Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Muhammed Sıddık Hekim (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aşk-ü meşkle yakınında olanlara olduğu gibi uzaklarda olanlara da vardır. Üzerinde olan 120 rahmet kürrenin her yerinde geçerlidir. O sebeble diyeceksiniz ki nasıl oluyor?... Meselâ benim memleketim Siirt'te, Şeyh Ebu'l Vefâ (ks) hazretleri ki "Tâcü'l- Arifin" olan bu zâtın türbesi vardır. Bir zaman zalim bir vâli geldi; Ebul Vefâ Hazretlerinin türbesini de etrafındaki kabirleri de yıkıp yerle bir etti. Çünkü vali evi orada idi. Vâli ise karşısında kabir görmek istemiyormuş. Eski devreler idi... Neticesi hiç bir şey kalmadı orada sadece bir ağaç vardı... Emmâre olarak o kaldı. O zaman belde de elektrik yoktu da Vâlinin evine özel bir şeylerle elektrik elde etmeye çalışıyorlar. Kurban Bayramı da yakın olup bayrama yetiştirecekler diye uğraşıyorlar.
Biz Şeyhimizin yanında olup beraberce oturuyorduk. Taha isimli kimse ağlayarak geldi ve Şeyhimize anlattı: "Efendim, bu zâlim adam böyle yaptı böyle etti. Hazreti Ebu'l Vefâ'yı bu hale getirdi" diye başladı anlatmaya. O zaman mübarek: "Eee, Taha ne diyelim.... Ne diyelim O Ebu'l Vefâ ki, kendisi değil de kemikleri bile Allah nezdinde Arş'ından daha efdaldır, daha muteberdir ve kıymetlidir" Vallahi bu şekilde buyurdu. Ertesi gün Vâliyi bir emirle merkeze çektiler ve Siirtte bayram yapamadı. Vâliler böyledir geçip giden zaman seli içinde... Velîler ise onlarda her zaman böyledir...
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Medine-i Münevver'e de yatıyor, meskeni oradadır ve Medine eftaldir. Fi'l- hakika umumî olarak Allahu Zülcelal'in evi olan Kâbe'nin orada bulunmasından dolayı da Mekke daha efdaldir. Fakat İmamı Mâlik'e (ra) göre; "Medine Mekke'den daha efdaldır" Mekke'deki Kâbe taştır. Medinedeki Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ise şahsiyettir. Kâmil olan insanoğludur.... Neden? Hatta, İmam-ı Malik'in buyurduğuna göre Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cesedi olduğu gibi duruyor. Ama, âlem değişmiştir. Yoksa seneler sonrasında Yezid'in biat devresinde Medine'ye geldiklerinde; erkek olarak hiç bir kimse evlerinde kalmadı kaçıp gittiler. Ve hainler üç gün boyunca Medine'yi mübah kıldılar... Her şeyi yapmayı serbest ettiler ve neler oldu neler... Biz sanıyoruz ki eskilerde bir şey olmadı da hepsi bizim devremizde böyledir... Yani Emevîlerin Yezid devresinde Medine-i Mübarekede neler ettiler. Hatta ehl-i Bedir hayatta idi. Onlardan da çoklarını şehid ettiler...Evleri de 3 gün mübah kılmışlar ki, isteyen istediği gibi girip çıkıyor ve her türlü melâneti işlemelerine izin veriyorlar!... Ve o üç gün boyunca Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Mescidine de girende olmadı. Said İbn-i Müyessir gibi Abdullah ibn-i Abbas'ın (ra) yetiştirdiği çok değerli kimseleri de şehid ettiler. Said İbn-i Cübeyir (ra) Haccac tarafından şehid edilmiştir. İşte bu Said İbn-i Müyessir (ra): "Büluğ çağında olmadığım için o üç günde ben mescide girerdim ve namaz vakti geldiğinde Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) türbesinden âdeta ezân da okunurdu, ikâmet de edilirdi ve namaz da kılınırdı, 3 gün boyunca ben bunları duydum!" diyor.
İmam-ı Mâlik'in deyişine göre ise; Aleyhisselatı ve'sselam'ın yattığı yerde, değil ki kendisi değdiği toprak dahi arştan üstündür. İnsan ayarında hiç bir şey yaratılmamıştır. Meleklerden de üstündür. Amma, insan olması lazım insan... Ancak, beter oldu mu da daha beter olur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Onun için Kâbe'nin imdadı 120 olup kendi civarında olanlaradır. 60'ı tavaf edenlere, 40'ı namaz kılanlara, 20'si ise Kâbe'yi seyredenlere olup Kâbe dahilindedir. Amma, zamanın Gavsiyet makamında olan zâtın yevmiye 120 rahmet inerde umumidir. Tahdidli değildir. İşte Ebu'l Abbas'ın dediği budur. "Eğer şeriata muhalefet olmasa doğrudan doğruya zamanın Gavsı kim ise Ona, Kâbe olarak yönelin diye söylerdim" diyor. Ama ancak kendisi gibi olanlar Gavsı bilebiliyorlar. Kâbenin tecelliyatı zatiyye değil de sıfatiyyedir. Ama bu zâtın üzerine olan tecelliyât ise: tecelliyat-ı zâttır. Böyle olunca da kat be kattır.
Nitekim Muhammet Ma'sum, İmam-ı Rabbani'nin oğlu olup şöyle buyuruyor: "Ra eytü Kâbe tü'l muazzamete tuanikunitu kabbilluni bi iştiyakin has" Gördüm ki Kâbe beni muanaka etti ve öptü. Candan titreyerek Kâbe beni muanaka etti (kucakladı) ve öptü. Candan titreyerek Kâbe öpmüştür. Diyeceksiniz taşlarımı gelmiş. Hayır, Kâbenin kendine has meziyetleri vardır. Nitekim Gavsû'l azam diyor ki görüyorum ki bazı kimseler Kâbe etrafında dönmekteler. Kâbe ise benim etrafımda tavaf etmektedir. İşte böyle esasen. Evliyaullah bir harikadır ve enbiya temsâlidir. Tecelliyat-ı Zât ancak insanlara olur. Başkaca hiç bir şey onu kaldıramaz. Arş'dan tutta yeryüzüne kadar hep gökte bir Kâbe vardır. Beytu'l Darah, Beytü'l izze vs. en azimi olan ise Arş'dır. Arş dahi tecelliyat-ı sıfattır. Onun için insan Arşdan çok daha efdâldir.
Pirimizin de tecelliyatı zatâ mazhar olduğu âşikardır. Şöyle ki; Şeyhimizin ağabeyisi Şeyf Şerafettin baba yerinde idi. Çok kabadayı ve celalli idi. Onun için Şeyhimiz Pirimizin yanında iken düşünüyordu ki: "ben ağabeyimin karşısında ne yaparım" diye. O zaman Mübarek pirimiz derhal işâret veriyor ki: "Velev ki bir taş üzerinde kalsan dahi bunu yürüteceksin. Bir varacak yerin kalmasa dahi" buyurunca artık hiç dinlemedi. Ağabeyisi ile aralarında ufak tefek "ne oluyor?" filan olurdu. Senelerce böyle geçti zaman geldi gitti... Memlekette kavga niza olsa sohbetine eletince derhal hallederdi. Şeyh Şerafettin gerekirse döverdi. Resmi hakimlerden de ilerde idi. Karşısında kimseler konuşamazdı. İlmi ve fevkâlede idi.
Bir gün babam Allah rahmet eylesin babam rüyasında görüyor; Şeyhimiz önde babam arkasında gidiyorlar. Karşılarında bir tepe gelmiş tepenin başında ise bir heykel durmaktadır. Mübarek şeyhimiz varınca durmuş ve bir şeyler okuyup heykelin başından aşağı üfürmüş ve "Ben arkasındayım" buyurmuş. " Bir baktım ki heykel Şeyh Şerafettin'e dönüşmüş ve dirilmişdi.!" diye anlatmışlardır.
Netice olarak Kâbe Halil (as) yapısı, insan ise Celil (Celle Celâluhu) yapısı oyup Kâbeye olan tecelliyât sıfatî, Gavsa olan tecelliyat ise zatidir.
"Ah kardeşim ah!" sonrasında Şeyh Şerafettin Şeyhimizin seçtiği Darü's sefâ için yer seçmişsin" diyor.Ondan sonra ise melek gibi oldu Mübarek" Ayni zamanda da o tepeye defnedildi Şeyh Şerafettin. Hayran oldu o tepeye. Darü's Safa Tepesi... Şeyhimizde o tepeye defnedildi.
İşte mübareğin hayatı böyle geçti gitti... Ancak asla siyâsetten bahsetmez, yanında da siyasetten anılmazdı. Hatta yanında konuşuyorlardı da; birisi İnönü diğerisi de Menderes filan deyince hemen "Katiyyen devlet ricâlini ne methediniz ne de zemmediniz... Methetseniz belki lâyık olmayanlar vardır. Zemmedip kötüleseniz devlet adamıdır bize yakışmaz yarar da getirmez buyuruyor. Mürşidimizin hayat sistemi bu idi... Şeyh Said isyanı vs. Vallahi inanın ki şimdilerde meşhur olan Şeyhlerin o zaman ki başları fâre gibi deliklerden hiç çıkmaz korkarlarken Şeyhimizin kendisi pervasızca her zaman çıkar sohbet eder ne isterse yapardı bi iznillahi teâlâ...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte mürşidlerin bürhanı olan mürşidimiz bu hakikatı teyid eder. Hem de pirimizin zamanın kutbu olduğunu da ispat eder mahiyette şu cümleyi buyurmuştur:
"Ol hanika'i makarr-ı esrar ve merkez-i pir azizân.
Feyzler saçılır ki, has-ü-ü avam. Cihanı doldurur,
Her subh-u-şam. Yüzbin sâdatın
Pâk ruhları müctemi olurdu"
Mübarek mürşidimiz pirimiz hakkındaki mansumesi farisidir. Sadece kastteiğimiz gaygeyi te'yid eden cümleyi zikrettik. Aynı zamanda kutbu'l ferd olduğunu da teyid eder. Yukardı kutbiyeti Muhammedi demiştik. İzâhı ve açıklaması şöyledir: Aktap nevileri çoktur. İhtiva ettikleri ûlûm ve esrâr, rütbe ve makamları anlatmaya vaktimiz kâfi gelmez. Ancak, mücmel olarak kutupların halleri müstakil ve Has Rasulllerin hallerinin timsâlidir. Taklidi yolu ile kutbiyetin muayen bir makamı var. Ednâ olmaz. Fakat terakkiyat olur. Kademe kademe terakki eder ki, nihâyete ulaşır. Dahası eshâb dahası Enbiya, Dahası Rasul dahası Ulu'l azam rasüller, dahası Fahri alem Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi Vesellem)
Hülâsa: Kutupların mâhiyetini, sağ olursak bu yazının nihayetinde, evliyaların terakkiyeat gaye ve mahiyetlerini imkân nisbetinde anlatıp da, dilimizi, kulaklarımızı, gözlerimizi şenlendirelim inşallahu teâla.
Şimdilik kısa olarak: Veliler, nebilerin taklididir. Kutuplar, muayyen ve müstakil olan Rasullerin taklitçisidir. Yani Davudi, âdemî, Nuhî, Musevî, İsevî, İbrahimî Muhammedî... Bazısı ilk rütbede kalır. Kimi, iki, kimi üç,kimisi hepsini cem' eder.
İşte bu kutbu'l câmi' ki, böylesi olan Muhammedidir. Burada sadece şunu bilelim ki:
Birinci makamı işgal eden, üst makamın esrârına müttali' değildir. Fakat üst makamı işgal eden zât; ednâ (alt) makamların, esrâr ve ahlallerine müttalidir. Kutbiyet makamını işgaleden zât: Hak celle ve alanın halifesi ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile teşriki mesâisi, işgall ettiği makamı nisbetine göredir. Az veya çok Cenabı Rasulullah'ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müşâhede eder. Şâyet terakkiyatı, son makamı ulaşmış rübteleri cem etmiş ise, o zât, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) takliden gölgesi, mesâbesindedir. Asla ayrılmaz. Nitekim, Mürşidimiz hazretlerinden, pir hazretleri hakkında tekrar tekrar işittik. Buyururdu ki, "Rasulullah (Sallallahı Aleyhi vesellem) emretmedikçe, bir nesne dahi yerden kaldırmaz. Ahlak ve edebiyatı ondan öğrenir, dâima tahtı tasarrufundadır."
İşte bu hakikatı teyid eder mâhiyette müstesna zâtların sözleri vardır. Hallerine göre buyurmuşlardır. Bu zatlardan Ebu Hasan El Şazeli ve Halifesi Ebu Abbas el Musi ve benzerleri şöyle buyurmuştur: Namazda, tahiyyat okurken, "Esselamu aleyke eyyünennebiyyü" dediğimde Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cevap gelmezse kendimi insan sınıfından saymam.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Vel hasılı: Mârifet ve bilgilerine göre konuşmuşlar. Meselâ Şeyhü'l Hazin (ks) Aziz, münacaatı anında (Lâ tekul ke musa lenterani) meâli: Bana da "Musa gibi beni göremezsin" deme ya Rabbi. Bu cümleden de anlaşılık ki, o anda Hazreti Musâ'yı taklid etmektedir. Münâcat ve mükaleme nev'ileri çok, ama makam olarak birdir.
Daha sonraki İbrahimi Makamının da taklidi ve dostluk nev'ileri çoktur. Bu nev'ilerin bir tanesinin misâli şöyledir: Tasarrufunda enva-i türlü mal mülk vs bir çok tasarruflar olmasına rağmen nazar edercesine bakar da, dostu Haktan bir an ayrı olamaz. Ve benzeri daha sonraki makam Muhammedidir. Bu makam en yüce bir makamdır ki, tarifi mümkün değil sadece en üstün meziyeti, haddini bilmek ve âzini i'tiraf etmektir. Binaenaleyh, bunun izahı evliya hakkındaki mevzumuzda ilerde gelecek inşeallahu Teâlâ...
Ancak şurada mücmel olarak bir hakikatı hatırlatmak yerinde olur. Meselâ: Gavsu'l Azam Seyyid Abdu'l Kadir veya Seyyid İbrahim Dussukî hazretleri ve benzerleri çok acaip zevkler harcamışlar. Zira, terakkiyat anında hal değişir, istikrarsızdır. Binaen aleyh herhangi bir peygamberin makamını işgal ediyorsa o hal galip olur. Yani; asıl ne yaparsa, gölgede onu taklid eder
Hülasa: Bu cümlenin müeyyidesi sarihtir. Galsu'l Azam, her acâib konuşmasından sonra, her harikayı gösterdikten sonra istikrarı buldu ve vefât edeceğine yakın, o mübârek, lâtif ve şerif, yanaklarını toprağa sürerek: "işte hakikat ne kemâliyet budur."buyurmuştur.
Ne demek istemiş? Yani, yanaklarını topraklara sürterek " hakikat budur" diyor. Acziyetini i'tiraf ediyor ve ilân ediyor. esâsen İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de buyurduğu:"Gavsu'l Azam'ın çok konuşması bazı hususlarda buyurmuş olması, bizzat terakkiyatta yücelikten sonra, tekrar halk arasına inip bulunması gerekir iken bedenen ruhen ve kadar halka inerse o kadar halk onu anlar ve fehmedebilir olurken Galvsü'l Azam'ın yeterince fehmedilmemesinin sebebi; esâsen ruh makamında kalmış ve inememiş olmasından dolayı hep harikalar söylemiş ve halleri bu şekilde ceryan etmiştir." Ne var ki Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi Vesellem) çok yüce terakkiyatı olmasına rağmen halk seviyesine inişi de harikadır ve böyle değildir. Bir çocuk yani bir soru sorsa durur cevap verirdi... Çocukları sever okşar ve konuşurdu. Herkes avam olsun, havas olsun kendisinden mahrum değildi. Sorabilir ve cevabını da alırdı. Neticesi anlaşılabilirdi. İşte mesele budur. Bunun için Gavsü'l Azam'ın harikalar konuşması kendi ruh makamında kaldığından dolayıdır. Sadece üstünlükte değildir. semavi bir durumdadır. Onun için harikalar söylüyor. Eğer daha da inmiş olsa idi daha istikrarlı olurdu. Nitekim Gavsü'l Azam sonunda yanaklarını topraklara sürterek "işte kemâliyet bundadır" buyuruyor. Toprak, toprak olacağı!...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hz. Pir Ali Hüsamedin'in (ks) bu husus da bir acayibliği vardır. Aleyhisselâtü vesselamın ruhaniyetinden bir lahza dahi boş kalmamış değildir. Tamamen onun idaresinde yürüyor. Böylesi çok nadirattandır. Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi vesellem) terbiyesi altında bulunmuştur. Peçe takmasının sebebini soruyorsunuz. şimdi bakınız bu misilli zâtlar Gavsiyet makamında ve çok güçlü olunca iki çeşit nazarları vardır. Birisi Celâli birisi de Cemâlidir. Birisi heybet birisi üns dür Heybet ve celâliyet yakıcıdır. karşısındakini yakıcıdır. tamamen candan edebilir. nitekim Eba Yezid bestami'yi aşkla şevkle arayan kimse onun memleketine kadar gidip bazılarına soruyorlar da diyorlar ki. " Evet buradadır, ama bazen görünür bazen görünmez filan falan." derken başka birisi " Vallahi Eba Yezid buradan ara ara gelip geçiyor. belki birazdan da geçebilir" derken o anda köşeden Eba Yezid çıkmış da " İşte Eba Yezid!..." diyor. Aşkla şevkle arayan kimseye Eba Yezid bir kere nazar edince adamcağız orada can veriyor. Celâl nazar işte böyledir. O sebeble Seyyid ahmed Bedevi Hazretleri hiç yüzü nikâbsız peçesiz perdesiz gezmezdi. Damda günlerce kalır ibâdet ederdi de nikabını açmazdı. Çok celâlli hali vardı. İlk halifesi Abdü'lal idi. Bir de Abdu'l mecid vardı ki, bir gün "Efendim Allah aşkına ne olursun yanıyorum. Cemâlini görmek arzuluyorum" deyipte ısrâr edince: "oğlum Abdü'l Mecid nazar cana bedeldir bune teşebbüs etme illa isteme!..." diyor. O ise "Efendim Allah aşkına ne olursun bin can olsa da feda olsun" deyince Mübarek nikabını açtığı anda bir şah kaleye, tamam bitti!... Can verip şehid oldu.
Onun için Hz. Ali Hüsameddin (ks) çok acayip harikaları vardı. Çok çook ahir zaman var ya.. Bilhassa insanlara ve cinlere Gavsü'l sakaleyn idi. Nasıl ki, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Rasulu s sakaleyn olup başka risâletlerde böyle bir şey yoktu... Sadece Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hastır. Yâni gavsiyeti gavsu's sakalayindir. Cinlerin de her ferdi musahhar olup âdete titrerler. O kadar da hakimiyeti vardır. Onun için karşısına gelen aşıkı kimselerin canlarına zarar olmasın diye peçe takmıştır ki derhal yanmasın diye...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

!

Mesaj gönderen Hakan »

Kezâlik: Hazreti Şahı Nakşibend: bir gün hulefa ve müridân ile beraber giderken, ağlamaya başlamış. Bu durum, etrafındakilere çok te'sir ettiği için, hepsi de ağlaya ağlaya mest ve perişan olmuşlar. Fakat, sebebini de anlayamamışlar. Öğrenmek istediklerinde, mübarek'ten aldıkları cevab şu olur:
"Ah, ah ne kadar aciz, hakir ve hatakâr olduğumu bilseniz, selâm vermekliğe dahi lâyık değilim. Fakat, Allah Celle Celalehu'nun setr-ü cemili setrediyor da, rüsvay etmiyor. Sizler gibi hüsnüzan sahipleri, bizler gibi fakirden bir şey umuyorsunuz." buyurdu
İşte; acziyetini i'tiraz ve kabul etmek, rahata kavuşmak demektir. Coşkunluk, taşkınlık yorğunluk ve sonra da pişmanlık getirir. Evliye olsun, enbiya olsun örnekleri vardır. Meselâ: Hazreti Süleyman âle'nnebiyyina ve aleyhisselâm, çoşkunluğu anında bir mülk istediğinde bulundu ki; "geçmiş ve geleceklere dahi benzeri verilmesin". Bu isteği karşısında, Allah Celle Celalehu icabet edip dileğini kabul etti. Fakat bu kabil vak'aların sonunda pişmanlık verir mutlaka. Hatta, karınca karşısında dahi hapt (susturup ağzını kapama) olur. İşte açık olarak sarihtir. Rivâyet olundu ki: Karınca Hazreti Süleyman'a (as) der: "Ya Nebiyallah; bana izin verirsen sana bir nasihatım var. Cevaben: "peki" deyince, karınca, yavaşça kulağına şöyle der: "Ya Nebiyallah, birinci olarak Rabbından şu istekte bulunman ki, (Sad suresi 35. ayet) ayetindeki Süleyman: "Beni bağışla bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver" yâni bana öyle bir mülk ver ki benden sonra da kimselere verme... Demek ki senden haset kokusu olduğu anlaşılıyor. Sende haset kokusu olduğu anlaşılıyor deyince Hazreti Süleyman'ın (as) derhal rengi değişir, sapsarı kesilir.
İkincisi olarak ise; "Seyyidin Rabbü'l izze Celle Celalehu karşısında üç vecihten dolayı edep hilafına gittin. Cür'et ettin.
Birincisi: Mülkü kendi nefsine isteyip başkalarını düşünmeyip unutmandır. Cömert ve kerem sahibi olmayıp, bahil ve hasisliğe yeltendin.
İkincisi: Allah'ın mülkünü vefâtından sonra da başka bir kimseye verilmemesini talep etmenle hırslı olduğun anlaşılıyor. Hayatta olmanla berkaber mülkü istediğnde senden sonra dahi kimseye verilmemesini istedin sen ortak mısın? Ne âlakan var ki, mülkü kendine mal ediyorsun. Çok hırslısın bu ise apaçık..."
Üçüncüsü Hakiki mülk sahibi karşısında kendini mülk sahibi sanman mârifet noksanlığına delildir."
Son olarak da şöyle der: "Sen, mülküm mülküm diye iftihar ediyorsun yekûnu nedir" diye sorunca:
Cevaben " Hatemimdir. Yani yüzüğümdür."der.
Karınca: "Of Of bir yüzük içine hasredilmiş bir mülke iftihar mı edilir? her zaman yanında taşıdığın bir yüzün içine hasrolmuş bir mülke mülk mü diyorsunda böbürleniyorsun." der. Esâsen Süleyman'ın (as) bu yüzüğü mührüdür ve üzerinde:
"Mektup süleymanadır Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlamakta)dır." Neml/30
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Bunları karınca söylüyor karınca... Haddini bildirmiş... Kadiri mutlak olan Allahü Zülcelal böyle konuşturmuş...
Esâsen Süleyman'ın (as) mührü "bismillahirrahmanirrahim"dir. Yarın bu mühür Dabbatü'l Arz'a verilecek de; kafirden, mü'mini bununla ayıracaklardır. Bunu burun ucuna değdirdi mi kişi kâfir ise tamamen simsiyah kesilecektir. Dabbetü'l Arz ise hani Salih'in (as) öldürülen devesi (nakası) vardı ya odur esâsen. Ondan meydana gelmiştir. Bir harikalığı vardır. İşte evliyalara da bu haller vaki'dir. Sonu pişmanlıktır. Fakat, hakikatın son zirvesi acziyettir. İsbatı, evliyanın terakkiyatı bahsinde anlatılacaktır.
Hülâsa: Bu cümlelerden anlaşıldığına göre Pirimizin Kutbiyeti Muhammedidir. Ve mutlaka bu makamların Camî'dir. Çünkü şekli ve şemali te'yid eder.
Aziz kardeşlerim; geçmişlerden olsun veya içinde bulunduğumuz zamanda olsun, her zümre mensup oldukları mürşidin rütbesini mutlaka ya Kutbu'l-aktab, ya Kutbu'l azam, ya Kutbu'l ferd zannederler. Bundan aşağı bir rütbeye asla razı olmuyorlar. Fakat mahiyetini evsafını işgal ettiği makamı, ihtiva ettiği ilm-ü-mârifeti daha daha nice meziyetler ki, saymakla bizmet, akıl sahipleri dahi idrak edemez, asla. Nedere kaldı bu fakir, âciz kardeşiniz ki, idrakimiz akim, ilmimiz,kısır, zekamız kısa, cehaletimiz çok olunca, ancak, mücmel, gayet kısa bir ifade ile teberrüken zikredelim ki, kutubluk meziyetinin derecesini, herkes insâfa gelirde her rastgelene tasavvur ve atfedilmesin.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Öyle ya, herkes hepisi Gavs olmuş!... Siirtte Şeyhimizin huzurunda idik. Kendisine soruyorlar ki; "Bir zümre var ki Şeyhlerine Kutbu'l Aktab diyorlar, kutup bile değil ama, böyle söylüyorlar, ne dersiniz?" diye soruyorlar. Biz Antalya'dan gelmişiz, hal-ü durumumuzu sordu. Biz de halkın dilinde dolaşan kutupluk vs konusunda bir açıklık versin arzuluyoruz. Ancak Mübarek de bir şey söylemiyor. Dayanamadım ve "Efendim bunların kutbu'l Aktab deyişleri iftira değil midir?" dedim. Cevaben: " He vallahi iftiradır." buyurdu. " İşte bende bunu istedim." dedim. Bunların davaları işte budur.
Şah-ı Nakşibendi Hazretleri buyuruyor ki, herhangi bir mürşid ki kendisine velâyet yoktur. Herhangi bir kerameti de yoktur, keramet sahibi de değildir. Ama kendi cemaatına velâyet tezini yürütüyor ve denkleşen bazı halleri de kerâmet diye söylüyor. Etrafındakileri inandırmak için velâyet ve kerâmet davasında da bulunuyorsa böyle bir kişinin sonu, hatimesi mutlaka su'l hatime (kötü son) dir. Belki bu ale'l küfre gider. Neden? Çünkü iftira Allahu Zülcelâl'edir. Velâyet ve kerâmet Allahü Zülcelale aittir. Kendiliğinden satın alınmaz. Kişinin kendi varlığıyla olmaz. Bu Allahü zülcelalin layık göreceği kişiye verilir. Allahın velisi Evliyaullah deniliyor ya Velâyet, Allahu Zülcelalin velisi olunca yetkilidir ve etrafına bir yarar sağlar. Avam kısmı gibi değildir. Salihdir en azından. Veya Sıddıkin kısmına da çıkabiliyor. Kerâmet kısmından olmayıp istidractır. Kerâmet ve ihsanından bir keramet imkanı verir. Yoksa bu yolda değilse Şeytan'ın bir istidracıdır. Şeytana kapılır gururlanır ve kendi kendine de keramet velâyet davasında da bulunduğu için akıbeti Şahı Nakşiben'in (ks) buyurduğu gibi su'i hatimedir. Neden? Çünkü, Allaha iftiradır. Çünkü Allahu Zülcelâl öyle buyuruyor.
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُوَ يُدْعَى إِلَى الْإِسْلَامِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

İslâm'a çağırıldığı halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez. (Saff 7) Acaba Allahü Zülcelâlin vermediğini, âdete Allah vermiş gibi kendi kendine bir görüntü ile Allah'dan olmadığı halde Allah'dan olmuş gibi yaparsa bu Allah'a iftira değil mi? Allaha iftira edenden daha zalim var mıdır? Zalimin akıbeti ise; Allah zâlimlere hidayet vermez.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hazreti Şah-ı Nakşibend (ks) böyle buyurduğu gibi, Ebu Hasani'l Şazeli de :"Bir kimse daha henüz halkın halini mürakabe edemeyecek bir şahsiyet iken, esâsen nefsinin ateşini söndürmeden saf bir hale gelmeden sadece gelip gidenlere elini öptürmekle, kendisini mürşid olarak yeterli görüyor ise Allahu Zülcelâl'in inâyet nazarından düşmüştür. Allahü zcülcelâl'in böylesi kimseye inâyeti yetişmez ve yardımcı olmaz ve perişan olur." Onun için Ebu'l Haseni'l Şazeli bizatihi böyle anlatıyor. Bir kişi kendisini halka mürşid olarak arzetmiş halbuki kendisi daha nefsinin ateşinden çıkmış değil, durmuş değil, humûd (sönme) etmemiş iken halkın gelip-gidip elini öpmesi hevesiyle kendisini yeterli görüyor. Halbuysa; "Sakata min ayni'l inâyeti" Allahu Zülcelâl'in inâyet nazarında sakıt olup düşer. Ve Allah ona yardımcı olmaz. Ne olur o zaman? Bir kimse ki; velâyeti yoktur. Kendi velâyet davasında bulunmakta ise de kerâmeti dahi yoktur Velilik ve kerâmet Allah'ın vergisidir. Ancak kişi nefis ateşini tamamen söndürmüş, saadatların benzeri olmuş acziyetini ve iflasını ortaya koyup enaniyetten tamamen çıkmış ise Allahu Zülcelâl, evet kendisine elbette ikram eder. İhsan eder... Hele bilhassa, bir erbabından birisi yetiştirdi ise kendisine emir, hüküm ve tasarruf yetkisi verildiyse böylesi mürşide Allahu Zülcelâl elbette destekçi olur. Ve bu misilli olursa o zaman velâyeti de olur. Kerâmeti de olur. Kerâmeti olan veli sayılır. Yok eğer kendini veli sayıyor kerâmet sahibi gösteriyor ise Allahu Zülcelâl'in inâyet nazarından da düşer çok feci' bir hale düşer...
O zaman Şahı Naşkibend de buyuruyor ki: "Böyle bir kimse Allahu Zücelâl'e iftira etmiştir." Allahu Zülcelâl"e iftira edenden daha zâlimi olur mu? Neden? Çünkü, velâyeti ve kerâmeti Allah veriyor. Ama, vermemişse... O zaman iftira ediyor ve müfteridir. Vermediği halde vermiş görüntüsü verip halkı kandırıyor... Allahu Zülcelâl'in vermediğini, verdi diye iftara edince (saff 7) âyetinin hışmına uğruyor. Allah zalimlere hidâyet etmez...
Esasen çok ağır... Keşke çöpçülük yapsa da böyle şeylere kalkışmasa idi. Çöpçülük ise ne güzel meslektir. Tozu toprağı süpürür. Halka temizlik hizmeti verir. Ama maalesef insanların gözü çöpçülükte değil Veliliktedir. Zira, onda debdebe hevesi var. Herkesler çok hevesli... Allahu Zülcelâl şuur versin. Âmin!..

وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُوَ يُدْعَى إِلَى الْإِسْلَامِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

"Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhil kezibe ve huve yud’â ilel islâm, vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn(zâlimîne).: İslâm'a (teslime) davet olunurken, Allah'a karşı yalan uyduran kimseden daha zalim kim vardır? Ve Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez." (Saff 61/7)
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hakikatte ise tarikatın hali bellidir. Saadatların yolu ve hali apaçıktır. Bunların yaptıkları gibi haşa bir krallık ta değildir. Aleyhisselatü ve'sselâm o kadar kendini sorumlu tutuyor ki: Ölen birisi oldu mu hemen sorardı: "Bunun kul borcu var mıdır?" var ya Rasulullah" "Borcu benimdir" buyururdu. Halka külfet olmak haşa mümkün mü? Halkın borcunu derdini dahi düşünüyor... Hz. Sıddık (ra): "Ma'lüm, varını yoğunu vermiş, hiç kimseden bir şey almamış... Verici olmuş da alıcı değil... İşte tarikatın ana temelleri bunlardır. Halka tarikatın edebini edebiyatını öğretmişlerdir. Zühde girmişler... Hazreti Ömer (ra): Hazreti Sıddık'ın (ra) tezini araştırır da yapmaya çalışırdı. Hiç bir zaman denkleştirememiş de Tebûk Gazvesinde tabi millet varlığını ortaya koyuyorlar. Çünkü gazveye ihtiyaçlar vardı. İlân edildi. Hazreti Osman (ra); getirdi ortaya şöyle yığdı da Aleyhisselâtü ve'sselâm eliyle savurarak "Allahümme rızaen Osman fakat rıdaytü" "Ben Osmandan razı olsun sende razı ol Allahım" buyurdu. Tabi ki kömeli bir meblağ... Hazreti Ömer (ra) biliyor ki Hz. Ebu Bekir'in (ra) fazla bir mal varlığı yoktu, "hah, işte bu gün tam günümdür, bende az çok bir şeyler vardır, getirdiğim Ebu Bekir'den de fazla olur" demişti. Ne yapmışdı Hz. Ömer (ra), malının yarısını getirmişdi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): "Ne getirdin ya Ömer?" buyurunca: "Ya Rasulullah malımın yarısını getirdim. Yarısını da ayalime bıraktım." diyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): "Güzel" buyuruyor. "Ya Eba Bekir sen ne getirdin?" buyurunca; Eba Bekir (ra): "Ya Rasulullah neyim varsa hepsini getirdim." der. O zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem): "Ya Eba Bekir efrad-ü-ayâline ne bıraktın?" buyurunca Ebu Bekir (ra): "Allah ve Rasulünü bıraktım Ya Rasulullah..." diyor. O zaman Hz. "Ömer (ra), Ömer sen bu kimseyle mi yarışıyordun, ne mümkün" diyor. İşte Hz. Sıddık'ın yolu bu yoldur. "Allah ve Rasulünü bıraktım nasibleri kesilecek değil ya..." diyor. İşte bu tarikatın temeli budur. Aziz kardeşlerimiz... Tarikat görüntüsü ile halka külfet olmak ve halkı sömürmek nerede?..." bu insafsız adamların yaptığı gibi bir tarikat yolu yoktur.
Bir de, yine Hz. Ömer (ra), Hz Sıddık'ın (ra) ibadetlerini falan araştırıyor vefatından sonra. Ailelerine sorardı. Hz. Sıddık (ra) kaylüle devresinde ve hele bilhassa teheccüd devresinde Fecre doğru bi "Huuu" su vardır ki, odada âdete kebâb yapılmış gibi ciğer kokusu misk gibi duyuluyordu. İşte Hz.Ömer Hz. Sıddık'ın (ra) her ibâdetini taklid edebilirdi ancak bu "Huuu" nun taklidi hiç mümkün değildi... "Bu Ömer'in işi değil" diye i'tiraf ediyor... Esâsen şühud hali devresinde idi Hz. Ebu Bekir (ra). Şeyhü'l Hazin diyor ki; "Şühûd hali devresinde "ALLAH" demek zikir etmek dahi kişi durdurur. terakkisine mâni olur ve geriletir. öyle an geliyor ki , zikri durdurmak gerekiyor." Şeyhül Hazir (ks)
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Basiret inikas eder (yansır, mağlubdur) zünübu çoğaltır, diyerek anlattığı şey: "ALLAH" diye zikir yaparken o makamda öyle bir zaman geliyor ki, kalb münakis oluyor. Neden Acaba? Evet insan zikri yapar ki, Allah'a yaklaşmak için, aradaki perdeleri yok etmek için... Tabi ki; kalb-ruh-sır-hafi-ahfa ve neticesi o hala geliyor ki kalbe zikrine "ALLAH" yerleştirmek...

"Bilesiniz ki, kalbler ALLAH'ı anmakla huzur bulur." buyuruluyor.
İnsan rabbısından uzak oldukça tabii ki o'na zikirle yaklaşım yapar ve kendisini oraya hazırlaması için zikir yapa yapa eğer şühüd haline varırsa Allahü Zülcelâl'in şühudu ile karşı karşıya gelince... İnsan aradığı kimseyi bulursa artık onun ismini ismen söylemez ve bir şey demez de sükut eder. Öyle değil mi? Yâni büyük bir kimseyi ona soruyorsun, buna soruyorsun veya ismini söylüyor gidiyorsun... Bulunca ise artık susarsın. Bulunan aranır mı? Allahü Zülcelâle yaklaşım yönünden zikri, rızası vs. arıyorsun arıyorsun gece gündüz... Ama, şühud haline eren kimseler, Allahü Zülcelâl celle Celâlihu subhaneke ve teâa'yı sır yoluyla ve bihlassa ahfa kısmı ile müşahede etmektedirler. İmam-ı Rabbâni Hazretlerinin buyurduğu; nikabların, sıfatların tamamen yok olupda neticesi zât celle celâlihu hatta Şu'un dahi olmaksızın... Peki bu hâle gelince şimdi daha hâlâ uzakmış gibi "ALLAH, ALLAH" demek tabi ki hedefini bozuyor. Öyle değil mi?.. İşte Şeyhü'l Hazin (ks) bunun şühud halinde olduğunu bu şekilde isabet ediyor. en Yüksek Mertebeyi anlatıyor. Şühud olunca zikra devam zünübü çoğaltıyor. Zâtullah'a şühûd olunca sükût olur. Zaten tecellinin iki kısmı vardır ki; ceâlli olanı yakıcı, serttir ve eritir. Heybettir. Cemâlli olanı ise ünsdür. Zâti tecelli ise; kalbde, ruhta, sırda, hafide değilde ahfada olmaktadır. İşte böylesi şühûd hali ise Sıddık'ın (ra) yolu olan bu tarikat-ı aliye de olup diğer tarikatlarda yoktur.
İşte yukarda Şeyhü'l Hazin (ks) hazretlerinin "tezdadü'zzünüb ve tenakise basaire ve'l kulüb" buyurduğu: Bu halde iken zikire devam etmek zünübu (bu makama perdeyi) ziyadeleştirir. Ve kalb basiretini noksanlaştırır. Hedefinden saptırır. Halbuysa o anda şühûd halindedir. Zakirun mezkurun...
Hacı Yasin, Şeyhü'l Hazin (ks) 'in halifesidir. Şeyhü'l Hazin'in hocası ise Molla Halid-i Müderristir. Molla Halil'in evlatları da hep molladır. Molla Mustafa Molla Hasan, Molla Ömer hepsi de meşhur olup aile ilmiyle memlekette çok meşhurdur. Molla Halil-i Meşhur denilirdi. Nerede ilim tasil edilirse edilsin mutlaka ondan icâzet alınırdı. Hatta Şeyhü'l Hazin, Osman-ı Sıraceddin'den dönüşünde karbistanda ziyaretine gitmiş. Kabristana girmeden ayakkabısını çıkarmış ve bu halde üstazının huzuruna varmıştır. Siirtte dönüşünde diyor ki: "Allahu Ekber, üstazımın kabrinden ilâ alane'sselmai nur sahibidir" mübarek bu şekilde söylüyor.
Molla Halit vefât etmiş ama evladları da ülemâ kısmından ve çok iyi yetişmişlerdir. molla ömer de bunlardan biridir. Bu molla Ömer, Hacı Yasin'e diyor ki: "Rad süresi 28. ayetinde; (Biliniz ki kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur) buyurulurken, senin şeyhin olan Şeyhü'l Hazin neden (tezdadü'z zünûb ve tenkise barise ve'l külûb) yâni: zikir yapılırsa hem perdeler artar hem de kalb basiretini azaltır diyor. Böyle kelimeler kullanmıştır. Bu nasıl şeydir? Bunu nasıl söyler? bir türlü hafsalaya sığmıyor..." deyince Hacı Yasin de: "olur efendim, olur hocam sorayım." der. Fakat Hacı Yâsin de afacandır. Halifeliği hiç kabul etmemiş, fedekârdır. Şeyhü'l Hazin Hazretleri: "Hacı Yasin, sende Şeyh ol da halka yarar sağla" dediğinde cevaben: "Kurban olduğum, Allah razı olur mu, senin gibi Şeyh var iken bende mi olayım müritlik bana yeter böylece..." demiş ve mürid olarak gelip geçmiştir.
Neyse... Molla Ömer'in sorusunu Şeyhine soracak iken o anda az önünde yürümekte olan Molla Ömer'e: "Molla Ömer!..." der. Molla Ömer döner, bakar. Tekrar "Molla Ömer!..." der. Molla Ömer bakmaktadır. Yine "Molla Ömer!..." deyince bu seferinde Molla Ömer: "Ah, aah olmadı böyle" derken tabi ki çok ferâsetli satır bir kimse Molla Ömer meşeliyi çözer ve "Fehmettin, fehmettin Hacı Yasin, tamam anladım..." der. Öyle ya insan çağırırken "Ya Allah, Ya Allah!..." dediğinde uzak olmalı ki yaklaşım istemiş olsun. Ama, karşı karşıya olunca niye çağırsın. Şimdi filan kimseye "gel buraya" diyorsun. Gelip karşısında duruyorken hâlâ "gel buraya" desen olur mu hiç?... Adam gelmiş önünde ya!... İşte Molla Ömer bu ferâseti anlamış ve demek ki huzur sahibi olan, müşâhade durumuna gelen bir kimsede o zaman ve halde zikir durur... Çünkü karşısında olan kimsenin ismi denilmez artık sükut edilir. hiç bir kimseden de duyulmamıştır. Mübarek Şeyhü'l Hâzin (ks) gerçekten çok kabadayı, hakikâten harikâlıkları vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Çünkü; İmam-ı Rabbâni (ks) Mübârek, âlemü'l Akdes'e vardıkları zamanda Batın ve Zahir esmâlarının sırlarıyla kanatlanarak onların sırları kanatları olarak âlemü'l Akdes'e ulaşır. âlemü'l Akdes sonsuz bir âlemdir. Ve o âlemde verilecek hediyeler, kerem ve ihsanlar ve o devrededir. Makamü'l İhsandır. Fakat Şeyhü'l Hazin ise diyor ki: "Kur'an sırlarıyla âlemü'l Akdes'e ulaşdım.
"Benim kuşlarım, beni uçuranlar; Kur'an sırlarıyla kanatlandılar" diyor. O da bu yolla ulaşıyor.
Şeyhü'l Hazin için Şeyhimiz birde şöyle buyurdu. "Yâni, mübârek Şeyhü'l Hazin, ne zaman ki Şeyh Osman'dan dönüş yapınca geldiğinde görüldü ki babası ölmüş anası ölmüş, evleri de bir yangınla kül olmuş bir şey kalmamış... Köyünde oturacak bir yeri de kalmamış... O zaman, o da kerpiçten bir şey yapıp oturmuş. Ancak, halkın gelişi artınca taşlık ve yaygın bir yere yerleşiyor. Tillo yolunda... Tillo Şeyhleri de meşhur ve biraz da gacaradırlar. "Ula ne olmuş yahu!... Bu kimmiş, Abdû'nun oğlu gelmiş de Şeyh mi olmuş!... falan, filan" diyorlar. Ama bakıyorlar ki Şeyhü'l Hazin'in etrafı çoğalmış "Çâre nedir?" Çâresi, bunu iyice bir dövelim de bu memleketi terk etsin..." diyorlar. Başta Hacı Yâsin ve Ubeydullah, ikisi de Fakirullah'ın halifesi ve kabadayı adamlardı... Sopalarını vs. alıp yürüyorlar... Birisi Tom köyü eşrafı, diğeri de öyle. Niyetleri iyice bir dövmek. Gelmişler oturmuşlar. Mübârek niyetlerini biliyor. Ve öyle bir sohbet etmiş ki, hayran olmuşlar. Ve tamamen kanaat getirmişler. Böyle şeyleri hiç duymamışlar. Tillo Şeyhlerinden böylesi şeyler duymamışlar. Kim anlatacak onlardan. Bunu Şeyhimiz bana anlattı bende size anlatıyorum. Mübârek Şah-ı Nakşibend (ks) kuvvetli karşısında bunlar nasıl dayanabilirdi ki... Dövmeye gelenler bu sefer: "Efendim müsâde et biz sana hizmet edelim, halifelik malifelik istemiyoruz. Hemen hizmetine kabul buyur da yeter." derler. Ondan sonra onları öyle bir hale getirir ki kimseler onları haklayamaz işte sonradan Şeyhü'l Hazin'in (ks) damadı da olan Molla Ömer'i ikaz eden Hacı Yâsin bu kimse olup ilk gelişi böyle idi. Sonu da böyle oldu...
Başka tarikatlarda böylesi tecelliyat mümkün de değildir.
O tarikatlarda tecelliyat-ı Berki olabilir. Adetâ güneş bulutların arkasında bir an görünüp gelip geçiyor kayboluyor gibi Berki dediğimiz, zâtı tecelli şavkını, sıfatlar derhal perdeliyor. Yukarda anlattığımız şekilde olan kimse ancak Nakşilerde mümkündür. Fakat, bu ise erbâb ister. Öyle rast geleye de olmaz esâsen... Bunlar ağır meselelerdir. Bu gbi hususları, filhakika böyle söylemekte doğru ve yerinde değildir. Kal (söz) işi değil, hal işidir. ancak; umarız ki mü'teriz (itirazcı) olmazlar. Allahu Zülcelâl'i tabii ki tasavvur edemiyoruz. Bir şey değil ki tasavvur etsek hâşa. Mahlukun tasavvur edeceği mutlaka mahluktur. Ancak, Allahu Zülcelâlin böylesi kulları da varmış bunuda bilelim... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) da mi'raç anında va sair vakitlerde dahi şuhûd hali olurdu esâsen. Bu hal Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mi'rasdır. Başka ümmetlerin velileri sıfattır. Zâti Şuhûd Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ümmetine hastır ve O'nun mi'rasıdır. Rabbımız, bu mübârek zâtların hayrat ve berâkatlarından mahrum etmesin... âmin...
İşte anlattığımız gibi Tarikat-ı âliye budur. Yolu, edebi, zikri, fikri şühudu ve neticesi böyledir. İyice bir düşünün bir kerre şu piyasadakilerin dava ve dalaverelerine bir bakın ki, neresi bu Tarikat-ı Aliyye'ye uyuyor haşa... Kendi kendini mürşid ilân ediyorlar. Yetmiyorda Gavs ilan ediyorlar. Kalleri ve halleri ise ortada...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Onun için, şöyle bir parça akıl sahibi olsalar bu gibi şeye teşebbüs etmezler. Kendini halka beğendirmek için rütme yakıştırma kerâmet ve bu gibi şeylere kalkışmak şöyle dursun acziyetini ve zavallılığını i'tiraf etmek lâzım yoksa perişan olur. Allahu Zülcelâl'in vermediği bir vazifeyi nasıl kendi kendine uydurmasyon bir şekilde dava edersin? Allahü Zülcelâl'in karşısına ne yüzle çıkacaksın? Olur mu böyle bir şey düşünün bir kerre... Allah'a iftiradır bu. Bu gün, sahte bir me'mur devlet tarafından yakalanınca akıbeti ne oluyorsa işte bu da öyle... Allahü Zülcelâl'in me'mur tâyin etmediği kendi kendine me'mur olmuşsa Kullara karşı değil bir de Rabısı Allahü Zülcelâl'e karşı buna cür'et etmişse varın siz düşünü sonunu. Çok ağır bu yönden çok... Allahü Züalcelâl bizleri muhafaza etsin ve bunlara şuûr versin. Hepimize de şuûr versin. Tevkatiyle refik eylesin. Âmin...
Şuûrlu olmak şarttır.
Pek Muhterem ve Aziz Kardeşlerimiz: Kutbiyetin, makam ve terakkiyatın üsûlunden, bir zerre kadar zikrettik. Şimdilik rütbesinden ilminden adetinden ve nevilerinden bahs edelim ki, hakikatlar aydınlanmış olurda, lâyık ve uygun olanla, olmayan seçilir. Hidâyet Allahtandır.
Kutbiyetin ilk makamı, rütbe itibariyle kırk dokuz bin küsür rütbedir. Her rütbenin de muhtelif menzili vardır. Kutub olan zât, istidadına göre, terakki ettikçe, rütbeden rütbeye, makamdan makama yükselir ki, son makama ulaşıncaya kadar o dahi seksen sekiz bin on altı rütbeyi kat etmiş olur. Beher rütbe bir âleme müteveccihtir. Yerin süflisi ve göklerin âlâsına, arşa kadar umum meslek (sülûk yolları), cereyan ve cevelan, yol ve kapıları tahtı tasarrufundadır. Zamanındaki evliyalar, nazarı altında ve kendisine de Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nezarâtı tasarruf eder. Kalıbından ayrılır. Kalbi ile kalbinden de ayrılarak Rabbısı ile kalır ki, o zaman ol melikü'l Vücud ve allemü'l guyub el mutalsarrufu fi küllî mevcûd olur. Tasarrufu altında tam bir teslimiyet ve tevfizi umûr, halis muhlis varlığı yok eder. Ancak Allahu Teâlâ'nın varlığı ile var olur. Tasarrufuna bağlanır, ilham yoluyla emirlerine müntazırdır ve bekler...
İşte bu edebiyatı bağışlayan Hazreti Allah Celle Celâlehu, kalbini namazgâh kılar. Feyz ve envarıyla dolar, taşar. Vücudun mecralarına sir'ayet eder ki, istilâ eder. Hatta istiab etmez bir hale gelir ki, tazyikinden vücûdun menfezlerine iplik gibi uzar ve menfezlerinden adedi kadar cereyan eden nurlar ile ruh birleşerek ayrı ayrı hem konuşur, hem görüşür. hemde imdada kavuşur. Ayrıca bunun aksine huzurunda oturanların veya çarşıda pazarda ne olursa olsun Şerîat hilafına her ne vakıa olursa olsun, işitmek görmek vesair hallerde yaramayan şeyler asla nüfuz ve tesir etmez. Hatta şunu da söyleyelim ki; bir Veli, Allahu Zülcelâl'in sırrına yani bâsiretin açıklılğına mazhar olduğu zaman behemâhal yetmiş iki damarını ıslah eder. Yani zülmanî ve Şehevî enanî hallerinden nura ve hakikate çevrilir. Meselâ: Yalan, Ücub, kibir riya, dünya muhabbeti, hubbu câh, yani dünya ile ilgili şeyler ve şeheveti nefsaniye üzerine aslâ te'sir etmez. Müvacehe ettiği kalplerdeki zulmet pasasını yok eder. Vücudun menfez adedince cereyan eden nurlar, ruh ile birlikte âleme tasarruf eder. Himmet ve imdada koşar, kâfi gelmezse meleklerden yeteri kadar tasarrufuna verilir. Her şeyi hak olunca, her batılı yener, her zülmeti giderebilir. Hatta "kün" emrine düstûr verilir. Fakat, hissiyatına kapılmaz. Şuûruna maliktir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

"Kûn" kelimesine sahip olacak derecededir. Ancak bunu kullanmaz. Hazreti Ali Hüsameddin'e (ks) gelinceye kadar Irak'ta en çok yaygın olan Kadirî tarikatı idi. Hz.Hüsameddin'den sonra Nakşî gelişti. Ben kendim bizzat taksilere binerken şöförlerin "Dahilek Ya Hüsameddin!..." dediklerini duydum. Gavsu'l Azam Abdulkadir Geylani (ks) Hazretleri tarikatı olan Kadirîlik biraz durgunlaşınca Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) başvurup :"Ali Hüsameddine emir verinde benim tarikatıma da el atsın. Ele alsın." diye arzedince bu minvâl üzere aracı olmadan doğrudan doğruya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) tarafından emredilip Kadirî usülüyle zikirlere başlattı. Bir gün "Hanikah" ın damına çıkmışlarda Kadiri zikri cehri olarak yapıyorlarken coşkunluk devresinde bir tanesi arkası üstüne damdan düşmüş boynu kırılmış ölmüş. Oğlu Muhammed Bahaaddin bizzat başında olmak üzere adamı yıkayıp kefenlemişler. Defnedileceği anda Hz. Ali Hüsameddin'e (ks) başvuruyorlar. "Ne emredersiniz?" derler. Mübârek bu adamın baş ucuna gelince "Kat an ben böylesini (bu işi) kabul etmem" buyuruyor. Ve "Kefen içindeki ölü hapşırarak kalkıyor. Kefenden canlı olarak çıkarılıyor. Ve kefen içindeki ölüye Allah'ın izniyle hayat veren kişi" diye kerâmetlerinden olarak anlatırlar. Neticesi Mübârek "Herhalde kalbinde bir durgunluk falan olmuştur" diyor. Oğlu ise; "Baba, Vallahi ben baştan beri başındayım. Hiç bir canlılık eseri kalmamıştı. Yıkayıp kefenlemişiz. Ancak başucunda bazı kelimeler kullandınız ki fehmedemedim. " Ben böylesini kabul etmem" dediniz. Neydi bu kabul etmediğiniz şey?" deyince mübârek o zaman: "Evladım, ben bu Kadirî Tarikat-ı Aliyesini kendi ihtiyarım ve enâniyetimle almış değilim. Ceddim (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyurdu da aldım. Eğer bu kişi böylesine ölürse halk diyecekler ki Ali Hüsameddin kendi kendine Kadiriye tarikatına sahip çıktı da Gavsü'l Azam darbesini vurdu da bir tanesini öldürdü diye söylerlerdi. Ben böyle iftirayı hiç de kabul etmem dedim. Çünkü halk nazarında Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) emir aldığım meçhûldür. Sanırlar ki Gavsü'l Azam benden razı değildir de darbe vurdu. Onun için böyle söyledim ve biiznillah öyle oldu." buyurur.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte kûn meselesi bu gibidir. Kendi kendine "kûn!..." diye değilde bir yararı ve gereği hal var ise istimdâd eder. Taleb eder. Çünkü kendisine düstûr verilmiştir. Hakikaten istediğini reddetmez. Ama, kaza ve kaderi; Lev-i Ezelide ve Levh-i Mahfuzda kontrol ettikten sonra tasarruf eder. Bazen ise buna imkan yoktur. Zira, mübrem (kaçınılmaz) olan emir asla değişmez. Değişebilenler ise muallak olan emirlerdir. Yani, mübremi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dahi değiştiremez. Çünkü o, uluhiyetin hükmü ve kararıdır. Kesindir. Çünkü onun sonunu ancak Allah bilir. Yerinde değil midir, zarar mı gelecek yarar mı gelecek mahluk bilemez. Ama, imkânı olan muallak kısmından bir şey ise o başkadır. Bazı veliler levh-i mahfuzu görür de levh-i eziliyi görmezler. Çok dirâyetli olan hem İmam-ı Rabbani ve hem de Hz. Halid-i Bağdadî buna benzer sözler söylerken İmam-ı Rabbani'nin deyişine göre mi söylüyor yoksa kendisi de görmüş müdür bilmiyoruz. Ama görmemiş olsa herhalde: Bağdad Valisi olan paşa kendisine çok yalvarmış da bir erkek evladı zürriyeti olması için de o zaman i'tiraf ediyor ki: Bu fakirin taht-ı tasarrufunda mevcûd değildir. Bu ilahi bir karardır. Çünkü verilmeyeceğine dair Levh-i Mahfuzda değil de levh-i ezelde karar mübremdir. Mübrem olunca ise kimse değiştiremez. Allahu Zülcelâle aittir. Ama, eğer karar muallak ise bir sebebe dayalıdır. Bir tasaddukta, sadaka vermeye, bir himmete veya bir şeyleri yapınca muallak olan karar değişebiliyor. Menfi ise müsbet olabiliyor Muallak'ın değişmesi mümkündür.
İşte bu vasıfları üzerinde taşıyan zât dağlar gibi istikrarlı, deryalar gibi durgun, müstakîm emre müntazırdır. Bu edebiyatını müşâhede eden Hazreti Allah, bu kutbiyetin son makamını işgaline izin verir. Böyle zâta feyz-ü kereminden, lütf-ü ihsanından, bazı sıfatlarından hassalar verir ki, her şeyi onunla işitir, onunla görür, onunla bilir. Kezâlik, diğer sıfatların müvâcehesine birer birer hassa verir. Meselâ: Bâsir, Semiğ, Âlim, Habir vesâire, istidâd ve kabiliyetine göre mazhar olur ki, o zaman Şeyhül Hazin'in buyurduğu gibi, yer gök, cennet cehennem, levhü kâlem, Kürsî-Arş, her hepsi keşif anında keennehu (sanki) bir bardak, bir fincanın içine bakmak ve ne varsa görebilmek basit ve kolay olduğu gibi, bunları da seyretmek, keşfen böyledir. Allahu Zülcelâl'in kuluna iki çeşit tecelliyâtı vardır. Bir tanesi celâlli bir tanesi cemâllidir. Birisi heybet birisi üns dür. Celâli ve heybeti acayip yakıcı ve serttir. Şeyhül Hazin'in (ks) buyurduğu celâl nuruyla nazar ettiği zaman şu mükevvinat âdeta bir fincan içine bakarcasına küçülüyor. Celâl nuru olduğu zamanda Allahü Zülcelâl'in celâli heybeti karşısında her şey küçülür. Nuru cemâl olsa o zamanda büyür insan dağ gibi olur. Celâl nuruyla keşfedildiği zaman tüm âlemler âdeta bir fincan içine bakarcasına hale geliyor.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Hülâsa: Öyle imkan veriyor ki, ins ve cinnin alınlarındaki yazıları dahi görür. Sular üzerindeki ve ağaç yaprakları üzerindeki yazıları dâhi görür. Felekler, Kürsî, arş, levhü mahfuz semavî kitaplar, suhufların ve Kur'anı Mubînin şifreli rümûz çözümleri, noktaların sırrı, felekiyat tılsımları, levhü mahfûzdaki, görünür ve görünmez yazıları, günlük levhâsı... Vel hasıl kısa bir cümle ile mutlaka bilmeliyiz ki, teşriki mesâ-i, irtibat ve dayanışması olup Allah ve Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bağlananın hali böyledir. Burada sizlere levh-i mahfuzla ilgili bir vakı'ayı da anlatmak istiyorum ki; vaktiyle Kurtalan da Şeyhimiz Mevlana Alaaddin sohbet ederken tabi orada kardeşlerimiz vardır. Kendi kendilerine konuşurken "Mübârek levh-i mahfuzdan bahsedermiş" derler. O zaman Kurtalan da Şeyh Kadri isminde bir müftu varmış. Esâsen Şeyh değildir. Fakat babası, Şeyhü'l Hazin (ks) de seyr-ü sülük yapmaya gelmiş. Tabi ki kendi memleketinde ailesi geniş, hitabeti fâsihdir ve kendisine de Şeyhü'l Hatip ismini vermişler. Seyr-ü sülûk için Şeyhü'l Hazin'e (ks) gitmiş. Ancak 40 günden sonra "seyr-ü sülûk bitmiştir" diyerekten etrafı akrabayı taallukatı birlikte kalabalik bir halde alıp götürmeye geliyorlar. Şeyhü'l Hazin (ks) mübârek onlara buyuruyor ki;"Evet, geldiniz fakat onun burda kalmaya ihtiyacı vardır ve daha henüz kendisine düstûr ve icâzet verilecek derecede değildir." deyince onlar da: "Kurban olduğumuz sen olduktan sonra nerede olursa olsun, sen onu yetiştirirsin." diyorlar. Şeyhü'l Hazin Hazretleri ise: "Siz beni dinlemiyorsunuz. Bakınız anlatıyorum daha henüz ihtayacı vardır." der. Onlar ise: "Vallahi kurbanı olduğumuz olur gider, memleketimiz onu bir an önce beklemektedir." diyorlar. Mübârek o zaman işâret vermiş ki: "Şu iki kaşı arasında bir ucûb (benlik) damarı vardır. Bu ucûb damarı giderilmeden hiç bir şeye elverişli olamaz. Bunun ise daha terbiyeye ihtiyacı vardır." buyurduysa da o kimseler: "Vallahi kurban, bizi boş gönderme, sayende hepisi olur." falan filen deyip alıp gitmişler Şeyhü'l Hatibi. Tabi ki Şeyhü'l Hazin hayatta oldukça herhangi bir enaniyet gösterme veya atılganlığı olmuyor. Ne zaman Şeyhü'l Hazin vefât eder 12 tane evladı olmasına ve Şeyh Fahrettin gibi kendisinin yetiştirdiği oğlunu yerine tayin etmesine rağmen bu kimse "Hak benimdir, Şeyhü'l Hazin'in yeri ancak ve ancak bana lâyıktır." diyorda başka bir şey demiyor. O kadar ki: hani o ücûb damarı vardı ya, bir türlü dışarda kalmıyor ve kendisinden başkasına da yakıştıramıyor. Tabi ki Şeyh Fahreddin devam etti göreve. O kişi de gelene gidene "Hak benimdir" demeye devâm etti. Hatta Şeyhü'l Hazine gitmek için Siirtten gidilir ve yine oradan dönülür. Bunlar kendisi ve cemaati geçerken: "Yarın mahşerde süvarı kim peyâ (yaya) kim olacağını göreceksiniz!..." diyorlar. Şeyh Fahrettin bir gün onu Şah-ı Nakşiben'in (ks) silsilesinden tamamen kat etti (uzaklaştırdı kestirip attı) ve ilân etti. Ve neticesi daha azgınlık ve zorbalıklara vs. kalkıştı. Üç evladı vardır. Birisi bu Kurtalan Müftüsü olan Kadri, diğerini İstanbulda görmüştüm hayta gibi idi. Bir tanesi de Celâl isimli olup memlekette Şeyhlik yapmakta ki hiç bir dayanağı olmadığı halde. Bu şeyh Celâl öyle ki: birisini görse: "Nereden geliyorsun Şerro'nun (Şeyh Şerafeddini kasdederek) yanından mı?" diye haraket ediyor. Şeyh Raşid isimli bir zât vardı ki Üveys Hazretlerinin türbesinde barınırdı. Şıh Raşid bakmış ki bu Şeyh Celâl'in etrafında bir kaç kişi var : "Şeyh bu kara tilkileri nereden toparladin?" deyince ona: "Şeyh Reşid artık mecnunluğa vurma, doğru konuşsan ya!" dediğinde "Yok, yok ben mecnun falan değilim, mecnun o ki, Şeyliğe elverişli olmadığı halde Şeyhlik davası eder." der. Neticesi hiç bir hayr görmediler.
İşte bu müftü olan Kadri, Şeyhimiz için "Levh-i Mahfuzdan konuşur" denildiğini duyunca "Çok büyütmüşler canım, olmayasıya bu!..." diye söylemiş. Biz bizzâtihi oturuyoruz Kurtalan'da bu hadiseyi anlattılar da Mübârek şöyle buyurdu: "Herhalde babası Şeyh Hattab için Levhü'l Mahfuz'dan alır verirdi deseler hoşuna giderdi... Ama, bize pek münâsib görmemiş. Zâten bizde levhü'l Mahfuzu aramıyoruz ki emelimizde de böyle bir şey yoktur. Mübarek Ali Hüsameddin'in huzurunda bulunduğunuz an o Hanikah ki; Aleyhisselâtü ve'sselam'ın ruhaniyetinin bir lahza dahi boş bırakılmadığı bir yerde, Allahü Zülcelâl'in envarının hayrat ve berakatının istiğraki içinde mest-ü -hayran olurduk. Hem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hem de Allahü Zülcelâl'in kerem ve ihsanı yanında Levh-i Mahfuz bunların gölgesi bile olamaz.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

O Hanika ki, 100.000 evliye ruhlarının cem yeridir. Neden? Çünkü, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in ruhaniyeti varda ondan... "Hacı Bilal Şeyhimizle birlikte Hanikaha gitmiş de oradan bazı kimseler Gavsu'l Azam'a (kv) gitmek isteyince gülermiş. "Sen Gavsü'l Azam'a (ks) gitsen de burada aldığın feyzi orada alamazsın çünkü onlar burada..." demişler. Zaman Ali Hüsameddin zamanı. Onun hakimiyeti devresi... Hilafsız olarak bize Kâbe'den üstündür. Çünkü. Kâbe tecelliyat-ı sıfatiyedir. Hele Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ruhaniyetinin bulunduğu yerde Allahu Zülcelal'in envarı, kerem ve ihsanı; üns dür ve cemâli bir tecellidir. Zâti bir tecelliyattır. Benim şahsen duyduğum ve mübareğin anlattığı şeyler bunlar. Asla medh-ü senâ değil harfiyyen olmuştur ve Allahü Zülcelâlin bir vergisidir. Bizim asla bir davamız yoktur. Halka dâveti alevlendirmek de değildir. Dâvetimizde yoktur asla. Çok olmuş veya hiç olmamış bizi ilgilendirmez. O mübarekler kendilerine mal etmişlerse sen "olsun" desende olur. "olmasın" desende olur. Bizim bir rolümüz yoktur bu hususda. Nasibi olanlar gelir...
İlmi bilgisi ise, şöyledir. Seyyid İbrahim Dussukî buyuruyor ki "Rabbimin izzet ve Celâliyle kasem ederim ki, kendine güvenen âlimler bir arada cem olunsalar, Kur'an-ı Azimuşşanın bir noktasını dahi çözemezler. âciz ve nâçiz kalırlar. Fakat Allahuzülcelal'in şefkat ve merhametini celbedecek bir halde lisan, ilim ve mârifet deryasına gerkeder ki, onun ilmini, dil erbâbları vasıflandırmaya âciz ve nâçiz kalırlar.
Pirimiz İmâmü'l Vâsilin, Hz. Muhammed Ali Hüsammedin'e (ks) sormuşlar ki; Gavasul âzam Abdul Kadir Geylanî (ks) şöyle buyurmuş: "Kutbiyet makamını işgal eden zât arştan ferşe kadar muhteviyâtı ile berâber gaye ve sebeblerini bilir. Hattâ denizlerin dalgalarını bile."
Pirimiz Cevaben: Te'yid ve tasdik olmak üzere; "Evet, hatta denizlerin kum ve katrelerini, ağaç yaprakları, yağmur katreleri ve daha nice bilinmeyen nesnelerin hepsinin sayısını bilir."
Gavs-u Aza Abdul Kadiri Geylanî Kudduse Sırrahu; Kutubluk makamını işgal eden zât on altı aleme müteveccihtir ki; dünya, âhiret muhteviyatı ile beraber on altı âlemden bir âlem içinde münhasırdır. (Geriye on beş alem kalıyor) Son makamı, on sekiz âleme yükselir" buyurmuştur. Bu cümlenin manası Hadis-i Şerif ile de sabittir.
Bir gün Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem), âlemlelrden sordular, garib şeylerden öğrenmek istediler: Cevaben: "Siz dünyada ve âhirette görüp, duruyor işitiyor veya müşâhede ediyorsanız ki, bu, on sekiz bin alemden bir alemdir. İşte birisi nübüvvet müşâhedesi, birisi de velâyet müşahedeidir. Birisi on sekiz bin birisi onsekizdir. Vel hasılı, Âlim ve Habir ve bir olan Allah (Celle Celalehu) verdiğinde ölçüsüz, karşılıksız, kereminden, ihsanından verir ki; icabında bir Fatiha Süresinin tefsirini hâvî olan ilim nevileri iki yüz kırk yedi bin dokuzyüzdoksan dokuzdur. İşte Fatiha Suresinin havî olduğu ilim budur. Yoksa Fatiha'yı besteleyip de çalgılala çalıp söylemek değil haşa.. Fatiha ümmü'l Kur'an dır. Fatihayı bir kefeye , Fatihasız Kur'anı da yedi defa diğer kefeye koysan Fatiha ayarında değildir. Böyle bir Fatihadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Böylesi bir zâta verilen ilim hal derecesine göre çok veya az olur. İşte, içtihad kapısı kapanmayan bu nev'i ilimdir. İlâhi ve ledunni olunca, münhasır değildir.
Hülâsâ: Bu zikredilen mevzular sadece fikir kapısını açmak, şu veya bu zâtların örnek hallerini anlamak ve saadatlarımızın hal tercümesinin isbatıdır. Hatta fazlası umulur, noksanlık asla yoktur ve bundan sonra da Saadatlarımızdan müşahede ettiğimiz harikaları, kavlen ve halen bildiğimiz kadar işaret vereceğiz. İnşeAllahu Teâlâ...
Aziz Kardeşlerimiz;
Her nesnenin özü var, hatta özünün de özü var. Anlayalım, gayemize dönelim, hatırımıza getirelim. Ne idi; "Mürşidimiz ve İmame'l Vâsılıyn, Pirimizin mazhar olduğu makam, kutbu'l azam, Gavsusâkaleyn... Niyâbeti, taklidi ve timsâli Muhammedîdir." demiştik. Hazreti Şeyh Hülasatû'l Vâsılıyn Mürdişimiz'in meşrebi Sıddıki'dir. Bunun isbatı müeyyidesi mutlaktır. Hepimizin inanç ve itimadımız vardır.
Lâkin, bu hakikatlerin izhârı için, elde müsbet deliller olduğu halde, ketmetmekte hımbıllık olur ki, o zaman davamızı kuru ve basiretsiz davalardan etmiş oluruz.
Ey Azizler;
Hepimiz malumdur ki, yalancılık mü'minlerin şiârı değildir. Münafıkların şiarıdır. Hal böyle iken, şu halde evliyâlar için yalancılık tasavvur etmek hâşâ sümme hâşâ... Olur mu hiç?... Bir mü'min yalan söylemez iken, evliyaya nasıl yakışır haşa... Hem Allah'ın Velisi, hem de yalancı olur mu? Yalancılık, münafıklık eseridir.
Şimdi mühim davamıza ve konumuza kulak verelim: Bir vakit Hazreti Şeyh, Hülâsâtü'l Vâsılıyn, Burhânü'l Sâlikîn, Zübdetü'l Arifin Muradu'l Müridin Seyyidi Şerif Mevlânâ Alaaddin Hazretlerinin sohbetinde bulunuyorduk, bir sebepten dolayı şöyle buyurdu Kasem ile: "Vallahi bizler levh-i Mafuzu görmek gayesinde değiliz." ve bir duraklama yaptı sonra bir cevher daha buyurdu. "Levh-i Mahfuz nedir? Allaha hamdolsun ki bizler o mübârek Hazreti Pir, Şeyh ile müşerrek olduğumuz anlarda Hazreti Fahrialem'in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) pâk ve mukaddes ruhaniyetiyle mest-ü-hayran olurduk. O vesile ile, Allahu Zülcelal Hazretleri, has tecelliyat ile, esrar ve envâriyle, mazhar ve müşteğrak olurduk ki, böyle hal böyle feyz, böyle istiğrakı başka nesnede bulmak, veya müşâhade etmet asla mümkün değildir" deyip nihayeti verdi. Bu vaciz ve nefis cümleden dört tane harika açıklamış olur ki, her birisi birer harika. Şimdi bu hakikatların izahını açıklayalım.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Birinci hakikat: Şeyh ve Mürşidi olan Hazreti Şeyh Ali Hüsameddin huzurundu bulunup da sohbet ve teveccühüne nâil olmak şerefini başka bir nesneyle kıyaslamak aslâ mümkün değildir.
İkinci hakikat: Hazreti Şeyh, zamanın Ferdî. Makamı, Muhammedî.
Ahlâk ve adâbı, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) timsali. Bu âlemde tasarrufu ve salâhiyeti, Hazreti Fahriâlem'in (Sallallahu Aleyhi Vesellemin) nâibi olan. Pir-u Azizan ile sohbet etmek vasıtasi ile de, Ol Seyyidil Vücûd Hazretlerinin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Ruhu pâki mudakkessini görmek, bulmak şerefini, başka bir vasıta ile görmek ve bulmak mümkün müdür? Asla!... Velev ki, Ravzai Mutahharada olsa dahi... Bunlardan daha geniş malûmatı ileride açıklayacağız. İnşallah.
Üçüncü hakikata gelince: Allahü Zülcelal Hazretleri kulları arasında halifeliğe tahsis edeceği zâtı, muradına göre yetiştirir ki; Mülk ve Meleküt âleminde tasarruf ve murakebe edebilecek hale getirir. adete nazargah-ı İlâhinin hedef noktası ve meziyetini başka bir vasıta ile bu vuslatı bulmak acaba mümkün müdür? Asla!... Velev ki, Levh-i mahfuz olsa dahi bu faydayı sağlayamaz.
Dördüncü hakikate gelince:
Hepimizce malumdur ki; bu nîzam, Hazreti Mehdiye (as) kadar devam eder. Mehdi (as) da Hazreti İsâ'ya (as) teslim eder, bunda son bulur. Kutbiyetin devamı nizamnâmesine göre her kutub yerine yetiştirmek üzere, sıddıkiynlerden sırdaşlığa tâyin ve tahsis eder ki, âdetâ sır hazînesi olur. Dâima nezâreti altındadır. Feyz ve berakâtının devâmı için, hedef noktası olarak tâyin eder. İşte, mübârek üstadımızın kastettiği gaye-i merâm, dört hakikâtın kendisi üzerine tecelli etmesidir ki, mübârek şeyhiziminde bulduğu vuslatı ve müşâede ettiği sırrı, envârı başka bir nesnede görmez ve vuslat bulmaz. Âyân beyân bu bir gerçektir. Pirimizin makamı, ferdî. Niyabeti, Muhammedi olup, Şeyhimizin, meşrebinin Sıddıyki yolu ile yetiştirildiği anlaşıldı.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşlerimiz;
Şimdi çok mühim bir hadiseye temâs edeceğiz. Bir vâkı'âdan dolayı Hz. Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin (ra) fârisi bir harika buyurmuş ve meâlen şöyledir.
"Evet biz âcziyetimizle ilan eder ve ümmi olduğumuzu i'tiraf ederiz. Lâkin her lâhzâda, Hazreti Fahri âleme bin, bin(yâni 1.000.000) salatü selâm getirmekliğe nâil ve muvaffak oluyoruz. Elhamdülillah. (Hâzâ min fadli Rabbi) şeklinde ibâre bitiyor.
Şimdi gelelim mütâalâmıza: İnceden inceye düşünürsek, bu cümlede üç hakikatın daha olduğunu i'tiraf ve kabul ederiz.
Birinci hakikat: Âcziyet ilân etmesidir. Bu ise, en son kemâliyet sofatıdır. Ve bu "huzur kurbiyet" yâni, bekâbillah makamına yetişenlerin sıfatıdır. Zirâ nice merhaleler katetmiş bu esnâda. Nice harikalar müşâhede ediyor ki; kâh azdırır, kâh şaşırtır, kâh coşturur, kâh susturur, kâh mest-ü şükran, kâh sahvu, kâh hayran... Vel hâsılı padişahı bulmak, görmek huzuruna girebilmek için nice vâsıta ve vesile olacak nesnelere başvurmuştur. Fakat huzura alınınca, mücerred olarak girebilir. Zirâ ilim ve irfanın satış yeri değil zillet ve acziyet yeridir... Hatta bu halde iken, zikretmek, huzur bozucu olur. Bu hususda Şeyhü'l Hazin'in sarahati vardır. İleride sağ olursak evliyaların terakkiyât sebeblerinin bahsini açarsak belki iyi anlaşılır. Şimdi mücmel bir ifâde ile iktifâ edelim. Şöyle ki;
Zikir, avam için gafletten uyanıp, huzura gelme. Yâni, tenbih ve ikaz ki, zikr olunan isim sahibi vardır. Kudret, azamet sahibidir. Yetkili, yeterli olup, tasarruf ancak O'nundur. Havas için Zikir: "Allah, Hu, Hu" derken, mâsivayı nefyetmeye uğraşırken kendisi de arada kaybolur. Kendini bilmez hale gelir ki, İmam-ı Gazali Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuş: Bilumum mevcudat ezelden ebede kadar, Allah'u Teâlâ'nın azameti karşısında bir zerre hükmündedir. Bu zerre ise, göz ile görülebilmek için güneşin ziyasına muhtaçtır mutlaka. İşte bu hal tahakkuk ederse, kendisi de zerrenin içinde fâni olur. Fenafillah: "Lâ ilâle"dir. Ondan sonra Bakâbillah Haliîllallah" olup o zaman huzur bulur. İşte acziyet ve zillet. Padişah huzurunda olanlar için şarttır. Sebebine gelince: avamın zikri dil ile, havasın zikri kalb iledir. Ehli kemâl ise Rabbısı iledir. Yâni huzur haline yetişen zâtta ne dil, ne kalb var aslâ. Acziyet var. İşte Pirimizin kastettiği acziyet budur. Bu hal bazı zâtlarda arada sırada bulunur. Bazısı ise bu halden ayrılırsa kendini ölü hükmünde sayar. Böylece, Pirimizin hâlini bilelim...
Hülâsâ: Bu dünyada Allah'u Teâla ile ilgili irtibat; yani, hal muâmelât ne derecede ise, "ahirette de böyledir. Bu cümleyi Ebâ Yezid'in şu sözü tâyin eder. "Allah'ın öyle kulları vardır ki, Cennette oldukları halde, râbıta ve nazarında bir lâhzâ dahi ayrılsa, Cehennem ehlinin feryad ettikleri gibi, bunlarda cennetten feryad ederler." Zirâ, dünyada dahi: zevk-ü safâ, aşk-ü şevk, lezzet ve ünsiyet öyleki, zaman ve mekân mefhumu ortadan kalkmış, yani sadece senedi bir Bayram namazı veya haftada bir Cumâ namazı veya günde beş vakit namazı değil, dâimi huzur içindedirler. İşte cennette böyledir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İkinci hakikata gelince: Bu da ümmî olduğunu i'tiraf etmesidir. Demek ki merşebi üveysi, Mürşidi Hazreti Muhammed Aleyhisselâmdır. Zirâ ümmilik örneğini ilk defa Fahri âlem (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) vermiş ve bu kâbil yetişenlerin hali fevkalâde olur. Sebebine gelince: Acizlik ve Ümmilik, müridan'ın şiârındandır. Yoksa kendini bilgin addetmek, mârifet taslama, ukalalık yapmak, şeytanın işidir. Maalesef böyle murad olmaz.Hatta murid dâhi... Zirâ bu yolun yolcuları üçtür. Fenâfi'şşeyh, Fenâfi'rrasul, Fenâfi'llah, yâni; fena demek Fani olur ki, "hiç olmaz" demektir. Üç merciin hakkını verirse o zaman mürşid murat olabilir. Zirâ insanın misali teyb gibi, kalbi de şerididir. Gâyesi, ancak kıymetli ve faydalı nesnelerle doldurmaktır. Çok dikkat edelim ki, şerit adedi bir tekdir. Aynı zamanda iki nesne üst üste alınmaz. Her ikisi heder olur. Bir Fâide de temin edemez. ancak silinmiş pâk ve temiz olarak hazır duruma getirmektir. Ondan sona ister şeyh kapısına ister Rasulullah (Sallallahu alephi Vesellem) kapısına, ister Hakk (Celle Celalehu) kapısına... Gâye ve maksad, lillah, Fillah, hariç şeylerden beri olup acizliği ve ümmiliği i'tiraf ve kabul eyledikten sonra hangi kapıyı kastederse etsin istidadına göre alır ve doldurur.
İşte Pirimizin ifadesi bu hakikate dayanır. Nitekim, Hazreti Bişri Hafi; Fikri ve azmi, bu hakikate yöneldiğinde, mevcudunda olan on zenbil kitaplarını şöhret korkusundan ve kalbini meşguliyeten kurtarmak için yok etmiş, mücerred kalmıştır.Fakat, zaman zaman İmam-ı Ahmet gibi zatlar bile mezhep sahibi oldukları halde, Bişri Hâfi'den müşkül meseleleri sorar ve öğrenirlerdi.
Kezâ Ma'rufu Kerhi ve benzerleri hatta, bir kısmı var ki, manevi cebheden hücumlar başlarda, yaşını başını beklemeden, daha genç oldukları halde, zâhiri ilimlere harcayarak vakit bulamıyorlardı. Doğrudan mânevi ilme dalıyorlardı.
Nitekim, Hazreti Sirâceddin Ubedullah'ı Ahrar şöyle buyurmuş : "İlim tahsiline kaç defa azmettim, mâlesef Kitabü'l Misbah'dan iki yaprak ancak müyesser oldu."
Kezâ: Hazreti Şeyh Nâkşibend ve hazretleri, bir kısmı daha var ki okumak değil, harfleri dahi öğrenmemişler. Üveysi meşrebinden olanlar bunlar. Meselâ Seyyid Ali Havvas, Seyyid Abdülaziz el Debbağ ve emsâlleri. Başta Hazreti Rasulullah (Sallallahu aleyhi Vesellem) olmak üzere ilmi marifeti, hakikat olsun, şeriat olsun, menbâ'ından ve merkezinden öğrenirler.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

İşte Pirimizin kastettiği ümmiliğin ne olduğunu acizâne beyan ettik. İnşâallah hakikata uygun olsun. Hazreti Pirimizin ümmiliğini itiraf ve ilan ediyor. Ancak, bir Lahzada Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) (1.000.000) bir milyon salat-ü selâm getirebiliyor. Peki bu, nasıl olacak acaba? Bunu şöyle anlayalım ki; Çünkü dil ile olması hiç mümkün değildir. Fakat Ebu Abbasi'l Mursî misâl vermiş. Diyor ki: "Ben Kadir Gecesi Efendemizin arkasında namaz kılıyordum da vücudundan öyle bir envâr fışkırmaya başladı ki, hani bazen tazyikli suyun delikli bir kabdan veya fıskiyeden püskürdüğü gibi vücudunun her tarafından nur fışkırdı. Kendime medârım kalmadı az kaldı düşüyordum"
Demek ki vücud menfezlerinin (ter delikleri) adedi kadar ruh işgal edebiliyor. Onun için şarktaki veya garbdaki bir müridin istimdâdına (imdad istemesine) yetişebilmektedir. Ve böyle olması da lâzımdır. Milyonlarca müridânı olunca... Gavsü'l Azam'ı ramazan gecesi 60 kişi davet etmiş hepsine de icâbet etmiştir. Gavsü'l Azam'ın 60 tane vücudu kalıbı yok ki... Ama, ruhu bu işlemi yapmıştır.
Yine mübârek Şeyhimiz Mevlânâ Alaaddin Hazretleri Kore Savaşları sırasında günlerce yemek yemedi. Yemek getiriyorlar ama yiyip içmiyordu. Sonunda çamaşırını değiştirirken kan izleri görmüşlerdir. Halbuysa hiç bir zaman oradan ayrılıp ta gitmemiştir. onun için bu mübâreklerin öyle bir ruh halleri vardır ki, vücudunun menfezleri kadar yayılabiliyorlar. Evet bu menfezlerin hepisi ruhen salavât getirebiliyorlarsa artık gerisini düşünün...
Kişinin istidâdı ve kabiliyyeti ne kadar yaygın ise o nisbette salavatı çoktur. Evet, "Ümmiyiz" diyor, acziyetini ortaya koyuyor fakat, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyeti kendisini şereflendirince her lahza salavât getirmesin mi?... Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhaniyeti kendi ruhaniyetini mecz ederken tamamen menfezden elbirliğiyle bir milyon salavatı bir anda getirebiliyor...
Üçüncü hakikate gelince: Anlattığımız gibi Tevfik Allah'tan (Celle Celalehu) olup mâhiyeti, bir lahzada bin bin salatü selam getirmeğe muvaffak olmasıdır.
Evet Aziz Kardeşlerim; Edebiyatı, Hazreti Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) timsâli olan Pirimiz, ona uyarak, lüzumu anında, ni'meti tezekkür maksadı ile söylemek Ayeti Celile ile sabittir. Emir Mahiyesindedir.

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
Ve emma bini'meti rabbike fehaddis. Duha/11

"Ve Rabbinin ni'metini minnet ve şükranla an" Allahuzülcelâlin ni'metlerini söylemek bir emirdir. Habibi'ne (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "söyle" buyuruyor. Pirimiz de ona dayanarak söylüyor. Yoksa haşa, kendini methetmek için değil...
İşte mübârek, ni'meti belirtmezden evvel Allahü Zelcelâl'in fazlı kereminden olduğuna işâreten, hamdu senâlar etmiş, sonra ni'metin mâhiyetini ilân etmiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Fârisi üslûbuna göre adedin en yüksek rakamına işaret vermek istenildiği zaman bu ibâreyi kullanır ki; "hazar hazar" yani "bin, bin" demek ki fazlalığı mümkün, noksanlığı yoktur. Vesselâm...
Şimdi tekrar gayemize dönelim, hepimizce malumdur ki dil ile getirilen salâvat, her telafuzunda birer birer yani bir söylemede çifteli olarak salavat çıkarmak mümkün değildir. Nerede kaldı ki, lâhzada bir milyon heyhat!... Fakat Allah'ın inâyeti yetiştiğinde dağlar, dereler dümdüz olur. Fazl-ü-keremiyle hazinelerini açarda, bağışlayacağı kadar bağışlar, ona kimse soramaz, o ise istediğini sorar.
Ey kardeşlerim; Bilmiş olalım ki, Allahü Zülcelal Hazretleri her zaman halifeliğe tayin edeceği zâtı ki, onun her şeylerini alır, yok eder. Yani şuur, idrak, his, fikir, azim, irâde, kudret, haraket, kuvvet, kalbi, kalıbı, nefsi ve ruhu; "KEENLEM YEKÜN"; sanki olmamış gibi" hükmünde olur. İşte bu halini öğrenmek maksadıyla müridini gönderir. Ebâ Yezidin yanına gelince, şüpheyi gidermek gayesiyle sorar. "Efendim Ebâ Yezid siz misiniz?" Cevaben: "Ebâ Yezid kimdir, nerededir? Arıyorum, bulamıyorum" der. Mürid, "Allah, Allah zavallı delirmiş" diyerekten üstazına döner. Görüp işittiği nesneyi anlatınca " Hu, Hu!..." mübârek kayıplara karışmış der ve ağlar. Ebâ Yezidden bir işâret daha verelim: "Ben, benlikten çıktım, varlığımdan yok oldum. Bilgimi tamamen unuttum. Ancak, Rabbımı bildim. Aziz ve Celil olan Rabbım ile kalınca, onunla her şeyi bildim, her şeyi işittim, her şeyi gördüm, her müşkülü çözdüm, her kötüyü sezdim" Hülâsa: "Rabbımın bağışladığı nurların vasıtasıyla mâni kalmadı." buyuruyor...
İşte bu varlığa sahip olan Pirimiz Hazretleri; lâhzada, bir milyon salavatı getirmeye muvafffak olması bu kâbildendir. Meselâ: Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Cuma günü, bilhassa bir lahza içinde kaç milyon salavat getirilirse getirilsin işitir ve cevâbını da verir. Çok görmeyelim bunu...
Zira, ilahi sıfatların sırrı ve envârı ile memzüc ve müstağrak olduğundandır ki; görüşü ön cephesi nasıl ise, arka cephesinden aynısını görürdü. İşte bu hassadan dolayı, Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "sol eli" veya "sol ayağı" demek, câiz görülmeyip ancak, birinci sağ, ikinci sağ denilmesi lâzımdır.
Ruhu pâk ve azimdir. Güneş gibi cihanı kaplar. Bir de anvârı hak ile mezc ve sahk olduğundan dolayı milyarlar dahi olsa işitir ve cevab da verir.
Kezâ; Mahşer âlemindeki muâmelat bu kabildendir. Her birisinin muhasebesi bir anda hal durumuna göre cereyan ediyor ve görülüyor. İşte, Hakk (Celle Celâluhu) inayetiyle Pirimiz gibi bir zâtı halifeliğe tayin ve tahsis etmeğe murat etti mi, zâtın tasarrufu altına alırda, beşeriyetinin kısır, akim, mağdum, vesâir nesnelerini giderir. Zahk (perişan) olunduktan sonra mezceder ki , evsafı evsafına, ahlâkı ahlâkına, envârı envârına, esrarı esrarına, ef âli ef âline, hatta öyle yetiştirir ki; nefhası, İsrafil Aleyhisselâm'ın sur üflemisen bedeldir. Cihana mânevi hayat verir. Hakikaten öyledir. Zamanın İsrafili gibi hayat nefha eder üfürür... Evet, evet tasdik edelim...
Zirâ, ifademezin müeyyidesi Hadisi Şerif ile sabittir. Ebu-l Hasan Şazeli ve Ebu-l Mevahib'in sözleri ile müeyyeddir (doğrulanmıştır) Evvel Allah...
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşlerimiz; Şimdi şu mühim meseleye dikkat edelim. Şeyh Abdü'l Aziz Debbağ Hazretleri şöyle beyan ediyor: "Allah'u Teâlâ'nın yaratmış olduğu bazı melekelerin her birisinde beş aded başı var. Beher başta, yedi adet yüzü var. Yani altı köşeli, altı cepheli, bir tanesi üstü olmak üzere yedi adet. Beher yüzünde dokuz adet ağız var, beher başta altmış üç adet ağız var. beher ağızda üç veya beş veya yedi lisan bulunmaktadır. Üç ilâ olursa 945, 5 ilâ olursa 1575, 7 ilâ olursa 2205 eder... İşte, melekler zikir, teşbih, tahmid, ve salavatı Şerifeyi bu minval üzere def'aten 2205 aded getirebilir, Fesubhanallah... Meleki'l Azim, murat ettiğinde sır sahibi olacak zât, bundan fazla hatta kat kat olmadıkça iş göremez, evvel Allah... Evet, beşer melekten üstündür.
Şimdi gayemize dönelim.
Suâl: Pirimiz Hazretleri, neden sadece salavatı şerifeyi buyurmuş ta, zikri, teşbihi, tahmidi, istiğfarı buyurmamıştır?
Cevab: Mübarek ni'meti tezekkür etmek gayesi olunca, kabuliyeti, mutlak olan nesneye işâret etmiş Zira, salavat müstesnadır. Başka nesneler gaflette olursa, kabuliyeti garanti değildir. Muhtemeldir ki, zikir teşbih tahmid, istiğfar, Kur'an vesâire, menfat-ı şahsiyyedir. Allahü Zülcelâl, menfaat gibi şeylerden müstağnidir. Fakat Salavat-ı Şerife'ye gelince Rasulullah'ın da (Sallallahu Aleyhi Vesellem) menfâati şahsiyyesi bulunduğundan dolayı hayrı bereketinden asla reddedilmez. Bu da Hadis-i Şerif ile sabittir. Efendimiz Hazretleri (Sallallahu aleyhi Vesellem) meâlen şöyle buyuruyorlar. "Ümmetimin âmelleri bana arz olundu. Makbul ve merdud (reddedilen) olanları müşâhede ettim. İllâ ki, benim üzerime getirilen salavat müstesnâ yani başka ibâdetlerde, hukuklarına riâyet etmeyip gafletle yapıldığında red olunması da muhtemeldir. Lâkin, salavat; Hukuku Peygamberide (Sallallahu Aleyhi Vesellem) müşterek olunca red olunmaz. Elhamdulillah. Bu cümleyi te'yiden Şeyh Muhammed Ebûl Mevâhib şöyle buyurmuş "Fahri âlemi gördüm ve sordum: "Ya Rasulullah; Ümmetinden kim ki senin üzerine bir salavat getirirse, Allah'u Teâlâ karşılık olarak ona, on salavat vâ'dedmiştir. Acaba, sadece huzuru kalble mi getirilenlere mahsustur?" diye... Cevaben: "Hayır, hayır, huzuru kalb ile olsun, gafletle olsun. Buna nâil olmakla beraber ayrıca bir çok melâikeyi de ona tahsis eder. Hem duâ, hem istiğfar ederler. Lâkin huzur-u kalb ile getirenler çok daha müstesnadır. Onlara verilecek olan mükafatı, ancak Allahu Teâlâ bilir" buyurmuştur. Elhamdulillah... Tabii, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi Vesellem) ruhaniyyeti her an kendisiyle olunca veli nimeti oluyor. Onunla olunca başka şeye gerek olmayıp hep salavât... İşte Pirimiz Hazretleri Ni'meti tezekkür etmek gâyesi ile salavatı şerifeye işâret etmiştir. Allah'u âlem birmuradihi.
Resim
Kullanıcı avatarı
Hakan
Moderatör
Moderatör
Mesajlar: 4962
Kayıt: 08 Eki 2006, 02:00

Re: Pala Defteri Muhammed Sıddık (k.s.)

Mesaj gönderen Hakan »

Aziz Kardeşlerimiz;
Bu mübâreklerin, kal ve hal tercümelerinden konuşacak biz gibi acizin haddine mi düşmüş? Cidden gariptir. Fakat sizler gibi ârif ve müdrikler olunca, diğer kardeşlerimiz ile beraber okuyucu olsun, dinleyici olsun, bir noksanlık görüldüğü yerde, tezkiye edeceğimize eminim. Tevfik ve inâyet Allah'tan (Celle Celâlehu), şefaat Rasulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem), himmet Saadattan olup, merhameten umarız...
Bilmiş olalım ki; Velâyetin mühim sebebi ve terakkiyâtın seviyesi iki Mi'yar ile ölçülür.
Birincisi: Allahü Zülcelâl'in esmâ ve eserlerine i'tikaden, fikren, ibret nazarı ile ki, müteakiben esmâ yerine, sıfat, eser yerine müşâhede, ibret ve hayret yerine hakikat olup, tâ ki; envârı ile gârk olur. Gaybâni halinden huzur ve ondan sonra ise mükâşefe ile, Maşallah.
İkincisi: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu aleyhi Ve Sellem) ile muamelatıdır. Kavline, fiiline, haline, i'tikaden, âmelen, ahlâken uydurup tahakkuk ettirmektir.
Hülâsa: Birisi Vahdaniyetin tahakkuku, ikincisi muhabbetin tahakkukudur. işte, rütbe ve makamın ölçüsü budur. ancak şu mühim olan, Fahri Alem'in (Sallallahu aleyhi Vesellem) in bilinmesi için yaratmış, ayrıca ona karşı sevgi ve saygı sahibi olup şanına ve şerefine uygun olan muamelelerde bulunmakla da mükellef kılmıştır.
Habibidir ki, Hakk Celle ve alâ Zâtı mahsusiyesi için yaratmış. Ayrıca, Uluhiyetini takdis, tenzih tahmid, lâyıkı veçhile yapmaklığa emretmiştir. Dikkat ediniz ki, mevcudatı Habibi için, Habibini ise, Zâtı için yaratmıştır. ayrıca mevcudatı habibini bilmek ve muhabbet etmek mecburiyetinde olup, Habibi de zâtın a karşı lâzım. Takdis, tevhid, tahmid yapmaklığa mükellef kılmıştır. Her şeyleri Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için, Habibini ise zâtı için halk etmiştir. çünkü, zâtını, Habibi ayarında bilecek, keşfedecek ve o mertebede olabilecek hiç bir kimse olamaz ve mümkün de değildir. hiç yaratmamıştır. Yâni, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mâ'rifeti Allahü Zühlcelâl ile âlâkaslı ve ancak kendisine mahsustur. Onun için "Habibim" buyurmuştur. "Halilim değil, melikim değil de Habibim" buyurmuştur. Ancak Pirimiz gibi Habibin habibi olanlar vardır. Onlar ise teraziye de gitmezler. Tabii Habibin Habibisi olunca tabii ki ruhaniyeti hiç de ondan ayrılamaz ve kendisine de hiç bir ikramın da esirgemez. Ona müstesnâ bir âlâkası vardır. Hz. Ebu Bekir'e (ra) verilen sır kolayca bir şey değildir. Herkese verilemez. Habib(in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Habibi olan ebuBekiri Sıddık (ra) idi devrinde... Ağacın şah dalı daima kalır, diğer dallar budansa da o devam ettirir... Silsile sürer gider...
Resim
Cevapla

“►Muhammed Sıddık◄” sayfasına dön