büyük zâttır şöyle bir nur geldi, şöyle oldu, böyle oldu diye Şeyhimize anlatmaya başlıyor.
Şeyhimiz de, öyle mi, Maşaallah siz Hafızıl Kur'an'sınız size bu gibi şeyler görünmüş olabilir, diyor, hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi duruyor.

Ama Şeyhimizin bize anlattığı şu şekildedir:
Mübarek dedi ki,
“hiç kimse ne Şeyh Said, ne de Seyyid Kadri kesinlikle başına gelmedi, bomboş durumda idi, hiç kimse sahib çıkmadı.”
Fakat, Mübarek Şeyhimiz öyle mi ya, Hazreti Sıddık'ın meşrebinde yaşıyan bir kimse, Hz. Sıddık hakkında Rasulullah “Ümmetimin içinde en rauf, en şefuk olan Rauf sıfatı ile mevsuf olan kimse Hz. Sıddık'tır.”
İşte, bu sıfatla mevsuf olan Şeyhimiz, Hz. Sıddık'ın bir zerresi üzerinde olunca, buna dayanamamıştır. (Elhamdülillah)
Çünkü, Mübareğin esasen kendisine karşı böyle soğuk davranışları sebebiyle onlar dahi Seyyid Kadri ve diğerleri gelmeye yüz bulamıyor ve gelemiyorlar da, sanılıyor ki (bu halleri daha muteber olduklarındandır), hayır aslında öyle değil, ama Şeyhimiz buna razı olmadı.
Onların gelmediği gibi Hz. Ali Hüsameddin de gelmiyordu, ne zaman ki Şeyhimizin üzerindeki nahoşluk halleri kendi üzerine atfedilişi ve hukuku sebebiyle, kendisine karşı her hangi nahoşluk hallerinin olmadığını Allahü Zülcelâl'e karşı affedince şimşek gibi geldiği görülen o nur Hz. Şah idi. (Kuddise sırrıhul aziz)
Onun gelişi ise, Şeyhimizin hayrat ve bereketiyledir.
Bu hal bu şekilde cereyan eder, sonra Seyyid Tâhâ gelmiştir.
İşte enterasan dediğimiz budur.
Oradaki Mübarek zevatın bunu tasvib etmeyişleri ve Seyyid Kadri'ye haşinli bir şekilde bakmalarının sebebi de budur.
Çünkü, Şeyh Alaaddin'e karşı oluşuna asla rıza göstermemişlerdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. EBUL VEFA (K.S.)

Kardeşlerim;
Şeyhimiz Mübarek, hayatta imandan sonra, en büyük nimeti yani Nimet-i Azime olarak gördüğü şey, Hz. Pir ile karşılaşması olduğunu anlatmıştık. İşte bu nimeti azimedendir.

Fakat, vefat eden yani geçmiş zevâtdan da rast geleni ile değil, en büyük zevatla irtibatı olurdu.
Bunları ziyaret eder veya onlar hakkında konuşurdu.
Bu zâtlardan bir tanesi, Tâc ül Arifin Ebul Vefâ Hz. leridir.
Memleketimizde bulunan değerli bir şahsiyettir.
Tâc ül Arifin lâkabı ilk defa Arifler tarafından kendisine lâyık görülmüştür.
Aynı zamanda Şeyhi de Muhammed Şenbekî Hz.leridir.
Kendisine intisab ettiği gün Ebul Vefâ hakkında şöyle buyurmuştur:
“Vallahi şu ana kadar benim oltama düşen av, kimsenin oltasına düşmemiştir.”
Ebul Vefâ acayib zâtlardandır ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyaya göstererek: “Bunun bir benzeri ümmetlerinizde var mıdır?” dediği bir şahsiyettir.
Ariflerin buyurduklarına göre, eğer Ebul Vefâ denildiği zaman, saygı, sevgi ve hürmet gösterilmezse o kişilerin yüzlerinin etlerinin dökülmediğine hayret ederiz.
Böylesine mübarek ve celalli bir zât, çok acâyib halleri vardır.
Onun akvâli fehmedilemez derecededir.
Tabakatta olsun, başka yerlerde olsun, hatta bir gün uyuduğu halde gelmişler de, hem Ebul Vefâ'yı ziyaret edecek hem de bazı sorular soracaklar, uyandıktan sonra anlatıyorlar:
“Efendim, şöyle şöyle şunun için geldik” diyorlar.
Mübârek:
”Fesübhânellah, eğer böyle bir Şeyh ise, mürşid ise ve ona soru sorulacaksa ille de uyanık olması şart değildir. Vallahi tenimin her zerresi sizin sorularınıza cevab verir.” diyor.

Hülasa, böylesine bir acayib zâttır.
Irak muhitinde onun benzeri nâdirattandır.
Nitekim Gavsul Âzam da yeminle söylüyor ve diyor ki:

Resim
“Bu muhitlerde Hak kapısı üzerinde Ebul Vefâ'nın benzeri yoktur” diyor.
Hülâsa çok celalli çok dirayetlidir.
Hicri 502 senesinde vefat etmiştir.
Ğavsûl Âzam ise 561 senesinde vefat etmiştir.
Aynı asırda yani Gavsul Âzam'ın devresi henüz başlamadan evvel görüşmüş konuşmuşlardır.

İşte Şeyhimiz de bu gibi zâtlara iltifat eder, rağbet gösterirdi.
Dolayısıyla bu Mübarek zât memleketimizde bulunuyor. Ve zamanla bir vali geldi de kabirlerin üzerindeki işaret ve benzeri şeyleri yok etti.
Çünkü, mezarlığın karşısında ev yaptırdı.
Evinin karşısında bu gibi şeylerin görünmesini istemedi.
Arada bir cadde var, alt tarafta Ebul Vefâ'nın kabri ve diğerleri, yolun üst kısmında tepede de o valinin evi var, bu şekilde yapıldı.
Tabi bayramın yaklaşması sebebiyle o zaman elektrik olmadığından evi için aydınlatmak gayesi ile bir jeneratör hazırlıyorlar.
Bu valinin evliyaya karşı biraz zıddiyeti vardı, vaktiyle Tillo şeyhlerinin sandukalarının üzerindeki örtüleri kaldırmış, hayatta olan bazılarının sakallarını kazıtmış, bu gibi bir çok nahoş icrââtları vardı.
Günün birinde Ebul Vefâ'nın kabrine de aynı şeyi yaptığında Şeyhimizin yanında oturuyorduk, bayramda yaklaşıyordu.
O anda Tâhâ isimli birisi geldi, çok üzüntülü bir hâli vardı, söylenerek geliyordu.

“Efendim, Ebul Vefâ'nın kabrini bu hale getirdi, çok zalim bir kimsedir, bu nasıl olacak, nereye kadar böyle gidecek” diyerek Şeyhimize istimdâd ediyordu.
Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu:
“Tâhâ, ne diyelim, Ebul Vefâ ki, kendisi değil, vallahi kemikleri dâhi Allahü Zülcelâl yanında Arşından daha kıymetlidir.”
Böyle olunca da artık Rabbimiz bilir dediği zamanda, inanın ki bayramı dâhi yapamadan devlet emrine alındı ve gidiş o gidişti, akıbeti ne oldu orasını bilmiyoruz.

Aziz Kardeşlerim,
Ebul Vefâ ile Şeyhimizin bulunduğu yer arasında bir tayyare meydanı vardır, askeriyenin hükmü altındadır, eğitim alanları ve otlak yerler vardır.
Askeriyenin dışında oraya kimse girmiyor.
Karşısında da askerî kışla var.
Fakat, caddeler yapılınca, yeni yollar açılınca Şeyhimiz Ebul Vefâ'yı ziyarete gideceğinde ya o dolambaçlı yoldan dolanarak gidecek, ya da kestirmeden gidecek ki o da tayyare meydanına bir baştan girip öbür başkan çıkacak.

Ramazan münasebetiyle, esasen Ramazan'da Mübarek Şeyhimizin evinde kız kardeşimiz var, Elhamdülillahi Tealâ yakınımız, yani akrabamızdır.
Babamla dünür olurdu. Dolayısıyla bu iç âlemi de bu halden, bu seviyeden biliyoruz.
Mübarek Ramazan'da sahuru yediğinde kalkıp gidiyor.
Her gün böyle kalkıp gidince bir bakıyorlar ki, görüntüsü caddeye çıkıyor.
Bir de bakıyorlar ki tayyare meydanına giriyor, halbuki oraya girmek yasaktır.

Buna rağmen tayyare meydanına gider, bir kısmına varınca Ebul Vefâ ile buluşur.
Tabi onlar Ebul Vefâ'yı görmezler, fakat, askerî nöbetçileri Şeyhimizi görüyor, amma bir şey söylemiyorlar.
Karşısındaki Valinin evinde, kulübesinde nöbet tutan bekçi de aynı hadiseyi görüyor.
Böyle birisi geliyor, geliyor ama Ebul Vefâ'nın yanına kadar gelince hemen kayboluyor.
Bazı mezbahacılar vardı.
Her gün sabahları çok erkenden gidiyorlardı.
Onlarda bu hale şahit oluyorlar.
Orada bir kimse dikeliyor, bir de bakıyorlar ki kaybolmuş, diyorlar.
Ramazan boyunca her gün sahurdan sonra Mübarek oraya gider kaybolur, sonra da orada peydah olur gelir.
Bu hale de ne asker ne de gayrisi hiç kimse bir şey diyemez, diyemiyordu da.
Hülasa, böyle acayib haller olunca Mübarek Ebul Vefâ hakkında şöyle buyuruyordu:
“Ebul Vefâ öyle bir celâliyet sahibidir ki insan onun nurundan boğulacak dereceye geliyor.”
Şeyhimizin böyle buyurduğuna ben şahidim.
Bu hadiseden sonra bir gün Şeyhimizin arkasında bulunuyordum.
Bir kabrin başında idi. Arkasından bakıyordum.
Vallahi Mübareğin sakalı diken diken olmuş gibi dikiliyordu.
Bir acayib hale geldi.
Onun için Mübarek bu gibi kimselerden haz duyardı, bu gibi kimselerle irtibat kurardı.
Yoksa öyle rast geleni pek mühimsemezdi.
Ne başka diyarlarda gezerken, ne de memlekette, hep bu halde idi.
Üveys Hazretleri gibi...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. ŞEYH MUSA ZEVRİ (K.S.)

Birinde de ağabeyimle beraber Mardin'den Diyarbakır'a geliyorlar.
Orada Şeyh Musa Zevri Hz.leri yani Musa ibni Hâni isimli bir zât vardır.
Çok meşhurdur.
Sultan Musa da derler.
Hatta çokları Şeyhmus diye de lâkab vermişlerdir.
Şeyhmus çok muazzam bir zâttır.
Çünkü, Gavsul Âzam Hz. leri Şeyhmus doğduğu zamanda Bağdad ahâlisine ilân ediyor ve diyor ki:
Resim
Yani,
“Ey Bağdad ehli, bu gün öyle bir güneş doğuyor ki bu güne kadar böyle güneş daha doğmamıştır.”
Soruyorlar kimdir bu güneş diye.
O da
“Musa ibni Hâni” diye söylüyor.
Hatta Şeyhmus zamanla yetişip hacca gittiğinde Bağdadlılar görüşmüşler karşılamışlar ve kendisine karşı çok saygı ve sevgi göstermişler.
Bu sevgi gidişinde de, gelişinde de olmuş.

Şeyhmus'un işleri çok acayibtir.
Bu Şeyhmus öyle bir Şeyhmus ki, bir gün Mardin'de bir yangın oluyor. Yangını söndüremiyorlar.
Şeyhmus elindeki bastonu veriyor yanındakilere, bunu alın gidin, ateşin olduğu yerlere vurun. Ateşin olduğu yerlere giremezseniz, bu bastonu o ateşli yerlere atın diye tembih ediyor.
Bastonu alıp gidiyorlar ve bastonu vurdukları yerdeki ateş sönüyor, giremedikleri yerlere de atıyorlar ve ateş sönüyor.
Neticede yangını söndürüp tamamen hallettikten sonra bastonu alıp geliyorlar.
Amma bastonun üstünde hiç bir pürüz yok, aynen verdiği gibi getiriyorlar.
Çok acayiblerine gider ve derler ki:
“Efendim, bu kadar ateşi söndürdük, o kadar da ateşin içine attık, amma hiç yanık falan yok, bunun hikmeti nedir” diye ısrar ederler.
Ve Mübarek der ki:
“Vallahi bu fakire halkı irşad ile emrivaki olduğunda Rabbimden istediğim şey, eli elime değen bir kimseye ne dünyada, ne de ahirette yakmamaklığa ahdim vardır. Allahü Zülcelâl ile aramızda ahid böyledir, bu bastonu da elimde tuttuğum için bu da onun eseridir” diyor.
Hatta, beşikteki bir çocuğa
“ey oğlum falan şeyi oku” dediğinde hemen okurdu.
Büyüdüğünde de aynı elfazla okurdu.

İşte böyle bir Şeyhmus, bu Mübârek'in ezanı Muhammediye'ye karşı büyük bir aşkı vardı, vefat edip kabre konurken, defnedileceği zaman kabre yatırmışlar, kabri tefsiye etmeye çalışıyorlar.
Tam o anda müezzin Allahü Ekber der demez, Şeyhmus hemen ayaklanıyor.
Şeyhmus'un ayaklandığını gören halk darmadağın oluyor ve Şeyhmus'un kabri tekrar kendiliğinden kapanıyor. Ve Şeyhmus'a ne oldu, ne haldedir. Bunu kimse bilmiyor.
Mübareğin tabakatta da ve diğer kitablarda da kerametlerinden bahsediliyor, bu Şeyhmus işte böyle Mübarek bir zât.

İşte, Şeyhimizle Ağabeyim bir gün Mardin'den Diyarbakır'a gelirken, Şeyhimiz Şeyhmus'u ziyaret etmeyi arzuluyor.
Ağabeyimin anlattığına göre, ziyaretine geliyorlar.
Şeyhimiz biraz ayakta durduktan sonra oturdu ve bağdaş kurdu.
Biraz durduktan sonra benim aklıma gelen yolumuza devam etmekdir.
Çünkü yoldayız, niyetimiz bu idi, bize bu hal geldiği zaman Mübarek Şeyhimiz bize şöyle emir buyurdu, “bu gece buradayız” dedi.
Artık olup bitenin mahiyetini anlamadım.
Çünkü, biz gelip geçici olduğumuz halde burdayız diyor.
Demek ki Mübarek davet etmiş ve davetini kabul etmiş.
Mübareği göndermiyor.
Hülasa, o akşam orda kaldık.
İnanın o akşam orda o kadar büyük bir kalabalık oldu ki, etraftaki köyler ve o civardaki herkes Mübareğin ziyaretine geldiler.
Öyle kalabalık ki sanki davet edilmişler gibi ve öyle bir gece geçirdik. Ve dedi ki:
“Siz bu Mübarek zâtın komşusu olmanız hasebiyle, bir de hizmetiniz yönünden, saygı ve O'na karşı olan muhabbetiniz sizleri cennete iletmeye sebeb ve vesile olacağını umarım.” dedi.

