MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Halbuki şeriat, ALLAHu Zu'l-Celâl'in emri ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in nizâmnâmesidir.
Çok ihtimam ve saygılı olmak lâzım.
Şeriatı basite almayalım. Çünkü, şeriat ve tarikat birbirine zıt şeyler değildir.

Hatta İmamı Malik Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:
Resim

Kim ki, tasavvufa kalkışırda, tasavvuf yolunu tutarda, fakat fıkhı yoksa bilsin ki zındıkadan hali değildir.

Bir kimse sadece fıkıh ilmi okur da tasarruftan haberi yoksa, tasarrufa ihtimam etmiyorsa, tasavvuf edebiyatından haberi yok ve bu yönde mütalâsı yoksa, bilsin ki fısktan hâli değildir.
Çünkü inkarcıdır. Enaniyet sahibidir.
Fehmedemediği şeyi edebi öğrenmek lâzımdır.
Çünkü edebi bilmeden öğrenilen ilim hiçbir şeye yaramaz.

Abdullah İbni Mübârek'in buyurduğu gibi: İlmi öğrenmeden evvel en önemlisi edebi öğrenmektir.
İlmin fayda vermesi için edebi öğrenmek şarttır.
Kim ki edeb ve fıkhı öğrenmeden tasavvufa kalkışırsa, tasavvuf yoluna girerse bilsin ki Zındıkadan hâlî değildir.

Onun için ehli tarik:
Resim

Yani hem fıkıh bilir, hem tasavvufa girer, ikisi de olursa o zaman hakikat ehli olur, hakikat ehli budur.
Çünkü fıkıh da lâzım tasavvuf da lâzım.
Esasen hem ibadeti, muamelâtı, akvâlini, hâl ve harekâtı öğrenmek lâzım.
Aynı zamanda bunlar ila hallenmek lâzımdır.
İşte bu bildikleri ile hallenmek de tasavvuftur.
Tasavvuf onun halidir.
Mesela: İmamı Rabbani'nin anlattığı zillet, iftikar ve benzeri haller, ki bu haller kesinlikle zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet göstermek değildir.
Hâşâ İmamı Rabbani'nin anlattığı o fakriyyet ve zilliyet hâli ancak ve ancak Hak kapısında ve ALLAHu Zu'l-Celâl'e karşıdır.
Yoksa (ALLAHu Zu'l-Celâl'den başkasına boyun eğmek, onun önünde halden hale girmek değildir.) ALLAHu Zu'l-Celâl'den başkası olursa, onların karşısında azizdir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen aNKa »

Bir defâsında Hasâni Basriye demişler ki : "Efendim, sizde biraz kibir eseri görünüyor, biraz kibirli hâliniz var."
O da buna karşılık diyor ki: "Hayır, bizde kibirlilik yok Elhamdulillah, bizde azizlik var."
Azizlik ise:

وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ
(Münafıkın / 8 )
Yâni, İzzet ALLAHu Zu'l-Celâl'indir, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'indir ve mü'minlerindir.
Mü'minler azizdir.
Devlet kapılarında, makam, mevkii sahihlerinin karşısında, zenginlerin karşısında tevâzu, bunlar kendisine azizlik getirmez.
Tam aksine zillettir.
Bunlara karşı tevâzu, insanı aziz kılmak şöyle dursun, tamâmen rezil ve rüsvay eder.
İmâmı Rabbânî'nin kastı sâdece ve sâdece HAKK kapısında ve HAKK'a karşı iftikâr ve zilletliktir.
Çünkü, HAKK kapısında zelil bir halde bulunmak aslında azizliktir.
Başkalarının kapısında zelillik ise rezilliktir.
Onun için bu husûsu çok iyi anlamak lâzım.
Yoksa öyle her yerde devlet ricâline, zenginlere her olur olmaz yerlerde tevâzu göstermek, böylesine bir görüntü sergilemek izzete değil, rezâlete sürükler insanı.
Rasûlullah'ın Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyurduğu gibi:

Resim
Kim ki, bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dininin üçte biri gider.
ALLAH korusun, dîninin üçte biri kaybolur.
Bunu iyi anlayalım, yanlış fehmetmeyelim.
ALLAH dostları, böyle makam sahiplerine karşı azizdirler.
HAKK kapısında zillet ve iftikâr, halk kapısında ise aziz hâlindedirler.
Fakriyyat ve zillet işte budur, böyledir.

Şeriata ve Sünneti Seniyyeye ittiba ve riâyet ise, sanılmasın ki ehli Tarik, şeriat'a ve sünnete muhaliftir.
Ehli tarik, bu ikisinde zerre kadar dahi muhaliflik görse, bu muhalifliği katiyyetle hoş görmezler.

Ubeydullahi Ahrar buyuruyor ki:

"RABBim bana yüz kerâmet verse, bu kerâmetlerde şeriata karşı zerre kadar muhaliflik görsem bu muhalifliği kat'iyyetle hoş görmem ve bu kerâmetlerden ALLAH'a sığınırım. Ama hem kerâmettir, hem de şeriata uygun görülüyorsa bunu RABB'imin bir nimeti olarak kabul eder, RABBimin kerem ve ihsanına teşekkür ederim" diyor.
Yani tarikat, şeriata muhalefetin bir şekli ve yolu değildir.
Tarikat ehli, şeriatın harfiyyen tatbikine çalışır.
Sünneti seniyyeye riâyet eder.
İşte bu şekilde oluşa bu yolda terakkiyât hasıl olur.

Zira Âyeti Celile:

قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي
(Yusuf/108)
"Habibim, söyle, ben ve bana tâbi olanlar ALLAH'ın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederiz."

Yani ben ve bana tâbi olanların davet metodu da aynı şekilde basiret üzeredir.
İşte Mürşid de kâmil bir mürşid olunca basiretli bir şekilde davet eder.
İlim sâhibi olur, onunla âmel eder.
İşte onun bu hâli tarikattır.
Terakkiyatın husulü bu yöndendir.
Terakki edebilmenin en güzel yolu budur.
Bu hali RABB'imizin rızasını celb edince o zaman ALLAHu Zu'l-Celâl ikram ve ihsanını esirgemez.
Bundan dolayı da onu ihlâs sahibi kılar.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Mesaj gönderen nur-ye »

HUU DOST!..

Âşık Ağyâre Sırr Söylemez
Diyen Bilmez, Bilen Demez
Kendisinde SÖZ Eylemez
“AR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Döndürür HAKK’tan Azanı
Çağırır Aklı İz’anı
Allah İçin AŞK Ezanı
“Câri” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Divanda Destur Durulmuş
Vuslatta VELÎ Vurulmuş
Belâ Bazarı Kurulmuş
“DÂR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Gözü Muhabbet Merceği
Sözü Tevhidin Gerçeği
Sanki Cennet, Can Çiçeği
“HÂR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Tezi Sıfır-Sonsuz Dildir
SIDDIK’ın Sırrın Temsildir
Dünya-Âhret Selsebildir
“VAR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Şah-ı Şeriat Sahibi
Kırık Kalblerin Tabibi
Hallaku’l- Hakk’ın Habibi
“YÂR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Hizmet İçin Sîne Sazı
Hakk’ın Halkı, Naz-Niyazı
Arzdan Arşa AŞK Avazı
“ZÂR” ı Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Şah-ı Şühûd Şeyhü’l- Hazîn (Ks)
Pîri Ali Hüsamedddin (Ks)
Şeref-i Şeyh Âlâaddin (Ks)
“ER” i Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Geçmiş Benlik Nefesinden
Yalan Dünya Hevesinden
Nâzik Nefsi Şerr Sesinden
Berî Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

ALLAH İçin Resûl İçin
Sorulamaz Neden-Niçin?
Kalbdeb İçre FUAD İçin
Yeri Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Aşkın Şemâil-Şekili
Vuslat Vâlisin Vekili
El-ÂN Dört Sancak Çekili
Biri Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

HAKK’ı Derim Dem Bu Demde
Lâzımı-Lâyıkı Hem De
Yedi Cevâhiri CEM’de
Diri Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Kalbi Kalble Karşı Görür
Cennet İçre Çarşı Görür
Biiznillah Arşı Görür
Körü Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Terbiyede-Tezkiyede
Tasfiyede-Tecliyede
Kalbi, SEYR-ÂN Ede Ede
Duru Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Dili DOST’un Dost Dilidir
Mest Muhabbet Menzilidir
Kalbimizin Kandilidir
Nuru Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Serine Sürme Sürülmüş
Defteri Burada Dürülmüş
Ezel-Ebed Üfürülmüş
Sûr’u Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

Zü’l- Celâl!.. Cemâl Çağıdır
Dost Muhammed Menbağıdır
Sâadatların Sırrı Dağıdır
Tûr’u Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

İnadın Dörde Bölesi
Ölmeden Önce Ölesi
Çogu Dünyanın Kölesi
“HÜR” Ü Muhammed Sıddık’ın (Ks)

*

KUL İhvanî UY-ÂN-Davran
Nefes Nefes Geçer Her ÂN
MEDİNE’ye Giden Kerv-ÂN
YÜRÜ!.. Muhammed Sıddık’ın (Ks)


04.04.1999 15:15
A N T A L Y A..
BİR Zamanda…


Temsil: Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî)
Selsebil (a): Tatlı, hafif, güzel su. Cennette bir su kay¬nağının adı.
Hallaku’l- Hakk: Halkaden el Halık ve el HAKK olan ALLAH celle celâlihu.
ZÂR: f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
Berî: (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber')
FUAD: Kalb içinde Kalb, Ruh durağı..
Dem: f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük.
Cevâhir: (Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar.
Biiznillah: ALLAH celle celâlihu nun iziniyle.
Menbağ: Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar.
Sâadatlar: Tarikat silsilesindeki Büyükler, Efendiler.
Tûr: Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin ismi. (Bak: İbn-i Sinâ)
TERBİYE (a): BEDENsel.. Besleyip büyütme, beslenip büyütülme; eğitim; görgü;
TEZKİYE: NEFSÎ. Temizleme.
TASFİYE: KALBÎ.. Arıtma, Saf kılma, kılınma, saflaştırma, temizleme, arıtma.
TECLİYE: RUHÎ.. Cillalamak. Tertemizkılmak.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İLİM - AMEL - İHLAS

Âmel ilimsiz olmaz.
İlimle âmel etmek kâfi değildir.
Âmelin de ihlâslı olması lâzımdır.
İşte bu makam, makâmu'l-ihsandır.
İnsan bu makâma gelince ki bir Hadisi Kutsî'de bu makam hakkında şöyle buyuruluyor:
Resim
Yani:
"İhlas benim sırlarımdan bir sırdır. Kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim."
Burada kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim buyuruyor.
İşte insan bu seviyeye gelip ihlâs sâhibi olunca o zaman halâs olur.
Böyle oluncada İhlâs değil halâs olur.
Halâs ise kurtuluş demektir.
Kalb kendine teslim olmuştur.
Kalbi selim sâhibi olmuştur.
Envâri ilâhi ile mücehhez olmuş.
Kalbde böyle hâkimiyet kuruncada bu hâle gelen kalbte mâsiva tamâmen yok olur.


Resim
Zîra iki zıt bir arada cem olmaz.
Bundan dolayı o kalbin, mâsivâ ile olan irtibatı tamâmen kesilmiştir.
Bu hâle gelen bir kalb sâhibi mürşidi kâmil durumuna gelebilir.
İşte mürşidi kâmiller böyle kalb sâhibidirler.
Onların yolu ve o yoldaki tezleri böyledir.
Bu yoldan giden ve bu şekilde olanlar mürşidi kâmil olabilir.

İmâmı Rabbânî Hz. mürşidi kâmilin nasıl olması gerektiğini, onda bulunması gerekli vasıfları ve nasıl bir yol tâkip edeceğini anlatmaya devam ediyor.
Kendisi gibi fukara ehlinin, ki bu zâtlar kendilerinden hep fukara diye tâbir ederler (daha önce izah etmiştik), bu yolda hedeflerine varabilmek için zillet ve iftikarı seçmeleri ve HAKK kapısında en geçerli işin bu olduğunu beyan buyurmuştu.
Dolayısıyla buradaki zilletden gâye, kula kula olmak değil, aziz ve gani olan ALLAHu Zu'l-Celâl'e karşı zillet olduğunu söylemiştik.
Zira ALLAHu Zu'l-Celâl aziz ve ğanîdir.
Böyle olunca kulun da zelil ve fakir olması gerekir.
Toprak ile RABBul erbab karşı karşıya gelince,
Resim
bu ikisi karşılaştığında böyle bir hâl meydana gelir.
Çünkü biri yâni ALLAHu Zu'l-Celâl RABBu'l-Erbab, diğeri kul ise turab'tır.
RABBu'l-erbab ve't-turab.
Resim
diye buyurmuştur.
"Vet tadarru ve ilticâu ile'l-HAKK Celle Celaluhu Subhânehu teâlâ."
Peki tadarru ve iltica' ve HAKK yolunda olan bir kimse başka bir kimseye baş vurur mu?
Yanlış olur zâten.
Tabi kimin yolundaysa O'na başvurur.
HAKK yolcusu tadarru ve ilticasını ALLAHu Zu'l-Celâl'e yapar.
Zira ALLAHu Zul-Celâl yolunda olan kimse hedef saptırdığı takdirde duraklama olur.
Onun için iltica edeceksin, tadarru yapacaksın, herşeyi ondan bekleyeceksin.
Bu minval üzere müşâhede ederse ALLAHu Zu'l-Celâl hoş görür ve daha da rahmetini ve rızâsını celb eder.
Yolunda bu hal sâhibi olacaksın.
Aynı zamanda mübârek şöyle buyuruyor:

Resim
Dâimâ kalbin kırık, mahsun durumda olmalı.
Kalbinde bir varlık hissetmek değil de yokluk acziyet ve zillet içinde kalbi de gayet mahsundur.
Çünkü mü'minin kalbinde dâimâ yas eden bir nesne vardır, dâimâ mahzun ve kederlidir.
Ama münâfık kalbinde sanki düğün yapılıyor.
O sebeble İmâm-ı Rabbânî mü'min kalbini öyle vasıflandırıyor.
Böyle olmasını tavsiye ediyor.
Hakîkaten mü'min kalbi mahzundur neden zira mü'min hiçbir zaman hüzünsüz, kedersiz olmaz.
Zîra bu dünyâ imtihan diyarıdır.
Veyâhut ta kendisinin revan olduğu HAKK yolunda tard mıdır veya kabul müdür?
Bir çok haller var bu yolda.
Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe, imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz.
Mübârek devam eder.
Resim
Ubûdiyyet vazîfelerini harfiyyen muhafaza etmelidir.
Aynı zamanda şeriatı ğarranın hudûduna uygun olarak.
Rasulullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine de mütebeat, tâbi olmalı, belirtmeli.
Filhakika HAKK yolunda revan olan bir kimse ALLAHu Zu'l-Celâl'in dâimâ murâkabesi altında yürüyen, revan olan ubûdiyyete bir kusur mu eder?
Bu mümkün müdür?
Çünkü; hayâlinde, kalbinde, rûhunda hep ALLAHu Zu'l-Celâl...
Böylece ALLAHu Zu'l-Celâl'in istilâsında olan ubûdiyyette noksanlık yapamaz.
Esâsen noksanlığa gaflette olunduğu için cesâret edebiliyor.
Ama bu misillu kimseye asla cür'eti yoktur hâşâ.
Çünkü dâimâ RABBısını aceba kabûliyet mi etti, yoksa tard mı etti düşüncesindedir.
RABB'ısına her an ilticada olup beşeriyetin gücü nisbetinde şeriat-ı ğarraya çok ihtimam ederler.
Hudûduna riâyet ederler.
Kimin huzûrunda olduğunu bilir, Şeriat-ı ğarrada noksanlık yapmamaya çalışır.
Aynı zamanda Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'ın Sünnet-i seniyyesine de tâbi olur.
ALLAHu Zu'l-Celâl'i seven O'nun Rasûlünü sevmez mi?
Habîbinin sünneti seniyesine de yine ALLAHu Zu'l-Celâl'in Habibi diye aynı kıymet de değeri verir.
Harfiyyen uymaya gayret eder.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Resim
Yâni yapılan hayratta (hayırlı işler) niyetini sağlam ve hâlisâne yapması gerekir.
Zîra hâlisâne yapılmayan ibâdetler geçerli değildir.
Mâlî, bedenî her ne çeşit hayır ve ibâdet olursa olsun, ALLAH katında geçerli olabilmesi için niyetin tam ve hâlisâne olması lâzımdır.

Çünkü Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
Resim
Yani
"Kulun ameli hâlisân, ALLAH için olmadıkça ALLAH onun amelini kabul etmez."

Çünkü RABB'imiz bizden hulûsu (Hâlislik, saflık, doğruluk, yalan ve hileden uzak olma) kalb ile ibâdetin hâlisâne olmasını ister.
Zîra RABBimiz kulun kalıbına bakmaz, kalbine bakar.
Kalbinde hâlisâne bir hal varsa, o ibâdet ve hayır ALLAH için yapılmışsa ancak o zaman geçerli olur, yoksa nifaktır.
ALLAH korusun.
İşte İmâmı Rabbânî'nin,

Resim
"Kalbinizi halâs duruma getirin." demesi de bundan dolayıdır.
Çünkü Kalb imamdır. Kalıp ise cemaattir.
İmamın namazı sağlıklı ve ihlâslı olursa ona tâbi olan cemaatın namazı da tam ve sağlıklı olur.
Cemaat imama uyduğundan, ona tâbi olduklarından imamın namazının geçerli olup olmadığı çok önemlidir.
(Binâenaleyh) nazargâhı ilâhi kalbtir, kalıp değildir.
O kimsenin kalbi halas durumuna geldi ise, kalıbına pek o kadar ihtimam etmez, çünkü kalıp halkı kandırabilir, kalıbının görüntüsü ile halkı yanıltabilir.
Bu sadece halk için geçerlidir. HÂLIK için geçerli değildir.
Onun için diyor ki:

Resim
Zâhiri de HAKK'a teslim ol diyor.
Şekli, şemâili, giymesi, kıyâfeti, cübbesini abasını tacını postunu bu gibi şeyler HAKK'a değil.
HAKK celle celâluhu bunlara bakmaz.
HAKK'ın bakacağı kalbin hakîkaten teslim olup olmadığıdır.
Bu ise hakâkaten emmâredir.
Kişi zâhirine ihtimam etmiyorsa halka gösterme ve kendini beğendirme yönünden halkı kandırma yönünden veyâ çeşitli formüllere baş vurursa bu kimsenin kalbinin halas olduğu kesinlikle yanlıştır. Hâlis değildir.
Çünkü halas durumuna gelen bir kalbin bedenine tamâmen hâkimiyeti vardır.
Kalb için vallâhi beden hangi kıyâfette hangi halde olursa olsun hiç farketmez.
İster en pejmürde gezer isterse en âlâsı ile gezer, fark etmez.
Ancak bu günümüzde bâzı kimseler vardır.
ALLAHu Zu'l-Celâl bizleri bu gibi hallerden korusun zâhiri kıyâfetlerle kendilerini halka beğendirmeye çalışıyorlar ve o şekilde halka kendilerini tanıtmaya çalışıyorlar.

Kardeşlerim; kalb tamâmen halas durumuna geldi ise kalıbı esâsen ALLAHu Zu'l-Celâl'e teslimdir.
Halk onların hayallerinden tamâmen çıkmıştır.
Halk beğenmiş beğenmemiş mühim değildir. HÂLIK celle celaluhu mühimdir.
O beğendikten sonra halk hoş görmüş görmemiş, sevmiş sevmemiş etraf olmuş olmamış fark etmez böylesi şahıs için.
Zira RABBımızın kaza-kader irâde ve meşiyyeti altında yaşayan bir şahsiyettir.
Teslim olmuş, halas olmuş...
Onun için RABBımızın hükmü ve icraatı altında yürümektedir.
Halkın hayalleri bile üzerlerinden geçip gitmiştir. Halkı mühimsemezler.
Halkın tamâmı etraflarında olsada farketmez. Veyâhut etraflarında hiçbir kimse olmasa da fark etmez.

Seyyid Ahmed Rufâi Hazretlerinin buyurduğu gibi: Halk iki bölüm olsa bir bölümü beni güzel güzel itriyatla kokulandırsalar ve hoş hallerli görünseler, öbür bölümüde demir taraklarla benim vücudumu cildimi tarayıp mahvetseler hiç farketmez. Ne öncekileri severim ne de sonrakilerden ikrah ederim asla!..
Çünkü tasarrufu ALLAHu Zu'l-Celâl'den görünce halkın kendilerine ait bir güçleri yok ki...
Yaptıran aslında ALLAHu Zu'l-Celâldir.
Dilerse halkı etrâfında toplar, dilerse hiç kimseyi onunla berâber etmez.
Dilerse kabulliyet izhar eder.
Dilerse kabûliyet izhar etmezde o kimseyi görenler kerih görüp hoşlanıp sevmezler Mesele budur!
Esâsen sevdiren ALLAH... Sevdirmeyen de yine ALLAHu Zu'l-Celâl.
Hepisi ALLAH. Aziz edende ALLAH, zelil edende ALLAH!
Herşey El MUİZZU ALLAH, Ve'l MUZİLLU ALLAH ALLAH...
El HAFİDU ve'l RAİFU ALLAH, ALLAH...
El BASITU ve'l KABIDU ALLAH, En NAFİU ve'd-DARRu ALLAH...
Hepsi böyledir.
İşte ALLAHu Zu'l-Celâli böyle bilen kalbini istila eden ve mâsivayı kalbinden yok eden kimse inanınki bu gibi hallere hiç ihtimam etmez.
Dâima huzur içindedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »


İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor:
Resim
Kişinin kendisini daima ayıplı olarak görmesi, her yönüyle ve her anda...
Aynı zamanda zünûb (günah) ve hataları o kadar çok hâle gelmişler ki âdeta istilâ etmişler bilince Havfullah (ALLAH korkusu) kendisini etkiler.
ALLAH'dan korkar. Zîra Allamu'l guyub olan ALLAHu Zu'l-Celâl'in intikamından korkar hazer eder, titrer.
Neden kardeşlerimiz, neden acaba?
Zira Havf-i ilâhi her hikmetin başı olup öyle buyuruyor:
Resim

Her hikmetin başı ALLAH korkusudur.
İnsanı Havfullah istilâ etmeyince...
Hattâki şöyle söyleyebiliriz.
Büyük zâtlar üzerinde ALLAHu Zu'l-Celâlin bir nebzecikde olsa Kahhar tecelliyatı vardır ki bu tecelliyat kendisine zarar vermeyip sâdece nefsi üzerinde tesiri olur. Ve Kahhariyet sıfatı altında nefsini mahviyet durumuna getirir.
Kendisini de acziyet fakriyet zillet ve illete düşürür. Ve dâima kendini ayıblı görür.
Hatalarını çokluğundan dâima melûl melûl bir duruma getirir.
Esâsen bu ALLAHu Zu'l-Celâl'in lütuf ve keremidir. Kuluna yardımdır.
Kuluna yardımcı olunca nefsini bu şekilde ezer ve neticesi nefsin kendisini, Emmâre -Levvâme - Mülhime - Mutmainne değilde, Râziyye - Merdiyye durumuna getirir. Ve neticesi Zekiyye durumuna gelir.
Kendisine yardımcıdır nefsinden herhangi bir zarar gelmez artık.

Onun için ayıpların zenblerin çokluğunu dâima görmek hususunda imâm-ı Rabbânî'nin ufak bir mektubu vardır.
Bir kimse tarafından soruluyor ve diyor ki:

"Efendim, filan kimse şöyle söylüyor: Yirmi senedir geçirdiği vakit süresince sabah akşam amel sâhifeleri gelmektedir ki hiçbir hatası olmamak şartıyla yâni hiç hatâya rastlanmıyor. Yâni bu kimsenin geçirdiği 20 senelik devre içerisinde sabah ve akşam sahifeleri ALLAHu Zu'l-Celâle arzedilir. Kendisinden meydana gelen işlem netîceleri arzedilir. Bu işlemler içerisinde bir tek hatâ bulunmamak üzere bu minval üzere olunca işte bu kimse kâmil bir mürşiddir diye tabir ediyor. Siz buna ne dersiniz?" diye soruluyor.

Tevcih edilen soruya İmâm-ı Rabbâni şöyle cevab verir:

- Vallâhi bu fakirin hâli yirmi senedir ki, sabah ve akşam bu fakirin sâhifeleri meydana getirilip arz ediliyorsa, Vallâhi işe yarar bir tek kelime, bir tek cümle dahi bulamıyorum, göremiyorum.
Kendimi her an olarak herhalde hatâlı ve ayıplı olarak biliyorum ve görüyorum.
Hattâ hafaza meleklerinin sağ taraftakilerini durgun, sol taraftakileri ise hatâları yazmakta olduklarını müşâhede ediyorum.
Benim fikrim, benim inancım, benim hâlim budur, diyor.
"Vallâhi eğer bu fakir şu anda kendisini bir Frenk kâfirinden daha iyi ve üstün görüyorsa, ALLAHu Zu'l-Celâlin marifeti bu fakire haram olsun," diyor.

İşte hakikî mürşidlerin RABB'lerine karşı durumları, halleri yöntemleri budur, böyledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Kardeşlerimiz RABBi Teâlâ Celle Celâluhu Azim olan ALLAH kulunu ni'metleri içinde gördükçe... Bizim size anlatacak olduğumuz şeyleri belki de dinlememiş olabilirsiniz.
Kardeşlerimiz, diyebilirsiniz ki nasıl oluyorda İmam-ı Rabbâni gibi bir şahsiyet 20 sene müddetince kendisini dâima hatâlı ve ayıblı görmüştür, hiç bir iyiliğini görememiş ve aynı zamanda Frenk kâfirlerinden dahi kendi hâlini iyi görmemiştir? Nasıl bir haldir bu?..

Kardeşlerim işte bu hal ALLAHu Zu'l-Celâl'in Kurbiyyetine ve vuslatına bir delildir.
Çünkü her zaman kendisine söyler ki:
Resim
Turab nerede?
RABBu'l Erbâb nerede?
RABBu'l Erbâb ile toprak karşı karşıya gelince toprağın bir emmâresi bir varlığı bir haysiyeti mi olur?
Methedecek bir hali bir yararı mı var, RABBu'l Erbab'a karşı!..
Nitekim Cenâbı HAKK bir âyette:

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
Ve âtâkum min kulli mâ se’eltumûh(se’eltumûhu), ve in teuddû ni’metallâhi lâ tuhsûhâ,inne'l-insâne le zalûmûn keffâr(keffârun). (ibrahim / 34)

ALLAHu Zu'l-Celâl'in nimetlerini saymaya yeltenirseniz sayamazsınız.
Fakat ne çâre ki insanoğlu zalim ve keffardır, inkarcıdır, görmemezlikten gelir.
Bir başka Âyette ise:

وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ اللّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve in teuddû ni’metallâhi lâ tuhsûhâ, innallâhe le ğafûrun rahîm(rahîmun). (Nahl Suresi/18)
Burda da ALLAH'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız sayamazsınız. ALLAH ĞAFUR ve RAHİM'dir.
Şükürler olsun ki burada ĞAFUR ve RAHİM diye buyuruyor.
Bir Âyette de:
Resim
Yani
"Beni anın ki ben de sizi anayım." Bir de :


وَاشْكُرُواْ لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ…
…veşkurû lî ve lâ tekfurûn(tekfurûni). (Bakara Suresi /152)
"Nimetlerime şükredin, göremezlikten gelmeyin."
Tekfir'in bir mânâsı da Hakkı örtmektir.
Bundan dolayı nimetleri görmemezlikten gelmek de küfrânı nîmettir.

Hülasa, biz nimet olarak yediğimiz içtiğimiz şeyleri görüyoruz.
Daha ötesine aklımız ermiyor ve basiretimiz görmüyor.
Fakat bu Mübârek zâtlar bu yüce makamlara varınca ALLAHu Zu'l-Celâl'in nâmutenâhi olan kudret ve azâmeti karşısında, bunca nîmetleri karşısında zavallı bir kul, RABBu'l İzze (Celle Celaluhu) karşısında kendisini nasıl iflâs etmiş, sıfır bir halde görmesin.
RABBu'l-İzze'ye (Celle Celaluhu) hakkıyla kulluk yapabilmesi için, bunca nimetlere hakkıyla şükredebilmesi için ne yapması lâzım?

Nasıl bir yöntem kullanması lâzım ki bu vazîfeleri yerine getirebilsin?
Bunlara hakkıyla lâyık olmak mümkün müdür?
Hayâtı boyunca ibâdet etse dahî kulluk ve nîmetlere hakkıyla şükretmiş mi olur?
Ama bizim avam sınıfına göre bir iki ibâdet yaptık mı cenneti almış gibi hükmederiz.
Fakat ALLAH'ın nîmetlerine karşı şükrü hatırımıza getirmiyoruz.
Aslında yaptığımız ibâdetler vs. ile cennete girmeye müstehak olduk kâbilinden değildir.
İbâdette esas olan RABBimizin üzerimizdeki nîmetlerine şükürdür.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Hz. Abdullah İbni Abbas'ın şu âyetin mânâsı hakkında buyurduğu gibi:
Resim
"Beni anın, ben de sizi anayım." buyuruyor ALLAHu Zu'l-Celâl.

Fakat:

وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ
ve le zikrullâhi ekber(ekberu)
(Ankebut Suresi / 45)

ALLAHu Zu'l-Celâl'in anması bizim anmamız gibi değildir.
Biz ALLAHu Zu'l-Celâl'i tezekkür ederken o bizi tezekkür ediyor deme değildir.
Hâşâ aynı seviyeli değildir bu anmak.
ALLAHu Zul-Celâl'den gelen tezekkür, kuldan olan tezekkür gibi değildir.
ALLAH'ın (Celle Celaluhu) tezekkürü ise, kendi kudret ve azâmeti nisbetine göredir.
Kuldan olan tezekkür ise, kendi zavallılığına göre ALLAHu Zu'l-Celâl'in tezekkürü yanında "hiç yok" hükmündedir.
Şu çok önemli hususa dikkat etmemiz lâzım.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İblis ALLAHu Zu'l-Celâl'e karşı cür'etkârlıkta bulunarak şöyle diyor:
ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ
Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn(şâkirîne).
(Araf Suresi/17)
"Senin kullarını öyle hâle getireceğim ki aslâ benden kurtuluşları olmayacak. Ben bunların önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından hücum edeceğim ve senin kullarının çoğunu sana şükretmekten alıkoyacağım ve göreceksin ki kulların çoğu sana şükürkâr olmayacaklar. Nimetlerin şükrünü ödemeyecekler. Nankör olacaklar." diyor.
Fakat sana ibâdet etmeyecekler demiyor.
Onun için bu nimeti azîmeler karşısında en çok hatâya düşülen yön bu yöndendir.
Bu yönü tam olarak fehmetmiyoruz.
Bu dünyâda verilen nîmetlere şükredebiliyorsak, bunu yapıyoruz.
Ama bu Mubârek zâtlar HAKK kapısında vardıkları vuslat ettikleri o makamlarda neler görüyorlar ve neler müşâhede ediyorlar ki, o nimeti azîmeler karşısında kendilerini bu kadar bu kadar âciz, zavallı görüyorlar.
Kendilerini böyle görmeyip de nasıl görsünler?
Aksi mümkün müdür?
RABBu'l-Âlâ, RABBu'l-İzze (Celle Celâluhuya hakkıyla kulluk yapmak öyle basit midir?
İmkân dâhilinde hakkıyle şükrünü ödeyebilmek mümkün müdür?
Sanıyoruz ki öyle ibâdetlerimizle cenneti satın alacağız, hayır bu böyle değildir.
Şu önemli noktaya dikkat edelim:


- Mahşer günü mîzanın önünde her birimiz önünde her birimiz için doksan dokuz sicil vardır.
Bu sicillerimizden otuz üçü nimetlere, otuz üçü hasenelere, otuz üçü de seyyielere tahsis edilmiştir.
Hasene ile dolu olan siciller, nimet sicillerinden bir nimet karşısında bir hiç durumunda kalır.
Bu haseneler ALLAHu Zu'l-Celâl'in vermiş olduğu nimetlerden bir tânesi karşısında yok durumuna iner.
Bir kul mizana gelirken ibâdetinden dolayı mağrur olarak gelirse, bir nîmet nîmetler sicilinden çıkar da ya RABBi ben bu nimet karşılığımı hakkıyla isterim derse -meselâ bir göz nimeti- zîra otuz üç hasene bu göz nîmeti karşısında çok hafif kalır ve tamâmen iflas durumuna düşürür. Ve haseneler bu nîmetin karşılığını veremez.
Bu durum insanı tamâmen iflas durumuna düşürür.
Nimet bakar ki başka hasene kalmadı, aradan çekilir ve RABB'isine der ki: "Ya RABB'i karşılığımı bulamadım. Amma hasene diye bir şey kalmadı ki."
Bir göz nîmeti karşısında hasenelerin hepsi gitti.
Geriye ise sâdece seyyieler kaldı.
Peki ya diğer nîmetlerin karşılığı, akıl, ağız, dil, nefes alıp verme nîmetlerinin karşılığı nasıl verilecek?
Hani anlatılır,
Cebrâil As. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e "Yâ Muhammed, bir âbid yetmiş yıllık ömrünü ibâdetle geçirdiği halde Cenâb-ı HAKK'ın huzûrunda Cennetime ne ile gireceksin, Amelin mi, yoksa Rahmetimle mi?" sorulduğunda "âmelimle" deyince, ALLAHu Zu'l-Celâl göz nîmetinin karşılığını isteyince yetmiş yıllık ibâdeti yok olur.
Çünkü o nîmetin karşılığı olamaz ve o zaman yalvarıyor o kul.
"Ya RABB'i Rahmetinle" der.
İşte o zaman cehennemden kurtulur.
Onun için Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
Resim
"Hiç kimse cennete âmeli ile giremez.
Sen de mi Ya Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem?
Evet ben isem dahî.... Âmelimle değil, ALLAHu Zu'l-Celâl'in Rahmeti ile gireceğim,
buyuruyor.
Cennete amelimizle değil ancak ve ancak ALLAH'ın Rahmeti ile girebileceğiz.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İşte bu izah etmeye çalıştığımız âmeller, ni'metlere karşı şükürdür.
Bu Mübarek zâtların basireti açık olduğundan bizim gibi kısır görmüyor ki, Allahü Zülcelâl'in ni'metleri karşısında bu hallere düşüyorlar.
Bizim gördüğümüz önümüze gelen nimetleri yiyip içip ni'metleri sadece bunlar sanmaktır.
Bazı kimseler şükretmek şöyle dursun Rabbisini unuttuğu gibi varlık kendisinden varidmiş sanıyor ve öyle diyor.
Onun için Allahü Zülcelâl bizlere muin olsun.
Bu gibi hallerden muhafaza etsin.
İşte hakiki mürşidi kâmiller Rabbimizin müşahedesi altında olunca kendilerinde zavallılık, acziyet ve fakriyyetin dışında bir şey göremiyorlar Kendilerinde iflasdan başka bir şey bulamıyorlar.
Rabbimizin hukukuna uygun olarak yapılan bir nesne dahi yok.
Sıfır mı sıfır... Kendilerini iflas etmiş halde görüyorlar.
Çünkü insanoğlu acizdir. Noksanlık yapar. Zira Azizlik ve Kemâliyet Allahü Zülcelâl'e aittir.

İmamı Rabbani mektubuna devam ediyor:

Resim
"Haseneler ne kadar çok olursa olsun onları az görmek, hiç görmek;
Seyyieleri de ne kadar az olursa olsun anları da çok görmek lâzımdır."

Çünkü insanoğlu ancak bu şekilde kendi haddini bilmiş olur.
Yoksa hasenelerin çokluğu gözönüne getirilirse bu gururlu olmayı meydana getirir.
Münafık bir kimse haseneyi önünde, seyyieyi arkasında görür.
Fakat Mü'min kişinin haseneleri arkasında, seyyieleri göz önünde olur.
Sanki üzerinde bir kaya varda başına inmek üzeredir.

Allahü Zülcelâl'in korkusu altında ezilir.
Zira Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
"Allahım ikabından affına sığınırım. Gadabından rızana sığınırım. Senden sana sığınırım. Seni mehtü senam kabil değil, seni ancak sen bilirsin, seni başka hiçbir kimse fehmedemez."
İşte Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Rabbisi karşısında böyle yalvarıyor, böylesine eziliyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Aziz Kardeşlerim,
Hasaneler ne kadar olursa olsun en güzel tarzda işlenmiş olursa olsun bunda sakın herhangi birşeyler yaptım diye sanma.
Seyyieleri (kötülükleri) de ne kadar az olursa olsun kendini töhmet altından da çıkarma.
Seyyieleri hafife alma. Velevki en az olsalar dahi.
Neden kardeşlerimiz?
Zira hasene işlerken Halikû'l Kevn olan Rabbu'l ibad olan Allah (Celle Celeluhu), Rabbü'l erbab olan Allah yoktan var etti kainatı ve eserimiz yok idi var etti.
Bu kainatı bizler için musahhar kılmıştır.
Bu kadar çok ni'metler karşısında neler işlemiş olursak olalım neticede a'ciz kullarız ne işleyebiliriz ki?..
Rabbü'l İzze (Celle Celaluhu)nin azametine layık olan bir ibâdetimiz mi olabilir. Veyahutta hukuklarını ödeyecek tarzda bir işlem mi yapabiliriz?
Nimetlerinin şükrünü yapabilecek hale mi gelebiliriz? Yapabilir miyiz bunları?
Acziyet ve fakriyetten gayri halimiz olamaz ve kendimizi sıfırdan kabul etmemiz lâzımdır.
Çünkü bu hukuk ve ni'metler karşısında hele bilhassa mürşit olan zât çok daha geniş bir basiret sahibi olunca, şu mükevvinata müşahede ettiği harikalar karşısında Rabbımızın karşısında âciz bir kulun zerre bile olmadığını anlar ve anlatır.
Ne işlerse işlesin hatta hayatı müddetince secdeden dahi kalmasa bile yine de birşey yapmış veya işlemiş değildir.

Seyyie kısmını da gelince esasen işlenmiş olan seyyie, bunca ni'met varlıkları karşısında hangi insan bir beşer ve mahluk olarak cür'et ederde, Halikına karşı birşeyler işleyebilir? Muhalefetlik yapabilir?
Bu cür'etkârlık değil midir? Ve hepside cehaletten doğmuyor mu?
Hakikaten görüyorsa, anlıyorsa ve biliyorsa mahlûk halikına karşı isyan mı eder? Buna imkân mı olur?
Tabi çok enterasandır ve dikkat edin ki şuur içinde olan mahlûk halikına karşı isyan ve seyyieye cü'ret edebilir mi? En ufak bir şey dahi olsa...

Allahü Zülcelâl
"Ey kulum namaza çağrıldığında geç kalktın, namaz vakti geldi davet olundun da başka şeylerle meşgul olup lakayd davrandın ve namaza geç kaldın. Neden böyle yaptın, beni o kadar da basitten mi gördün ve meşgul olduğun hallerden daha mı noksan gördün. Beni onlardan daha zayıf mı gördün?"
Hâşâ... Onun için bu kadar dahi sorsa cevab veremeyiz.
Nasıl cevab verilir ki?...

Hikemû'l Ata'da şöyle buyuruluyor.

Resim
Sanma ki Allahü Zülcelâl'in huzuruna vardığında eğer adaletin hükmü tecelli ederse inanın ki karşısında bir zerrecik cevab veremezsin ve kurtuluş da bulamazsın.
Bereket versin ki; lâkin ne kadar büyük hatan olursa olsun Allahü Zülcelâl'in fazlı ile kurtuluş olur.
Çünkü adaletle olunca hakkıyla yapabilme imkanımız ve gücümüz yoktur.
Hele bilhassa yapmayı bertaraf etde birde karşısında olup muhalefet işlemek olursa artık nasıl neticelenir bilemem.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur-ye »

SADAKAT SIRRI

Resim


Resim

ZEVK 1491

Kâinâtın Kölesi oldum! Kanaat yok! Tevekkül yok!
Tamahla-Hırs-Şehvet-Gazab, KALBimi Virân eyledi!
Ehl-i Nifâk, Ehl-i Riyâ, Ehl-i Dünyayyım! Derdim çok!

SORdum SIRRIn SIDDIK’ına: “Otur Oğlum!..Otur!..” dedi..


28.07.1999 12:59
Lârâ Sahilleri..

Bu bir ZEVKtir ki NEFSim!..
Doğru OKU!
AŞKı ANla!..


Resim

Ömrümün o zamAN Dilimleri çok ilginç İmtihan Sorularıyla geçmekte idi..
Çok erken emekli olmuş, Mimar olduğunu söyleyen oğlumla bir de ortak alıp büro açmış iş yapmaya uğraşmaktaydık..
Resûlullah sav’in Özel ve Güzel yardımıyla 1954 yılından beri Antalya’da yaşayan ve Siirtli Hafız diye meşhur olan Muhammed SIDDIK Hekim Hocamla Benden taleb ve O’ndan dâvet olmaksızın Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’de yeniden buluşmuştuk.
İlk defa 1971 yılında görüşmüş ama Aksarayda olunca yakınlaşamamıştık.
1980 sonrası sadece dinlemeye zaman zaman gider tek kelime olmaz sadece: “Nasılsın?” derdik…
Bir zamAN geldi ki hep BİZ ve BİR OLduk!..

Her ikindi nazmından sonra belki 40 yıldır süren SOHBETHÂNEsinde buluşurduk.
Kapısında hâlâ asılı duran “BUYURUN!” küçük levhasıyla orası meczub, akıllı, yerli, yabancı olup olmadığı sorulmayan ve harika çaydan yeter deyinceye kadar içilen ZEVKHÂNE idi…

SIDDIK Hocam daha 7 yaşını bitirmeden kendi iki gözü kör iken yine iki gözü doğuştan âmâ olan Meşhur bir Hafızdan, harfsiz-okumasız sadece SES ile Kur’ân-ı Kerîmi HIFZ etmiş nâdir HAFIZlardan idi.
Sanırım 1967 de ise bir Kadir Gecesinde tüm Kur’ân-ı Kerîmi Yatsı ve Teravih Namazı olmak üzere 33 rekatta hatmetmiş ve kayda alınmıştır..
Baştan sona bu kayıt-kasetleri şu anda bendenizde de mevcuttur.
Hızlı okumayı takib etmek için Kudsal Gecelerde 5,5 saatte Hatmederiz şükür..

İşte bu ortam içindeydik..
O akşama Kandil Gecesiydi..
Fatma Ana ve kızım Ahsen oruç tuttular ve akşama dondurma getirmemi istediler..

Sohbete katıldım..
O zamanlar bendeniz gelmeden Hocam sohbete başlamazdı, beklerdi de insanlar elimde olmadan geç kalsam:
“Hocamı bekletme!” derlerdi..
Hocam çok severdi bendenizi: “Vallahi-Billahi-Tallahi Abdüllatifi çok seviyorum!” dedi bir gün!
“Seni benimle buluşturan RABB’ime hamd olsun!” dedi..
Dedi amma bu kıskançlık ateşini de yaktı!..
Kasetlere aldığı sohbetlerini 4 cilt kitab hâline getirdim..
Yüzlerce kasete sohbetlerini aldım..
Hocamla bazı hususları payşamazdık.
Kendisi eski tasavvuf sistemini aynen uygulardı..
Oysa Zaman yeni AŞK, MEŞK ve İNSANlara gebeydi..
Tarikatın karışmış zinciri yerine bizzât Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’i İmam-ı Mutlak ve Mürşid-i Mutlak BİLmek-BULmak-OLmak ve YAŞAmak zamANındaydık…
Bunda hem fikirdi ancak alıştığını da uygulardı..

Neyse..
O gün karşılıklı otururken içimden: “Acaba BİZ bu İŞin neresindeyiz? Bir görsek de Kalbimiz yatışsa!” dedim.
Sohbet 1-2 saat sürerdi.
Bitti, çıktım büroya uğrayıp bir şey aldım ve dondurmacıya yürüdüm..

Ama kendimi bir ANda bir mahalle içinde buldum.
Aklım yerinde ama hatırlamam-hafızam sıfırdı.
“Burası nere?” diye sordum bazılarına ama çıkaramamaktaydım.
Anladım ki bir yakaza içindeydim.
Akşama 1 saat yoktu.
Yaşlı bir kimseye: “Bakınız ben yabancı oldum buralarda bir mescid var mıdır? Lütfen beni ulaştırsan!” dedim.
Merkez Bankasının arkasındaki ufacık ve çok eski Mescide getirdi gitti..
İçeri girdiğimde tam ortada tıraşı çok uzamış gibi kısa sakallı rençber gibi yanık yüzlü birisi âdeta taş gibi donmuş kalmıştı.
Selâmı vs alacak hâli yoktu.
Kafamın bir kısmı çalışmataydı.
2 rekat namz kıldım.
Ben de oturdum ZİKRe..

Ama bir ANda Kerbelâ Çölünün dağlarla buluştuğu bir Vâdi başında buldum kendimi..
1989 yılında Ümre haccına giderken hepimiz uyuyakalmışız da, Kerbelâ Ziyaretine vakit harcamak istemeyen Adana’lı şöfürümüz yolu sapıtıp buralar gelmiş ve askarlerle epey uğraşmıştık da tekrar İmam Hüseyin (as) a dönmüştük çölden çıkabilmek için…

Tek başıma kan-ter içidnde idim.
Bana: “ 9 Şiir Şehrin harab olmakta!.. Kum Seli basmakta koş-yetiş!” denmişti.
O zamnalar 9.uncu AŞK Defterim bitmişdi.
Vâdiye girdim ki yukarıdan aşağı korkunç bir Kum Seli akmakta ve her şeyi yutmakta idi...
“Demek ki KIYAMET kopmuş ben anlamamışım!” dedim..
Öylesine sert bir rüzgâr esmekte idi ki:
“Bu ne rüzgârı Yâ RABBî!” diye haykırdım.
Gökler dolusu bir ses Türkçe olarak:
“Azîzü’l- Hakîm Rüzgârı!” buyurdu.
Bana en yakın ve son 9.uncu Şiir Şehrimin binbir GÜL-Çiçek ve Köşkleri de kuma teslim olmakta ve yutulmaktaydı..

O ANda hemen önümde 7 Mezar oluştu.
“Hayret bunlar Benim Mezarlarım! Ben ne zaman ölmüşüm?” dedim.
Hemen ayaklarımın ucundakini rüzgâr kazımış-açmıştı..
Kol ve bacak kemiklerim çıkmıştı dışarı.
Birisini aldım, elimde un-ufak oldu.
“Belki de 500 yıl olmuş BEN öleli! Bu BENim BEDEN MEZARIM!” dedim.
İkincisinde çoğu kurumuş ala kanlı bir deri parçası vardı.
“Bu da NEFS MEZARIM!” dedim.
Üçüncüsü âdeta leğende bir SU gibi idi.
“Bu da KALB MEZARIM!” dedim.
Dördüncüsü ise Yakamoz hâlinde bir Şûle pırıltısı idi..
“Bu da RUH MEZARIM!” dedim.

Ben mezarlarıma bakarken bir anda Kum Selinin ayaklarımı geçip dizime çıkıverdiğini görünce var gücümle Vâdinin sol yamacına koştum.
Çok dik ve sarp yamaçta tuttuğum her şey elime gelmekte ve Kum Seli ise benle yükselmekte idi.
Sağ olduğumdan emindim ve korkum korkunçtu..
Bâzen bir köklü ota tutunup çıkarken tırnaklarımın söküldüğünü ve kanlar aktığını görmekteydim..
Kan-ter içinde çabaladım durdum var gücümle..

Ve binbir ZORlukla bir yere çıktım ki aşağıda kıyamet koparken burası âdeta CENNET gibi idi..
Oturdum SEYR ettim..
Çok yorgun ve yapayalnız idim.
Anlatılmaz serinlik, güzellik ve kokusu olan bir rüzgâr esmekteydi.
“Bu ne rüzgârı Yâ RABBî!” diye yalvardım.
Yine Gökler dolusu bir ses Türkçe olarak:
“Rahmânü’r- Rahîm Rüzgârı!” buyurdu…

Çok rahatladım ama yapayalnız kalıştan korktum!
Kalkıp da tepenin zirvesine çıkınca az ilerde tek bir ağaç ve tek dalı sanki şemsiye gibi!
Altında ise Muahmmed SIDDIK Hocam..
Sırtını ağaca dayamış, sol bacağı üzerine oturmuş sağ dizi dikili, elinde İnciden bir tesbih var ve tek tek ZİKR etmekte..
Ve aşağıdaki fırtınayı SEYR etmekte idi..
Sadece koyu gri bir bulut kaplamıştı aşağıyı..
Onu görünce nasıl heyecanlandım anlatamam!
Yanına koşarak ve bitkin bir hâlde vardım.
Belki anlatacaktım neler olduğunu!
Ama dilim boğazıma dolmuş gibiydi ağlayamamaktaydım!
Hocamın altında bir kişilik Bizim Aksaray el dokuması Halı Seccade vardı.
Sağ tarafında az bir yer kalmıştı.
Hocam orayı göstererek bana bakmadan ve SEYRini bozmadan:
“Otur Oğlum!..Otur!..” dedi..

Bendeniz başımdan geçenleri insanlara yararı olsun diye anlatırım bu nedenle de bazı kısımları sanırım sansürlenir ki hatırlayamam.
Burada da sonra neler oldu hatırlamamaktayım.
Hatırladığım ise;
Baktım ki her yön sonsuz sayıda ve büyüklükte dağlar-tepeler ile çevrilmişti..
“Hocam BİZ burada hapis gibi ebediyen kaldık mı? Yol yok! Yön yok!” dedim..
Hocam tesbihli sağ elini çevirerek KIBLE YÖNÜne getirdi ki az ilerde gözleri kamaştıran bir NUR Hüzmesi İçinde RAVZA-yı MUTAHHARA gözüktü..

“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin Abdike ve Nebîyyike, ve Rasülûke ve Nebîyyi’l-Ümmiyi ve alâ âlihi, ehl-i beytihi vessahbihi!”
“El hamdülillahi Rabbülâlemîn!” dedik..

Bir gün sonraki sohbete geldiğimiz de Hocam:
“ANLAt bakalım Abdüllatif oğlum! Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’e güvenenin eli hiç boşta kalır mıymış?” dedi..
“Allahü Zülcelâl ve Resûllah sallalahü aleyhi vesellem BİZe GÜVENmekte! Biz ise Allahü Zülcelâl’e ve Resûllah sallalahü aleyhi vesellem’e GÜVENip GÜVENmemekte denenmek olan KULluk İmtihanı içindeyiz!” buyurdu..

Ve aktı gitti Söz-Sohbet-Zevk-Hazz Seli..
Gönülden Gönüle..
İşte bu ZEVK o günün ve ANın hatırası…

Muhammedi Muhabbetlerimle…
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur-ye »

9.UNCU DEFTER


KUL İHVÂNİ DİVANI


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيم

Bismillâhirrahmânirrahîm

(Dudakta başlayıp dudakta biten rahmet anahtarım)

Yâ Allah!
Yâ Hakk!
Yâ Aliyy!
Yâ Kuddûs!
Yâ Subbûh! (cc)

İbni Arabî (ks)


http://www.muhammedinur.com/modules.php ... e&pid=4111
Resim

9. CİLT

LATİF YILDIZ

(01.11.1996 – 28.02. 1998 : 1507 dörtlük)
Resim

ZEVK 1237

Hoş geldin Aşk Meydanına Dokuzuncu Aşk Defterim!
Nice HAZZlar yaşayacak RABBısıyla sevdâ serim
İnşâallah Haramında KÂBEyle kucak kucağa
TEVHİDle Haccım Miracım Bereketli olacak seferim…


01.01.96 00:01
A n t a l y a


Resim
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İmâmı Rabbâni mektubuna devamla:

Resim

Şöhretten hazer et, şöhret heveslisi olma, şöhreti hoş görme.
Neden kardeşlerimiz?
Çünkü, insan bir kul olarak cenâb-ı ALLAHu Zu'l-celâl karşısında kendisinde bir şöhret mi görür.
Zîra şöhret âfettir.

Şâhı Nakşibend Hz.


Resim

"Şöhret âfettir"

buyuruyor.
Halvetten bahsederken de:


Resim

Bir Şeyh, bir mürşidin halvete girmesi bir mağaraya girmiştir, bir eve girmiştir, tek başına halvet durumuna bürünmüştür bunların hepisi de onu şöhrete sevkeder. Şöhret ise âfettir.
Onu için diyor ki:

Resim

Yâni esas halvet halk içinde halk arasında olmandır.
Kalıbın halk arasında halkla olacak, kalbin RABBınla ile olacak.
İşte Dârencümend denilen kabadayılık budur.

Abdulhâliki Gücdüvâni'ye göre halvet:
Kalıbın halk arasında gezecek, fakat kalbin HÂLIKından ayrı kalmayacak.
İşte gerçek halvet budur.
Bundan hiç bir şekilde şöhrette doğmaz.
Hiçbir antikalıkta doğmaz.
Çünkü dâimâ halk arasında gördükleri şahsiyettir, ama halvet diye bâzı yerlere kapanmalar, gizlenmeler, değişik kılık kıyâfetler halkın dikkatini çeker, bir ayrıcalık hâli varmış fikrini doğurur.
Nazarı dikkati çeker.
Dolayısıyla bunlar şöhrete giden yollardır.
Bunlardan kaçınmak lâzımdır.
Zîra halkın içinde onların dertleri ile dertlenen bir mürşid, kendi başına uzlete çekilen bir mürşidden çok daha efdaldir. Ve bu hadistir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İmamı Rabbani devam ediyor:
Resim
Halkın teveccühünü kazanmaktan, halkın sana yönelmesinden zevk alma, haz duyma, böbürlenip ucûblanma, bu da tehlikelidir.
Bundan da kaçınmak lâzım bilhassa.

Zîra Ebu'l-Haseni Şâzeli Hz. leri şöyle buyuruyor:

Resim
Kim ki, halk kendilerine yönelmiş, elini öpmeye başlamışlar, fakat bu kişi henüz kemâl devresine gelmemiş, henüz beşeriyet ateşi sönmemiş olduğu halde halkın etrâfında toplanmasıyla yetiniyorsa, Cenâb-ı HAKK'ın Hak nazarından sâkıt olmuştur, buyuruyor.
Kemâliyyet olanlar müstesnâ. Çünkü bunların beşeriyyet ateşi sönmüştür.
O ateş nûra dönüşmüştür. Ama henüz bu hâle gelmeden, kemâliyyet bulmadan halkın etrâfında toplanmasıyla mürşid olduklarına kanaat getirip bununla yetinenler, işte bunlar helâktadır.
ALLAHu Zu'l-celâl'in hak nazarından sâkıt olmuştur, helak olmuşlardır. Ve kendilerini helâka düşürmüşlerdir.

Bunlardan hazer edin, buyuruyor.

Bu gibi vasıflarla mürşidlik yapmaya kalkışanlar bilsinler ki kalblerinden mahlûkat sevgisini çıkarmadıkları takdirde o kalblere HÂLIK nûru girmez.
Çünkü HÂLIK ve mahlûk bir arada yaşayamaz. Mümkün değildir. İki zıt bir arada olamaz.
Kalb mâsivâdan âri bir hâle gelmiş ve HÂLIKın nûru yerleşmiş ise mahlûk sevgisi oradan çıkar.
Bu hâle gelen bir kalb halkın rağbetinden, kalabalık olmasından haz duymaz.
Eğer bu gibi hallerden haz duyuyor ve bundan dolayı da bir böbürlenme varsa, henüz o kemâliyete ermemiş de maalesef helâka doğru gidiyor demektir.

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:


Resim
Bir kimsenin, dininden ve dünyâsından dolayı parmakla gösterilmesi böylesine bir şöhret ona şer olarak yeter amma dünyâ amma din yönünden. Ancak; ALLAH'ın ismeti altına girmiş olanlar müstesnâ.

Bu ALLAH'ın ismeti altına girmiş olanlar, bunlar kâmil insanlardır.
Bunlarda beşeriyyet nârı nûra dönüşmüştür.
Bunlar kâinat etraflarına toplansa da, yalnız başlarına kalsalar da farkeden bir şey olmaz.
Bunlar hiç bir şekilde etkilenmezler.
Esâsen onlar mahlûku ile değilde HÂLIK'ı ile meşguldürler.
Fakat bu demek değil ki halkla ilgilenmeyecek, onlarla olan her türlü ilişkiyi kesecek, Bu dünyâya gelmiştir mahlûkatla da alâkası vardır..
Bu dünyâya gelmiş, aynı zamanda kendileri de mahlûkat ile berâber yaşıyorlar.
Bunların vesilesi ile, sebeb olmaları ile menfaat ve zarar hâsıl olur.
İcâbında hak yolu gösterir vs. bu gibi menfaat yönleri vardır.

Zîra Rasûlullah:


Resim
"İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok menfaati dokunandır."

Zamânı gelince halkı irşad etme görevi verilecektir.
Ancak daha kemâliyet olmadan bu gibi hallerle kanaat getirip keyiflenerek bunu yeterli görüyorsa henüz kâmil değildir ve bu gibilerin maalesef akîbeti helaktir.
Nasıl ki Kemâl sâhibi olmayan bir doktor, mîmar, mühendis, diplomat vs. faydadan çok zarar verirlerse, mürşidlik de aynıdır.
Ehli olması ve erbâbından izinli ve icâzeli olması şarttır. Behemehal diploma alması gerekir.
Esâsen erbâbından evvelâ ALLAHu Zu'l-celâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem olmak üzere.
Nasıl ki Pîrimiz Şeyhimizin icâzetnâmesinde belirtildiği gibi ALLAH ve Rasûlu ve Nakşi - Kadiri sadatların emirleri mûcibince kendisi tarafından verildiği gibi...
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Bu minval üzere olursa, bu gibi zâtların başımızın üstünde yeri var.
ALLAHu Zu'l-celâl bu misilli zâtları çoğaltsın. Temennimiz budur.
Kemâliyet bulmadan, daha diploma almadan kemâliyet bulmadan, beşeriyet ateşi sönmeden halkın arasında oturup mürşid olduğunu söyleyenlerden, faydadan çok zarar gelir, ALLAH Korusun.

Bir zamanlar Ebû Abbasi'l Mürsi Hz. lerine sormuşlar:


“Şam'da şöyle bir Şeyh var, şöhreti her tarafa yayılmış, bunun hakkında ne dersiniz?”

Şöyle buyuruyor:

“Evet bu dünyâda görüyorum. Fakat gök âleminde hiç esâmesi yoktur”

diyor.
İşte onun için bundan daha büyük âfet olamaz.
Zîra bir kimsenin şöhreti rütbesini aşarsa, bu onun için felâkettir, helaktir.
Etrâfındakilerin hakkından gelemez ve bunlar için baş belâsı olur haklayamaz.
Etrâfındakilerin irşad yönünü yerine getiremez.
Dünyâ ve âhiretteki çobanlık görevini îfâ edemeyecekse, kendisine yazık etmiş olur.
ALLAHu Zu'l-celâl cümlemize şuur versin.

Şâhı Naşibend Hz.leri cemaatıyla bir yere gidiyorlarken, yolda durup dururken ağlamaya başlar.
Gidecekleri yere varıncaya kadar bu ağlaması devam eder.
Etrâfındakiler de her halde önemli bir vâkıa oldu ki böylesine ağlıyor diyerek gidecekleri yere varınca sormuşlar:


“Efendim ne oldu da böylesine ağladınız?”

Şöyle buyuruyor:

“Vallâhi kendi halime ağladım. Ben böyle binekli olarak sizi ve bu halkı böyle etrâfıma toplanmış olarak görünce utandım ve kendi hâlime ağladım. Eğer ALLAHu Zu'l-celâl'in setir perdesi kalkıp da benim hatâlarımı ve hâlimi görseniz değil ki etrâfımda olmak, bana selâm bile vermezdiniz. Fakat ALLAHu Zu'l-celâl bir lütuf olarak setir perdesini çekiyor da bizi insan sınıfından görüyorsunuz ve etrâfımızda oluyorsunuz. İşte bundan dolayı kendi hâlime ağladım” diyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

İmâmı Rabbâni devam ediyor:
Resim
Niyetleriniz ve efaliniz fecir gibi apaçık, düzgün, sahih olsa bile, niyet efaliniz ne kadar hâlisâne olsa da kendinizi bağlamayınız, kusurlu ve kabahatli biliniz, ve:
Resim
Meydana gelen haller ve vecd yönleri vâkıaya mutâbık da olsa şeriata muhalif olmasa da fazla ihtimam etmeyiniz.
Bu gibi hallere îtimat etmeyiniz.

Bundan gâye kendisinden sâdır olan bu gibi nesnelere ef'al, amel, mevâcid ve hallere fazla bağlanıp o hallere yöneldiği takdirde bir hicab meydana getirir, terakkiyâtı da durdurur, terakkiyâta engel olur.
Onun için terakkiyat devresinde ne gibi haller meydana gelirse gelsin bunlara bağlanıp kalmaması lâzım.
Hep ALLAH'a yönelmesi ve ona bağlı olması lâzım.
Mâsivâdan âri bâri olarak yoluna devam etmesidir.
Resim

İmâmı Rabbânî diyor ki:

-Bu dînin teyidi, şeriatın tervici yönünden, halkın HAKK'a da'veti yönünden çalışmak gerekir. Bunlar ihmal edilmeye gelmez. İmkân ve kâbiliyetine göre bu dînin teyidine çalışmak lâzım. Kemâliyet olsun noksanlık olsun. Ama az, ama çok. Fakat dînin teyidine, Milleti İlâmın kuvvetlenmesine, şeriatın tervicine, halkın HAKK'a da'vetine niyet ve azminiz olup çalışırken bu yönde bunları yapıyoruz diye gururlanmayın. Zîra bu hususta gururlanıp kendi enâniyetinizi ortaya koyarsanız bu dinin teyidi, şeriatın tervici, Milletin takviyesine bir yararı olmaz. Ve bunlar sizin elinizle sizin cehdu cühûd ve tasarruflarınızla olacak şeyler değildir!..

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:
ALLAHu Zu'l-Celâl bu dînin teyidini ve İslâm Milletinin takviyesini ve şeriatı garrânın tervicini daha da gelişmesini dilerse, bunu fâsık fâcir bir kimse yolu ile de teyid eder. Buna kâdirdir. Zîra Kâdiri Mutlak odur. Onun için bunları yaparken kendi enâniyetinizi ileri sürerek böbürlenip gururlanmayınız, buyuruyor.
Bu Hadis-i Şerifin sebebi vürûdu şudur:
Sahâbe-i Kiram arasında çok ciddi şekilde cihad eden bir kişi vardı.
Cihatdan döndüklerinde o kişiyi her zaman Rasûlullah'a methederlerdi. Rasûlullah da:

Resim
"ALLAHu Zu'l-Celâl Kâdirdir, dilerse dînini ehli olmayan fasık, fâcir bir kimse ile de teyid eder." hadisini buyururdu.
"Onu âlet olarak kullanır, dînini güçlendirir, bu mümkündür" buyururdu.
Sahâbe bu kişinin cihadı ve cihad ederken takındığı ciddiyet tavrı karşısında hayret ederler ve geldiklerinde yine Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e ondan bahsederlerdi.
Rasûlullah yine aynen buyururdu. Fakat günün birinde elinden aldığı bir darbenin acısına, ağrısına dayanamayarak bu kişi intihar eder.
Gelip bu hâdiseyi Rasûlullah'a anlatırlar.
Rasûlullah'da bu kişinin mü'min değil münâfık olduğuna işâret eden bu hadisi tekrarlar.
O haller tamâmen gösteriş için, o şekilde cehdu cuhudu halkın kendisine gösterdiği rağbetten ileri geliyormuş.
Halkın medhu senâsından çok hoşlandığı için bunu yapıyormuş.
Ama sonunda intihar edince mâliyetini ortaya koymuştur.
Ve gelip Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e anlattıklarında aynı hadisi:
Resim
buyurdu.

ALLÂHu Zu'l-Celâl Kâdir'dir, dilerse ahlâkı uygun olmayan bir kimse ile dîni ahlâka sâhib olmadığı halde hattâ fâcir-fâsık olmasına rağmen dînin teyyidine çalışıp güçlendirip geliştirir de. İstiyor ve tasvib ediyor da değildir. RABB'ımız onu âlet olarak kullanabilir.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »


Aziz Kardeşlerimiz;
Kulağınızı açın ve dinleyin, basiretinizi de şöyle bir gezdiriniz.
Demek ki İmâm-ı Rabbânî devresinde de bu gibi haller mevcûd idi ki kimileri dînin tervicine (revaç bulmasına) çalışıp din gelişsin Kur'an okunsun, insanlar hidâyet yönüne yönelsinler veyâhutta îmanları güçlensin istemeleri yönünden bu gibi haller var ki ortaya getirmiş koymuştur.
Yâni mürşidlere uyarıdır. Bu gibi şeylere kendinizi kaptırmayın diyor.
Neden? Çünkü, sizin bulunduğunuz kapı tek kapıdır ve HAKK kapısıdır.
Eğer HAKK kapısında iseniz
“Efendim ben Kur'an okunsun, muhafaza olunsun diye böyle yapıyorum” dersen ALLAHu Zu'l-Celâl buyuruyor ki:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
İnnâ nahnu nezzelna'z-zikra ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).
(Hicr Suresi / 9)
Biz azimu'ş-şan zikr-i Hâkim'i biz indirdik muhafazası da bize âittir.
Kur'an'ın muhafazası bizim gibi zavallılara düşmez.
"Efendim, ben îman güçlensin diye cehd-u cühûd ediyorum" diyenlere gelince: Vallâhi'l-Azim kardeşlerim îman ezelden beri karâra bağlanmıştır.
Hiç kimse bu günlerde bu hususda bir yenilik yapamaz. Ve ALLAHu Zu'l-Celâl buyuruyor ki:

Resim

İşte bu ezel hükmüdür ve îman husûsundadır.
Küfür hususunda ise âyet-i celilede:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ ۝ خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ …
İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne). ۝ Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim…
(Bakara Suresi / 6-7)

Vallâhi bu mühürü basdıktan sonra nezir ve beşir dahi gelse nitekim Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi arzuladığını yapamamıştır. Mümkün de değildir.
Yâni insanoğlu olarak aczimizi ve bu zavallılığımızı ortaya koymak lâzımdır.

Hidâyet kısmına gelince ise, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde


Resim

ALLAH bir kimseyi hidâyete şevketti ise, o gün için yâni ezel âleminde hidâyet sâhibi olundu ise ALLAHu Zu'l-Celâl'in nûruna muvaffak kılındı ise müyesser olundu ise zâten nurludur ve bu dünyâya gelse dahi.
Resim

RABB'larından olan nurları ile zâten kalbleri şürûh eder ve buraya meyil eder.


Yok delâlet kısmından ise,
Resim

Bir kimse dalâlete müstehak olundu ise ona kimse hidâyet edemez.
Çünkü bu Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi müyesser olamamıştır.

Daha başkasıda müyesser olamaz, diyeceksiniz ki ilim yürüsün din güçlensin vs. ALLAHu Zu'l-Celâl her yönüyle Kâdir'dir.

Hulâsa İmâmı Rabbâni Hz.

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ
E lâ lillâhi'd-dînu'l-hâlis(hâlisu)
(Zümer Suresi / 3)
Din hâlisâne olarak lillâhi teâlâ, hâlisâne olan din ALLAH Teâlâ içindir.
Ef'al hareket her ne olursa olsun, gâye hâlisâne bir niyetle ALLAH için olacak.
Yoksa bu gibi başka terviçlerle olmaz.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Hülasa, İmamı Rabbani'nin baştan beri anlatmak istediği, insanoğlunun haddini bilip acziyetini, zavallılığını idrak ederek Cenabı Hak karşısında kendisini bir hüküm sahibi, bir hidayet, bir nur sahibi, nur dağıtıcı, hidayet dağıtıcı bir Kur'an geliştirmeci, sanki Allahü Zülcelâl'e yardımcı gelmiş gibi haller ve tasavvurlardan tamamen korunmak gerektiğini beyan ediyor.

Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).
(Kasas Suresi / 68)
Allahü Zülcelâl dilediğini yaratır. Yarattıkları üzerinde mutlak muhtariyeti olup, muhtariyet umumiyetle Allahü Zülcelâl'indir. Onların tasavvur ve ihtiyarlarıyla değildir. Muhtariyet Allah'a aittir.
Zira Allahü Zülcelâl hiçbir şey meçhul değil, malumdur. Bize göre ise meçhuldür.
Onun için ilmine göre yürütmek behemâhal. Ama dalalet ama hidâyet. Ama Kur'anın gelişmesi ama dinin tervici vs. bunların tamamı da Allahü Zülcelâl'in muhtariyetinin dahilindedir.
Zira başka bir şekilde tasavvur edecek olursak kendisinden bir güç, kuvvet, tasavvur, fiil hidayet, dini geliştirme iman verme gibi şeylere kalkışırsa bu gibi tasavvurlar karşısında Allahü Zülcelâl uyarmıştır:

Resim
Noksan sıfatlardan münezzeh, Kemal sıfatı ile muttasıf olan Allah (Celle Celaluhu) ortaklığı kabul etmez.
Onun için bu gibi tasavvurlar şirktir.
Allahü Zülcelâl ortaklıktan münezzehtir.
Bir başka Âyette de:

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
e lâ lehul halku vel emr(emru), tebârekallâhu rabbulâlemîn(âlemîne).
(Araf Suresi / 54)
buyuruyor.

Yani Hâlikıyyet Allahü Zülcelâl'e ait olduğu gibi emir ve hükümleri de yine kendisine aittir. Zira O Rabbül Âlemindir. Yarattığı mahlûkatın emir ve hükümlerini başkasına havale etmez. Rab denildiği zaman ister bildiğimiz yönüyle olan terbiye şekli olsun, ister besleme yönünden olan terbiye olsun bütün ihtiyaçları Rabbimiz temin eder.
Terbiye haddini bilmek yönünden de vardır.
Beslenme yönünden de vardır.
Tamamen Rabbimizin tasarrufu altında lâyık olduğu ne ise ona göre, çünkü Rabbimiz hiçbir şeye zerre kadar zulmetmez.

إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ
İnnellâhe lâ yazlimu miskâle zerreh(zerretin)
(Nisa / 40)
Hâşâ, Allahü Zülcelâl'in zerre miskali kadar dahi zulmü yoktur. Ancak mahlûkatı üzerinde tasarrufu vardır.
Zaten onların hal ve ilimleri câri ilimleri ezelden beri kendisi biliyor. Projesi dahilindedir.
Bizim gibi âciz insanların Allah'ın hükümlerine, takdirine karışmaya kalkışmak, gerçekten Allah'a ortak olma durumunu meydana getirir.
Bu gibi hallerden Allah (Celle Celaluhu) bizleri korusun.
Zira Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ
Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne
(Beyyine / 5)
İnsanlar; ancak halisane olarak ibâdet etmek, kulluk vazifelerini ihlâslı bir şekilde yerine getirmekle emrolunmuşlardır.
Hadlerini bilmek lazım. Kulluk hududunu aşmamak lâzım.
Allahü Zülcelâl'in tasarrufuna ortak olmaya kalkışmak, kulluk hadlerini aşmaya yönelmektir.
Onun için din Allah'ındır. Allah tarafından kemâle erdirilmiştir, hiç noksanı ve yanlışı olmayan bir dindir. Muhafazası da Kendisine aittir.


Resim
Dininiz kemaliyetle tamamlanmış durumdadır.

Bir Âyetinde de nur kısmı için Allahü Zülcelâl:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Yurîdûne li utfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
(SAF /8)
Kâfirler her ne kadar kerih görürlerse görsünler, onu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Allah (Celle Celaluhu) mutlaka nurunu tamamlayacaktır, kemâllendirecektir.

Bunun için Rabbimiz bunların hepsini kendi uhdesine almıştır. Bunlar bir kulun tasarrufu ile dönmeyecektir.
Zira kul kendi âkibetinin ne olacağını bilmez ki, dinin âkibeti hakkında tasarrufta bulunsun.
Onun için Allahü Zülcelâl'e tam bir teslimiyetle tefviz-i umurla hem kendimize hem ümmeti Muhammed'in tamamına taleb etmek en güzelidir.

Zira Rasululiah buyuruyor ki:
“Rabbimizin dualar arasında en çok sevdiği dua,
Resim duasıdır.”

"Allahım ümmet-i Muhammede umumen rahmet et."

Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Anka kuşu der ki; Siirtli hocamız Muhammed Sıddık Hekim (kaddasallahu sırruhu) hazretlerinin değerli eseri Mürşitlerin Hâlleri kitabını yayınlama işini uzun süre aksattığım için herkesten ve öncelikle Siirtli Hocamızdan özür diliyorum. Bu eserin şimdiye kadar 300 sayfası taratıp yayınlamıştık ve geriye 70 sayfa kalmış. Kalan bu sayfalarıda hızlı bir şekilde taratıp yayınlayacağımı söylemek isterim. Devam ediyoruz inşaallah..

Resim

MÜRİDİN İNTİSABI ANINDA MÜRŞİDİN TAKINACAĞI TAVIR

Kardeşlerim, buraya kadar İmamı Rabbani Hz. mürşidin kemâliyyet yönleri ile noksanlık yönlerini ve alâmetlerini anlattı. Buradan itibaren mürşid ile mürid arasında olması gereken halleri anlatacak.
Bu hususta buyuruyor ki:

Resim
(Mektubat C. 1. Sayfa)
Yani bir mürid tarikata girmek ve inâbe almak için mürşide geldiği zaman mürşidin, o müridin gelişinden aslan ve kaplandan korkar gibi korkması, onun gelişine bu şekilde bakması gerekir.
Mürşid, mürid ile karşılaştığında bu minval üzere olmalıdır.
Mürşid bir aslanla veya kaplanla karşı karşıya geldiğinde nasıl bir hal oluyorsa, ona karşı nasıl bir ihtiyatî tedbir alıyorsa bir müridle karşı karşıya geldiğinde böyle bir tedbir alması lâzımdır.
Bir av yakalamış gibi değil de o müridin külfetini inceden inceye düşünerek, üzerine alacağı emânetin durumunu iyice düşünerek alması ve kabul etmesi lâzımdır.
Bu minval üzere olması lazım. Yoksa o müridin ve halkın kendisine gelmesi, yönelmesi bir ıstıdraç veya mekir midir diye bu müridden gelecek zarara karşı da çok ihtiyatlı davranmalıdır.
Allahü Zülcelâlin himayesine sığınarak hıfzına sığınarak bu gibi mekideden veya istidractan korunmak için Allahtan yardım diler.

Hülâsa mürşid, müridi bu minval üzere kabul edecek ve onun gelişine bu şekilde bakılacak.
Gerçekten o müridin bütün sorumluluğunu düşünecek ve üstlenecek mürşid, büyük bir külfete girmiş demektir. Zira irşad postuna oturan, kendisini mürşid olarak ilân eden zâta gelen kişinin bir kabahati yoktur.
Mürşid olunca haliyle gelip tarikata girecek, inâbe de isteyecekdir.
İşte böyle bir durumla karşılaşan bir mürşidin alacağı tedbir ve ihtiyati, İmamı Rabbani'nin dediği hal olacak.
Eğer bu hal üzere değil de aksine:

Resim
Müridin gelişinden bir ferah ve sürür doğarsa korkması ve ihtiyatî tedbir alması âdeta aslan gibi, kaplan gibi kendisini parçalayacak derecede bir ağırlık gelmiyor, altında ezilecek gibi hissetmiyorda bilâkis bundan ferah ve sürür doğuyorsa nefsinde de müridin gelişinden fazlalık olmasından haz duyuyorsa ve kendisini de bu işlere ehil görmesi ki, zâten kendinde böyle bir güvence görmese zâten posta oturmaz.
Kendini bilen böyledir.
Zira bunlar bir emirle geliyorlar. Ama emirle de değilde esasen kendisinden de kemâliyet olmadığı halde rastgeleye irşad makamına oturmuş gelenden de haz duyup üzerine de ferah ve sürür da duyuyor.
Kendisinin takdir edildiğini revaçta olduğunu herkes koşup geliyor diyerekten mürşidlik yapanların karşısında İmam-ı Rabbani Hz. lerini buyuruyor:

Resim
Bu gibi halle başbaşa kalan mürşid için bu hem şirktir, hem de küfürdür.
Allaha sığınırız.
Neden acaba kardeşlerim neden acaba?..
Çünkü milletin irşadı ve hidâyeti hususunda Allahü Zülcelâl ile adetâ müşterek bir hal görüntüsü vardır.
Kendisinde de bir varlık görüyor. Kendisine de halk çokça geliyor, revaçtayım, demek ki halka fayda veriyorum.
Halk faydalanıyor deyip adetâ millet için bir elçi gibi olmuşda Rabbımızla müşterek bir hali var da, gelene nur dağıtıyor gibi...
İmanı güçlendiriyor, hidâyet veriyor, salah durumuna getiriyor, keramet sahibi yapıyor ve benzerleri...

Bu yönlerden müridin gelişinden çok haz duyuyorsa bu bir istidraç nev'ıdır. Veya bir mekide'dir muhakkak.
Eğer bir kemâliyet olmadıktan sonra zira gayrı ehli elinde ise esasen Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا
İnnellahe ye'müruküm en tüeddül emanati ila ehliha..
(Nisa Suresi / 58)
Allahü Zülcelâl'in emri, emaneti ehline vermektir.
Emânete ahil olmadığı halde kendisinin zavallı halini düşünmüyor da her gelen gideni kendisine lâyık görüyor.
Kendisinden üstün başka bir kimseyi de görmüyor.
Gelip gidenlerin çokluğundan haz duyuyor.
Bu gibileri iyice bilsin, itikat etsinler ki bu tavırları ve itikatları hem küfür, hem de şirktir.
Mübarek İmamı Rabbani bu hususu Mektubatında bu şekilde belirtmiştir.

Hatta Ebu Musal El Eş'ari bir gün Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a gelirken bareberinde bir kaç kişi getirmiş ve Rasulullah'dan vazife istemişler.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de çok hiddetli bir şekilde:

"Eba Musa vazife almak için beraberinde bunları nasıl getiriyorsun, vazife isteyene verilmez, biz ehil görürsek tayin ederiz, vazife isteyene değildir." buyuruyor.

Zira Âyeti Kerime de:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ ءَامَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Ya eyyühellezıne amenu la tehunüllahe ver rasule ve tehunu emanatiküm ve entüm ta'lemun
( Enfal Suresi / 27)
"Allah'a Rasulüne ve emanetinize ihanet etmeyiniz," buyuruyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da bir Hadisinden:
"Kim ki bir işe bir kimseyi tayin ederken ehlini daha lâyık olan olduğu halde onu değil de kendisine yakın olan, kendi sevdiği bir kimseyi tayin ederse,
Resim
"Allah'a, Rasul'üne ve insanların cemisine ihanet etmiş olur." buyuruyor.

Emânet gayri ehlinin eline düşdüğü takdirde de bunu da bahane bulmayalım, çünkü ahirü'z zaman devresinde yaşıyoruz.

Diğer bir Hadisi Şerifte de:

Resim
"Em'aneti kaybettiğiniz zaman kıyameti bekleyin."
"Ya Rasulullah emânet nasıl kaybedilir?"
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): "Emânet ehli olmayanların eline düşerse işte o zaman kıyameti bekleyiniz" buyuruyor.


Tabi ahir zamanda böyleleri çoğalır, zira bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor.
Bizim yapabileceğimiz tek şey bu gibilerden Allahü Zülcelâl bizi korusun, duasıdır.

İmamı Rabbani bu gibi hallerin çaresini belirterek buyuruyor ki:

Resim
Bu gibi hal karşısında akibinde çok nedamet ve pişmanlık duyarak çok ta istiğfar getirmesini gerektirir.
Eğer şöyle az bir şey bile bu gibi hal vaki oldu ise ferah ve sürür duydu ise, insan beşerdir bu gibi beşeriyet icâbı bir müridin gelişinde bu gibi hal doğacak olursa ardından çokça nedamet pişmanlık ve çokçada istiğfar getirmelidir ki:
Resim
O kadarda nedamet ve pişmanlık duyacak ve Rabbısına o kadar yalvaracak ki, kalbindeki ve üzerindeki eseri gelen bu gibi hallerin giderilmesi için çokça pişmanlık duyup istiğfar edecek.
Hattaki üzerinde gelmiş olan ferah ve sürûru giderip eseri kalmayıncaya kadar ağlayıp sızlayarak pişmanlık duyacak.

Ne zaman ki bu ferah ve sürürün yerinde tekrar Havf ilâhi ve hüzün üzüntü gelecek ki Allahü Zülcelâl yardımcısı muini olur. Ama kendi varlığı ve benliği ile başbaşa kalır ise Allahü Zülcelâl o almış olduğun müridi yardımcı olmadığı gibi, her noksanlığından da sorumlu tutar. Çünkü vazife gayri ehlinin eline düştüğü takdirde esasen kim ki tâyin ettiyse her bir noksanlık tayin edenin sırtına yükleniyor bir bölümü.

Hz. Ömer (ra) devrinde biri gelip de vazife istediklerinde
"ben sizin ağırlığınızı kaldıramam" diyerek vazifeye tayin etmezdi. Ancak o vazifeye tam ehil birisi olduğuna kâni olursa o zaman vazife verirdi.

Hülâsa, bu emânete ehil olamadan onu yüklenmenin çok ağır sorumluluğu vardır.
İşte, mürşidin bu gibi durumlar karşısında takınması gereken haller bu şekil olmalıdır.
Zira İmamı Rabbani mürşid, müridin hallerini çok iyi bilmeli, diyor.
Kabiliyeti istidadı nedir?
Onun hali cezb hali midir?
Seyrü sülük halinde midir?
Bu halleri çok iyi bilmesi lâzım, ve onun haline göre ona yardımcı olması gerekir.
Mürşid, kendisine teslim edilen emânetin hakkını verebilmeli, ters tepebilir, buyuruyor.
Eğer böyle olmazsa (Mürşid ehil ve kâmil değilse), o müridde bir gelişme, bir ilerleme olmaz.


Resim

Mekîde: Hile, aldatma, düzen, dalavere.
İnâbe: Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak. (Hakk'a ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asl-ı hakikatı hayır nöbetine girmek demektir.) (E.T.)
Minval: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
İhtiyat: Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek.
İhtiyatî: İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan.
Külfet: Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim.
Revaç: Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet.
İstidrac: Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.
Muîn: Yardımcı. Muâvin. İane eden.
İstidad: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri.
Cezb: Kendine doğru çekme. * İçme.
Seyr ü sülük: Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme.
Resim
Kullanıcı avatarı
Gariban
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 2834
Kayıt: 25 Tem 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen Gariban »

OF OF OF ki ne OF ANKA can,
Bu kısım muhakkak ingilizceye çevrilmeli. Bunu posta oturan ve çevresinde binlerce kalabalık toplayan ve bundan memnuniyet ve keyf alan içinde bir anlık korku ve sorumluluk hissi duymayan, sahte şeyhlerin okuması lâzım.
Kitabın tamamlanmasında ki gayretin den ötürü Allah razı olsun.
Es Selam ve Sevgiyle
gairbAN
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Allah c.c. cümlemizden razı olsun inşaallah Gariban abim.
Devam ediyoruz inşaallah.


İmamı Rabbani mektubunda bir tembihatta daha bulunarak diyor ki:
Resim
Mürşidleri uyarıyor ki:
Sakın sakın çok sakın ki, karşına gelen müridin eğer serveti varsa ve bu nazarla bakıp haz duyuyorsan, tamahın artışlı olarak buna tamah ve heves duyuyorsa ayni zamanda mevki ve mertebe yönünden de dünyevî menfaatleri bu müridin sırtından sağlayabileceksen ama malı ama mevkisi...
Ne olursa olsun dünyevi meseleleri hususunda bu müride tamah artışlı olur ve somurmaya başlarsan bil ki:
Resim

Bu hallere düşen mürşid bilsin ki:
Mürid bunun irşadından faydalanamaz, kesinlikle. Mürşid ise halini de maneviyâtını da tamamen harabeye döndürmüştür. Zira hedefinden sapmıştır.

Mürşid demek ne demek?
Mürşid bu!..

"Kandırıcıdır" diye alnında yazmıyor ki...
"Milleti somuruyo"r diye yazmıyor da mürşidim diyor. Yani milleti irşad edecek kişiyi Hakka varacak olan yola hiç olmazsa tarif edecek. Kapısına doğru yöneltecek...
Ama maalesef Ebu Hasani'l Şazeli'nin buyurduğu gibi:

Resim
Şeyh o değil ki sana hak kapısı şudur şöyle gidersin, şöyle olursun dille tarif eden değil de şeyh odur ki: seninle Rabbın arasındaki perdeleri yok edipde Allahü Zülcelâl'e vuslatında yardım ve hizmet edendir.

Kardeşlerim, eğer mürşid müridin maneviyâtını yüceltmeyecekse, Rabbına vuslat yönünden daha daha da yaklaştırma daha daha hicabları gidermeyecekse, buna mürşid mi deniliyor şimdi?
Bu mürşid mi?
Onun için milletin servetine malına göz dikecekse ve buna karşı tamah ve hırsı doğacak olursa Allah aşkına bu adam bu niyeti karşısındaki Resim âmel niyete bağlıdır.
Niyeti bu yönden ise bu yönü bulur.
Müridin parasını alır müstefid olur. Ama bu zavallı müridin bir hatası yok ki.
Esasen sorumlu olan mürşiddir. Çünkü kendisini mürşid ilan etmiş, şöhret sahibi olmuş bir kimsede irşad olayım diye gitmiş.
Ama mürşid ise âdeta bir yol kesici gibi yâni buldukça somurmaya heveslidir.
Bu yöntemi kullanıyorsa nasıl olurda mürid böylesi bir mürşidden faydalanabilsin.
Buna imkân yok.
Zira gaye Lillah değildir. Allah için değildir.
Niyeti halisane değildir.
Mürid zavallı tamamen mahrumdur ve faydalanmaz.
Şeyh ise zâten harabe duruma gelir ve maneviyâtını da yok eder.
Allah korusun.
Zira bir şeyh hakikaten velî değil keramet sahibi değil manevi mertebe derece sahibi değil ise kendini de ehil olmadığı halde ehil gibi gösterirse inan ki bu gibiler hakkında Allahü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyuruyor:

فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِباً
(Kehf Suresi/15)
"Allahü Zülcelâl'e iftira edenden daha zalim var mıdır?"
Çünkü bunlar Allah vergisidir.
Şahı Nakşibend de diyor ki: Bir derece bir mertebe davasını ve görüntüsünü yapmak isteyen halbuysa vasılda değildir ve bu dereceye sahip de değildir.
Ama kendisini halka böyle tanıtmak için bu gibi tavrı var ise bilsin ki o derece ve makamı bu dünyada göremez.
Çünkü haram kılar Allahü Zülcelâl neden?
Çünkü bu gibi şeyler Allah vergisidir.
Allahü Zülcelâlin bir mevhibesidir. Ve o zaman da Allahü Zülcelâl vermediği halde verdi derse Allaha iftira eder hâşâ.
Onun içindir ki; böylesi iftira sahibinden daha zâlim var mıdır? diye buyuruyor.

İmam Rabbani mektubuna devam ederek buyuruyor ki:

Resim
Burada mürşidden matlub olan şudur ki, umumiyetle bu yolda halisane lillahi Tealâ olması şarttır.
Zira Allahü Zülcelâl'in dini halis dindir.

Daha evvel bir çok hadislerde de geçti.
Allahü Zülcelâl'in halisane olmayan hiç bir ameli kabul etmediği, onun için bu Kutsal yolu, bu aziz yolu, bu aziz yolu bu gibi mülevvesattan uzak tutmak lâzımdır.
Bu gibi dava, taleb ve hevesler bu yolun dışındadır.

Zira mektubunun devamında:

Resim
İmam Rabbani ilân ederek diyor ki: Bu yol Hak yoludur. Hakka varan yoldur. Hakka varan yolda Haktan gayrı, Hakkın rızasından gayrı başka hangi yönden olursa olsun, Hakka vuslat mümkün değildir. Engelleyicidir asla vasıl olamaz.
Onun için kasdın ve gayen Hak kapısına varmaktır.
Yolunda revan olmaktır, rızasını celbetmektir.
İhsan ve ikramına nail olmaktır.
Eğer bu minval üzere bu gibi kudsal şeyleri mülevvesata dönüştürürse, bu gibi ortaklaşmaları Rabbımız asla kabul etmez.
Çünkü halisane Lillahi olmayınca herhangi bir âmel ve dava asla geçerli değildir.
Şirk kabul eder Allahü Zülcelâl bunu.
Ortaklaşma ile yapılan âmel için:


Resim
"Müşterekçe yapılan âmelden ben müstağniyim, paylaşamam" buyuruyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Muaz İbni Cebel'e vasiyet ederken:

Resim
“Ya Muaz! Dinini halisane Lillâhi için yap. Hangi yönden olursa olsun va'zın, nasihatin irşadın hepisini Allah için yap ki az bir âmel sana yeter.”


Resim

Tembihat: (Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler.
Mertebe: Derece. Basamak. Rütbe. Pâye
Mevhibe: İhsan. Sevgi. Hediye.
Matlub: İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
Mülevves: Kirli. Pis. Bulaşık. Bulaştırılmış. * Alıkoyulup sonraya bırakılmış veya durdurulmuş olan. * Tazelenmek için suda ıslatılmış şey. * Karışık, intizamsız.
Revan: f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz.
Minval: Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah.
Müstağni: (Gani. den) Kimseden bir menfaat beklemeyen, bir şey istemeyen, istiğna eden, kimseye ihtiyacı olmayan. Gönlü tok, tok gözlü. Çekingen, nazlı. * Gerekli ve lüzumlu bulmayan.



İmam-ı Rabbanî kaddesallahu sırrahu:

İmam-ı Ahmed Rabbani Hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve alim. "Silsile-i aliyye" denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'abidin'dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü'l-Berekat'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.

İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sani", ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir.

Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Faruki" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendi" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi'dir. (kuddise sirruh)

İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'an-ı Kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür'at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani'yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; "Rahatsız etme!" dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; "Kapıda kim var?" deyince üstadı; "Fakir Muhammed Baki." dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber Efendimiz (asv)'in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahuteâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahuteâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehlisünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid'atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam'ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar.

Zamanının alimleri, İmam-ı Rabbani hazretlerine "Sıla" ismi ile hitab ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyetten ayrı bir şey olmadığını İslamiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir.

Zamânının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine "Sıla" ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet'e girer." buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî'nin Cem'ül-Cevâmi kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda; "Beni iki deryâ arasında "Sıla" yapan Allahuteâlâya hamd olsun." diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimsenin almadığı söylenir.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır." buyururdu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler." buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (asv) tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekr'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 (H.1032) senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı." buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır." buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı."

Vefatı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, kuşluk vakti vaki oldu.

Eserleri:

1) Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i Hüsna yani Allahuteâlânın Kur'an-ı Kerim'de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı Kerim'deki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı (536) olmuştur.

Mektubat'daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddedeneserdir. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

4) Mebde' ve Me'ad,
5) Adab-ül-Müridin,
6) Ta'likat-ül-Avarif,
7) Risale-i Tehliliyye,
8 ) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki,
9) Mearif-i Ledünniye,
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Süluk Risalesi.

(Sorularla İslamiyet alıntıdır)


Ebû´l-Hasan Şâzilî kaddesallahu sırrahu:

İmam Şâzilî (Şazelî denmesi galat-ı meşhurdur) Hazretleri tasavvuf ve tarîkatlar tarihinde ismi en çok zikredilenlerden birisidir; mürşid-i kâmildir. Değişik dillerde hayatını anlatan, sözlerini ve menkıbelerini nakleden yüzlerce çalışma yapılmış ve eser meydana getirilmiştir. Bu kaynaklardan edinilen bilgilere göre, İmam Şâzilî 593/1196 tarihinde dünyayı teşrif etmiş ve 63 yıl çok bereketli bir ömür sürmüştür. Atmış üç yıllık bu bereketli ömrünü Hac seferleri ve seyahatleri hariç, Mağrib, Tunus ve Mısır topraklarında geçirmiştir. Namı daha ziyade Tunus yakınlarındaki Şâzile beldesinde iştihar ettiğinden dolayı da “Şazilî”unvanıyla meşhur olmuştur. Nesli itibariyle bir Peygamber (asv) evladıdır. Yümün ve berekete vesile olacağı ümidiyle bu Allah dostunun şeceresini burada zikretmek isteriz:

Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzilî b. Abdullah b. Abdülcebbâr b. Temîm b. Hürmüz b. Hâtim b. Kusay b. Yusuf b. Yûşa’ b. Verd b. Ebî Battal Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Îsâ b. İdrîs b. Ömer b. İdrîs (el-mübâya’ lehû bi- bilâdi’l-Mağrib) İbn Abdullah b. el-Hasan el-Müsennâ b. el-Hasan b. Ali İbn Ebî Tâlib ve İbn Fâtımete binti’r-Rasûl (sallallahü aleyhi vesellem).

Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hilyesi hakkında bilgi veren kaynaklar, onun uzuz boylu, zayıf, ince yüzlü ve hafif esmer tenli bir fiziğe sahip olduğunu belirtmişlerdir. Yine aynı kaynaklar tarafından nakledildiğine göre İmam Şâzilî, tatlı dilli, çok güzel ve fasîh bir konuşmaya sahip idi. Konuşurken kendisini dinleyenler ona hayran kalırlardı.

Erken yaşlardan itibaren tasavvufî bir arayış içine giren İmam Şâzilî Hazretleri çok kıymetli hocalardan dersler almış ve bu dersler neticesinde dînî ilimlerde uzman hale gelmiştir. Aynı zamanda çok güçlü bir ediptir. Hem şer’î hem de fennî ilimlerde münazara yapabilecek bir derinlik ve enginliğe ulaştıktan sonra tarîkat yoluna sülûk etmiş ve işte tam bu dönemde daha çok dağ başlarındaki mağaralarda münzevî bir hayat yaşayan ve ona hayatının en büyük dersini veren kıymetli hocası Ebû Muhammed Abdüsselâm b. Meşîş (İbn-i Beşîş diye meşhur olmuştur) karşısına çıkmıştır. Daha doğru bir ifade ile İmam Şâzilî Hazretleri arayışları neticesinde gidip o büyük zâtı bulmuştur.

Hazreti İmam’ın kendisinin anlattığına göre, İbn Meşîş’e intisâb etmek için onun yaşadığı yerdeki dağın eteğine gelerek önce oradan çıkan kaynak suyu ile gusül abdesti alır. Sonra tövbe ve istiğfarda bulunur. İnsanlar arasında değer ölçüsü kabul edilen ilim ve amel gibi maddî manevî rütbelerin hepsini kendisi için yük sayarak kalbinden atar. Böylece kendi engin mülahazalarına göre cismen ve ruhen temizlenmiş olur. Arkasından dağa tırmanmaya başlar. Tırmanırken Şeyh Absüsselâm b. Meşîş tarafından karşılanır. Sonra ona intisap eder ve dağ başındaki mağarada şeyhinin yanında kalarak seyr u sülûka başlar. Bu sırada yaklaşık olarak yirmi altı yaş civarında bulunmaktadır.

İbn Meşîş, sağlam Kitap ve Sünnet bilgisiyle onu doyurup, velâyet ve kerâmet feyzinden sirâyet ettirerek tasavvufî yönden yetişmesini sağlamıştır. Şeyhinin yanından ayrıldıktan sonra da irşada başlamıştır. İmam Şâzilî’nin irşad faaliyetlerinin ana unsurlarını umuma açık yaptığı vaazlar, müderrislik hizmetleri (talebe yetiştirmesi) ve hususî tasavvuf ve tarikat dersleri teşkil etmiştir.

Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvufî şahsiyetini ortaya koyan unsurlardan birisi, onun dua ve zikir konusundaki hassasiyetidir. Çünkü İmam Şâzilî çok dua eder, gecenin ilerleyen vakitlerine kadar evrâd ve ezkâr ile meşgul olurdu. Vefat ettiği gece bile bu âdetini terk etmemişti. Evet O’nun tasavvufî hayâtında dua ve zikrin önemi büyüktür. Günün değişik vakitleri için tahsîs edilmiş duaları vardı. Evrâd, ezkâr ve dualarının büyük bir bölümünü kendisi tertîb etmiştir. Özel durumlar için tertîp edilmiş müstakil dua ve zikirleri de mevcuttur. Kaynaklarda, Şâzilî’nin hizb adı altında veya başka unvan ile ismi belli otuz dokuz, ismi konmamış da elliden fazla duâsı vardır. Hepsinin toplamı yüz civârındadır. El-Kulûbü’d-Dâria’da bunların pek çoğu yer almıştır.

Ebu’l-Hasan Şâzilî, sadece kendi tertîb ettiği hizipleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda kendisinden önce yaşamış sûfîlerden, ashâbdan ve Peygamber Efendimiz (asv)’den nakledilen dualara da büyük önem vermiştir. İmam Şâzilî’nin bu şekilde okuduğu duâlardan başlıcaları Cevşen-i Kebîr, Hazreti Ali (radiyallahü anh)’ın duaları ve İmam Gazzâlî’nin hizibleridir.

İmam Şâzilî Hazretlerinin en önemli hizbi Hizbü’l-Kebîr’dir. Hazreti Şâzilî’nin sağlığında sadece “hizb” diye bilinen bu duası onun en önemli hizbi olduğu için daha sonraları “el-Hizbü’l-Kebîr” diye anılır olmuş ve öylece şöhret bulmuştur. El-Hizbü’l-kebîr, Hazreti Şâzilî’nin, “Kim bizim hizbimizi okursa, bize olan lütuflar ona da olur.” dediği hizbidir. Ayrıca İmam Şâzilî Hazretleri bu hizbinin önemini anlatmak için, “Allah ve Rasûlünün izni olmadan ondan bir harf bile yazılmadı. Bunda yazdıklarımın hepsini Allah ve Rasûlüne arzederek yazdım.”buyurmuştur. El-Hizbü’l-Kebîr, bazılarına göre sabah namazından sonra, bazılarına göre ise ikindi namazından sonra dünya kelam ve meşgalesinden hâlî olarak okunan/okunması gereken bir virddir.

İmam Şâzilî’nin tertîb ettiği Hizbü’l-Kebîr’in terkîbinde daha çok Kur’ân-ı Kerîm’den seçilmiş âyetler kullanılmıştır. Âyetler arasındaki irtibat, sünnetten seçilmiş hadis ve duaların yanı sıra, Şâzilî’nin kendisine ait dua cümleleriyle sağlanmıştır. Bu tesbitler bize, Hizbü’l-kebîr’in câmî bir özelliğe sâhip olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Hizbü’l-Kebîr’in bir çok şerhi yapılmıştır.

Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hizblerinden birisi de “Hizbü’l-Hamd”dır. Bu hizbe “Hizbü’n-Nûr” da denilmiştir. Umumiyetle yatsı namazından sonra okunagelmiş bir virddir. Murâd edilen her türlü maddî ve manevî iyiliklerden faydalanmak ve ma’rifeti celb etmek niyetiyle okunur.

Özetle ifade edecek olursak, kâmil bir mürşid olan Ebu’l-Hasan Şâzilî, bedenen insanların arasından ayrılmış olsa bile hizmetleri ve ma’neviyâtıyla ölümsüzleşmiştir. Fânî ömrünü bâkileştirip dünyadaki hizmetlerini âhiret yurduna taşıyanlardan olmuştur. Daha sonraları bu büyük zâtın etrafında hâlelenen insanların Allah’a ulaşma yol ve sistemleri diyebileceğimiz Şâziliyye Tarîkatı da belli başlı büyük bir kaç tarîkat içerisinde yer almıştır. Şâziliyye’nin usûlü, tarihçesi ve kolları ile ilgili dünyanın değişik yerlerinde hazırlanan kaynaklara göre Afrika başta, Anadolu da dahil olmak üzere çok geniş bir alana yayılan tarîkatın daha sonraki dönemlerde yüze yakın kolu oluşmuştur. Bu kollar vasıtasıyla ve tabîî Allah’ın izni ve inayetiyle belki milyonlarca insanın hidayetine ve marifetinin ziyadeleşmesine vesile olunmuştur.

(Mustafa Yılmaz. Geniş bilgi için bk. Dr. Mustafa Sâlim Güven, Eul’l-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye).
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

Devam ediyoruz inşaallah:

İmam-ı Rabbani mektubuna devam ediyor:
Resim
Bil ki herhangi bir kalbe uğrayan herhangi bir zulmet, perde veya bulanık bulaşıktık çeşit çeşit yönlerden ki elbette beşeriz beşeriyet halimiz vardır ve bir melek değiliz. İnsanın behemehal az çok bir takım hataları olabilir ama günahı segair ama günahı kebâir.
İmam-ı Rabbani burada bir umud veriyor ve şöyle buyuruyor:
Bu haller karşısında kalırsan tevbeye yönelirsin ki en kolay yolu budur. Rabbımızdan mağfiret dilersin. Nedamet ve pişmanlık duyarsın. Hak kapısına iltica edersin.
Burada bir umut vermiş İmamı Rabbani Hz.leri.
İltica derken bir istisna bırakmıştır.
Bakınız Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a son sure olarak gelen Nasr suresinde:

وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
(Nasr / 3)
"Mağfiret dile istiğfar etki Rabbın tevvabdır."
Tevbeyi kabul eder.

Resim
Nitekim Hadis-i şerifte: Zenbinden (günahından) nedamet duymak bir nev'i tevbe sayılır.

Resim
Yine Hadis-i şerifte: Zenbinden tevbe istiğfar edenin zenbi yok demektir.

Başka bir hadis-i şerifte de:
Resim
Kim ki bir zenb işledikten sonra kendisine bir hüzün gelirde pişmanlık duyarsa o zenb yazılmaz.

İşte bunlardan dolayı İmam-ı Rabbani umud vermiştir.
Ancak şu istisnayı bırakmıştır.
Resim
İnsanın Rabbısıyla kalbi arasında birçok perdeler olur ki birçok mâsiyet ve hatalardan doğabiliyor. Çünkü kalb eğer safiyâne bir hâle gelebilse perdeleri kaldırsa perdeleri yok olsa esasen keşfiyata mümkündür.
Hatta şöyle bir hadis de vardır.

Resim
Eğer şeytanlardan mütevellid bazı hatalar isyanlar doğmamış olsa idi ki bunlarda olunca kalbin üzerine perdeler geliyor.
Eğer böylesi perdeler olmasa idi âdemoğlu meleküt âlemini seyredebilirdi.
Kalb nuru böyledir.


Onun için kardeşlerimiz, İmam-ı Rabbani bunda umud vermiştir.
Ayet ve hadisleri de verdik ancak bir istisna bırakmıştır ki oda dünya muhabbeti olmamasıdır.
Dünya muhabbetinin giderilmesi ve zevale ermesi çok güç ve zordur diyor.
Dünya muhabbeti sebebiyle insanın kalbi tamamen harabeye döner.
Dünya muhabbetinin insan kalbini harabeye döndürmesinin sebebi nedir?
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

Resim
"Dünyayı sevmek hataların başıdır."
Artık hataların başı olunca işte kalbi harabeye döndüren dünya muhabbetini kalbe yerleştirmesidir.
İmam-ı Rabbani bundan daha üstün bir şey bulup göstermiyor ve diğerlerinin kolaylıkla gösterilmesi mümkün fakat dünya muhabbetinin kalbden giderilmesi çok zordur ve zevali çok güçtür buyuruyor.
Kalbi adeta harabeye döndürür.

Kardeşlerim:
Bu gibi şeyleri acâyib görmeyiniz.
Bakınız Allahü Zülcelâl dünyayı yaratmış da bir defa için nazar etmiş ve bir daha merhamet nazarıyla bakmamıştır.
Dünya denâetten (alçaklıktan) geliyor.
Ancak yaratıp da bir kere nazar ettiği an dünyaya şöyle buyurmuş:

Resim
"Ey dünya bana hizmet edene hizmetçi ol, sana hizmet edeni ise kendine hizmetçi kıl."
İşte dünya hali budur.
Allahü Zülcelâl'in sevmediği bir nesnedir.
Hoşlanmadığı bir nesneye meylederde kalbine yerleştirir isen Allahü Zülcelâl bunu hiçte hoş görmez.
Çünkü sevmediği bir şeyi sevip kalbine yerleştiriyorsun.

Hatta şöyle bir hadisler vardır:

Âdemoğlu Sakaleynin (insan ve cin) ibâdetini işlese de huzurullaha varsa, "Ey kulum benim sevmediğim şeyi nasıl olup da kalbine yerleştirdin ve bana karşı tutup onu tercih ettin" dediği zamanda yüzündeki etleri dökülür.
Bunu basit bir şey bellemeyelim.
İmam-ı Rabbani boşuna böyle buyurmuyor.
Çünkü arkasından da devam ederek:

Resim
Allahü Zülzelâl bizleri ve sizleri dünya muhabbetinden korusun ve dünyanın çocuklarının muhabbetinden de korusun. Dünya çocukları, nasıl çocuklar anneleri tarafından beslenirse bunlar da gıdalarını bu yönden dünyadan alanlardır.
Dünya erbabları ki; Rab gibi kibirli, servet ve mertebe sahibleri bunlardan da korusun.
Bunların arasına karışıp bunlarla sohbet etmekten Rabbimiz bizi korusun, diye temenni etmiştir.
Ve dünyayı şöyle vasıflandırıyor: Dünya ve dünya muhabbeti öldürücü bir zehirdir. Mühlik (helak edici) bir marazdır. Azim bir belâdır. Umumi bir hastalıktır.
Aynı zamanda bulaşıcı bir hastalıktır.

İmamı Rabbani'nin İmamı Rabbani'nin mektubu burada son buldu.
Bir kusurumuz oldu ise Rabbamız tamamen affetsin İmamı Rabbani kusurumuzu affetsin.
Resim
Kullanıcı avatarı
aNKa
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 2797
Kayıt: 02 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen aNKa »

"DİN, EHİL OLMAYANLARIN ELİNDE KALINCA O DİNE AĞLAYIN" HADİSİNİN İZAHI

Aziz Kardeşlerimiz;
İmam-ı Rabbani'nin mektubunu dile getirmeye çalıştık.
Bizim fehmimiz kısırdır ve haşa onların fehmettikleri gibi fehmedemeyiz.
Biz kendi âcizane kendi fehmimize ve dilimize göre anlaşılabilir hale getirmeye çalışdık.
Rabbımız kusurumuzu affetsin.
Zira bu zatların hallerini anlatıp dile getirmek bizim gibilere düşmemiştir ve düşmezde.
Ancak şu hadisi ibret nazarıyla okuyalım ki bizim gibiler ne hallere düşer, o zaman hak verirsiniz.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

Resim
Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Hakim Ebu Eyyübü Ensari senedi sahihtir.
Hadis şudur: İslam dinine asla ağlamayınız ehlinin elinde bulundukça. Ne zaman ki gayri ehlinin eline düşerse işte o zaman ona ağlayınız.
Demek ki haline ağlayınız. Din artık o hale düşmüş demektir.
Onun için biz de bu şekilde cür'et ederek bu şekilde konuşabilmişiz.
Rabbımız cümlemizi affetsin.
Âmin...
Zaman ahirü'z zaman devresi
Resim
Kurra (Kur'an okuyucular) çoğalırda âlimler azalır.
Esasen Allahü Zülcelâl ilmi re'sen kaldırmaz. Vermiş olduğu hediyeyi azimeyi geri almaz.
Ancak, ulemâ bulunmayınca ilim kendi kendine söyleyemez ki, söyleyecek şahsiyetler olması lazımdır.
Ne ise...
1400 küsur sene geçmiş haliyle Fahr-i âlem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) güneşi, gerçek hakikat güneşi Muhammed Aleyhisselâtü ve's selam'ın zuhurundan bu yana 1400 küsur senede geçince artık ahirü'z zaman peygamberi Aleyhisselâtü ve'sselâm...
Tabiki arkasından bir başka peygamber de gelmez. Arkasından başka bir nizamda gelecek değil ya...
Artık son olduğunu şuur sahibi her fert bilir.
Bilmeyen artık ahmaktır. Onunda devası yoktur ve akibeti belâdır. Onlarada bir şey diyeceğimiz yoktur.

İşte İmam-ı Rabbani mürşidlere bu uyarı ihtiyacı duymuştur ve irşad makamına gelecek olan şahsiyetlere terakkiyat devresinde neleri gerektiriyorsa ne gibi tavırlar alacaksa bunları anlatıyor.
İrşad makamına oturunca, tabiki tarikat taleb edilecek, mürid kabul edilecek bu hususlarda tavsiyeler vardır.
Müridi ne tavır ve ne yönle kabul edebileceğini anlatıp uyarıp yarar veya zararlarını ortaya koymuştur.
Sonunda mübarek pek çok yerde:

Resim
"Dünyayı sevmek hataların başıdır." hadisi şerifini bildirmiştir.
Dünyayı sevmek hataların başı olduğu halde mürşid irşad makamına gelen bir kimse hiç bu seviyeye iner mi acaba?
Onun mülevvesatına (pisliğine) girer mi acaba?
Hem mürşid olacak hemde hataların başı olan dünya sevgisi kalbindi yerleşecek!..

Mübarek Abdullah İbni Mübarek'in buyurduğu gibi: Acayibime giden ve en acayib gördüğüm şudur ki; bir âlim ilmi okumuştur. İlmi biliyor. Dünyanın hal ve tavırlarını, maliyetini biliyorda buna rağmen nasıl oluyorda kendisini buna kaptırıyor.
İlmi olmasa belki cahildir, fehmetmemiştir. İlerdeki akibeti ve maliyeti ne olacak bilmeyebilir. Ama bir alim için bu hâle düşmesi gerçekten çok hazindir.
Bu ise bir mürşiddir. Mürşid dediğimiz ilmi tebliğ etmek ayrı bir çeşittir, yol tarif etmek ayrı bir çeşittir ama mürşidlik makamına gelen bir kimse maneviyatını düzenlemiş olması gereken bir kimsedir.
Öyle zahiri olarak; şunu yapacaksın, bunu edeceksin diye anlatmak bunlar ancak yol tarifidir.
Az-çok bildikten sonra bunları herkes anlatabilir.
Zaten bu hususlar yazılmıştır. Pek çok kitablar vardır ortada.
Alel hak ne ise doğrusunu anlatabilir dille cevarihle aklı olanlarda fehmederler dengesi düzgün olduktan sonra.

Ama mürşid dediğimiz zaman; Hak yoluna irşad edipte öncülük yapacakda ahlak-ı mezmumeyi (yerilen ahlakı) ahlak-ı mahmudeye (övülen ahlak) değiştirecek.
Kötü huyları iyileriyle değiştirecek.
Velhasılı artık bir sürü geliştirme yönünden Allahü Zülcelâl ile mürid arasında olan hicabları giderecek ki onu vasil bir hale getirebilecektir.
Mürşid dediğimiz; müridin terakkiyatında her haline muttali olması şarttır.
Eğer muttali olamaz ise mürid noksan kalır.
Kendi başına bilemez göremez ki, ne haldedir.


Nitekim misâl olarak vaktiyle Şeyh Ali Sebbağ Hazretleri ki büyük bir zattır.
Birgün seyrü sülük devrelerinde müridlerini kontrol etmek için gezerken hücrelerden birisinde bir tanesini ağlaya ağlaya bir hal olmuş görüyor:
"Oğlum neden ağlıyorsun?" deyince, "Efendim ben ağlamayayım da kimler ağlasın."
"Neden evladım, ne olmuş ki anlat bakalım" deyince "Efendim, keşfiyatımda şöyle gördüm. Hak Celle Celâluhu tecelli vâki oldu her taraf envar-ı ilahi ile doldu ne ağaç kaldı, ne bir nesne kaldı hepisi de secdeye vardı. Ben de varmak istedim de bir türlü eğilemedim, sanki karnımda bir şey dikeldi de beni secdeye hiç eletmedi, ben nasıl ağlamayayım? Benim halim ne olacak yoksa ale'l küfre olup imansız mı giderim ben bu secdeyi yapamadım." deyince,
Şeyh: "Evladım pek mühimseme olur böyle şeyler." Deyince,
Mürid: "Efendim nasıl olur öyle şeyler herşey herkes her nesne secde ederken ben dışında kaldım benim için bir felâket demektir" deyip yine ağlamaya başlar.
Şeyh bakmış ki mürid durmuyor ve fehmedemiyor "Evladım seni secdeye eletmeyen benim sırrımdır." diyor.
"Aman efendim nasıl olur bu? Senin sırrın nasıl olurda beni bu gibi şeyden men edersiniz nasıl olur bu?"
O zaman mübarek soruyor: "sen bu nuru şu anda da görüyor musun?"
"Evet görüyorum ama yine de secde edemiyorum" der.
O zaman mübarek bir elini şarka bir elini garba uzatıp iki cepheden bu mevcûd olan nuru bir perde toplar gibi toplamış ve iki eli arasına alınca "ALLAH!" deyince kapkara bir duman yükselmiş ve "oğlum, sen buna mı secde edecektin, İblisin habisin desisesidir bu!" buyuruyor.

Ah kardeşlerim ah!..
Mürşid bu...
Mürşidin, müridin durumuna böylesine muttali' olması lazımdır.
Mürid ne halde ne âlemdedir takib edip bilmesi lazımdır.
Yoksa habisin öyle desiseleri vardır ki mürid değilde pek çok meşayihin seyr-ü sülük devresinde bile iflahını kesmiştir mel'un...
Allahü Zülcelâl bizleri şerrinden korusun.
Âmin...


Benzeri bir hadise daha.
Bir mürşidin bir müridi vardır.
Fazlaca yakınlık gösterir gelir gider sevgisi saygısı oldukça yaklaşımlıdır.
Fakat bir kaç gün geçmiş de gelemez olmuş.
Şeyh "araştırın acaba neden gelmiyor?" deyince,
"Efendim pek görünmüyor artık evinde uzlete girmiş vs." diyorlar.
"Gidin kendisine sorun ki varsa bir noksanlık falan gereken şeyleri yapalım, eğer bir özürü arızası varda, dışarıya çıkamıyorsa yardımcı olalım gereken ne ise yapalım yapabileceğimiz şey var mıdır, sorun hele"
Gitmişlerde gelenlere "Şeyhimizden Allah razı olsun Allah başımızdan eksik etmesin sayesinde ben kendime bir şeyler buldum Allah’a şükürler olsun bu bana yeter" demiş.
"Nedir? Nedir? Nedir?.." diye ısrar etmişler.
"Ben yatsı namazını cennette kılıyorum" demiş.
Böyle deyince gelmişler Şeyh efendiye söylemişler.
"Yatsı namazında cennete varıyor da orada kılıyormuş" diyorlar.
Şeyh de Allah, Allah ne güzel şey bu, şu halde biz bu kimseye gidelim" diyor.
El birliğiyle müridin yanına gitmişler.
Şeyh efendi varmış yanına bakmış ki derdi falan kalmamış ferah içindedir.
Çünkü yatsı namazını artık cennette kılıyor.
"Aman evladım siz bu hale nail oldunuz ama aramızda az çok bir hukuk vardır velevki bir gecelik olsa dahi benide birlikte götürsen olmaz mı?" deyince karşı olamamış ve "olur efendim" diyor.
Müridi götürmek için gelen vasıta her ne ise vakti gelince geliyor.
Şeyh efendi ile birlikte binmişler gitmişler.
Vardıkları yer çok güzel ve süslü her bir şeyler vardır ve cennet dedikleri yer oluyor.
Yatsı namazını kılmışlar.
Tabi yatsı namazını kıldıktan bir müddet sonra artık geri dönmeleri gerekiyor.
Vesait gelince şeyhine "Efendim vasıtamız geldi buyurun gidelim bizi götürecek" diyor.
Şeyhi ise "Ah evladım ben senin gibi hergün gelemem ki, bu gün nasib oldu hiç olmazsa gelmiş iken birde sabah namazını kılalımda öyle gidelim. Sana ne mutlu böyle hergün gelebiliyorsun. Ama ben artık gelemem bu gün olmuş iken birde sabah namazını kılalım da gidelim" diyor.
Tabi gelen vesâit ısrar ediyor "İllâ gidelim yoksa burada kalırsınız" diyor.
Ama Şeyhinin emrini de kıramıyor mürid.
Böylece mecbur olmuşlarda sabah namazından sonra gelmesine...
Sabah namazı fecir doğduktan sonra baksalar kı bir çöplük içerisindeler mülevesat pislik her taraf.
"Evladım senin cennet dediğin bu mu idi. İşte bunlar şeytanın desiseleridir." diyor.


Kardeşlerim; mürşid, mürşid olacak mürid kendi başına yürüyecek olursa şeytanın aradığı şeylerdir bu haller.
Mürşid müridlerini güdemiyorsa onun çobanlığınada mürşidliğine de yazıklar olsun!..

Hülasa İmam-ı Rabbani Hazretleri mürid hadisesini belirttikten sonra dünyayı ortaya getiriyor ve dünyanın vasıflarını enterasan ona uygun ve layık kelimeler kullanarak sıralamış...
Tabiki bu sözleri elbette hali hazırda kendiside dünyanın bu mülevesâtına bulaşmış ise ağır görebilir ve bahane de bulabilir.
Zira okuyanların hepsi de inançlı olup İmam-ı Rabbani'nin hal durumunu fehmetmeyen kimseler tasvibde etmeyebilir karşıda olabilirler.
Onun için dünya ile alakalı birkaç âyet-i celile ve ahadis-i nebevîyye ve diğer sadatların dünya ile alakalı buyurdukları kelimeleri anlatmaya gayret edeceğiz.
Allahü Zülcelâl bizlere alel hak ne ise rızasına uygun olan kelimeleri nasib ve müyesser eylesin.
Âmin.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9089
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: MÜRŞİDLERİN HÂLLERİ - Muhammed SIDDIK (k.s.)

Mesaj gönderen nur-ye »

Bahsetmiştim Siirtli Hafız Muhammed Sıdddık Hz.leri çok güçlü bir hafız idi.


Eserlerin Arapça orjinallerinden güzel bir kütüphânesi vardı evinde.
Meşhur hafızları anlatırdı zaman zaman..

İmam-ı Azama ve İmam-ı Şafî Haz.leri bir Ramazan Ayında Gündüz-Gece birer hatimle 63 hatm edip bayramlamışlardır...

Hocam dedi ki: "Bunu denemek istedim ama 40 hatimde kaldım!"

Dahsı daha ilginçti ki: "İmam Azam Efendimiz 1 rekat namazda 1 Hatm inmiş diye haber okudum. Bunu yapmak istedim. Fatihadan başladım. Kıyamda 1,2,..8 cüze geldim ki ayaklarım uyuştu ve hissizleşti. Ayakta duramaz oldum. Düşündüm ve dedimki:
"Sıddık ilk Tilavet Secdesine az kaldı ona yetiş ve secdeyi biraz uzat! Ondan sonra 14 kerre secde var götürürsün!" dedim. Baştan A'raf Sûresi sonundaki İlk secdeye kadar 176 sayfadır ki normal okuyuşla şu anda her cüz 1 saat desek buraya kadar 9 saatte okunmakta...
Resulullah sav ve Mübareklerin sayesinde oldu!.. "
Diyerek bana özel sohbetlerde anlatırdı..
bazı gecelerde de sohbetler olurdu..
sağ ama yatalak hâlde..
Allahımız merhamet buyursun Hakka ve hayra ulaştırsın!..

Bu güzelliği paylaşalım istedim.
muhabbetle..


Resim
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön