İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Muhiddin-i Arabî (k.s.) hazretlerinin hayatı ve eserleri.
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve bir türlü ayrılmayan perdeden (dostlan) dolayı âşık bezginlik duymalıdır.

Bu sıfat âşıkta bir önceki sıfattan daha genel bir özellik arz eder. Kuşkusuz arifin, âşığın kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına ancak adem-yokluk sokulur; adem kendi içinde bir gerçeklik değildir. Öyleyse vücud-varlık, sevgilinin kendisinden başkası değildir. Vücud, O’nu gören her gözde O’nun bir tanığıdır. Öyleyse sevenle Sevgili arasında sadece yaratıkların perdesi vardır, öyle ki seven gerçekle bir Halik bir de mahluk, bir Yaratıcı bir de yaratılmış olduğunu bilir, gerçi aradaki bu hakikat perdesini anlamaya gücü yetmez, çünkü o perde bizzat kendisidir. Herhangi bir şey kendi gerçekliğinin daha üstüne çıkamaz. Buna göre, kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren perde gene bizzat kendisi olmaktadır. Bu nedenle, âşık, yaratılmış olduğundan ötürü bizzat kendisinden bezginlik duyar. Kendine perde olması kendi zatından ilerigelmektedir, ebedi olarak da zatından kopamaz, dolayısıyla ebedi olarak bezginlik duyar.

İşte bunun için bezginlik duyar âşık; bezginliği gittikçe artar da artar, çünkü bu vücuttan (heykelden) ayrıldığı zaman, tabii “terkip" halinden de ayrılacağını, sonra da “basit" haline döneceğini düşünür, ki bu “basit” halin bir İkincisi yoktur. Böylece “ahadiyyet"iyle münferit olur. Sonra bu “ahadiyyet”ini Hakk’ın ahadiyyeti içinde yansıtır. İşte Sevgiliye kavuşma budur. Bu yansıma durumundan sonra yalnızca Hakk vardır, artık âşık O’nda yok olmuştur; artık âşık diye biri yoktur. İşte âşığı bezdiren budur. Arif olan âşık ise, böyle bir bezginlik duymaz, çünkü arif için aslını, nasılsa aynen o şekliyle bilir. Nitekim biz bu konuyu Risaletü'l-ittihat adlı kitabımızda ele alıp inceledik.90*

DiPNoT;
90*Adı geçen kitap tarafımızdan çevrilmiştir: Narlar Risalesi, çev. M. Kanık. İnsan Yayınları, İstanbul,1991; İkinci baskı, 1997
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Sevgili için çok ah çekmelidir.

Bu özellik Allah’ın şu ayetinde ifade edilmiştir: “... Gerçekten İbrahim çok ah çeken, çok içli ve çok halim idi." (Kur’an, 9/114). Hakk Teâlâ Kendisini “Rahman" ismiyle nitelemektedir, çünkü O’nun bir nefesi vardır ki o nefesle kullarının nefes almasını ve iç çekmesini sağlar. O nefeste bu âlem zuhur eder. Bu nedenle, Allah âlemi “Kün!” yani “Ol!” sözüyle var etmiştir.

Harf, ağızdan çıktığı sırada havayı keser, dolayısıyla hava harfi doğurur ve yayar, gerçi harf hava değildir, çünkü harf tam havanın kesildiği sırada çıkar. Hava ise bir nefestir. Ayrıca, hava “anasır-ı erbaa” dediğimiz, dört unsurdan biridir. (Bunlar, ateş, hava, su, topraktır.) Hava, tabiatın nefesidir. Bu nedenle harfleri kabul eder.

Aynı durum seslerin ağızdan çıkışı sırasında da meydana gelir. Bu seslerden çıkan Ha ve hemze harfidir. Bu harfin mahreci, çıkış yeri boğazın içinde en uzak yerdedir. Dolayısıyla bu iki harf kalbin eğilimini, sevgisini ifade eder. Bu iki harf ilk gırtlak harfleridir, daha doğrusu göğüs harfleridir. Bu iki harf nefes alıp verenin tabii halde oluşturduğu, şekillendirdiği ilk harflerdir. Buna göre, bunların kalbe yakınlığından ötürü bu “ah çekme” kalble sıkı sıkıya ilişkilidir. Kalb ise, hem nefesin çıkış yeri ve hem de yayılma yeridir. Böylece bütün harfler nefesle oradan çıkar, tıpkı âlemin “Kün!" sözünden çıkışı gibi. Bu insanı şaşırtan bir sırdır. İnşaallah nefes bölümünde bu konuyu ele alacağız.91*

Hakk Teâlâ âşığın kalbinde tecelli edince, basiret gözü, kalb gözü açılır. Kalb gözü ancak O’na bakar, çünkü kalb ancak Hakk’ı içine alır ve bu tabii ne’şet üzerine meydana gelen bağımlılığı görür. Bu tabii neş’et, ilâh! sırları içerir. Rahman’m nefesinden meydana gelen bu doğal oluşum varlıkta zuhur eder ve varlığın bağımlılığını açığa vurur. Âşık ise, kendi payına bu durumu nasıl değerlendireceğini bilemez, dolayısıyla derin iç çekmeler, ahlar çoğalır. O anda meydana çıkan açıklık ve saydamlığı görünce, — insanların çoğunun kalb gözü kapalı olduğu için bunu göremezler— bu durum karşında, Allah’a kıskançlık duyarak gözü perdelenmiş varlıklara da şefkat besleyerek derin derin ah çekmeye başlar, çünkü Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine olsun, şu sözünü hatırlar: “Mümindeki imanın kemale ermesi, olgunlaşması kendi nefsi için sevdiği, istediği şeyi kardeşi için de istemesi, sevmesiyle mümkündür." Bu nedenledir ki Allah’ın, kendisine bu müşahedeyi nasip etmediği kişi için âşık üzülür. Yaratılmışların çoğunun Allah’a karşı kör olduklarını, nankörlük yaptıklarını görmesi nedeniyle, Allah’a duyduğu sevgi için derin derin ah çeker.

Sevgiliye şefkat beslemesi de âşığın bir niteliğidir, çünkü bu şefkati de aşk doğurur.



DiPNoT;
91*Füıuhat‘m 198. Babı: Nefes ve sırları hakkında bilgiler.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim —Aşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini tilavet ederek, O'nu hatırlayarak dinlenmelidir.

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “O zikri Biz indirdik; onun koruyucusu da hiç kuşkusuz gene Biziz-" (Kur’an, 15/9). Görülüyor ki Allah Kendi sözünü, yani Kur’an’ı “zikir” olarak adlandırmaktadır.

Bil ki varlığın varoluşunun aslı, sadece ve özellikle İlâhî Kelâm sıfatından olmuştjur. Bu nedenle varlık O’nun sadece Kelâmını bilir; onu işitir, onu dinler, onu dinlemekten de aşırı zevk alır. Eğer dinleme işi, hakikaten vaki olursa, ancak o zaman Kelâmın bir etkisi olur. Bunun için dinlenme işi kelamın hareket ve ritmine ve dinleyenlerdeki etkisine bağlıdır, çünkü dinleyici "Kün!" (Ol!) sözünü işittiği anda, bir başka durum içine girer ve adem-yokluk halinden vücud-varlık haline geçer. Tam o anda varolur. İşte sema yapan dervişlerin hareketinin aslı budur. Onlar sema yaparken vecd halindedirler, oysa ki öteki insanlar ondan hiç etkilenmezler.

Hiç kuşkusuz vecd, mahiyet itibariyle vecd olabilmesi için gerekli olan şeyleri gerektirir. Sevilen çok değişik olabilir; örneğin “hubb”, “vecd"92*, “şevk" ve öteki bütün sevgi nitelikleri ona bağlıdır. Sevilen ne olursa olsun bunların hepsi aşkın birer niteliğidir. Ben bu kitapla, yalnızca Allah’la ilgili sevgiyi incelemiş değilim, fakat aslında tek Sevgili O'dur, her ne kadar bazı durumlarda bazı insanlar O’nu bilmiyorlarsa da, birçok insanlar O’nu tanımaktadır, bilmektedir. O’nu bilip tanıyanlar ariflerdir, fakat aslında herkes sadece Allah’ı sever, her ne kadar kendi ruhlarını, kendi ailelerini ve kendi dostlarını sevmiş olsalar da. Bunu böyle bil!

Hatta bu konuda bazı salih kimseler bize şunu anlatmıştır: Mecnun (Kays) Allah için sevenlerden biriydi. Leylâ’yı kendisine bir perde yapmıştı, aşkından mecnuna dönmüştü. Ben de, Kays’ın Leylâ’ya söylediği şu sözleri tamamen doğru görüyorum. Öyküde Kays Leylâ’ya şöyle demişti: “Uzaklaş benden, çekil git yanımdan! Sana duyduğum aşk beni öylesine meşgul etti ki senden yüz çevirecek noktaya ulaştım.” Bu yüzden Leylâ’nın yanında rahat bulamadı, ona yaklaşmadı.

Aşkın özelliklerinden birisi de sevenin sevgiliyle kavuşmayı istemesidir. Oysa ki Kays’ın buradaki tutumu aşkın bu ilkesine ters düşmektedir. Âşık, sevgiliye kavuşma anında, birden sevgilisinin ayaldarına kapanmalıdır, ayrıca dehşete kapıhnalıdır. Oysa ki Kays Leylâ’ya “Uzaklaş, çekil git yanımdan!” derken, ne dehşete kapıldı ne de kendinden geçti.

Bu arif kişinin, Kays hakkında bana söylediği şeyin, doğru olduğu, bu tutumuyla bende gerçekleşti, çünkü böyle bir tutum imkânsız değildir. Kullarından bazıları Allah için yanıp tutuşurlar.

işte âşıkların sevgilinin kelamında ve O’nun zikrinde dinlenmeyi istemelerinin nedeni buradan ileri gelmektedir. Kur’an O’nun hem kelamıdır hem de zikri93*. Dolayısıyla âşıklar Kur’an tilavetini hiçbir şeyle değişmezler, hiçbir şeyi ona tercih etmezler, çünkü onlar Kur’an tilavet etmekle adeta Tanrı’ya naiplik ederler, sanki bizzat Tanrı konuşuyor gibidir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer müşriklerden, Allah’a ortak koşanlardan biri emaıı dileyip yanma gelmek isterse, onu yanma al ki Allah’ın Kelamını işitsin.” (Kur’an, 9/6). O anda Kur’an’ı tilavet eden Hz. Muhammed’di, selât ve selâm onun üzerine olsun! Dolayısıyla “Kuran ehli, Allah ehlidir." diye buyurmuştur. Allah onları sevenlerin en sevilenleri diye nitelemiştir.

DiPNoT;

92*“Şevk" için bakınız Kuşeyri Risalesi, a.g.e. s. 446-450.
93*Etimolojik olarak “Kur'an” sözcüğü “Ka-ra-e”, yani okumak fiilinden türemiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

ResimÂşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere uygun davranmalıdır.

Bu sıfat, Tanrı, hudutsuz olduğundan ve bir kayıt altına alınamayacağından dolayı, Allah’ı sadece Allah için sevenlerin sıfatlarındandır. Allah-u Teâlâ hem karib-yakın isminde hem de baid-uzak isminde tecelli eder, çünkü O hem çok yakındır hem de çok uzaktır. Bir âşık bir konuda şöyle bir dize söylemiştir:

"Sevgilinin yaptığı her şey güzeldir."

Eğer sevgili uzaklığı isterse, âşık da sevgiliden uzak olmayı sevmek zorundadır, çünkü bu durumda uzaklık, sevgilinin sevdiği bir şey olmaktadır. Âşık, uzaklığı sevgilisinin sevgisi için sever, yoksa uzaklığın kedisini değil. Uzaklığı Sevgiliyi sever gibi sevmez, uzaklığın kendisini sevmez, öyle ki sevgilinin sıfatıyla sıfatlanır. Bir kez sevgilinin sıfatıyla sıfatlanınca âşık, artık o sıfatla kaim olur. O sıfatla kaim olunca, bizzat uzaklık içinde olsa bile, sevgiliye kavuşma gayesine ulaşmıştır. Bu durumda yakınlık içindeki kavuşmadan daha iyi bir şekilde ona kavuşmuş olur, çünkü yakınlık içinde âşık kendi sıfatıyla sıfatlanmıştır, sev- gilininkiyle değil. Bunun nedeni de, bir yerde iki “illet” bir tek “ma’lül" için bulunmayacağıdır. (Yani bir yerde iki sebebin tek bir sonuç için bulunamayacağıdır.) Bu mümkün değildir. Öyleyse âşık yakınlığı kendisi için sevecektir; uzaklığı da sadece sevgilisi için sevecektir. Âşık, uzaklık sevgisinde, yakınlık sevgisinden daha tamdır. Aşağıdaki dizeleri işte bu bağlamda söylüyoruz:

Güzellikle güleryüzlülük arasında kaldı aşkım
Ancak güçlü bir erkek kıyaslayabilir bu ikisini
Mutlaka geri durur onlardan kalbi zayıf biri
Han mutluluk hem rahatlık içinde kararsızdır o
Oysa benim ayrılık içinde olmam daha tatlı
Kavuşma içinde kucaklaşmaktan onunla
Çünkü ben kavuşma anında nefsimin kölesiyim
Oysa ayrılık anında Sevgilimin kölesiyim
Her an Sevgilimle ilgilenmem daha iyidir benim için
Kendimle uğraşıp durmaktan her an."

Bu şiirde âşığı etkileyen derin etkiler vardır. Aynı zamanda bu şiir yukarıda değindiğimiz konuyu da içermekledir. “Âşık sevgilinin sıfatıyla sıfatlanınca...” şeklindeki, yukarıda belirttiğimiz ifade ise şu kuds-i hadise dayanmaktadır: "... ve Ben kulumu sevince, onun işittiği kulağı ve gördüğü gözü olurum...94* buna göre; Allah Kendini bu kulun gözü ve kulağı yapmaktadır. Böylece âşığın sıfatlarıyla sıfatlanmış olduğunu da isbat etmektedir. Kısacası âşık, uzaklığı sadece Sevgili için sever diyoruz. Bu ise, bizzat uzaklık içinde vuslatın (kavuşmanın) en son noktasıdır.


DiPNoT;

94*Bu bir hadisi kudsidir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Sevgilisine yapmaya mecbur olduğu hizmette hürmeti (yani ilâhî emirleri) terketmekten korkmalıdır

Bu durumdan ancak ma’rifet konusunda tahkike ulaşamamış ve yarı yolda kalmış bir arif korkar. Ancak, böyle bir arif, şuur zevki dışında bir zevk almaksızın bu durumu bilir. Demek ki, o da âşıktır. Âşık ise, sevgilisinin verdiği bütün emirlere harfiyyen itaat eder. Verilen emrin gerçekleştirilmesi, amirin me’murla, me’murun da amirle özdeş olması anlamına gelir. Bununla birlikte, kuşkusuz bu dünyada zahir olan varlık, kendisini zahir eden Varlığın kendisine verdiği imkânlar nisbetinde zahir olur. Ayrıca zahir olan bu varlıktaki çok değişik hakikatler onları zahir kılan varlıkla zuhur ederler. Değişik hükümler ve farklı isimler ortaya çıkar. İtaat edenle isyan eden arasındaki fark böylece açığa çıkar. Bu bilgi ve bu şuur derecesine ulaşmış fakat eşyayı ve gerçekleri zahirdeki yerlerine oturtmayı sağlayamamış kişi sevgiliye hizmet konusunda kendisinden çelişkili ve karşıt davranışlar sudur edeceğinden korkar; hatta kendi kendine “O’ndan başka bir şey yok, sadece O var!” der. Böylece varlıkları tek bir varlık şeklinde gören biri gibi yaklaşır bu konuya; fakat bunun nasıl olduğunu bilemez. Böyle bir âşık edep kurallarına ters davranmaya devam eder, çünkü o, bunu zevk almaksızın elde etmiştir.

Bu yol, bu tarz, insanların bedenlerini tek bir ruhun yönettiğini. Örneğin Zeyd’in ruhunun Amr’ın ruhuyla aynı olduğunu kabul edenlerin yoludur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bu görüş yanlıştır. Böyle bir görüş Zeyd’in bildiği şeyi Amr’ın da bilmesini gerektirir, madem ki onların her biri bu görüşe göre, aynı ve tek bir ruhtur. Tek bir ruh ise “aynı anda bir şeyi hem bilir hem de bilmez” gibi bir durum olamaz, yani bir insan hem âlim hem de câhil olamaz. Bu da gösteriyor ki, âşık hata ya dayanılgıyla kendisinden ilâh! emirlere hürmetsizlik sudur etmesinden, yukarıda değindiğimiz gibi, o yamlgılara dayanmasından ve onlardan çıkacak, zuhur edecek sonuçları bilmeden benimsemesinden korkar.
Aşk, sevgiliye hürmet etme dışında, her şeye inatla karşı koyar. Âşık, aşkının kendisine hakim olmasını umut etse bile, sevgiliye hürmet etme duygusunu açığa vurur.

Âşık kendisini sevgilinin varlığı olarak görür ve şöyle der:
“Seven benim; sevdiğim de ben”.
işte âşığın korkusunun nedeni budur, başka bir şey değil.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Rabb'inin hakikati karşısında kendine verdiği fazla önemi azaltmalı, buna karşılık Sevgilisine verdiği az önemi ise çoğaltmalıdır.

Bu tutum, âşıklarda aşk belirtileri olan özelliklerden bazılarını, örneğin inkisar, zillet, dehşet ve hayret gibi durumları, âşığın kendi nefsinde de farketmesinden doğar. Aynı şekilde Sevgilinin de kibirli, gururlu, kendini beğenmiş, otoriter ve alışılmadık tavırlar içinde olduğunu farkeder. Ayrıca sahip olduğu şeylerin tümünü sevgiliye verse bile, sevgilinin kendiliğinden kendisine verdiği şeyler yanında onların çok az bir şey olduğunu görür, çünkü âşığın yanında sevgilinin hakkı kendi hakkından çok daha büyüktür, halta kendi nefsi için bir hak bile görmez. Hakikatte sadece kendi nefsi için çalışıyor olsa bile durum böyledir, çünkü ona böyle bir duyguyu aşk verir.

Kralın birinin sevdiği bir cariyesi vardı. İsmi lyas’dı. Kralın yakın dostlarından biri birgün kralın odasına girdi; o sırada kral cariyenin ayaklarını öpmekteydi. Yakın dostu bu durumu görünce şaşırdı kaldı. Bunun üzerine lyas; “Ey Filan! Kralın bu odada öptüğü lyas’ın ayakları değil, bizzat kralın kalbidir." dedi... İşte bu cümlenin anlamı bizim yukarıda belirttiğimiz “kuşkusuz âşık kendi nefsi için çalışır” ifadesinin içerdiği anlamdır, çünkü âşık bu davranışdan çok büyük lezzet ve zevk duyar. O tada ancak bu fiiliyle ulaşır. Bununla birlikle, âşık için sevgiliden lezzet alma durumu ortaya çıktığı her defasında sevgili âşığa teveccüh gösterecektir. Dolayısıyla, sevgiliden ne gelirse gelsin, âşık onu önemli kabul edecektir ve onu fazla bulacaktır. Çünkü o, Efendinin kölesine yaptığı bir iyilik gibidir. Sevgili hakkında âşığın tutumu ne olursa olsun, durum böyledir. Sevgilinin rızasını kazanabilmek için, âşık ruhunu telefetse, canını bile verse, az bir şeydir bu, çünkü kölenin Efendisine, kulun Rabb'ine itaat etmesi güzel bir şeydir, genel kural budur. “Onlar Allah'ı O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar...(Kur’an, 6/91). Hiç kuşkusuz Sevgili zengindir, dolayısıyla O’nun âşığa verdiği az şey gerçekte çok şeydir. Âşık ise, yoksuldur, dolayısıyla onun Sevgiiye verdiği çok şey gerçekle az şeydir. Ancak, her ne kadar bu sıfat âşıkların bir sıfatıysa da, burada, bilgisi eksik ama kör olacak kadar Sevgilisine âşık olan bir âşıktır söz konusu, çünkü âşık yaratılmış olduğuna göre hiçbir şeye sahip değildir, kendisine ister az önem versin isler çok önem versin.

Ancak, seven, Allah olduğu zaman; kulundan gelen az şeyi çok şey olarak değerlendirir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse, gücünüz yettiği kadar korkım Allah’tan..." (Kur’an 64/16).95*Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez, yüklemez(Kur’an, 2/286).

Allah’ın sevdiği kulları hakkında, onların sahip olduğu çok şeyleri az görmesinden şunu anlamak gerekir: Allah katında bulunan şeyler sonu olmayan şeylerdir. Sonu olmayan şeylerin yaratılmış, sonlu bir varlığa girmesi ise muhaldir, imkânsızdır. Yaratılmış varlığa giren her şeyin sonu vardır. Sonlu olan sonsuz olanla mukayese edilecek olursa, sonlu olan çok bile olsa, sonsuz olanın yanında (sanki) az gibi, ya da bir hiç gibi kalır. Bu konular aslında çok uzundur, ama burada keselim...

DiPNoT; 95*
Ayetin devamı konuyu daha iyi açıklamaktadır: “...O’nun emirlerini dinleyin, O'na itaat edin, kendi iyiliğiniz için mallarınızı Allah uğrunda harcayın. Kim ne/sinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Kur’an 64/16) çünkü kulun sahip olduğu malı, mülkü, evladı, her şeyi Mutlak Zenginlik sahibi Allah göndermiştir. Kulun sahip olduğu şey, Allah’ın sahip olduğu şeyler yanında nedir ki?
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık sevgilisine itaat etmeli ve ona karşı gelmekten kaçınmalıdır. Bir âşık şair şöyle demişti:

“Hem Allah’ı sevdiğini söylüyorsun hem O’na isyan ediyorsun Oysa bu tutum terstir açıkça mantık kurallarına Sevgin gerçek sevgi olsaydı, kuşkusuz itaat ederdin O’na âşık dediğin Sevgilisine itaat eder zira."

Âşık bir kuldur. Kul ise, Efendisinin emirlerine boyun eğen O’nun emirlerine ve yasaklarına karşı gelmekten kaçman biridir. Gerçekten de Tanrı görmeyi yasak ettiği zaman, kul O’nu göremez, fakat O, kula emrettiği zaman da kul O’na uymaınazlık edemez, çünkü âşık daima O’nun huzurunda O’nun emrine amadedir. Eğer Sevgili, âşığa bir emir verirse, âşık bunu Sevgilinin kendisine yaptığı bir iyilik olarak görür. Sevgili âşığa böyle bir emir verdiği zaman, bu ancak O’nun âşığa biryardımıdır. Her ne kadar âşık O’nu göremiyor ve kendisini meşgul ettiği işte O’nu müşahede edemiyorsa da, her şeye rağmen gene de âşık. Efendisinin izniyle bu şekilde bir tutum içinde olmanın verdiği zevk ve nimetler içinde bulur kendini.

Ama eğer, seven Allah olursa; sevgilinin O’na vereceği emir Tanrı onun sevdiği ve onu hatırladığı için dua ve yakarış olur. Ayrıca bazı şeyleri de sevmez, o zaman O'na olumsuz ifadeyle dua eder, yalvarır, şöyle ki: “Rabb’imiz bizi doğru yola ilettikten sonra, kalbleriınizi ondan saptırma..." (Kur’an, 3/8), “...Rabb’imiz bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır yükler yükleme. Rabb’imiz bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!" (Kur’an, 2/286). Görülüyor ki, bu tür yalvarışlar, olumsuz ifadelerle yapılan yalvarışlardır. İşte kulun, Efendisi için verceği emir ve yasaklar ancak bu tarzda ifade edilebilir. Hakk'ın böyle bir kulun isteğine seven biri olarak karşılık vermesi kulun Hakk’ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması gibidir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, kendi nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır.

Bil ki insanı öteki pek çok yaratıklardan ayıran en önemli özellik iradedir. Bu nedenle sevgilinin iradesi kaşısında, âşık kendi iradesini terkederse, kendi nefsinden bütünüyle kurtulmuş olur, kendisi için tasarruf sahibi olmaz. Eğer sevgilisi ondan bir şey isterse ve eğer bu âşık, Sevgilisinin kendisinden ya da kendisi aracılığıyla kendisinden ne istediğini bilirse, o zaman bunu yerine getirmek için koşa koşa gider ve onun için hazırlanır. Bu çabukluğun ve hazırlanışın, kendisine hakim olan aşktan ileri geldiğini de bilir. Dolayısıyla sevgili bu âşığı Kendi iradesine karşı çıkacak biri olarak görmez, çünkü bu âşık Sevgilisi için bütünüyle kendinden kurtulmuş durumdadır. Artık onun kendisiyle birlikte olan bir iradesi de yoktur. Acak kendisi var olsa bile, iradesi olsa bile, tamamen sevgiliye kavuşma yollarını arayacaktır. Eğer âşık bu durumda değilse,kendileri için bir iradenin söz konusu olmadığı cansızların seviyesine düşer. O halde kendisini Allah’ın âşık olarak kabul ettiğini gördüğünden dolayı, Sevgiliye bağlanmakla elde edilen zevkten başka bir zevk yoktur âşık için.

Allah, Musa aleyhisselâm’a şöyle vahyetmişıi: “Ey Ademoğlu, eşyayı senin için yarattım.” eşyayı, yani dünyayı ve ahireti senden dolayı yaraltını, çünkü gayelerin gayesi birdir, o da, âşıkların başı Hz. Muhammed’dir, selât ve selâm üzerine olsun. Demek ki, her şey bu insani varlığın yaratılışına bağlanmaktadır, ister felek ve üzerlerinde bulunanlar söz konusu olsun, ister yıldızlar ve yıldızların seyirleri, hareketleri sırasında görülen şeyler söz konusu olsun. Tabii bunlar bu dünyadaki şeylerdir. Öte dünyadaki şeylere gelince, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insan aklının hayal bile edemediği, bu dünyanın sonuna kadar da hayal edemeyeceği şeylerdir onlar. Bu, Büyük Ziyaret Günü gerçekleşecek olan İlâhi Tecellidir.

İşte âşığın muhtaç olduğu Sevgilinin istekleri karşısında kendinden bütünüyle çıkıp kurtulmasının anlamı budur. Fakat Sevgilinin âşığı ilgilendirmeyen istekleri, örneğin ortak ilişkilerin dışında kalan lezzetler, tatlar ve zevkler bu bölümün kapsamına girmez.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, kendi ölümü için diyet (kan bedeli) istememelidir.

Âşığın bir sıfatı da kendi ölümü konusunda diyet istememesidir, çünkü daha önce âşığı maktul olarak nitelendirmiştik. Âşığın katli, öldürülmesi demek, onun şehit olması demektir. Hatta onun ölümü, diri olması demektir96*. Buna göre, diri olan biri için kan bedeli, diyet gerekmez. Sadece ölen biri için diyet verilir; yani, şer’an, şehit olmaksızın ölen biri için diyet verilir.

Sevenin, Allah olduğu dur umunda, ise; kul sevgili olur. Bu durumda kulun iradesi, söyleneni yerine getiren bir iradedir, çünkü onun iradesine karşı çıkacak bir iradesi yoktur Sevenin. Öldürülmüş (maktul) durumda olan biri için ise, irade diye bir şey zaten olamaz. Buna göre, her kim sevgilisinin iradesiyle hareket ederse, tabii olarak iradesi olsa bile, o zaman kendisinin bir iradesi kalmaz. Ayrıca, diri olduğu için, kendisinin belli bir hayatı olduğu için de ona diyet gerekmez.

İşte farzlara olan tutkunluk böyledir. Kul farzları eda edince, Allah o kulu sever. Bunun yanında kul nafile ibadetleri de eda ederse, bu kez Allah o kulun işittiği kulağı, gördüğü gözü olur. Farzları yerine getiren kul ise, tam tersi, Hakk’ın kulağı ve gözü olur97.*

Bu nedenle âlem, aşkın bu iki görünümüyle sabit olmuştur. Dolayısıyla Allah âleme sadece bu kulun gözüyle bakar. Bu özel münasebetten ötürü âlem yok olmaz. Eğer Allah âleme kendi Gözüyle baksaydı, Allah’ın Yücelikleriyle ve Yüzüyle âlem bir anda yanar giderdi, yok olurdu. işte bunun için Allah, âleme, Kendi suretinde yaratılmış olan insan-ı kamil'in gözüyle bakar. Yakıcı yüceliklerle âlem arasındaki perde işte budur98.*

DiPNoT;

96*“Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Hayır, aksine onlar diridirler ama siz farkında olamazsınız." (Kur'an, 2/154).
97*llk bölümde geçen kudsi hadise değinilmektedir.
98*Bkz; not 20'deki hadis.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı, insan tabiatının normal olarak kaçacağı sıkıntılara âşık sabretmelidir.

İnsan, tabiatlar ve nur toplamı bir varlıktır; dolayısıyla hem tabiatlar hem de nur ona gereklidir. Nur, insana çeşitli durumlarını gizlemesini ve kendisine gerekli olan pek çok şeyden vazgeçmesini gerektirir. İnsan tabiatının gerektirdiği pek çok durumlardan dolayı, hakikati de onu gerektirir. Aynı zamanda ruh demek olan nurun işi, Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine olsun, şu hadisine uygun olarak, insanın hakkını ve hukukunu ifa etmesidir. “Kime iyilik yapmam gerekir?” diye soran bir gence, Hz. Peygamber üç kez “Annene!” diye cevap vermiştir; dördücüsünde, “sonra babana!." diye eklemiştir.

Görülüyor ki, Hz. Peygamber anneye yapılacak iyiliği babaya yapılacak iyiliğe tercih etmiştir. Tabiat annedir. Bununla ilgili olarak, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmuştur: “Kuşkusuz nefsinin senin üzerinde hakkı vardır." Buradaki nefis, hayvani nefistir. “Gözünün de senin üzerinde hakkı vardır." Bütün bunlar anne haklarındandır; anne tabiattır. Baba ise, insan için ilâhî ruhtur; o da nurdur. İnsan nur yönüyle ilgili sevgide pek çok şeyden vazgeçer ve onları terkederse, zarara uğramış biri olarak nitelendirilir. O zaman kendisine sabretmesi emredilir. “Sıkıntı zamanlarında sabreder.” cümlesinin anlamı budur". Her ne kadar hakikati bundan kaçmayı gerekli kılsa da, Allah ona sabretmesini emreder. Sonra, Allah kulun sabrı konusunda şöyle buyurmaktadır: “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ladır." (Kur’an, 16/127). Dolayısıyla Allah Kendisini “es-Sabır” (yani çok sabırlı) ismiyle isimlendirirken sanki, kuluna şöyle demektedir: “Ben Celâlimin izzeti üzerineyim, bununla birlikte Ben Kendimi en çok eziyet gören, en alçak gönüllü, en hoşgörülü ve en sabırlı olarak nitelendirdim. Emredilmedigim ve zorlanmadığım halde Kendime “Sahur”, çok sabırlı adını verdim. Kendimi yaratıklarımın sevdikleri şeylerin altına koydum. Bana gereken şeyi, yaratıklarıma gereken şeyler uğruna terkettim, onlara Benden rahmet olsun, bağış olsun diye. Öyleyse ey kulum, sıkıntılı zamanlarda Benimle sabretmeye senin daha çok hakkın var, yani Benim emrim nedeniyle; ve ayrıca Celâlimin gerektirmediği şeylerle kullarım Beni nitelediği zaman, kullarımın Bana verdikleri ezaya karşı Kendimi “Sabur” diye adlandırmam nedeniyle...”.

Demek ki bu tecelli şekli Allah’ın seven olmasından ileri gelmektedir. Allah’ın durumu böyle olunca, O da sevgilisini Kendi tabii durumuna hakim olması için zorlar.

Eğer sevgili kul olur, seven de Allah olursa; teklifin bürüneceği suret, kulunun işlerine önem veren Allah için bir sevgili olduğunu bilince kulun Efendisinden istediği şey olacaktır, tabii ki Allah’ın isteğine ve sevgisine uygun olmak koşuluyla kulun isteyeceği şey olacaktır. O zaman Hakk Teâlâ o kul ile birlikte hareket eder. İşte âşığın bu sıfatıyla ilgili olarak yapılacak açıklamalar bunlardır.

DiPNoT;

99*Bkz; Kur’an, 2/177.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir

Âşığın kalbi bu şekilde nitelendirilir, çünkü tasarrufları pek çoktur ve o kadar çok durum değiştirir. Âşığın kalbi pek çok görüntüyü içerir. Teveccühleri pek çoktur. Bu sıfat aşktan çılgına dönenin sıfatıdır, özellikle âşığın yöneldiği her yüzde, her görüntüde, yaptığı her işte Hakk Teâlâ âşığa zuhur ederse, bu sıfat âşığa daha uygun düşer. Çünkü böyle bir âşık baktığı her yüzde Sevgilinin yüzünü görür100*.

Seven Allah olursa: “Allah her gün yeni bir iştedir". (Kur’an, 55/29). Herhangi bir işi yaparken yapılan tereddüt, o işin pek çok yönü olduğunu gösterir. Çok yön olmasıdır insanı tereddüde düşüren. Bu durumda, “Hepsi sevgiliyi razı ve hoşnut ettiğine göre, hangisini yapmalıyım?” Sevgiliyi en çok hangisi memnun edecek, biz onu bilmiyoruz. Oysa bize en uygun olanı O çok iyi bilmektedir. Ancak biz, nafilelerle farzlar arasında neyin O’nu daha çok razı ve hoşnut ettiğini biliriz; yani farzların O’nu daha çok razı ettiğini söylüyoruz. Fakat burada bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalınırsa, örneğin seçim yapmanın zorunlu olduğu “kefaret” gibi bir durum olursa, O’nu en çok neyin razı edeceğini ancak daha geniş bir bilgiyle bilebiliriz. Tıpkı bunun gibi, nafilelerde de O’nu en çok neyin razı edeceğini ancak “nas”la, yani Kur’an ve sünnetle bilebiliriz. Nafileler pek çoktur. Bazı açılardan bazı nafileler, O'nu daha çok razı ediciyken bir başka açıdan da, diğer bazı nafileler O’nu daha çok razı edicidir. Demek ki, bunu anlamak için daha geniş ve daha derin bir bilgi gereklidir.

Tıpkı burada olduğu gibi, âşık, kalbi aşktan çılgına dönmüş biri olur çıkar, yani Sevgilinin gördüğü pek çok yön, yüz ya da görünüm karşısında şaşırır kalır. Âşık o görünümlerin hepsine birden yönelir.

DiPNoT;

100*Bkz; Füsusü’l-Hikem, XII. Fass, Şuayb Kelimesindeki “kalbi" hikmetin aslı. Türkçesi için bkz; çev.; M.N. Gençosman, İstanbul Yayınevi, İstanbul 1971 s. 112.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Âşık, her türlü dosta karşı Sevgilisini tercih etmelidir.

Âşığın her türlü dosta sevgilisini tercih etmesinin nedeni şudur: Âlem bir bütündür; âlemin her bir parçası, insan için bir emanettir. İnsan emaneti geri vermekle, iade etmekle yükümlüdür. İnsanın emanetleri ise çok sayıdadır. Emanetleri geri vermek için özel vakitler vardır. Her vakitte o emanetlerden biri tekrar iade edilir.
Ebu Talib el-Mekki101* bu tür bir emanet üzerine şu uyanda bulunmuştur: “Felekler insanın nefesleriyle hareket ederler, hatta nefes alıp veren her varlığın (özellikle insanın) yaptığı “zikir”lerle ya da nefesleriyle hareket ederler, çünkü insan nefesinin alınıp verilmesiyle felekler (ya da “mülk”) hareket eder ve böylece insana tabi olurlar. Bu nedenle, âlem, insana bağımlı kalmaya devam eder.”

Sonra, hiç kuşkusuz insan da âlemdeki bu emanetlere bağımlıdır; onlara gereksinimi vardır insanın102*. Fakat, insanın bu emanetlere bağımlı olmasına rağmen, Allah ehli arasında, arif âşıklar Sevgilinin kendilerine emrettiği şeylerle gönüllerini meşgul ederler. Bunlar büyük bir aşkla çılgına dünmüşçesine daima O’na nazar ederler. Allah onları Kendi aşkıyla kendilerinden geçirmiştir. Onun uzaklığı ve yakınlığı arasında onlar şaşırıp kalmışlardır, işte bu nedenledir ki onlar O’nu her türlü dosta tercih etmişlerdir, çünkü onlar için biricik Dost O’dur. Nitekim bu gerçeği Allah şöyle bildirmiştir: “Nerede olursanız olunuz, O sizinle berelerdir." (Kur’an, 57/4).
Bu dünyada olan herkes, insanın elinde bulundurduğu emanet nedeniyle aynı şekilde Tanrı’ya bağımlıdır. Bu nedenle insan Allah için duyduğu sevgisinden dolayı Cenabı Allah’ı her tür dosta tercih eder.

Sehl et-Tüsteri’ye “Yaşamak için ne gerekli?” diye sordular. O da “Allah!” diye cevap verdi. “Hayatı gerçekleştiren kimdir, bilmek istiyoruz, bize söyler misin?” dediler. O da “Allah’tır” diye cevap verdi. Çünkü O’nun gözü bu âlemde Allah’tan başka hiç bir şeyi görmüyordu. Bu kez onlar üstüne üstüne giderek ona “Biz sadece, bu vücudumuzu ma’mur eden, bize hayat veren nedir, onu öğrenmek istiyoruz?" dediler. O da baktı ki onlar kendisini anlamıyorlar, onlara şöyle cevap verdi: “Evleri, Usta’ya bırakın! Allah dilerse onları uzun ömürlü kılar, dilerse onları harap eder! Bu özel vücud heykelinin içine girmek insanın latif işlerinden değildir, dolayısıyla insan Sevgilisinin kendisini yükümlü kıldığı şeylerle meşgul olmalıdır, çünkü âşığın hayatı ve varlığı bizzat bu sevgilidir. Allah insanı hangi eve yerleştirirse yerleştirsin. Kendisi de oraya yerleşir.” Sehl et-Tüsteri, bizim de söylediğimiz gibi, ayrıca “keşfin ona verdiği bilginin de doğruladığı gibi, burada bunu söylerken, tabii neş’etten tecrit olunamayacağı gerçeğinden söz etmektedir. Eğer tabiattan tecrit olunabileceğini söylemiş olsaydı, Allah’ı her türlü sevgiliye tercih edenlerin durumunda olurdu.

Seven, Allah olunca; yaratıkları arasında sevgili olarak insanı, âlemin tümüne tercih etmektedir. Bu nedenle Allah insana öyle güzel öyle mükemmel bir suret vermiştir ki bu âlemdeki hiç bir varlığa bu güzel ve mükemmel sureti vermemiştir. Âlemdeki öteki varlıklar O’na itaat etmekle ve O’nu daima teşbih eder olmakla nitelenmiş olsalar dahi, insanın durumu böyledir: Allah insanı her tür dosta tercih etmiştir. Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir zamanlar-Rabb'in meleklere, Ben yer yüzünde bir “halife” yaratacağım demişti" (Kur'an, 2/30). Allah Âdem’e istisnasız bütün İlâhî isimleri öğretti. Âdem de, içinde bulunduğu durum hangisiyle alakalıysa ona göre, bu ilâhı isimlerin her biriyle Allah’ı teşbih etmiş. O’nu yüceltmişti. O’nu büyütmüş, tekbir etmişti. Bu yüzden hiç bir isim, örneğin “çanak-çömlek" gibi bir isim dahi anlamsız değildir. İsimlerin ve durumların şerefini bilmeyenler bunu anlayamazlar. Bundan dolayı aynı ayetin devamında melekler şöyle dediler: “...Oysa biz Seni överek, Sana hamd ederek Seni teşbih ediyoruz ve Seni takdis ediyoruz-" (Kur’an, 2/30). Öyleyse, Allah ancak Kendi isimleriyle teshili vet takdis edilir. Allah meleklere, bu âlemde Kendisinin bazı isimleri olduğunu ve meleklerin o isimlerin hiç biriyle Kendisini teşbih ve takdis etmediklerini, oysa ki Âdem’e o isimleri öğrettiğini haber verdi. Allah meleklere bazı şeyler gösterdi; melekler onların isimlerini bilmiyorlardı. Bunun üzerine Allah meleklere madem ki siz bu isimlerle Beni teşbih ve takdis ediyorsunuz, “Haydi bunların isimlerini Bana söyleyin!" (Kur’an, 2/31) dedi. Melekler O’na “Sen çok yücesin ya Rabb! Senin bize öğrettiğin bilgiden başka bizim bir bilgimiz yoktur." (Kur’an, 2/32) dediler. O zaman Allah, Âdem’e, “Ey Adem bunlara onların isimlerini haber ver!” dedi. “Adem meleklere onların isimlerini haber verince..." (Kur’an, 2/33) melekler anladılar ve bildiler ki kendilerinin bilmediği başka isimleri vardı Allah’ın. O isimlerle Allah’ın yarattığı başka varlıklar O’nu teşbih ediyorlardı. Allah o isimleri Âdem’e öğretti. Âdem de o isimlerle Allah’ı teşbih etti. Melekler Ka’be’nin etrafında tavaf ederlerken, Âdem onlara, “Tavaf ederken ne söylüyordunuz?” diye sordu. Melekler de ona, “tavafımız sırasında senin önünde “Sübhanallahu, vel-hamdü Hilalli ve lâilâhe illalahu vallahu ekber!" (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz, O’nu teşbih ederiz. Hamd Allah’a mahsustur. Allah’tan başka Tanrı yoktur. Allah en büyüktür!) diyoruz, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Âdem “Ben de sizin bu sözünüze şunu ekliyorum: “La havle vefa kuvvete illâ billahi" (Güç ve kuvvet ancak Allah’la vardır.) Allah bu isimleri Arş’ın altına yerleştirilmiş bir hâzineden vermişti Âdem’e; oysa ki melekler bunu bilmiyorlardı.

Eğer müfessir, “küçük olsun büyük olsun, çanak çömlek ismi bile...” ifadesini, önemli ya da önemsiz, küçük ya da büyük işlerle alakalı ilâhî isimler olarak tefsir etmek isterse, şu bir gerçektir ki, küçük bir şey küçük olmasına rağmen, büyük olmasına rağmen büyük bir şeyin yapamayacağı teşbihi yapabilir. Dolayısıyla burada bu sorunu bu şekilde ele almakla isabet ettik. “Çanak, çömlek” ifadesine gelince, kendi içinde bu ifadelerin bir şerefi, bir önemi yoktur, ıstılah olarak kullanıma bağlıdır, çünkü her dilde “çanak çömlek” için, harflerden meydana gelen ve bunları karşılayan ve başka kelimelere benzemeyen bir kelime vardır. Burada bu kelimelerin zikredilmesinin amacı, meleklerin Allah’ı teşbih ve takdis etme konusunda insana karşı belirttikleri övünmeyle ilgili durumu ortaya koymaktır. Dolayısıyla Allah meleklere Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu böylece göstermiş oldu.

Bizim söylemek istediğimiz budur, başka bir şey değil, çünkü yaratıklar arasında, meleklerden daha şerefli, daha üstün biri yoktur. Buna rağmen Allah, insan-ı kamil’i isimleri bilmesinden ötürü, meleklerden daha üstün tutmuştur. Bu nedenle insan bu durumda ve bu makamda melekten daha üstündür. İşte Allah’ın insana biçtiği değerin sınırı budur.

DiPNoT;

101*Ebu Talib el-Mekki (ö.h. 386/m. 996): Kütü'l-Kulub adlı iki ciltlik eserin yazarı ünlü sufi.
102*“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular. Onu insan yüktendi, çünkü o çok zalim, çok cahildir." (Kur’an, 33/72) ayetine değinilmektedir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Âşık, Sevgilisini isbat etme uğrunda kendini mahvetmelidir.


Âşık bir kulun, sevgilisini isbat etmesi, yüklendiği yükümlülüklerde, örneğin fiili ibadetlerden olan namazda103* olur. Allah, namazı kulu ile Kendisi arasında taksim etmiştir, dolayısıyla kulunu sevdiğini Allah böylece isbat etmiştir.

Sevgilinin isbatında âşığın “mahv”ı konusuna gelince, şu ayetlerde bu husus dile getirilmektedir: “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96), “Senin o işten hiçbir payın yoktur." (Kur’an, 3/1238), “Bütün iş Allah’a aittir." (Kur’an, 3/154), “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı." (Kur’an, 8/17), “Allah’a ve Resulü’ne inanın ve Onun sizi hakim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden Allah için harcayın." (Kur’an, 57/7). İşte bütün bu ayetler sevgiliyi isbat etme konusunda âşık kulun kendini “mahv” etmesini bildirmektedir.

Demek ki âşığın kendi hakkında tasarruf etme imkânı yoktur, ancak Allah’ın kendisine tasarruf etme imkânı verdiği yerde vardır. Âşık Allah'ın iradesinin dışına çıkar çıkmaz, aşkı onu yolundan saptırmış olur. İşin aslı, hakikati budur. Başka bir izah yolu da yoktur. Âşıktan meydana gelen her şey, Alah için yaratılmıştır. Allah sayesinde yapılmıştır o işler; fail yani o işleri yapan, âşık değildir, âşık sadece üzerinde işlerin vuku bulduğu olay mahallidir. Dolayısıyla, sevgiliyi isbat etme uğrunda, âşık mahv olmuştur, yani hepten ortadan silinmiştir..

Seven, Allah olunca; O da isbat içinde mahvolur. Bu durumda hakikat, kulun fiili üzerinde meydana gelmiş olur. Bu ise, Hakk’ın mahvıdır, gerçi akli delil ve keşf, kulun varlığını ya da âlemin varlığını değil, sadece ve sadece Hakk’ın varlığını isbat etmektedir. İşte Hakk'ın isbatı budur. Hakk şehadet âleminde mahv olmuştur, yani gözlerden silinmiştir; buna karşılık şühud âleminde ise isbat olmuştur104*.



DiPNoT;

103*Namazın Arapçası “selat"tır. salat‘ın anlamı; sırtından yaralamak, yaklaştıran ve birleştiren bir iyilik hareketi yapmak, dua etmek, at mevzu bais olduğunda da, yanşta ikinci gelmek gibi anlamları vardır. Namaz kılana “musalli” adı verilir. Namaz kılan ya da dua eden, Kendisine dua edilene göre, her zaman ikinci durumdadır. Öte yandan namaz insanı Tanrı'ya yaklaştıran, O’na ulaştıran bir ibadettir.
104*‘'Mahv” ve “isbat" terimlerini tasavvufi anlamda anlamak gerekir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Sevgilisi öyle istediği için âşık, kendi nefsini ayaklar altına alıp çiğnemelidir.

Aşk, âşıkla sebeblerin görüntüsü arasına sokulunca, âşık için Sevgilisine, yani, Hakk’a doğru yönelmekten sadece O’na nazar etmekten başka bir yol kalmaz. Âşık, âlemin hangi konularda ve ne ölçüde Hakk’a muhtaç olduğunu bilemez. Bu durumda âşığın kendisinden islenilen hukuku, yapılması gereken şeyleri yerine getirmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber selât ve selâm üzerine olsun, bu konuyla ilgili olarak“Seni ziyaret edenlerin, senin üzerinde bir hakkı vardır.” buyurmaktadır. Dikkat edilecek olursa, Hz. Peygamber burada, bütün âleme uygulanabilecek bir sözcük kullanmıştır. Bu da “ziyaret” sözcüğüdür. Hz. Peygamberin konuşma tarzı bütün sözlerin özünü bünyesinde toplamaktadır. Görülüyor ki, böyle bir âşık, sevgilisinin kendisinden istediği, beklediği şeyden ötürü kendi nefsini ayaklar altına alıp çiğnemiş ve kendisi üzerinde âlemin ne gibi hakkı olduğunu bilmiştir. Bu da sevgilisini âşığa tasarruf etmek istemesiyle ilgilidir. Hakk Teâlâ Hakimdir. Bu nedenle Allah, özel bir vakitte, âlemdeki özel bir duruma denk düşen özel bir işin yapılması ve özel bir hakkın yerine getirilmesi uğrunda âşığı hareket ettirir. Sonuçta âşık âlemin Allah’tan geldiğini bilir ve âlemde Hakk’ı müşahede etmeye başlar. H. Ebubekr’in, — Allah ondan razı olsun— , şu sözünün anlamı budur: “Ne görmüşsem, mutlaka ondan önce Allah’ı görmüşümdür”105*. Böylece âşık, Allah’ı müşahede ederken âlemin varlığını da müşahede eder.

Seven, Allah olunca; bu durumda noksan sıfatlardan münezzeh olan Hakk Teâlâ’nın Zatı bir değişildik kabul etmez. Âlemdeki nefisleri, varlıkları Kendine muhtaç eder, çünkü baki olmaları, yaşamaları ve amaçlarına ulaşmaları ancak O’nun sayesinde mümkündür. Sanki O, yaratıkların O’ndaıı istediği ya da O’nun sayesiyle ulaşmak istedikleri şeyler uğruna, Kendini ayaklar altına alıp çiğnemiş gibidir. Bu hedenle, vakti henüz gelmemiş şeyleri O’ndan istedikleri zaman, O onlara şöyle hitap etmektedir: “Ey ağırlığı olan iki toplum (sekelan), yani cinler ve inşalar topluluğu, sizin hesabınızı görmek için de boş vaktimiz olacak." (Kur’an, 55/31). Görülüyor ki her durumda “fail” Allah’tır ve O’nun Zatı, eserlerin, yani varlıkların bir zuhur yeri değildir. Burada Allah’ın Kendini çiğnemiş gibi gözükmesi, Kendi için değil, fakat kâinatın ya da varlıkların O’na olan gereksinimini karşılamak içindir. Allah’ın yarattığı her varlık O’nu teşbih etmektedir ve bu teşbih o varlik için bir temel gıda olmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, Sübhan Tanrı bize şunu bildirmektedir: “O’mı övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihini anlamazsınız." (Kur’an, 17/44). Biz bu konuyu daha önce “Fütüvvet” (Cömertlik, yiğitlik) bölümünde incelemiştik106*.


DiPNoT;

105*Bkz; not 87.
106*Bu makam Fuiûhat'm 146 ve 147. bölümlerinde incelenmiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Sevgilinin sıfatlarını üzerinde taşımalıdır.


Âşık sevgilisiyle kavuşmak ve sevgilisinin iradesine bağlanmak istediği zaman bu sıfata bürünür. Fakat bazen öyle olur ki, sevgili, kavuşmaya karşıt olabilecek şeyler de isteyebilir, işte ancak böyle bir âşığın sıfatlarına sahip olan âşık, sevgilinin sıfatlarına bürünebilir.

Seven, Allah olunca; “ahir”, yani sonra olan herhangi bir varlığa nispeten, Allah “Evvel'dir, yani o varlıktan önce vardır Allah. Allah’ın sonralığı O’nun önceliğinin içinde dahildir. Aynı şekilde önceliği de sonralığına dahildir, öyle ki sadece O’nun varlığıdır söz konusu. Buna göre şöyle diyebiliriz: O’nun önceliği O’nun Zatı’dır, sonralıgı ise onun kuludur ve sevgilisidir. Bu nedenle, ister “Ey kul, kurtulmadın.” de, ister “Ey Efendi, kurtulmadın!” de, her iki durumda da doğru söylemiş olursun. İşte sevenle sevilenin sıfatlarının “tedahülü”, birbirine karışması, içiçe girmesinin hükmü budur107*.

DiPNoT;

107*Bkz; Füsusü'l-hikem, 5. Fass. İbrahim Kelimesindeki “mehimi" (aşkta ifrat) hikmetinin aslı. Türkçesi için bkz; çev; M.N. Gençosman, İstanbul Yayınevi, İstanbul 1971. s. 60.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır.

Âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır demek, âşık sevgilisiyle birlikteyken müsterih, yani dinlenme halinde değildir demektir, çünkü âşık her nefesde sevgilisini murakabe etmekte, her an O’nu gözetlemektedir, yani O’nun için nöbet tutmaktadır. Âşık her an aşkının nerede olduğunu görür ve orada hazır bulunur. Sevgilisini razı etmek, onu hoşnut etmek için göstermiş olduğu aşırı çabanın etkisiyle bir umut ve bir beklenti içine girer. Sevgiliyi memnun ve razı etmek bir . hayli zor olduğundan, âşık için rahat diye bir şey yoktur. İşte “sevgilinin yanıtıdayken âşık nefes bile alamaz", yani dinlenmeye vakit bulamaz cümlesinin anlamı budur. Bu durum, üzüntü, keder ve zorluğun ortadan kaldırılmasıdır. Bu ise aşkında sadık olan bir âşığın niteliğidir.

Seven, Allah olunca; Allah şöyle buyuruyor: “O her gün yeni bir işledir." (Kur’an, 55/29). Allah sadece kullan yararına tasarruf eder. Kullarından da sadece sevdiği kullarla ilgilenir. Geriye kalanlar ise, İlâhî hükme tabi olurlar. Allah’ın arta kalan nimetlerinden yerler içerler. Allah onların dünya ve ahiret işlerini ayarlar. Bütün bunları yaparken Kendisine yorgunluk gelmez. Allah “yorgun” sıfatıyla nitelendirilemez. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “And olsun, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yarattık; bunları yaparken bize bir yorgunluk gelmiş değildir." (Kur’an, 50/38). Gene şöyle buyuruyor: “İlk yarattığımız zaman yorulduk mu ki yeniden yaratamayalım? Doğrusu onlar yeniden yaratma konusunda kuşku duymaktadırlar" (Kur’an, 50/15). Yani her nefeste, her anda Allah kullan içinde kimilerini yeni yaratmaktadır. Nitekim yukarıda da denildiği gibi, “O her gün yeni bir iştedir.(Kur’an, 55/29). Mutluluk ehli, yani cennetlikler hakkında da şöyle buyuruyor: ''Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz”. (Kur’an, 15/48), çünkü onlar cennetteki her durumlarında, kendi nefisleri için değil de, Allah uğrunda hareket ederler, öyle ki bu durum onlar üzerinde yansır. Bu durum onlar üzerinde yansıdığı için başka bir şey de istemezler. Doğrusu hakikatler de bunu öngörmektedir. İşte bu nedenle âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır diye nitelendirilir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Âşığın her şeyi, Sevgilisi için olmalıdır.

Bu şu anlamdadır: âşık bir bütündür ve bu bütünlüğü ile varlığı zuhur eder. Onun birliğinin ya da bütünlüğünün çeşitli görünümleri Allah’a aittir, çünkü mutlak birlik (ehadiyet) ancak Allah’a aittir. Öyleyse birliği meydana getiren bu çeşitli görünümler olmadan birlik, bütünlük olamaz. Dolayısıyla bir bütün olan âşık, bütünüyle Allah’a aittir. Bu bütünün her bir parçasını Hakk olan Bir’le çarptığın zaman, çıkan Hakk’m Birliği’dir. İşte “âşık”, bütünüyle Sevgilisine aittir.” ifadesinin anlamı budur. O, bütünün biridir, çünkü bütün onun için ehadiyyettiı; birliktir. İşte âşık, bu minval üzere, o bütünden çıkar.

Seven, Allah olunca; durum şöyle olur: Ehadiyetine rağmen, “Bütün”, bu kez Allah için kullanılır. O, Bütün ilâh! isimlerin bir toplamıdır. O isimlerin sayısı da doksan dokuzdur108*. Görülüyor ki isimlerde “kesret”, yani çokluk zuhur etmiştir. Allah için de “Bütün” ismini kullanmak yanlış olmaz. Bu “Bütün”ü oluşturan birler, Allah’ın her ismini meydana getirir. Bu isimlerden her biri kul için söylendiğinde, o ismi bir hakikat olur ve o hakikat içinde, o ismin taşıdığı erdem (sultan) zuhur eder. Öyleyse o hakikat sadece “bir” olur. Buna göre, biri Bir'le çarpınca, ya da bir Bir’in içinde yansıyınca, müşahede içinde kulun birliği zuhur eder; ve kul sevgili olur. Böylece kulun bütün varlığı Allah’a ait olur. Çünkü bütün isimler hükümlerini ve etkilerini kulda açığa çıkarırlar. Oysa ki isimler Allah’a aittir. Öyleyse Bütün, Allah katında sevgili olan kula aittir. İlâhi Huzurda hiçbir şey yoktur ki sevgili olan kula ait olmasın, çünkü Allah kuşkusuz Kendi Zatı’yla âlemlerden zengindir; kesretten müstağnidir. Kendi hakkında herhangi bir kanıta da ihtiyacı yoktur.

DiPNoT;

108*Allah kendisinden razı olsun Ebu Hureyre dedi ki: Allah Resulü şöyle buyurdu: “Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri sayarsa, ezberlerse, anlamlarını şuurla öğrenip anlarsa, cennete girer, sonsuz saadete ulaşır."
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştinnelidir.

Âşık, sevgilisine karşı aşkın gerektirdiği hukuku yerine getirmekte aciz kaldığını görür; çünkü sevgilisinin sevgisini bütünüyle kuşatacak usuller hakkında bir bilgiye sahip değildir. Bu nedenle, bu konuda ancak bildiği kadarıyla amel etmeye çalışır ve kendi kendine şöyle der: “Eğer sevginde sadık olsaydın, sevgilinin sevdiği her şey senin için belli olur, ortaya çıkardı. Hiç kuşkusuz sen, yükümlülükler dünyasında bulunuyorsun; bu mahsur bir dünyadır, yani birtakım şartlarla sınırlıdır. Oysa ki sevgilinin sevdiği şeyler bu dünyada, öte dünyanın aksine, bellidir. Öte dünyada, gözün, gönlün dinlenmiş durumda olacaksın, çünkü öte dünya tamamıyla mutluluk dünyasıdır. Orada azarlama, tersleme, eleştirme ve kınama diye bir şey yoktur.” İşte bu nedenle, âşık bu dünyada sevgilisi hakkında saygılı davranır, kendini ise kınar, eleştirir.

Sevenin, Allah olması halinde ise; Allah, mümin kuluna beslediği sevgi hakkında tereddüt gösteren biri olarak nitelemiştir Kendini. Çünkü sevgilinin seven üzerindeki haklarından biri de,' sevgilinin çirkin gördüğü, hoşlanmadığı şeyleri sevenin yapmamasıdır. Örneğin, sevgili ölümden hoşlanmaz. Kul Allah için bir sevgili olduğuna göre, Allah da onun kötü olduğunu istemez. İşte ölüm karşısında kulun takındığı tavırdan dolayı Allah’ın kendini kınamasının anlamı budur. Oysa, İlâhi ilmin bir gereği olarak kulun ölmesi de gerekir, fakat âşıkların aksine, sıradan bir kul Allah’la karşılaşma sırasında kendini hangi hayırların, iyiliklerin beklediğini bilmez. Âşıklar ise, dinlenme ya da rahatlık için değil de bir an önce Sevgiliye kavuşmak için, ölümü severler.

Âşıklardan bazıları da var ki sevgiliyi hoşnut ve razı etme duygusu onlara hakim olur. Bu âşıklar, sevgiliyi hoşnut ve razı etmenin, sevenin aşkının gücünü tanıyabileceği bir durumla değil de, aksine, onu hoşnut ve razı edecek şeyler ile onu kızdıracak şeyler arasındaki farkı anlamalarıyla mümkün olacağını bilirler. Tabii ki bu durum, o âşıklar için, sadece bu. yükümlülükler dünyasında söz konusudur. Öte dünyada ise, herhangi bir tahdit -sınırlama söz konusu değildir. Orada bir denklik. bir rahatlık vardır. Dolayısıyla, kendi tasarrufundaki işlere uygun davranan âşıkla, bu tahditlere uymayan âşık arasındaki farkın hükmü kalmaz. Bu yüzden bazı âşıklar ölümden hoşlanmazlar. Bu da onların aşk- daki içtenliklerinden ileri gelir.

Aynı şekilde, gene eğer, seven Allah olursa; Allah, bu hakikat çerçevesinde, ölümü herkes üzerine mukarrer kılmıştır. Yukarıda belirtilen temyiz ve tahdidi isteyen bu seçkin topluluğun amacı, öteki topluluklardan farklı olarak, Rabb’lerine besledikleri muhabbet ve sevginin gücü ve değeri bilinsin diye bu tahdidin kendilerinden kaldırılmasıdır. Nitekim Allah’ın ezeli ilmi de, bu tahdidin kaldtrılmamasını öngörür. İşte muhabbete, sevgiye biçilen bu değer Hakk Teâlâ hakkında bir “kınama” olarak adlandırılır. Hakk Teâlâ bu konuyu şu şekilde açıklamaktadır: “Allah her istediğini yapandır.” (Kur’an, 85/16). Allah bunu özellikle belirtiyor ve belli bir tercih, bir seçme bile yapıyor. “Allah dileseydi..." ifadesini ve benzeri ifadeleri bu şekilde anlayan kişinin de, Allah’ın iradesi ve ilmi devreye girmeksizin, kınanması gerekir, çünkü irade ve ilmin farklı bir hükmü vardır.

Öyleyse burada anlattıklarımı iyi anla! Bunların herbirinde ilâhı sırlar gizlidir. Bu ilâhı sırların büyük değerini bilen, gören dostlarımız kıskançtırlar; bu özelliklerden dolayı, kıskançlıklarını da belirtmişlerdir. Bununla birlikte, Allah’la ilgili bizim sahip olduğumuz ilme göre, İlâhî ■ sırlar hakkında bizim burada açıkladığımız şeyler bir kabuk (kışr) hükmündedir. Bu da, bunları açıklamaya girişmemize neden teşkil etmektedir, çünkü bunların açıklamasında insanlar için büyük faydalar vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, sevgilinin sebeb olduğu şaşkınlıktan zevk almalıdır.

Bu şaşkınlığın sebebi sevgilinin beklenmedik bir anda aniden gelişidir. Bu durum “ani hücum” olarak ifade edilir, ki biz bu kitapta daha ileriki bir bölümde bu konuyu inceleyeceğiz109.*

Hakk Teâlâ kullarının kalbini Kendine çağırınca ve onları Kendine ulaştıracak meşru Yolu onlara gösterince ve son derece açık delillerle Kendini onlara tanıtınca, onlar da O’nu tanımış oldular. Hakk Teâlâ onlara verdiği nimetlerle Kendini onlara sevdirdi; onlar da O’nu sevdiler.

Vadedilmemiş bir tarzda, yani beklenmedik bir anda Allah onlara tecelli edince ve onlar O’nun huzuruna girdiklerini bilmeksizin O’nun huzuruna girince, Hakk’ın tecellisi onları kıskıvrak yakaladı. Böylece onlar da O’nu bir alâmetle tanıdılar. Dolayısıyla bu beklenmedik tecelli karşısında dehşete kapıldılar, büyük bir şaşkınlık içine düştüler. Kendilerinde gördükleri bu alâmetin ne olduğunu bildikleri için, büyük bir zevk aldılar ve mutlu oldular. O, onların sevgilisiydi ve büyük özlemle istedikleriydi. İşte kulların şaşkınlık içine düşmekten aldıkları zevk, duydukları mutluluk budur.

Seven, Allah olunca; durum şöyledir: Allah, Kendini “hür seçim”le vasfetmiştir, çünkü “O her şeyi yapmaya Kadirdir.(Kur’an, 2/20), yani O’nun her şeye gücü yeter. Eğer O bir şeyi dileseydi, mutlaka onu yapardı. Ayrıca O bir şey yapmak için zorlanamaz, sıkıştırılamaz. O sözünde sadıktır, doğru söyler, sözünde durur. Kararından dolayı O’nu kimse yargılayamaz. Bütün varlıkların rızkını veren O’dur. Hikmetinin bir gereği olarak bütün her şeyi yerli yerine düzenlemiştir. Böyle hükmettiği için, O’nu, hükümden döndürecek biri yoktur. O her an ne gerekiyorsa, gerektiği anda, gerekeni gerektiği gibi yapar. O’nun işi hikmetli bir iştir. Her şeyin sırasını ve zamanını O bilir. Bu nedenle, O’na istekte bulunanların istekleri O’na ulaşır, fakat o isteklere verilecek karşılıklar, her zaman O’na istekte bulunulan zamana denk düşmez. Ayrıca biliyoruz ki, kararı O verir. Her şeyi karara O bağlar. Vereceği kararda kimse O’na baskı yapamaz. Öyleyse, hikmet sırasına göre onlara cevap verdiği zaman, çelişme olmasın diye o istekler yapıldığı anda, biraz beklemek gerekir. İşte bu bekleme süresi dehşet-şaşkınlık olarak adlandırılır.

Allah bundan zevk alır, çünkü bu durumda istekte bulunan kul, sevgilidir, Allah onun isteklerini, dua ve yakarışlarını duymayı sever. Nitekim hadiste şöyle ifade edilmiştir: “İhtiyaç içinde bulunan iki kişi isteklerini Allah'a bildirirler. Bu iki kişiden birini Allah seviyordu, ötekini sevmiyordu. Allah meleğe vahyetti ve sevmediği kulun ihtiyacını derhal yerine getirmesini emretti; o kulu sevmediğinden, onun isteğiyle fazla meşgul olmamak için, çünkü Allah o kulun sesini fazla duymak istemiyordu. Öte yandan, sevdiği kul hakkında meleğe şöyle seslendi: "Falanm isteğini yerine getirme, onun ihtiyacını beklet, çünkü ben onun sesini duymayı, isteğini işitmeyi seviyorum: çünkü Ben onu seviyorum” görülüyor ki, Allah sevmediği kulun isteğini hemen yerine getiriyor, oysa ki sevmesine rağmen, sevdiği kulun isteğini erteliyor, hemen yerine getirmiyor. Eğer Allah’ın sevdigi bu kula, isteğinin ertelenmesi anında, bu sır ifşa edilmiş olsaydı, o kulun sevincinin yerini hiçbir şey tutamazdı.

işte o kulun isteğinin ertelenmesi, tıpkı dehşet ve şaşkınlık içindeki kulun dehşetinin ertelenmesi gibidir. Yukarıda belirtilen söz doğru olduğu için, yani bu konuda Allah'ı hiç kimse zorlayamayacagı için. Bu kulun bu durumdan alacağı zevke gelince, bu sebepten, o kul istediği şeye kavuşacağını, kavuşması gerektiğini bilir ve bundan büyük zevk alır. Fesübhanallah! Allah'ım sen Azizsin, Hakimsin!

DiPNoT;

109*Fütuhat’ın 259. bölümünde bu konuda geniş açıklama vardır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Âşık, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı, sonra o kuralları aşmalıdır.

Böyle bir âşık, Bedir savaşında savaşan âşıklara benzetilebilir. Onlar da belirli kuralları önce korumuş sonra da o kuralları aşmışlardı. Allah onlara “Ne isterseniz yapın, Ben sizin günahlarınızı çoktan bağışladım.” demişti. Durumu genel kurallar içerisinde belirlenmemiş insanlara gelince, onların durumu özel kurallar içerisinde belirlenmiştir. Onların statülerini Allah belirlemiştir. Bu insanların durumu, Allah’ın şu sözünde beliritiği şeye uygun düşmektedir: “Kulum bir günah işler; sonra işlediği günahını affeden bir Rabb'ı olduğunu bilir ve gene günah işler." (Kudsi hadis).

Dördüncüsünde ya da üçûncüsünde Allah şöyle der: “İstediğin şeyi yap, Ben senin günahlarını çoktan bağışladım.” Demek ki insanların geneli için yasak olan falan işi, Allah ona mubah kılar; bu dünyada o kişi için belli tahditleri ortadan kaldırır, çünkü Allah kötülüğü emretmez. Dolayısıyla bu sıfata sahip birisi zaten Allah’a karşı asi olmaz, başkaldırmaz, aksine Allah’ın kendisine mubah kıldığı işleri yapar, çünkü Allah ona bu ayrıcalığı vermeden önce, o kul da belirli genel kurallara uymaktaydı. Demek ki o kişi o genel kuralları koruduktan sonra onları aşmış oluyordu. “Hal” sahibinin tersine, yükümlülük durumunu korumasına rağmen, bu ayrıcalıklı durumu ona ilmin şerefi, üstünlüğü sağlamıştır. “Hal” sahibinin hükmüne, statüsüne gelince, onun statüsü, deli durumuna benzer, ilâhi Kalem, onun üzerinde durmaz, yani onun ne lehinde ne de aleyhinde bir şey yazar. Buna karşılık söz konusu ayrıcalığa sahip kişinin lehinde olanı yazar, fakat aleyhinde olan bir şeyi yazmaz.

İşte “ilim”le “hal” arasındaki farkın değeri budur. Demek ki ilmin değeri ne kadar yüksektir! Bu nedenle âşık, bir de ilim sahibi olursa, o haliyle, yalnızca hal sahibinden daha mükemmeldir. Demek oluyor ki “hal” bu dünya evinde eksiktir; öte dünyada tamam olur. İlim ise, hem bu dünyada tamamdır hem de ötedünyada, hatta tamamın da üstündedir!

Seven, Allah olunca; Allah Kendisini seven kulların Allah’ın kendileri için yapmayı gerekli gördüğü şeyleri Kendisinden istemeyeceklerini bilir. Onlar genel kuralları önce koruduktan sonra o kuralları aşarlar. Bu nedenle Allah, kendine gerekli kıldığı şeyi (yani verdiği vaadleri tutma işini) onlara verir. Üstelik onlara sınırsız iyilikler verir, ki bu bağış genel sınırları aşmak demektir. Buna göre, bir iyiliğin sınırı, o iyiliğin on katıyla yediyüz110* katma kadar çıkan bir ecrin sınırıdır. Bu şekilde sınırların aşılması bir artıştır, bir fazlalıktır; tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Güzel davrananlara daha güzel karşılıklar ve hatta daha fazlası vardır..." (Kur’an, 10/26).

İşte bize verilen budur. Öyleyse bu iyiliği iyi kullan ya da hesapsız ve sınırsız bir şekilde tut onu!


DiPNoT;

110*Ebu Hureyre nakletti: Allah Resulü şöyle buyurdu: “Ademoğlunun her bir iyi ameli için bir ecir vardır. Bu ecir, Allah’ın takdirine göre on katından yediyûz katma kadar çıkabilir. Allah şöyle dedi: Oruç hariç, çünkü oruç Bana aittir; orucun ecri Benim." Bu hadisi Buhari, Nesei, Ibn Mace nakletmiştir.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, sevgilisini kendisinden bile kıskanmalıdır.

Allah’ı seven birisi hakkında bulunabilecek en uygun ve en güzel sıfat budur. Bu makam Şibli’nin111* eriştiği makamdır. O.bu makama kendini hor ve hakir görerek, sevgilisini işe yücelterek, büyüterek ulaşmıştı. Gördü ki âşıkların nazlanması Cenab ve Aziz Allah’a karşı pek uygun düşmüyordu. Hiç kuşkusuz âşıklar için, İlâhi Huzurda nazlanmak vardır, ancak “kıskanç” olarak nitelendirilen âşıklar bunda istisnadır. Bu âşıklar için nazlanma diye bir şey söz konusu değildir, çünkü onlara büyültme ve yüceltme düşüncesi hakimdir. Ayrıca onlar, “ağzı sıkılık”la nitelendirilirler. Bunun nedeni ise kıskançlıktır. Kıskançlık ise, aşkın sıfatlarından biridir112*. Bu nedenle onlar âlemin, yani öteki insanların yanında, âşık olarak gözükmezler, işte bu makam, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’in makamıdır, çünkü o, Sa’d’ı çok kıskanç biri olarak tanımlamış, kendisini ise Sa’d’dan daha kıskanç biri olarak nitelemiştir. Sa’d’ın kıskançlığından söz ederken mübalağa sigasını kullanmıştır, ama kendisini Sa’d’dan daha kıskanç olduğunu da ifade etmiştir. — selât ve selâm üzerine olsun— Hz. Peygamber Böylece aşkını ve aşkı için duyduğu vecd halini, yani coşkusunu, çocukları okşayıp sevmesiyle, onlarla oynamasıyla gizledi. Sevgisini eşlerine, çocuklarına ve arkadaşlarına izhar etti, açıkça gösterdi. Yani bütün bunlar kıskançlık babından olan şeylerdir. Hz. Peygamber “Ben ancak bir insanım" demiş ve kendisini âşıklardan saymamıştı. Bu nedenle onun tabiatı, aşkı tanımadı, fakat aşk hakkında onun nasıl davrandığım görünce ve aşkı tercih ettiğini fark edince, onun aşkla beraber hareket ettiğini hayal etti. Oysa, bu durumun, ona Sevgilisinin verdiği bir meziyet olduğunu bilmiyordu.

Hz. Muhammed’in — selât ve selâm üzerine olsun— Hz.Ayşe’yi, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiği söylenmektedir. Bir cuma günü hutbe okunurken, hutbesini yarıda kesti,., minberden indi,.. Hasan ve Hüseyin’e doğru yürüdü... onların... İkisini de kucağına aldı ve tekrar minbere çıkıp, o şekilde, yani onlar kucağında olduğu halde hutbesini tamamladı. İşte bütün bunlar, eğer Sevgiliye duyulan hürmeti sürdürmek istersen, Sevgili için duyulan kışkançlık babmdadır. Cenab ve en Kutsal olan Sevgiliye duyulan ta’zim ve hürmetin bu şekilde olması, bu ta’zim ve hürmetin başkalarına, O’nun dışındakilere gösterilmemesini gerektirir. İşte bu nedenledir ki Allah, Kendini seven kullarının kalbine, kıskançlık perdesini yerleştirmiştir.

Sevgili, Allah olunca ise durum şöyledir; Hz. Peygamber — selât ve selâm üzerine olsun— , bir hadisinde ”... Allah ise, benden daha kıskançtır." buyurmuştur. Demek ki, âşıkların Allah’ı sevdiklerini iddia ettikleri zaman, yapabilecekleri kötülükleri Allah’ın onlara haram etmesi de Allah’ın kıskançlığmdandır. Yalancı, kendisini doğru söyleyen biri olduğunu iddia etmesin diye Allah kıskanç davranmıştır. Dolayısıyla bu iki iddia arasındaki farkı ayırıp gösteren bir ölçü de yoktur, ama her halükarda Allah kötülükleri, fuhşu, dine aykırı hareketleri haram etmiş, yasaklamıştır. Öyleyse kim Allah’ı sevdiğini iddia ederse, O’nun çizdiği hudutlar içerisinde durmalıdır, o sınırlar çerçevesinde kalmalıdır ki dürüst ve doğru sözlü olan, yalancı olandan ayırt edilsin. Bununla birlikte, istisnasız her şey, Allah’la kaimdir. Bu nedenle Allah sevgilisini Kendinden bile kıskanır. Dolayısıyla, bütün fiilleri, sevgili olan kula bir noksanlık, bir kusur nisbet edilmesin diye, kuluna değil de Kendine mal etmiştir.


DiPNoT;

111*Ebu Bekir eş-Şibli h. 247/m. 861'de Bağdat’ta doğan büyük bir sufidir. h. 334/b. 945 de ölmüştür. Bakınız Kuşeyri Risalesi, A.g.c. s. 122 ve Keşfü’l-Mahcub, A.g.e. s. 259. "
112*Kıskançlığın Arapçası gayrettir. Gayret kelimesinin dilimizdeki kullanımı da dolaylı olarak kıskançlık demektir. Örneğin birini görünce gayrete gelmek gibi. "
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, aklı ölçüsünde, aşkının hükmü altında olmalıdır113*.

Âşık, aşkının hükmü altına, aklı ölçüsünde girmelidir, çünkü onu kayıt altına alan aklıdır, üstelik aklı da bir kayıt altındadır. Nitekim Allahu Teâlâ da sadece akıllılara hitap etmiştir. Akıllılar kendi sıfatlarıyla kayıt altına alınmışlardır. Yaratıcının sıfatlarından onların sıfatları ayrılmıştır. İşte bu ayrım yapıldıktan sonradır ki kayıt altına alınma (takyid) ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla akıl, daha doğrusu akıllıların sahip oldukları akli deliller, Hakk Teâlâ ile kul. Halik ile mahluk, Yaratıcı ile yaratılmış arasındaki farkı fark ederler.

Aşkın etkisiyle ortaya çıkan halde, kim aklım muhafaza ederse, aklıyla birlikte kalmayı başarırsa, aşk sultanından gelen erdemleri kabul etmeye hazırdır (Lâkin ancak akli delilinin gerektirdiği ölçüde). Buna karşılık, kim de akli deliliyle değil de, aklının kabul ettiğiyle kalmayı başarırsa, Hakk’tan gelecek özel nitelikleri, yani Hakk’m bizzat Kendisini vasıflandırdığı bazı nitelikleri bile kabul edebilir, işte o zaman aşk sultanı, o âşığa aklının kabul ettiği ölçüde tahakküm eder. Demek ki, akıl, görme ve kabul arasındadır. Dolayısıyla gören birinin aklıyla kabul eden birinin aklındaki aşk etkisi aynı ya da eşit değildir. Öyleyse bu konuları iyi anla, çünkü burada pek çok sırlar vardır.

Seven, Allah olunca; akıl bize, ilim ise O’na nisbet edilir. Bu açıdan bakılınca, sadece O’nun ilminde önceden geçen, yani var olan şeyler vardır, tıpkı bizim açımızdan da ancak bizim aklımızın yettiği şeyler, aklımızın yettiği ölçüde vardır. Allah’ın yaratıklarına karşı duyduğu aşkın gücü O’nun ezeli ilminin sınırlarını aşmaz, tıpkı bizim O’na duyduğumuz aşkın, bakış olarak olsun, kabul olarak olsun, aklımızın sınırlarını aşmayacağı gibi. Öyleyse bunları iyi anla!


DiPNoT;


113*" Akıl, kavramları ve düşünceleri kendi aralarında birleştirip onların ortak noktalarını ve sebeblerini bulma yeteneğidir. Burada Ibn Arabi bilfiil akıl ile bilkuv- ve akıl arasındaki farkı ortaya koymaktadır.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim —Aşık, akıldan yoksun bir hayvan gibi (dabbetün) olmalıdır, ki açtığı yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.

Öykü
Resim

Bir kırlangıç Süleyman aleyhisselâm’m tapmağının kubbesi üstünde uçarken sevdiği bir dişi kırlangıca aşkım ilan eder. Süleyman Peygamber o esnada oradadır. Kırlagıcın sesini işitir. Kırlangıç şöyle diyordu dişisine: “Senin aşkın beni öylesine sardı ki, eğer bana şu kubbeyi Süleyman’ın üzerine yık desen, hiç tereddütsüz yıkardım”. Bunun üzerine Süleyman Peygamber kuşu yanına çağırır ve ona “Az önce senden işittiğim bu sözler neydi?” der. Kuş da ona “Ey Süleyman beni cezalandırmak için acele etme" diye karşılık verir, “çünkü âşık öyle bir dille konuşur ki, o dili ancak deliler konuşur. Ben o kuşu seviyorum ve ona işte senin işittiğin o sözleri söyledim. Çılgın âşıkların bir yolu, bir yasası yoktur. Onların yolu aşk yoludur. Onlar aşk diliyle konuşurlar, ilim ve akıl diliyle değil” deyince Süleyman Peygamber gülmeye başlar ve kuşa acır, onu cezalandırmaz ve serbest bırakır.

İşte bu tür bir davranış tam bir yaralamadır. Allah onu masum kılmıştır. Ondan kan bedeli istememiştir ve onu cezalandırmamışım Allah için seven âşığın durumu da aynıdır. Aşktaki samimiyetinin ve sevgiye olan tam bağlılığın görünüşte doğurduğu karışıklık durumlarından dolayı Allah’ı seven âşık cezalandırılmaz, kınanmaz, çünkü bu durumlar aşkın etkisiyledir, çünkü aşk insanın aklını allak bullak eder, aklını başından alır. Allah da sadece akıllıları cezalandırır, âşıkları değil, çünkü âşıklar aşk sultanının boyunduruğu ve hükmü altındadırlar.

Seven, Allah olunca; O’nun açtığı yara masumdur. O doğru sözlüdür. O vaad ettiği gibi, hata ve günah işleyeni cezalandıracağını bildirerek önce korkutur, sonra affeder, hatta tövbe etmeyen asi kulu bile, (Kendisinin bir lütfü olarak dilerse, Çev.) cezalandırmaz114*. Üstelik cezalandırması gereken kullarını bile, Kendisinin bir Erdemi ve bir Lütfü olarak cezalandırmaz. Dolayısıyla, kötülük yapanın kazandığı şeyler suçsuz, masum nitelikli sayılır. Allah'ın intikam alacağını vaadettiği şeyler de böylece muaf olur, suçsuz sayılır çünkü Allah o kulun günahını, akıldan yoksun olması nedeniyle, affeder. Akıldan yoksun olan insan, insanlara zarar vermeyi düşünemez, bunu akıl edemez. Bunun için onun sebeb olduğu yara da suç sayılmaz ve bağışlanır. Aşık, mahkumun aleyh’tir, yani davayı kaybedendir, üzerine hüküm giydirilendir, fakat katil değildir o, katil başkasıdır. Bu nedenle âşığın işlediği hata suç sayılmaz. Kaldı ki her konuda olduğu gibi bu konuda da “En üstün delil Allah’ındır; eğer O dileseydi, hiç kuşkusuz hepinizi doğru yola iletirdi." (Kur’an, 6/149).


DiPNoT;

114*Bu durum Allah'ın dilediği kullarını affedeceği vaadiyle ilgilidir. Dünyevi planla değil de uhrevi planla ilgilidir. "
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamak, Sevgilinin cefalarıyla da azalmamalıdır.

Aşkın bu yönü, Allah’ı ancak Zatı için seven bir âşıkta görülür. Böyle bir âşık, Allah’ın Cemal isminden kendine tecelli eden tecellilerin etkisi altındadır115*. Bu nedenle böyle bir âşığın aşkı, sevgilinin yaptığı iyilikle artmayacağı gibi, sevgisine rağmen, sevgilinin yüzçevirmesiyle (i’raz) de ihsan ve nimet azalmaz. Ihsan ve nimete dayalı sevgi, değişik sebeplerle artabilir de azalabilir de, çünkü böyle bir sevgi, dış etkenlere bağlı bir sevgidir. Allah’a âşık bir kadın bu konuda şöyle demişti:

“Gelip beni lime lime kesseydin, paramparça etseydin ey Sevgili
Vazgeçmezdim asla sevmekten gene Seni."

Yani Sevgili onu lime lime kestiği için. Sevgiliye duyduğu aşkında bir eksilme olmazdı. Bu söz seven bir kadının sözüdür. Denilir ki bu söz, ünlü kadın Rabiatü’l-Adeviyye’nin116* sözüdür. Bu kadının manevi hali, derecesi ve makamı sufi erkeklerden daha üstündü. Allah kendisinden razı olsun, aşkın çeşitli yönlerini tahlil etmiş ve tercüman olmuştur. Şu şiir ona aittir:

“Ben Seni iki aşkla seviyorum: işte tutkum, aşkım böyle.
Çünkü layıksın buna sen, öylesine güzelsin!
Sana olan sevgimi nasıl anlatayım ki?
Aşkınla öyle geçmişim ki kendimden
Senden başkasını görmüyor gözüm
Kime dostsun Sen kime değilsin, nerden bileyim
Kaldır aradaki perdeyi ki Seni göreyim
Öyle de olsa böyle de olsa hamd, övgü bana değil
Hamd, övgü Sana, öyle de olsa böyle de olsa!"

Bir başka âşık kadın, Katip Atab'm cariyesi, aşkı şöyle terennüm etmiştir:
"Ey gönüller Sultanı Sevgili, Senden başka kimim var ki benim
Acı bana bugün, kapına geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Tek dileğim Setisin! Sevincim, arzum neşemsin!
Razı değil Senden başkasını sevmeye gönlüm
Ey güvendiğim Sevgilim! Efendim! Sultanım!
Aşkım uzadıkça uzadı, kavuşmak ne zaman nasib olacak
Benim arzum nimetler de değil cennetteki,
Ne var ki Seni göreyim diye istiyorum cenneti. ”

Bu konuyla ilgili şu dizeler de bize aittir:
“ister nimetlere boğ, ister azap içine koy beni, hiç fark etmez
Sana olan aşkım ne azalır ne de artar.
Çünkü benim sevdiğim Senin bende bulduğun şeye bağlı
Yaratman gibi Sevgin de hep yenidir benim için.”

Bu dizelerde anlatılmak istenen, itidalin ölçüsüdür. Bu bir ilâhî ölçüdür ki arızi durumlar o ölçü üzerinde etki edemezler. Bu ölçü geçici durumlarla da etkilenmez.

Seven, Allah olunca; Kulların Allah’a itaat etmesiyle Allah’a bir fayda gelmeyeceği gibi, kulların Allah’a itaatsizlik etmesiyle de Allah’a hiç bir zarar gelmez. O’nu seven bir kula günahları zarar vermez, günahlar o kulun durumunu değiştirmez, bozmaz, aksine Allah o kula şu müjdeyi vermekledir: “Allah seni affetsin!!! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri de bilm eden, niçin onlara izin verdin?” (Kur’an, 9/43). Allah bu ayette, bizdeki inanç ve istekler üzerine ve bizim dışımızdakilerdeki ret ve inkâr üzerine, affı öne çıkarmıştır. Bunu da “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye." (Kur’an, 48/2) yapmıştır. Görülüyor ki, Allah günahtan önce affı, bağışlamayı öne sürüyor. Kaldı ki Hz. Peygamber, Allah indinde günah işleyen biri değildi. Allah sevdiklerine nasıl yardım ettiğini bildirmek için ayette özellikle onu zikretmiştir. Buna göre sevgili için günah söz konusu değildir. Seven için de kendi açısından iyilik ve ihsanın bir değeri yoktur. Fakat bütün bunlara rağmen, bu durum âşıkta hemencecik açığa çıkmayan, kolayca hissedilemeyen ve de hızlı bir şekilde kaybolan gizli bir makamdır. Çünkü âşık, alıp verdiği her nefeste, yaptığı her işte, kedisini savunması ve kendisini temize çıkarması isteneceğini, dolayısıyla ölçüyü koruması gerektiğini düşünür. Eğer ölçüyü ihlal ederse, kaçırırsa, iki taraftan da delilin kendi aleyhine döneceğini bilir. Demek ki ölçüyü sadece mağfiret, af ve bağışlama sahibi olan, ayrıca etkisi ve yetkisi çok güçlü, hükmü sabit ve aşkı sadık olan biri koruyabilir.

DiPNoT;

115*Bu konu “Kur’an’da Âşıkların Sıfatlan" bölümünün “Allah'ın güzelliğe duyduğu sevgi" kısmında açıklanmıştır. ,,
116*Tezkiretü'l-Evliya'da hayatı ve menkıbeleri anlatılmıştır. A.g.e.
Resim
Kullanıcı avatarı
nur-ye
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 9090
Kayıt: 08 Eyl 2007, 02:00

Re: İlâhî AŞK İBN ARABÎ

Mesaj gönderen nur-ye »

Resim — Aşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.


Âşık, adaba uymak zorunda değildir, çünkü ancak aklı olan birinden adaba uyması istenir. Oysa ki âşık bu bağlamda aklı karışmış, allak bullak olmuş, altüst olmuş, akima hakim olamayan biridir, âşık için alınacak bir önlem yoktur. Bu yüzden âşıktan sadır olabilecek herhangi bir davranıştan dolayı, âşık cezalandırılmaz.

Seven Allah olunca; O Büyüktür, Mülk sahibi O’dur, Akıllı insanların uydukları adap kurallarını belirleyen de O’dur. Veli kullarını edepli, terbiyeli kılan da O’dur. Nitekim Hz. Peygamber — seldi ve seldin üzerine olsun— şöyle buyurmuştur: “Beni Allah terbiye etti ve çok güzel terbiye etti." Allah kuluyla “terbiye ediliyor" denilmez, tam tersine “Allah sevgili kulunun yanında duruyor ve ona layık olduğu ya da müstehak olduğu terbiyeyi veriyor” denilir. Allah’ın o kulun yanında bulunması, Allah’ın o kula bir lütfü ve bir ihsanıdır. Allah o kula verdiği terbiyeden dolayı bir şey istemez, hele bir kul O'nun sevgilisi olursa!..
Resim
Cevapla

“►Muhiddin-i Arabi◄” sayfasına dön