O gece orada kaldık, çok hoş bir gece geçirdik.
Ertesi günü harekete geçerken yolda kendisine sordum, efendim nasıl bir zâttır bu dedim.
Şeyhimiz
“Mübarek Hazreti Ali Hüsameddin'in tezine benzer bir tezi vardır. Gerçekten velayet fenninde bir fen bırakmamıştır.” dedi.

Marufu Kerhiye gelince: onun hakkında da Mübarek şöyle buyururdu:
“Marufu Kerhi kabirde olduğu halde öldüğünü bilmez. Mahşer gününde dahi meleklerin koltuğunda gelir geçer. Ve neticede cennete girip de cemali bâ kemaline mazhar olunca o zaman kendine gelebilir. O ana kadar kendinde hiç bir hissiyat yok” diye bunu da bu şekilde anlatırdı.
Onun için Mübareğin bu gibi zâtlarla irtibatı olur, ziyareti olurdu.
Öyle rast geleye koşmazdı.

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Ks. Aziz bu dünyadan göçtükten sonra Şeyhimizin Irak'a bir kaç seferi vardır.
Ziyaretine gidip gelirdi.
Fakat bir seferlerinde gidişlerinde beraberinde 3-4 kişi vardı, bunlardan birisinde ağabeyim Hacı Alaaddin de vardı.
Evlâdları ve başkaları da vardı.
Hülâsa bir sefer ki gidişlerinde yolda giderken yoğurdun dışında bir yiyeceği, kendi yemediği gibi yanındakilere de yedirmedi.
Tabi içlerinde birisi biraz yemek heveslisi idi:
“Efendim, benim gözlerim görmez oldu bize hiç et, kebab gibi şeyler yedirmiyorsun. Eve dönünce sizi anneme söyleyeceğim.” diye Şeyhimize latifede bulundu.
Tabi Mübarek Şeyhimizin yanındakilere karşı, dedesinin torununa karşı olan sevgi ve hoşgörüsü gibi hoşgörülü bir hali vardı.
O da onlara o şekildeki sözlerini hoş görür ve biraz da böylece idare edelim diye karşılık verirdi.
Netice olarak ziyaret yerine yakalaştıkları zaman bu kişi fazlaca ısrar etti:
“Efendim, bunda muhakkak bir hikmet vardır. Hiç sebepsiz bunu yapamazsınız, Elhamdülillah cömertsiniz. Ve bu gibi şeyleri de hiç esirgemezsiniz. Neden bize hep yoğurt yediriyor, başka bir şey yedirmiyorsunuz.”
Mübarek Şeyhimiz şöyle cevab veriyor:
“Ziyaretine gideceğimiz şahsiyet biliyorsunuz ki hayatı boyunca ayrandan ve arpa ekmeğinden başka bir şey yemedi. Biz de hiç olmazsa bari saygımız olsun, bir nebzecik olsun ona uymaya gayret edelim, bu sebeble böyle yaptım” diyor.
Mübareğin Şeyhine karşı olan saygı ve itibarına dikkat edin.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. BİLALİ HABEŞİNİN MEDİNE'DEKİ EZANI

Hülâsa, oraya vardıkları zaman Mübarek Hz. Muhammed Bahaddin de vardı.
Bu meyanda Şeyh Alaaddin gelmiş diye Seyyid Muhammed Halil ve benzerleri Hz. Şah devresini değerlendirme yönünden biraz daha heyecanlı halleri vardı.
Hatta Seyyid Muhammed Halil, Mübarek Şeyhimizi görür görmez bir tek lâfız dahi konuşmadı.
Mübarek orada bir baştan öbür başa gidip geliyor, bir müddet böyle gidip geldikten sonra, ortadan kayboldu.
Artık ne haldedir kimbilir.
Hz. Ali Hüsameddin'in devresini mi hatırladı, ne oldu ise, ne ise çok tesirat verdi.
Teşbihte hata olmasın Mübarek Hz. Bilal (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın irtihalinden sonra dayanamadı Şam'a gitti.
Bir gün "Ya Bilal hiç özlemiyor musun?" dediler.
Mübarek tekrar Medine'yi Münevvere'ye ziyarete geldi.
Medine'de ezani Muhammedi okuması için çok ısrar ettiler, ama o okumadı.
Fakat, Hz. Hasan ve Hüseyin (ra) illâ bir ezan okuyacaksın diye rica edince de isteklerini kıramadı.
Mübarek öyle bir ezan okudu ki Medine'yi Münevvere halkı âdeta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın son günkü durumunda nasıl idi ise aynen o günkü gibi bir heyecana gark oldu ve Hz. Bilal de
"eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" dediği gibi kendinden tamamen geçti ve dayanamadı.

İşte bu minval üzere Hz. Ali Hüsameddin'in ve Şeyhimizin de orada oluşu, o eski ahengi, huzuru, eski hali hatırlamalarının milletin üstünde büyük etkileri oldu.
Hz. Muhammed Bahaddin bile Şeyhimize karşı diz çöküp oturdu.
Mübarek Şeyhimiz de Şeyhimin oğludur diyerek saygısından O da aynen diz çöküp oturdu.
Her ikisi birbirine; "efendim rahat edin, rahat oturun" dedikleri halde her ikisi de rahat oturmadılar, diz çöküp oturdular ve birbirlerine karşı olan saygı o şekilde devam etti.
Mübarek Şeyhimizin daima söylediği şu idi:

"Mübareğin bizden razı olduğunu bir bilsem bundan başka bir emelim yoktur."
Yani gayesi, Şeyhimiz Ali Hüsameddin Hz. lerinin kendisinden razı olup olmadığını bilmektir.
Muhammed Bahaddin kendisini teselli ediyor ve diyor ki:

"Şeyh Alaaddin, Vallahi babamın size gösterdiği yakınlığı, sizlere karşı olan sevgiyi ve razı olma yönünden sizden başkasını Vallahi görmedim. En çok sevdiği, razı olduğu sizsiniz, bundan müsterih olunuz. Size yapılan hizmet bize yapılmıştır, hiç ayrım yoktur."
Yani Muhammed Bahaddin, Şeyhimize babamın sizden daha fazla razı olduğu hiç bir fert görmedim diye Şeyhimiz bu şekilde teselli eder.
Sohbet bu şekilde cereyan etti.

İşte bu şekilde ziyaret bittikten sonra Şam yolu ile geri geldiler.
Şam'a geldiklerinde ağabeyimin anlattıklarına göre Mübarek hiç bir kabre yaklaşıp da o kabri veya kabre ait herhangi bir şeyi öptüğünü görmedim diyor.
Ancak Yahya (as) kabrine vardığında üzerindeki örtülük olan bezi eteğine aldı ve öptü, bunu gördüm diyor.
Bir de Bilali Habeşinin (ra) kabrine geldiğimizde Mübareğe çok acayib bir hal oldu, halden hale geçti.
Ordan çıktığımızda Şam'da hiç değilse yirmiye yakın dükkâna girdi çıktı.
Bir şeyler alacakmış gibi konuşuyor, bir şeyler almaya çalışıyor.
Sonradan anladım ki gayesi herhangi bir şey almak değil, âdeta üzerindeki o hali geçiştirmek, o halden kurtulmak için bunu yapıyor.
Çünkü diğer bölümlerde Bilal-i Habeşi ile ilgili hususu anlatmıştık.
Pirimizin o anını hatırladığında acayib bir hale girmişti Mübarek...
Resim
Kullanıcı avatarı
yolcu
Saygın Üye
Saygın Üye
Mesajlar: 369
Kayıt: 14 May 2009, 02:00

Mesaj gönderen yolcu »



Anka Kuşu kardeşimİZ;
Allah teala CELLe CELALi HU razı olsun, hidayet, samimiyyet ve sebat ihsAN eylesin inşaALLAH!
[img]http://www.muhammedinur.com/photos/galleries/avatars/1.jpg[/img]
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Ecmain olsun inşaallah Yolcu Can kardeşimiz..
Muhammed Sıddık (k.s.) hocamıza da rahmetler yağsın, ruhu şad olsun inşaallah..
Muhammedi MuhabbetlerimİZle.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Hz. MEVLÂNA HÂLİD'İN KABRİNİ ZİYARET


Kardeşlerim;
Bu dönüşte bir gün de Hz. Mevlâna Hâlid'e (ks) tahsis olundu.
Mevlâna Hâlid'i Bağdadi'nin kabri Salihliye denilen yüksek bir tepededir.
Şam'a hakim bir vaziyettedir.
Yolun bir kısmı araba ile gidilir, ondan sonra merdiven basamakları ile çıkılır.

Hülâsa, merdiven başına vardığımızda arabadan indik, merdivenleri çıkmaya başladık.
Baktım ki Mübarek Şeyhimiz merdivenin bir tanesinde dikeldi durdu, ve hemen oturdu.
Orada Şeyh Salih isminde bir zât var, takriben elli yıldır Mevlâna Hâlid'in türbedarlığını yapıyor.
Aynı zamanda oradaki Camiinin hem imamı, hem de tedrisatla meşgul çok âlim, mübarek zât, bu mübarek zât'ı ilk görüşümüzdür.
Mübarek Şeyhimizin durduğu yerde biz de durduk, bekliyoruz.
Mübarek Şeyh Salih bizi oradan çağırdı,
"siz gelin gelin, orada durmayın" diye bize emir buyurdu, biz de o çağırınca gittik.
Yanına vardığımızda bize sormaya başladı,
"bu zât sizin neyiniz oluyor" dedi, biz de "Şeyhimiz olur" dedik.
Artık inceden inceye sormaya başladı, sonunda biz de ona
"bu kadar inceden inceye niçin soruyorsunuz, bunun üzerine niye bu kadar duruyorsunuz?" dedik.
O da:
"Vallahi elli yıla yakındır ben buradayım, şarktan garba varıncaya kadar çok zâtlar geldi ve gittiler, fakat, Mübarek Mevlâna Hâlid'in bu zâta gösterdiği al'aka ve iltifatı bir başkasına gösterdiğini bu güne kadar görmedim." dedi.
"Çünkü, bu zât o merdivenin başına dikeldiğinde Mübarek onu kendisi karşıladı, orada muanaka (birbirinin boynuna satılma, kucaklaşma) yaptılar ve orada oturdular. Ben onun için sizleri çağırdım, sizin beklemenize gerek yoktu."
İşte oradaki karşılama bu şekilde cereyan etmiştir.
Mübarek Şeyhimiz sonra kendisi de teşrif edip geldi.
Şeyh Salih de kendisine büyük saygı gösterdi.
Velhasıl ikindiden sonra akşama doğru şehre ineceğiz, Şeyh Salih o zaman:
"Efendim, nereye gidiyorsunuz, burası sizin evinizdir. Buranın sahibinin en çok sevdiği ve hoşgördüğü şahsiyetsiniz. Burada kalmanız gideceğiniz yerden daha üstün ve rahattır." der.
Şeyhimiz hiç bir zaman külfet taraftarı olmazdı, size külfet olmayalım diye gitmek istiyoruz, dedi.
Şeyh Salih de:
"Efendim, sizler için külfet olmadığını ilân ediyorum ki bu Mübarek zâtı memnun etmek istiyorsanız, burada kalın, şehre gidip otel ve benzeri yerlere niye gidiyorsunuz ki? Allahü Zülcelâl'ın oteli hak oteli, Mevlâna Hâlid'in oteli olduktan sonra başka yere niye gideceksiniz?" dedi.
Bu ısrar karşısında külfet olmayacağı kanaati ile orada kaldık.
Akşam olunca akşam ezanını Şeyh Salih kendisi okudu, Şeyh Salih imametliği ise Şeyhimize teklif etti ve ısrarla imam olmasını rica etti.
Şeyhimiz bu gibi şeylere pek taraftar değildi, kim olursa olsun arkasında namaz kılardı.
Şeyh Salih de ısrar etti, siz buranın imamısınız, imamlık sizin hakkınızdır diye.
Şeyh Salih sonunda şu kelimeyi kullandı.
Efendim:

"Su bulunduğunda teyemmüm iptal olur, öyle değil mi efendim?"
"Evet öyle" dedi.
"Şu halde imametlik sizindir efendim" diye buyurdu.
Şeyhimiz imam olup akşam namazı kılındı ve o gece harika sohbetler oldu ki ancak o kadar olur.
Şeyh Salih de bir tarih gibi orada bulunduğu zaman içinde gördüğü harikalıkları anlattı.
Fakat Şeyhimize karşı büyük bir iltifatı vardı, o gece orada kaldık, sabahleyin yine sohbete devam ediyorlar, Şeyh Salih Mübarek Şeyhimize şöyle dedi:

“Efendim, bu fakir hem kalb gözü ile hem de baş gözü ile şahittir ki, bu Mübarek zât bilhassa Cuma gecesi âdeta bir hatmi hâcegâh yapar. Mübarek şöyle oturur, etrafında halka halka, her halka diğer halkadan yüksektir, bu yerden semaya kadardır. Evliya olsun, başkaları olsun bunların hepsi Mübarek "hu" diye buyurduğunda onların hepsi bir ağızdan "hu" diye buyururlar. Bu gibi zikirleri ve halleri vardır."
Mübarek Şeyhimiz de şöyle buyurur: "Mübarek Mevlâna Hâlid dünyanın neresinde hatme yapılırsa yapılsın, geçerli olduktan sonra Mevlâna Hâlid'in haberi olur. Ondan haz duyar, sever de. Mübareğin onda payı vardır." diye buyurdu.
Şeyh Salih sorar:
"Efendim, ben takriben elli senedir buradayım. Bu zâtın size gösterdiği iltifat ve yakınlığı başkasına gösterdiğini görmedim. Bu yakınlık nereden geliyor acaba?"
Şeyhimiz Mübarek: "Biz fakir kimseleriz, bu Mübareğin iltifatlarına lâyık değiliz, misafire ikram yönünden Mübarek çok âlicenâbtır. Onun âlicenâblığındandır. Yoksa biz âciz kimseleriz" diye anlatır.

Şeyh Salih der ki:
"Ben senelerdir buradayım, size gösterdiği yakınlığı başka birisine gösterdiğini görmedim. Muhakkak ki bir sebebi vardır efendim."
Mübarek şöyle buyuruyor: "Bu bir nimeti azimedir, bu inkâr edilemez. Mübarek Mevlâna Hâlid ile benim aramda iki zât vardır."
Şeyhimiz iki kişi var deyince Şeyh Salih: “Allah Allah, Maşallah efendim nasıl olur da, bunca zaman geçmişken aramızda iki kişi var dersiniz?"
Birincisi Şeyh Osman Hz.leri ki Mevlâna'nın ayan ve akdem halifesidir, ikincisi de babam Muhammedül Hazin (ks)dir.
Şeyh Salih Mübarek, "Allahü Ekber" diyerek demek ki sebebi hikmeti budur.
Mübarek Şeyhimiz
"bu durum dünyada hemen hemen nadirattandır" diye buyurmuştur.
Şeyh Salih de durumu görünce tasdik etmiş, aralarında iltifatlaşmışlar, bu harikalıklar cereyan etmiş ve bu ziyaret de bu şekilde nihayet bulmuştur.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MUCİZE VE KERAMET

Aziz Kardeşlerim,
Evliyanın kerametleri ve Enbiyanın mucizeleri her ikisi de haktır.
Mucize, karşısındaki inkarcıyı âciz bırakmak için gösterilir.
Çünkü, bir Nebinin davetine icabet etmek mecburidir.
Onun için Nebi'de hem masumiyet var.
Çünkü Nebinin davetinde tereddüd yoktur, doğru mu değil mi diye.
Tamamen masumdurlar.
Mucize göstermekle de sorumludur.
Madem ki Nebinin davetine icabet zaruridir, o zaman karşısındakini, ama bilgisizliğinden, ama inadından veya başka sebeplerden dolayı inandırması ve aciz duruma getirmesi için mucize göstermesi zaruridir.
Bunu yapmasından da sorumlu değildir.

Keramet ise, mensub olduğu Nebinin mucizeleri ne ise aynısını keramet olarak bir velinin göstermesi mümkün ve haktır.
Cenabı Rasulullah, diğer Nebi ve Rasullerin mucizelerinin aynısını, hatta daha fazlasını, daha büyüklerini nasıl göstermiş ise; ümmeti'nin de diğer ümmetlerden kerameti çoktur.
Çünkü bu kuvvet Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın kuvvetidir.
Veli, mucizelerin taklitçiliğini yapar, bilhassa ale kademi Nebi olan, yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem)'ın kademi üzere olan bir şahsiyetin, tüm mucizeler karşısında keramet göstermesi mümkündür.
Onun için bu velinin kuvvetidir, daha doğrusu velinin mensub olduğu nebinin kuvvetidir.
Bu onu ortaya koyar, dolayısıyla keramet göstermek şartlıdır, kerameti kendi nefsi için göstermesi zarar'dır, Veli'nin kendisine zarar verir, hatta velayetten çıkabilir, fakat keramet göstermesini gerektiren bazı haller vardır.
Bunun da maddî ve manevî yönü vardır.
Maneviyatına yani tarik ehline karşı bir zarar gelecekse ve keramet göstermediğinde maneviyatına bir zarar verecek ise, iftiraya uğrayacak ise veya maddiyatına zarar verecek ise o zaman keramet göstermesi caizdir ve göstermesinde de sorumludur.
Çünkü bu bir emrivaki durumdadır.

Misal olarak iki hususu anlatayım.
Birincisi Muhammed Farise Hz. devresinde Şemseddini Cezeri, Timur ile beraber Bursa'ya o muhitlere gitti.
Şeyh Muhammed Şemseddini Cezeri Hz.leri oraya varınca bazı âlimler Muhammed Farise'yi çekemiyorlardı, çünkü bazı tarik ehli ile fukaha arasında bazen nahoş haller doğabiliyor, anlayamadıkları bir şeyi inkâra kalkarlar, veyahut da karşı çıkarlardı.
Dolayısıyla Muhammed Farise Hz. leh hakkında bazı âlimler Muhammed Şemseddin'e diyorlar ki:

"Efendim çok güzel hadisler söylüyor, ama hadislerin bazılarının mesnedlerini bulamıyoruz. Senedsiz ve mesnedsiz olarak gösteriyor, tabi biz de kendisine bir şey söyleyemiyoruz. Sizin hayrat ve bereketinizle bu hadis konusunda şöhretiniz var. İhtisas sahibisiniz, size karşı saygısı olduğundan belki sizi dinler, tavsiyenizi kabul eder" derler.
O Zamandaki Emir (Sultan) şöhret sahibi âlimleri çağırır hatta Muhammed Farise'yi de davet eder.
Tabi bu mecliste şöyle bir hadise cereyan eder.
Muhammed Farise bazı hadisler okur.
Muhammed Cezeri çok basitten alarak, senedi sahih değil zayıftır veya buna benzer sözlerle karşılık verir, olayı çok basitten gördüklerinden dolayı Muhammed Farise durumu ve niyetlerini anlar.
Durumları ve niyetleri böyle olunca Mübarek artık başka yol yok, zira şöyle bir haber vardır:



Yani:
"Ehli sıdk ile oturduğunuzda sadâkat ile oturun, zira bunlar kalblerinizin casuslarıdır. Kalblerinize girer ve gayelerinizi teftiş ederler ve bilirler."

İşte Muhammed Farise bu şekilde bunların gayelerini anlayınca bu yola başvurmuş.
Bir hadis okuyarak İmamı Cezeriye sormuş,
"Bu hadis'e ne dersin efendim?"
Yine aynı şekilde bir itiraz, "senedi pek sıhhatli değil" diye karşılık verir.
Bu sefer Muhammed Farise durumu anlayınca hadis kitabının ismini vererek der ki,
"şu kitaba ne dersiniz?"
Aldığı cevab "çok sağlıklı ve sıhhatlidir."
Farise Hz. "peki içindeki hadislerin sağlık durumu nasıl?"
Cezeri "çok güzeldir, onların hepsi sahih hadislerdir."
Mübarek Muhammed Farise zamanın Şeyhül İslâmı olan Hüsameddin Ennahvi'ye yönelerek der ki: "Ya kadı! sizin kütüphanenizde şu sırada, şu rafta, şu renkte, şöyle ciltli, bir kitab var. o kitabın şu sahifesinde, şu nolu hadis'e bak bakalım, bu hadis orada var mı yok mu?"
O ana kadar, Şeyhülislâm Hüsameddin bu kitabın kendi kütüphanesinde olup olmadığını bilmiyor.
Muhammed Farise ise Şeyhülislâm evine ne gitmiş, ne de kütüphanesini görmüştür.
Hüsameddin kütüphanesine gider, Farise'nin tarifinin üzerine hareket ederek o kitabı bulup alır, söylediği sahifeyi açarak o hadisin aynen o sahifede mevcud olduğunu görür.
Hadis sağlıklı, sıhhatli bir senede sahihtir.
O kitabı alarak Muhammed Cezeriye getirip, ortaya koyar, oradakilerin hepsi mahcub olurlar, Muhammed Farise'den özür dileyerek kendilerini affetmelerini isterler.
Hatta zamanın emiri, onları davet eden kimseye de sert bir şekilde davranır ve Muhammed Farise'den özür diler.
O mecliste bulunan âlimlerin tamamı kendisine saygı duyarak tekrar özür dilerler ve Farise'nin hadis üzerine malûmat sahibi olduğuna karar verirler.

İşte bu şekilde gerektiği yerde keramet göstermemek ise bu onun maneviyatına bir iftiradır.
Bilhassa bir mümin dahi yalancı olamayacağına yalan söylemeyeceğine göre böylesine bir zât nasıl yalan söyleyebilir.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a nasıl iftira atabilir.
Hâşâ işte bu gibi yerlerde keramet göstermek zaruridir.
Maddiyatına zarar vereceğinde keramet göstermenin zaruriyetine misal ise Hz. Şahi Nakşibend (ks) devresinde bir gün kalabalık bir meclis, içlerinde bir de âlim var.
Muhabbetini çok daha fazla izhar ediyor, saygı ve sevgisini belirtiyor.
Şahı Nakşibend Hz. o anda bu âlime diyor ki,
"sizlere bir emir versem şöyle bir şey yap desem yapar mısınız?"
O âlim de "hay hay hemen efendim" der, "ne emir buyurursan hemen yaparım, size sevgim çoktur," der.
Mübarek kendisinden bir istekte bulunur, bulundukları yere yakın birinin ismini vererek
"falan falan yere gider, yatsı namazından sonra fırsat bulduğun bir devrede gittiğin yerin şu tarafında şöyle şöyle bir ev vardır. O evin falan tarafındaki duvarını del, içeri gir, orada şu renkte bir çuval var, onu al da gel" der.
O âlim o zaman der ki,
"a efendim her ne emrederseniz yaparım, ama bu emriniz şeriata muhaliftir, bunu yapamam. Yapılması şer'an uygun olmadığı için sizden özür dilerim" der.
Mübarek
"demek ki yapamıyorsun öyle mi?"
"Efendim şeriata muhalif ne diyebilirim ki" diye söyler.

O anda oradaki meclisde bulunan iki kalender kişiye aynı âlime söylediğini söyler.
Onlar da hemen "hay hay efendim" der ve giderler.
Yatsıdan sonra evin duvarını delip içeriye girerek, o çuvalı aldıkları gibi Şahı Nakşibend Hz.lerine getirirler.
Ertesi gün sabah olduğunda çuval gelmiştir.
Burada ince bir sır vardır, şöyle ki, çuval alındıktan sonra o gece haramiler o eve girme azminde ve kararında idiler
Nihayet o eve girmişler ortalığı darmadağın ederek bulabildikleri basit şeyleri alarak gitmişler.
Ama asıl aradıkları şey çuvaldan başka bir şey değildir, esas onu arıyorlardı.
Bulamayınca boş dönmüşler.

Kardeşlerim, bu ev sahibi Mübarek Şahı Nakşibend Hz.lerinin çok sağlam bir mensubu idi.
Ona karşı sevgi ve saygısı, ciddî bir bağlılığı vardı.
Getirilen bu çuvalda ise bu kişinin bütün serveti onun içindeydi.
Bu servet de çalınmış olsa, bu adamcağız çoluk çocuğu ile perişan bir hale düşecekti.
İşte bu da maddiyata zarar geleceğinden gösterilen bir keramettir.
Buna şeriata muhaliftir diyebilir miyiz?
Elbette diyemeyiz, şeriat söz konusu olursa ona ruhumuz feda olsun, ama bu şeriatın başka bir yönü daha var, işte Hızır As. ve Musa As. ın hadisesi.
Şeriatın bir zahir yönü olduğu gibi bir de batini bir yönü vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim,
Kerametin görüntüsü zahirinde şeriata uymuyor gibi görünse de fakat bâtınî yönü tamamen şeriata uygundur.
Dolayısıyla göz basireti ile kalb basireti ayrıdır.
Aslında bu da aynı şeriatın hakikati durumundadır.
Zira gözle görülemeyen, kalb gözüyle keşfiyat yönünden görülebilir.
Başa gelebilecek bazı mukadderat bu yolla görünebilir, tabi gözler vakıadan sonra görür, fakat kalb basireti vukuundan evvel keşfiyat yolu ile görebilir.
Dolayısıyla bu gibi basireti açık olan zâtların karşısında itirazı bundan dolayı hoş görmemişlerdir.
Misâl olarak da Hz. Musa ve Hızır (as) hadisesinde olduğu gibi, görünüşte Musa (as) ın itirazı haklı, bu şeriatın zahirine göredir.
Fakat manevî yönünden ise Hızır (as) haklı.
Ne zaman ki gerçek yüzü izhar olundu, o zaman da Musa (as) aceleci davrandığından pişmanlık duydu.
Nitekim, Rasulullah (as) bu şekilde hadisleri vardır:

"Kardeşim Musa biraz daha sabreteydi, çok daha gizli hadiseler meydana gelir ve çözülürdü, çok şiddetli sırlara vakıf olurdu."
İşte tarikat erbabı hakikî mürşidler her iki yöne de havidir.
Zahirini gördüğü, bildiği gibi batını da bilir, çünkü ümmi kimse hâşâ Allahü Zülcelâl'in velisi olduğu halde bilmemesi asla olamaz, görünüşte belki okumamış olabilir, fakat ümmiliğin cahillik olmadığının isbatıdır.
Zira Eba Yezidi Bestami'ye soruyorlar, bu ilmi nereden öğrendiniz, nereden tahsil ettiniz, o da:


"Allahü Zülcelâl'tan korkunuz, Allahü Zülcelâl korkusu ile âmil olunuz ki Allahü Zülcelâl size nice bilmediğiniz ilimler öğretir."

Hadisi Şerifte de şöyle buyurulur:
Resim
"Yani kim ki öğrendiği ilimle âmil olursa Allahü Zülcelâl onu öyle bir ilime mirasçı kılar ki hiç duymadığı, bilmediği, tahsil etmediği ilimlere sahib kılar."
Çünkü artık kalbinden diline nüfuz eder, hikmetler doğar.


يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء
(Bakara Suresi/ 269)
"Allahü Zülcelâl hikmeti dilediğine verir."

Resim
"Hikmet Allahü Zülcelâl tarafından verildiyse o kimse büyük hayra sahib olur."
Hülâsa işte bu yönden her ilmin arkasında illâ UIül Elbâb, hikmetin arkasında da UIül Elbâb, tefekkürün arkasından da UIül elbâb, haşyetullahta UIül elbâb, zikir ehli de UIül Elbâb yani mutlaka lüb ehli yani kalb ehlidir.
Hatta birçok vaizler kürsüye çıktıklarında âlim olanlarla âlim olmayanlar arasındaki farkı anlatırken biraz böbürlenerek:

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
(Zümer Suresi / 9)
"Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç." dedikleri zamanda fakat ayetin devamını okumuyorlar.
Allahü Zülcelâl ayetin devamında âlim olanlarla olmayanların arasındaki farkı açıklar ve buyurur ki:

إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
(Zümer Suresi / 9)
Yani Âlim olanlarla olmayanlar müsavi olur mu hiç buyuruyor fakat biliyorsunuz ki ilmi ile amil olmayan bir kimse Kıyamet günü en şiddetli azaba duçar olacaktır.

"İlmi ile âmil olmayan bir kimsenin akibeti budur."
Peki bunun neresini methedeceksiniz.
Aslında bu böyle değil, devamındaki bu ilmin gerçek manasını ve bu ilmin özünü, ilmî kıymet ve değerini ilmî ile âmil oluşu ancak lüb ehline masustur.
Ancak onlar bilirler, onlar fehmederler, bunu ancak onlar işletirler, bu durum da aleyhlerine hüccet değil lehlerinedir.
Bu şekilde bunlar UIül Elbâb yani öz ehli esasen kalb ehlidirler.


يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ
(Bakara / 269)
bakın hikmetin arkasında da yine aynı Ulül Elbâb var.

Umumiyetle her nerede okursanız okuyun arkasında mutlaka methedilen, sena edilen, lüb ehli kalb ehlidir, yani her okuyan her alimim diyen değil.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerimiz,
İşte şeriatın manevî yönüne itiraz edilemeyeceğine dair bir misâli de daha önce anlatmıştık.
Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kiliseye verdiği selvi ağaçları hadisesi gibi.
Tabi bu kilise sonradan cami oldu, bunu hatırlayacaksınız.
Onun için itiraz edilmemesi gereken şahsiyetler, bu misilli kimseler olması hasebiyledir.
Yoksa rast gele daha zahiri ilim bile kendisinde yok iken kendisini mürşid ilan etmiş ve kendisine itiraz edilmeyecek demek değildir.
Bu gibilerine de kanmayınız.

Kardeşlerim, keramet meselesini öteden beri anlatıyoruz.
Mübarek Şeyhimiz buna fazla ihtimam göstermezdi.
Zira Ubeydullahil Ahrar ve Şahi Nakşibend Hz.lerinin hep buyurdukları şu idi:
Resim
Yani
"bir istikamet yüz kerametten bazen de bin kerametten hayırlıdır."
İstikâmet her şeyin üstündedir.
Neden? Çünkü, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا
(Fussilet/ 30)
"Ol kimseler ki (mefh ederken) Allah dediler sonra istikamet üzere oldular."

Hatta habibine de:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
(Hud Suresi/112)
"Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol."

İşte Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
"Beni ihtiyarlatan ve saçlarımı ağartan Hud süresidir." buyurması bu gibi uyarılardandır.
Onun için istikamet her şeyin üstündedir.

Bir gün birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a gelerek:
"Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ben ihtiyarladım, bana şöyle az ve öz bir şeyler öğret de onu yapayım."
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da ona şöyle buyurur:
Resim
"Allah de sonra istikamet üzere ol."
İşte istikamet böylesine önemli ve gereklidir.
Herşeyin üstünde tutulmuştur.
Mübarek Şeyhimiz de istikamet yönlerini üstün tutar, fakat keramete pek ihtimam etmezdi.
Eğer görmüş olduğumuz, duyduğumuz ve rüya yolu ile gördüğümüz kerametlerini anlatacak olsak inanın ki bir cilt kitab olur.
Fakat biz bunlara fazlaca ihtimam etmiyoruz, size yeri gelmişken, mürşidlerin muamelât yönlerini, muaşeret durumlarını anlatalım da mürşidler nasıl olur, nasıl şeyhlerdir? Acaba idare yöntemleri nelerdir ve nasıldır, size biraz da bu yönlerini anlatalım.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MÜRŞİTLERİN İDARECİLİK YÖNLERİ

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurur ki:
Resim
"Biz insanları idare etmekle emrolunduk." diyor.
İdarecilik Rasullerin tezidir.
Mürşid öyle cebabire (zor kullananlar, zora başvuranlar, haksızlık yapanlar, zorbalar.) gibi olmaz, oturuşunda, kalkışında sert mizaçlı değil, gayet şefuk, atuf, raufdur.
Sadece hayat arayan, rahat arayan kimse değildir.
Bilhassa bu tarikatı âliye Hz. Sıddık'ın meşrebidir, mürşid bu hal üzere olan kimsedir.

Kardeşlerim,
Bizim muhitimizde bazı yörükler vardı, yaylalara giderlerdi.
Bu yörüklerin sık sık katırları çalınırdı.
Tabi Irak'a, Suriye'ye yakın olduğu için hududu aşarlar ve katırları satarlardı.
Bu katır sahihleri gelip Mübarek Şeyhimizden istimdat eder, bize bir çare derlerdi.
Vallahi Şeyhimiz hiç esirgemez, icabında tek başına, icâb ederse yanında bir tanesini de götürürdü ki, katırların eşkallerini bilsin diye.
Hiç kimseye havale etmeden kendisi kalkar gider ama Suriye hududu, ama Irak hududu.
Her iki tarafa da başvurur, oralarda öncülük yapan kimseler ister ağa, ister Şeyh olsun, bunlara başvururdu.
Vallahi kesinlikle her vardığı yerlerde bu işleri hallederdi.
Onların katırlarını, davarlarını, çalınan mallarını alır gelirdi.
Dikkatinizi çekerim. Bu Mübarek bir Şeyh midir, yoksa hizmetçi midir? Avukat mıdır? Nedir?
Bu gibi hadiselerin haddi hesabı yok.
Envai çeşidi cereyan ederdi.
Bir gün Mübareğin evindeyiz, hatta ağabeyim de vardı.
Akşam namazından sonra karanlık çökmüştü.
Misafir olarak biri geldi.
Mübarek ona:
"Biz seni evimize alamayız, hayır, hayır sen başka yere git, bizde barınamazsın." dedi.
Hepimiz hayret ettik.
Çünkü Mübarek o kadar şefuk, merhametli olmasına rağmen niçin misafire bu şekilde söyledi diye çok acayibimize gitti.
Ertesi günü gördük ki, Mübareğin kabul etmediği o kişi meğer bir katır hırsızı imiş.
Handa yatarken kendisini yakalayıp, götürdüler.
Şu Mübareğin idare tarzına bakın.
Bir çok kimseler için mahkemelere başvurur, Ankara'lara gider, esirgemeden harcar, velhasıl vardığı her yerde işleri hallederdi.
Mübareğin tipine baktığın zaman öylesine saf, temiz bir hali vardı ki hayret edersin, yoksa bu Hızır mı, melek mi diye...

Bir zamanlar Siirt'te bir Ağır Ceza Reisi vardı, bu Reis yanındaki mübaşire bazen lâtife ederek,
"bu memlekette çok şeyhler vardır, çok seyyidler ve hacılar vardır. Hiç boş kimse yoktur. Yoksa senin de mi bir Şeyhin var?" diye şaka yapardı.
Günlerden bir gün yine böyle deyince, mübaşir
"evet, benim de bir şeyhim var" der.
Reis:
"Yahu sen de mi bu gibi kimselerin arkasına Şeyh diye düşüp gidiyorsun? Sen de o kadar da hımbıl mısın?" der.
Mübaşir:
"Efendim, benim şeyhim bambaşka bir şeyh, sandığınız gibi piyasadakiler gibi değildir."
Reis der ki: "Böyle meth ediyorsun, o zaman ben senin şeyhini evime davet ediyorum, evime buyursun."
Mübaşir durumu arz eder.
Mübarek "gidemeyiz" diye buyurur.
Ertesi gün Şeyhimizin gelemeyeceğini Reis'e söyler.
Reis
"peki o zaman müsaade etsin, biz ziyaretine gidelim," demiş.
Mübaşir bu isteği Şeyhimize anlatır.
Mübarek
"hayır, hayır lâzım değil, ziyaretimize de ihtiyacı yoktur" dedi.

Mübarek ne davet etti, ne de ziyaretine izin verdi.
İkisini de kabul etmedi.
Tabi aradan hayli zaman geçti.
Bu hâkimin başka bir yere tayini çıktı.
Memleket ile alâkası tamamen kesildi, ertesi gün hareket edecek, o zaman Şeyhimiz Hacı Sıdkı'ya diyor ki:
"Artık bu Ceza Reisini bir ziyarete gidelim. Çünkü davet etti gitmedik, ziyarete gelecek oldu, kabul etmedik. Şimdi artık bu üzerimizde bir hak oldu, şimdi ziyaret edelim."
Reis beye haber verilir.
O da
"buyursun canla başla" der.
Bu ziyaretten sonra Ceza Reisi Sıdkı'ya:
"Oğlum Sıdkı, bu Mübarek beşer değil, bu bir melektir," der.
Reis gittiği yerden ara sıra ziyaretine gelirdi, hatta sonradan Mübareğin mahsubu oldu.

Kendisine dedim,
"efendim önce niye gitmedin, ziyaretini kabul etmedin. Sonra ise kendimiz gittik," diye sorduğumda dedi ki, "önce gitmeyişimiz bu hâkimdir, Ceza Reisidir. Bunlarla fazla muaşeret insanı fitneye uğratır. Biz bu gibi şeylerden hazer ederiz. Sonunda gidişimiz ise onun burada bir esamesi kalmadı, yetki ve selâhiyeti gidince bir hak ödeme olarak Allahü Zülcelâl için gittik, işte bu sebeptendir" diye buyurdu.
Muamelenin nasıl bir muamele olduğuna dikkat edin.

Kardeşlerim,
Mübarek inşaat yapardı, bu inşaatın yapımında kendisi çalışırdı.
Şimdi piyasadaki gibi haydi şeyh efendinin evini yapın, para verin, para toplayın gibi halkı haraca bağlamak halleri hiç mi hiç yoktu.
İnşaatı yaparken mimarlığını kendisi yapardı.
İş bulamayan ustaları çağırır, kalender ve becerikli olmayan kimseleri toplardı.
Onların başlarında durur; şöyle yapın, böyle yapın diye tarif ederdi.
Gelen yemeklerini yedirirdi.
Sonunda en iyi usta yevmiyesi ne ise o nisbette her akşam haklarını verirdi.
Hatta son intikal ettiği yerde yani şimdiki mevcud olduğu yerde Mübarek orada bina yaparken Mübareğin yaptığı duvarı Hacı Sıdkı öyle tutup salladı,
"bu mu yapılan bina? Bina böyle mi olur? Böyle mi yapılır" diye.
O zaman Mübarek şöyle buyurdu:
"On senelik yetmez mi?"
Yine günün birinde "madem ki bu kadar harcama yapıyorsun, şöyle düzgünce bir şey yapılsa olmaz mı? böyle bina yıkılmaya mahkûmdur," dediklerinde; -o zaman Siirt'te çok büyük, muhkem bir cezaevi yapılıyordu- Mübarek şöyle buyurdu: "Sanıyorum ki yapılan cezaevinden daha sağlamdır."
Hakikaten üç gün sonra mahkûmlar yapılan cezaevinin duvarını delip kaçtılar, bu hadiseden sonra üç gün sürmedi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim;
Tam on sene Mübarek o binada, hicret tarzında orada kalır ve oraya defnolur.
O bina da göçecek dereceye gelir.
Binayı yıkmak için açtıklarında görüldü ki, Mübareğin attığı hatıllar ve kirişler bir baştan bir başa inanın ki hatılların uçları yenmiş de bir yere dokunmadan muallâkta duruyor.
Yani taşın üzerinde dahi hatıl kalmamış, tamamen çürümüş, hatıllıkta hiç bir ilgisi kalmamış.
İşte Mübarek Şeyhimiz bu minval üzere bir Şeyh'tir.
Meliklik bir hali yoktur.
Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi:
"Rabbim bana teklif etti; Nebilik ile Meliklik mi istersin, yoksa Nebilik ile Abd'lik mi istersin, buyurdu. Ben de Nebilik ile Abd'lik istedim, Meliklik istemedim." buyuruyor.
Hatta şöyle buyuruyor,
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Rabbim bana teklif etti, eğer arzu edersen dağları altın haline getiririm." diye buyurdu.
Ben ise:
Resim
bu dünyada açlığı tokluk üzerine tercih ettim. Az bir giyimi, debdebeli bir giyime tercih ettim miskinler zümresinde olmayı, onların hal ve yaşayışları gibi yaşamayı be tercih ettim
diyor.


"Allahım hayatımı da, mematımı da miskinlerle beraber haşru neşreyle" diyor.

Kardeşlerim,
Millet şeyhlikten bahsederken, hep kerametlerinden, bahseder.
Başka hal ve durumlarından bahsetmezler.
Mübarek Şeyhimizin kesinlikle külfeti yoktu.
Külfetten muazzam bir şekilde çekinirdi.
Emrivâkileri kesinlikle yoktu.
O kendisi ne koşar, koşturursa koştursun, efendim zahmet oldu, dediğimiz zaman:
"lâ hayır, lâ hayır, zahmet olmazsa, rahmet olmaz." derdi.
Kendisine göre böyleydi.
Kesinlikle kendisinin başkası üzerinde hakkı olduğunu düşünmezdi.
Keennehü Şeyhin üzerimizde hakkı vardır.
Her türlü ihtiyacını temin edelim.
Onu sırtımızda taşıyalım gibi kesinlikle müridanlar üzerinde kendisine bir hak tanımazdı.
Bilakis onların hukuklarına candan riâyet ederdi.
Bir dara düştüklerinde âdeta onlarla beraber o hali yaşardı.
İmkânlar dahilinde dertlerine medar olurdu.
Kendisini sorumlu kabul ederdi.
Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tezi böyle idi.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birisi vefat etse sorardı, "borcu var mıdır?" diye.
“Vardır Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)” dediklerinde "onun borcu bana aittir, onun borcuna ben kefilim" derdi ve şu ayeti celileyi okurdu:


"Nebi müminlere karşı kendi nefislerinden daha sorumlu kabul ederdi."
Evet, şeyhlik tezi, mürşidlik tezi budur kardeşlerim.
Bu tez bazılarına çok garib gelebilir.
Biz böylesine bir zâta rast geldiğimiz için Rabbimize binlerce defa şükrediyoruz.
Bizler kesinlikle keramet heveslisi değiliz.
Keramet teklif ile olsa Vallahil Azim ne kerameti, ne velayeti, ne dereceyi, hatta ahiret ile alâkalı bile hiçbir şeyi taleb etmiyoruz.
Taleb ettiğimiz bir şey sadece ve sadece Allah (Celle Celaluhu) ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğu mensub olduğumuz zâtın hoşnutluğu ve bizlerden razı olmalarıdır.
Allahü Zülcelâl'in rızasından başka bir talebimiz yoktur.
Umumiyetle tezimiz budur, hatta ders yönünden de çok teshilâtçı, kolay, hafif olanı seçerdi.
Her zaman şu ayeti celileyi okurdu:

يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا
(Nisa Suresi / 28)
Yani, "Allahü Zülcelâl tahfifat (hafiflik) taraftarıdır" der ve zorluk tarafını hiç tercih etmezdi.
Yani vird verirken çok hafif, kolay ve az olanı verirdi.
Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. nin de tezi böyleydi.
Mübarek Şazeliye gelip
"Efendim, size gelen bazılarına az-çok bir ağırlık veriyorsunuz. Biz de bu ağırlığın talebindeyiz, bize birşeyler verin" dediklerinde Mübarek şöyle buyurur:
"Evlâdım bizim gelişimiz halka bir ağırlık vermek değil, halkın yükünü hafifletmek için gelmişizdir. Allahü Zülcelâl bizi bu yönde göndermiştir."
Evet, İşte Mübareklerin tezi böyle.
Böyle Mübareklere ruhumuz fedâ olsun.
Nitekim Hikemil Ata sahibi Mübarek Ebu Abbasil Mursi ve Ebul Haseni Şazeli olsun şöyle buyururlar:
Resim
Yani,
"sana kapı şudur diyen şeyh, senin şeyhin değildir. Şeyh odur ki, Allah ile arandaki engelleri yok edendir, perdeleri kaldırandır."
Allah ile arasındaki perdeleri yok edendir.
Allah'a kavuşman için aradaki bütün engelleri kaldıran kişidir Şeyh.
Hatta bu hususda bazı zâtlar şöyle buyuruyor:

Resim
Senin şeyhin o şeyh değil ki, sana ilâcı gösteren, anlatan değil.
Senin şeyhin o şeyh ki seni tedavi edip emrazını (Hastalıklar) gideren ve sapasağlam hale getirendir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerim;
Mübarek Şeyhimiz çok kolaylaştırıcı ve çok da hoşgörülü idi.
Bir defasında İstanbul'dan Siirt'e giderken bazı kimseler:
"Efendim size birinci sınıf ve yataklı trenden bir yer ayıralım da rahat gidiniz." diye teklifte bulunurlardı.
Şeyhimiz de
"hayır, hayır gerekmez, üçüncü sınıftan bilet kesin" diye buyururdu.
Çünkü bunun hikmeti vardı.
Şöyle ki üçüncü sınıf trende bir odada muhakkak sekiz kişi kendilerinden olsa beş altı kişi halktan olurdu.
Ama yataklı olsa idi, orada yalnız olacaktı.
Mübareği görenler zaten ona hayran olurlardı.
Vallahi birçok kimseler böyle trende seyrü sefer halinde iken kendisine intisab etmişlerdir.
Hatta hanımlara da şöyle derdi:
"Namazına dikkat ediniz, tesettüre de riâyet ediniz."
Dersleri bu idi, başka birşer değildi.
“Vallahi şu tarikata karşı muhabbet, yönelme, saygı ve sevgi duyan, candan ve halisane bir şekilde girmek isteyen olsa, günlük olarak on defa "Lâilehe illallah" desin, kabul ederim” diye buyururdu.
Mübarek
"Vallahi İstanbul'dan bir kişi halisane bir şekilde talebte bulunsa Siirt'ten kalkar da ta oralara giderim, kendisini bu nimeti azimeden mahrum etmem." diyordu.
İstanbul'da dahi demesi o kadar uzaklık olarak en çok uzak olan yer orası olduğundandır.
Mübareğin halka hizmeti bir acayibti.
Vallahi çok kimseleri ameliyat için Diyarbakır'a, Ankara'ya götürürdü ve hatta Türkçe konuşması dahi zayıftı.
Buna rağmen çok defa hastanelerde ve Temyiz Mahkemelerine giderdi.
Bir gün kardeşlerimizden biri Askerî Mahkemeye verilmişti.
Mübarek gitti de orada derbeder bir kimseyi bulmuş, az çok tercümanlık yaptırmak için, o zaman Şeyhimize demişler ki
"aman efendim bu askerî mahkemedir, siz bu sefer de hiç olmazsa hiç olmazsa Milletvekillerine deseniz, hatta bakanlar dahi sizin hizmetinize koşarlar" dediklerinde Mübarek "Lâ hayır, lâ hayır, gerekmez, sen sadece benim söyleyeceklerime tercüman ol, başka bir şey lâzım değildir." derdi.
Mübarek Askerî Mahkeme heyetinin bulunduğu odaya girdiği zaman hepsi şaşkınlıkla bir harikalık görmüş gibi hayretle seyirederler, bu Hızır mıdır, nedir? Buraya nasıl gelmiş, diye ve Mübareğe
"buyurun efendim bir emriniz mi vardı, emrinize amadeyiz" diye söylerlerdi.
Hatta bir defasında iki ayrı topluluk arasında kavga olmuş, birisini de öldürmüşlerdir.
Suçu da çok kalender birisinin sırtına yüklemişler, bu garip idam istemi ile yargılanmış ve idam kararı verilmiştir.
Halbuki gerçekten adamcağızın olayla bir ilgisi yok.
Aynı zamanda haberi de yok.
Adam garip olduğu için sahibi yoktur.
Bunun üzerine Mübarek Şeyhimiz, inanın ki Temyiz Mahkemesine varıncaya kadar, Ağır Ceza Mahkemesine varıncaya kadar, ta Midyat'a kadar gitti, aracı olarak da, Hacı Sıdkı'yı gönderdi, ve Elhamdülillah bunu da hallederek beraatını çıkarttı.
Kardeşimin de askerden izinli gelmiş ve izin süresini aşınca askerî mahkemeye vermişlerdi.
Onun Asken Mahkemesi de beraatla sonuçlandı Elhamdülillah.
Mübarek Şeyhimiz ne kadar kendisi mahviyat zillet ve acziyet içerisinde yaşıyor idiysede o nisbette de bir azizliği vardı.
Zira Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
"Allah için tevazu göstereni Allah mutlaka yüceltir. Kibir sahibi olanı da, Allah mutlaka alçaltır."
Bunda şüphe yok, bu muhakkak. İşte, bu tevazu karşısında muazzam bir azizliği vardı.
Allahü Zülcelâl'a şükürler olsun kendisi bunu taleb etmezdi, taleb etmediği için Allahü Zülcelâl aziz ederdi.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerim,
Şeyhimizin tezi bir antikadır, başka bir şeyhde bulunmayan bir harikalıktır.
Hele bilhassa halk nazarına göre bugünkü durum, bugünkü gibi müşahede Şeyhlerle alâkalı olan durum ve hali çok enteresandır.
Zira bu gibi meşihata (şeyhlik) kimse katlanamaz, buna da giremez, onun için bu bir Kibrit-i Ahmer'dir.
İbret verici bir haldir.
Onun için bir iki vakıayı sizlere anlatayım.
Dikkat ederseniz mürşid ne hale iniyor, mürşidin müridanlarına, mahsuplarına nasıl bir hizmeti oluyor.
İşte, bundan ibret alınacak ve böyle bir mürşid aranacak.
Bakalım herkes bunu yapabilecek mi acaba?


*Bir gün Şeyhimiz beraberinde oğlu ve Hacı Sıdkı olduğu halde Diyarbakır'a giderler.
Diyarbakır'a vardıklarında müridanlarından biri orada battaniye satan şahıslardan biridir.
Kendisinin de hali, durumu pek müsaid değil, zorla geçinen bir kimsedir.
Battaniye alım satımının az olduğu bir devredir.
Şeyhimiz ona yardımcı olmak için bu battaniyelerin tamamını parasını vererek alır.
Esasen irşada çıkıyorlar, fakat bu meyanda da oğlu ve Hacı Sıdkı da ticaret yapmayı arzuluyorlar.
Bunlar da battaniyeleri alıp satmaya gidecekler.
Onların arzuları ise battaniyeleri satmak için yalnız başlarına gitmek.
Tabi Şeyhin oğludur, gittiği her yerde arzu ettiğini verirler.
Şeyhin oğludur, teberrüken yardımcı olalım diye pazarlık etmeyerek fazlasını verirler diye.
Fakat Şeyhimiz bunları yalnız başlarına bırakmadan devamlı bunlarla beraber gidiyor.
Onlar ısrar ederler, "Efendim siz yoruluyorsunuz bizim arkamıza niye düşüyorsunuz" diyorlar.
Mübarek "Siz biraz insafsızsınız vardığınız yerde pahalıya satarsınız, ben buna asla razı olamam" der.
Her yere beraberlerinde gider, çok az bir kâr ile kendisinin münâsib gördüğü bir fiatla alım satım yaparlar.
Netice olarak Urfa'ya varırlar.
Garajda inerler, çok şiddetli bir yağmur yağmaktadır.
Bu anda onlar diyor ki "hem çok yorulduk, hem de ıslandık. Şöyle iyi bir otel odasında rahat edelim" diye beklerken Mübarek onların önüne düşerek onları bir hana götürür.
Tabi beraberinde önce oğlunu götürüyor.
Beraberlerindeki yükü oraya koyuyorlar.
Gittikleri yerde cereyan dahi yoktur.
Bir lâmba yakılıyor, hava soğuk, yağmurdan iyice ıslanmışlar, handa keçeleri sermişler.
Mübarek üzerindeki elbiseyi çıkarmış, bir yorganın altına girmiş.
Hacı Sıdkı ile oğlu, Şeyhimizin nereye gittiğini öğrenmek isterler, hana gittiğini söylerler.
Gelip bakarlar ki geldiği yer bir han, şu bildiğimiz han.
Bunlar ikisi Hacı Sıdkı ile Şeyhimizin oğlu kendi aralarında anlaşırlar.
Mübarek ile konuşmamak için söz birliği yaparlar.
Hiç bir şey konuşmayacaklar, her şeye karşı da sükût yani, bir nevi protesto, güya bu ne hal, böyle hanlarda ne işimiz var, gidecek başka bir yer yok mu diye konuşmama kararı alırlar.
Onlar da hana gelip denklerini bırakırlar.
Şeyhimiz onlara: "Gelin gelin maşallah burası çok güzel bir yerdir." der.
Onlarsa hiç seslenmiyorlar.
Mübarek onları hoşnut etmek için çok şeyler anlatır, bakar ki hiç konuşmuyorlar, Mübarek Şeyh Ahmedi Cezeri'nin divanından bir şeyler söyler, onlarsa hiç oralı değiller, ne konuşuyor ne de bir şey söylüyorlar.
Mübarek sonunda şöyle bir şey buyurur: "Gelin gelin, inanın ki bu gece benim için bir bayram gecesidir."
Bu kelimeyi kullanınca Mübarek Hacı Sıdkı dayanamaz, "Evet gurban bu bayram Ramazan Bayramı değil, olsa olsa Kurban Bayramı olur, bu hanın içinde, bu ne hal Allah aşkına yağmurda ıslandık, o kadar yorulduk, iyi bir yerde dinlenelim derken sen bizi bir hanın içine getirdin. Burada nasıl rahat edeceğiz, nasıl dinleneceğiz? Bu nasıl bir bayram böyle?"
Mübarek gülümseyerek "bayramdır, bayramdır" der.
Sonradan Hacı Sıdkı dayanamayarak diyor ki, "kurban olduğum bari bayram deme bu bütün çileler bizi mi buluyor, bu çileleri hep biz mi çekeceğiz. Falan Şeyh, falan Şeyh... -birkaçının ismini sayarak- onlar şimdi sıcacık sobanın başında semaverleri demlemişler, döşeklerde oturuyorlar, rahatça çaylarını içiyorlar, keyifleri de yerinde, sohbetleri güzel. Bir de bu bizim çektiğimize bakın" diyor.
Mübarek inceden inceye dinledikten sonra biraz duraklıyor ve diyor ki:
"Ah evlâdım eğer şeyhlik bu senin anlattığın gibiyse inanın ki böyle Şeyhliği benim nenem de yapar..."


**İkinci bir enterasan olay daha: Vaktiyle Hacı Sıdkı ile beraber Adana'ya gitmişler.
Şeyhimizin Adana'da çok mahsubları vardır.
Adana'da bulundukları evde iken çok zengin, varlıklı kimseler, Şeyhimizi davet etmişler.
Mübarek de gidecek yerimiz vardır diyerek cevab vermiştir.
Beraberinde olan kişi de, "Mübarek gidecek yerimiz vardır dediğine göre, elbette bunlardan daha üstün kimseler galiba diye davetlerine icabet etmiyor" diyor.
"Hülâsa günler de çok uzun idi, bir hayli acıktım. Bize bir bisküvi getirdiler, önümüze koydular. Mübarek bir kaç tane alıp elime tutuşturdu, diğerlerini de kaldırdı. Ben de eh davet ağır bir davettir, gideceğimiz yerde iyi yemekler vardır diye bunun ile geçiştirdik. Akşam olunca davet yerine gideceğiz diye o evden ayrıldık. Yolda giderken, bir caddenin kenarında kaldırımda oturdu ve dedi ki":
“Hacı Sıdkı bak bakalım şuralarda bir fırın var mı?”
Hacı Sıdkı da “efendim davete gidiyoruz ekmeği ne yapacağız? Davete ekmek ile mi gideceğiz” der.
Mübarek “hele bir bak bakalım,” der.
Gider bakar, “fırın kapalıdır efendim,” der.
“Peki şu karşıda kebab gibi bir şey satan bir yer var, oraya git de bize bir ekmek al” der.
Hacı Sıdkı diyor ki, "doğrusu ben şaşırdım kaldım, biz ne bekliyoruz, Şeyhimiz ne diyor. Neye uğradığımı bilmiyorum, kebabçıya gidip ekmek istediğimde o da bana, "Amma açıkgöz adammışsın, ben ekmeği kebab ile beraber satıyorum." dedi.
Geldim Şeyhimize ekmek vermediğini söyledim.
Mübarek "tekrar git, benim için aldığını söyle, parası da ne ise fazlası ile ver" dedi.
Kebapçı beni tekrar gördüğünde "gene mi geldin" dedi.
Ben de ona kardeşim bizim Elhamdülillah paramız da var gücümüzde var, kebab da yiyebiliriz, fakat şu karşıda oturan zât sadece bir ekmek istedi, vereceksen ver, parası ne ise fazlası ile veririm dedim.
Kebabçı karşıdaki duran Mübarek Şeyhimize şöyle bir baktı, "O dedeye mi? O'na mı?" diye sordu.
"Evet" dedim.
Kebabçı "canım feda olsun, istersen ekmeğin içine kebab da doldurayım" dedi.
Ben de "hayır hayır kebab istemiyor, sadece bir ekmek istiyor" dedim.
Para almamakta ne kadar ısrar ettiyse de, yine de teberrüken verdim.
Senin için bereket olur diye ikna ettim.
Ekmeği alıp geldim.
Mübarek ile kalktık beraberce yürüyoruz.
Yürürken önümüze bir seyyar satıcı geldi, arabasında domates, biber satıyor.
Biraz domates, biraz da biber aldı.
Poşeti alarak beraberce bir camiye vardık.
Akşam namazı kılınmış, cemaat çıkıyor, camiye varınca şadırvana doğru gitti.
Domates ve biberleri bir güzel yıkadı.
Caminin önüne geldik, orada yere serili hasırın üzerine oturduk.
Ekmeği, biberi, domatesi üzerine koyacağımız bir bezi yere serdi ve onun üzerine koydu.
Sonra dedi ki, “önce namazımızı kılalım” , kıldık.
Sonra gelip oturduk.
Ekmeği eline aldı, bir parçasını kendisine aldı, diğerlerini de bana verdi.
Mübarek domateslerden bir iki tane ufaklarını kendine aldı, diğerlerini de bana verdi.
"Haydi buyurun yemeğimizi yiyelim, gaye karnımızı doyurmak değil mi" diye beni teselli ediyor, ben de "Vallahi ben buna karın doyurmak diyemiyorum, benim bu işe hiç aklım ermedi. Koskoca Adana'da herkes yemeğe davet ederken bizim böyle ekmek ile domates yiyeceğimiz hiç aklıma gelmiyordu."
Gerçekten Hacı Sıdkı da yemeği seven birisi idi.
Mübarek onun gönlünü hoş etmek için diyor ki, "evlâdım, çok davet ettiler, herhangi bir yere gitmiş olsak beraberimizde birkaç kişiyi de davet etmek gerekir. Çünkü usûl böyledir. Hepsi mahsuplarımız. Davet eden hepsini davet edemez ki. Birkaç kişiyi davet eder, birkaç kişi kalır. Kalanlar da onları davet etti, bizi davet etmedi diye hatırlarından geçer, aralarında bir nahoşluk hali doğar. Halbuki orada yiyeceğimiz bir iki kaşık çorba veya herhangi bir şey, niye aralarındaki ahengin bozulmasına sebeb olalım ki. Biz milletin arasını hoşnut etmek için varız, yoksa milletin arasında nahoş hallerin veya onları birbirlerinden soğutmak için gelmiş değiliz ki. Onun için bu Adana'da bir çok kimseler var birbirlerini tanıyor, davet etse hepsini davet etmeye imkân yok, bir kaçını davet eder, bir kaçı kalır. Bu meyanda bir nahoşluk doğar. Sanki ben onu sevmiyorum onun için davet edilmemiş gibi bir hal olurdu. İşte bundan dolayı buna teşebbüs ettik, bunu hoş gör. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun, yediklerimizin hepsi nimettir. Gaye karın doyurmak değil midir?" diyerek bizi teselli etti, diyor.
Bizim de gayet içimiz açıldı, yemeğimizi yedik" diyor.
Sonra bana dedi ki: "Artık sana şöyle güzel güzel bir çay içireyim" dedi, Mübarek.
Ben de, "aman efendim, çay da davet gibi olmasın" dedim.
Buna da güldü Mübarek.
"Hayır hayır güzel bir çay içireyim sana" dedi, kalktık.
Mübareğin peşine düşüp gide gide bir gecekondu semtine vardık.
Orada bir yere gittik ve bize "şu kapıyı bir çal bakalım" dedi, çaldık.
Aman Allahım sanki davet edilmiş gibi.
Şeyhimiz gelmiş diye öyle bir kalabalık oldu ki, öylesine çok hoş, güzel bir sohbet duymadım ve dinlemedim.
O kadar muhabbet, aşk ve şevk vardı ki, ancak o kadar olur diyor.
Mübarek aralarına oturdu, bize öyle bir çay yaptılar ki gerçekten tarif ettiğinden de güzel, böylesine lezzetli bir çayı hiç bir yerde görmedim, böyle bir sohbeti de başka hiç bir yerde dinlemedim.
Mübarek ile o avam sınıfının içinde gecemizi öylece geçirdik, diyor.


***Bir üçüncü enterasan olay daha, Ağabeyim Hacı Alaaddin anlatıyor:
Muş ovasında iki kabile arasında bir kan davası hadisesi vardı.
Aralarında çok muazzam telefiyat olacak, ne vali, ne de başka bir güç bunların arasını düzeltememiş.
Mübarek beni yanma aldı, beraber gittik.
Şeyhimiz Mübarek o iki kabile arasını öyle bir hale getirdi ki, tamamen kardeşvari bir hal, birbirlerine sarılıp sevindiler.
Bu hale o kadar sevindiler ki ancak o kadar olur.
Mübarek iş bittikten sonra hemen gidelim diye buyurdu.
Onların da fikirleri Mübarek gelmişken hiç olmazsa bir hediyemiz olsun diye bize biraz koyun ve buna benzer birşeyler yapacak ve vereceklerdi.
Niyetlerinde böyle bir şey vardı, fakat Mübarek işi aceleye getirdi, hemen gidelim diye.
Onlar da bana Mübarek Şeyhimizi biraz daha oyalamamı söylüyorlar.
Bu arada biz de hediyelerimizi ayarlarız diye.
Ben ne dedim ise nafile.
Mübarek sabah oldu, "eğer bunlardan izin istersek bunların bize izin vermeye pek niyetleri yok, bizi oyalayacaklar. En iyisi biz hemen harekete geçelim" dedi.
Hemen hareket edip yola çıktık, yürümeye başladık, arkasına düştüler.
Yalvardılar ne olur, bir iki gün bizimle kal diye.
Mübarek "Elhamdülillah emelimizi, gayemizi Rabbim rast getirdi, zaten gayemiz de bu idi, biz gayemizin dışında, bir şey isteyip yapmayız. Bizim başka işlerimiz var. Buradaki işimiz bittiğine göre gitmemiz gerek, haydi Allahısmarladık" diyerek vedalaştık.
Ben bu işe çok hayret ettim, niye böyle yaptı diye, o anda Mübarek şöyle buyurdu:
"Evlâdım bunların niyetleri, bizlere bir şeyleri hediye kabilinden vermektir. Bu gibi devrelerde kimisi candan verir, kimisi de falanca verdi de ben vermesem olmaz diye cebri durumla karşı karşıya kalıyor. Bu emrivaki gibi, ben ise bu gibi şeylere asla sebebiyet vermeyi arzulamıyorum, ben onun için gelmedim. Gayemiz sadece Allahü Zülcelâl rızası için onların arasını bulmaktır. Allahü Zülcelâl'e şükür ona da nail olduk, yoksa biz mal toplamak için gelmedik ki evlâdım" diye buyurdu.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

ŞEYH ABDULHAY İLE İRTİBAT


Kardeşlerim,
Anlatılacak ibret verici öyle şeyler var ki hepsini anlatmamız mümkün değil, her mevzu ile alâkalı bir iki şey anlatıp, iktifa edeceğiz.
Şunu şöylece bilin ki, hayatta olmayan meşayih (şeyhler) ile nasıl irtibat kurduğunu anlatmakta fayda vardır.
İstanbul'da Allah rahmet eylesin Şeyh Abdulhay isminde bir zât vardı, şeyh Abdulhay, Yahya Efendi Medresesinde halka Mesnevi'den vaaz eder, onun tercümesini yapar, nasihatta bulunurdu. Çok da mahsubları vardı.
Bir Cuma günü Hacı Sıdkı ile beraber, Cumadan çıktıktan sonra Şeyh Abdulhay ve beraberindekiler medreseye girdiğinde Şeyhimiz ve Hacı Sıdkı da medreseye bir hikmet sebebiyle beraberce girdiler.
Mübarek Şeyhimize yaşı ve görüntüsü karşısında kendisine hürmet ettiler.
Şeyh Abdulhay oradaki sedirin bir tarafına oturdu, Şeyhimiz de bir tarafına oturdu.
Ben de aşağıda sedirin bir tarafına oturdum.
Tabi bazıları bakıyorlar. Mübareğin siması hoşlarına gidiyor.
Mübareğin o güzel görüntüsü karşısında yavaşça birbirlerine soruyorlar, "kimdir bu zât, nerelidir" diye.
Ben onlara birşeyler söylüyorum falan falan zât die fakat Şeyh Abdulhay Allah rahmet eylesin elinde Mesnevi var halka tercüme ediyor, Farsça okuyor, halka da güzel bir şekilde açıklıyor, irşad ediyor etrafındaki müridanlarını.
Fakat ikide bir durup Şeyhimize bakıyor.
Çok candan bir bakış baktığından öyle bir hale geliyor ki, tekrar tekrar devam ediyor, bakmaya, fakat sonunda dayanamayıp Şeyhimize sordu,
"efendim kim olduğunuzu öğrenmek istiyoruz, bize kendiniz hakkında malûmat verir misiniz?" dedi.
Mübarek tercümeyi haline şöyle bir başladı, daha söyler söylemez Şeyh Abdulhay hemen sedirden aşağıya inerek gelip şeyhimizin önünde diz çöktü.
Öyle bir hale geldi ki âdeta bir mübtedi (ilim öğrenmeye veya bir iş ve sanata yeni başlayan, acemi).
Etrafındakiler şaşırdılar.
Şeyhimize ne oldu, böyle koskoca Şeyhimiz geldi bu zâtın önüne çöktü, bu nasıl şey diye onlar da hayret ettiler.
Mübarek Şeyhimizden intisab etmeyi taleb etti, doğrudan doğruya bir mübtedi gibi bir mürid olarak şeyhliğe değil de, mürid duruma gelmeye razı, diz çöktü ve Şeyhimizden inabe (bir mürşide başvurarak tarikata girme) istiyor.
Bu durum karşısında Mübarek âdeta bir mübtedi gibi tövbe, istiğfar ve geçmişlerden nedamet ve benzeri şeyleri anlatarak ve Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık'tan müteselsilen gelip de ne zaman ki Ali Hüsameddin'e gelince Şeyh Abdulhay: "Allah! Allah!" diye bağırarak titremeye ve bağırmaya başladı.
Oradakiler bu duruma çok şaşırdılar, Şeyhimize ne oluyor acaba diye.
Sonradan bu hal yavaş yavaş kayboldu ve kendisini toparlamaya başladı.
Halsiz bir durumda idi.
Kendisine gelince sedire çıkmadı.
Şeyhimizin önünde durdu ve konuştular, yapılması gereken şey ne ise aynı bir mübtedi gibi kendisini irşad etti ve kabul buyurdu.

Demek ki Mübareğin oraya girişindeki hikmet bu imiş.
Bunun nasibi vardır.
Bu sebeble olmuş, yoksa böyle bir şeye girmezdi.
Çünkü oranın bizim ile ilgisi yok.
Yahya Efendi Medresesi kendi başlı başına bir müessese.
Sonra oradan ayrılırken Şeyh Abdulhay Şeyhimize nerede olduğunu, nerede kaldığını sorar.
Şeyhimiz de hiç bir yer adı belirtmeden
"bizim yerimiz pek belli olmaz" diyerek bu minval üzere geçiştirdi.
O istiyordu ki tekrar buluşalım, ziyaretine gelelim diye.
Mübarek inşallah yine buluşuruz diye işi bitirdi.
Ben de kendisine sordum, "efendim neden yerinizi belirtmediniz, şurada kalıyorum" diye belirtmediniz.
Mübarek
"hayır, hayır gerek yok, hiç kimsenin üzerinde külfet vermeye hakkımız yok ki. Çünkü bunlar çokluktur. Vardığımız yere gelirlerse külfet olurlar, onun için böylesi daha uygun olur" dedi.
Sonradan Mübareğe sordum, "adamı az kalsın öldürecek duruma getirdin, onlar da hep Şeyhleri ölecek diye korktular, bunun sebebi hikmeti ne idi?"
Mübarek buyurdu ki;
"Elhamdülüllehi teâlâ sâdâdları andığımız ve bilhassa Muhammed Ali Hüsameddini andığımız zaman Mübareğin ruhaniyeti şimşek gibi gelip öyle bir çarptı ki, tabi o da bu güne kadar, böyle bir ruhaniyetle karşılaşmadığı için bu kadar çok etkilendi. Yine buna Allahü Zülcelâl'in lütfü ve merhameti ile dayanabildi, yoksa can verebilirdi. Fakat Elhamdülüllehi teâlâ bu hal olmadan gayri ihtiyari olarak bu hale düştü. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun ki, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in kabuliyetinin izharı (Huzura getirme, hazır etme) bütün açıklığı ile belli oldu."

Hacı Sami Efendi'ye gelince:
İstanbul hali nasıl geçti bilmiyorum.
Fakat, Adana'ya vardıklarında görüşmüşlerdir.
Hacı Sami Efendi'nin de Mübarek Şeyhimize karşı hürmeti saygısı olmuştur, bunu çok iyi bildiğim için söylüyorum, hâşâ iftira değil.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

MUHAMMED ZAHİD KOTKU HZ. LERİ

Hacı Muhammed Efendi ise Allah rahmet eylesin, İskender Paşa Camisinde olduğundan Şeyhimiz Fatih semtlerinde bulunduğu devrelerde bazen camisine giderdi.
Hacı Muhammed Kotku Efendi, Şeyhimize karşı çok saygılı idi, çok hürmet ederdi.
Hatta muhabbetin derecesini belirtmek için şunu bir ölçü olarak koyabiliriz.
Şeyhimizin vefatından sonra oğlu Şeyhzâde, Muhammed Kotku Efendinin Camisine gittiğinde, çünkü Muhammed efendi'yi ziyaret ederdi, oraya gelip Hacı Muhammed Efendi'nin elini öpmek isteyenlere Şeyhzâde'nin elini öptürmeden kendi elini vermezdi Mübarek.
Gelen kimselere mutlaka önce Şeyhzâde'nin elini öptürürdü, yani Şeyhimizin oğluna dahi böylesine saygı ve sevgisi vardı.
Yine aynı Şeyh Muhammed Kotku Efendi Hacı Bayram Camiinde kalabalık topluluk halinde iken inâbe almak için istekte bulunanlar olurdu.
Mübarek Şeyhimize mensub olan bir kardeşimiz de orada bulunur.
İnâbe alanlar almış, fakat Şeyhimizin mahsubu olan bu kişi inâbe almak için hareket etmeyince Muhammed Kotku Hz. ona bakarak,
"Allahu âlem sizin bir zâta intisabınız vardır" demiş, o da "evet efendim" demiş.
Sorar kime intisaplısınız diye.
O da anlatmış, Şeyh Alaaddin Hz.ne diye.
O zaman Şeyh Muhammed Kotku:
"Allah Allah! İnanın ki biz bu gibi zâtların ayaklarının tûrâbı bile olamayız." diyerek tebrik etmiştir.

Sivaslı Şeyh İsmail Hakkı Hz. Allah rahmet eylesin.
Sivas'ta mahsubları vardı, malatya'da da Şeyhimizin mahsubları vardır.
Bunlar demiryolları memurları oldukları için birbirlerini bilip tanıyorlar.
Bir gün Malatya'daki kardeşimiz Sivas'a gider, onlar da bizim Şeyhimizi ziyaret etmez misin derler.
O da hay hay, tabi der.
Vardıklarında bazıları inâbe alıyorlar.
Şeyh İsmail Hakkı Efendi bunun bir talebi olmayınca ziyaretçi olduğunu anlamış, sizin intisabınız var mıdır diye sormuş, evet efendim var demiş, kim diye sorunca o da anlatmış:
Mübarek bir miktar rabıtaya girerek bekledikten sonra başını kaldırıp şöyle buyuruyor:
"Hu! Hu! onlar güneş, bizler yıldızız. Onlar olmasa bizler sönüğüz" der.
Mübarek Şeyhimiz hakkında söylediği aynen böyledir.

Bir başka hadise de Kayseri'de cereyan eder.
Kayseri'de bulunan büyük bir zât, halk arasında çok saygın bir yeri var, ama ben ismini bilmiyorum.
Şeyhimizin vefat ettiği Cuma günü idi, kendisi Cuma namazından sonra halkı davet ederek bugün zamanımızın ğavsı vefat etmiştir.
Gıyaben cenaze namazı kılalım diyerek, kendisi bizzat namazı kıldırmıştır.
Kayseri'de bu hal cereyan etmiştir.

Şeyhimiz ile alâkalı bir başka hadise daha: Şeyh Muhammed Raşid'i babası, Allah rahmet eylesin, Seyyid Abdülhakim, Şeyhimizin vefatına yeminle
"Vallahi diyerek Şeyh Alaaddin zamanın ğavsı idi" diyor.
Bunu gerçekten, keşfen bilerek mi söylüyor, yoksa itikaden mi Allahü Zülcelâl mahşerde bizleri bunlarla beraber kılmasını nâsib ve müyesser eylesin.
Hayrat ve bereketine de nail eylesin. Âmin.

Şeyhimizin bazı hallerini, muamelerini, keramet yönlerini, diğer meşayih ile irtibat yönlerini anlattık ve anlatıyoruz.
Bu, Şeyhimizin bir tercümeyi hal durumudur, bunları okuyan kardaşlarımız tabi inananlar zaten inanıyor, azını da çoğunu da kabul eder.
Fakat bazen itiraz edenler de çıkabilir, tabi herkes inanacak ve kabul edecek diye hiç bir kimseyi mecbur da tutmuyoruz.
Fakat bütün kardaşlarımız, her fert şunu bilsin ki biz bunları söylerken bunu herkes kabul edecek diye bir davanın peşinde değiliz.
Bu bir davet değil, bir teşvik, bir tezgâhtarlık hiç değil.
Asla böyle bir niyetimiz yoktur.
Bu söylediklerimizi duyanlar okuyanlar hoş görür görmez, ister kabul eder isterse etmez.
Hiç fark etmez. Çünkü bu Allahü Zülcelâl'in bir takdiridir, zira Rabbimiz (Celle Celaluhu) ezelde takdir ettiği hüküm ne ise o olur.
Herkesin bir nasibi vardır, bir bağlandığı kabullendiği vardır.
Bunların hepsi Enbiya mirasçıları, yeter ki o seviyeye gelsinler, o seviyede olan zâtların hepsi Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile çok yararlıdırlar, menfaatiıdırlar.
Nebilerin mirasçısı olan bir zât nasıl menfaatlı olmasın.
Muhakkak onlara yaklaşan herkes onlardan menfaatlanır, bundan hiç şüphemiz yoktur.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

FERDİYET MAKAMI

Kardeşlerim,
Ancak şunu iyi bilin ki bu mirasçıların içinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın seviyesinde tek bir fert yoktur, ferdiyyet makamı Allah (Celle Celaluhu) tarafından ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a verilmiştir.
Dünyada hakim ve dünyadakilerin tamamını kendisine tek olarak bağlanma sorumluluğu ve mecburiyeti vardır, bu teklik sadece ve sadece Peygamberimize mahsustur.
Hatta diğer Enbiyada bu durum yoktur, onlar bir kavime, bir topluluğa, bir millete nebi olarak gelmişlerdir dünya çapında ferdiyyet makamı tek olma durumu sadece Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a mahsustur.

Ğavsiyet makamı ise, esasen ğavsiyet umumadır, ama her fert bunu tanımak ve bağlanmak mecburiyetinde değildir.
Evet Maneviyatta hepsi mutlaka ğavsın hükmü altındadır. Ama bilmek mecburi değildir.
Haliyle herkes ğavsın kim olduğunu bilemez ki, bilemiyoruz da, ancak bu keşif yolu ile olur.
Allahü Zülcelâl kimlere nasib etmiş ise onlar bilir.
Onun için herkes elbetteki bağlandığı zâtı sever, saygı duyar, böyle olmasa zaten bağlanmaz.
Ancak, şu hususu da özellikle belirtmek istiyorum herkesin kendi Şeyhi için "asırdaki tek imamdır, asrın imamıdır veya asrın müctehididir" veya müceddididir.
Dünyaya hâkimdir, yani varsa yoksa bu gibi sözler çok yanlıştır.
Bu yanlış bir davadır, böyle bir makam sadece Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a bağlanma, inanma ve kabul etme mecburiyetinden kimse müstağni kalamaz, Yahudisi, nasranisi, ve herkes.
Tabi bu anlattığımız gibi enbiya mirasçıları ulemâdır, âlimlerdir.
Bu ulemâ, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hem zahirine, hemde batınına mirasçıdırlar, herkesin nasibinde ne varsa, ona razıdır.
Allahü Zülcelâl denk getirmiş ve ona bağlanmıştır.
Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

Resim
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisinin arkasına düşerseniz düşün, uyun hidayet bulursunuz."
Demek ki ashabının hepsi müctehid seviyesindedirler. Öyle yetiştirmiş.
Onun için sadece Ebubekir Sıddık (ra)'ın arkasına düşün, başka birisini tanımayın, ancak onun arkasından gidin denilemez ve denilmemiş de.
Onun için dünya bir kimse üzerine hasredilemez, bu mümkün değildir.
Bu sebeble müctehidi nerede bulursanız ona uyun, tabi mürşiddir, haliyle hepsi aynı derecede, aynı seviyede olamaz, bu Rabbimizin bir lütfü ihsanıdır, iyisi gelir, vasatı gelir, (kendi istidat ve kabiliyetine göre bir seviyesi olur.)
Şunu söyleyeyim ki, Allah (Celle Celaluhu) ezel âleminde nasıl takdir etmişse o olur, tecelli eder, değişen hiç bir şey olmaz.
Hatta bazı zâtlar bile bazı kimseleri terbiyesi altına alırlar ve derler ki, sen benim nasibim değilsin, sonradan vakti gelince nasibi olan zâta gönderir, bu zâtlar bu gibi halleri dahi bilirler.
Nitekim Mübarek Şeyhimiz de herhangi bir kimse talebte bulunduğu zaman hemen vermezdi, sorardı, mensubiyetin kimedir, şeyhin kimdir diye.
Eğer onun şeyhinin durumunu iyi görür ise şeyhin iyidir, şeyhinden ne zarar gördün ki bırakıyorsun buyururdu.
O da bir zarar görmedim efendim dediğinde o zaman gerek yok şeyhine sahib ol derdi.
Onun için eğer uhrevî âlemde az veya çok menfaat verebilecek bir halde olabilecek ise sahib çıkmazdı.
Ancak ne zaman ki zavallıdır, başı boştur, şeyhi şeyh değil, mürşidi mürşid değildir, kendisine bile medarı yok, avam sınıfından biri durumundadır, başkasını bırakın kendisine bile hayırı yok, işte böyle birini gördüğünde ona sahib çıkardı.
Mürşidlikten ve şeyhlikten gaye Allahü Zülcelâl'in mahlûkatına, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine hizmettir ve onlara menfaat vermektir.
Yoksa kendisi milletin sırtından geçinip onların üzerlerine külfet olmak, onları haraca bağlamak değildir.
Milletten menfaatlanmak için gelmemişlerdir, sadece insanların menfaatlarını aramak için de gelmemişlerdir.
Esasen milletin sırtına yük olmak için değil, bilakis onların yüklerini hafifletmek için gelmiştir.
Bütün dünyevî ve uhrevî yüklerini hafifletiyor.
El birliği ile müşterek bir hali vardır, onların dertleri ile dertleniyor, onların ferahları ile ferahlanıyor.
İşte şeyh ve mürşid budur.

Nitekim Gavsul Azamın buyurduğu gibi:


Evladım, şeyhlikten mürşidlikten kasıt Allah'tır, Allah'a ulaşmaktır, Allah'ın rızasını kazanmaktır, eğer kast Allah ise Allahü Zülcelâl kimi sever, zira Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki;
Resim
Tüm mahlûkat Allah'ın iyalidir, Allah'ın iyaline kim daha fazla menfaat verirse Allah nezdinde o daha kıymetlidir.
Ne kadar çok yardımcı olursa, ne kadar çok menfaat verirse o nisbette Allah katında, Allah nezdinde geçerlidir.
Yoksa mürşidlik millete külfet vermek, onların sırtından geçinmek değil.
Esasen kendisinin onlara menfaat vermesidir, onları hem dünyevî hem de uhrevî olarak gütmesidir, onlara çobanlık yapmasıdır.
Resim
Kullanıcı avatarı
ene
Üye
Üye
Mesajlar: 21
Kayıt: 13 Kas 2008, 02:00

Mesaj gönderen ene »

ALLAH RAZI OLSUN PAYLAŞIMLARINIZ İÇİN...ŞEYHİNİZİN AHIRZAMAN MEHDİSİ HAKKINDAKİ SOHBETİNİ DE GÖNDERİRSENİZ SEVİNİRİM...
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

NAKIS ŞEYHİN ZARARLARI

Resim
"Hepiniz birer çobansınız ve maiyetinizden mesulsünüz, sorumlusunuz."
Bugün bir mürşid, bir çoban mesabesindedir, sürüsünü her yönü ile en iyi şekilde gütmeğe mecburdur.
Eğer buna kudreti yoksa ona şeyh veya mürşid değil de artık zavallı demek lâzım, başka bir şey diyemeyiz, çünkü büyük bir külfete girmiştir.
O bu sorumluluğun altından kalkamaz bile.
Çobanlık dediğimiz zaman bile aile reisi çobandır, bir vali ilin çobanıdır yani çobanlık esasen kendi maiyetindeki kimselerin noksanlıklarından ihtiyaçlarından sorumludur.
Aynı şekilde bu Mübarek mürşidler de birer çobandırlar.
Onun için biz bu misâli verdik.
Eğer çoban güttüğü sürüyü nereden götürüp getireceğini, her türlü zarardan nasıl korunacağını bilmiyor ise bu çobana nasıl çoban denilebilir?
Haram yerlere, gayri meşru yerlere girmelerine, başkasına ait tarla ve bahçelerine girmelerini nasıl fehmedebilir?
Çoban kendisi yatacak, sürüyü başı boş bırakacak, nereye giderse gitsin, kuşa kurda yem olsun öyle mi?
Böyle çobanlık olmaz.

İşinin ehli olmayan kişilere bir koyun bile teslim edilmezken insan dinini, diyanetini, dünyasını ve ahiretini kurtarmak, kazanmak için teslim olabileceği çobanını iyi seçmek zarureti vardır.
Onun için İmamı Rabbani Hz. Mektubat 1. Cilt 23. Mektubunda bu duruma dikkat çekerek ısrarla noksan olan Şeyhe teslim olmamak için şiddetle uyarıyor.
Nasıl ki, bir tabibe kendinizi teslim ederken, çok yararlı, faydalı, ihtisası yerindedir, kemal sahibi olmuştur diye hakiki bir kanaatle kendimizi teslim ediyorsak, yine ziraatçılıkta bile insan bir tarlayı kullanırken toprağı tahlil eder de burada hangi tohum daha elverişlidir, fesada mı uğrar, yoksa salaha mı elverişlidir, diye bunları dahi misâl vermiştir.
Zira noksan olan bir şeyh bu yolların terakkiyât yönlerini bilmediği için faydadan çok zarar verir, çünkü kendisi için bu meçhuldür, bunu bilmez.
Allah'a vuslat yolu hangisidir, hangi yöndendir, mürid üzerine feraseti olması lâzımdır ki onun istidadı hangi yöne uygundur, seyri sülük yolu ile midir, yoksa cezb yolu ile midir bunları bilmesi lâzımdır.
Onun için istidadının dışında atâlete batâlete sürükler, hatta fesada sürükler.
Çünkü kabiliyetinin istidadının o yöne imkânı yoktur.
Onun için hem tarikatın yönlerini bilmesi, hem de gelen bir müridin istidadını keşfiyatıyla seçemedikçe müridi üzerinde tasarruf edemez, bunun sonucu da faydadan ziyâde felâkettir.
Çünkü Şahı Nakşibend Hz.
"bu gibi halleri bilmeyen kimsenin mürid üzerine tasarruf etme yetkisi yoktur" buyuruyor.

Hülasa kardeşlerim, İmamı Rabbani Hz. ne diyor;
"Noksan bir şeyhin eline düşmektense hiç düşmemek daha iyidir."
Çünkü işinin ehli olmayan bir doktora gitmektense hiç gitmemek daha iyidir.
Çünkü tedavi yöntemleri ile vücudumuza daha fazla zarar verir.
Eğer iyi bir doktora gidersek vücudumuz sıhhat ve afiyet bulacaktır.
İyi doktoru bulmadan ehli olmayan birine tedavi için gitmiş ise bu vücudumuzu fesada uğratacaktır.
Mesleğinde maharetli, ehli olan bir doktora geldiğimiz zaman onu yapacağı ile işi öncekinin fesada uğrattığı vücudu o ilâçlardan temizlemektir ye bundan sonra asıl tedaviye devam eder.
Bir tarla sahibi bile tarlaya bir tohum ekeceği zaman önce o tarlayı fesada uğratan yanlış tohum ve bitkilerden arındırır ve ondan sonra bu ekme işine teşebbüs eder.
Yoksa tarlayı hiç temizlemeden, tahlil etmeden bu ekim işini yaparsa, faydalı tohumları da zayi etmiş olacaktır.
Tohumu zayi etmemek için tahlil zamanında yapılsın, zararlı şeylerden tarla tamamen temizlensin, ekilen tohum zayi olmadan bitsin ve yararlı olsun.
Onun için böylesine nakıs ve ehil olmayan şeyhlere intisab edip de tarikata girmemeyi evlâ görüyor, İmamı Rabbani Hz. bu yönü tercih ediyor.
Mutlaka kâmil, mükemmel olan bu seyrü sülûkû bilen, kulu Allahü Zülcelâl'e vasıl edecek olan yön ve yöntemleri bilen birisinin olması zaruridir diyor.
Yoksa mahşer âleminde Allahü Zülcelâl bu gibi kimselere sorar:

"Ne kulumu kendi haline bıraktın, kendisinin ehil olanı aramasını engelledin, kendini de bu yolun yolcusu gibi gösterdin, böyle göründün; ne de ona gereken ne ise onun hakkı olanı verebildin, ne de bir yarar sağlayabildin, bilakis onun hakkını gasbettin" diye.

Bir kimse Tıbbiyeyi kazansa, kaydını yaptırıp oraya girse, bu tıb fakültesine giren kimse kendi başına doktor olabilir mi?
Onun doktor olabilmesi için işinin ehli hocalara ihtiyaç yok mudur?
Elbette ki vardır.
Bu tarikat da böyledir, mutlaka ehil ve kâmil mürşid olması lâzım.
Ehil olmayanlar mutlaka zarar verir, müridini istenildiği şekilde yetiştiremez.
Çünkü kendisinde bu istidad bu kabiliyet yoktur.
İşte bu sebeple mürşidlerin hepsi irşada girmiyor, büyük bir sorumluluk altında olduklarını biliyorlar da, bundan çekiniyorlar.
Allahü Zülcelâl'e yalvara yalvara kendilerini affetmesi için biz buna ehil değiliz diyorlar.
Fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet edecek kabiliyetleri olduğu için bilerek bunları mecbur tutuyor, emrivaki ile gönderiyor, mecbur tutması hizmet edebilecek güce geldikleri içindir.
İşte bu emrivaki ile gelenler sorumlu değildir, bir ahid ve vahidleri vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

HZ. ŞAZELİ'YE GÖRE MÜRŞİTLİK

Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bir kimsenin buna kabiliyeti yoksa, ancak el öpme ile postu da kalın bulmuş, halk da etrafında toplanmış, bununla şöhret bulmuş, o da bununla yetinerek yürüyecek olursa, bu gibi kimselerin zararı menfaatından fazladır, bu gibileri çok tehlikelidir, halka büyük bir zarar verir" diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

EBU ABBASİL MÜRSİ'NİN SÖZLERİ

Bir gün EBU ABBASİL MÜRSİ'ye soruyorlar; "Efendim Şam'da bir kimse var, çok büyük şöhrete sahib, her tarafta şöhreti vardır." diye.
O da
"Evet bu fakir o kimseyi görüyor, gerçekten dünya üzerinde çok şöhreti var, ama gök âleminde hiç bir esâmesi yoktur." diyor.
Onun için bir şeyhin şöhreti kendi rütbesinden daha yaygın ve fazla ise o şöhret o kimse için helaktir, esasen şöhreti, rütbesini aşmaması lâzımdır.
Ama diyeceksiniz ki, Gavsul Âzam ve o kadar şöhret almış zâtlar var ki, bunlar hakkında ne buyuruyorsunuz?
Allahü Zülcelâl'in bu zâtlara vermiş olduğu meziyetler, yücelikler ve rütbeleri diyebilirim ki şöhretlerinden fazladır.
Hülasa Rabbimiz bizlere iz'ân ve şûûr versin, mühim olan şuurdur.

Kardeşlerim,
Sizlere çobanlık hususunda bir hadiseyi anlatmak istiyorum, bakınız çobanlık nasıl oluyor.
O devirde Siirt'te bir hastane açılmış, o hastanede de göz hastalıkları bölümü hizmete girmişti.
Trahom devresi idi. Hatta doktorların azlığı sebebi ile muayene için asken doktorlar da geliyorlardı.
Hülâsa bir gün Şeyhimiz, bu hastaneye gitme ihtiyacı duymuş ve bir göz tedavisinden geçmişti.
Fakat orada bir hemşire vardı, o hemşire Şeyhimize gereken hizmeti yapıyor, içinden gelerek ona karşı hizmet veriyor, Elhamdülüllah Mübarek Şeyhimiz, sıhhati ile oradan çıktığında bu hemşire, "Efendim bizi de duanızdan unutmayın" diye yalvarmış, Mübarek de inşallah diyerek ayrılmış.
Zamanla bu trahom hastanesine gerek kalmadı, tamamen kaldırıldı, lağvolundu.
Seneler geçti, tabi ne kadar zaman geçti ise, tam olarak tarihini veremeyeceğim.
İşte günün birinde İstanbul'da Hacı Hüsnü, ki ilk bölümlerde kendisinden behsedilmiştir, Şeyhimizin sesini kasete alan ve sohbet eden Hacı Hüsnü'nün komşuları vardır.
Komşularından bir tanesi hastalanıyor, sekerat halinde durumu çok ağır, tabi bu komşunun başkaları ile fazla irtibatı yoktu.
Emekli bir kimse, onlara fazla uyum sağlayamıyor.
Bu durumda onunla fazla alış verişleri yok, yani fazla bir tanışmaları, gidip gelmeleri yok.
Tabi hasta olunca sekerat haline düşünce Hacı hüsnü'nün hanımları gitmişler, komşu hukuku yönünden yardımcı olmak için.
Bu sekaret halindeki hanımdan bir şeyhe bir tarikata yönelik halinin olduğunu da kesinlikle bilmiyorlar, hatta tahmin bile etmiyorlar.
Yaşayışı hiç o yönde görünmüyor.
Sekaretın son anında, "ya Şeyh Alaaddin" diye çok saygılı bir halde ismini anıyor.
O anda her halele görüntü oldu ki Şeyh Alaaddin diyerek söyleyip hemen ardından çok güzel bir şekilde, Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim ediyor.
Bunlar hayret etmişler, bu hanım "Şeyh Alaaddin" dedi ama dünyada nice Şeyh Alaaddinler vardır.
Acaba bu hanım böyle söylemekle ne demek istedi?
Bunun böyle bir Şeyhle irtibatlı hali ve görüntüsü yoktu, bu nasıl bir şey diye hayret etmiş ve bir karara varamamışlar.
Ancak bekliyorlar ki, Şeyhimiz İstanbul'a geldiğinde hadiseyi anlatalım da, bakalım ne diyecek, bu hususta ne buyuracak?
Bu hanımın sekerat halinde Şeyh Alaaddin'i anmaları içlerinde bir dert olmuş.
Ne zaman ki Mübarek Şeyhimiz İstanbul'a geldiklerinde bu hadiseyi açmışlar, şöyle şöyle bir hadise cereyan etti diye.
Böyle dediklerinde Vallahi Mübarek şöyle buyuruyor; "Makbule Hanım mı?" diyor...
İnanın ki komşuları o hanımın ismini dahi bilmiyorlar, araştırıyorlar, soruyorlar ki evet, o vefat eden hanımın ismi Makbule imiş.
Evet, dikkat edin çobanlık nasıl olurmuş.
Bu hanım onun mensubu veya müridi değil, ama seneler önce Şeyhimizin ona vermiş olduğu bir sözü var.

Başka bir mesele daha.
Bir yörük vardı, sakattı, fazlaca memlekete gelemiyordu, imkân bulamıyordu gelmeye.
Amma etrafındakiler, yakınında bulunanlar anlatıyor.
Bu yörük defalarca, "ah, ah, Şeyh Alaaddin'i bir görseydim" diye ah çekerdi.
Ona karşı sevgisi muhabbeti vardı, görmeyi heves ediyor ve arzuluyordu, mensubu falan değildi, ama samimi olarak içinden gelen bir haldi bu.
Günün birinde yani sekerat halinde Şeyhimiz orada bulunmasın mı?
Sekerat halinde Şeyhimiz başında bulunmuş ve o da orada vefat etmiş.
Vefat edince esasen onu orada defnetmeyeceklerdi, onlar da madem ki Şeyh Efendi de buradadır, o zaman onu başka bir yere götürmeye gerek yok, burada gömelim diyorlar, bu Allah'ın bir lütfudur.
Şeyhimiz de artık orada onun cenazesine iştirak etmiş ve defnedildikten sonra başında bulunmuştur.
Mübarek telkinden sonra başında biraz durunca, onun başında bir miktar bekleyince babası Şeyhul Hazin'in de ruhaniyeti oraya geliyor, Şeyhul Hazin'in manevî bir kardeşi vardı, adı Şeyh Muhammed idi.
Bunun soyu Seyit Ahmet Bedevinin kerdeşlerinden gelen bir sülâledir, beş altı yüz sene evvelden orada medfundu.
Şeyhul Hazin oradan giderken gelirken selâm verirlerdi de onların birbirine selâmı duyulurdu.
İşte böylesine bir zât. Ona da Şeyh Muhammed'i Tomî diye tabir ederlerdi.
Mübarek Şeyh Muhammed-il Hazin'in manevî kardeşi olunca o da oraya gelmiş, onun da ruhaniyyeti orada hazır bulunmuş.
Aynı zamanda bu yörük Şeyh Muhammed'i Tomî'nın bulunduğu sahada defnolunmuş.
Bu minval üzere olup dururken Şeyh Alaaddin orada olur da, Mübarek hazreti Pir orada hazır olmaz mı, o Mübarek Şeyhimiz ile beraber üç tane zâtın ruhaniyeti orada hazır bulunmuştur.
Adamdaki aşka şevke bakın ki, şu muhabbete bakın ki, onları nasıl getiriyor.
Çünkü:

Resim
"Kişi sevdiği ile beraber olacak."
Yani sevginin ciddiyeti, halisane hali nasıl celbediyor.
O muhabbet Şeyhimizi celbetmiş, Şeyhimizin bulunuşu sebebi ile hem şeyhi, hem babası, hem de babasının manevî kardeşini celbediyor.
Sonra da Seyyid Muhammed'i Tomi Hz. onlardan rica ediyor, bu benim sahamdadır, bunu bana bırakın diyerek.
Vallahil azîm hal bu şekilde cereyan ediyor.
Allahü Zülcelâl bu gibi zâtlardan faydalanmayı bizlere de nasib eylesin.
Nitekim meşhur Yusufu Hemedanî Hz. yani Abdülhalıkı gücdüvani ve Ahmet Yesevi'yi yetiştiren bu Mübarek zât kendisi bizatihi diyor ki bu muhabbet yönünden, bir gün şöyle yatmak istedim ama bir türlü yatamadım, içime bir sıkıntı peydah oldu.
Sanki davet varmış gibi üzerimde çekici bir hal vardı, dışarı çıkmak istiyordum.
Dayanamayarak dışarı çıktım, bineğime binip kendi haline bıraktım ve bakalım nereye gidecek diye.
Netice olarak bir yere gitti ve orada durdu.
Hayırdır inşallah dedim, o durduğu yerde indim bir de baktım ki orada birisi yatıyor.
Beni görünce, "buyurun buyurun Şeyhim," diye davet etti.
Muhabbet yönünden sorularım var diye suallar sormuş o da cevab vererek anlatmış.
Yusufu Hemedanî ona diyor ki;
"Evlâdım, bir daha böyle soruların olursa, beni bu halde yorma, artık ihtiyarım, kendin gel de o şekilde sor" der.
O kimse de "efendim, ben muhabbetimi denetleme yaptım, bakalım Şeyhi celbeder mi etmez mi diye. Ben bunu yapmasam muhabbeti nasıl anlarım," diyor.
Onun için adamın muhabbetinin ciddiyeti Şeyhi nasıl celbediyor.
İşte, o yörüğün muhabbeti de Şeyhimizi bu şekilde celbetmiş.
Resim
Kullanıcı avatarı
papatya
Yeni Üye
Yeni Üye
Mesajlar: 8
Kayıt: 17 Nis 2009, 02:00

Sahte Şeyh

Mesaj gönderen papatya »

"Kardeşlerim,
Ancak şunu iyi bilin ki bu mirasçıların içinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın seviyesinde tek bir fert yoktur, ferdiyyet makamı Allah (Celle Celaluhu) tarafından ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a verilmiştir.
"

Maalesef Rasulullah'la(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) aynı iman seviyesinde olduğunu iddia eden kendini bilmez sahte şeyh ve mürşitler etrafımızda, dört bir yanımızda iyi niyetli insanlarn gözlerini boyamaktadırlar.
Değerli paylaşımlarınızdan dolayı size şükranlarımı sunuyorum.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerimiz;
Bunları anlatırken tabi hepimizin böylesine kâmil, mükemmel bir Şeyhi bulma imkânımız olmaz.
Peki ne yapmak lâzım, piyasada çeşit çeşit fikirler veriliyor, zikirler yapılıyor, ve bir çok muamelât mevcuddur.
Ama bunların hepsi anlattığımız gibi irşad için yani mürşid olarak daha doğrusu mürşit olabilmesi için bu anlattığımız vasıflara haiz olmaları şarttır.
Çünkü halkı irşad edecek zât bunların istidad ve kabiliyetlerine göre bir muamele yapması gerekir. Buna mecburdur.
Ama Mürşid değil ise, bu kabiliyette değil ise, ismini ister Şeyh koysun, ister başka bir şey koysun ama yol tarifi başka, kapı gösterme başkadır.

Mübarek Ebu Hasenel Şazeli Hz. lerinin buyurduğu gibi
"Tedavi etmek, ilaç göstermek, ilaç tarif etmek değil, tedavi yöntemini kullanabilmektir. Sağlık ve sıhhate kavuşturabilmektir. Kapı göstermek değil de Rabbisi ile arasındaki hicabları yok etmektir. Vuslat buldurmaktır." diyor.
İşte mürşid budur, bu yetkisi vardır. Diğerleri de yol göstermektir.
Bunlar artık mürşid değildir. Şeyh de değildir. Esasen bir aracıdır. Bir delildir. Halka doğru yolu göstermektir.
Doğru yolu göstermek olursa, bu da güzeldir. Fena değildir.
Allah rızası için halisane lillâhi olduktan sonra bir zerresi zayi olmaz.
Rabbimiz mükâfatlandırır.
Eğer gaye, halka yarar ve sapıklıktan doğruya yöneltmek kastıyla olduktan sonra, hiç bir davaya da bağlı olmamak şartıyla sadece ve sadece halisane lillâhi teâlâ, herhangi bir dünya menfaati değil, sadece Allah için olursa bu da faidelidir.
Yani iyi bir mürşidi kâmil bulamadım diye tamamen dünyadan öyle attal battal olmak manasında değil.
Esasen ihtiyacımız olan bir şeyleri sormak öğrenmek.
Nasıl ki bir ilim için vaaz, nasihat gerekiyorsa, zikir yönünden de böyle şeyler güzeldir.
Ancak anlattığımız gibi bu bir delildir, yol göstericidir.
Şeyh değil, mürşid de değildir.
Bu delilin niyyet ve azmine göre Rabbimiz verir.
Çünkü Rabbimiz hâşâ hiç kimseye zulmetmez.
Niyyeti ve azmi ne ise o nisbete göre muamele görür, Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile. Zira cenabı Rasulullah şöyle buyuruyor:

Resim
"Nâsın en hayırlısı nâsa menfaat verendir. En şerlisi de nâsa zarar verendir."

Maddî ve manevî zararı ve menfaatinin nisbetinde karşılığını alır.
Zira Allahü Zülcelâl:
Ben kullarıma asla zulmetmem... hâşâ... velâkin kerem ve ihsanını da asla esirgemez...
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön